sanki sevecekmiş gibisin notaları / Orhan Gencebay Kimdir? - Türkiye Haberi

Sanki Sevecekmiş Gibisin Notaları

sanki sevecekmiş gibisin notaları

Bm Em Bm Em
Her günün ardında senden bir ümit var
Bm G Em
Hep gelecekmiş gibisin
D C
İçimde bir duygu gözümde bir hayal
Bm C Bm
Sanki sevecekmiş gibisin


Bm Em Bm Em
Sevmek acı dolu sevmek çile dolu
Bm G Em
Çektirecekmiş gibisin
D C
Aklımı başımdan beni şu canımdan
Bm C Bm
Sanki edecekmiş gibisin


Em Am Bm
Ne sevdim diyorsun ne de seviyorsun
Bm C Em
Açmayan bir çiçek gibisin
Em Am G D
Ne senle ne sensiz geçmez oldu hayat
F#m G Em
Vazgeçilmez tesellisin
D C
İçimde bir duygu gözümde bir hayal
Bm C Bm
Sanki sevecekmiş gibisin

Bm Em Bm Em
Her sözün ardında gizli bir davet var
Bm G Em
Gel diyecekmiş gibisin
D C
Aşkın kanununu kaderinin yolunu
Bm C Bm
Sanki çizecekmiş gibisin


Bm Em Bm Em
Gönül toprağına dert yağmurlarını
Bm G Em
Yağdıracakmış gibisin
D C
Yeşeren ümidimi kendi ellerinde
Bm C Bm
Sanki koparacak gibisin

Em Am Bm
Ne sevdim diyorsun ne de seviyorsun
Bm C Em
Kokmayan bir çiçek gibisin
Em Am G D
Ne senle ne sensiz geçmez oldu hayat
F#m G Em
Vazgeçilmez tesellisin
D C
Aklımı başımdan beni şu canımdan
Bm C Bm
Sanki edecekmiş gibisin

Bu içerik müzik eğitimi amacı ile yayımlanmış olup hakları kendi sahiplerine aittir. Telif ihlali içerdiğini düşünüyorsanız bizimle iletişime geçebilirsiniz.

Bilgiler

  • Söz:
  • Müzik:
  • Düzenleme:
  • Yapımcı Şirket:
  • Ekleyen: Ozhanx
  • Katkıda bulunanlar:

Bu içerik için hata bildir

sevecekmiş gibisin akorları,

sevecekmiş gibisin akor

, chords, sevecekmis gibisin, klasik gitar akorları

Aski Memnu4 PDF

Maun sandalla müsademeyi andıran bu tesadüflere artık o kadar alışmış idiler ki, bugün Kalenderden
dönerken gene onun âdeta çarparcasına yakından sıyırıp geçişini fark etmemiş gölündüler. Beyaz
sandalın şık, zarif süvarilerinde küçük bir telâş eseri, bir ufak haşyet sayhası bile uyandıramıyarak
geçen maun sandala

— her iki tarafı görebilmek üzere biraz yan oturan — Peyker başını bile çevirmedi, arkasını sahile
vererek Anadolu kıyısı**na dumanlarını serpen bir vapura dalmış gözlerile Bihter'in beyaz örtüsünün
içinde vekar ve endişe dolu çehresi tamamile kayıtsız kaldı; yalnız, valideleri, sarıya boyanmış
saçlarının altında gözlerinin mânasına derin bir mübhemlik veren geniş bir sürme çenberile çevrilmiş
gözlerini çevirdi, ucunda gizli teşekkür mânası titreyen bir serzeniş

bakışile mahun sandala büsbütün yabancı kalmadı.

Aralarında mesafe biraz uzanır uzanmaz, bu üç kadının kayıtsız vekarına birden halel geldi, en evvel
valide — kırk beş senenin henüz izalesine muvaffak olmadığı bir şebap vehmile mesirelerde etrafa
dağılan tebessümleri kendi lehine isnad etmek i'tiyadını takip ederek — dedi ki : — Bu adnan bey
de! Artık âdet oldu, mutlaka her çıkışta tesadüf edeceğiz; bugün Kalenderde yokdu, değil mi
Bihter?

Validesinin şikâyet şekli altında gizli bir memnuniyeti kâfi derecede saklıyamıyan sözlerini Bihter
cevapsız bıraktı. Peyker validesine doğrudan doğruya cevap vermeyerek: — Bugün çocukları da
yanında değil dedi, ne güzel çocuklar, değil mi anne? Hele oğlan! Yumuk yumuk gözlerile bir bakışı
var ki

Bihter, eğilmiyerek, dudaklarının ucile sordu : Validelerini tanır mıydınız, anne Kız annesine çekmiş
olmalı

Firdevs hanım Bihter'in sualini anlamamışçasma donuk gözlerle bir saniye baktı, sonra başım
çevirerek artık gözden kaybolan sandalı araştırdı; tekrar Bihter'e bakarak ve bu defa kendi zihninde
cereyan eden efkâr silsilesini takip ederek :

— Ne tuhaf oir bakışı var! dedi. İsrar eden bir bakış! Ne zaman gözlerim tesadüf etse

Firdevs hanım ikmal etmeden evvel biraz tavakkuf etti. Gali ba «bana» diyecekti, fakat kızlarına karşı
bu kadarcık bir lisan ihtiyatına tamamiyle sönmesi kabil olamıyan bir annelik vekarı lüzum gördü, ve
: «Buraya bakarken görüyorum»

dedi.

Validelerinin bu küçük lisan ihtiyatı ikisinin de dikkat nazarından kaçamadı.

Peykerle Bihter manalıca bakışarak gülümsediler, hattâ Peyker bu gülümsemenin ifadesini


açıklamaktan çekinmiye-rek: — Evet, gözlerini Bihter'den ayırmıyor, dedi.

Bu cümlenin tesirini görmek için validelerine baktılar, o, cevap vermemek için uzaklara baktı.

Firdevs Hanım Melih bey takımının hususî şöhretinden en ziyade hissesi olan bir çehredir ki, işte otuz
senedenberi — on beş yaşından kırk beş yaşına kadar —

bütün mesirelerin en mâruf hayat temasilinden biridir. İstanbul'un seyranları takviminden ismi si-
linemiyen, hattâ silinemiyecek görünen, hayatından her sene geçtikçe gençliğe daha ziyade asılan bu
kadın, beyazlığını saklamak için sarıya boyadığı saçlarile, taravetinin izmihâlini örtmek için
düzgünlere sıvadığı simasile kendisini o kadar aldatmış, henüz tazeliği vehminin içine öyle bir fikir
delâletile nefsini tevdi etmiş idi ki, Peyker'le Bihter'in yaşlarını —

birinin yirmi beş, ötekinin yirmi iki senesini — unutarak onları bütün bu tebessümlerden, bu takib-
lerden hisse alamıyacak kadar çocuk zannederdi.

Bu, iki kızla valide arasında ebedî bir cenk ve istihza zemini idi ki, tamamen vuzuh ve serahat kesb
edememekle beraber hemen her gün tekerrür eder; Peyker'in manalı bir kelimesi, Bihter'in insafsız bir
tebessümü güya bu iki genç vücudun gençlik muzafferiyetini hâlâ genç kalmak isteyen bu validenin
harap ve fersude kırk beş senesine çarpardı.

O, böyle hâin bir kelime, merhametsiz bir tebessüm, kulaklarına müthiş bir istihza ıslığı ile kırk beş
yaşım bağırırken dudaklarında acı bir irtisam ile dalgın dalgın Peyker'le Bihter'e bakar, sonra ufak bir
titreyişle gözlerini bu hakikatden ayırarak tekrar şebap vehminin, iğfal hazzına avdet ederdi.

Şimdi, dört aydan beri müzic bir fikir beynini tırmalıyordu. Peyker biraz sonra onu büyük valide
edecekti. Buna vukuf hâsıl ettikten sonra büyük validelik bir kâbus ağırlığile onu bunaltmağa başladı.
Kendi kendisine güya bu fikri silkip atmak istiyerek: «Mümkün değil!» derdi.

Büyük valide
Melihjjbey takımının içinde kadınlar hattâ zor valide olurken büyük valide olmak onun için bir zül,
bir ayıp hükmünde idi. Şimdiden buna bir çâre düşünüyor, saçlarının beyazlarile çehresinin
harabisine bir tamir tedbiri bulduktan sonra büyük valideliğe de bir şey icad etmek istiyordu, öyle bir
şey ki ona şebap vehminin mestli-ğinde gizlenebilmek için imkân bıraksın: Çocuk annesine abla, ona
da anne, diyecekti.

Melih bey takımının içinde böyle garip bir istisna teşkil etmek zilletini tali onun için mi alıkoymuş
idi? Bu vak'a hayatını telvis edecek bir leke kadar onu korkutuyor ve artık Peyker'e onu büyük valide
edecek olan bu mahlûka, açıkça husumet ediyordu.

Peyker'in son cümlesinden sonra sandalda hep sükût ettiler. Adnan bey artık unutulmuş göründü.

Melih bey takımı Bu takımın İstanbul hayatında mertebesinin tâyini metin bir kaideye müstenid
olamaz. Tamamiyle kibar âlemine mensubiyet iddia edecek kadar sağlam bir asalet sahibi ol-mıyan
bu ailenin yarım asır evveline kadar mevcudiyeti meşkûk ve mübhemdir, aile efradı içinde kibar
hayat sicilinde tanınmış isimler bırakanlara uzaktan yakından — biraz karışık olmakla beraber —

tesadüf etmek nesiller şecereleri müteveggilerine belki mümkün olur. Asıl takımın hususî hayat tarihi
işte bu aileye namını terk eden Melih Beyden ibtida eder. «Melih bey takımı» unvanı ailenin bütün
ruhî tarihini rumuz ve şümulile telhis ve icmal eder bir ifade vüs'-atine maliktir.

Melih Bey kimdir?

Bu suale sarih bir cevap vermek külfetine lüzum görülmemiştir. Melih bey vefatından sonra devam
edebilecek hiç bir hâtıra bırakmamıştır: Yalnız Anadolu kıyısında bir yalı ile bu yalıdan İstanbu-lun
hemen her tarafına yayılarak bugün

«Melih bey takımı» ünva-nile bir temayüz noktasında birleşen kadınlar

Melih beyin yalısı yarım asrm inkılâp silsilesinden geçmiştir. Bugün kimbilir kimindir? Fakat ne
zaman önünden geçilse Boğazi-çinin hususî hayatına vâkıf olanların kalblerinde gizli bir parmak
uzanarak orasını gösterir ve mübhem fakat zengin mânalar vererek:

— Melih beyin yalısı! der

Bir vakitler yalının pencerelerinden taşan tarab ahengi hâlâ rıhtımın taşlarını yalayan suların
zemzemelerinde muhtefi, geceleri Boğazın suları bir zamanlar buradan topladıkları neşve şaşaasının
hâlâ iltimaı bakıyesile furuzan zan olunur, onun için yalının o hayat devresini bilmiyenler bile yalnız
onun mânasını his ederek buradan geçerken bir âlemin meçhul bir sergüzeştine ait zevkleri duyarlar
ve kendi kendilerine:

— Evet, Melih beyin yalısı! derler.

Bu yalı şehrin tarihinde mümtaz bir nevi çiçek yetiştiren bir camekân hükmüne hizmet etmiş ve
İstanbul'un kibar hayatına bu mümtaz mahsulden numuneler serpmiştir. Bunlar yarım psırdart beri bu
küçük şehrin muhtelif noktalarına dağılmışlardır; fakat onları dağılmakla beraber birbirinden
ayırmayan, bütün muhtelif çiçekleri bir rabıta ile toplu bir demet şeklinde bağlayan bir şey vardır ki,
ailenin unvanıdır. Bu, aileyi cereyanının dalgaları içinde sürükleyip götüren inkılâp nehrinin üstünde,
batmaz bir tahta parçası şeklinde yüzmekte devam etmiştir.

Melih bey takımında garip bir isticnas hassası vardır: hangi aile ile nisbet peyda eylerse o aile için
Melih bey takımından olmak muhakkaktır. Melih bey takımından bir kız — galiba bu ailenin temayüz
eshabınm vikayesi, kadınlara müvekkel olduğundan kaderin hususî bir müsaadesile takımdan hemen
bütün kız evlâd çıkmıştır. — bir diğer aileye intisap etmekle manevî hüviyetinin bu yeni ailenin
hamiresinde mas olmamasını o isticnas hassası emniyet altına alır. Hattâ bu camekânın en -güzide
çiçeklerini Firdevs hanım — aile tarihi içinde bir hârika nev'inden — henüz on sekiz yaşında iken
Rumeli sahilinin mini mini zarif bir yalısına — bugün Kalender seyranından sonra beyaz sandalın
rıhtımına yanaşmak üzere olduğu açık sarı boyalı yalıya — gelin gider gitmez izdivaç hediyesi olarak
oraya derhal aile unvanını götürmüş oldu; o günden başlıyarak kocasının ismi silindi ve yerine:

— Firdevs hanımın beyi! denildi.

Firdevs hanım bir çok akraba kızları gibi kocasız kalmamak lüzumunu düşünmekte acele etmiş idi.
Bütün mizacının hoppalığile ve dünyada güzel ıgiyinmekten ve mümkün olduğu kadar eğlenmekten
başka bir şeye ehemmiyet vermiyen dimağının muhakemesile her ne olursa olsun bir koca -
elbiselerile akrabalarının masarifini temin edecek bir kese - bulmağa karar vermiş idi. Ailenin
etrafında yavaş yavaş kuvvet kesbeden bir uzak kalma hissi evlenecek kızları için yalnız bir izdivaç
zemini bırakmış idi: Mesireler Bir gün Göksu'da — nasıl oldu bilinemez - Firdevs hanımın
izdivacından bahs olundu. Bu rivayet derenin sevda taşıyan sularının üstünden hafif bir hande ile
uçdu; güzergâhında hayretler uyanıyordu, bütün Göksu güya bu rivayete karşı mebhüt ve mütehayyir,
bir taaccüp nida-sile titredi: — Bu kadar erken!

Henüz on sekiz yaşında, henüz bu çiçekden Göksu kendisine bir tesliyet yadigârı bırakacak bir koku
almağa vakit bulmadan Fakat ertesi hafta - iki hafta arasında bir izdivacın mühim inkılâbı vuku
bulmamışçasına - Firdevs hanım yine Göksuda yine bir hafta evvel etraftan selâm toplayan gözlerile
görünüverince bütün dere bir inşirah nefesile şişdi ve bu defa artık etrafında dolaşmakta izdivaç
ihtimallerinin girdabları açılan on sekiz yaşında şiir ve şebap dolu bir tehlike değil, izdivacının
vukuu akıbînde seyran hayatına sadakat isbatı için Göksuyu selâmlamağa gelen Firdevs hanımın
sandalına bütün derenin sevda arkasında gezginci sandalları tam bir teslimiyet ile takıldı, sürüklendi
gitdi.

Göksuda bundan evvel Firdevs hanımın izdivacı rivayeti - ucunda ağır bir kurşun parçası sallanan
olta iğnesi gibi - düşdüğü noktanın etrafında gittikçe genişleye genişleye açılan dâireler tersim etmiş
idi; herkes bu dâirelerin haricinde kalmak, yalnız ufak müh-teriz bir temasla iğnenin ucundan biraz
yem koparmış olduktan* sonra kaçmak isterdi, bir safderunun avlanmasını bekleyerek yalnız temaşa
halinde kalmak tercih olunurdu.

Safderunun kim olduğu taayyün etdikten sonra merak zail olmuş, hattâ bu biçare kurbanın mevcudiyeti
bile unutulmuş idi; artık ortada iğnesinin ucu kırılmış bir sayyad, avlamakdan ziyade avlanmağa
müntazır ve müheyya bir Firdevs hanım kalmış

idi. Daha doğrusu bu izdivaçda Firdevs hanım aldanmış idi: izdivaç ona beklediği şeylerden hiç
birini getirmiyordu, yahud hunlardan o kadar az bir hisse getiriyordu ki birden kendisini hülyalarında
aldatmış olan bu adama husumet etdi. Bu izdivaç ona saf bir genç kız emelini tatmin etmiş olmak
tesliyetini bile vermiyordu. O izdivacında şebabının hiç bir sevda temayülüne tebaiyet etmimiş idi,
bütün aşk ve garam emellerini feda etdikten sonra bu fedakârlığa mukabil elinde hemen bir hiç
görünce acı bir nedamet duydu, kendi kendisine: «O

halde, mademki böyle olacakdı, niçin» der, bu sualin arasında hep kendisine zengin bir izdivaç
yapdıramıyacakla-rından dolayı ihmal edilen çehreleri görür, ve «evet, o halde ne için onlardan biri
olmadı?» sualile cümlesini ikmal ederdi.

Firdevs hanım tamamile serbest idi, hattâ denebilirdi ki bu kadın izdivaç münasebetlerinde vazifeleri
değiştirmiş, kocalık sıfatını kendisine alıkoymuş

idi. Bir hafta içinde zevcini Melih bey takımından yapmış idi.

Bir gün kocasının gözleri önünde Göksuda Firdevs hanımın sandalına - içinde bir penbe zarfın yazısı
saklanmış - bir demet atıldı. O akşam birinci defa olarak bir kıskançlık kavgasına girişmek kasdile
kocası demeti, mektubu sordu, Firdevs hanım her türlü kavga mukaddemelerini birden kesen bir
nazarla doğruldu: , Evet!

dedi Bir demet, içinde de bir mektup istersen okuyabilirsin. Dahja yırtmadım.

Fakat sonra? Ne olacak sanki? Halkı çiçek atmakdan, mektup yazmakdan men edecek ben değilim.
Bence yapılacak bir şey varsa cevap vermemekdir.

Sonra kocasına eğilmiş ve parmağını sallayarak işaret etmiş idi: — Hem baksanız a, size tavsiye
ederim bana kıskançlık meseleleri icat etmeyiniz, belki beni cevap yazmağa mecbur edersiniz

İki sene sonra Peyker, üç sene fasıla ile Bihter doğuyordu. Firdevs hanım için bu iki vaka iki mühim
musibet darbesi hükmünde idi. Kendisini böyle biri biri üstüne valide eden bu adamla artık her gün
cenkleşiyor; ona, çocuklarına, kendisini gençliğinden ayırmak isteyen bu şeylere her şeyi cidal
vesilesi ittihaz eder bir düşman kesiliyordu.

«Ömrüm sana çocuk yetiştirmekle mi geçecek?» cümlesi en beklenmiyen zamanlarda kocasının


yüzüne vurulacak bir kamçı idi. O, bu kamçı darbelerine yüzünü uzatır, gülerek bu müthiş kavgaların
neticesini beklerdi. Karşısında bu erkeği o kadar zelil, o kadar miskin görmekden husumetine bir de
teneffür rengi karışırdı. Bu, ikisinin arasında senelerce süren bir cehennem hayatı oldu

Bir gün Firdevs hanım İstanbuldan eve avdet ederek odasına çıkınca birden garip bir manzara
karşısında dondu: Çekmesinin gözleri kırılarak açılmış, öteye beriye çamaşırları, kordelaları,
mendilleri dağıtılarak atılmış idi. Birden bunların arasında buruşturulmuş, yırtılmış, etrafa serpilmiş
kâğıt parçaları gördü ve hepsini anladı.

Nihayet, kocası, senelerden sonra damarlarında birdenbire bir kocalık kıvılcımının tutuştuğunu
hissederek gelmiş, bu kadının hususî hayatına aid sırlar mahfazasını parçalamış idi.

Mütehevvir bir isyan ile bir dakika beklemiyerek, odasından fırladı' önüne Peyker - o zaman ancak
sekiz yaşında olan büyük kızı - geçti: — Anne! dedi, bey babam bayıldı, hasta yatıyor
Çocuğu kollarından tutarak fırlatdı, kocasının odasına koştu; bütün hayatının saklanmış kinlerini bu
adamın başına çarparak artık her şeyi kırmak, rabıtaları parçalamak istiyordu; lâkin odaya girince,
sedire yığılmış yatan bu yıldırımla vurulmuş vücudun karşısında dondu. O, gözlerini çevirerek
karısına baktı, bütün telvis olunan hayatının serzenişlerile memlû bir nazar Birinci defa olarak
kocasına cevap vermedi; mebhut, dudakları titriyerek, gözlerini ayıramıyarak, durdu; kocasının
gözlerinden iki sakit yaşın yuvarlandığını gördü.

Bir hafta sonra dul kalıyordu. Dul kaldıktan sonra birden kocası hakkında bir merhamet, hattâ bir
muhabbet duydu, onun ölümüne bir parça da kendisini müsebbip addediyordu. Fakat bu, bir ay sonra
mesirelerde tekrar görünmeden onu menedemedi. Bu defa onun hülyasında on sene evvelki emel
gayesi tekrar can bularak parlamağa başlamış idi: Bir kese bulmak, fakat öyle bir kese ki içinden
avuç avuç, saymaksızın, alabilmek mümkün olsun.

İşte seneler insafdan mahrum bir seri cereyan ile hep geçiyor ve Firdevs hanımın hülya dolu gözlerine
karşı altın iltima ile parlayan o kesenin şaşaası hep taliin kıskanç elinde sönüyordu.

Peyker Adnan bey için: «Evet gözlerini Bihterden ayırmıyor »

cümlesile onun kalbini burmuş idi. Demek bunu da elinden Bihter alacakdı?

Peykerden sonra Bihter? Bu iki kız onun nazarında bi- hergün dinliyeceksiniz, dedi.

Şimdi Bülend koşarak merdiveni çıkmış, arkasından takip eden. lerden — Şayeste ile Nesrinden —
kurtulmuş idi. Doğru babasına] atıldı, mini mini kollarile sarıldı, dudakları babasının ancak yeleği ne
yetişebiliyordu; bu küçük küçük lâcivert çiçeklerle beneklenmiş beyaz pikeyi onbeş günlük
iştiyakının feveranile öpdü, öpdü; sonra birden durarak, karşısında, bir tebessümle bekliyen kadına
bakarak gözlerini babasının yüzüne dikti. Ondan bir cevap, bu kadına ne yapmak lâzım geleceğine
dair bir emir bekliyordu. Adnan bey sadece: — Annen, Bülend, onu da öpmez misiniz? dedi. O zaman
Bülend, belki biraz da çocukların, şık, genç, güzel kadınlara sokulmak için ¦duydukları arzuya
tabaiyetle gülerek ilerledi ve iki ellerini Bihter'in uzanan ellerine teslim ederek, yine bu güzel
annenin lâtif bir buse hevesile uzanan dudaklarına dudaklarını uzatarak, öpüştü.

Nihalle Mile de Courton bu sırada sofanın son merdivenini çıkıyorlardı. Adnan bey kendisine kuvvet
vermek için ilk önce mü-rebbiyeden başladı: — Bonjur madmazel! Nihayet ihtiyar haladan sı
kıldınız, galiba Nihal, beni öpmüyor musun?

Nihal, hâlâ Bihterin yanında, onun bir sualine gülerek cevap veren Bülend'e bakıyordu, kalbinde bir
.şey yırtılarak gözlerini oradan ayırdı, babasına ilerledi; küçük, ince elini uzattı. Adnan bey bu eli
tuttu, güya kızından bir af istiyerek onu sıkıyordu, çekdi, çek di, baba kız evvelâ kısa bir buse ile
öpüştüler, sonra bilinemez neden, birden doğan bir hisle, Nihal tekrar sivri çehresini babasına uzattı,
o her vakit öptüğü yerden, çenesinin altında kılsız yerden, uzun bir buse aradı.

Şimdi Bihter kendisine ilerliyordu. Adnan bey Mile de Courton'u göstererek takdim etti: — Mile de
Courton
İhtiyar kızla genç kadın selâmlaştüar. Bihter ilerlemekde devam etdi ve tatlı, birden ilk
münasebetlerin serinliğini lâtif bir muhabbet havasile ısındıran tebessümile, bir elini Nihalin
omuzuna koydu, diğer elile elini tutdu ve çocuğun nahif vücudunu çekdi. Ondan lâtif bir menekşe
kokusu intişar ederek Nihali taze bir bahar havasında sarıyordu, çocuğun başı, Bihterin göğsüne
dayanmış oldu.

Demek, o kadar korkulan şey onun biçâre ruhunu müdhiş bir âfetin kâbusları içinde ezen şey bu genç,
güzel, mütebessim kadın, bu bir demet menekşe kadar havasında taze bir bahar nefesi uçan vücuddan
iba-retdi, öyle mi? Bu koku Nihalin ruhunu güya tebahhur etdirerek emiyor gibiydi. Gözlerini
kaldırarak, başı hep orada, Bihtere bakdı, o da gülüyordu. Artık Bihterin o tebessümünün altında
bütün ruhunun teslimiyeti bir tebessüm gülleri içinde açılıyor gibiydi.

O zaman Bihter, heceleri biraz çekerek terennüm eden sesile dedi ki: — Beni seveceksiniz, değil mi?
funduszeue.info sevmemek mümkün olmayacak Ben sizi o kadar seveceğim, seveceğim ki nihayet siz de
beni seveceksiniz.

Nihal cevap olarak ince dudaklarını uzatdı, Bihter başını eğdi, yekdiğerine düşman olmak lâzım gelen
bu iki vücut bir dakika içinde doğan bir sevgi ile öpüşdüler, dost oldular. Evet birbirinin hemen dostu
olmuşlardı. Nihal korkunç bir rüyadan çıkmış gibiydi. Artık elbiselerini değiştirmek ve soyunmak
için yukarıya çıkarken Mile de Courton'a sokularak dedi ki:

— Ne güzel, değil mi, madmazel? Ben zannediyordum ki Bülendin elinde çam dallarından yapılmış,
büyük ihtimamla Adadan buraya kadar getirilmiş bir çelenk vardı; onu kütüfunduszeue.infoıı üstüne
asacakdı. Mürebbiye ile ablasının önünden koştu. Dershaneye gidiyor, her şeyden evvel bu mühim işi
bitirmek istiyordu. Kapıyı elile itdi, sonra birden uzun bir hayret nidasile bağırdı-. —

Aa! Odaların değiştiğini hep unutmuşlardı. O zaman zapt oluna-mıyan bir tecessüsle Bülendin
arkasından geldiler. Bülend odanın ortasında, burasının bir vakitler duvarları kurşun kalemile
yapılmış gemi resimleri dolu o mümkün değil intizam altına alınamıyan ders odası olabileceğine
inanamıyan gözlerle, hiç hareket etmeksizin, elinde duran çam dallarından çelengi bu zarif yatak
odasının neresine talik etmek lâzım geleceğini düşünüyormuşçasına, duruyordu..

Nihalle mürebbiye yavaşça girdiler. Mile de Courton: — Oda-miza gidelim, buraya girmemek icap
ederdi diyor, fakat görnıei; hevesile o da gecikiyordu. Nihal etrafına baktı: Evvelâ pencer-eletj
gördü. Gayet açık, beyaz bir bulut altında saklanmış zannolunacafc kadar donuk mai atlas*dan yer yer
boğularak kaldırılmış yarın perdelerin arasından beyaz tüller dökülüyor, Kulanın garb zevkinin
tesirile son zamanlarda vücuda getirdiği solgun halılardan** biri.

nin üzerinde küçük küçük kümeler yapıyordu. Tamamile açılmış pancurlardan dalgalanarak giren
aydınlık ile bu perdeler mâi bir kayalıkdan dökülen, döküldükçe köpüren beyaz bir şelâleye
benziyordu. Yine öyle açık mâi ile boyanmış duvarlar, o renkte atlasla gerilerek etrafına ince sarı
kornişler çekilmiş tavan, ortasından sar. kan eski mabedlere mahsus fanuslar taklidi renkli muhtelif
cam. Jarla yapılmış bir büyük kandil; köşede, tam vaktile Nihalin piya, nosunun yerinde yatak,
tavandan büyük bir sarı halkadan dolaşa rak dökülen atlas ve tül karışık bir cibinlik, karşıda, iki
pencere, nin arasında, tuvalet takımı; yanda kapısı unutularak açık bira kılmış aynalı dolap, uzun bir
sedir, yine agık mâi kalpakla bir uzuü yer lâmbası, ufak bir geridon, mini mini bir şamdanla birkaç
kita'o, tâ, aynalı dolabın karşısında babasının kara kalemle yapılmış tabiî cesamette, bir resmi

İşte Nihalin ilk bakışta gördüğü şeyler. Bülend hepsinden ziya. de cesaretle davranarak ilerilemiş,
tuvalet masasının üstüne, o bin türlü ufak tefeklere, biraz eğilerek, güya içinden birisinin başı çı-
kıverecekmiş gibi korkarak, aynalı dolaba bakıyor, her gördüğü şeye bir hayret kelimesi terdif
ediyordu.

Mile de Courton Nihali çekip götürmek istedi. Nihal birden aklına gelen bir fikirle ilerledi.
Dehlizden değil, odanın aralık kapısından geçmek istiyordu; elile aralık kapının tül perdesini iterek
yol açdi: — Oh! Madmazel, bakınız!

dedi. Sizin oda buradan kaçmış

Mile de Courton, biraz tutuk, cevab verdi: — Evet, çocuğum, size haber vermemişler miydi? Ben tâ
oraya, birinci odaya, beyin eski odasına gidiyorum.

Fakat bu ziyaretlerle vakit kaybediyoruz. Hâlâ üstünüzü değiştireceksiniz

Nihal sapsarı idi. Hiç bir cevab vermedi. Bülend .ymdi kana-penin üstünde unutulmuş, beyaz
kordelâlarla ipek bir kumaşdan hafif bir omuz atkısını alarak sırtını koyuyor, küçücük ooyile
kırıtarak, yumuk gözlerini süzerek çalkalana çalkalana odanın içinde dolaşıyordu. Mile de Courton
nihayet ciddiyete lüzum gördü. Bü-lendin arkasından atkıyı çekerek: — Küçük yaramaz dedi. Size bin
kerre söyleniyor ki başkalarının şeylerine dokunmak ayıptır.

Bülend gülerek cevap verdi: — Evet, hakkınız var, madmazel' Kıraet kitabında bile bu söz var, değil
mi?

Nihal ilerlemişti. Kendi odalarına geçilen aralık kapının topuzunu çevirdi, kapı açılmadı. Bir kelime
söylemeksizin döndü. Hep beraber, mürebbiye Bülendin elinden çekerek, dehlize çıktılar. Nihal
kendi odalarının kapısını itti, bir adım attı. Bu defa Nihal ufak bir hayret sayhasını zapt edemedi.
Bülend, arkasından, kasırgalı telâşile

atıldı.

__ Bu ne? dedi. Aman abla! Bu bizim odamız mı? Bu ne güzellik! Bu ne süs!

Bu karyolaların cibinlikleri yeni mi yapılmış? Kütübhanenin kırık camı değişmiş, boyanmış


Bakınız, yazıhane de bir şeyler olmuş Benim oymalarımı bütün çıkarmışlar. Ya perdeler Oh!
Bizim de şimdi ipekli ve tüllü perdelerimiz var.

— Birden Bülendin gözlerini yeni boyanmış duvarın üstünde iğne ile tutturulmuş

iri yazılarla bir kâğıt cezbetti — A, madmazel, bu ne?

Nihal, odasının büsbütün değişmiş manzarası karşısında, bir dakika evvel dudaklarında irtisam eden
endişe hattını kaybederek, gülümsüyor, demir karyolasının kubbesinden mâi kordelâlarla foo-ğula
boğula inen beyaz cibinliğe bakıyordu. Bülendin gösterdiği levhayı okudu : Duvarlara gemi
resimlerile insan başları yapmak memnudur.

Bülend: — Ağabeyimin işi! diyordu. Demek deve resimleri yapabileceğim, öyle mi abla?

Mile de Courton diyordu ki: — Bundan sonra Bülende kurşun kalemi vermek bitti.

Artık odayı temiz tutmak lâzım geliyor. Bütün lüzumsuz oyuncakları da atarız.

Bülend şimdi evin içinde intizam seven bir küçük efendi olacak. Bu akşam bu güzel oda için beye
teşekkür etmek te hatırımızdan çıkmıyacak, değil mi Nihal?

Nihal cevap vermedi.

Mile de Courton diyordu ki: — Lüzumundan fazla inad ediyorsunuz, Nihal. İşte tam bir saat oluyor ki,
Cerni'nin hep o temrinine çalışıyorsunuz. Bu merak da yeni başladı. Altı senede bir kerre fasılasız bir
saat çalıştığınızı görmemiştim.

Sizi bu kadar yorulmaktan menediyorum, anlıyor musunuz?

Nihal birden yuvarlak iskemlesinin üzerinde döndü:

— Tuhafsınız, madmazel! dedi. Bana her vakit piyanonun çalışmadan öğrenilmiyeceğini söylerdiniz.
Tam ben çalışmağa heves duyarken şimdi de bu kaide çıktı.

Adadan avdet edelidenberi Nihal mutadının hilâfına olarak mürebbiyesine karşı ara sıra böyle
asabının serbest bir hamlesile cevap vermeğe başlamışdı. İhtiyar kız bu cevablara yalnız serzeniş, le
dolu bir nazarla mukabele ederdi. Bugün dedi ki:

— Nihal, rica ederim, biraz muhakeme edelim. Maksad piyanoya çalışmak değil mi?

Aynı temrini bir saat durmadan çalmak beyhude yorulmaktan başka bir şey değildir

Nihal atıldı: — İşte yine tenakuz Bana dâima parmakların başka suretle çeviklik kesb
edemeyeceğinden yine siz bahsederdiniz. İhtiyar kız bütün küskün tavrile: — Bana itaat etmemek için
bu kadar ısrar edeceğinizi bilseydim ihtara hiç lüzum görmezdim, dedi.

Nihal sustu. Önüne bakıyordu, sonra gözlerinin eğri bir nigâ-hile mürebbiyesine baktı, dedi ki: —
Madmazel! Beni artık sevmiyor musunuz? işte bakınız, cevab vermiyorsunuz — İskemlesinden
kalktı, Mile de Courton'un yanına, kanapenin üzerine oturdu: — Madmazel! Ne vakit derslerinize
başlıyoruz? Artık sıcak havalar bitmedi mi? İşsizlikten ne kadar sıkılıyorum, biliyor musunuz? Şimdi
istiyorum ki sabahtan akşama kadar odamızda okuyalım, okuyalım. Okumak hiç bitmesin

Nihaide şimdi evin içinde bir uzak durmak, tenha köşeler aramak, kendisini saatlerce odasından
çıkarmıyacak işler bulmak merakı başlamış idi. Bu merak babasının evde bulunduğu zamanlar
hükmünü icra ederdi. O gittikten sonra Nihal eski kıpırdak çocuk olur, evin" içinde gezer, hususile
Bihter'in yanından ayrılmazdı. Ga-rib bir his hadisesiyle bu izdivacın bütün kini babasına inhisar
etmiş, asıl Bihterle onun arasına bir soğukluk koymamış idi. O gün-denberi babasından kaçıyor, güya
biçâre ruhu kendisini aldatan bu kalbin hiyanetinden intikamını ondan uzak kalmakta arıyordu.

Artık sabahlan babasının odasına giderek onu yatağından kaldırmıyordu. Bu sabah mülâtafaları
tamamiyle bitmişti. O zamanlar Nihal, henüz Bülend yatağında uyurken, uyanır, çıplak ayaklarına
terliklerini takarak yavaşça babasının odasına girer, ekseriyet üzere onu yatağında bulurdu. O,
kalkmakta iltizam ederek nazlandik-ça Nihal muziplikler icad ederdi.

Henüz çocukdu: Babasının kasrı basar*ını bir türlü anlamıya-ıak ve gözlük istimalinin lüzum ve
mahiyetine bir türlü akıl erdire-nıiyerek bir,5ün yine o, yatakta gecikirken: «Sabah oldu, bakınız
güneşe Yoksa görmüyor musunuz?

Gözlüğünüzü getireyim mi?» demiş idi. o gün bunu ciddiyetle söylemişti. Sonra bu hemen her gün
tekerrür eden bir lâtife olmuş idi. Nihal ikide birde gözlüğü alır, babasının gözüne tutar: «Bakınız,
şimdi güneşi görüyor musunuz?»

AŞK-IMEMNU 65

Adnan bey bu latifeden asla usanmıyan bir kahkaha ile yata-6 dan atlardı. O

zaman Nihal için ufak tefek hizmetler başlardı: Babasının havlusunu tutar, diş

macununun kapağını açar, leylâk şişesinin topuzunu sıkarak Adnan beyin beyazlıkları kumral-lıkları
içinde kaybolan saçlarına muattar bir yağmur serperdi. Bütün bu şeyler bitmez tükenmez latifeler,
kahkahalar içinde yapılırdı Başlıca oyunlarından biriydi, Nihalin bu sabah hizmetlerine mahsus bir
halayık ismi vardı: Pervin! O zaman Nihal dudaklarını büzer, gülmemeğe çalışır, başını biraz
ciddice tutar, küçük bir pervin olur, Pervin sıfatiyle koşar, Pervin sıfatile hizmet eder; sonra, birden,
bu kahkahanın tarrakasiyle Pervinin içinden Nihalin neşve saçan siması çıkar, ince kollariyle boynuna
sarılır, güya büsbütün Pervin kalıvermekten korkarak bir buse ile kendisini bulmakta acele ederdi.
Arada bir Pervin darılır, çehresini çatarak hiddetle çıkışırdı: «Pervin!

Kız ben sana söylemedim mi? Ne için bu sabun kâsesini yıkamadın? Şimdi ben sana ne yapayım?
Söyle bakayım: Kulaklarını mı çekeyim? Dudaklarını mı kopar ayım?»

Adnan bey bu hiddet oyununu o kadar güzel yapardı ki, Nihal, meb-hut, adetâ korkarak dinlerken,
birden şaşırır, işin oyunluğunu unutur, muhayyel Pervin için bir merhamet mi duyar, yoksa velev bir
oyun sırasında velev bir lâtife içinde kulaklarının çekilip dudaklarının koparılmasına rakik ruhu
tahammül mü edemez, ne olur; birden babasına sokularak oyunun ciddiyetini bozmak için kesik kesik
gülerdi. Bir gün hem böyle gülmüş hem ağlamış idi.

Şimdi, şimdi bu latifelerin arasında, nasıl olmuş bilinemez, kilitlendikten sonra anahtarı kayb olan bir
kapı vardı. Bu kapı O, aralarında soğuk bir mezar taşı şeklinde dikiliyordu. İhtimal bu izdivacı
tamamiyle affedecekti, eğer babasiyle arasına böyle bir duvar çekilmemiş olsaydı.

Onun izdivaç hakkında mübhem fikirleri vardı. Muhakemesinde karı kocanın yekdiğerine «Bey!»
«Hanım!» diyen bir kadınla bir erkek olmasından fazla malûmat o kadar müşevveş bulutlar arasında
kayb olurdu ki, istidlalleri takibe imkân bulunamazdı. Onun için yalnız bir şeyin ehemmiyeti vardı:
Babasiyle kendisinin arasında bir kapı kapanırken onunla bir yabancı kadının arasında mâi atlaslarla,
beyaz tüylerle müzeyyen zarif bir kapının açılmış olması

O günden sonra bir daha o odalara girmemişti; fakat o gün Bülendin bulduğu beyaz omuz atkısını
unutamıyordu. Kapısının, öte sinden ayak sesleri, ufak gülüşler işitirken gözlerinin önüne hep o «muz
atkısı geliyordu. Nedir, Yarabbi!

Bu omuz atkısı ki, çocuğun dimağına böyle musallat olmuş, uykularına karışıyordu?

Hele ikisini beraber görmeğe tahammül edemiyordu. Onlarla beraber bulunmak mecburiyeti sofrada
içtinabı mümkün olmıyan bir eza idi. İlk günleri Nihal mutadını bozmamağa, yine o gevezeliklerile
sofrada geçen saatlan doldurmağa azm etrrüş idi; fakat bulduğu lâ. kırdılarda, lâkırdılarının arasına
serptiği kahkahalarda, tebessümün, de sanki yanlış bir perdeye basılmış olmaktan mütevellit öyle
sahte bir nağme fark etmiş idi ki, bir gün sebepsiz bir huysuzluk çıkar, mış, sofradan kalkmış idi. O
ıgünden sonra sofrada daimî bir sükût iltizam ediyordu.

Adnan bey uzaktan bu küskünlüklerin alâmetlerini fark ediyor ve Nihalle bir musalehanın tesis
zamanına henüz gelmemiş nazariy-1? bakıyordu. Biliyordu ki, Nihal kendisinden uzaklaştıkça Bihter'e
te. karrüb edecek. O da asıl bunu istiyordu.

Bihterle Nihal iki dost idiler. Babası gittikten sonra Nihal bir aralık kendisine ait olan halkdan,
Bülendle Beşirin ve Cemilenin teş. kil ettikleri o çocuk halkından kaçar; biraz da on iki ile on dört
arasında bulunan kız çocuklarına mahsus bir büyümek, büyüklerle beraber olmak hevesiyle, Bihterin
yanına gelirdi.

Bihtere henüz verecek bir unvan bulamamıştı. Ona «Anne!» demiyecekti, kendi kendisine buna karar
vermişti. Başka bir isim de bulamıyordu. Beraber bulunurken başlıca ona bu isimle hitab
edememekten sıkılırdı. Bir gün ona bir şey söyliyecekti. Âdeti idi, mutlaka birisine lâkırdı söylemeğe
başlarken bir hitab kelimesiyle başlardı, onu bulamadı, bulamadığı için söyleyeceğini unuttu. Bihter
fark etmişti, gülerek dedi ki:

— İşte yine bana verecek bir isim bulamadınız. Durunuz, sizinle bir mukavele yapalım: Bana sadece
Bihter deyiniz, olmaz mı' Ben de size kısaca Nihal derim.

Böyle aramızda bütün külfet de kalkardı.

Nihal kıpkırmızı oldu: — Oh! Kabil değil.

Bihter ısrar ediyor, Nihalin ona bir isim bulamamak azabına mutlak hatime vermek istiyordu: —
Hayır, hayır, madem ki benim hoşuma gidecek. Söyle bakayım, Bihter! Bihter!

Nihal gülerek: — Bihter! dedi.

O günden sonra daha teklifsiz oldular, artık aralarında sıküacalc hiç bir şey kalmamıştı, bir 'yaşta iki
refika sıfatını alıyorlardı. Bu refakate, Bihter ufak ve hissolunmaz bir himaye mânasını da ilâve
ediliyordu. Bir gün Nihalin bütün elbiselerini, çamaşırlarını, ufak te-feklerini muayeneden geçirdi;
hepsini beğeniyor; Nihal birer birer gösterdkçe basile hep «güzel!» diyordu. Muayene bitince dedi ki:
— Nihal! Bilir misin? Artık bunların hepsini atmak zamanı geliyor. Ben isterim ki sen küçük bir
çocuk değil, genç bir kız olasın.

ru kısa etekler bunlar on ikisine kadar pek iyidir. Fakat on ikisinden sonra

Artık bir genç kız olmak fikri Nihali hazzından şaşırttı. Müreb-biyesinin yüzüne baktı. İhtiyar kız buna
muterizdi. Bihtere diyordu ki:

__Lâkin madam, zannederim ki pek erken Fransada bu kadar çocuklar bahçede çenber çevirir.
Nihalin eteklerini uzatmak için hiç olmazsa iki sene daha beklemek lâzım gelir.

Bihter gülerek cevab verdi: — Evet, Fransada, alelûmum Avrupa-da, hattâ Beyoğlunda; fakat bizde
Nihal artık sokağa açık bile çi-kamıyacak. Değil mi Nihal? Şık bir çarşaf!

Nihal çarşaf fikrine çıldırdı. Ellerini çırpıyordu, mürebbiyesine koştu: — Oh!

çarşaf, çarşaf! Sonra bir sevinç arasında birden ağzından bir şey çıktı; Bihtere: — Babama
söylersiniz, değil rni? dedi.

***

Bihter evin tertibatını değiştirmek istiyordu. Artık Nihalle hep buna dair görüşüyorlardı. Bütün
tasavvurlarına Nihali katıyor, yapılacak şeyler için Nihale: «Değil mi, öyle yaparız, değil mi?» dedi.

Beraber gezeceklerdi. Bihter Nihalin bütün elbiseye müteallik şeylerine nezaret edecekti; bu kış
geçtikten sonra, baharda bir gün Kâğıthaneye yaşmakla gideceklerdi. Bihter hemen hayalinde do-
ğuveren bu yaşmağı Nihale anlatıyor; o, bütün kadınlık içinde uyanmağa başlayan hislerinin ilk
küşayişiyle dinliyor; ruhunu yutan bu süslü şeyler, şu küçük muntazam dişleriyle, ince kırmızı
dudaklarile ihsanı garip bir hararetle ısıtan güleryüzü ile, müterennim sesile tasvir eden güzel ağızda
bir başkalık alıyordu. Sonra genç kadının muhitinde öyle esirî bir bahar nefhası, şuh bir menekşe
havası vardı ki Nihalin ince hüviyeti tebahhura hazır bir jale damlası gibi erir, on da imtisas ederdi.
O

zaman çocuk ruhlarını birden bir kanat darbe -sile bir meserret ufkuna atan müzeyyen tasavvurlarının
arasında öpüşürlerdi.

— Bey babanız geliyor

Nesrinin sesi bu haberi alınca birden soğuk bir raşe Nihali sarsardı: dudaklarını çeker; kendisini
sarhoş eden korkulu havadan, yabancı bir ufka düşmüş bir kuş çekingenliğiyle kaçmak ister, güya bir
^zgârdan kurtulmak için acele ederdi.

***

Eylül nihayetlerinde idi. Bir gün sofrada Adnan bey dedi ki:
— Nihal, Madmazelden haber aldım ki derslerinize çoktan baş. lamışsmız. Türkçene ne vakit
başlayacağız? Haniya birçok niyetle, rimiz vardı ki unutmuş

görünüyorsun

Nihalin türkçesine hemen tamamiyle Adnan bey çalışmış idi. Bu sene ona eski yeni, manzum, mensur
müntehap parçalar yazdın, lacak, seçme yazılardan bir defter vücuda getirilecek, bunlar
okutturulacak, izah olunacak, bir yandan da Nihalin mümkün değil ıslâh olunamayan imlâsına bir çâre
bulunacaktı. Adnan bey tâ ötedenberi okuduklarından parçalar çizmiş, Nihalin mutasavver defterine
ser.

mayeler teşkil etmiş idi.

Nihal günlerce babasının bu sözünü unutmuş göründü. Adnan bey de nutulmuş

gibiydi; fakat tekrar babasile başbaşa saatlerce o küçük iş odasında kalmak ihtimali öyle bir şeydi ki
Nihalin o akşamdan sonra fikrini terk etmedi. Nihal, yine kendi tarafından ilti. zam olunan bu
babasından uzaklık içinde, uzun bir kışın siyah günlerini kafesinde güneşler düşünerek geçiren bir
kanarya gibiydi.

Bir gece, yemekten sonra Adnan beyle Bihter Nihalin odaya, o ne kadar zamandanberi uzaklaştığını
hissettikleri iş odasına girdiğini gördüler. Adnan bey gülerek: — Ders mi? dedi. Nihal: — Evet, eğer
isterseniz cevabını verdi.

Bu gece dersler başladı; fakat baba ile kızın arasında o eski samimiyet, o eski tekellüfsüzlük yoktu;
şimdi aralarında bir şey eksilmiş gibiydi; hayır, daha doğrusu fazla idi. Bir üçüncü vardı.

ilk geceleri o eski samimiyet hararetini bulmak için her ikisinin gayretleriyle dersler gidiyordu. Nihal
küçük titrek sesiyle bir küçük manzumeyi okumağa çalıştıkça hattâ hep beraber gülüyorlardı O
mümkün değil nazmın musiki hareketini anlıyamıyordu. Adnan bey diyordu ki: — Lâkin, Nihal,
şaşıyorum, ne için anlamıyorsun? Fransızca nazımları pek güzel okuyorsun, fazla olarak
musikişinassın, nazımda vezin kelimelerin yakınlığından hasıl olan musikiden başka bir şey değil.

O zaman efâil ve tefâili* izaha başlar, o anlatırken Bihterle Nihal uzaktan bakışarak gülerlerdi.
Nihalin beceriksizlikleri derslerin can sıkan ciddiyetine böyle ara sıra neşveler serperdi. Sonra, bir
gece, Nihal tabiî bir sevk ile mevzun okumağa başlayınca artık gülünecek şey kalmamış oldu. Yavaş
yavaş

derslerin üstünde esnemeK hevesi veren bir hava uçmağa başladı. Buna kim sebepti? Şimdi ara sıra
Bihtere bakarak bitirmek için acele eden Adnan bey mi, bazan eline vakit geçirmek için alınan kitabı
ağzına tutarak esniyen Bihter mi, hattâ bir vakitler ruhunun harîmi olan bu odada şimdi fazlalığını
hissederek ikide birde defterini hemen fırlatıp kaçmak arzularını duyan Nihal mi? Dersler artık
topallamağa, hasta bir ço-AŞK-I MEMNU

69

cuk mecalsizliğiyle emeklemeğe başlıyordu. Bir gece Adnan beyin ufak bir baş
ağrısı sebep oldu: «Bu gece ders kalsın» denildi, ondan .sonra dersler unutulmuş

oldu.

Genç kız olmak üzere bulunan çocukların müstesna bir devresi vardır ki o esnada bu nahif, narin
mahlûklarda bir kadınlık istihzar hayatının belirsiz açılışları görülür. Bu devre manevî, cismanî
tebeddüllerle başlar. Çocukta sebepsiz herkesten bir ürkeklik, bir kaçınmak, bir gürelik fark olunur.
Onda artık oyun zamanı geçmiş bir kedi yavrusunun vahşetleri uyanır; size eskisi gibi çocukça neş-
vesile elini uzatmaz, yanınıza o eski teslimiyet ile sokulmaz; babasına dudaklarını uzatışında bile bir
soğuk raşenin seyelânı vardır, lâkırdılarında biraz daha ihtiyatlıdır, gülerken kızarıverir; teneffüs
havasının içinde gariplik, yabancılık veren bir yeni nesimin dalgaları vardır; o zaman kaçar, tenha
köşeler arar; uzun düşünceleri vardır, kendisinde bir başkalık hisseder; fakat mahiyetini bilmez,
yalnız anlar ki artık bir çocuk değildir. Yeni bir hüviyet mayası zabt (îlunamıyan bir inkişaf
kuvvetiyle bu çocuk vücudunu parçalayıp taşmak, bir şedid feveran ile harice çıkmak ve artık
tahakküm etmek ister. Bu hâdise çocuğun iradesinden, vukufundan, ihtiyarından hariç bir şeydir ki,
kendi kendine tabiatın tayin ettiği inkılâp hattmı takip eder, çocuk vücudunda garip bir şeyin, mahiyeti
anlaşılmaz bir hastalığın yürüdüğünü, ilerlediğini, bütün hüviyetini dolaştığını hisseder; o zaman ona
yürüyüşünde, söyleyişinde, gülüşünde, bütün hariçle münasebetlerinde korkaklıklar, beceriksizlikler
gelir .Birden tavrında zarafet ve tabiiyyetinden bir şey eksilmiş zan-nolunur. Boyu haddinden fazla
uzun, vücudu nisbetten hariç ince gibidir; yürürken uzun bacaklarının üstünde nisbetsiz bir gövde ile
yürüyen bir kuş hali vardır, elini uzatışında, başını tutuşunda, o eski hoş ahenk kaybolmuştur. Kendine
mahsus vaziyetlerini terk etmiş te henüz yakışacak vaziyetler bulamamış bir vücut hükmündedir.
Lâkırdılarının arasında birden kızarışları vardır, sebebi bilinmez, bu kendiliğinden taşan sıkıntılara
galebe de çalamaz, o zaman herkesten uzak kalmak ister; büyüklerin arasında durmağa cesaret
edemez, çocukların arasında kalmaktan utanır.

Uykularında kâbuslar, hummalar vardır, geceleri birden uyanışın içinde ölümü düşünür, korkar,
yorganının altına sokularak titrer.

Bu öyle bir devredir ki çocukların ıttılâında yeni ufuklar açar. °nlara kimseye bir şey söylemeksizin,
hiç bir yerde bir emare görmüş olmaksızın, birdenbire, kendi kendine, o zamana kadar tamamiyle
anlaşılamıyan binlerce şeyler bir ifade vüsati kesb eder, bir, çok hakikatları anlayıvermiş bulunurlar.
Bu ıttıla nasıl istidlaller neticesiyle böyle birkaç aylık bir devre içinde husule geliverir? Bunu tarif
mümkün değildir. Denilebilir ki bu yeni inkişaf eden hüviyet, genç kız hüviyeti, o eski çocuk
hüviyetine yeni yeni ilimler getirmiş her şey için «işte bu şudur» diyen sesiyle o vakte kadar bulutlar
aL tında şöyle bir göz gezdirilen sahifelerin üzerine sihirli bir ziya dökmüştür.

Nihal hayatının bu devresinde idi. Dersler böyle sekteye uğra, yıverince, babasının tekrar başlamak
için bir şey söylemediğine kin duymakla beraber, gizli bir memnuniyet hissetti. O artık Bihterle
babasının yanında, hususiyle kendisinden başka kimse yok iken, ilk zamanların sıkıntısına benzemiyen
bir şey, adetâ bir utanma dıu yuyordu.

Kış yağmurlariyle, karlarıyla gelmişti. Bihterle Nihal bir açık havaya intizar ediyorlardı. Beyoğluna
gidilecek, aylardanberi tasav. vur olunan şeyler, bilhassa Nihalin ilk çarşafı için kumaş alınacaktı.
Açık sarı yalıdan artık bir haber vürudu zamanı yaklaşmış idi. Bih-ter Nihale vad etmiş idi ki o haber
gelip de Peykerin mini mini be. beğini görmek için oraya gitmek lâzım gelince Nihal bir çocuk değil,
bir genç kız sıfatiyle gidecekti. Kaç gündür Nihal merak ediyor, böy. le her gün yağmur bahanesiyle
inilemiyecek olursa çarşafın yetişemiyeceğinden korkuyordu.

Bugün nihayet havada bir müsaade vardı. Artık ineceklerdi. Adnan bey sabahtanberi gülümsiyerek
tuhaf bir nazarla: — Aman, Nihal hanımın çarşafı unutulmasın, diyor, Behlûl amcasının cümlesine
mütalâalar ilâve ediyordu:

— Artık işimiz var. Evin içinde yeni bir hanım peyda olacak: Nihal hanım!

Muameleleri bütün tebtil etmeli. Hele ben Artık kavga edemeyeceğiz, o eski yaramaz çocuğa ikide
birde çıkışılamı-yacak. Şimdi teveccühü celb olunacak bir hanıma karşı yapılan yal-talıklar lâzım,
değil mi Nihal? Ah! af edersiniz, değil mi küçük Hanımefendi? — Behlül ayağa kalkıyor, Nihalin
karşısında tuhaf vaziyetlerle eğilerek sahte bir tekellüf sadasiyle soruyordu: — Küçük hanımefendi,
bugün iyi midirler? Küçük hanımefendi parmak-larının ucunu öpmek için bana müsaade verirler mi?
Küçük hanımefendi minimini bir tebessümle tuhaflıklarımdan mahzuziyetlerini işarete tenezzül
buyururlar mı? — Nihal kızararak gülümsüyordu. Behlûl ilâve etti: — Küçük hanımefendi yine ara
sıra odama gelip bir parça kavga etmek için inayet buyuracaklar mı? Sonra birden Bihtere döndü: —
Yenge! çarşafın rengi ne olacak? Bakınız, bana bir fikir geliyor. Bu ilk çarşaf olacak, şu halde göze
çarpan naS1 ey bulmalı, bir renk ki geçenlerin zorla nazarını celbetsin. Me-blm§sarı ama sapsarı, çiğ,
haniya gözleri ısıran sarı. İstanbula şık kanarya hediye edelim. Madmazel de Courton'un da bu renge
bühassa merakı var, değil mi Nihal? Haniya bir yaz sapsarı bir kumaştan gömlek yapmıştı

Nihal gözlerinde bir cidal şeraresıyle cevap verdi: — Yok bu meselede sizin zevkinize müracaat
edelim: kırmızı, kıpkırmızı, gözleri tırmalayan bir kırmızı intihap edelim. Haniya sizin bir vakitler
kadar kabarık kırmızı* bir kıravatınız vardı ki, üzerinde yeşil mineli iğnenizle koca bir domatese
benzerdi

— Adnan bey — Kavga başlıyor! dedi.

Behlûl tevakkuf etmeden mukabele etti: — O kravat o kadar hoşunuza gittiyse Mile de Courton'a
hediye edelim: sarı gömleğinin üstüne takar.

Nihal: — Aman, ne büyük fedakârlık! dedi; yazık olur, o size o kadar yakışıyor, ve size yakışan
şeyler o kadar az tesadüf ediyor ki

Bihter fenalaşmak istidadını kesb eden kavganın arasına girdi: Nihal!

Hazırlanmıyacak olursan vapuru kaçıracağız. Beşir beraber geliyor, değil mi?

Bugün, artık çarşafa girmek fikri zihninde yerleştikten sonra, Nihal yine kısa koyu lâcivert şayaktan
elbisesiyle, tâ dizlerinden aşağıya kadar dökülen paltosiyle, kendisini sokakta çıplak zannediyordu.
Birinci defa olarak, hemen Bihterin boyuna yaklaşan ince boyu ile, sokakta açık bulunmaktan sıkıldı.

Bihterin yanında yürümesini idare edemiyor, kendisini lüzumundan fazla öne geçmiş buluyor, sonra
yanından ayrılmağa çalıştıkça onun mevzun yürüyüşünden kendi yürüyüşüne bir sakatlık, usulden
düşen bir nağmeye mahsus bir vezinsizlik sirayet ediyordu. Ve, vakitsiz genç kız oluver-mekten
mütevellit, bu beceriksizlikleri ona vahşi bir güzellik, garip bir hoşluk veriyordu.

Alınacak birçok şeyleri vardı: Nihal eski elbiselerinden hiçbirini alıkoymak istemiyordu, ona her şey
yeniden yapılacak, hele geçen senenin birden kısalıveren şeyleri hep Cemileye verilecekti. Nihaide
bir kadınlık hevesi uyanıyor, ona o vakte kadar düşünülmemiş şeyler için arzu veriyordu. Utanarak
Bihterden kokular istedi, çamaşırları için sevsen tohumundan yastıklara serpmek hevesini sak-
hyamadı. Dükkândan dükkâna dolaştıkça yeniden arzular peyda oluyor, Beşirin ellerinde küçük
paketler taşınamıyacak bir raddeye geliyordu. Nihal için bu güzel şeyler alındıkça Beşirde de bir saa.
detin hazzı uyanıyor, gözleriyle Nihale fikirler veriyordu. Bir arabjj tüllerle, kordelâlarla siyah bir
büyük güle benziyen bir şemsiyeyi gösterdi. Yavaşça: —

Şemsiye, dedi, küçük hanım şemsiye almadı, nız!

Sonra çarşaf için kumaşların karşısında düşünülürken o hep, muhteriz .sesile, cesaret edemiyen
ellerinin korkak temaslariyle bu düşüncelere karışıyor, eğilerek, ötede diğer bir peykede başka
hanımların karar verdikleri açık lâcivert üzerine ince limon küfü çizgilerle bir kumaş göstererek,
yavaşça Nihale: — Bakınız, ne güzel, ondan alsanız a diyordu. Birden Nihal sabırsızlandı: —
Amanı Beşir! susacak mısın? Biz çarşaflık düşünüyoruz Beşir çekildi. Onun böyle çekilişinde
sckulmıya çalışırken kafasına vurulmuş bir kedi mazlumiyeti vardı ve bu mazlumiyette birden öyle bir
acılık buldu ki, Nihal hemen pişman oldu. Beşire bakarak: — O kadar hoşuna gittiyse esvabı ondan
yaparız dedi.

O kumaşı Bihter de fena bulmuyordu: — Aferin Beşir! diyordu. Çarşaftan evvel ona karar verdiler.
Nihayet çarşafın da şu küçük parlak benekli siyahtan olmasında ittifak hâsıl oldu. Beşir paketlerin
hepsini yüklenmek* istiyordu, onlar razı olmadılar; bir araba getirtildi, daha o kadar yerlere
uğranacaktı ki Bihter:

- Değil mi, Nihal? diyordu. Terziden sonra büyük salon için Patriano*dan bir fikir alırız

Son vapura ancak yetişebildiler, Nihal o vakte kadar Beyoğluna inmekten bu derecede bahtiyar
olmamış idi. Yanlarında paketler koca bir yığın teşkil ediyordu. Nihalin hemen bütün istedikleri
alınmış idi. Bihter yalnız Peykerin çocuğuna hediye edilmek üzere Patriano'ya mâi pelüşler** içinde
zarif bir beşik sipariş etmekle kanaat etmiş idi. Bu aralık, kamarada yalnız kaldıkları vakit
bahtiyarlığının taşıveren bir hamlesiyle Nihal Bihtere sokuldu, ve tâ dudaklarının yanından çenesinin
üstünden öperek: — Sizi bugün her vakitten ziyade seviyorum! dedi.

***

Nihalin genç kız kıyafetine duhul resmi bu yeni hayatın bir kuşat rasimesi kabilinden icra olundu.

Nihayet açık sarı boyalı yalıdan beklenen haber alınmış idi. Bugün Bihterle Nihal oraya gideceklerdi.
İkinci Teşrin***in bahar hâtıraları veren günlerinden biriydi. Adnan beyle Behlûl aşağıda büyük
salonda bekliyorlardı. Bu hazırlık o kadar uzun sürmüş idi ki. ikisi de sabırsızlanıyordu. Bir aralık,
yukarıdan Bülendin sesi işitildi. Aşağıdakilere soruyordu: — Hazır mısınız? Biz geliyoruz oh!
Ablamı germeyiniz
Yukarıda küçük bir telâş, kahkahalar arasında fısıltılar, Nesrinin: «Ah canım!

Meğerse koca kız olmuş!» diyen sesi vardı, sonra Bülendin koştuğu duyuldu.

Bülend bağırıyordu: «Bırak, Şayeste! Ben onunla bayrak yapacağım, bayraksız alay olur mu?»

Nihayet merdiven gıcırdadı: en önde küçük dimağının içinde doğan bayrakla, mehip bir sancaktar
vaziyetiyle vücudunu büyüte büyüce yürümeye çalışan Bülend, alayı açıyordu. Bu bayrak Nihalin
arkasından çıkarılan kısa elbisesinin Adnan beyin bir bastonuna ta-kılmasiyle hasıl olmuştu. Bülend
onu omuzuna almış, dalgalandırarak yürüyordu: — Kimse kalmasın. Yolu kapamayınız, alay geçecek.
Ah!

bir trampete olsaydı

Nihalle Bihter arkadan geliyorlardı, daha sonra, kolunda Nihalin çarşafiyle o iri siyah bir güle
benzeyen şemsiyesi, Beşir; ve hepsinin yüzünde geniş bir tebessümle Şayeste, Nesrin, Cemile
geliyorlardı. Bülendin gürültüsüyle Şakire hanım bile bile Hacı Necibi denme dolabın önünde
bırakarak salonun kapısından bakıyor ve Ni-hali bu heyette, artık bir genç kız kıyafetinde görmekten,
teessür ederek gözlerinin ucunu siliyordu.

Adnan beyle Behlûl ayağa kalkmışlar, mütebessim, bekliyorlardı; Nihal son basamaktan inip te bir
hatve daha atmağa cesaret ede-miyormuşçasına durunca Behlûl: — Oh! dedi, bu kim? Bu küçük, zarif,
ince hanım kim? Sizi temin ederim ki, tanımıyorum Eihter gülerek: — Size takdir ederim: Nihal
hanım dedi.

Bülend şimdi sevincinden çıldırıyordu. Bayrağı bir tarafa, bastonu bir tarafa fırlatıyor, hoplaya
hoplaya ablasının etrafında dönerek: «Nihal hanım! Nihal hanım!» diye bağırıyor, sonra etrafına bir
göz gezdirerek güya bütün dünyayı haberdar etmek istiyen bir ilân borusu gibi mini mini sesinin en tiz
perdesiyle ilâve ediyordu: — Artık hep Nihal hanım denecek, anlıyor musunuz? Kim yalnız Nihal
derse defterine beş yüz kere Nihal hanım yazacak, değil mi Mad mazel?

Mile de Courton en arkada, henüz merdivende gülümsüyordu. Nihal iki adım attı: Şimdi salonun boş
yerinde her türlü hâileden âzâde, bütün ince ve uzun boyunun zarafetiyle büsbütün meydanda idi.
Behlûl onu tanıyamamakta haklıydı: Bihterin sanat elinden o. değişerek çıkmış idi. Ne tam bir genç
kız ne de henüz çocuk dedirt-miyecek bir kıyafet bulunmuş idi, eteğinde ufak, gayri mahsus, inceliğine
nisbeten uzun duran boyunun fazlalığına çocuk hafifliği veren bir kısalık bırakılmış idi. Açık limon
gazlar üzerine geçirilmiş

dantelâlar tâ sırtından başlayarak kollarının altından dolaşmış, Ni. halin henüz gelişmemiş gövdesiyle
göğsünü bir cepkenin bollukla, rında saklamış idi.

Yakasından inerek bu cepkenin arasına sıra sıra helezonlarla dökülen yine açık limon gaz
kalabalıkları altında bu henüz çocuk göğsünün farkı saklanmıştı. Bütün bu ipeklerin sanat oyunları
mübhem dolgunluklar farz ettiriyordu. Nihalin uzun saçları çocukluğundan bir hâtıra olarak arkasına
salıverilmiş, yalnız altında düz kesilerek, iki taraftan alınan birer demetle tepesinin üstünde bij küçük
topuz, ancak peçesiyle çarşafını tutacak kadar bir şey yapılmış idi.
Nihal alnını babasına uzattı, Behlûle yalnız elini uzatıyordu, o itiraz etti: —

Yalnız bu kadar mı? diyordu, demek, artık küçük ha. nımefendi ile bayramlarda öpüşülemiyecek

Nihal dudaklarını burarak, başını biraz eğerek, gözleriyle, «Öy. le!» dedi, Bihter çarşaflanmış idi,
«Haydi Nihal! diyordu, çarşafını, asıl çarşafını görsünler»

Şimdi Beşir koşmuş idi. Şayeste, Nesrin, Nihalin başına üşüştüler, Şakire hanım bile salona iki adım
daha attı, Bülend elinde Ni-, hal'in peçesiyle acele ediyordu. Bihter yetişti, peçeyi tâ alnının üstünde
biraz büzerek, kabarıkça iliştirdi; Nesrin bir firkete ile Nihalin eldivenini ilikliyordu; sonra birden
hep çekildiler ve bu defa Nihal çarşafın gözleri aldatan çizgileri altında, henüz bir çocuk sıfatiyle
değil, ince bir genç kız endamının leventliğiyle ortada kaldı. O zaman Beh-lûl koştu. Şimdi eğilerek,
kollarının, ayaklarının türlü tuhaf vaziyetle-riyle selâmlar resmederek, ona kolunu takdim etmek
istiyordu. Bülend sıçrıyor, ablasının boynuna sarılmak, onu bu heyette öpmek için ısrar ediyordu.
Nihal eğildi, yeni çarşafının bozulmasına, peçesinin buruşmasına ehemmiyet vermiyerek Bülendle
dudak dudağa, uzun uzun, biribirini hırpalıyarak öpüştüler. Şakire hanım artık açıkça ağlıyordu.

Behlûl: — Yürüsün de görelim; diyordu; değil mi yenge? Asıl çarşafın içinde yürüyebilmen, bu öyle
bir nazik sanattır ki, bir kadının bütün müstesna zarafetini gösteriverir.

Nihalin yürüyüşünde biraz fazla acele, hatvelerinin vüsatinde bakıyorsunuz, diyordu; elbette
şaşırırım

Behlûl şimdi tek gözlüğünü takmış, eğilerek, geniş, raks ediyor zannolunan adımlarla, Nihali süzerek
arkasından gidiyordu: — Olmuyor, zavallı Nihal, olmuyor diyordu.

Nihalin yürüyüşünde biraz fazla acele, hatvelerinin vüs'atinde biraz mevzuniyeti bozan bir genişlik
vardı; ellerini nereye koyacağında mütehayyir gibiydi. O

zaman Behlûl taklidini yaptı, kollarını

kerek, ellerini sarkıtarak, garip, tuhaf bir vaziyette Nihalin yürüÇr"

sürden bütün beceriksizlikleri istiare eden bir taklit ile yürüyor: y te böyle yürüyorsun!» diyordu.
Sonra yengesini yürütmek istedi: Oh! Bakınız diyordu; bu sanat yengemde son zarefet noktasını
bulmuş-

Bihter: — Teşekkür ederim, dedi; fakat kendimizi size beğendirmek için vaktimiz yok Beşir,
çantaları aldın mı? Şayeste nerede? Çarşafım giymeğe mi gitti?

Sonra Adnan beyle Behlûle sordu: — Siz de geliyorsunuz değil mi?

nest...

çamaşır makinesi ses çıkarması topuz modelleri kapalı huawei hoparlör cızırtı hususi otomobil fiat doblo kurbağalıdere parkı ecele sitem melih gokcek jelibon 9 sınıf 2 dönem 2 yazılı almanca 150 rakı fiyatı 2020 parkour 2d en iyi uçlu kalem markası hangisi doğduğun gün ayın görüntüsü hey ram vasundhara das istanbul anadolu 20 icra dairesi iletişim silifke anamur otobüs grinin 50 tonu türkçe altyazılı bir peri masalı 6. bölüm izle sarayönü imsakiye hamile birinin ruyada bebek emzirdigini gormek eşkiya dünyaya hükümdar olmaz 29 bölüm atv emirgan sahili bordo bereli vs sat akbulut inşaat pendik satılık daire atlas park avm mağazalar bursa erenler hava durumu galleria avm kuaför bandırma edirne arası kaç km prof dr ali akyüz kimdir venom zehirli öfke türkçe dublaj izle 2018 indir a101 cafex kahve beyazlatıcı rize 3 asliye hukuk mahkemesi münazara hakkında bilgi 120 milyon doz diyanet mahrem açıklaması honda cr v modifiye aksesuarları ören örtur evleri iyi akşamlar elle abiye ayakkabı ekmek paparası nasıl yapılır tekirdağ çerkezköy 3 zırhlı tugay dört elle sarılmak anlamı sarayhan çiftehan otel bolu ocakbaşı iletişim kumaş ne ile yapışır başak kar maydonoz destesiyem mp3 indir eklips 3 in 1 fırça seti prof cüneyt özek istanbul kütahya yol güzergahı aski memnu soundtrack selçuk psikoloji taban puanları senfonilerle ilahiler adana mut otobüs gülben ergen hürrem rüyada sakız görmek diyanet pupui petek dinçöz mat ruj tenvin harfleri istanbul kocaeli haritası kolay starbucks kurabiyesi 10 sınıf polinom test pdf arçelik tezgah üstü su arıtma cihazı fiyatları şafi mezhebi cuma namazı nasıl kılınır ruhsal bozukluk için dua pvc iç kapı fiyatları işcep kartsız para çekme vga scart çevirici duyarsızlık sözleri samsung whatsapp konuşarak yazma palio şanzıman arızası