hasan basri tabiin / Hasan Basri (rh) - Takva Dergisi Resmi Sitesi

Hasan Basri Tabiin

hasan basri tabiin

HASAN-ı BASRÎ NEDİR?

21 (642) yılında Medine’de doğdu. Babası Yesâr’ın (müslüman olmadan önceki adı Feyrûz), Irak’ın fethi sırasında Basra yakınlarındaki Meysân kasabasından Medine’ye getirilen esirlerden olduğu söylenir. Oğlunun şöhreti dolayısıyla daha çok Ebü’l-Hasan adıyla tanınan Yesâr, kaynaklarda Zeyd b. Sâbit’in veya Enes b. Mâlik’in halasının âzatlısı olarak gösterilir ve efendisine nisbetle kendisine Ensârî nisbesi verilir (İbn Sa‘d, VII, 156). Hasan-ı Basrî’nin annesi Hayre, Resûl-i Ekrem’in eşi Ümmü Seleme’nin âzatlısı ve hizmetkârıdır. Bundan dolayı Hasan’la daha çok Ümmü Seleme ilgilenmiş, bilgili ve hakîm bir kişi olarak yetişmesinde bu ortamın büyük rolü olmuştur (İbn Hallikân, II, 69; Ahmed Halîl Cum‘a, I, 161-167). Kendisinden küçük olan iki kardeşinden Saîd hadisçi, Ammâr ise Allah korkusundan dolayı çok ağlamakla tanınan bir zâhid idi.

Hz. Ömer başta olmak üzere birçok sahâbînin duasını alan Hasan-ı Basrî on iki yaşında Kur’an’ı ezberledi. Yetmişi Bedir gazisi olmak üzere 120 kadar sahâbî ile görüşme imkânı buldu. Daha sonra Vâdilkurâ’ya giderek burada kendini ilme verdi. İstifade ettiği sahâbîler arasında Enes b. Mâlik ilk sırada yer alır. Hz. Ali’nin halife olmasının ardından ailesiyle birlikte Basra’ya gitti ve ömrünü burada geçirdi. Arap olmayan bir kadınla evliliğinden bir kızı ile Saîd ve Abdullah adlarında iki oğlu oldu.

Hasan-ı Basrî, Basra Valisi Süleyman b. Harb’in verdiği kadılık görevini bir süre ücret almadan yaptıktan sonra istifa ederek ilim ve vaazla meşgul olmaya başladı. Yetiştirdiği öğrenciler arasında Eyyûb es-Sahtiyânî, Katâde b. Diâme, Amr b. Ubeyd, Vâsıl b. Atâ, Abdullah b. Avn, Mâlik b. Dînâr ve Mübârek b. Fedâle bulunmaktadır. Muâviye zamanında Rebî‘ b. Ziyâd’ın kumanda ettiği bir sefere katılarak Rebî‘e kâtiplik yaptı. Mühelleb b. Ebû Sufre kumandasında Kâbil üzerine gönderilen bir orduya da katıldı (İbn Sa‘d, VII, 175). Bu iki sefer dışında hayatını Basra’da vaaz ve ibadetle geçiren Hasan-ı Basrî Receb 110 (Ekim 728) tarihinde burada vefat etti.

İyi bir hatip ve etkili bir vâiz olan Hasan-ı Basrî fesahat ve belâgatın doruk noktasına ulaşmıştır (Câhiz, I, 211). Özlü ve akıcı üslûbu, derin bir tefekkürün, mânevî bir tecrübenin ürünü olan hakîmâne sözleri özellikle zâhidler, sûfîler ve vâizler üzerinde her zaman etkili olmuştur. Onun sözleri tesir bakımından peygamberlerin sözlerine benzetilmiştir (Ebû Nuaym, II, 147). Kaynakların verdiği bilgiye göre Hasan-ı Basrî dünyaya ve dünya malına değer vermez, elinde bulunan şeyi ihtiyaç sahiplerine dağıtırdı. Zamanını eviyle mescid arasında geçirir, mescidde ve evinde dinî sohbetler yaparak halkı İslâm’ın ibadet ve ahlâk prensiplerini samimiyetle benimseyip tam bir ihlâsla yaşamaya davet ederdi. Devamlı Kur’an okurdu. Ashabın hayatına derin bir özlem duyan Hasan-ı Basrî bu özlemini şu sözlerle ifade etmiştir: “Yetmiş Bedir gazisine yetiştim... Siz onları görseydiniz deli sanırdınız; onlar da sizin iyilerinizi görselerdi artık ahlâkın kalmadığına hükmeder, kötülerinizi görselerdi bunların hesap gününe bile inanmadıklarını söylerlerdi” (a.g.e., II, 134).

Hz. Osman’ın şehid edilmesi, Cemel ve Sıffîn savaşları, Kerbelâ Vak‘ası gibi birçok fitneye şahit olan Hasan-ı Basrî bu konulardaki düşüncelerini cesaretle ortaya koymuş, bu tutumuyla da halkın takdirini kazanmıştır. İlke olarak devlete ve siyasî otoriteye baş kaldırılmasına karşı olduğundan birtakım telkinlere, hatta zorlamalara rağmen isyanlara katılmamış, ancak zâlim ve zorba devlet adamlarını hiç çekinmeden tenkit ederek baskı altındaki halkın hislerine tercüman olmuştur. Emevî halifelerini ve onların valilerini âdil olmaya davet etmiş, Muâviye’nin istişareyi bir yana bırakıp kılıç kuvvetiyle iktidara gelmesini, siyasî sebeplerle Ziyâd b. Ebîh’i kendi nesebine katmasını, Hucr b. Adî’yi haksız olarak öldürtmesini ve lâyık olmadığı halde oğlu Yezîd’i veliaht yapmasını büyük hata olarak görmüş, bu yanlışlardan birinin bile kişinin mahvolmasına yeteceğini söylemiştir (İbnü’l-Murtazâ, s. 23). Emevîler’in, baskı ve şiddete dayalı yönetimiyle tanınan Irak Valisi Haccâc’ı ağır bir dille kınamış, onun Saîd b. Cübeyr’i katletmesini büyük bir felâket olarak görmüş, ancak kargaşaya sebebiyet vereceği endişesiyle Haccâc’a isyan edilmesini de doğru bulmamıştır. Öte yandan Haccâc öldüğü zaman, “Allahım! Onu ortadan kaldırdığın gibi kurduğu yönetimi de kaldır” diye dua etmiş ve onun ölümünden dolayı Allah’a şükretmiştir (İbn Sa‘d, VII, 169). Ayrıca Emevî Halifesi Ömer b. Abdülazîz’e zaman zaman mektup yazarak tavsiyelerde bulunmuştur (Câhiz, II, 28). Siyasî olaylarda taraf tutmaması, fitneye ve isyana karşı olması, halkı dünyadan uzaklaştırıp âhirete önem vermeye davet etmesi Emevîler’in işine gelmiş ve bu sebeple onun eleştiri ve kınamalarına katlanmışlardır.

Pek çok sahâbîden hadis rivayet eden Hasan-ı Basrî tâbiînin en faziletlilerinden biri olarak kabul edilir. “Basra halkının şeyhi, Basralılar’ın imamı” gibi unvanları yanında Zehebî onun için “şeyhü’l-İslâm” tabirini kullanır. Mutasavvıflar ise kendisinden “takvâ sahiplerinin öncüsü, Hakk’ın gerçek velîsi, fütüvvet ehlinin önderi” şeklinde söz ederler (Attâr, s. 69). Bütün kaynaklar, Hasan-ı Basrî’nin Allah’tan ve O’nun gazabından korkmayı din anlayışına esas aldığını, bundan dolayı devamlı hüzünlü ve gözü yaşlı olduğunu bildirir. Dinî hayatta Allah sevgisini temel kabul eden tasavvufî anlayışa karşılık Hasan-ı Basrî Allah korkusunu esas alan Basra zühd okulunun temsilcisi ve önderi sayılmıştır. “Sürekli olarak korkudan bahsediyorsun” diyen birine şöyle demiştir: “Umulana nâil oluncaya kadar korkutan kimse, korkulan şey başına gelene kadar ümit veren kimseden daha iyidir” (Ebû Nuaym, II, 132).

Hasan-ı Basrî, hem yaşayışında hem tavsiyelerinde ılımlı bir zühd anlayışı ortaya koymuştur. Zühdü, ahlâk kurallarına uyulmasını kolaylaştıran ve dinî görevlerin yerine getirilmesini sağlayan bir unsur olarak görür. “Âhiret karşılığında dünyanızı satarsanız dünyada ve âhirette kazançlı çıkarsınız, aksini yaparsanız iki cihanda da zarar edersiniz”; “Her ümmetin bir putu vardır, bu ümmetin putu da altın ve gümüştür” diyerek dünya tutkusunun, maddeciliğin ve çıkarcılığın tehlikesine dikkat çekmiş, kendisinden öğüt isteyen kişiye aşırılıktan kaçınarak orta yolda yürümesini tavsiye etmiştir. Ölümden korkan birine, “Arkanda servet bıraktığın için ölümden korkuyorsun, serveti önden gönderseydin korkmazdın” demiştir. Ayrıca her geçen günün insanın bir parçasını alıp götürdüğüne dikkat çekmiş, dolayısıyla içinde bulunulan zamanın iyi değerlendirilmesine önem vermiştir.

Kur’an’a getirdiği serbest yorumları, hakîmâne sözleri, dünya ve âhirete bakış tarzıyla zâhid ve sûfîlere örnek olan Hasan-ı Basrî, tasavvufî hayatın vücut bulmasını sağlayan ve ona mânevî zemini hazırlayan takvâ sahibi tâbiîlerden kabul edilir. Bu bakımdan sûfî tabakat kitaplarında ona geniş yer verilmiş, fikirleri ve menkıbeleri üzerinde önemle durulmuştur. İlk büyük sûfîlerden biri olduğu (Kelâbâzî, s. 59), sûfîlerin imamı sayıldığı, daima örnek alındığı (Ebû Tâlib el-Mekkî, I, 31, 305), ilim ve tasavvuftaki büyüklüğü (Hücvîrî, s. 179; Attâr, s. 69-85) kaynaklarda vurgulanmıştır.

Hasan-ı Basrî tarikat silsilelerinde önemli bir yer tutar. Bir silsileye göre kendisi Huzeyfe b. Yemân vasıtasıyla Hz. Peygamber’den feyiz almış, bu feyiz Hâris el-Muhâsibî ile devam etmiştir. Bu silsile daha çok Kuzey Afrika’da yaygındır. İkinci silsile Hz. Ali, Hasan-ı Basrî, Habîb el-Acemî, Dâvûd et-Tâî ve Ma‘rûf-i Kerhî; üçüncüsü de Enes b. Mâlik, Hasan-ı Basrî, Ferkad Sencî, Ma‘rûf-i Kerhî şeklinde devam eder. Ayrıca Hasan-ı Basrî’nin Hz. Ali’den veya Kümeyl b. Ziyâd’dan hırka giydiğine inanılır. Fütüvvet ehli, cesaret ve cömertliği sebebiyle Hasan-ı Basrî’yi “seyyidü’l-fityân” olarak kabul etmiştir.

Eserleri. 1. Risâle ilâ ʿAbdilmelik b. Mervân fi’l-ḳader. En meşhur risâlesidir. Şehristânî, muhtevasından dolayı risâlenin Hasan-ı Basrî’ye aidiyetinden şüphe eder ve onun Vâsıl b. Atâ’ya ait olabileceğini düşünürse de (el-Milel, I, 47) bu, tarih bakımından mümkün değildir (aş.bk.). İsnadının bulunmaması ve icâzet kaydının yer almaması sebebiyle de eseri şüpheli görenler olmuştur (M. Mustafa el-A‘zamî, s. 156). Risâlede, insanın irade ve sorumluluğunu tamamen kaldıran kader anlayışı tenkit edilmektedir. Bu görüşünden dolayı Hasan-ı Basrî’nin Mu‘tezilî olduğu iddia edilmişse de (İbnü’l-Murtazâ, s. 18-24) eserin Ehl-i sünnet’te bulunmayan katı cebir anlayışına karşı yazıldığını söylemek daha doğru olur. Risâle, Mu‘tezilî âlim Kādî Abdülcebbâr’ın Fażlü’l-iʿtizâl adlı eseri içinde iktibas edilmiştir (nşr. Fuâd Seyyid, Tunus 1393/1974, s. 215-223). Önce H. Ritter (Isl., XXI [1933], s. 67-83), ardından “Risâle fi’l-ḳader” adıyla Muhammed İmâre (Resâʾilü’l-ʿadl ve’t-tevḥîd içinde, Kahire 1971, s. 81-93) ve Mâcid Fahrî (el-Fikrü’l-aḫlâḳī el-ʿArabî içinde Beyrut 1978, I, 17-28) tarafından yayımlanan risâleyi Lütfi Doğan ve Yaşar Kutluay Türkçe’ye çevirmişlerdir (AÜİFD, III/3-4 [1954], s. 75-84).

2. Risâle fî fażli Mekke. Şehirlerin faziletine dair yazılmış ilk eserlerden olup Köprülü (Risâle fî fażli’l-mücâvere bi’l-Beyti’l-ʿatîḳ adıyla nr. 1603/1) ve Süleymaniye (Ayasofya, nr. 1849; Esad Efendi, nr. 3634/18) kütüphanelerinde nüshaları bulunmaktadır. Eserin Kahire baskısı yanında (1320) Sâmî Mekkî el-Ânî tarafından Feżâʾilü Mekke ve’s-sekeni bihâ (fîhâ) adıyla gerçekleştirilmiş bir neşri daha vardır (Küveyt 1980).

3. et-Tefsîr. Bu eserin Amr b. Ubeyd tarafından rivayet edildiği ve daha sonraki kaynaklarda kendisinden iktibaslarda bulunulduğu zikredilmektedir (Massignon, s. 177; Brockelmann, GAL, I, 66; Cerrahoğlu, s. 157, 159). Günümüz araştırmacılarından Muhammed Abdürrahîm Muhammed, Hasan-ı Basrî’nin çeşitli kaynaklarda nakledilen tefsirle ilgili görüşlerini bir araya getirerek Tefsîrü’l-Ḥasan el-Baṣrî adıyla neşretmiştir (I-II, Kahire, ts.).

4. el-Ferâʾiż (Erbaʿa ve ḫamsûn ferâʾiż). Değişik adlarla çeşitli kütüphanelerde nüshaları bulunan eser halk arasında “Elli Dört Farz Risâlesi” olarak bilinir (Levent, s. 83-84).

5. Şürûṭü’l-imâme. Hasan-ı Basrî’ye nisbet edilen ve namazdaki imâmetin şartlarını konu olan bu risâlenin Süleymaniye Kütüphanesi’nde bir nüshası mevcuttur (Hacı Mahmud Efendi, nr. 1934/6).

6. el-İstiġfârâtü’l-münḳıẕe mine’n-nâr. Süleymaniye Kütüphanesi’nde nüshaları bulunan risâle (Uşşâkī, nr. 45/1; Kasidecizâde, nr. 721/2) İstiġfârât mensûbe li’l-İmâm el-Ḥasan el-Baṣrî adıyla yayımlanmıştır (Mekke 1402/1982).

7. ez-Zühd. Hasan-ı Basrî’nin ibadet, ihlâs, tevekkül, doğruluk, tevazu, kanaat gibi konulara dair sözlerinden derlenen eser, Muhammed Abdürrahîm Muhammed tarafından başına Hasan-ı Basrî’nin hayatı ve yaşadığı dönemle ilgili bir mukaddime eklenerek yayımlanmıştır (Kahire 1991).

Hasan-ı Basrî’nin devrin âlim ve yöneticilerine yazdığı bazı mektuplar, Ahmed Zekî Safvet’in Cemheretü resâʾili’l-ʿArab adlı eserinde neşredilmiştir (Beyrut, ts., II, 233-234, 324-334). Hasan-ı Basrî’ye bunlardan başka el-Ḳırâʾe, Nüzûlü’l-Ḳurʾân, Kitâbü’l-ʿAded fi’l-Ḳurʾân, Risâle fi’t-tekâlîf ve Kitâbü’l-İḫlâṣ (Hediyyetü’l-ʿârifîn, I, 265) gibi risâleler de nisbet edilmektedir (Ebû Nuaym, I, 134; Sezgin, I, 592-593).

Literatür. Çeşitli tabakat ve tarih kitaplarında, tasavvuf ve mezhepler tarihi kaynaklarında hayatı, eserleri ve görüşleriyle ilgili dağınık bilgiler bulunan Hasan-ı Basrî hakkında klasik dönem müelliflerinden Ebü’l-Ferec İbnü’l-Cevzî (ö. 597/1201) tarafından el-Ḥasan el-Baṣrî adı altında müstakil bir eser kaleme alınmıştır. Hasan es-Sendûbî’nin geniş bir mukaddimesiyle birlikte yayımlanan bu eseri (Kahire 1350/1931) Mustafa Kaya Velîler Serdarı Hasan Basrî adıyla Türkçe’ye çevirmiştir (İstanbul 1992). Hasan-ı Basrî, son dönem araştırmacılarının ilgisini daha çok çekmiş bulunmaktadır. İhsan Abbas’ın el-Ḥasan el-Baṣrî: Sîretühû, şaḫṣiyyetühû, teʿâlîmühû ve ârâʾüh (Kahire 1952), Muslih Seyyid Beyyûmî’nin el-Ḥasan el-Baṣrî min ʿamâliḳati’l-fikr ve’z-zühd ve’d-daʿve fi’l-İslâm (Kahire 1404/1984, 2. bs.), Osman Erkmen’in Büyük Velî Hasan-ı Basrî Hazretleri ve Hikmetli Sözleri (Ankara 1978), Mustafa Saîd el-Hın’ın el-Ḥasan b. Yesâr el-Baṣrî: el-Ḥakîmü’l-vâʿiẓ ez-zâhidü’l-ʿâlim (Dımaşk 1416/1995), Abdullah b. Muhammed Ahmed ez-Zehrânî’nin el-Ḥasan el-Baṣrî ve menhecühû fi’d-daʿve (yüksek lisans tezi, 1406, Câmiatü’l-İmâm Muhammed b. Suûd el-İslâmiyye, Riyad) adlı çalışmaları onunla ilgili belli başlı monografileri teşkil eder. Muhammed Abdürrahîm, onun Kur’an âyetleriyle ilgili yorumlarını çeşitli tefsirlerden derleyerek Tefsîrü’l-Ḥasan el-Baṣrî adıyla yayımlamıştır (I-II, Kahire, ts.). Ayrıca Ahmed İsmâil el-Basît el-Ḥasan el-Baṣrî müfessiren (Amman 1405/1985), Etem Levent Hasan-ı Basrî ve Tefsîr İlmindeki Yeri (doktora tezi, 1978, AÜ İlâhiyat Fakültesi), Ömer Yûsuf Kemâl el-Ḥasan el-Baṣrî ve tefsîruh (doktora tezi, 1404/1984, el-Câmiatü’l-İslâmiyye, Medine), Şîr Ali Şâh Merviyyâtü’l-Ḥasani’l-Baṣrî fî tefsîri’l-Ḳurʾân (yüksek lisans tezi, 1408, el-Câmiatü’l-İslâmiyye, Medine) ve Sâhib Ebû Cenâh eẓ-Ẓavâhirü’l-luġaviyye fî ḳırâʾati’l-Ḥasan el-Baṣrî (Basra 1985) adlı eserleriyle Hasan-ı Basrî’nin tefsir ve kıraat yönünü incelemişlerdir. Diğer taraftan Ömer Abdülazîz el-Cuğbeyr el-Ḥasan el-Baṣrî ve ḥadîs̱ühü’l-mürsel adlı kitabıyla (Amman 1407/1987) onun hadis ilmindeki, İbrâhim Ebû Sâlim de el-Ḥasan el-Baṣrî ve es̱eruhû fi’l-fıḳhi’l-İslâmî adlı çalışmasıyla (Kahire 1980) fıkıh ilmindeki yerini ortaya koymuş, Hasan-ı Basrî’nin fetvaları ve fıkhî hükümleri Muhammed Revvâs Kal‘acî tarafından bir araya getirilerek Mevsûʿatü fıḳhi’l-Ḥasan el-Baṣrî adı altında neşredilmiştir (I-II, Beyrut 1409/1989).

Hasan-ı Basrî’yi çeşitli yönleriyle ele alan pek çok ilmî makale arasında şunlar zikredilebilir: Hans Heinrich Schaeder, “Ḥasan al-Baṣrī. Studien zur Frühgeschichte des Islam” (Isl., XIV [1925], s. 1-75); Gotthelf Bergsträsser, “Die Koranlesung des Hasan von Basra” (St.I, II [1926], s. 11-57); Hellmut Ritter, “Studien zur Geschichte der islamischen Frömmigkeit: I. Ḥasan el-Baṣrī” (Isl., XXI [1933], s. 1-83); Julian J. Obermann, “Political Theology in Early Islam: Ḥasan al-Baṣrī’s Treatise on Qadar” (JAOS, LV/2 [1935], s. 138-162); R. Demonts, “Notes sur une parole d’Al-Ḥasan al-Baṣrī” (BIFAO, XXXVIII [1939], s. 205-216); Michael Schwarz, “The Letter of al-Hasan al-Basrī” (Oriens, XX [1967], s. 15-30); Robert Caspar, “Un mystique engagé dans le cité: Ḥasan al-Baṣrī (IBLA, XXX [1967], sy. 117, s. 35-65); Osman Karadeniz, “Hasan el-Basrî ve Kelâmî Görüşleri” (DÜİFD, II [1985], s. 135-156); Abdullah Aydınlı, “Hasan Basrî Hayatı ve Hadis İlmindeki Yeri” (EAÜİFD, sy. 8 [1988], s. 91-113); Semîr Şerîf Sittîtiyye, “Taḥlîlü’ẓ-ẓavâhiri’ş-şavtiyye fî ḳırâʾati’l-Ḥasan el-Baṣrî” (Mecelletü Külliyyeti’d-dirâsâti’l-İslâmiyye ve’l-ʿArabiyye, sy. 8 [Dubai 1415/1994], s. 179-208).

Düşüncesi. Hasan-ı Basrî tâbiîn neslinin önemli temsilcilerinden biridir. Bu dönemin mensupları, Hz. Peygamber’in tebliğinin ve hâtıralarının canlı bir şekilde yaşandığı ve anlatıldığı bir ortamda yetişmişlerdir. Fetihlerin hızlı bir şekilde gerçekleştiği bu devirde müslümanlarla müslüman olmayanların, özellikle Arapça konuşmayan hıristiyan ve Mecûsîler’in karşılaştığı çeşitli meseleler ortaya çıkmış, Arapça bilmeyen geniş halk kitleleri müslüman olsalar bile yeni dinlerini Araplar gibi doğrudan doğruya kavrama imkânına sahip olmadıkları için onlara İslâm’ın tanıtılması tâbiîn neslinin en önemli görevleri arasında yer almıştır. Diğer taraftan fetihlerle gelen zenginlik bazı ahlâkî problemler doğurduğu gibi (Ebû Nuaym, II, 155; İbnü’l-Cevzî, s. 19, 21, 22) yeni kültürlerle karşılaşmanın ortaya çıkardığı ciddi meseleler de Asr-ı saâdet’e göre daha farklı gayretleri zorunlu kılmaktaydı.

Hasan-ı Basrî, hem bu meseleleri bizzat yaşayarak kavrayan hem de bunlara çözümler bulmak için gayret sarfeden bir fikir ve aksiyon adamı olarak kendi dönemindeki insanlarla sahâbîler arasındaki farkın şuurundaydı. Sahâbîler, vahyin nüzûl sürecine ve Hz. Peygamber’in bu süreç içinde vahyi tebliğine şahit olmuşlar, tâbiînin dolaylı şekilde öğrendiği birçok hususu hayatın bir parçası olarak bizzat yaşamışlardır. Bir sahâbî gibi hayat sürmeye gayret eden Hasan-ı Basrî, Kur’an ve Sünnet’i kendi şartlarında hem bilfiil yaşamaya hem de sözleriyle dile getirmeye çalışmış, gerçek vâizin sadece sözleriyle değil davranışlarıyla da insanlara doğruyu anlatan kişi olduğunu söylemiştir (İbnü’l-Cevzî, s. 58). Onun sözlerinin büyük bir kısmı ya bir âyetin meâli (Ebû Nuaym, II, 156-158; İbnü’l-Cevzî, s. 27) veya tefsiridir yahut bir peygamber sözüne dayanmaktadır. Düşüncesinin mihveri, yaşadığı hayatla Kur’an ve Sünnet arasındaki alâkanın yeniden tesisi olmuştur.

Fetihlerle ortaya çıkan idarî düzenlemeler daha çok yöneticilerin kararları ile gerçekleşirken ahlâkî meselelerin hayatın içinde çözümlenmesi gerekiyordu. Kur’an ile hayat arasındaki alâkanın yeniden tesisi, Hasan-ı Basrî’nin hem kendi hayatında gerçekleştirmeye çalıştığı hem de insanlara Kur’an’ı tefsir ederken takip ettiği amaç olarak önemlidir. Nitekim Kur’an okumayı onunla amel edildiği zaman gerçekleşen bir fiil olarak görmüştür. Hasan-ı Basrî, insanın sorumluluğu ve siyasî gelişmeler karşısında nasıl bir tavır takınılması gerektiği hususundaki düşüncesini Kur’an’a dayanarak oluşturmuş, hadiselerin meydana getirdiği veriler farklı olsa da bu verilerin değerlendirildiği ölçüleri Kur’an’dan almıştır. Hasan-ı Basrî’nin bu gayreti, o dönemde ortaya çıkan meseleleri iyi kavrayıp bunların gerektirdiği çözüm şekilleri üzerinde durmasını da birlikte getirmiştir. Bu ise toplumun doğru yaşayış konusunda pratik örneğe ihtiyaç duyduğu bir dönemde örnek şahsiyetlerin varlığını gerektirmektedir. Hasan-ı Basrî, kendisini anlatan rivayetlerin hemen hepsinin vurguladığı gibi sözleri davranışlarına, davranışları sözlerine uyan bir âlim olarak zamanının meselelerine kendi hayatında uygulayarak olabilirliğini gösterdiği çözümler getirmiştir. Bundan dolayı da düşünce ile hayatın kaynaştığı çok özel bir âlim tipini teşkil eder.

Hasan-ı Basrî’nin yaşadığı dönemde ilimler henüz tamamıyla teşekkül etmediği için kendisini bir ilme mensup olarak göstermek mümkün değildir; sadece tâbiîn ulemâsının gayretleri neticesinde daha sonra ortaya çıkacak olan muhtelif ilimlerin konularına giren meseleler hakkındaki görüşlerinden söz edilebilir. Meselâ onun hadis rivayeti, ileride gelenek halini aldığı şekliyle Resûl-i Ekrem’in sözlerini aslına uygun olarak nakletme gayesi gütmez; fakat hadisleri lafız veya mâna olarak düşünüp benimsemiş (İbn Sa‘d, VII, 158-159), onları konuşmalarının bir parçası haline getirmiştir. Aynı şekilde Hasan-ı Basrî’nin, daha sonra kelâm ilminin önemli konularından birini teşkil eden kader meselesiyle teknik anlamda uğraştığı, Kur’an’ı tefsir etmek gibi bir gayretin içine girdiği, fıkhın usul ve fürûu ile ilgilendiği de söylenemez. Aynı şey tasavvuf için de geçerlidir. Bu alanlarla ilgili sözleri ve davranışları onun günlük hayatının bir parçasıdır; amacı, dar anlamıyla ilmî faaliyetlerde bulunmak değil insanların hayatlarında karşılaştıkları meseleleri Kitap ve Sünnet’e dayanarak halletmektir.

Kendini toplumun aynası gibi gören ve toplumu temsil ettiğini düşünen Hasan-ı Basrî, bir fert olarak kendi kendisiyle uğraşmış, insanlara da bu uğraşının sonuçlarını ifade etmiştir. İçinde yaşadığı toplum kendisini ilgilendirdiği kadar o da toplumla ilgilenmiştir. Bundan dolayı onun düşüncesi bir taraftan “ben” merkezli bir ahlâkî şuura, diğer taraftan “ben”in anlamını kazandığı içtimaî hayatın esasını ilgilendiren bir anlayışa (siyaset) yönelmiştir.

1. Ahlâk. Hasan-ı Basrî, kendi döneminin pek çok meselesi üzerinde zihin yormuş olup bunların başlıcaları dünya hayatının geçiciliği, insanların umursamazlığı, birbirleriyle ilişkilerini tayin eden temel faktörler, içtimaî tavır, bu tavır içinde idarecilerin yeri, idarecilerin sorumsuzluğu ve zulmü gibi hususlardır. Hayatta olup biten şeyleri kendisinin ötesindeki bir gerçekliğin alâmeti olarak gören Hasan-ı Basrî bu alâmetin anlamını tesbit etmeye çalışır. İnsanın görebilmesi için her şeyden önce olup bitene bakması gerekir. Yalnız bu bakış (nazar), olup biteni kendisinin ötesinde başka bir şeyin delili olarak gören, bunun farkına varan bir bakış olmalıdır ki görünenin arkasındaki şeyi farkedebilsin. Bunu tefekkür ve itibar (i‘tibar “ibret gözüyle bakma”) sağlar. Ancak olup bitenin delâlet ettiği gerçekliği görmek Hasan-ı Basrî’nin düşünceden beklediğini karşılamaz. Çünkü sadece görmek amacıyla bakmak kendi başına yeterli değildir. Düşündürücü olanı görenin, gördüğü ve öğrendiği şeyin kendisine yüklediği ödevleri sabırla ifa etmesi gerekir. Hasan-ı Basrî düşüncesinde takip ettiği yolu şu şekilde ifade etmiştir: “Allah nazar ve tefekkür eden, tefekkür ettiğine itibar eden, itibar ettiğini gören, gördüğüne sabreden kişiye rahmet etsin. Bazı toplumlar gördükten sonra sabretmedikleri için kalplerine korku girdi ve isteklerine ulaşamadıkları gibi ayrıldıklarına da dönemediler; böylece dünyada ve âhirette hüsrana uğradılar” (Câhiz, III, 133; İbnü’l-Cevzî, s. 59; farklı bir rivayet için bk. Ebû Nuaym, II, 145). Hasan-ı Basrî’ye göre bu yolun gereğini hakkıyla yerine getirecek olanlar âlimlerdir. Âlimlerin ayırıcı özelliği, meselâ ortaya çıkacak bir fitneyi gelmeden önce farketmeleridir. Bir âlim olayların seyrine göre bir fitnenin zuhur edeceğini görebilir. Fitne ortaya çıkıp neticelerini geride bıraktıktan sonra olup bitenin fitne olduğunu tesbit etmek cahillerin işidir (İbn Sa‘d, VII, 166). Fitnenin görünür bazı alâmetleri vardır. Bunların arasında önemli olan iki alâmet ise insanların Allah’a isyan etmeleri ve görevlerini yapmada gevşek davranmalarıdır (İbnü’l-Cevzî, s. 35).

Hasan-ı Basrî’nin düşüncesinin en önemli konusu insan ve onun bu dünyadaki hayatı, dolayısıyla insanın doğması, yaşaması ve ölümüdür. İnsanın doğması ve ölmesi önemli olsa da daha önemlisi bunların gerçekleşmesinin amacını teşkil eden, kişinin bu dünyada geçirmek zorunda olduğu hayatıdır. Hayat ise bir mühlettir; belirli bir süre devam eder ve biter (Ebû Nuaym, II, 148). Öte yandan kişinin hayatı onun fiillerinin toplamıdır. İnsanın yaşaması demek bazı davranışlarda bulunması demek olduğuna göre amel kişinin dünyadaki hayatının mahiyetini teşkil eder. Bundan dolayı Hasan-ı Basrî ahlâka insanı en çok ilgilendiren alan olarak bakmıştır. Fakat onun için ahlâk neyin iyi, neyin kötü olduğunun tartışıldığı nazarî bir alan olarak önemli değildir; asıl önemli olan, insanla onun içinde yaşadığı dünyanın ve hayatın anlamını sorgulayan ve bunun sonucunda kendisini davranışlarda ortaya koyan bir şuur hali olarak ahlâktır. Bu şuur hali, kişinin etrafında olup bitenlere bunları anlamak amacıyla bakmasını, baktığını görerek anlamını belirlemesini ve bunun gereğini bilfiil yerine getirmesini ifade eder (Câhiz, III, 133; İbnü’l-Cevzî, s. 59). Böyle bir halin esas dayanağı ise insan hayatının anlamsız değil bir çeşit denenme (ibtilâ) süresi olduğunun farkedilmesidir. Hasan-ı Basrî’nin düşüncesinde ibtilâ, dünyaya ve dünya hayatı içinde Allah’ın verdiği nimetlere bağlı olarak anlam kazanan bir kavramdır. Her nimet Allah’ın insandan beklediği bir netice ile alâkalıdır (Ebû Nuaym, II, 155-156; İbnü’l-Cevzî, s. 22, 27). İbtilâ insana verilenle gerçekleşir; her insan, kendisine verilenle kurduğu ilişkiye bağlı olarak imtihan şartlarını yaşar. Zenginler zenginlikle, fakirler fakirlikle, başka özellikleri olanlar da (sağlık, ilim, hastalık, kötü komşu vb.) bu özellikleriyle imtihan edilirler. Meselâ dünyada kendisine az mal verilen insanların imtihanı, verilenin azlığına bağlı olarak daha az çetin geçecek demektir ve aslında bu onun hayrınadır (a.g.e., s. 31, 38, 42). Hasan-ı Basrî’nin ibtilâ ile bağlantılı olarak ifade ettiği sorumluluk insanın kendisine verilene hâkim olması, onun hükmü altına girmemesi şeklinde özetlenebilir. Bunun en önemli işareti ise Allah’ın verdiği nimeti Allah’a mâsıyet için değil itaat için kullanmaktır. Zenginlik ve mal mülk, insan ona sahip olduğu sürece müsbet bir mâna ifade eder; onlara teslim olduğu andan itibaren imtihanın kaybedilmesi ve insanın hüsrana uğraması kaçınılmazdır. “Dirhem ve dinar, onlardan ayrılmadıkça sana faydası olmayan iki kötü arkadaştır” (Ebû Nuaym, II, 155). Bundan dolayı mal mülk, biriktirmek için değil infak için bir anlam taşır ve bunların insana veriliş amacı infak şeklinde gerçekleşmesi beklenen bir imtihana mâtuftur. Akıllı mümin, Allah’ın kendisine ihsanını arttırdığı ölçüde havfı da artan kişidir. Çünkü kendine verilen mal ibtilâ şartlarını daha da ağırlaştırmaktadır (İbn Sa‘d, VII, 171; İbnü’l-Cevzî, s. 25).

Bilgi konusunu daha çok şahsî ve ahlâkî bakımdan dikkate alan Hasan-ı Basrî’ye göre bilginin esasını insanın yönelişi (teveccüh) teşkil eder (Ebû Nuaym, II, 142). Bu yönelişte en güvenilir dayanak dünyanın geçiciliğinin farkında olmaktır. Hasan-ı Basrî için dünya insanın içinde bulunduğu bir ilişkiler ağıdır. Bu ilişkiler ağında, sonu kaçınılmaz olarak ölüm olan insanla ona verilen nimetler ve bu nimetlerin getirdiği ibtilâ bulunmaktadır. İnsanın dünya hayatı ne kadar uzun olursa olsun sayılı anlardan ve günlerden ibaret olduğu için her an bir defalıktır ve bu an bir daha geri gelmeyecektir. Kişinin yaşadığı her gün ona âdeta şöyle seslenir: “Ey âdemoğlu! Ben yeni günüm, bende yaptıklarına şâhitlik ederim; senden ayrıldığımda da geri gelmem. Ne yapacaksan şimdi yap, çünkü ileride onu bulacaksın; dilediğini de ertele, fakat bil ki bu fırsat bir daha eline geçmeyecektir” (İbnü’l-Cevzî, s. 62). Şu halde kalıcılığı olmayan zaman imkânını gerçek haline getiren davranışlardır. Her an o ana denk düşen davranış için vardır; anın gerektirdiği davranış gerçekleştirilmemişse vakit ziyan edilmiş demektir. Daha sonra gelecek olan anlar ise kendileriyle ilgili başka davranışları gerektirecektir. Bu durum insan hayatının bütünü için geçerli olduğundan hayat da genelde bir yönelişten ve bu yönelişin ayrıntıları olan davranışlardan ibarettir. Şu halde an gibi hayatın bütünü de ona denk düşen davranışlar için bir imkândır; yine an gibi hayatın telâfisi de mümkün değildir (Ebû Nuaym, II, 138-139). Dünyanın geçiciliği kendinde bir geçiciliktir. Allah insanın yaptığı her şeyi bütün ayrıntıları ile bildiği için anlar, gerçekleştirilmiş fiiller olarak Allah’ın ilminde bulunmaya devam eder. İnsan açısından bu, söz konusu bilginin âhiretteki şartlar içinde onun karşısına çıkacağı anlamına gelir. Bütün bunlar kesin olmakla birlikte daha sonrası, yani Allah’ın yapılan iyi davranışları kabul edip etmediğine dair kesin bir bilgi edinmek dünya hayatında mümkün değildir. Bu sebeple insanın daima korku ve kaygı içinde bulunması gerekir; bunun farkına varan bir mümine ise hüzün yaraşır. Hüzün kavramı, Hasan-ı Basrî’nin öncülüğünü yaptığı Basra zühd okulunun karakterini ifade eden terimlerden biri olmuştur. İnsanın Allah ile olan en temel ilişkisi ubûdiyettir. Ancak insan, yaptıklarının kabul edilip edilmediğini bilmediği için bir korku (havf) duyar; diğer taraftan bu bilgisizlik, amellerin mutlak olarak kabul edilmediğini göstermediğinden bir ümit de (recâ) mevcuttur. Bundan dolayı insanın havf ile recâ arasında bir hayat sürmesi gerekir (Ebû Nuaym, II, 156). Hasan-ı Basrî özellikle havf haline önem vermesiyle tanınmış, onun dinleyicileri korku ve hüzünden dolayı ağlamakla şöhret bulmuştur. Ancak Hasan-ı Basrî’nin Allah sevgisi üzerinde durduğu da görülür. Zira ona göre muhabbetullah da insanın Allah ile münasebet kurma şekillerinden birini teşkil eder. Fakat Allah sevgisini de sıkıntıyla irtibatlandırır ve Allah’ı seven kişinin, O’nun yolunun gerektirdiği zorluklardan kaçmasının anlaşılır bir şey olmadığını düşünür. Çünkü Allah’ı seven yolunun meşakkatini de sever. Rahatlığı seçen cennete ulaşamaz. Allah katında bulunanı tercih eden kimse eğer bu tercihinde samimi ise rahatından feragat etmek ve sadece ahmakların bağlandığı kuruntulardan, temelsiz umutlardan sıyrılmak zorundadır (İbnü’l-Cevzî, s. 20).

Ölüm Hasan-ı Basrî için bir son olmayıp var oluşun farklılaşarak devamına yol açan bir geçiş, insanın hayatında karşılaştığı meşakkatlerden kurtularak rahata ermesidir. Asıl kaygı duyulması gereken ölüm ise dünya hayatında insanın havf ve recâdan, mutlak anlamda kaygıların bütününden uzaklaşıp kendini temelsiz bir rahatlığa kaptırması veya içini karartarak hayattan ve rabbinden umudunu kesmesidir (a.g.e., s. 32, 58-59). O’nun gazabından korkup rahmetine umutla bağlanarak, hiçbir şeyin mutlak şekilde ne kaybedildiğinin ne de kazanıldığının farkında olarak hayatını sürdüren insan doğru yoldadır. Hasan-ı Basrî bir şiirinde bunu şöyle ifade eder: “Ölerek rahata kavuşan ölü değildir; asıl ölü yaşayanların ölüsüdür. Ölü umutsuzluğa düşmüş, gönlünü karartmış ve rabbinden umudunu kesmiş olan kimsedir” (a.g.e., s. 20). Bir sözünde de, “Helâk olanın niçin helâk olduğu değil kurtulanın nasıl kurtulduğu bizi ilgilendirir” (a.g.e., s. 14) diyerek insanın helâk olmaya ne kadar yakın bulunduğunu, buna karşılık kurtuluşun öyle zannedildiği kadar kolay olmadığını belirtir. İnsana yakışan mesnetsiz bir rahatlık değil, dayanaklar ne kadar sağlam gözükürse gözüksün halin insanı yanıltabileceğini farkettiren hassas bir dikkattir. Dikkat, güven konusunda insanların düştüğü hataların farkına varmanın getirdiği bir tedbirdir (a.g.e., s. 50-51, 59).

Hasan-ı Basrî, insanın ferdî kurtuluşuna ve dolayısıyla ferdî hayatına büyük önem verir. Hiç kimse başka birinin yerini alamaz. Her insan kendi şartlarında ve kendisi için yaşar (Ebû Nuaym, II, 155). Var olan sadece onun fiilleridir. Dolayısıyla kişinin kendini bırakıp başkalarıyla uğraşması başlı başına bir hatadır. Kendi hayatları bu kadar önemli olmasına rağmen insanların büyük bir kısmı kendilerini unutup başkalarının hataları ile uğraşmayı tercih ederler. Bu tefekkürün, yani insanın kendi geçiciliğini mesele haline getirerek onun üzerinde düşünme eksikliğinin bir sonucudur. Fakat kişinin etrafında olup bitenlere karşı tamamıyla ilgisiz kalması da doğru değildir. Esasen bu olup bitenler ferdin ibtilâ şartlarını oluşturduğu için kendisini doğrudan ilgilendirmektedir. Her insan Allah ile yaptığı bir akid gereği doğruyu anlatmak zorundadır (İbnü’l-Cevzî, s. 53). Burada söz konusu olan doğrunun, kişinin hayatında bilfiil yaşayarak tahkik ettiği doğru olması gerekir. Kişi sadece kendisinin uygulayıp yaşayarak gerçekleştirdiği doğruları anlatabilir; aksi takdirde söz fiilin önüne geçer. Hasan-ı Basrî içinde yaşadığı toplumun bu eksikliğinden yakınır (Ebû Nuaym, II, 155). Zira herkes mârufu söylüyorsa da hayatları münkerler içinde geçmektedir. Sözler kalbe nüfuz ederek amel haline gelmemiş olduğu için yakīn ifade etmez. Halbuki insanın hiç değilse hayatın geçtiğine, kendisine verilen mühletin gittikçe azaldığına dair bir yakīni olması gerekir (İbnü’l-Cevzî, s. 34). Söze boğulmuş bir toplumda ise artık yakīne yer yoktur.

İlim de ibtilânın bir parçası olarak anlam kazanır. İlim bir taraftan çok önemlidir; çünkü ilim olmasaydı insanlar hayvanlar gibi olurlardı (a.g.e., s. 25). Öte yandan tek başına bilgi, gereği gibi amel edilmediği zaman kişinin bile bile hata işlemesine sebep olacağı için bir yüktür. Mal mülk gibi ibtilâ vesilesi olan ilimde ibtilâ maldan farklı olarak sadece vermekle, yani başkalarına doğruyu öğretmekle başarılmış olmaz; aynı zamanda gereği gibi amel etmek, ilim sahibinin herkesten önce kendisine düşen bir vazifedir. İlmin öğretilmesi ancak bundan sonra değer kazanır. Fakat ilmin bir ibtilâ vesilesi olması ilim öğrenmekten uzak durmayı haklı çıkarmaz. İlim öğrenmek, daha çetin bir ibtilâyı göze almak anlamına geldiği için hem yükü hem de fazileti fazla olan bir görevdir. Kişi bilmediğini öğrenmek, öğrendiğiyle amel etmek, amel ettiğini de başkalarına öğretmek zorundadır. Eğer ilmin böyle bir mânası olmasaydı doğruyu öğrenip onu anlatmak gayreti de anlamsız kalırdı. Hasan-ı Basrî bu hususta şöyle der: “Eğer Allah ilim sahiplerinden mîsak almamış olsaydı, sorduğunuz şeylerin çoğu ile ilgili olarak size anlattıklarımın hiçbirini anlatmazdım” (İbn Sa‘d, VII, 158; diğer bir ifade için bk. İbnü’l-Cevzî, s. 53). İlimle amel arasındaki ilişki ve bütünleşmeye verdiği önemden dolayı Hasan-ı Basrî ulemânın ilmini, hükemânın hikmetini taşımakla birlikte sefihlerin yaşadığı hayatı yaşayanlara iyi gözle bakmaz ve insanları bu hususta özellikle uyarırdı (a.g.e., s. 25). İlmi kalbe ait olanla lisanda kalan şeklinde ikiye ayırması ve sonuncusunu Allah’ın insanın aleyhine delil olarak kullanacağını vurgulaması bu bakımdan önemlidir.

Hasan-ı Basrî’ye göre ilim her zaman bir gaye içindir. Onun şu sözü bu konudaki düşüncesini ifade eder: “İlmi dini yaşamak için, tıbbı bedenleri tedavi etmek için, nahvi de lisanı güçlendirmek için öğrenin” (a.g.e., s. 28). İlmin temel özelliklerinden biri de -eğer samimi olarak istenirse- insanı dönüştürmesi yani yetkin hale getirmesidir. Buna göre ilim, zihnin veya hâfızanın bir mârifeti değil insanın kendi mahiyetiyle alâkalı olduğu için bilgiyle insanın şuur hali, şuur haliyle de hayatı arasında doğrudan bir ilişki mevcuttur. “Allah için ilim talep eden kimse zaman içerisinde huşûunda, zühdünde ve tevazuunda bir değişme olduğunu farkedecektir” (a.g.e., s. 29). Hasan-ı Basrî’nin bilgiyle amel arasında kurduğu bu alâka onun neye bilgi dediğini de anlamaya yardımcı olmaktadır. Her şeyden önce bilgi insanı dönüştürür; bunun ön şartı ise bilginin dillerde kalmayıp kalbe nüfuz etmesidir. Kalp insanın aslı, kendisi demek olduğuna göre bir mâlûmatın bilgi olabilmesi için onun kalbe nüfuz etmesi ve böylece kişiyi dönüştürmesi gerekir. Şu halde asıl bilgi yaşanmışın bilgisidir, duyulanlara bilgi denilmesi mümkün değildir; çünkü duyulanlar kalbe nüfuz etmemiş olabilir. Kalbe nüfuz eden bilgi zorunlu olarak insanı dönüştürdüğü için bu dönüşüm onun fiillerinde kendisini göstermeye başlar. Bu noktada iman ile bilgi kesişmektedir.

Hasan-ı Basrî, başka insanların yaptıklarına bakarak kendisine onlardan delil çıkarmayı kişinin başlıca aldanışları arasında gösterir. Başkalarının fiilleri doğrunun ölçüsü olamayacağı gibi tahkik edilmeden benimsenmiş olan herhangi bir tavır da ilk bakışta doğru sonuç verir gibi gözükse de aslında bir yanlışa dayanmaktadır. Bu noktada dindarlığın kaynağı başkalarının fiilleri değil yüce Allah’ın emir ve nehiyleridir. “Müminler Allah’ın yeryüzündeki şahitleridir, onlar insanların fiillerini gözlerler; eğer bu fiiller kitaba uygunsa Allah’a şükrederler; uygun değilse bunu anlayıp sapanların sapıklıklarını farkederler” (Ebû Nuaym, II, 158). Allah insanlara bir mühlet verip kötülüklerine hemen müdahale etmiyorsa bu onların başı boş bırakıldıkları anlamına gelmez. Çünkü müminler, Allah’ın şahitleri olarak insanların fiillerini ellerindeki mizana göre değerlendirir ve ona göre tavır alırlar. Müminlerin birbirleriyle olan şahitlik ilişkisi ciddiye alınması gereken bir husustur. Bu noktada Hasan-ı Basrî, toplumu ahlâkî ve dinî hayatın bir kontrol mekanizması olarak görmekte, bunun yanında kontrol ehliyetine sahip hayır ehlinin bazı hususiyetlerle temayüz edeceğini belirterek bir anlamda hem etrafındakilere nasıl olmaları gerektiğini söylemekte, hem de insanlara başkalarını değerlendirirken kullanacakları ölçüleri vermektedir (İbnü’l-Cevzî, s. 23, 43).

İnsanın kötülüklerden korunup faziletlerle donanması bütün fiillerin ve davranışların hem esasını hem de sonucunu teşkil eder. Buna göre kalbin safiyeti ahlâkî gelişme için bir hareket noktası, aynı zamanda da insanın bütün fiil ve davranışlarında gözetmesi gereken bir amaçtır. Kalbin safiyeti ise verilmiş bir şey değil kazanılan bir haldir. Bu halin kazanılıp korunması sadece fiillerle alâkalı bir durum olmayıp insanın kendine amaç olarak seçtikleriyle, ümitleri ve onların dayanaklarıyla da ilgilidir. Yüce Allah insanları fiilleriyle bilir; insan hakkındaki hükmünü de bu fiillerin amaçlarını hesaba katarak verir. Şu halde değerli amel, niyet olarak Allah’ın emir ve nehiylerini, O’nun verdiği ölçüleri dikkate alarak işlenen ve başkalarının takdir veya yergisini hesaba katmadan istikrar içinde gerçekleştirilen fiillerdir (a.g.e., s. 43).

Hasan-ı Basrî, müminin Kur’an’la bağlantısını şekilciliğin ötesine geçerek daha derunî, mânevî ve ahlâkî bir ilişkiye dönüştüren ilk İslâm âlimi sayılabilir. Nitekim hem fiillerin hem de fiillere kaynaklık edecek olan mânevî oluşumun Kur’an’a dayanarak ve onunla irtibatlı bir şekilde tahakkuk etmesi gerektiğini düşünür. Zira Kur’an sadece okunan, kendisiyle formel bazı ibadetlerin gerçekleştirildiği bir kitap değil aynı zamanda müminin oluşum sürecinin bir ölçüsü, bu süreçte kendi kendini hesaba çekerken değerlendirdiği bir mihenk taşıdır. İnsan her şeyiyle kendini Kur’an ile hesaba çekmeli ve hesabı önce Kur’an’a vermelidir. Kur’an’ı okurken de okudukları üzerinde tekrar tekrar düşünmeli, o zamana kadar yaptıklarının, o anki halinin ve gelecekte yapacaklarının muhasebesini yapmalıdır. “Ne olduğunu görmek isteyen kendini Kur’an ile karşılaştırsın” (Muhâsibî, s. 369; Câhiz, III, 134-135; Ebû Nuaym, II, 145-146; İbnü’l-Cevzî, s. 14, 27, 33).

İnsanın, rabbine itaat etme konusunda kendinden veya kendi dışından kaynaklanan birçok engelle karşılaşacağını hatırlatan Hasan-ı Basrî, bu engellerle mücadele ve bu hususta ısrar etmeyi sabır kavramı içinde değerlendirmektedir. Ulaşılan her türlü hayır gereği gibi gerçekleşmiş olan sabrın bir meyvesidir. Buradan anlaşılan, sabrın yalnızca bir çeşit tahammül olmadığı veya vuku bulan her şeyi kader olarak bilip kabullenmek anlamına gelmediğidir. Sabır iki çeşittir. Biri, iyiliği yapma ve kötülükten uzak durma konusunda insanın kendinden kaynaklanan bazı zorluklara karşı direnmesi, diğeri de musibeti bir imtihan vesilesi sayarak metaneti kaybetmeden gerektiği gibi davranmayı sürdürmesidir. İlk anlamıyla sabır Hasan-ı Basrî’nin şahsî hayatında ve irşadlarında, ikinci anlamıyla da özellikle dönemindeki siyasî gelişmeler karşısında takındığı tavırda gözlenebilir. Bu hususu onunla ilgili şu rivayette görmek mümkündür: Hasan-ı Basrî, “Sabırlarına karşılık rabbinin İsrâiloğulları’na verdiği güzel söz yerine geldi; Firavun ve kavminin yapıp yükselttiklerini de yerle bir ettik” (el-A‘râf 7/137) meâlindeki âyeti okuduktan sonra şöyle demiştir: “Bu âyete inanıp da zalim hükümdara boyun eğen ve zulümden korkanlara hayret etmemek mümkün değildir. Vallahi, insanlar imtihan edildiklerinde Allah’ın emrine sabrederlerse Allah onların her türlü sıkıntısını giderir. Fakat onlar kılıçtan ürkerek korkuya sığınıyorlar. Biz böyle bir ibtilânın şerrinden Allah’a sığınırız” (İbnü’l-Cevzî, s. 23, 46-47).

Hasan-ı Basrî’nin temel meselesi insandır; hatta Allah’ın tek olarak yarattığı ve netice itibariyle yine tek başına kalacak olan ferttir (Ebû Nuaym, II, 142, 155). Bu noktada kendisini de başkalarından ayırmaz. Ondan nakledilen birçok sözün kendi kendine söylediği sözler olduğu düşünülecek olursa, bir anlamda içinde yaşadığı toplumda yaygınlaşma emâreleri gösteren insan tipini kendi vicdanında temsil ederek bu temsilde karşısına çıkan insanı kendi düşünce ve sözlerine muhatap aldığı söylenebilir. Hasan-ı Basrî’nin düşüncesine günümüzde de geçerlilik kazandıran en önemli husus bu olmalıdır. Kendisine nisbet edilen hakîmâne sözlerinden birinde ferde ve bütün olarak insana şöyle seslenir: “Ey âdemoğlu! Allah’ın haram kıldıklarından uzak durursan âbid olursun, Allah’ın sana verdiğine razı olursan zengin olursun, etrafındakilere ihsan edersen mümin olursun, kendin için istediğini başkaları için de istersen âdil olursun; gülmeyi azalt, çünkü gülme kalbi öldürür” (İbnü’l-Cevzî, s. 23-24).

Hasan-ı Basrî sabrın zıddı saydığı tûl-i emeli, insanın kendisini sağlam olmayan dayanaklara bağlayarak temelsiz bir beklenti içine girmesi şeklinde yorumlar. Bu anlamda tûl-i emel, kişinin yaptığı kötülüklerin en fazla ciddiye alınması gereken sebebidir. Tûl-i emel sahibi kendisine verilen mühletin geçici olduğunu unutur, hep günün birinde daha iyi olabileceği ümidiyle yanlışlar yapmaya devam eder. Hasan-ı Basrî bir şiirinde bu hususu şöyle ifade eder: “Sen Nûh’un ömrünü istiyorsun, halbuki Allah’ın emri her gece kapını çalmaktadır” (a.g.e., s. 44).

İnsanın hem kendine hem de başkalarına karşı dürüst olması anlamına gelen sıdk, Hasan-ı Basrî’nin hayatının ve düşüncesinin en temel ilkesidir. Kendi kendine karşı dürüst olmayanın başkalarına karşı dürüst olması beklenemez. Sıdk aynı zamanda, söylenenin yapılması ve sadece yapılabilecek olanın söylenmesi anlamında insanın sözleri ve işlerinin tutarlılığını da ifade eder. Hasan-ı Basrî bu özelliği sayesinde başkalarının kendisine ihtiyaç hissettiği, ama kendisinin başkalarına muhtaç olmadığı biri haline gelmiştir. Zira öğütlediği şeyleri önce kendisi yapar, kötü gördüğünden de önce kendisi uzaklaşırdı (Ebû Nuaym, II, 147-148, 154; İbnü’l-Cevzî, s. 14, 18).

Onun kendinde ve başkalarında aradığı en değerli şeylerden biri de sâlih ameldir. İnsanın kendisi hakkında en doğru bilgileri fiillerinin verdiğini düşünen Hasan-ı Basrî’ye göre (İbn Sa‘d, VII, 177) sâlih amel kalıcı olan yegâne şeydir. Burada kalıcılık, âhirette Allah’ın huzuruna çıkan insanın yanında bulunacak şey anlamına gelir. Bu sebeple Hasan-ı Basrî şu uyarıda bulunur: “Ey âdemoğlu, ameline dikkat et; rabbinle hangi halde karşılaşmak istediğini iyi düşün!” (İbnü’l-Cevzî, s. 23). Öte yandan sözle iş arasındaki uygunluk, dinî hayat için olduğu gibi toplumsal ilişkilerdeki güven için de yegâne sağlam dayanaktır (a.g.e., s. 63-64).

Kıyamet, Hasan-ı Basrî’nin düşüncesinde önemli yer tutan, hatta düşüncesinin karakterini belirleyen konulardan biridir. Kıyamet onun için hem şahsî hem de umumidir; şahsî kıyamet kişinin dünya hayatının son bulmasıdır (İbn Sa‘d, VII, 167; İbnü’l-Cevzî, s. 20). İnsanın dünya hayatının sonluluğu Hasan-ı Basri’nin tefekkürünün mihverini teşkil eder (Ebû Nuaym, II, 133). “Ne bir canlı dünyaya ne de dünya herhangi bir canlıya kalır” (a.g.e., II, 143; İbnü’l-Cevzî, s. 20). Hasan-ı Basrî, bu noktadan hareketle hem insan hayatının kıymetini hem de insanın sorumluluğunu temellendirir. Gerçek anlamda sorumluluğun mahiyeti, ölümden sonra insanın amellerinden başka şahidinin bulunmadığı şartlarda yaşadığı hayatın hesabını verdiği anda ortaya çıkacağı için, kişinin bu hesap halini hayatının esasına yerleştirmesi ve bunu dikkate alarak yaşaması gerekir. İnsanın varlık sebebi ve hayatın anlamı da burada ortaya çıkar ki kendine ayrılan mühlet içinde yaşanma imkânı verilen her anı hayır işlemek için en son fırsat olarak kabul etmek bunun neticesidir (a.g.e., s. 17, 34, 35, 40).

İnsan hayatının sonlu ve sınırlı olması, onun dünyadaki konumunun şuuruna ermesi açısından hiç unutmaması gereken en önemli husustur.

KAYNAK

Hasan el-Basrî, ez-Zühd (nşr. M. Abdürrahîm), Kahire 1991.

a.mlf., Tefsîrü’l-Ḥasan el-Baṣrî (nşr. M. Abdürrahîm), Kahire, ts. (Dârü’l-hadîs), nâşirin mukaddimesi, I, 3-57.

İbn Sa‘d, eṭ-Ṭabaḳāt, VII, 156, 169, 175.

Halîfe b. Hayyât, eṭ-Ṭabaḳāt (Ömerî), s. 280.

Câhiz, el-Beyân ve’t-tebyîn, I, 63-66, 211; II, 28.

İbn Kuteybe, el-Maʿârif (Sâvî), s. 194.

Taberî, Câmiʿu’l-beyân, Kahire 1374, XXI, 30.

Kelâbâzî, et-Taʿarruf, s. 59, 87.

İbnü’n-Nedîm, el-Fihrist (Teceddüd), s. 202.

Ebû Nuaym, Ḥilye, II, 131-134, 147.

Şerîf el-Murtazâ, el-Emâlî, Kahire 1954, I, 106.

Ebû Tâlib el-Mekkî, Ḳūtü’l-ḳulûb, Kahire 1961, I, 31, 305.

İbn Hazm, el-Faṣl, III, 7, 273, 283; V, 21.

Hücvîrî, Keşfü’l-mahcûb (Uludağ), s. 179-181.

Kuşeyrî, Risâle (Uludağ), s. 179-181.

Gazzâlî, İḥyâʾ, Kahire 1939, I, 68, 70.

Şehristânî, el-Milel, Beyrut 1975, I, 47, 48.

Attâr, Tezkiretü’l-evliyâ (trc. Süleyman Uludağ), İstanbul 1991, s. 69-85.

İbnü’l-Cevzî, Ṣıfatü’ṣ-ṣafve, III, 233.

a.mlf., Zâdü’l-mesîr, VII, 446.

a.mlf., el-Ḥasan el-Baṣrî, Kahire 1350/1931.

a.mlf.,el-Ḳuṣṣâṣ ve’l-müẕekkirûn (nşr. Ebû Hâcer M. Zağlûl), Beyrut 1406/1986, s. 60.

İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, Kahire 1348, III, 193.

İbn Hallikân, Vefeyât, II, 69.

İbn Teymiyye, Mecmûʿu fetâvâ, XIII, 244.

Zehebî, Teẕkiretü’l-ḥuffâẓ, I, 71.

a.mlf., Aʿlâmü’n-nübelâʾ, IV, 563-588.

İbnü’l-Murtazâ, Ṭabaḳātü’l-Muʿtezile, s. 18-24.

Süyûtî, Tedrîbü’r-râvî, Kahire 1966, I, 203.

Şa‘rânî, eṭ-Ṭabaḳāt, I, 29.

Münâvî, el-Kevâkib, I, 96.

L. Massignon, Essai sur les origines du lexique technique de la mystique musulmane, Paris 1922, s. 152-179.

Ahmed Zekî Safvet, Cemheretü resâʾili’l-ʿArab, Beyrut, ts. (el-Mektebetü’l-ilmiyye), II, 233-234, 324-334.

Brockelmann, GAL, I, 66, 102.

Hediyyetü’l-ʿârifîn, I, 265.

Zekî Mübârek, et-Taṣavvufü’l-İslâmî, Kahire 1954, II, 11.

Ma‘sûm Ali Şah, Ṭarâʾiḳ, II, 57, 75.

Sezgin, GAS, I, 591-593.

İsmail Cerrahoğlu, Kur’ân Tefsirinin Doğuşu ve Buna Hız Veren Âmiller, Ankara 1968, s. 157, 159.

Abdurrahman Bedevî, Târîḫu’t-taṣavvufi’l-İslâmî, Küveyt 1978, s. 152.

Ali Sâmî en-Neşşâr, Neşʾetü’l-fikri’l-felsefî fi’l-İslâm, Kahire 1978, III, 128-137.

Etem Levent, Hasan-ı Basrî ve Tefsîr İlmindeki Yeri (doktora tezi, 1978), AÜ İlâhiyat Fakültesi, s. 83-84.

Şeybî, eṣ-Ṣıla, I, 313.

M. Celâl Şeref, Dirâsât fi’t-taṣavvufi’l-İslâmî, Beyrut 1984, s. 68.

Ahmed İsmâil el-Basît, el-Ḥasan el-Baṣrî müfessiren, Amman 1405/1985.

Süleymân el-Bevvâb, Miʾe evâʾil mine’r-ricâl, Şam 1985.

M. Revvâs Kal‘acî, Mevsûʿatü fıḳhi’l-Ḥasan el-Baṣrî, I-II, Beyrut 1989.

Hâşim Ma‘rûf el-Hasenî, Taṣavvuf u Teşeyyuʿ, Meşhed 1369 hş., s. 459.

Ahmed Halîl Cum‘a, Nisâʾ min ʿaṣri’t-tâbiʿîn, Beyrut 1412/1992, I, 161-167.

M. Mustafa el-A‘zamî, İslâm Fıkhı ve Sünnet (trc. Mustafa Ertürk), İstanbul 1996, s. 154-157.

Bustânî, DM, VII, 44.

H. Ritter, “Hasan Basrî”, İA, V/1, s. 315-316.

a.mlf., “Ḥasan al-Baṣrī”, EI2(İng.), III, 247.

Hasan el-Basrî, ez-Zühd (nşr. M. Abdürrahîm), Kahire 1991.

a.mlf., Tefsîrü’l-Ḥasan el-Baṣrî (nşr. M. Abdürrahîm), Kahire, ts. (Dârü’l-hadîs), nâşirin mukaddimesi, I, 3-57.

İbn Sa‘d, eṭ-Ṭabaḳāt, VII, 156, 169, 175.

Halîfe b. Hayyât, eṭ-Ṭabaḳāt (Ömerî), s. 280.

Câhiz, el-Beyân ve’t-tebyîn, I, 63-66, 211; II, 28.

İbn Kuteybe, el-Maʿârif (Sâvî), s. 194.

Taberî, Câmiʿu’l-beyân, Kahire 1374, XXI, 30.

Kelâbâzî, et-Taʿarruf, s. 59, 87.

İbnü’n-Nedîm, el-Fihrist (Teceddüd), s. 202.

Ebû Nuaym, Ḥilye, II, 131-134, 147.

Şerîf el-Murtazâ, el-Emâlî, Kahire 1954, I, 106.

Ebû Tâlib el-Mekkî, Ḳūtü’l-ḳulûb, Kahire 1961, I, 31, 305.

İbn Hazm, el-Faṣl, III, 7, 273, 283; V, 21.

Hücvîrî, Keşfü’l-mahcûb (Uludağ), s. 179-181.

Kuşeyrî, Risâle (Uludağ), s. 179-181.

Gazzâlî, İḥyâʾ, Kahire 1939, I, 68, 70.

Şehristânî, el-Milel, Beyrut 1975, I, 47, 48.

Attâr, Tezkiretü’l-evliyâ (trc. Süleyman Uludağ), İstanbul 1991, s. 69-85.

İbnü’l-Cevzî, Ṣıfatü’ṣ-ṣafve, III, 233.

a.mlf., Zâdü’l-mesîr, VII, 446.

a.mlf., el-Ḥasan el-Baṣrî, Kahire 1350/1931.

a.mlf.,el-Ḳuṣṣâṣ ve’l-müẕekkirûn (nşr. Ebû Hâcer M. Zağlûl), Beyrut 1406/1986, s. 60.

İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, Kahire 1348, III, 193.

İbn Hallikân, Vefeyât, II, 69.

İbn Teymiyye, Mecmûʿu fetâvâ, XIII, 244.

Zehebî, Teẕkiretü’l-ḥuffâẓ, I, 71.

a.mlf., Aʿlâmü’n-nübelâʾ, IV, 563-588.

İbnü’l-Murtazâ, Ṭabaḳātü’l-Muʿtezile, s. 18-24.

Süyûtî, Tedrîbü’r-râvî, Kahire 1966, I, 203.

Şa‘rânî, eṭ-Ṭabaḳāt, I, 29.

Münâvî, el-Kevâkib, I, 96.

L. Massignon, Essai sur les origines du lexique technique de la mystique musulmane, Paris 1922, s. 152-179.

Ahmed Zekî Safvet, Cemheretü resâʾili’l-ʿArab, Beyrut, ts. (el-Mektebetü’l-ilmiyye), II, 233-234, 324-334.

Brockelmann, GAL, I, 66, 102.

Hediyyetü’l-ʿârifîn, I, 265.

Zekî Mübârek, et-Taṣavvufü’l-İslâmî, Kahire 1954, II, 11.

Ma‘sûm Ali Şah, Ṭarâʾiḳ, II, 57, 75.

Sezgin, GAS, I, 591-593.

İsmail Cerrahoğlu, Kur’ân Tefsirinin Doğuşu ve Buna Hız Veren Âmiller, Ankara 1968, s. 157, 159.

Abdurrahman Bedevî, Târîḫu’t-taṣavvufi’l-İslâmî, Küveyt 1978, s. 152.

Ali Sâmî en-Neşşâr, Neşʾetü’l-fikri’l-felsefî fi’l-İslâm, Kahire 1978, III, 128-137.

Etem Levent, Hasan-ı Basrî ve Tefsîr İlmindeki Yeri (doktora tezi, 1978), AÜ İlâhiyat Fakültesi, s. 83-84.

Şeybî, eṣ-Ṣıla, I, 313.

M. Celâl Şeref, Dirâsât fi’t-taṣavvufi’l-İslâmî, Beyrut 1984, s. 68.

Ahmed İsmâil el-Basît, el-Ḥasan el-Baṣrî müfessiren, Amman 1405/1985.

Süleymân el-Bevvâb, Miʾe evâʾil mine’r-ricâl, Şam 1985.

M. Revvâs Kal‘acî, Mevsûʿatü fıḳhi’l-Ḥasan el-Baṣrî, I-II, Beyrut 1989.

Hâşim Ma‘rûf el-Hasenî, Taṣavvuf u Teşeyyuʿ, Meşhed 1369 hş., s. 459.

Ahmed Halîl Cum‘a, Nisâʾ min ʿaṣri’t-tâbiʿîn, Beyrut 1412/1992, I, 161-167.

M. Mustafa el-A‘zamî, İslâm Fıkhı ve Sünnet (trc. Mustafa Ertürk), İstanbul 1996, s. 154-157.

Bustânî, DM, VII, 44.

H. Ritter, “Hasan Basrî”, İA, V/1, s. 315-316.

a.mlf., “Ḥasan al-Baṣrī”, EI2(İng.), III, 247.

İbn Sa‘d, eṭ-Ṭabaḳāt, VII, 156-178.

Câhiz, el-Beyân ve’t-tebyîn, III, 125-192.

Muhâsibî, el-Veṣâyâ (nşr. Abdülkādir Ahmed Atâ), Beyrut 1406/1986, s. 357-383.

Ebû Tâlib el-Mekkî, Ḳūtü’l-ḳulûb, Kahire 1310, II, 8.

Ebû Nuaym, Ḥilye, II, 131-161.

Abdülkādir-i Geylânî, el-Ġunye li-ṭâlibî ṭarîḳı’l-ḥaḳ, Kahire 1331, II, 76.

İbnü’l-Cevzî, el-Ḥasan el-Baṣrî, Kahire 1350/1931.

Etem Levent, Hasan-ı Basrî ve Tefsîr İlmindeki Yeri (doktora tezi, 1978), AÜ İlâhiyat Fakültesi, tür.yer.

W. M. Watt – M. Marmura, Der Islam II: Politische Entwicklungen und theologische Konzepte, Stuttgart 1985, s. 67-71.

Mustafa Fayda, Allah’ın Kılıcı Halid Bin Velid, İstanbul 1990, s. 291-310.

Muhammed Âbid el-Câbirî, el-ʿAḳlü’s-siyâsî el-ʿArabî, Beyrut 1990, s. 306-311; a.e.: İslâm’da Siyasal Akıl (trc. Vecdi Akyüz), İstanbul 1997, s. 601-612.

Hans H. Schaeder, “Ḥasan el-Baṣrī. Studien zur Frühgeschichte des Islam”, Isl., XIV (1925), s. 1-75.

Hellmut Ritter, “Studien zur Geschichte der islamischen Frömmigkeit: I. Ḥasan el-Baṣrī”, a.e., XXI (1933), s. 1-83.

Hasan el-Basrî, et-Tefsîr (nşr. M. Abdürrahîm), I-II, Kahire, ts. (Dârü’l-hadîs).

İbn Hâleveyh, Muḫtaṣar fî şevâẕẕi’l-Ḳurʾân (nşr. G. Bergsträsser), Beyrut, ts. (Âlemü’l-kütüb).

İbnü’n-Nedîm, el-Fihrist (Teceddüd), s. 36, 202.

İbn Cinnî, el-Muḥteseb fî tebyîni vücûhi şevâẕẕi’l-ḳırâʾât ve’l-îżâḥ ʿanhâ (nşr. Ali en-Necdî Nâsıf v.dğr.), Kahire 1415/1994, I, 37, 44, 79, 100, 121, 125, 131, 141, 165, 280, 285, 289, 301; II, 79.

Zemahşerî, el-Keşşâf (Kahire), II, 161.

Zehebî, Maʿrifetü’l-ḳurrâʾ (Altıkulaç), I, 168-169.

a.mlf., Aʿlâmü’n-nübelâʾ, IV, 580-581.

a.mlf., Târîḫu’l-İslâm: sene 101-120, s. 60-62.

İbnü’l-Cündî, Bustânü’l-hüdât fi’ḫtilâfi’l-eʾimme ve’r-ruvât, Süleymaniye Ktp., Lâleli, nr. 23, vr. 85.

İbn Kesîr, Tefsîrü’l-Ḳurʾân, IV, 13.

Zerkeşî, el-Burhân, II, 158.

İbnü’l-Cezerî, Ġāyetü’n-Nihâye, I, 235.

Abdülfettâh el-Kādî, el-Ḳırâʾâtü’ş-şâẕẕe ve tevcîhühâ min luġati’l-ʿArab (nşr. Ömer b. Kāsım en-Neşşâr, el-Büdûrü’z-zâhire içinde), Beyrut 1981, s. 15-16.

Süyûtî, el-İtḳān (Bugā), II, 1233-1235.

Kastallânî, Leṭâʾifü’l-işârât li-fünûni’l-ḳırâʾât (nşr. Âmir es-Seyyid Osmân – Abdüssabûr Şâhîn), Kahire 1392/1972, I, 91, 99, 170.

Dâvûdî, Ṭabaḳātü’l-müfessirîn, I, 147.

Keşfü’ẓ-ẓunûn, I, 446.

Ahmed b. Muhammed el-Bennâ, İtḥâfü fużalâʾi’l-beşer (nşr. Şa‘bân M. İsmâil), Beyrut 1407/1987, I-II.

Âlûsî, Rûḥu’l-meʿânî, XXX, 244.

Brockelmann, GAL, I, 66; Suppl., I, 102.

Hediyyetü’l-ʿârifîn, I, 265.

Sezgin, GAS, I, 592, 597.

İsmail Cerrahoğlu, Kur’ân Tefsirinin Doğuşu ve Buna Hız Veren Âmiller, Ankara 1968, s. 157, 159.

L. Massignon, Essai sur les origines du lexique technique de la mystique musulmane, Paris 1968, s. 177-178.

Muhammed Eroğlu, Ebû Mansur el-Mâtürîdî ve Te’vîlâtü’l-Kur’ân (öğretim üyeliği tezi, 1971), MÜ İlâhiyat Fakültesi, s. 26-27.

Etem Levent, Hasan-ı Basrî ve Tefsîr İlmindeki Yeri (doktora tezi, 1978), AÜ İlâhiyat Fakültesi, s. 129, 134-138, 186.

Muslih Seyyid Beyyûmî, el-Ḥasan el-Baṣrî, Kahire 1984, s. 249-277.

Ömer Abdülazîz el-Cuğbeyr, el-Ḥasan el-Baṣrî ve ḥadîs̱ühü’l-mürsel, Amman 1412/1992, s. 145-151.

Mustafa Bilgin, Tefsirde Mu‘tezile Ekolü (doktora tezi, 1991), UÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü, s. 64.

H. Ritter, “Ḥasan el-Baṣrî”, UDMİ, VIII, 264.

İclî, es̱-S̱iḳāt, s. 113.

Fesevî, el-Maʿrife ve’t-târîḫ, II, 32-54, 239-240.

Tirmizî, Kitâbü’l-ʿİlel (el-Câmiʿu’ṣ-ṣaḥîḥ içinde), İstanbul 1413/1992, V, 754.

İbn Ebû Hâtim, el-Cerḥ ve’t-taʿdîl, III, 40-42.

a.mlf., el-Merâsîl (nşr. Şükrullah b. Ni‘metullah el-Kūcânî), Beyrut 1412/1992, s. 31-44.

Mizzî, Tehẕîbü’l-Kemâl, VI, 95-127.

Zehebî, Aʿlâmü’n-nübelâʾ, IV, 563-588.

a.mlf., Mîzânü’l-iʿtidâl, I, 483.

a.mlf., Teẕkiretü’l-ḥuffâẓ, I, 71-72.

Alâî, Câmiʿu’t-taḥṣîl fî aḥkâmi’l-merâsîl (nşr. Hamdî Abdülmecîd es-Selefî), Beyrut 1407/1986, s. 162-166.

İbn Receb el-Hanbelî, Şerḥu ʿİleli’t-Tirmiẕî (nşr. Nûreddin Itr), [baskı yeri yok] 1398/1978, I, 275, 285-291.

İbn Hacer, Tehẕîbü’t-Tehẕîb, II, 263-270.

a.mlf., Taʿrîfü ehli’t-taḳdîs bi-merâtibi’l-mevṣûfîne bi’t-tedlîs (nşr. Ahmed b. Ali Seyr el-Mübârekî), Riyad 1413/1993, s. 102.

Ömer Abdülazîz el-Cuğbeyr, el-Ḥasan el-Baṣrî ve ḥadîs̱ühü’l-mürsel, Amman 1412/1992, s. 276-300, 346-356.

Ahmet Yücel, Hadîs Istılahlarının Doğuşu ve Gelişimi, İstanbul 1996, s. 80.

Abdullah Aydınlı, “Hasan Basrî Hayatı ve Hadis İlmindeki Yeri”, EAÜİFD, sy. 8 (1988), s. 91-113.

İbn Sa‘d, eṭ-Ṭabaḳāt, VII, 156-178.

Câhiz, el-Beyân ve’t-tebyîn, III, 125-192.

Ebû Tâlib el-Mekkî, Ḳūtü’l-ḳulûb, Kahire 1310, I, 146, 149, 152, 153.

Ebû Nuaym, Ḥilye, II, 131-161.

Serahsî, el-Uṣûl, I, 10.

a.mlf., el-Mebsûṭ, I, 8, 9, 18; II, 49, 197; III, 49.

Pezdevî, Kenzü’l-vüṣûl (Abdülazîz el-Buhârî, Keşfü’l-esrâr içinde), Beyrut 1414/1994, I, 46-48.

Gazzâlî, İḥyâʾ, I, 241.

Abdülkādir-i Geylânî, el-Ġunye li-ṭâlibî ṭarîḳı’l-ḥaḳ, Kahire 1331, II, 76.

İbnü’l-Cevzî, el-Ḥasan el-Baṣrî, Kahire 1350/1931, s. 18, 19, 21, 23-25, 27, 28, 30-32.

İbn Kudâme, el-Muġnî (nşr. Abdullah b. Abdülmuhsin et-Türkî – Abdülfettâh M. el-Hulv), I-II, Kahire 1412/1992.

Zehebî, Aʿlâmü’n-nübelâʾ, IV, 563-588; XVI, 392.

İbn Kayyim el-Cevziyye, İʿlâmü’l-muvaḳḳıʿîn, I, 26.

L. Massignon, Essai sur les origines du lexique technique de la mystique musulmane, Paris 1968, s. 179-190.

Etem Levent, Hasan-ı Basrî ve Tefsîr İlmindeki Yeri (doktora tezi, 1978), AÜ İlâhiyat Fakültesi, s. 160-169.

Osman Erkmen, Büyük Veli Hasan-ı Basri Hazretleri ve Hikmetli Sözleri, Ankara 1978, s. 121-135.

Muslih Seyyid Beyyûmî, el-Ḥasan el-Baṣrî, Kahire 1984, s. 291-310.

M. Revvâs Kal‘acî, Mevsûʿatü fıḳhi’l-Ḥasan el-Baṣrî, I-II, Beyrut 1989.

Ömer Abdülazîz el-Cuğbeyr, el-Ḥasan el-Baṣrî ve ḥadîs̱ühü’l-mürsel, Amman 1412/1992, s. 124-145.

Mustafa Saîd el-Hın, el-Ḥasan b. Yesâr el-Baṣrî, Beyrut 1995, s. 213-294.

Hans H. Schaeder, “Ḥasan el-Baṣrī. Studien zur Frühgeschichte des Islam”, Isl., XIV (1925), s. 1-75.

Hellmut Ritter, “Studien zur Geschichte der islamischen Frömmigkeit”, a.e., XXI (1933), s. 1-83.

Hasan el-Basrî, et-Tefsîr (nşr. M. Abdürrahîm), Kahire, ts. (Dârü’l-hadîs), I, 92, 106, 123, 131, 207, 215-216, 252, 272-273, 305, 306; II, 21-22, 48, 251, 275, 337-338.

a.mlf., Risâle fi’l-ḳader (nşr. Fuâd Seyyid, Fażlü’l-iʿtizâl ve Ṭabaḳātü’l-Muʿtezile içinde), Tunus 1393/1974, s. 215-223.

Dârimî, “Muḳaddime”, 23.

İbn Sa‘d, eṭ-Ṭabaḳāt, VII, 142, 157, 162, 164-165, 167, 172, 175, 176.

Câhiz, el-Beyân ve’t-tebyîn, Beyrut, ts. (Dâru ihyâi’t-türâsi’l-Arabî), III, 119, 120, 128, 134.

İbn Kuteybe, el-Maʿârif (Ukkâşe), s. 441.

a.mlf., Teʾvîlü muḫtelifi’l-ḥadîs̱ (nşr. M. Zührî en-Neccâr), Kahire 1386/1966, s. 85, 100-101, 155.

a.mlf., ʿUyûnü’l-aḫbâr, I, 2, 281; II, 13, 132-133; III, 175.

Dârimî, er-Red ʿale’l-Cehmiyye (nşr. Bedr b. Abdullah el-Bedr), Küveyt 1416/1995, s. 30.

Taberî, Câmiʿu’l-beyân, XXIX, 120.

Ebü’l-Kāsım el-Belhî [Kâ‘bî], el-Maḳālât: Ẕikrü’l-Muʿtezile (nşr. Fuâd Seyyid, Fażlü’l-iʿtizâl ve Ṭabaḳātü’l-Muʿtezile içinde), Tunus 1393/1974, s. 65, 67, 68, 69, 83, 86-87.

Kādî Abdülcebbâr, Fażlü’l-iʿtizâl ve Ṭabaḳātü’l-Muʿtezile (a.e. içinde), s. 142, 162, 196, 215-235, 339, 345.

a.mlf., Müteşâbihü’l-Ḳurʾân (nşr. Adnân M. Zerzûr), Kahire 1969, s. 100, 597.

Bağdâdî, el-Farḳ (Abdülhamîd), s. 20-21, 118.

a.mlf., Uṣûlü’d-dîn, s. 307, 315.

İbn Hazm, el-Faṣl (Umeyre), III, 7, 273; IV, 108-109; V, 20-21.

Şehristânî, el-Milel (Kîlânî), I, 30, 47, 48.

Sâbûnî, el-Bidâye, s. 80.

İbnü’l-Cevzî, el-Ḥasan el-Baṣrî, Kahire 1350/1931, s. 14, 15, 16, 32, 44, 50, 57, 60, 61, 66-67.

Zehebî, Aʿlâmü’n-nübelâʾ, IV, 579-586.

a.mlf., Mîzânü’l-iʿtidâl, I, 527.

Nevevî, Şerḥu Müslim, I, 146, 153; II, 47, 85, 88; III, 4, 6.

İbn Teymiyye, Derʾü teʿârużi’l-ʿaḳl ve’n-naḳl (nşr. M. Reşâd Sâlim), [Riyad] 1400/1980, VI, 73.

İbn Kayyim el-Cevziyye, İctimâʿu’l-cüyûşi’l-İslâmiyye, Beyrut 1404/1984, s. 162-163.

a.mlf., Zâdü’l-meʿâd, III, 40-41.

İbn Hacer, Tehẕîbü’t-Tehẕîb, II, 270.

Şerḥu’l-ʿAḳīdeti’ṭ-Ṭaḥâviyye, s. 186, 472, 473.

İbnü’l-Murtazâ, Ṭabaḳātü’l-Muʿtezile, s. 18, 21, 24, 41, 121, 136-137.

Taşköprizâde, Miftâḥu’s-saʿâde, II, 164, 165.

Ebû Azbe, er-Ravżatü’l-behiyye (nşr. Abdurrahman Umeyre), Beyrut 1409/1989, s. 11.

Ali Sâmî en-Neşşâr, Neşʾetü’l-fikri’l-felsefî fi’l-İslâm, İskenderiye 1966, I, 169.

W. Montgomery Watt, İslâm Düşüncesinin Teşekkül Devri (trc. E. Ruhi Fığlalı), Ankara 1981, s. 142, 170.

Muslih Seyyid Beyyûmî, el-Ḥasan el-Baṣrî, Kahire 1404/1984, s. 222-227, 310-334, 337-338.

Mustafa Saîd el-Hın, el-Ḥasan b. Yesâr el-Baṣrî, Dımaşk 1416/1995, s. 40, 44, 69, 111, 123, 133.

H. Ritter, “Hasan Basrî”, İA, V/1, s. 315.

 

5. Şeyh Hasan-ı Basrî (kuddise sirruhû)

5. Şeyh Hasan-ı Basrî (kuddise sirruhû)

Hasan-ı Basrî, tabiinin büyüklerindendir. Hicri 21/642 yılında Basra’da doğmuştur. Doğduğu zaman Hz. Ömer halife bulunuyordu. Sahabenin; Hz. Osman, Hz. Ali, Abdullah b. Abbas ve daha birçok ileri gelenleri ile karşılaşmış ve onların sohbetlerinde bulunmuştur. Ashab-ı Kiramdan yüz otuz kişiyle görüştüğü rivayet edilir. Hatta öyle ki bunların yetmiş kişisi Bedir kazasında bulunan sahabelerdendir. Yine o, bizlere kadar gelen birçok hadis rivayet etmiştir.

Şer‘î ilimlerde; hadis, fıkıh ve tefsirde zamanının parmakla gösterilen âlimlerindendir. O’nun Basra’da kurduğu tedris halkasına ve vaaz ü nasihatine pek çok insan toplanırdı. Vasıl b. Ata başlangıçta Hasan-ı Basrî’nin talebesi iken, sapık görüşlülüğünden dolayı üstadının yolundan gitmemiş, bundan dolayı da “Vasıl bizden ayrıldı” diyerek Hasan-ı Basrî onu huzurundan kovmuştur.

Hasan-ı Basrî, ahlak-ı hamîde bakımından en çok Resulullah (s.a.v.)’a benzeyen bir zattır. İlmi, vakarı, sükûneti, şekli ve şemâli de ona çok benzerdi. Ayrıca tasavvufta öyle sözleri vardır ki; diğer velilerden işitilmemiştir. Kendisine “bu sözleri nereden aldın” diye soranlara “Huzeyfetü’l-Yemânî’den aldım” diye cevap verirlerdi. Binaenaleyh tarikatta Hasan-ı Basrî’ye kadar çıkan yollar vardır.

110/728 yılında Recep ayında, seksen dokuz yaşında iken vefat etmiştir. Cenazesini çok kalabalık bir topluluk kaldırmıştır.

Kuddise Sırrıhû.

Abdullah Demircioğlu 

Bizi sosyal medyada paylaşın:

TABİİN NESLİNİN BÜYÜK İMAMI HASAN BASRİ RADIYALLAHU ANH

REKLAM ALANI

Hasan-ı Basri, Tâbiînin büyüklerinden olup, Zâhid, muhaddis, fakîh ve müfessirdir.

Adı, Ebû Sâid el-Hasan b. Ebi’l-Hasan Yesâr el-Basrîdir. Babası Yesâr, Irak’ın bir kasabası olan Meysânlıdır. Yesâr, Meysan’ın fethedilmesi sırasında esir düşmüş ve buradan efendisinin kendisini âzâd ettiği, daha sonra da Hasan-ı Basrî’nin annesi Hayrâ ile evlendiği Medine’ye götürülmüştür. İste, Hasan-ı Basrî, burada Hazreti Ömer’in halifeliğinin son ikinci yılı olan Hicrî 21 senesinde doğmuştur. (21/641)

Annesi Hayrâ (yada Hayriye)hanım, Peygamberimizin hanımı anamız Ümmü Seleme radıyallahu anhumaya hizmette bulunmuştur. Bu arada, Ümmü Seleme anamızın Hasan’ı emzirdiği ve ondaki hikmet ve belâgatın bundan dolayı olduğu söylenir. Ayrıca, Ümmü Seleme radıyallahu anhuma anamızın, kendisini Hz. Ömer radıyallahu anhum Efendimize götürdüğü ve onun için şöyle dua ettiği de rivâyetler arasındadır; “Yâ Rabbi, onu dinde fakîh kıl ve insanlara sevdir. (İbn Sa’d, Tabakât, VII/I, 114).

Tasavvuf Yolunun İmamlarındandır

En son vefat edenleriyle birlikte üç yüz sahabe ile görüştüğü rivayet edilir. Bu bakımdan tâbiînin önde gelenlerinden olup ilim ve fazileti, zühd ve takvâsı ile meşhurdur. Ebû Tâlib Mekkî, Hasan-ı Basrî’nin tasavvuf yolunda imamları olduğunu söylemiştir. Enes b. Mâlik, kendisine bir mesele sorulduğunda, onun Hasan-i Basrî’ye de sorulmasını, onun derin ilim sahibi olduğunu söylerdi (İbni Sa’d, Tabakât, s. 128).

Hasan-ı Basrînin zühd anlayışı, tefekkür, nefs muhasebesi, dünyadan uzaklaşma ve Allah aşkına dayanmaktadır. Hüzne çok kıymet verir ve kıyameti aklından hiç çıkartmadığı için daima hüzünlüdür.

Hüznü savunan bir sözünde “Uzun hüzün, iyi amellerin kaynağıdır” demektedir. İmanın kemal bulması için, mü’minin akşam-sabah hüzün içerisinde olması gerektiğini zarurî gören Hasan Basrî, “Kişi hüznü sayesinde ancak dinîni ikmal eder” diye de yemin ederdi.

Günümüze kadar ulaşan bütün rivayetler, onun daima ahiret tasasında olduğu konusunda birleşmektedir. Kur’an’dan bir ayet okusa ağlar ve “Vallahi Ey ademoğlu! Eğer sen Kur’an okur, ona inanırsan; bu dünyada üzüntün artacak, korkun şiddetlenecek, ağlaman çoğalacaktır!” dermiş.

Çağdaşı olan fazilet sahiplerinin “İlim ve amel yönünden yaşadığı asırdaki insanların efendisi idi” sözü Hasan Basrî radıyallahu anhumun büyüklüğünü anlamamıza yardımcı olacaktır.

İmam Hasan Basrî Hazretleri, akibetinden çok korkan ve çok ibadet eden bir insandı. Kalbin diri olmasının ancak ibadetle mümkün olabileceğine kanaat getiren İmam şöyle derdi: “Kalpler Ölür ve dirilir. Kalpler öldüğünde onu farzlarla diriltmeye çalışın, dirildiğinde de nafilelerle onu terbiye edin ve edeplendirin.”

“En küçük hayırı kıymetsiz görme!”

Hasan-ı Basri rahmetullahi aleyh şöyle buyurur: “Amellerine bak, onları incele. Çünkü birbirinden kesin sınırlarla ayrılan hayır ve şer tartılacak. En küçük bir hayırı değersiz bulma, âhirette o sana fayda verecek. En küçük bir kötülüğü zararsız sayma, ahirette aleyhinde olacaktır.”

Mümini şöyle tarif eder

İmam Hasan-ı Basri radıyallahu anh hazretleri, “Mü’min, Allah’ın beyanlarını, buyruklarını O’nun (cc) dediği gibi bilen, insanlar arasında en güzel ve en çok ibadet eden, en çok Allah’tan korkan kimsedir.”

“O, Allah yolunda dağ kadar altın infak etse, hep Allah’ın yardımını diler ve kendisinden asla emin olamaz. Salah, birr ü takva ve ibadette derinleştikçe derinleşir de sonra yine ‘kurtuluşa eremeyeceğim’ düşüncesiyle ıstırap duyar durur.”

“Mümin nefsini Allah adına hesaba çeken insan olmalıdır. Kıyamet günü hesabı hafif geçecek olanlar, dünyada hesaplarını yapanlar ve titiz davrananlardır. Hesabı o gün şiddetli olanlar ise dünyada hesap kitaptan uzak olarak nefsin peşine koşanlar olacaktır.”

Ya kurtulacak ya helak olacaksın

Bir kimse kendisinden nasihat istediğinde İmam Hasan-ı Basri radıyallahu anh ona şöyle nasihat etmiştir; “Büyük güçlükler ve korkunç hâdiseler önündedir. Bunlarla muhakkak karşılaşacaksın, ya kurtulacak veya helâk olacaksın. İyi bil ki, hesaba çekilmeden önce nefsinin muhasebesini yapan kazanır, nefsinden gâfil olan zarar eder, sonunu düşünen kurtulur, hevâ ve hevesinin peşinden giden sapıtır, yumuşak ve mülayim olan kazanır, Allahtan korkan emin olur. Emin olan ibretle bakar ve basîret sahibi olur. Basîret sahibi olup, gören anlar. Anlayan bilir. Ayağının kaydığı yerden hemen geri çekil, pişman olduğun şeyi at. Unuttuğunu sor ve kızdığın vakit, nefsine hâkim ol.” dedi.

Sakın günah işleme!

Adamın biri Hasan-ı Basrî radıyallahu anh Efendimize gelip, “Bana nasîhatte bulununuz.” deyince “Sakın günah işleme. Aksi halde kendini ateşe atmış olursun. Halbuki sen, bir kimsenin pireyi ateşe attığını görsen, iyi karşılamazsın. O halde, her gün kendini defalarca ateşe atmayı nasıl iyi karşılarsın.” buyurdu.

“Beldeler harap olacak, mal mülk dağılacaktır!”

İmam Hasan basri radıyallahu anh Efendimiz şöyle buyurmuştur; “Her sağlam olana bir dert, her gence bir ihtiyarlık ve her ihtiyara (her insana) bir ölüm gelecektir. Yarın ruh cesetten ayrılmayacak mı? İnsan evlâdından ve malından ayrılmayacak mı? Kefene sarılıp, mezara konmayacak mı? Ey insanoğlu beldeler harab olacak, mal mülk dağılacak, çocuklar yetim kalacak!”

Vefatı

Hasan-ı Basri hazretlerinin hayatının sonları Basrada geçtiği, orada vefat edip, orada defnedildiği de bilinmektedir. Hasan Basrî’ Hazretlerinin vefatı büyük tabiîn imamları arasında çok büyük üzüntü ve hüzünle karşılanmıştır.Allah Tealâ, Hasan Basrî ve emsali büyüklerin bereketlerini üzerimizden eksik etmesin. Amin..

Tweetle

REKLAM ALANI

HASAN-I BASRÎ

Tâbiînin ve bu devirdeki evliyânın en büyüklerinden. İsmi, Hasan bin Ebi'l-Hasan Yesâr'dır. Künyesi Ebû Muhammed ve Ebû Saîd'dir. Aslen Basralı olduğu için Basrî ismiyle meşhûr olmuştur. Babasının ismi, Firûz, Yesâr veya Câfer'dir. Annesininki ise, Hayre'dir. 641 (H.21) senesinde Medîne-i münevverede doğdu. 728 (H.110) senesinde Basra'da vefât etti.Kabri Basra'da Sâlihiyye adı verilen yerde olup sevenleri tarafından ziyâret edilmektedir.

Hasan-ı Basrî hazretlerinin babası Basralıydı. Müslüman olmadan önce Fîrûz ve Yesâr isimleriyle anılıyordu. Müslüman olunca Câfer ismini aldı. İslâm ordularının gittiği Meysân fethi sırasında esir düştü. Eshâb-ı kirâmdan Zeyd bin Sâbit el-Ensârî'nin kölesi oldu. Annesi Hayre Hâtun ise Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) hanımlarından Ümmü Seleme'nin (radıyallahü anhâ) câriyesi, hizmetçisiydi. Bu ikisi müslüman olmadan evlendiler. Hazret-i Ömer'in halîfeliği sırasında 641 (H.21) senesinde bu evlilikten Hasan-ı Basrî dünyâya geldi. Doğduğunda teberrüken ad koymak üzere hazret-i Ömer'e götürdüler. Hazret-i Ömer onun güzel yüzünü görünce; "Adı Hasan (güzel) olsun." buyurdu. Böylece Hasan adı verildi.

Hâlen müslüman olmamış olan bu âile, Medîne'de Vâdi'l-Kurâ denilen yerde oturuyordu. Annesi Hayre, Ümmü Seleme'nin (radıyallahü anhâ) evine gidip geliyor, onun hizmetini görüyordu. Küçük Hasan-ı Basrî'yi de berâberinde götürüyordu. Annesi Ümmü Seleme'nin bir ihtiyâcını görmek için dışarı çıktığında henüz bebek olan Hasan-ı Basrî ağlıyor, hazret-i Ümmü Seleme de onu şefkat dolu kollarına alarak bağrına basıyor ve hattâ onu emzirdiği oluyordu. Hazret-i Ümmü Seleme; "Yâ Rabbî! Sen bu çocuğu âleme imâm ve Âdemoğullarına uyulacak kimse kıl. Halk ona uysun, onun gittiği hak yolunu tutsun." diye duâ buyurdu. Hazret-i Ümmü Seleme ihtiyar olduğu halde bu mübârek çocuk sebebiyle Allahü teâlâ onu emzirmesi için süt ihsân etmişti. Hasan-ı Basrî'nin bütün hayâtı boyunca, fikrî yapısına ve yaşayışına tesir ederek mutluluğunu hazırlayacak olayların başta geleni belki de budur. Ondaki hikmet ve fesâhatin sırrını bu hâdiseye bağlayanlar vardır.

Zamanla anne ve babası müslüman oldular ve kölelikten âzâd edildiler. Böylece huzurlu ve mutlu bir âilenin çocuğu olan Hasan-ı Basrî'nin çocukluğu Medîne-i münevverede geçti. Bu sebeple Arapçayı en iyi şekilde öğrendi. Hazret-i Ümmü Seleme'nin evine annesiyle birlikte gidip gelen Hasan-ı Basrî, İslâm ahlâkıyla yetişti. Çocuk yaşta Kur'ân-ı kerîmi ezberledi. İlk gençlik yılları Hazret-i Osman'ın halîfeliği sırasında Halîfenin Mescid-i Nebîde irâd ettiği bir hutbeyi dinledi.Hazret-i Osman'ın sohbetlerinde bulunup istifâde etti. Bu yüce halîfenin âsiler tarafından şehîd edilmesine şâhid oldu. Hasan-ı Basrî bu sırada on dört-on beş yaşlarındaydı. Medîne-i münevverede bulunduğu sırada Eshâb-ı kirâmın ileri gelenlerini görüp onların sohbetlerinde bulundu. Yetmiş tânesi Bedir Harbine katılmış olan yüz otuz civârında Sahâbe-i kirâmdan (radıyallahü anhüm) ilim ve feyz alıp, hadîs-i şerîf dinledi. Zâhirî ilimlerde yüksek derecelere yükseldi.

Hasan-ı Basrî on beş, on altı yaşlarındayken âilesiyle birlikte Medîne-i münevvereden ayrılarak zamânın önemli ilim merkezlerinden olan Basra'ya gitti.

Babasının memleketi olan Basra'ya yerleştikten sonra Abdullah bin Abbâs, Enes bin Mâlik, Abdurrahmân bin Semûre, Semûre bin Cündeb, İyâd bin Himâr, Ma'kıl bin Yesâr ve Esved bin Serî radıyallahü anhüm gibi sahâbilerin ilim meclislerinde ve sohbetlerinde bulundu. Hadîs, tefsîr, fıkıh ilimlerinde yüksek ilim sâhibi oldu.

Bundan sonra Abdurrahmân ibni Semûre komutasındaki orduyla Sicistan'a giden Hasan-ı Basrî rahmetullahi aleyh, ilmî çalışmalarının yanında fetih ordularına da katıldı. Yine İbn-i Ziyâd, Horasan'a vâli olunca onunla birlikte Horasan'a gitti. On sene kadar süren faâliyetleri sırasında birçok sahâbî ile görüştü. Onlardan ilim öğrendi ve rivâyetlerde bulundu. Daha sonra Basra'ya dönüp orada bulunan sahâbîlerden ve Tâbiînin büyüklerinden ders almaya devâm etti. Böylece Eshâb-ı kirâmın Peygamberimizden naklen bildirdiği îtikâd, îmân, zâhir ilimlerini iyice öğrendi ve yetişti.

Hasan-ı Basrî hazretleri tasavvuf yoluna girmeden önce inci ticâreti ile meşgûl oldu. Bu yüzden Hasan-ı Lü'lûî diye anıldı. Ticâret için çeşitli yerlere gidiyordu. Ticâretle uğraşıp zengin olmuştu. Bir defâsında yine ticâret için Rum diyârına (Anadolu'ya) gitmek üzere yola çıktı. Uzun ve meşakkatli yolculuktan sonra Kayseriyye şehrine ulaştı. Vardıkları şehrin kapısında o diyârın hükümdârına kıymetli hediyeler vererek ticâret izni almak âdetti. Hazırladıkları hediyeyi hükümdâra takdim etmesi için vezire götürdüler. Vezir; "Bugün bir tören var, yarın takdim edelim." dedi.

Hasan-ı Basrî o gece vezirin konağında misâfir kaldı. Sabah olunca vezire kendilerinin de yapılacak törenleri takib etmek istediklerini bildirdi. Vezir kabûl etti. Vezirle birlikte tören yerine geldiler. Gördükleri manzara şöyleydi: Büyük bir meydanın ortasında süslü bir çadır kurulmuştu. Çadır saf ipek ve ibrişimden, direkleri ise gümüş ve altındandı. Çadırın önünde parlak yumuşak şilteler, divanlar kurulmuştu. Bu şilteler iyi cins atlastan ve çeşitli memleketlerden getirilmiş nâdide ve eşi bulunmayan kumaşlardan yapılmıştı. Çadırın içinde ise bir tâbut bulunuyordu. Hükümdârın ülkesinin ileri gelenleri, esnaf, çiftçi ve sanatkârları neleri varsa bütün malzemeleri ve âletleriyle meydanda hazırlanmışlardı. Askerler ise alaylar hâlinde meydanın ortasındaki süslü çadırın etrâfında toplanmışlardı. Askerler belli bir makam üzerine nâralar attılar, meydanın bir yönüne doğru çekilip gittiler. Arkasından ülkenin ileri gelenleri, çiftçiler ve ticâret erbâbı kimseler çadırın etrâfında dönüp bağrıştılar. Sonra onlar da bir yöne çekilip gittiler. Arkasından o şehrin diğer insanları, atları üzerinde, mücevherlerle süslü civan yiğitler, feylosoflar, müneccimler, hâkimler, doktorlar ellerinde mesleklerinin işâreti olan âletlerle çadırın etrafında çeşitli nâmelerle dönüp gittiler. Sonra vezir ve Kayser (hükümdâr) ve onların yakın has adamları meydanın ortasına doğru ilerleyerek ortada kurulu süslü çadıra girdiler. Orada gerekli vazîfeler yapıldıktan sonra herkes evine döndü. Hasan-ı Basrî de vezirle birlikte vezirin evine döndü ve yapılan tören ile ilgili bilgi sordu. Vezir dedi ki: "Çadırın ortasındaki duran tâbut Rum Kayserinin oğlunun tâbutudur. O genç, son derece güzellik sâhibi, kuvvetli ve heybetli idi. Bütün fenlerde ve ilimlerde bilmediği bir husus yoktu. Silâhşörlükte arkasını yere getiren bir er çıkmamıştı. Gökten gelen bir âfet ile kazâya uğradı. Kendisine verilen bütün ilaçlar ve devâlar şifâ vermedi ve öldü. İşte her yıl bu günde o genci anmak için gördüğün bu törenler düzenlenir. Herkes onun tabutunun bulunduğu çadırın yanına varır "Herbirimiz senin uğruna canımızı fedâya hazırız, ama ne yazık ki elimizden bir şey gelmiyor. Bütün servetlerimizi, güzelliklerimizi, ilim ve hünerlerimizi emrine tahsis ettik, ama dünyâ kurulalı beri insanlar zengin fakir ölümden kurtulmaya muvaffak olamamışlardır." derler. Vezir devâm ederek; "Ey tüccarbaşı! İşte bu mânâyı anlamak için Kayser ve diğer devlet erkânı ve hükümdârın yakınları çadıra girip cenâzeyi kucaklayarak tesellî bulmaya çalışırlar. Ellerinden bir şey gelmediğini ve âcizliklerini anlayarak dağılırlar." dedi.

Bu hâdise Hasan-ı Basrî'ye çok tesir etti. Zâten dünyâ malının makam ve güzelliklerinin geçici olduğunu bilen Hasan-ı Basrî hazretleri bu hakîkati yakînen kavradı ve ticâreti bırakıp tamâmen âhirete yöneldi. Dönüşünde, şehre girer girmez elindeki malların hepsini fakirlere ve ihtiyaç sâhiplerine dağıttı. Basra Hâkimi olan Muhsin Ali'den el alarak tasavvuf yoluna yöneldi. Tasavvuf yolunda kısa zamanda ilerleyip mânevî derecelere yükseldi. Hiçbir zaman halktan bir şey kabûl etmedi. Ancak hocası Muhsin Ali'nin izni ile vâz edip, talebelerini yetiştirdi.

Hazret-i Ali, halîfeliği sırasında şehir şehir dolaşıp, halkını bizzat ziyâret edip dertlerini dinlemeyi kendisine âdet edinmişti. Nerede bir şeyh veya vâiz görse veya duysa, giderek onu dinler, doğru yoldan ayrılanları edeplendirir, doğru olanları takdir ederdi. Bu şekilde gezerken yolu Basra'ya düştü. Devesinden inip orada üç gün kaldı.Şehri baştan başa gezerken bir mecliste Hasan-ı Basrî'nin vâz ettiğini gördü. Hemen meclisine dâhil olup vâzını dinledi ve beğendi. Sonra ona; "Ey Hasan! Zamanın hâdiselerini anlatan biri misin? Yoksa hakîkî gerçeği öğretmek isteyen bir kişi misin?" diye sordu. Hasan-ı Basrî; "Resûl-i ekremden bize ne ilim geldi ise onu yaymaya çalışıyoruz. Haberini doğru bulduğum ilmi halka söylemekten çekinmiyorum." dedi. Hazret-i Ali tebessüm ederek ona yöneldi ve tebrik etti. Daha sonra meclisten dışarı çıktı. Hasan-ı Basrî hazretleri onun hazret-i Ali olduğunu anlayıp hemen kürsüden indi, eteğinden tutup mübârek ayaklarına yüzünü gözünü sürüp öptü. Sonra hazret-i Ali'den zikir telkini istedi. Bâbü't-Taşt denilen yerde bulunuyorlardı. Hazret-i Ali tasavvuf ile ilgili gizli sırları Hasan-ı Basrî'ye burada anlattı.

Sonra Hasan-ı Basrî ona bîat etti. Hazret-i Ali ona icâzet vererek zikir telkiniyle ve insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatmakla vazîfelendirdi. Sonra tarîkattaki ilk Hilâfetnâme'yi yazıp Hasan-ı Basrî'ye verdi. Tarîkat ehli arasında usûl olan "İzinnâme, icâzetnâme" denilen yazılı kâğıt verme usûlü hazret-i Ali'den kaldı.

Hasan-ı Basrî hazretleri kavuştuğu bu mânevî iltifât ve derecelerin verdiği zevkle kırk gün bir şey yiyip içmedi. Sonra irşâd seccâdesine oturup, insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatmaya devâm etti.

İlimde, rivâyetlerine en çok başvurulan âlimlerden ve fazîlet sâhibi yüksek velîlerden oldu. İlim aldığı kaynağın sağlamlığı ve asr-ı saâdete yakınlığı sebebiyle ilimde çok yüksek seviyeye ulaştıktan sonra fetvâ vermeye ve talebe yetiştirmeye başladı. İlimdeki şöhreti, ahlâkı, ders vermekteki üstünlüğü her tarafa yayıldı. Derslerine ve vâzlarına pekçok insan toplanırdı. Hattâ evi, sohbetinden istifâde etmek için gelenlerle dolup taşardı.

İlim ve fazîletlerinden istifâde ettiği Eshâb-ı kirâm ile kendi içinde bulunduğu nesli kıyas ederek:

"Siz onları görseydiniz mecnûn (deli) zannederdiniz. Onlar sizin iyilerinizi görseler; "Bunlar iyilik ve hayırdan nasipsiz kimselerdir.", kötülerinizi görseler; "Bunlar da müslüman mı?" derlerdi." buyurdu.

Allahü teâlânın rızâsına kavuşmanın yanında, dünyâ ve dünyâdakilerin tamâmen boş olduğunu anlayan Hasan-ı Basrî hazretleri, elinde bulunanları fakir ve ihtiyaç sâhiplerine tasadduk etti. Tamâmen ilim ve ibâdetle meşgûl oldu. Dünyâdan yüz çevirip zâhid bir hayat yaşamaya devâm etti.

Hasan-ı Basrî hazretleri, zamânının halîfesi Ömer bin Abdülazîz'e yazdığı mektupta da dünyânın boş olduğunu şöyle anlattı:

"Şüphesiz ki dünyâ, geçip gidilecek bir konaktır. Ebedî kalacak yer değildir. Dünyâda zenginlik ona dalmamaktır. Üzerinde yaşayanlar her an birer birer ölmektedir. Onu üstün tutan zillete, toplayan fakirliğe düşer. Dünyâ zehir gibidir. Onu bilmeyen yer, o da onu helâk eder (öldürür). Dünyâda, yaralı olup da yarasını tedâvî ile uğraşan kimse gibi ol. Yaralı kimse yarasının azmasından korkarak perhiz yapar, daha şiddetli acıya düşmemek için çektiği acıya sabreder. Tuzakları süsler altında gizlenmiş olan şu gaflet dünyâsından sakın. Ona dalma! Bitmeyen arzularla gönüller çeken sözlerle süslenmiş, nicelerini aldatıp, kendine meftun etmiştir. Süslenmiş gelin gibidir. Gözler ona bakmakta, kalbler ona hayran, nefsler ona âşık, o ise âşıklarını helâk ediyor. Yaşayanlar ölenlerden, sonrakiler öncekilerden ibret almıyor. Ârif olanlar bile bu hususta dalgındır. Ona düşkün olan, ondan dünyâlık elde eder. Fakat aşırı giden aldanır, âhirete gideceğini, dönüşünü unutur. Kalbi dünyâya dalar ve ayağı kayar. Sonra da büyük bir pişmanlığa ve derin bir hasrete düşer.

Dünyâya düşkün kimse, murâdına kavuşamaz. Bir gün olsun rahat nefes alamaz. Her gün, ayrı bir düşünce, keder getirir. Derken dünyâya o kadar dalar, ömür biter de ecel bir gün onu yakalayıverir. Sonunda, azıksız âhiret yolculuğuna çıkmak zorunda kalır. İşte böyle duruma düşmekten sakın.

Ey müminlerin emîri! Dünyâdan kendini muhâfaza edebildiğin müddetçe, sevinçli ol. Yoksa, ne kadar üzülsen yeridir. Dünyâ kimi sevindirirse, sonunda mutlaka beğenilmeyen bir şey vardır. Dünyâda sevinen aldanmıştır. Bugün faydalı görünen dünyâ yarın zarar verir. Dünyâda, ümit, belâ berâberdir. Dünyâda kalmanın sonu yok olmaya gider. Onun sevinci hüzün ile karışıktır. Dünyâda ne geleceği belli olmaz ki, beklenip tedbir alınsın. Dünyâdaki arzular, yalancıdır. Emelleri boştur. Onun iyiliği kederdir. Eğer iyi düşünürse, Âdemoğlu, onda her an tehlike ile karşı karşıyadır. İnsan, rahatlık hâlinde de, musîbet zamânında da, tehlikeli durumlara düşmemeye gayret göstermelidir. İnsana öleceğini Allahü teâlâ ve peygamberleri aleyhimüsselâm, bildirmemiş olsa bile, dünyâ onu uykudan mutlaka uyaracaktır. Bununla beraber, yine Allahü teâlâdan azâb ile korkutan, Cennet ile müjdeleyen rehberler geldi. Allahü teâlânın indinde dünyânın zerre kadar kıymeti yoktur. Resûlullah efendimize dünyâ hazîneleri arz olundu da, O kabûl etmedi. Verilmiş olsaydı bile, Allahü teâlânın nezdindekinden sivrisinek kanadı kadar bir şey eksilmezdi. Dünyâ, imtihân için sâlih ve ibâdet edenlerden alındı. Aldatmak için de, Allahü teâlânın düşmanlarına verildi. Dünyâ verilerek aldatılanlar, dünyâyı elde etmekle, ele geçirmekle, kendilerine ikrâm edildiğini zannederler. Allahü teâlânın, Mûsâ aleyhisselâma şöyle buyurduğu rivâyet edilir: "Zenginliğin geldiğini gördüğün zaman, (Bu cezâsı çabuklaştırılmış bir günah) de, fakirliğin geldiğini görürsen, (Hoş geldin ey sâlihlerin şiârı, alâmeti) de, istersen rahatlık sâhibini öv."

Îsâ aleyhisselâm; "Katığım açlık, şiârım korku, bineğim iki ayağım, elbisem yün, ışığım ay, yemeğim ve meyvem yerden bitenler. Yanımda hiçbir şey olmadan sabahlar ve akşamlarım. Yeryüzünde benden zengin kimse yoktur." buyurmuştur.

Hasan-ı Basrî hazretlerinin Basra Mescidinde verdiği dersler büyük bir talebe topluluğu tarafından tâkib edilirdi. İlmi, zühdü, konuşmasındaki fesâhati ile herkes tarafından sevildi ve şöhreti her tarafa yayıldı. Hattâ halîfe ve vâliler onun ilminden istifâde etmek için, adamlar veya mektuplar göndererek baş vurdular. Ömer bin Abdülazîz'in halîfeliği zamânında, âlimlere ve evliyâya büyük bir hürmeti olan Basra vâlisi Adiyy bin Ertât, Hasan-ı Basrî'yi Basra kâdılığına getirdi. Devlet adamlarıyla olan münâsebeti bu şekilde artmış oldu.

Adâleti, takvâsı ve hizmetleriyle meşhûr Emevî halîfesi Ömer bin Abdülazîz rahmetullahi aleyh, Hasan-ı Basrî'ye mektup yazıp, âdil devlet reisinin nasıl olması gerektiğini kendisine yazmasını istemişti. Bu arzu üzerine Hasan-ı Basrî rahmetullahi aleyh şu mektubu yazdı: "Ey Müminlerin emîri! Bilmiş ol ki, Allahü teâlâ âdil devlet reisini, zulme, haksızlıklara mâni olucu, zayıflara yardımcı, darda kalanlara destek olarak yaratmıştır.

Âdil devlet reisi, kendi malını nasıl korur ve evlâdına nasıl şefkatli davranırsa, tebaasına da öyle davranır. O bedendeki kalp gibidir. Uzuvlar onun iyi olmasıyla iyi olur. Bozulmasıyla da bozulur.

Âdil devlet reisi Allahü teâlânın emirlerine uyar. O'na itâat eder. Emrindeki tebaasını da Allahü teâlâya itâat etmeye sevk eder. Ey müminlerin emîri, saltanatta, sâhibinin himâyesine verdiği malı ve âileyi darmadağın eden köle gibi olma! Allahü teâlâ kötülüklerden sakınılması için cezâlar emretti. Bunu uygulayacak olan (reis) suç işlerse yakışık olur mu?

Ey müminlerin emîri! Ölümü, ölüm ânında yakınlarının sana yapacakları yardımın azlığını ve ölümden sonrasını düşün. Ölüme ve ondan sonrasına hazırlık yap. İyi bil ki, şimdi bulunduğun makamdan başka, senin kabir denen başka bir makamın daha vardır. Orada uzun müddet kalacaksın. Dostların seni yalnız bırakacak ve tek başına kalacaksın. Kişinin kardeşinden, anasından, babasından, hanımından ve çocuklarından kaçacağı günde, sana yardımcı ve dost olacak şeyi hazırla. Kabirdekilerin diriltileceği, gizli şeylerin ortaya çıkarılacağı zamanı hatırla. Artık o zaman bütün sırlar açılmış olacaktır. Büyük küçük ne varsa hepsi amel defterine yazılmıştır.

Ey müminlerin emîri! Şu anda sen bir mühlet içindesin. Fırsat eldeyken ve ecel gelip, çatmadan, fırsat elden gitmeden Allahü teâlânın kulları hakkında adâletle hüküm ver câhillerin hükmü ile hüküm verme! Onlar hakkında zâlimlerin tuttuğu yolu tutma! Böyle yaparsan hem kendi günâhını, hem de başka günâhları yüklenirsin... Senin felâketine sebeb olan şeylerden istifâde eden insanlar seni gaflete düşürmesin. Kendileri dünyâ menfaatlerini elde etmek için seni âhirette kavuşacağın nîmetlerden uzaklaştırırlar. Bu günkü gücüne kuvvetine bakma, âhirette hâlinin ne olacağını düşün ve ona göre iş yap. Ölüm bir ağ gibi seni sarmış her an yaklaşmaktadır. Hesap vereceksin.

Ey müminlerin emîri! Sana şefkat edip, elimden gelen nasîhatı yaptım. Bu mektubumu dostunu tedâvi eden tabibin ilâcı gibi kabûl et. O, dostunu şifâya kavuşturmak için acı ilâç içirir.

Allah'ın selâmı, rahmeti ve bereketi üzerine olsun ey müminlerin emîri."

Basra'da bulunduğu sırada evlenen Hasan-ı Basrî hazretlerinin Saîd ve Abdullah isminde iki oğlu ile bir kızı oldu. Mütevâzî bir evde yaşadığı gibi evinden hiç misâfiri eksik olmazdı. Tek başına yemek yediği görülmedi. Onun iki türlü meclisi vardı. Birincisi mütevâzi ve kerpiçten yapılmış olan evi, ikincisi ise mescidiydi. Mesciddeki meclisi umûmî olup ona herkes gelebiliyor ve orada her ilimden konuşulabiliyordu. Evindeki meclis ise husûsiydi. Daha ziyâde ihvân (kardeşler) ismini alanlar oraya gelebiliyordu. Bâzan evinin misâfirlerle dolup taştığı da olurdu. Hattâ öyle zamanlar olurdu ki, sabahın erken saatlerinde gelenler bir türlü evden ayrılmak istemezlerdi. Bir defâ oğlu onlara; "Şeyhi biraz rahat bırakınız. Onu çok yordunuz. Zîrâ daha bir şey yememiş ve içmemiştir." dedi. Hasan-ı Basrî hazretleri oğlunun bu müdâhalesini uygun bulmayıp; "Sus. Allah'a yemin ederim ki, onları görmekten gözüme daha güzel gelen bir şey yoktur." diyerek oğlunu îkâz etti.

Hasan-ı Basrî hazretlerinin sohbetlerini cinnîler dahi dinlerdi. Talebelerinden birisi şöyle anlattı: "Bir gün sabah namazı vaktinden önce Hasan-ı Basrî hazretlerinin devamlı olarak namaz kıldıkları mescide vardım. Mescid daha açılmamıştı. Kapının üzerinde kilit vardı. Beklemeye başladım. İçerideki büyük bir kalabalıktan yüksek âmin sesleri geliyordu. Biraz sonra Şeyh hazretleri yalnız olarak dışarı çıktı. Ben büyük bir merakla âmin seslerinin kimin tarafından söylendiğini sordum. Şeyh hazretleri bana; "Yâ Abdullah kimseye söyleme. Her gün cinler gelir, benden duâ etmemi isterler. Ben de duâ ederim, onlar "âmîn" derler." buyurdu.

Bir gün Hasan-ı Basrî hazretlerine birisi gelip; "Filan kimse seni çekiştirdi, gıybet etti." deyince; "Sen o zâtın evine niçin gitmiştin?" diye sordu. O şahıs; "Misâfir olarak dâvet etmişti." dedi. Sonra, ne ikrâm ettiğini sorunca; "Çeşitli yemekler ve meşrubat..." cevabını aldı ve buna karşı; "Bu kadar yemeği içinde sakladın da, bir çift sözü saklayamayıp bana mı getirdin?" dedi.

Daha sonra kendisinin aleyhinde konuşan bu kimseye, bir tabak tâze hurma ile birlikte özür dileyerek, şöyle haber gönderdi: "Duyduğuma göre sevaplarını, benim amel defterime geçirmişsin! İsterdim ki, karşılık vereyim! Kusura bakmayın! Bizim hediyemiz sizinki kadar çok olmadı."

İbn-i Sîrîn ve Şâbî gibi zâtlarla da görüşüp sohbet eden Hasan-ı Basrî hazretleri pekçok talebe yetiştirdi. Onun yetiştirdiği zâtlardan iki yüz otuz altısının isimleri kitaplara geçmiştir. Bunlardan altmış sekizinin hadîs rivâyetleri Kütüb-i Sitte adı verilen meşhûr hadîs-i şerîf kitaplarında yer almaktadır.

Talebelerinin en meşhurları; Hasan-ı Basrî'nin tefsîrlerini nakleden Katâde, hadîsteki rivâyetlerini en iyi bilen Hişâm ibni Hassan, hadîs naklinde "hüccet" derecesine gelen Yûnus bin Ubeyd, "Basra gençlerinin seyyidi" buyurduğu ve hadîste hüccet derecesine yükselen talebesi Eyyûb ibni Ebû Temîme gibi kıymetli âlimlerdir.

Basra'da Hasan-ı Basrî hazretlerinin sohbetlerini dinleyen ve ondan istifâde eden tasavvuf ehli arasında Râbiatü'l-Adviyye, Mâlik bin Dînâr, Habîb-i Acemî gibi zâtlar da vardır.

Eshâb-ı kirâmın, Peygamberimizden (sallallahü aleyhi ve sellem) bildirdiği din bilgilerini ve doğru inanış olan Ehl-i sünnet îtikâdını naklederek insanların hidâyete kavuşmasına hizmet eden Hasan-ı Basrî hazretlerinin konuşması, ilmi, vakarı, sükûneti ve görünüşü Resûlullah efendimize (sallallahü aleyhi ve sellem) çok benzerdi. Tasavvuf hakkında söylediği sözler, diğer evliyâdan işitilmezdi."

Hasan-ı Basrî hazretleri verâ ve tevâzu sâhibiydi. Tevâzu alâmeti olarak sûf (yün) giyerdi. Buyurdu ki: "Bedir Harbine katılmış yetmiş kadar Sahâbiye yetiştim. Bunların sûftan başka bir şey giydiklerini görmedim. Sûf elbise giyen tevâzu için giyerse, Allahü teâlâ onun basîret nûrunu artırır. Riyâ ve büyüklenmek maksadıyla giyerse, mancınıkla Cehennem'e atar."

Âlimlerin ve ilmin fazîletiyle ilgili olarak da buyurdu ki:

Kıyâmet günü şehîdlerin kanı âlimlerin mürekkebi ile tartılacak, şehîdler diyecekler ki: "Âlimler zamanlarının ışık kaynağıdır. Her âlim zamânının lambasıdır. İnsanlar âlimler vâsıtası ile aydınlanırlar."

Hakîkî fakîh, dünyâya kıymet vermeyip, âhirete rağbet eden, hatâlarını görebilen, Rabbine ibâdette devamlı olan, şüphelilerden uzak duran, başkalarının bir şeyine zarar vermekten sakınan âlim kimsedir.

Gönlün ferah olup duânın makbûl olmasını istersen, şu beş şeyi terk etme:

1) Dünyâya harîs olmayan, her işi Allah rızâsı için yapan âlimlerle berâber ol.

2) Gece namazı kıl! Kazâya kalmış namazlarını, geceleri de kazâ ederek bir an önce öde! Farz namazı kazâya kalan kimsenin, sünnet ve nâfile namazları kabûl olmaz. Yâni sahîh olsa da sevap verilmez. Âlimlerimiz buyuruyor ki, şeytan, müslümanları aldatmak için, farzları ehemmiyetsiz gösterip, sünnet ve nâfileleri yapmaya sevk eder.

3) Tegannî etmeden Kur'ân-ı kerîm oku.

4) Namazlarını tam olarak, vaktin geldiğini bilerek ve evvel vaktinde kıl.

5) Helâl ye. Helâl yiyenin duâsı makbuldür. O halde helâli, haramı öğrenmek lâzımdır.

Hasan-ı Basrî hazretleri güzel ahlâk sâhibi ve cömertti. Maaşını alır almaz fakirlere dağıtırdı. Cimriliğin kötülüğünden bahsederdi. Cimri kimselerden birisinin vefâtı sırasında yanında bulundu ve ona; "O para ve malları sana teşekkür etmeyeceklere bıraktın, şimdi özrünü kabul etmeyecek olan Allahü teâlâya gidiyorsun." buyurdu. İsrâf hakkında da; "Bir kimsenin malını nereden kazandığını öğrenmek istediğiniz zaman, onu nereye harcadığına bakınız. Şüphesiz habîs yâni helâl olmayan kazanç israfta harcanır." buyurdu. Cimri ile müsrif arasında orta yolu seçen bir kimse olan Hasan-ı Basrî hazretlerinin; "Ey Âdemoğlu! Karnının üçte birine kadar ye, üçte birine kadar iç, üçte birini de düşünme ve teneffüs (solunum) için ayır." sözü tıp otoritelerini hayrete düşürecek mâhiyettedir.

Hasan-ı Basrî hazretleri Mekke-i mükerremede duânın kabûl olduğu yerleri şöyle bildirdi: 1) Tavafta, 2) Mültezemde (Hacer-i esved ile Kâbe-i muazzamanın kapısı arasındaki kısım), 3) Altın oluğun altında, 4) Kâbe-i muazzamada ve onun içinde, 5) Zemzem kuyusunun yanında otururken ve Zemzem suyu içerken, 6) Safâ ve Merve'de, 7) Safâ ile Merve arasında, 8) Tavâf edip iki rekat tavâf namazı kıldıktan sonra Makâm-ı İbrâhim arkasında, 9) Arefe günü Arafat'ta, 10) Bayram gecesi güneş doğuncaya kadar Müzdelife'de, 11) Mina'da, 12) Şeytan taşlama ânında.

Bir sohbeti esnâsında da buyurdu ki:

"Kalbin bozulması altı şeydendir: 1) Allahü teâlânın rahmetini umarak, tövbeyi terk etmek, 2) İlmi ile amel etmemek, 3) Amelinde ihlâs sâhibi olmamak, 4) Allahü teâlânın ihsân buyurduğu rızkı yiyip, şükür etmemek, 5) Allahü teâlânın taksimine râzı olmamak, 6) Vefât edenleri kabrine defnedip, onlardan ibret almamak. Resûl-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellem buyurdu ki: "Kabir, âhiret konaklarının ilkidir. Ondan kurtulana, ondan sonrası daha hafif ve kolay, ondan kurtulamayana, ondan sonrası daha zor ve çetindir."

Vâz ve nasîhatler öyle kamçılardı ki, onlarla kalplere vurulur. Nasıl gözümüzle gördüğümüz kamçılar bedene vurulduğu zaman tesir ederse, nasîhatler de öyle kalbe tesir eder. Büyüklerden birisi şöyle buyurdu: "Ancak temiz bir kalpten çıkan nasîhatler tesir eder. Çünkü kalpten gelerek yapılan nasîhat kalbe gider. Sâdece dille yapılan nasîhatler bir kulaktan girip diğer kulaktan çıkar, tesirli olmaz. İlmiyle amel etmeyen âlim mum gibidir. İnsanları aydınlatır fakat kendisini yakıp bitirir."

Hasan-ı Basrî hazretleri değişik zamanlardaki vâz ve nasîhatlerinde buyurdu ki:

"Bid'at sâhibi ile oturup kalkmayınız. Çünkü o, kalbi hasta eder."

"Allahü teâlâ hakkı için söylüyorum. Hiçbir kimse altın ve gümüşü ile Allahü teâlâ katında azîz olmadı. Altını ve gümüşü olmayan hiç bir kimse de Allahü teâlâ katında bu sebeple zelîl olmadı."

"Eğer insan günâhını küçük görürse, ona ehemmiyet vermez. O zaman o günâh büyük günâh hâlini alır. Eğer insan günâhını büyük görür, onun için istiğfâr eder, onu gizler ve tövbe ederse o günâh küçücük kalır."

"Müminin ahlâkı, zenginlikte iktisâd, genişlikte şükür, belâ ve musîbet zamânında sabırdır."

Hasan-ı Basrî hazretleri tövbenin şartlarına uygun olarak hem dil, hem de hâl ile yâni günahları, haramı terk etmekle ve hak sâhipleriyle helâllaşmakla yapılması lâzım olduğunu belirtmiştir. Şartlarına uygun olmayan tövbenin tam tövbe olmadığını belirtmek için; "Bizim tövbemiz de tövbeye muhtaçtır." demektedir.

Bir kimse gelerek; "Şimdi münâfık var mı?" diye sordu. "Eğer şimdiki münâfıklar, öldürülüp, cesetleri sokaklara atılsa, hiçbir yere çıkamazdınız." buyurdu.

Bir defâsında da; "Allahü teâlâya ve kullarına karşı edepli olmayan kimsenin ilmine îtibâr edilmez. Belâ ve musîbetlere, insanlardan gelen sıkıntılara günahlardan sakınıp, farzları yerine getirmeyenin dindarlığı mûteber değildir. Haramlardan ve şüphelilerden sakınmayanın Allahü teâlâ katında bir mertebesi ve yakınlığı yoktur." buyurdu.

Hasan-ı Basrî hazretlerinin Şem'ûn adlı mecûsî bir komşusu vardı. Onun müslüman olması için Allahü teâlâya geceleri niyâz ederek ağlayıp yalvarırdı. Komşusu bir hastalığa tutuldu. Tutulduğu hastalıktan kurtulamayan mecûsî son derece halsiz düştü. Hasan-ı Basrî onu ateşten korumak için yanına gitti. Sonra ona Kelime-i tevhîdi telkîn etti. Allahü teâlânın sıfatlarını açıkladı ve buyurdu ki:

"Ey Şem'ûn! Şu kadar müddetten beri ömür sürüp, rızkın için çalışıp didindin. Ama bu gayretlerin boşa çıkacaktır. Zîrâ sen uzun yıllar ateşe taptın, gece ve gündüz yaratıcı sanarak ona secde eyledin ve küfründe ısrâr ettin. Bu sebeple yerin ateş olacaktır. Ancak şimdiden sonra tövbe ederek "Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah" deyip, O'nu zikredip verdiği nîmetlere şükredici olmalısın ki, Hakk'ın dergâhına vardığında kendine Cennet'i mekân bulasın." buyurdu. Mecûsî bâzı bahâneler ileri sürerek îmân etmek istemedi. Hasan-ı Basrî hazretleri buyurdu ki: "Senin dediğin hususlar teferruattır. Asıl olan îmândır. Îmânla şereflenenler Cehennem ateşine girseler bile elîm azâba uğramazlar. Hattâ Cehennem ateşi bile îmânı kuvvetli bu kişilere pek tesir etmez. Cehennem müminlere hitâb ederek; "Günâha müptelâ olanlara günâhları kadar azâb olursa da sonra çok sevaplara kavuşurlar. Ama kâfirler ebedî, sonsuz azâb içinde nice bin türlü eziyete düçar olacaklardır. Hak teâlâ müminleri dünyâda da kerâmet ehli kılıp, hakîkati göstermek için peygamberlerin vârisleri olarak onları kuvvetlendirmiştir. Eğer diğer ateşe tapanlar gibi acıklı bir azâba uğramak istemiyorsan, gel ikimiz elbiselerimizi çıkarıp yanan fırına girelim. Bakalım hangimizin bedenini ateşin alevleri yakmayacak." buyurdu.

Hasan-ı Basrî orada yanan bir ateşin içine kollarını sıvayıp soktu ve; "Ey Şem'ûn! Ateş dünyâ ve âhiret mahlûkudur ve Hakk'ın emriyle yakar. Allah'ın emriyle ateşin mizâcı su gibi, suyun mizâcı ateş gibi olur." buyurarak kor hâlindeki ateşten kollarını çekti. Fakat ellerinde en ufak bir yanma alâmeti görülmedi. Bu hal karşısında gönlü yumuşayan mecûsî, İslâma meyletti ve; "Ey Hasan! Bütün sözlerin ve davranışların güzel. Fakat bu kadar telef edilmiş ömürden ve işlediğim kötülüklerden sonra affa ve merhâmete lâyık olur muyum? O Kelîme-i tevhîdi söylemekle Cennet'e girip hûrilere ve gılmâna nâil olabilir miyim?" dedi. Hasan-ı Basrî hazretleri; "Evet." buyurdu. Mecûsî; "Ey Hasan! Eğer bana bir ahitnâme yazıp bana kefil olursan, îmâna gelirim. Yoksa korkarım." dedi. Hasan-ı Basrî gereken teminâtı vererek onun Kelîme-i tevhîd ile îmân etmesine vesîle oldu. Şem'ûn Hakk'ın affına kavuştu. Sonra da vefât etti. İsteği üzerine ahidnâme ile birlikte mezârına koyup defnettiler.

Hasan-ı Basrî hazretleri evine döndüğünde kendi kendine yaptığına pişman oldu ve; "Ey Şeyh Hasan! Sen gayba hükmederek, küstahlıkta bulundun, acâip sözler söyledin." dedi. Bu düşünceyle uykuya vardığında, rüyâsında Şem'ûn'un yeni müslüman olmuş, nûrlar ve ışıklara boyanmış başına kıymetli Cennet taşlarıyla süslenmiş bir tâc, beline altın bir kemer kuşanmış bir halde Cennet'e doğru gittiğini gördü. Şem'ûn Hasan-ı Basrî'ye yönelerek; "Allahü teâlâ bir zengin pâdişâhmış. Kullarına lütfu büyük ve merhâmetinden bir damla içmekle benim gibi binlerce âsîler rahmetine gark olurmuş. Allah'ın yardımıyla bu âsînin günahları ve hatâları iyiliğe çevrilip Cennet-i âlâ bize nasip kılınmıştır." dedi ve; "Senin yazdığın o kâğıda ihtiyaç kalmadı. İşte kâğıdın." deyip Hasan-ı Basrî'nin eline verdi. Sabahleyin uykudan uyanan Hasan-ı Basrî hazretleri o kâğıdı elinde buldu.

Ömrünün son yılları hastalık ile geçti. Ölüm döşeğindeyken devamlı; "Biz Allah'ın kuluyuz ve(öldükten sonra) yine O'na döneceğiz, derler." meâlindeki âyet-i kerîmeyi okumuştur. Vefât etmeden önce şöyle buyurmuştur: "İnsanoğlu sıhhatli günlerinde ve hasta olduğu günlerde faydalı şeyler yapmış olsa (ömrünü iyi değerlendirse) ne iyi olur." bundan sonra da vasiyetini şöyle yazdırmıştır: "Hasan ibni Ebi'l-Hasan şehâdet eder ki: Allahü teâlâdan başka ilâh yoktur. Muhammed sallallahü aleyhi ve sellem O'nun Resûlüdür." dedikten sonra Muâz bin Cebel'den (radıyallahü anh) şu hadîs-i şerifi rivâyet etti: "Bir kimse ölüm ânında sıdk ile kelime-i şehâdet getirerek ölürse Cennet'e girer."

Evinde, yapraklı hurma dallarından dokunmuş bir divandan başka bir şey bulunmayan Hasan-ı Basrî hazretleri ölüm hastalığı sırasında şu duâyı okudu: "Allah'ım! Ben bineğimin eğerini bağladım, yaygısı toprak olan kabir yerine seferimin hazırlığını yaptım. Benden sonra bana nisbet edilenlerle beni muâheze etme (sorguya çekme). Allah'ım! Resûlünden bana ulaşanı tebliğ ettim. Peygamberinin hadîsinin tasdîk ettiği ile Kitâbın olan Kur'ân-ı kerîmi tefsîr ettim. Şu kadar var ki, ömrümün hesâbından korkuyorum. Ömrümün hesâbından korkuyorum."

Vefât etmeden az önce, bir müddet kendinden geçti ve tekrar ayıldı. Sonra da; "Beni Cennetlerden, pınarlardan ve güzel konaklardan uyandırdınız." buyurdu.

Normal fasîh ve beliğ konuşma melekesini kaybetti. 728 (H. 110) senesi Receb ayının evvelinde bir Cumâ gecesi Kelime-i şehâdet getirerek vefât etti. Rûhunu teslim ettiği anda seksen sekiz yaşındaydı. Cenâzesini talebelerinden Eyyûb ile Humeydü't-Tavîl yıkadılar. Cumâ namazından sonra cenâze namazı kılındı. Bütün Basra halkı onun cenâzesinde bulundu. Onun cenâzesinde meşgûl olmaları sebebiyle o gün ikindi namazı câmide cemâatle kılınamadı. Sâlihiyye denilen yerde defnedildi. Kabri hâlen sevenleri tarafından ziyâret edilmektedir.

Pekçok âlim ve velî yetiştirmiş olan Hasan-ı Basrî hazretlerinin tasavvuftaki yolunu dört halîfesi devâm ettirdi. Bu halîfeleri, Mâlik bin Dînâr, Utbe-i Gulâm, Ebû Hâşim-i Mekkî ve yerine vekil bırakmış olduğu Habîb-i Acemî'dir. Hasan-ı Basrî'nin hazret-i Ali'den aldığı tasavvuftaki yoluna daha sonra Edhemiyye ve Çeştiyye adları verilmiştir.

Îmânla ilgili meselelerde çeşitli bozuk ve sapık fırkaların ortaya çıkmaya başladığı bir devirde yaşayan ve birçok kıymetli eserler yazan Hasan-ı Basrî hazretleri, Peygamber efendimizin ve O'nun Eshâb-ı kirâmının yolu olan Ehl-i sünnet yolunun savunuculuğunu yaptı. İlmiyle ve güzel ahlâkıyla insanların bu dünyâda ve âhirette saâdete, mutluluğa kavuşabilmeleri için gayret etti.

Eserleri: 1) Tefsîr-ul-Haseni'l-Basrî: Bu kitabı bir bütün olarak zamânımıza kadar ulaşmamıştır. Ancak kaynak tefsir kitaplarında dağınık rivâyetler hâlinde bulunmaktadır. 2) Kitâbü'l-Hasen ibni Ebi'l-Hasen fil Aded: Kur'ân-ı kerîmin âyetlerinin adedi ile ilgilidir. 3) Risâle fî Fadlı Harami Mekketi'l-Mükerreme: Mekke'nin fazîletine dâirdir. 4) Risâle Abdi'l-Melik ibni Mervan ilâ Hasen-il Basrî ve Cevâbihi Aleyha: Halîfe Abdülmelik'e yazılmış bir risâledir. 5) Risâle Erbea ve Hamsin Farîda: Elli dört farzı anlatan bir kitaptır. 6) Îmânda aranılacak elli fazîlet hakkında bir risâlesi, 7) El-İstigfârâtu'l Munkıze Mine'n-Nâr (Bu kitabın bir adı da Errâd-ı Hıfzıyye'dir.) İstigfâr, yâni tövbe hakkındadır. Bunlardan başka eserlerinin de olduğu kaynaklarda bildirilmektedir.

 

KERÂMET VE MENKÎBELERİ

ŞEYTANIN VESVESESİ

Hasan-ı Basrî hazretlerinin talebeleri şeytanın vesvesesinden şikâyet ederek; "Yâ Şeyh! Şeytandan gâyet incindik. Hep bizi yaramaz işlere teşvik ediyor. "Elinize geçen dünyâyı sıkı tutun, size lâzım olacak." diyor ve bizi hayırdan alıkoyuyor." dediler. Hasan-ı Basrî hazretleri gülümseyerek buyurdu ki: "Şimdi buradaydı. O da sizden şikâyet etti. Dedi ki: "Şu Âdemoğullarına nasîhat eyle de benim hakkıma tamah etmesinler. Kendi haklarına râzı olsunlar. Ne zaman ki Hak teâlâ beni huzûrundan kovdu, dünyâyı ve Cehennem'i bana mülk kıldı. Cennet'i ve kanâati ise onlara verdi. Şimdi bunlar kendi haklarını bıraktılar benim mülküme tamah ediyorlar. Ben de onların îmânlarını almayınca dünyâyı kendilerine vermiyorum." dedi. Eğer şeytanın vesvesesinden emin olmak isterseniz, dünyâyı terk edin ve endişesini gönüllerinizden çıkarın." Bu nasîhatleri dinleyen talebeleri başlarını öne eğerek huzûrundan ayrıldılar.

 

MADEM Kİ HEPİMİZ ÖLECEĞİZ...

Allah korkusu ile çok ağlardı. Bir defâsında dostlarından birinin cenâzesinde bulundu. Cenâze defnedilince kabir başında ağlayıp, çok göz yaşı döktü. Sonra orada bulunanlara şöyle dedi: "Ey müslümanlar! Kabir dünyâ konaklarının sonu, âhiret menzilinin ilkidir. Mâdem ki hepimiz ölüp kabre gireceğiz, o halde nasıl zevk, safâya dalıp, gezebiliriz. Îmân ehlinden olanlar kaygılı uyanır, kaygılı akşamlar. Bunlar iki korku arasındadır. Biri geçmiş bir günah ki, Allahü teâlâ tarafından nasıl karşılanacağı belli değil. Biri kalan bir ömür ki, devâmı müddetince hangi tehlikelerle karşılaşılacağı belli değildir. Sonunda ölüme varacağını bilen, kıyâmette kalkılacağına inanan, kalkınca Allah'ın huzûruna çıkacağına kânî olan kişiye gereken şey, üzüntü ve endişe içinde olmaktır." Orada bulunanlar bu sözlerinden dolayı ağladılar. Başka bir seferde de; "Eğer Kur'ân-ı kerîm okuyorsanız, dünyâda hüznünüz çok olsun, çokça ağlayasınız." buyurdu.

 

ANA BABAYA HİZMET

Kâbe-i muazzamayı ziyâret ederken bir zâtın, arkasında bir zenbille tavâf ettiğini gördü. Hasan-ı Basrî hazretleri o kimseye; "Kardeşim arkandaki yükü koyup öyle tavâf etsen daha iyi olmaz mı?" buyurdu. O kimse; "Bu arkamdaki yük değil babamdır. Bunu Şam'dan yedi kere sırtımda getirip hac yaptırdım. Çünkü bana dînimi, îmânımı o öğretti. Beni İslâm ahlâkı ile yetiştirdi." cevabını verdi. Sonra; Hasan-ı Basrî hazretleri; "Kıyâmet gününe kadar böylece arkanda getirip, tavâf eylesen, bir kere kalbini kırmakla bu yaptığın hizmet boşa gider ve yine bir defâ gönlünü yapsan bu kadar hizmete mukâbil olur." buyurdu.

 

BEYİTLER

SEN DE ÖLECEKSİN!

Bir gün Hasan-ı Basrî'ye Ömer bin Abdülazîz,

Yazdı ki: "Nedir bana, mühim nasîhatiniz?

 

Zîrâ hükümdar oldum, bilcümle müslümana,

Muvaffak olmam için, tavsiyeniz ne bana?"

 

O da ona yazdı ki: "Yâ Emîrel müminîn,

Çoktur mesûliyeti, idâre edenlerin.

 

Şunu bil ki bir sultan, bedende kalp gibidir,

O iyi olur ise, milleti de iyidir.

 

Bozulur milleti de, bozulursa o sultan,

O halde sen kendine, dikkat eyle her zaman.

 

Gerçi bugün sultansın, tebana hükmedersin,

Lâkin bir gün sen dahi, ölüp kabre girersin!

 

Şimdi hep sevdiklerin, yanındadır bu günde,

Lâkin yalnız kalırsın, kabire girdiğinde.

 

Bil ki imtihandasın, yâ Ömer sen şu anda,

Öyle amel eyle ki, kaybetme imtihanda.

 

Sana yazdıklarımın, ilâçtır her birisi.

Ve lâkin kullanmazsan, hiç olmaz fâidesi."

 

Hasan-ı Basrî ona, başka bir mektubunda,

Buyurdu ki: "Bu dünyâ, biter elbet sonunda,

 

Zîrâ bu, bir konaktır, ölünce sona erer,

Ebedî kalacak yer âhirettir yâ Ömer.

 

Dünyâyı üstün tutan, zelîl olur âkıbet,

Zîrâ Allah dünyâya, bir zerre vermez kıymet.

 

Süslenmiş gelin gibi, cezbeder dünyâ seni,

Ahmak olan kaptırır, dünyâya kendisini.

 

Evet, gerçi dünyâlık, lâzımdır her mümine,

Lâkin onun sevgisi, girmemeli kalbine.

 

Zîrâ kalp, nazargâh-ı ilâhîdir âşikâr,

Dünyâ muhabbetinin, orada ne işi var?

 

Dünyâyı seven kişi, düşer onun ardına,

Ve lâkin hiç bir zaman, eremez murâdına.

 

Her gün ayrı düşünce, her gün ayrı bir keder,

Ona kim aldanırsa, ömrünü heder eder.

 

Halbuki dünyâ benzer, insanın gölgesine,

Yakalamak istesen, o kaçar senden yine.

 

Sen dünyâdan kaçarsan, o gelir hep ardından,

Tecrübe edilmiştir, bu böyledir her zaman.

 

Yâ Ömer, bu insanlar, uyumaktadır, ancak,

Melekül mevt gelince, âniden uyanacak.

 

Hak teâlâ dünyâya, verseydi biraz kıymet,

Vermezdi kâfirlere, dünyâdan zerre nîmet.

 

Yâ Ömer peygamberler, âlimler ve velîler,

Ona aldanmamayı, nasîhat eylediler.

 

Zîrâ âhiret için yaratıldı bu insan,

Ve hesap verecektir, dünyâda yaptığından.

 

Hem dahi sonu yoktur, ebedîdir âhiret

Orada iki yer var, ya Cehennem, ya Cennet.

 

İnsan sonsuzluk için, yaratıldı yâ Ömer,

Öyleyse buna göre, âhirete değer ver."

 

KAYNAKLAR

1) Tabakât-ı İbn-i Sa'd; c.7, s.114, 156

2) Hilyetü'l-Evliyâ; c.2, s.131

3) Tezkiretü'l-Evliyâ; s.17

4) Câmiu Kerâmâti'l-Evliyâ; c.1, s.389

5) Risâle-i Kuşeyrî; s.288, 296, 330, 359, 469

6) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; (49. Baskı) s.98, 1065, 1079, 1084

7) Vefeyâtü'l-A'yân; c.2, s.72

8) Ravdu'r-Reyyâhîn; s.102, 116, 158

9) Sıfâtü's-Safve; c.3, s.155

10) Hasan-ıBasrî (İbnü'l-Cevzî)

11) Tabakâtü'l-Kübrâ (Şa'rânî); c.1, s.31

12) El-Kevâkibü'd-Düriyye; c.1, s.17

13) Hasan-ı Basrî ve Tefsîrdeki Metodu (Doktora tezi, Dr. Ethem Levent)

14) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.2, s.200-205

15) Lemezât; s.159

nest...

çamaşır makinesi ses çıkarması topuz modelleri kapalı huawei hoparlör cızırtı hususi otomobil fiat doblo kurbağalıdere parkı ecele sitem melih gokcek jelibon 9 sınıf 2 dönem 2 yazılı almanca 150 rakı fiyatı 2020 parkour 2d en iyi uçlu kalem markası hangisi doğduğun gün ayın görüntüsü hey ram vasundhara das istanbul anadolu 20 icra dairesi iletişim silifke anamur otobüs grinin 50 tonu türkçe altyazılı bir peri masalı 6. bölüm izle sarayönü imsakiye hamile birinin ruyada bebek emzirdigini gormek eşkiya dünyaya hükümdar olmaz 29 bölüm atv emirgan sahili bordo bereli vs sat akbulut inşaat pendik satılık daire atlas park avm mağazalar bursa erenler hava durumu galleria avm kuaför bandırma edirne arası kaç km prof dr ali akyüz kimdir venom zehirli öfke türkçe dublaj izle 2018 indir a101 cafex kahve beyazlatıcı rize 3 asliye hukuk mahkemesi münazara hakkında bilgi 120 milyon doz diyanet mahrem açıklaması honda cr v modifiye aksesuarları ören örtur evleri iyi akşamlar elle abiye ayakkabı ekmek paparası nasıl yapılır tekirdağ çerkezköy 3 zırhlı tugay dört elle sarılmak anlamı sarayhan çiftehan otel bolu ocakbaşı iletişim kumaş ne ile yapışır başak kar maydonoz destesiyem mp3 indir eklips 3 in 1 fırça seti prof cüneyt özek istanbul kütahya yol güzergahı aski memnu soundtrack selçuk psikoloji taban puanları senfonilerle ilahiler adana mut otobüs gülben ergen hürrem rüyada sakız görmek diyanet pupui petek dinçöz mat ruj tenvin harfleri istanbul kocaeli haritası kolay starbucks kurabiyesi 10 sınıf polinom test pdf arçelik tezgah üstü su arıtma cihazı fiyatları şafi mezhebi cuma namazı nasıl kılınır ruhsal bozukluk için dua pvc iç kapı fiyatları işcep kartsız para çekme vga scart çevirici duyarsızlık sözleri samsung whatsapp konuşarak yazma palio şanzıman arızası