hurmanın hikayesi / Bu hurmanın 91 yıllık hikâyesi var! Askerden gelirken cebinde getirdi... - Yaşam Haberleri

Hurmanın Hikayesi

hurmanın hikayesi

Hurma'nın TarihiHurma'nın Tarihi

Tarihçiler, kökeni hakkında farklı görüşlere sahip olsalarda bazı tarihçilerin genel görüşü, Basra Körfezi çevresinde ortaya çıktığına inanılıyor ve bazıları, bilinen en eski hurma ağacının Milattan Önce Eski Mısırlılar tarafından hurma meyvesinin kullanıldığı ve işlendiği görüşüne sahiptirler.

Hurma, uzun zamandır insanların faydalandığı popüler bir meyve türüdür. Hurmanın kökeni neredeyse MÖ uzun bir tarihe kadar izlenebilir. Meyve, orta doğu ve Kuzey Afrika'daki insanlar için temel bir üründür. Esas olarak bu bölgelerde yetiştirilen hurma, makro besinlerin ve diğer birçok sağlıklı elementin doğuştan gelen bileşimi nedeniyle oldukça faydalı bir meyvedir.

Batı için hurma, ay ve yıldız kadar İslam'ın bir simgesidir ve bu mantıksız değildir. Akdeniz medeniyetlerinde zeytin nasıl temel bir unsursa, İslam medeniyetinde de hurma ekonomik bir unsur ve bir okadarda semboldür.

Ortadoğu'dan Dünya'nın çeşitli yerlerine yayılan hurma, Müslüman tüccarlar ve seyyahlar tarafından her yere taşınmış, bugüne kadar iklimi yeterince kuru olan her İslam ülkesinde yetişmiştir.

Ancak hurma zaman içinde çok daha geriye gider. Özellikle Suriye ve Mısır'da bir dizi neolitik bölgede tarihi kalıntıları bulunmuştur. Ne kadar erken ekildiklerine dair kanıtımız olmamasına rağmen, 7.000 ila 8.000 yıl kadar önce insan tarafından yendikleri anlamına gelir. Ancak MÖ 2100 yılında yazıldığı tahmin edilen, Lübnan'dan Bahreyn'e uzanan olağanüstü bir macera hikayesi olan Gılgamış Destanı'nda ekili hurmalardan saygıyla söz edilir: "Ve babanızın palmiye korusunun bahçıvanı İşullanu'yu sevmediniz mi? Sana sonu gelmeyen hurma sepetleri getirdi; her gün sofranı doldurdu." cümleleri ile hurmaya yer vermiştir.

O dönemin mühürlerinde de bazen hayvanlar, bazen mitolojik yaratıklar ve insanlar tarafından çevrelenmiş olarak kazınmış hurma ağaçları görülür ve Arap toplumunda olduğu gibi, Roma ve Asur'da da şüphesiz kutsal bir ağaçtır.

MÖ beşinci yüzyılın ortalarında Mısır'ın ülkesi ve gelenekleri hakkında canlı ve bilgilendirici bir açıklama yazan Yunan tarihçi Herodot, diğer mahsuller hakkında birçok ayrıntı vermesine rağmen, hurma yetiştiriciliğinden hiçbir şey söylemez. Bununla birlikte, kısmen arkeolojik kanıtlardan ve kısmen de hurma ağaçlarını temsil etmek için açıkça oyulmuş sütun başlıklarından, örneğin Kral Sahure'nin mezar tapınağının yaklaşık MÖ 2.500'den kalma granit sütunlarından, hurma ağaçlarının çok erken var olduğunu biliyoruz. Abusir'de, şimdi Kahire Müzesi'nde.

Ağlayan Hurma Kütüğü

1999 – Mart, Sayı: 157, Sayfa: 020

Medine-i Münevvere’den Muhabbet Esintisi

Peygamberlerin, mûcize sûreti ile ortaya koydukları hârikalar, insandaki gafletin izâlesi istikâmetinde bir şok te’sîri husûle getirmek içindir. Tâ ki, insanoğlu hiçten daha hiç olduğunu anlasın ve tam bir teslîmiyetle Rabbine kul olsun!..

İnsanoğlunun gafletini yırtıp izâle edecek bu hârikulâde hâdiseler, gâfillerin idrâklerini acze mahkûm etmek ve ehl-i îmânın da yakînini artırmak içindir. Cansızlar, bitkiler ve hayvanların Rabblerine olan tesbîhleri, Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-‘i tanımaları ve O’na muhabbetle meyletmeleri gibi tecellîler, bu cümledendir.

Bu mûcizeler, âşikârâne bir sûrette gözler ve gönüller önünde defalarca sergilenmiştir. Bunların en meşhûrlarından biri de, bir hurma kütüğünün meşhur olan feryâd ü figânıdır:

Mâlûmdur ki, Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, ashâbına vaaz ederken mescid direklerinden bir hurma kütüğüne dayanır, öyle sohbet ederlerdi. Bu hurma kütüğü de, kendisine Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-‘in yaslandığını duyar, bu mazhariyetle mes’ûd olurdu.

Gün geldi, mescidde sohbet dinleyen ashâb o kadar çoğaldı ki, sahâbelerin mühim bir kısmı, kalabalıktan Rasûlullâh -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-‘in mübârek yüzünü göremez oldular ve:

“-Yâ Rasûlallâh! Bizler, mescid hayli kalabalık olduğundan mübârek yüzünüzü göremiyoruz!” diye haklı olarak şikâyette bulundular.

Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-‘den mescide bir minber yapılmasını ve O’nun bu minbere çıkarak hutbesini îrâd etmesini taleb ettiler.

Bunun üzerine mescide bir minber yapıldı. Nûr-i nübüvvet, Varlık Nûru, artık bu minbere çıkarak sohbet edecekti. Fakat Rasûlullâh -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-‘in ilk minbere çıkışında beklenmeyen mûcizevî bir hâdise oldu:

O Âlemlerin Efendisi’nin daha evvel hutbe okurken kendisine yaslandığı hurma direği; duyan, düşünen, hicran ve hasret içinde kavrulan bir insan gibi feryâd u figân ile âh edip inlemeye başladı.

Bu, derin ve yanık bir ney sadâsı gibi öyle içten bir seslenişti ki, o sohbet meclisinde bulunan, genç ve yaşlı, bütün mü’minler bu feryâdı duydular. Feryâd bir sadâ olmaktan da çıkarak, âdetâ bir muzdarip lisân hâline geldi.

Bütün ashâb, kuru bir hurma ağacının bu kadar yanık bir sesle içindeki hasret ve ızdırâbını ifâde etmesi karşısında hayret ve dehşet içinde kaldı.

Hazret-i Mevlânâ -kuddise sirruh-, beyitlerinde bu hâdiseyi şöyle hulâsa eder:

Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, minberden indi ve mübârek elleriyle hurma kütüğünü okşayarak:

“-Ey hurma kütüğü! Ne istiyorsun? Bu feryâdın niye? Nedir bu hâlin?”diye derin bir anlayışla sordu.

Hurma kütüğü, kendi hâl lisânı ile konuşmaya başladı. Sıcak göz yaşları içinde dedi ki:

“-Yâ Rasûlallâh! Senin hicrânın beni yaktıkça yaktı. İçime târifsiz bir gam, keder ve hasret doldurdu. Daha evvel hutbe vakitlerinde senin dayandığın o tâlihli ve mes’ûd direk bendim. Şimdi ise beni terkettin; bir minbere yükseldin. Şimdi senin mesnedin o minberdir. Fakat ey Allâh’ın Rasûlü! Lutfen ve merhameten bana hak ver, dünyâda hangi varlık senin bu hicrânına tahammül edebilir?

Rasûlullâh -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, hurmanın bu derûnî muhabbet feryâdı karşısında onu tesellî sadedinde dedi ki:

“-Ey hurma kütüğü! Mâdem ki feryâdın böyle bir ayrılık acısındandır, dile benden, ne dilersen!..

İster misin, Allâh’a yalvarayım da; seni doğunun batının bütün insanlarına meyve yetiştiren yemyeşil, dipdiri bir ağaç yapsın? Yâhut seni bir cennet fidanı, cennette bir servi fidanı yapsın ki, sonsuzluğa kadar en güzel, en tâze vücûdlar gibi genç ve dilber kalasın!..”

Bu iltifâta mazhar olan hurma kütüğü, Rasûlullâh -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-‘den, yakıcı ve kavurucu aşkının bir tezâhürü olarak şu talebde bulundu:

“-Yâ Rasûlallâh! İkisini de istemem. Tek arzum, sende fânî olmak, bunun için de beni gömüp yok etmen, beni bu fâni vücûdumdan kurtarmandır. Çünkü bir ağaç ne kadar taze ve güzel olursa olsun gıdâsını güneşten ve sudan alır. Halbuki benim hayâtım, senin nûrâniyetinin nûruyla beslendi. Sana destek olmanın, senin hararetinle ısınmanın, sende yanıp kavrulmanın lezzetini tattı. Ben artık bu hoş ve tatlı hazdan ayrılamam. Dâimâ bâkî olanı isterim. Beni öylesine göm ve yok et ki, sende senin biricik nûrun içinde dirilip ebedî olayım.”

“(Allâh Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-), o hurma kütüğünü toprağa gömdürdü. Tâ ki kıyâmet gününde insan gibi dirilsin!”

Hazret-i Mevlânâ, Mesnevî’sinde nasîhatlerine şöyle devâm eder:

“Şunu bilesin ki, Cenâb-ı Hakk’ın kendine lutufta bulunduğu kul, cihânın gel-geç sevdâlarını umursamayıp yüzünü asıl maksûd olan Hakk’a döndürür.”

“Ey gâfil! Mûsâ’nın ve Ahmed’in mûcizelerine nazar et! Asâ, nasıl ejderhâ oldu ve hurma kütüğü, nasıl irfân sâhibi oldu ve inledi.”

“Muhabbetin hakîkatini bir ağaçtan duy ve ondan ibret al! Kendini vücûd ve dünya heveslerine mahkûm etme! Gerçek seâdetin ve mevkilerin en yücesinin, vücûdlar ötesinde ve onların son bulduğu yerde olduğunu bil! Bil ki gerçek seâdet, fânî vücûdun desîselerinden kurtulup ilâhî vuslata tâlib olmaktır.”

O hurma ağacı, Allâh Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-‘e kendisini toprağa gömdürttü ki fâni vücûdundan kurtulsun.

İbretdir ki, bir hurma ağacı, Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-‘in iltifatına mazhar olabiliyor. O’nun gönlünde mekân tutuyor. Bu geçici dünyâya aldanmayıp kâmil insan gibi olgunlaşıyor.

Bundan ibret alınmaz mı ki insan sûretinde yaratılmış, kendisine insanlık şeref ve haysiyeti verilmiş nice kimseler, insanlık cevher ve hakîkatini anlamadıkları için taşlardan daha duygusuz, ağaçlardan daha nasîbsiz kalıyor.

Şurası âşikârdır ki, Allâh’ın kendi huzûruna dâvet ettiği her kul, bu dünyâyı izzet ve şerefle geçilmesi gereken bir geçit bilir. Dünyânın aldatıcı lezzetlerine, haysiyet kırıcı ihtiraslarına kapılmaz. İlâhî muhabbet, hedefine rehber ve meş’ale olur.

Ancak ilâhî sırlara gönül gözleri ve gönül kulakları tıkalı olan kişiler, bir ağacın ve emsâli nebâtât ve cemâdâtın nasıl dile gelip gaybî hakîkatler söyleyebileceğine inanamaz; buna akıl erdiremezler.

Kâinâttaki ilâhî, ince nizâm ve ilâhî program, «Ol!» emri ve talimatının neticesidir.

Eğer cansızlar, Allâh’ın «Ol!» emrini duymamış, bunu idrâk etmemiş olsalardı, o zaman bu ilâhî ihtarların mânâsı anlaşılmazdı. Fakat mâdem ki canlı, cansız bütün varlıklara «Ol!» emri verildi; bu demektir ki, ilâhî emirleri yalnız insanlar değil, cansızlar da duyarlar.

Bir et parçasından ibaret olan dilimiz, ifâdelerimizi kelâm hâline getirmiyor mu? Yediklerimiz ve içtiklerimizin lezzetini bize haber vermiyor mu? Bütün kâinatta ne varsa, duyan, hisseden hâl lisânı ile konuşur. Duymayan, hissetmeyen, ancak gâfil, gönül mahrûmlarıdır.

İblîs, gâfillerin gönlüne zan dolu buzdan bir şüphe koyar. Bu şüphe de, onların bütün vicdanlarını ve iz’ânlarını dondurur. Gözleri, şekilleri zâhiren görürse de, mânâlara ve derinliklere karşı perdeli olur. Böylelikle içlerindeki iblîs ve nefs-i emmâre, bunları mukadder bir uçurumda âdetâ intihar ettirir.

Gâfillerin, mânevî dünyâlara karşı duyarsız ve kopuk olmaları, onların, rûhları ile kâinât ve Allâh arasındaki bağlarını keser ve vahîm bir idrâksizliğe sürükler.

Dolayısıyla yalnız kuru bir akılla yola çıkanların idrâkleri, kıtlaşır. Lâkin kâinâttaki hâdiselerin sırf dış görünüşlerini değil de, rûhâniyet ve iç âlemlerini görebilme sırrına ermiş olan irfân ehli, hiçbir şekilde aklın çıkmazlarına takılmaz. Bu Hakk dostlarının, görüş, biliş, seziş ve sebatları, dağları ve taşları bile kendilerine hayrân bırakır.

Gönül gözleri görmeyenler, yalnız akıl yolunu körün değneği gibi kullanmak zorunda kalırlar. Bu değnek, onların taşlara çarpıp yuvarlanmalarını önlerse de, bu gidiş, elbette önünü gören insanın yürüyüşündeki emniyet gibi olamaz.

Gerçek körler, cesede âid gözleri âmâ olanlar değil, gönül gözleri kapalı olanlardır. Yoksa cesed gözü kapalı, fakat kalb gözü açık öyle has kullar vardır ki, onlara öteler ötesi ayândır.

Zâten Rabbimizin en yüce hikmeti şudur ki, kendisini ve hikmetlerini gönül gözü ile görenlere gösterir.

Cansızların neler söylediğini, ağaç dallarından yükselen tesbîh seslerini gönülsüz kuru bir akılla anlamak, beyhûde davranıştır.

Hazret-i Mevlânâ’nın ifâdesi ile cemâdât hâl lisânı ile der ki:

“Ey gâfil insan! Biz cansız varlıklar olduğumuz halde ilâhî kudret bize hareket ve mârifet vermiştir. Bize diğer bütün canlıların yapamayacağı hünerleri yaptırmıştır. Senin ağzın ve dilin de cansız bir cisimken Allâh ona kelâmların her türlüsünü söyletmiyor mu? Öyleyse insan idrâk etmez mi ki, Hudâ istediği zaman neden hurma ağacına bir hasret, bir hicrân ve bir sevdâ kasîdesi söyletmesin?..”

Şeytan, Âdem -aleyhisselâm-‘a baktığı zaman, karşısında topraktan yaratılmış bir insan göreceği yerde, insan silüetinde bir toprak yığını gördü. Bu sebeple ona secde etmedi. Âdem’deki aslî cevheri göremedi. Onun topraktan olan cesed yapısına aldandı da Rabbine isyan etti. Neticede huzûr-i ilâhîden kovuldu. Ebû Cehil ve emsâlleri de, insanı toprak yığını zanneden iblîs gibi Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-‘deki sonsuz ilâhî tecellîleri göremediler.

Aşağıdaki hâdise, cemâdâtın uyanıklığı ile Ebû Cehil ve emsâllerinin gafletini îzâh sadedinde çok mühimdir:

Ebû Cehil, birgün Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-‘i aklınca imtihân etmek istedi. Ellerine taşlar alarak Rasûlullâh -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-‘in yanına geldi ve:

“-Bil bakalım, avucumda ne var? Gerçekten peygambersen ve sâhiden göklerin ardındaki sırlardan haberdâr isen, bu kadar yakınındaki şeyleri de hemen bilmen lâzım!..” dedi.

Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-:

“-Avucunun içindekileri ben mi söyleyeyim, yoksa onlar mı benim hak peygamber olduğuma şehâdet ederek konuşsunlar?. Kudretullâh için senin avucundakileri dile getirmek çok basittir. Rabbim dilerse, bütün cansızlar canlanıp insan gibi konuşurlar. Esasen onlar, Allâh’ın kudret ve azameti hakkında gönül sahiplerine nice sırlar ifşâ ederler. Fakat elbette sen ve senin gibi gâfiller, onların dilinden ve hâlinden anlayamaz!..” dedi.

Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, böyle söylerken, taşlar, bir bir dile geldiler. Kelime-i şehâdet getirdiler.

Ebû Cehil, bu hâlden korktu, ürktü. Taşlar, elinden düştü. Nasipsiz bedbaht, îmân edip kurtuluşu seçeceği yerde:

“-Yalan, yalan!” diye haykırdı.

Sonra da:

“-Yeryüzünde seninle başa çıkabilecek bir sihirbaz olamaz!” dedi.

Bu küfür tezâhürleri ile, kendisine kıyâmete kadar buğz edilecek kâfirlerin en mel’ûnu oldu. İlâhî rahmetten ebedî olarak uzaklaştırıldı.

Ebû Cehil, hem kör, hem sağır… O, Hazret-i Âdem’i toprak yığını gören şeytan gibi ilâhî tecellîlere, nûr-i Muhammedî’ye âmâ oldu. Gözleri gaflet, hiddet ve küfür perdesiyle kapalı olduğu için Âlemlerin Efendisi’ni kendisi gibi sadece etten ve kemikten bir kalıp zannetti.

Böylelerinin kıyâmete kadar mevcûdiyeti de bu âleme hâkim âdetullâh îcâbıdır.

Bir defasında Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz, beraberinde Hazret-i Ebû Bekir, Hazret-i Ömer ve Hazret-i Alî -radıyallâhu anhüm- olduğu halde Uhud’a çıkmışlar idi. Uhud, üzerindeki bu mânevî şahıslardan dehşete gelerek sallandı. Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- de:

“Sâkin ol ey Uhud! Üzerinde bir nebî, bir sıddîk ve iki şehîd var!” buyurdu.

Bu ifâdeden hemen sonra koca dağ, sükûnete bürünerek sâkinleşti.

Yalnızca cemâdât değil, hayvânât ve diğer varlıklar da Allâh Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-‘i tanır, muhabbet duyar ve itâat ederlerdi. Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-‘in bizi gafletten uyandırıcı şu hadîs-i şerîfi, ne kadar düşündürücüdür. Buyururlar ki:

“-Cinlerin ve insanların isyankâr olanları dışında, yer ve gökte bulunan bütün varlıklar, benim, Allâh’ın Rasûlü olduğumu bilirler.” (Ahmed bin Hanbel, Müsned)

Bütün bu anlattıklarımız gösteriyor ki, cemâdât ve nebâtâtta da tezâhür eden hârikulâdelikler, yukarıda zikri geçen hurma kütüğüne münhasır değildir.

Yâ Rabbî! O senin Habîbinin muhabbetinden ağlayan hurma kütüğünün hâlinden bizlere de bir muhabbet hissesi nasîb eyle!

Âmîn!..

İslam ve İhsan

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır.Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.

İsa dedenin 91 yıl önce ektiği cennet hurması tohumu köyün gelir kapısı oldu

Ailesiyle 12 yaşındayken Bulgaristan'dan Türkiye'ye göç eden İsa Dönerkaya, Trabzon'da askerlik yaptığı dönemde tanıştığı bir arkadaşından Karadeniz Bölgesi'ne has olarak bilinen hurmanın tohumunu aldı.

Tezkeresinin ardından cebine koyduğu tohumla Bilecik'in merkeze bağlı Başköy köyüne gelen Dönerkaya, burada tohumu tarlaya ekti. Bu ekimle başlayan ve 1930'dan bu yana devam eden süreçte dededen toruna aktarılan hurma üretimi, bugün çevre illere de pazarlanan bir mahsule dönüştü.

Bilecik-Bozüyük kara yolunun kenarındaki yemyeşil ormanların içinde yaklaşık 180 kişinin yaşadığı köyün halkı, hurmadan kazandıklarıyla geçiniyor.

1985'te vefat eden ve mezarı Eskişehir'de bulunan İsa Dönerkaya'nın anısı ise köyde faaliyet gösteren Baştacı Kadınlar Derneğince tel örgüyle çevrilip fotoğrafı asılan bahçede yaşatılıyor.

Meyvenin kurutulmuşunu da satıyorlar

Dernek başkanı Fatma Duman, AA muhabirine, hurma üretiminin daha da artırılması amacıyla İçişleri Bakanlığına bazı proje teklifleri sunduklarını söyledi.

Hurma üretimine ilişkin bilgi veren Duman, "Köyümüzde yaklaşık 350-400 ton hurma üretiliyor. Bunun pazarı açısından biz hurmamıza sahip çıkalım istedik ve hurmalarımızı kurutmaya başladık. Hem yaşını hem de kurusunu sipariş üzerine Türkiye'nin dört bir yanına gönderiyoruz." diye konuştu.

Duman, köyde yetişen hurmaları ekim ve kasım aylarında topladıklarını dile getirdi.

Hikayeyi dedesinden ve annesinden duyduğunu belirten derneğin başkan yardımcısı Selcan Kapukaya da yaptıkları bahçe ile Dönerkaya'nın adını yaşatmak istediklerini söyledi.

Gelecek nesillere Başköy'deki cennet hurması üretimini miras bırakmayı amaçladıklarını anlatan Kapukaya, "Bu hurma anneannelerimizden annelerimize, annelerimizden bizlere aktarıldı. Bu hurmanın geliş hikayesi de kaybolmasın istiyoruz." dedi.

Anadolu Ajansı web sitesinde, AA Haber Akış Sistemi (HAS) üzerinden abonelere sunulan haberler, özetlenerek yayımlanmaktadır. Abonelik için lütfen iletişime geçiniz.

nest...

oksabron ne için kullanılır patates yardımı başvurusu adana yüzme ihtisas spor kulübü izmit doğantepe satılık arsa bir örümceğin kaç bacağı vardır