kültürümüze ait türküler / Dilimize Pelesenk Olmuş, Hikayesi Olan Ünlü Türküler - Webtekno

Kültürümüze Ait Türküler

kültürümüze ait türküler

Türkü Deyip de Geçme Tanı

        Kendi türkülerini okumayan milletlere,

        Yabancılar kendi türkülerini okuttururlar.

                                                                                                                             

        Halk ezgileri, ezgisel buluşların ve bazen insanüstü yaratışların harman olduğu eserlerdir. Türkülerimiz ise, hakikati olduğu gibi görüp söylemekten asla çekinmeyen ermiş ve cesur kimselerin söylemleridir. Türk insanının düşünen, soran; seven, küsen; gülen, ağlayan kalbinin içini görürüz türkülerde. Onlar bizim romanımızdır, bizi anlatır asırlardır bizlere.

         

        Türküler bir kültürün en insancıl, en öznel olan parçasıdır. Türkü zevkinden yoksun kalmak, ruh yönünden çok şeyden yoksun olmak demektir. Eğitim görmüş meslek sahibi olmuş, itibarlı bir mevkide görev yapmakta olan birinin, soylu bir türkü zevkine sahip olmaması, eşsiz bir ruh zenginliğinden nasibini almamış olması demektir.

         

        Türkülerin, ama gerçek anlamda soylu türkülerin kendisi, başlı başına bir öğretmendir. İnsanı eğitir, geliştirir, insanı daha erdemli kılar, daha akılcı davranmaya yönlendirir.

         

        Türkü sevgisi çok küçük yaşlarda başlatılmalıdır. Türküleri seven bir çocuk, başta canlıyı sever; insanları, toplumu sever; eşsiz bir ruh kudreti ve zenginliği kazanır. Türküler onlara vatan sevgisi, vatanını tanıma ve tanıtma arzusu aşılar, onların vatana hizmet duygularını geliştirir.

         

        İnsan ruhu güzelliklerle yücelir. Kendi milli geleneklerimizden edindiğimiz derin bilgi ve birikimi özümseyerek yaratmış olduğumuz türküler, insan varlığının bir ihtiyacı olan sanatın en kolay, en yaygın, dolayısıyla en etkili dallarından olan müzik ve edebiyatın ortak ürünüdür. Seçerek dinlediğimiz türkülerin ahlak eğitimini de etkilediğini görürüz.

         

        Toplumlar günümüzde yoğun bir iletişim ve etkileşimle karşı karşıyadır. Bu da çevrenin hızlı bir biçimde dışa açılmasını, değişmesini ve yenilenmesini mecbur kılmaktadır. Bu şartlar, sanatta olması gereken soylu değerleri sarsar, bozar; başka bir deyişle yozlaştırır. Bu şekilde ortaya çıkan, türkü adı altında bizlere dinletilmek istenen bayağı deyişleri konumuzun dışında tutuyoruz elbette.         

         

        Ortak bir bilinç yaratılmasında halk türkülerimizden geniş ölçüde yararlanabiliriz. Anadolu insanının ince ve zarif duygularını, hayal ve isteklerini en temiz şekilde türkülerimizde buluruz. Âşık Emrah’ın, belki de mütevazı bir köy evinin penceresinden bakan sevgilisini cennet sarayına kondurması, onu melek yerine koyarak, yüzünün güzelliğinin göz kamaştıracak derecede etkileyici oluşunu çok tabii kılıyor.

         

                                Bugün ben bir güzel gördüm  / Bakar cennet sarayından

                                Kamaştı gözümün nuru / Onun hüsn-i cemalinden  (Emrah)

         

         

        Türkülerimizde, sevginin en temizi, fedekârlığın en yücesi halk diliyle o kadar güzel ifade edilmiştir ki insana “bu kadar da olamaz artık” dedirttirir:

         

                                Ben seni seviyom can ile candan

                                İnsan kemlik bulmaz sevdiği yârdan

                                Canım esirgemem vallahi senden

                                Götür sat pazarda kulum var deyi   (Karacaoğlan)

         

         

        Ahlak, Türk insanının olduğu gibi, türkülerin de temel taşıdır.

         

        Başımda altın tacım / Hem susuzum hem açım

                                Yârimi bana verin / Gerisi anam bacım  (Anonim)

                   

        Alçak gönüllülük, türkülerde çok önerilen hasletlerimizdendir.

         

                                Gel ha gönül havalanma / Engin ol gönül engin ol

                                Dünya malına güvenme / Engin ol gönül engin ol (Teslim Abdal)

         

         

        Yurt ve millet sevgisini haykırarak dile getirildiğini sezersiniz türkülerde.

         

                                Ehl-i İslâm olan bilsin işitsin

                                Can sağ iken yurt vermeyiz düşmana  (Âşık Şenlik)

         

         

        Dağlara:

         

                                Dağlar siz ne dağlarsız

                                Kardan kemer bağlarsız  (Anonim)

         

         

        Bülbüle:

         

                                Mihrican mı değdi gülün mü soldu

                                Gel ağlama garip bülbül ağlama  (Âşık Turabî)

         

                   

        Turnaya:

         

                                İnme turnam inme sen bu pınara

                                Avcı tuzak kurmuş var yolun ara  (Anonim)

                               

        Ceylana:

         

                                Gezme ceylan bu dağlarda seni avlarlar

                                Anadan babadan yârdan ayrı koyarlar.  (Anonim)

         

         

        diyerek birer mazlum canlı gözüyle bakan halkımız, köylerde çifte koşarak, kağnı çektirerek, hayat yükünü paylaştığı öküzü de bu zarif canlılardan ayırmadan derin sevgi ve minnetle anar.

         

                                Dağdan kütür kütür hezen indirir

                                İrençberler hoşça tutun öküzü

                                Her evin devliğin öküz döndürür

                                İrençberler hoşça tutun öküzü  (Pir Sultan Abdal)

                   

         

                    Tabiat varlıklarına beslenen sevgi gibi insanı insan yapan birçok özellik, türkülerde bütün çıplaklığıyla işlenmiştir.

                    Türküleri sevmek kolaydır, ama gerekli kültür birikimine sahip olmadan onları anlamak asla mümkün değildir.

         

                                                      

                                                        

        Türküler Nedir Ne Değildir?    

         

        Türkü, halk şiirinde özel bir biçimin adı olmakla birlikte sıradan halk, mani, türkü, koşma, divan, gazel vb. halk şiirinin her biçimi ile kırık hava şeklinde okunmuş sözlü ezgilere Türkü demektedir. Kültürümüz içinde önemli bir yeri olan türküler, milletimizin geçmişinden gelen ve zaman içinde biçimlenerek kurallara bağlanmış; halkımızın benimsediği, sevdiği, çalıp söylediği, zevkle dinlediği ve içinde kendini bulduğu ilahî bir varlık halini almıştır. Bu nedenle türkü sözleri üzerinde hassasiyetle durmak bir vicdan borcudur.

         

        Halk türküsü, başlangıçta bir kişinin, hafızasında var olan halk işi ezgi ve söz kalıplarından yararlanarak, bazen sözü, bazen ezgiyi değiştirerek, bazen da yine halk işi olmak kaydıyla, özgün olarak ortaya koyduğu; dilden dile dolaşırken değişikliğe uğrayan, zaman içinde kişisel izlerin silinmesi sonucu ortak özellik taşıyan ezgili ve biçimli sözlerdir. Sözünü ettiğimiz bu değişime folklorik oluşum diyoruz. Böylece oluşan türküye halk türküsü, özgünlüğünü koruyup ilk şeklini devam ettiren türküye de Ahmet’in türküsü, Mehmet’in türküsü, Sadeddin Kaynak’ın türküsü diyoruz. Her iki türün buluştuğu saha ise Halk Müziği ve Halk Edebiyatı sahalarıdır. Burada esas olan halk işi olma özelliğidir. Halk işi olmak demek, sözün: Şiir biçimi, dil ve anlatım bakımında halk şiiri özelliği taşıması; ezginin ise: Yerel ve otantik karakteri yansıtabilmesi demektir. Bu konu bugüne kadar pek kavranılamamıştır.

         

                    Çok yaygın bir söylem olmasına karşın her türkünün bir hikâyesi yoktur. Mani katarlarından oluşan atma türkülerin, dini-tasavvufî konuları işleyen deyiş, nefes, hikmet, ilahi vb.nin hikâyeleri olmaz. Türkülerin büyük bir kısmı olayları değil, duygu, düşünce ve sezgileri dile getirir. Ancak olay türkülerinin hikâyeleri olur.

         

        Türkülerin, bilinenin ötesinde çok sayıda bentleri vardır. Çeşitli yayınlarda bunların belirlenmiş ve böylece yaygınlık kazanmış bir kaç bendi yayımlandığından, o türkünün,  bilinen o bentlerden ibaret olduğu sanılır. Olay türkülerinin çok sayıda, hele meşk ortamında söylenen, manilerden oluşan türkülerin sayılamayacak kadar çok bentleri bulunur. Bunlar bir taraftan yaratılarak belli bir zaman söylenir; bir zaman sonra unutulup giderken yerlerini yenilerine bırakırlar.

         

                    “Çamlığın başında tüter bir tütün”  türküsünün yaygın olarak bilinen bentleri şunlardır: “Ham meyveyi kopardılar dalından” ve “Benim yârim yaylalarda oturur”

         

                    Oysaki araştırıldığında, türkünün, olayı daha içli bir şekilde hikâye eden başka dörtlüklerinin de varlığını görüyoruz.

         

                    Yozgat yaylasında bir garip kuşum

                    Elveda sizlere akrabam eşim

                    Doymadım dünyaya on sekiz yaşım

                    Onun için açık gider gözlerim

                                Yüküm kervan yükü savran gidiyor

                                Sürmedim sefayı devran gidiyor

                                Ziya’m ciridine kurban gidiyor

                                Onun için kapanmıyor gözlerim

        Atına binmiş de eğeri düzler

                    Cirit değneği de elini gözler

                    Hayırsız elbisen bohçayı süsler

                    Onun için kapanmıyor gözlerim. Ve devam eder…

         

         

                    Mani biçimindeki şiirlerin ilk iki dizesi daima daha sonraki dizelere hazırlık için söylenmemiştir. Böyle örnekler olmakla birlikte, çoğunlukla mani dizeleri arasında anlam bütünlüğü vardır. Bunu sezebilmek için şiirin büyüleyici dünyasına girmek gerekir.  Dağlar başı dolu kar / Benzim sarı hulkum dar / Her gelen benzim sorar / Bilmez kalbimde ne var  (Anonim)

         

                    Bu manide: Dağların başının kar olması, âşığın keyfini kaçırıp, onu huysuz ve tahammülsüz bir hale sokmuştur.  Bu nedenle aşırı heyecandan rengi sapsarıdır. Çünkü yollar kapalı, sevgiliye ulaşmak veya onunla haberleşmek imkânsızdır. Bu sıkıntılı durumda ise yanına her gelen, onun yüzünün rengini sormakta, yüreğindeki gerçeği anlayıp derdine ortak olma çabası göstermemektedirler. Âşık bundan yakınmaktadır.

         

        Türküleri kadın ağzı, erkek ağzı diye ayırmak bir tarafın türküsünü diğer tarafın okumasını yadırgamak yanlıştır. Bir taraf diğer tarafın duygularını dile getirebilir. Kına gecesi, kızının içinde bulunduğu ruh halini dile getirmek isteyen sanatçı ruhlu bir baba: “Ağ elime mor kınalar yaktılar / Kaderim yok gurbet ele sattılar” diyebilir. Fethiyeli Mustafa Coşkun’dan “Eloğluna yandım ben”; Aydın’lı Nursal Ünsal’dan “Yorgun değil bir güzele vurgunum” türkülerini derlememiş miyiz? Muharrem Akkuş “Eledim eledim höllük eledim / Aynalı beşikte bebek beledim”, Selahattin Sarıkaya “Ak taş diye belediğim / Tülbendime doladığım” dememişler mi?

         

        Bazı türküler ölmüş kişinin ağzından yakılmıştır.

         

                                Üç gün evvel geldi gelin alıcı

                                Denizde boğuldum yoktur ilacı  (Anonim)

         

                                Doymadım dünyaya on sekiz yaşım

                                Onun için açık gider gözlerim  (Anonim)

         

                                Şarkışla dağları bir sürü koyun

                                Gelin ahbaplarım üstümü soyun  (Anonim)

         

                                Kazın mezarımı bayıra düze

                                Yönünü çevirin sıladan yüze  (Anonim)

                               

                                Selânik içinde selâm okunur

                                Selâmın sedası cana dokunur   (Anonim)

         

        Olay türkülerinde kahramanların duygu, düşünce ve durumları, onların ağzından dökülüyormuşçasına çok defa olayın kahramanları dışındaki bir şahıs tarafından dillendirilir. Ölenin duygularını ikinci, üçüncü şahıslar dile getirir. Bundan dolayı türkülerde konuşan şahıslar bir bent içinde bile değişebilir.

         

                                Yüküm kervan yükü savran gidiyor

                                Sürmedim safayı devran gidiyor

                                Ziya’m ciridine kurban gidiyor

                                Onun için kapanmıyor gözlerim  (Anonim)

         

        Bir türküde, bir şehir adının geçmesi o türkünün oraya ait olduğunu daima göstermeyebilir.

         

                                Şu İzmir'i boydan boya gezerim (Yozgat’tan derlenmiş)

                                İstanbul’a cura yazdım saz geldi (Antalya’dan derlenmiş)

                                Ordumuz gitti Muş’a dayandı  (Urfa’dan derlenmiş)

                                İzmir'in içinde al yeşil bayrak  (Sivas’tan derlenmiş)

                                Ankara’da yedim taze meyvayı  (Kırşehir’den derlenmiş)

         

                                Aman Adanalı  (Kayseri’den derlenmiş)

                                İstanbul'un etirafı meteris  (Trabzon’dan derlenmiş)

                   

         

        Bir yöreden derlenmiş bir türküde yer alan bir şiirin tamamı ya da bir bölüğü, bir başka yörenin türküsünde de yer alabilir. Bunlar, genellikle mani dörtlükleridir, çalıp-söyleme ortamında okuyucuların; derleme sırasında kaynak kişilerin o an akıllarına gelen, belki zamanla unutulacak, belki de klişeleşerek o ezgide yer alacak söz öğesidirler. Daha da ötesi için aşağıdaki maddeye bakınız.

         

                    Al almanın dördünü

                    Sev yiğidin merdini  (Kayseri, Malatya)

                                Dut ağacı dut verir

                                Yaprağını kıt verir (Denizli, Kayseri, Afyon,  Sivas)

                    Ak bakraçlar susuz galdı
            Büyük evler ıssız galdı  (Sinop, Rumeli)

                                Sarı zeybek şu dağlara yaslanır
                        Yağmur yağar silahları ıslanır (Rumei, Burdur)               

                    Evleri görünüyor 

                    Gönüldür yeriniyor (Tunceli, Malatya, Kayseri, Tokat, Elâzığ)

         

         

                    Bir türküde yer alan bir şiir bölüğü, aynı yörenin ezgisi farklı bir başka türküsünde de yer alabilir.

         

                    Evleri görünüyor nananay nananay
            Gönüldür yeriniyor vay beni (Elâzığ / Hafız Osman Öge)

                                Evleri görünüyor bağ altına bağ altına
                        Gönüldür yeriniyor Yâr ağlarım... (Elâzığ / Enver Demirbağ )

         

         

                    Bir şiir farklı kaynaklarda farklı biçimde karşımıza çıkabilir. Hangisinin esas olduğu önemli değildir. Doğru, güzel, anlatımı sağlam, içeriği zengin olan esastır. Yoksa halk bilimi’ni inkâr etmiş oluruz.

         

                    Sıtkı der dertlerim dilde müşküldür

                    O dostun elinden gözlerim seldir

                    Senin intizarın bir gonca güldür

                    Benim intizarım bir yâre bülbül    (Sıtkı / Âşık Veysel’den)

                                Sıtkı’yam hallerim dilde müşküldür

                                Akar çeşmim yaşı sanki bir seldir

                                Senin arzumanın bir gonca güldür

                                Benim arzumanım bir cana bülbül    (Sıtkı / Hüseyin Koç’tan)

                    Yaralarım göz göz oldu oyuldu
            Hûn etti bağrımı bir pire sebep
            Her gelenler bizi odlara yakar
            Budur ahvalımız bir pire sebep   (Delilî / Halit Aşan’dan)

        
                        Yaralarım göz göz oldu oyuldu
                        Hûn etti bağrımı bir pire sebep
                        Her gelenler bizi taşlar ayaklar
                        Budur ahvalımız bir pire sebep   (Delilî / Âşık Sefaî’den)

         

        
            Bir şiir farklı kaynaklarda farklı âşıklar adına kayıtlı görünebilir.

        
            Bu kadar cevretme aziz sultanım
            Ya n'olur insafa gel bazı bazı
            Halime rahmeyle ruh u revanım
            Bendene keremler kıl bazı bazı (Kemter Baba, Feryâdî, Hasan Hüseyin)

        
                        El çek tabip el çek  sinem üstünden

                                Sen benim derdime deva bilmezsin

                                Sen nasıl tabipsin yoktur ilacın

                                Yaram yürektedir sarabilmezsin  (Emrah, Âşık Velî)

         

                    Gönül gurbet ele varma

                    Ya gelinir ya gelinmez

                    Her güzele meyil verme

                    Ya sevilir ya sevilmez  (Emrah, Sefil Ali, Karacaoğlan)

         

         

                                İşit avazımı ben de varayım

                                Eğlen uçup gitme konadur bülbül  (Kuloğlu, Pir Sultan Abdal)

         

         

        Bir âşığa ait şiirden alınmış bir bölüm,  anonim bir türküde karşımıza çıkabilir.

         

                    Anonim halk türküleri, telif eserler gibi, değişmez veya değiştirilemez eserler değillerdir. Türkülerin söz veya müzik unsuru zamanla değişebilir.

         

                    Bir kaynak kişi, kendisinden derlenen bir türküyü farklı zamanlarda, farklı biçimde çalıp okuyabilir, sözlerini değiştirebilir.

         

                    Bir türkü, birbirlerinden haberli veya habersiz, birden fazla kişi tarafından derlenmiş olabilir.

         

                    Bir yöreden derlenmiş olan bir türkünün aslında başka yöreye ait olması mümkündür. Yörenin yaygın üslubuyla karşılaştırıldığında bu fark edilir.

         

                    Bir yörede çalınıp söylenmesi yaygınlık kazanmış bir türkünün, o yöreye ait olduğunu kesin olarak söylemek çok zordur, doğru da olmayabilir. Bazı türküler, sevildikleri oranda yaygınlık kazanarak yöresellikten bölgeselliğe geçerler. İlk yakıcısı, ilk biçimi, yakılma zamanı gibi, ilk yöresi de zamanla unutulup kaybolabilir. Bu nedenle iyice araştırdıktan sonra türküleri: yörenin türküleri ve yörede çalınıp okunan türküler diye sınıflandırmak daha doğru olur. Belki yarım asırdan fazladır, Urfa, Elazığ, Diyarbakır gibi makama dayalı sistemli müziğin icra edildiği yörelerde, Sadeddin Kaynak’ın türküleri o yörenin türküleriymiş gibi sevilerek çalınıp okunur.        

         

                    Bir türkü, birbirinden çok uzak yörelerde o yörenin türküsüymüş gibi çalınıp okunabilir. “Debre’li Hasan”  Türküsü bir Balkan havası olmasına rağmen Kerkük’te de o yörenin türküsüymüş gibi okunmaktadır.

         

                    Bir türkünün sözleri (“Sarı Gelin” türküsünde olduğu gibi) zamanla milli ya da etnik kimlik değiştirebilir. Azerbeycanlı genç sanatçı Kâzım Eşkiriz’den 13.06.1980 tarihinde İstanbul’da derlediğim, 19.03.1985 tarihinde ise TRT Repertuar Kurulu’nca incelenerek 2686 numarayla TRT Türk Halk Müziği Repertuarı’na alınan “Bu Dağda Ceyran Gezer” mahnısı, son zamanlarda (tahminen 2005 yılından sonra) Televizyonlarda bazı sanatçılar tarafından Kürtçe sözlerle okunmaktadır. Onlarca yıl sonra bu türkünün de kimliği konusunda tartışmalar yapılacaktır. Oysaki kim bilir bu mahnı derlediğim tarihten kaç 10 yıl önce kaç Azerbaycanlı sanatçı tarafından okunmuştur.

         

         

                    Türkülerde Dil ve Anlatım Nasıldır?

         

        Türkülerin dili çoğunlukla, akıcı ve zengin bir konuşma dilidir. Fakat okumuş çevrelerce yakılmış türkülerde; Yunus, Gevherî, Dertli, Zihnî vb. âşıkların şiirlerinde bu sade dilin yanında Arapça ve Farsça sözcük ve tamlamalara da bolca rastlarız.

         

                    Ne çemen ne sâye-i gül

                    Ne bahar ne buy-i sümbül (Anonim)

                                Hamd ü şükr etti dedi ey zü’l-celâl

                                Bin benim bîğî yaratsan ne muhâl  (Yunus Emre)                      

                    Her kaçan dildâra arz etsem hâlim
            Âh u efkârında kalmaz melâlim  (Gevherî)

                                İkbâle zevâl erse ne var sende kemâl var

                                Mağrûr-i kemâl olma ki ardınca zevâl var  (Dertli)           

                    Zevk ü şevk ehlini âh u zâr almış
            Gama tebdîl olmuş ülfetin çağı  (Zihnî)

                   

         

                    Çok yalın, sade, sıcak, samimi; bir o kadar da renkli halk ağzı türkülere hakimdir. Bugün yazı dilinden düşmüş binlerce sözcük, türkülerde, konuşma dilinde ve Anadolu insanının ağzında kullanımını sürdürmektedir. Yazı dilimizde kullandığımız bazı sözcükler halk ağzında değişikliğe uğrayabilir bu doğaldır:

         

        Hisar, asar olur: Bir asardan bir asara geçtin mi?

        Haticem, Hatçem olur: Hatçam çıkmış gül dalına

        Esfel önce Evsel olmuş, sonra da Hevsel’e dönüşmüştür: Hevsal bahçasına attılar beni

                    Ulu Beden, Evlibeden olmuştur: Evlibeden kuş pini / Oldum kızlar düşkini

                                                      

         

                    Türküler doğal, duru, içten ve özlü bir anlatım biçimine sahiptir. Maniler bu söylediklerimizin en belirgin örnekleridirler.

         

                                Ağaca bir kuş kondu / Kuş değil serçe midur?

                                Nefesin gül kokayı / Ciğerin bahçe midür? (Anonim)

         

         

        Etkileyici, sürükleyici olma, olay türküleri ve destanların başlıca özelliğidir. Özellikle olay türkülerinde hikâye ve tasvire dayalı anlatıma bolca rastlanır. Olayın bir tablo gibi göz önüne getirilmesi, zengin bir hikâye üslubuyla desteklenir.

         

                                Akşamdan yükleri tay eylediler

                                Sabahtan öküze  “ho!” eylediler

                                Erzurum düştü de pay eylediler

                                Sene gardaş sene illa o sene  (Anonim)

         

         

         

                    Türkülerde Edebi Sanat Var mıdır?

         

                   

        Çok güçlü olmamakla birlikte, başta teşbih olmak üzere mecaz, hüsnütalil, tevriye, rücu, mübalağa, tecahülüarif, cinas, kinaye, tezat, istiare, tenasüp, telmih, iktibas, teşhis gibi söz sanatlarına türkülerde bolca rastlanır. Tasavvuf felsefesini dillendiren deyişler ise mecazlarla doludur.

         

                    Teşbih, benzetme:

                                İstanbul içinde aynalı çeşme
                        Gözümün yaşıdır eğilip içme  (Anonim)

                    Mecaz, bir sözü gerçek anlamının dışında kullanma:

                                Benim gözüm sendedir

                                Yâr gözün kime düştü  (Anonim)

                   

                    Hüsnütalil, güzel bir sebebe bağlama:  

                                Bugün mahkeme başı / Sallanır köşe taşı
                        Al yanağı yol etmiş / Elâ gözünün yaşı  (Anonim)

         

                    Tevriye, birden çok anlamı olan bir sözcüğün uzak anlamını kullanma:

                                Akarsu'yum böyle çamurlu yolda
                        Döküldü yaprağım kalmadı dalda  (Muhlis Akarsu)

                    Rücu, sözü geri alma:

                                Aman beyler avdan geldim yorgunum

                                Yorgun değil bir güzele vurgunum  (Anonim)

         

                    Mübalağa, abartı:

                                Oduncular dağdan odun indirir
                        Gözüm yaşı değirmeni döndürür  (Anonim)

                   

                    Tecahülüarif, bilmemezlikten gelme:

                                Evlerine vara gele usandım
                        Ayağıma diken battı gül sandım (Anonim)

        
            Cinas, sesleri aynı anlamları farklı sözcükleri bir arada kullanma:

                                Yârı yolda / Kim görmüş yârı yolda

                                Rakip menzile vardı / Ben kaldım yarı yolda  (Anonim)

         

                    Kinaye, Sözün gelişiyle gerçek anlamların dışında bir kavrama değinme:

                                O yana dönder beni / Bu yana dönder beni
                        Sol yanımda yaram var / Tabibe gönder beni  (Anonim)

                   

        Tezat, birbirine karşıt iki sözü yan yana kullanma veya çelişki:   

                                Âşıklık içimde doğduğu zaman
                        Taş yanar gözyaşım yağdığı zaman  (Abdürrahim Karakoç)

                    İstiare, benzetileni eğreti olarak kullanma:

                                Kalede yılan öter / Dibinde güller biter
                        Esmer yârin koynunda / Çiçeksiz meyve biter (Anonim)

         

                    Tenasüp, birbiriyle ilgili sözlerin bir arada kullanılması:

                                Sevdiğim seyrana çıkar

                                Ateşi sinemi yakar
                        Emzik emzik olmuş akar

                                Şeker midir şerbet midir bal mıdır  (Sefil Suzanî)

                    Telmih, bilinen bir şeyi işaret etme, onu hatırlatma:

                                Derdim ondur çün dokuzun deyemem ağyâre ben

                                Sekizinde kaldı aklım yedide âvâre ben   (Nesimi)

                    (10 Muharrem kerbelâ olayı, dokuz sır, sekiz uçmak, yedi tamu)

         

        İktibas, alıntı:

                                Nahnü kasemna’da taksimde Mevlâ

                                Bu noksan kısmeti bana mı verdi   (Dertli)

         

                    Teşhis, cansız bir varlığı insan yerine koyma, şahıslandırma:

                                Gelmiş iken bir habercik sorayım

                                Yıldız Dağı niye gitmez dumanın

                                Gerçek erenlere yüzüm süreyim

                                Yıldız Dağı niye gitmez dumanın  (Pir Sultan Abdal)

         

         

                    Gerçek halk müziği sanatçısına gelince: engin ruhunu kendine özgü zekâsıyla birleştirerek geçmişin musiki anlayış ve zevkine sadık kalmakla birlikte günün ihtiyaç ve zevklerini de anlamak ve onu göz önünde tutarak eskiye yeniyi katmasını bilmiş ve bunu başararak içinde yaşadığımız musiki âleminin bir kutbu haline tam manasıyla erişmiş olandır. Onun, her gün yeni bir cephesine yeni bir meziyetine şahit oluruz. Gerisi yalandır.

                                     

         

         

Türkülerimiz toplumumuzun tarihini, yapısını, gelenek ve göreneklerini yansıtan unsurlardan biridir. Ama en güzel şekilde yansıtan unsurdur bence…

İnsana ait tüm duyguları içerdiği için ayrı bir değere sahiptir.

Türkü denilince benim aklıma:

  • Gurbet
  • Askerlik
  • Savaş
  • Kahramanlık
  • Hapishane
  • Ninniler
  • Ağıtlar
  • İş türküler vb. geliyor.

Türkü dedik fakat bir müzik olarak türküyü düşünürüz hep. Müzik dil, edebiyat ve tarih gibi milli kültür hazinesi olduğu için türkü de tarih ve toplum yapımızı ele almaktadır. Müzik ne kadar bireysel gibi görünse de bestecisi, seslendiricisi ve tüketicisi ile toplumsal bir değer kazanır. Bu yüzden türkü toplumumuzu oluşturan kültürün, simgesinin ve davranış biçimlerinin dışa yansımasıdır.

Halkın içinde doğan türküler toplumumuzun kimliği durumundadır. Halkın insan ve yurt sevgisini, kahramanlıklarını derin duygular içinde ifade eden unsurdur. Anadolu’daki Türk dilinin nasıl kendine özgü, köklü bir yapısı varsa türkülerde aynı yapıdadır. Toplumumuzun geçmişten geleceğe bir kültürel miras olarak sevinçlerini, sevgilerini türkülerle ifade etmişlerdir.

Ahmet Hamdi Tanpınar, Anadolu’nun romanını yazmak isteyenlerin türkülere başvurabileceğini söylemiştir. Tarih boyunca var ettiğimiz kültürümüz, toplumsal etkileşimlerimizin sonucudur. İhtiyacımıza göre çıkan bu ürünler toplum bilimcimiz ile doğru orantılıdır (Bilinç<>İhtiyaç).

Adı üstünde Türkü: Türk’e özgü  😉

Bize mahsus olan ve ahenk ile söylenen şarkılar olarak da tanımlayabiliriz. Edebi açıdan baktığımızda ise eski bir tanım olarak Halk Edebiyatı nazım biçimi ve türüdür. Aşık şiirleri olarak da bilinir fakat anonime bakarak tek farkı yazarının bilinmesidir. Türkülerin bana göre olağanüstü bir ifade gücü var. Ne eksik ne de fazla…

Yapaylığa kaçmayan mecazlar ve telmihler..

Sade ama alımlı, damıtılmış, rafine bir dil..

Binlerce yıllık kökene Türk Halk ezgileriyle seslenmek..

Türkünün sunduğu vatan coğrafyasıdır. Anadolu insanı ile yoğrulup bütünleşmiş ve özleşmiştir. Anadolu’ya ait her şey türkülere yansımıştır. Ayakları bu topraklara basan, bu topraklarla yoğrulmuş insanların canlı tarihidir. Anadolu’ya ait her şey türkülere yansımıştır. Bazen Orta Anadolu’nun sert ikliminde çayır çimene, güle bülbüle, mor sümbüllü bağa hasret görülür türkülerde; bazen Toroslar’a yerleşmiş Türkmenlerin, Yörüklerin ezgileri yankılanır Akdeniz’de. Kimi zaman Doğu Anadolu’nun yüksek irtifalı coğrafi yapısının ve çetin mücadelelerle geçen tarihinin etkilerini taşıyan sert, keskin ve vurgulu ritmik yapıları; kimi zaman zeybeklerin mağrur duruşları, kimi zamansa Karadeniz’in hırçın dalgaları, değişken iklimi yansır türkülere.

Türküler çok önemli birer değer taşıyıcısıdır. Sosyal değerler, türkülerle insandan insana, kuşaklardan kuşaklara aktarılır. Türküler, bu değerlere açık veya dolaylı olarak destek verir ya da karşı çıkar.

Türküler yaşayan kültür unsurlarıdır, yani bir anlamda canlıdırlar. Doğar, az ya da çok yaşar ve ölürler. Kimileri ise, toplumdan aldığı güç ile yüzlerce yıl varlığını korur. Toplumun ilgi gösterdiği konular ve toplumun ihtiyaçları farklılık gösterdikçe, türkü de değişim gösterir. Durmadan az ya da çok değişikliğe uğrayan türkülerin yalnız sözlerinde değil, ezgilerinde de farklılaşma görülür. Bunun nedeni, zaman aşımı, kişiden kişiye geçiş sırasında yeni duygulanma ve yeni düşünüşlerin etkisinde kalmadır. Çok az değişime uğrayan ve sürekli yaşayan türküler, toplumun içinde derin iz bırakan kahramanlık, efsaneleşmiş büyük aşk ve ağır felaket türküleridir.

Türküler bize ömür boyu yoldaş olacaklardır.

Beşikte- Ninni

Askere-Yaren

Sevdalıya- Tercüman

Düğünde- Neşe

Mezarda- Ağıt

Çocuklukta- Oyun

Diğer yazımda kültürün varlığı deyimlerden bahsetmiştim. Şimdi de kültürün aynası türkülerden bahsetmiş oldum. Kültürümüze sahip çıkalım. Yaşayalım ve yaşatalım.

Son olarak da sizinle en sevdiğim türküyü paylaşmak istiyorum.

KUBAT-ÇALIN DAVULLARI

(Atamın da sevdiği türkülerden biri-SELANİK TÜRKÜSÜ)

 

Bunu beğen:

BeğenYükleniyor...

Kalıcı Bağlantı.

Hikayesi Olan Türküler Hangileridir? Kısaca Hikayeleri Nelerdir?

Haberin Devamı

Hekimoğlu

Kara Tren Gecikir

Çanakkale Türküsü

Sarı Gelin

Yüksek Yüksek Tepelere Ev Kurmasınlar

Kısaca Hikayeleri Nelerdir?

Hekimoğlu

Hekimoğlu türküsü birçok kişi tarafından dinlenilen ve sevilen bir türküdür. Bu türkünün hikayesi ise oldukça ilgi çekicidir. Fatsa'da yaşamını sürdüren Hekimoğlu İbrahim genç bir delikanlıdır. Gürcü Sefer Ağa'nın yanında çalışan Hekimoğlu onun kızına aşık olur. Daha sonra birbirlerini severler ve aşk yaşamaya başlarlar. Ancak kızın nişanlısı bunu öğrenir ve aşıkların üzerine doğru harekete geçer. Bu çatışmada Hekimoğlu bir pusuya düşerek hayatını kaybeder.

Kara Tren Gecikir

Birinci Dünya Savaşı yıllarında savaşa giden kişileri bekleyenler kara trenin gelmesini dört gözle beklerlerdi. Ancak her zaman iyi bir haber gelmezdi. Bu yüzden kara tren gecikir türküsü yazılmıştır.

Haberin Devamı

Çanakkale Türküsü

Atalarımızın katılmış oldukları Çanakkale Savaşı'nda birçok kayıp yaşanmıştır. Bu büyük savaştaki kahramanlıkları anlatan Çanakkale Türküsü Kastamonu yöresine aittir.

Sarı Gelin

Sarı gelin türküsü en çok dinlenen türküler arasında yer almaktadır. Bu türkünün hikayesi ise Erzurumlu bir gençle Hristiyan olan Kıpçak Beyi'nin sarı saçlı kızı arasında geçmektedir. Kıza aşık olan Erzurumlu genç bu türküyü yazmıştır.

Yüksek Yüksek Tepelere Ev Kurmasınlar

Genellikle kına gecelerinde söylenen bu türkü Zeynep adlı bir kızın hikayesini anlatmaktadır. Zeynep, gelin olarak gittiği köyden uzun yıllar dönemez ve bu yüzden yüksek yüksek tepelere ev kurmasınlar türküsü yazılmıştır.

Türküler Bu Yurdun Kanla ve Gözyaşıyla Yazılmış Tapusudur

(BAYRAM BİLGE TOKEL İLE MUSIKİ KÜLTÜRÜMÜZDE TÜRKÜLERİN YERİ ÜZERİNE)

Konuşan: Selçuk KARAKILIÇ

Öncelikle, morfolojik özellikleri incelendiğinde türkünün yüzyıllar öncesinden toplayıp getirdiği anlam yekûnunu nasıl bir felsefî birikim ile açıklayabiliriz?

‘Türkü’nün, genel kabul gören bir görüşle “Türk’e has, Türk’e göre” anlamındaki ‘türk(î)’den türetilmiş bir kelime olduğundan hareketle iki önemli tespitte bulunabiliriz. Birincisi bizim kendimizi, kendi müziğimizi ifade için böyle bir kelime kullanmamızın çok yanlış ve gereksiz olacağı ortada. Böyle olunca ‘türkî’nin bizim dışımızdakiler yani Türk olmayanlar tarafından kullanılma ihtiyacı duyulan bir ifade olduğunu düşünüyorum. İkincisi, bu tabirin yüzde yüz bize has ve bize ait bir durumu, bir kültürü, bir birikimi ifade ettiği gerçeği. Kelimenin bugünkü kullanım şekliyle ilk Ali Şir Nevâi’de (15.yy) karşımıza çıktığını dikkate alırsak zaman ve mekan boyutuyla büyük ve derin bir birikimi tevarüs ettiğini kolaylıkla tahmin edebiliriz. Bu “anlam yekûnunu” layıkiyle anlamak ve anlamlandırmak için, bütün bir düşünce, dil, edebiyat, musiki ve sanat geleneğimizin dayandığı fikrî ve felsefî arka plandan, tarihsel, toplumsal maceramızdan da az çok haberdar olmak gerekir.

Kültürel ve sosyolojik alt yapısına baktığımız zaman türkünün millî realizme katkısı nedir? Yerli ve millî hafızayı canlı tutması bakımından türkülerin değer ve önemini nasıl ifade edebiliriz?

Türkünün, “yerli ve milli hafıza”yı canlı tutmayı temin için bir araç olmanın ötesinde ve öncesinde, yerli ve milli hafızamızın bizatihi özünü teşkil ettiğini, hatta kendisi olduğunu düşünüyorum. Bir kere öz ve hakiki halk müziğimiz, yani gerçek türkülerimiz yapılan, kurgulanan, bestelenen bir şey değil; olanın, yaşanılanın, bireysel ve toplumsal hayatımızda iz bırakan acıların, ayrılıkların, gurbetlerin, yoksulluk ve gözyaşının dile tele dökülmesidir. Yemen’i, Çanakkale’yi,  Seferberliği, göç ve iskan acılarını, Kerbela’yı bireysel ve toplumsal hafızamızda yaşatan, diri tutan tarih kitaplarında yazılanlar değil, türküler, ağıtlar, mersiyeler, nefeslerdir. Çünkü Türküler, hem sözleri hem ezgileri yönünden gereksiz süsten arınmış, sade ve yalın ama en etkili, güçlü ifadelerle insan hafızasına ve yüreğine nakşedilen ‘eser’lerdir. Bu özellikleri ile öyle sanıyorum ki ‘sanat’ kategorisinin dışında ve üstünde, daha farklı bir düzlemde değerlendirilmeleri gerekir. Bunu derken, bazı âmiyâne yaklaşımların bir ifadesi olan “türkülerde sanat yoktur” zırvasını tevile çalıştığım sanılmasın. Evet,‘sanat’ kelimesinin özünde bulunan tasannu, yani sunilik, yapmacıklık türkülerde yoktur. Çünkü hiç bir gerçek türkü sanat endişesi ile vücut bulmamıştır ama her hakiki türkü gerçek bir sanat eseridir.

Bir yazınızda “Şarkıyı içermeyen türkü belki olabilir; ama türküyü içermeyen şarkı olamaz” diyorsunuz. Yani “türkü” şarkıyı bütünüyle ihtiva eder mi?

Türkü şarkıyı bütünüyle elbette ihtiva etmez, edemez; hatta belki etmemesi de gerekir. Daha iyi anlaşılması için bu cümlenin ikinci bölümünü galiba “türküyü içermeyen şarkı olmamalı” şeklinde ifade etmeliymişim. Türküler Kalır kitabımdaki bir yazıda ifade ettiğim bu sözle aslında şunu vurgulamak istemiştim: Başlangıçta türkü vardı, şarkı

sonradan var oldu, bu bir. Çünkü, şarkı daha ziyade yerleşik hayata geçtikten, şehir hayatı geliştikten sonra sanat endişesi ile ortaya çıkan bir tür. İkincisi, ‘Türk Musikisi’ tabiri her ne kadar yanlış bir biçimde musikimizin ‘sanatlı’ bölümüne özel bir isimmiş gibi kullanılıyorsa da, o tarihî musıki kültürünün özü, aslı, özellikle ve öncelikle teorik alt yapısı halk musıkisine, türküye dayanır, daha doğrusu dayanmalı. Yani şarkı istediği kadar türküleşebilir, aslından, özünden beslenebilir, bir başka deyişle daha fazla yerli ve millî özellikler kazanabilir; ama türkü istediği kadar şarkılaşmamalı, yani aslından, özünden uzaklaşmamalı bence. Şöyle de ifade edebiliriz: Şarkının ‘Türk’leşmesi gerekli, önemli ve doğru; ama Türkünün ‘şark’lılaşması gereksiz ve yanlış. Ya da gereğinden fazla ‘şark’laşması diyelim haydi… Çünkü Türk musikisinin perde, makam ve ses sistemi geleneksel halk müziğimizde gizlidir. Bağlama Türk musikisinin sadece en kadim çalgısı değil, aynı zamanda en temel çalgısıdır da. Farabi’nin, bin yıl önce müziğimizin nazari alt yapısının adresi olarak gösterdiği “Horasan Tanburu”, bizim ‘bağlama’ dediğimiz milli çalgımızın dip dedesidir. Kısacası, genel olarak ‘şarkı’ kavramı ile ifade ettiğimiz “sanat musikisi” kültürümüzün sütunları “halk musıkisi” temeli üzerinde yükselmeli idi. Doğru olan buydu. Ama bu bizde pek böyle olmamıştır. Azerbaycan, Üzeyir Hacıbeyli gibi bir büyük müzikolog-bestekarla bunu büyük ölçüde gerçekleştirmiştir. Bizim kadim musıki üstadlarımızın, Itrî ve Dede Efendi gibi klasik bestekarlarımızın bu hakikatin farkında olduklarını düşünüyorum. Dede’nin Rumeli türkülerine çok benzeyen bestelerine, Itri’nin sözlerini de hece ölçüsü ile kendisinin yazarak bestelediği ‘türkü’ formuna çok benzeyen bazı eserlerine baktığımızda bunu rahatlıkla görebiliyoruz. Âşık Tanburi mahlasıyla 18. yüzyılda yaptığı bestelerle “şehir türküsü” diyebileceğiz türün çok başarılı örneklerini veren bestecilerimizden Mustafa Çavuş da aynı şekilde türkü kültürünün öneminin farkında olanlardan. Bu bilimsel gerçeğin en üst seviyede farkında olan ve besteleriyle bunun en güzel örneklerini veren bestecimiz ise merhum Hafız Sadettin Kaynak’tır. Tanburi Cemil Bey de, zurna dahil, hemen bütün halk sazlarını çok iyi çalması yanında özellikle saz musıkisi repertuarımıza seviye ve derinlik kazandıran saz eseri formundaki besteleriyle bu anlamda çok önemli bir başka büyük musiki insanımız.  

Halk müziği tabirinin Cumhuriyet’ten sonra “Türk Halk Müziği” olarak karşımıza çıktığını görüyoruz. Türk Halk Müziği tabiri, “türkü”yü, onun ardındaki güçlü geleneği ifade ediyor mu?

Aslında “Halk Müziği” tabirinin, pek de farkında olmadan kendini halktan farklı ve ayrı görenlerin verdikleri bir isim olduğunu düşünüyorum.  “Folk müzik” in Türkçe karşılığıdır, tercümedir, ama doğru ve yerinde bir tercümedir. Bir bakıma “halk otobüsü” gibi bir isimlendirme. Burada aslolan nasıl ki bir ulaşım aracı olarak otobüs ise ve bizi daha çok bu özelliği ilgilendiriyorsa, halk müziğinde de ‘müzik’ kısmı önemli ve zaten halk buna çok çeşitli isimler vermiş. Bozlak demiş, barak, maya, hoyrat demiş, yol havası, gurbet havası demiş, halay havası demiş, samah, nefes, ilahi, deyiş, koşma, divan, güzelleme, koçaklama, tatyan, zeybek, yiğitleme, taşlama vb. pek çok isim vermiş. Türkî Cumhuriyetlerde daha farklı isimlerle ifade ediliyor; mahnı, yır/cır diyenler var, ‘ayıtmak’ tan ‘aydım’diyenler var, koşuk, en vb. diyenler var… Anadolu’nun hiçbir yerinde, “hadi bir halk müziği söyle” demez kimse, türkü söyle, bozlak çığır, hoyrat oku, vb. gibi ifadeler kullanır. Türkü, bunların hepsini kucaklayan genel bir kavram olarak dilimize yerleşmiş. Türk Halk Müziği tabiri ise, ikinci bir aşama olarak, devlet erkinin ve o yıllardaki devlet medyasının/radyosunun,  devrin heyecanı ve romantizmi içinde, “milli devlet-ulus devlet”  oluşturma sürecindeki uygulamaların bir uzantısı olarak kullanılmıştır. THM tabirinin, daha sonra genel müzik eğitim ve öğretiminde gerekli olan tasnif ve tanım ihtiyacını da karşılamasıyla kavram zaman içinde yerleşmiş ve benimsenmiştir. Ama halk bu kavramın içini devletin istediği gibi değil, kendi istediği gibi doldurmuştur; her zaman ve her konuda olduğu gibi.

Jöntürk İhtilali, Balkan Harbi, Trablus Harbi, I. Dünya Savaşı, Mütareke, Millî Mücadele ve Cumhuriyet… Bu dönemlerde türküler nasıl şekillendi acaba? Yani Mütareke Devri’nde söylenen bir türkü inkılap Türkiye’sinde değişikliğe uğramış mıdır? Erken Cumhuriyet devrinde iktidarın “türkü”ye biçtiği rol neydi sizce?

O yıllarda “yeni devlet, yeni sosyete” heyecanıyla “türkü”ye biçilen rol, “şarkı” aleyhtarlığının konuşlandırılacağı meşru bir zemin bulma arayışıdır büyük ölçüde. Yani maksat aslında bağcı dövmektir. Buradaki bağcı önce “Osmanlı” dır, daha sonra da başta din olmak üzere Osmanlı ile özdeşleştirilen manevi değerlerle arasına bir türlü mesafe koymayı ‘beceremeyen’ halktır. Dinine, diline, kültürüne ve müziğine sahip çıkmakta direnen ve bunun da ağır bedellerini ödeyen ‘zavallı’ millet… Eski tabirle “etrâk-i bî idrak”, yani saf, aptal, akılsız Türkler… Erken Cumhuriyet dönemi kültür/sanat/müzik politikalarının en etkin ismi merhum Ziya Gökalp’tir. Gökalp’in “Halka Doğru” gitmek için iktidara gösterdiği yanlış yolun biz bugün hala taşını çakılını ayıklamakla uğraşıyoruz maalesef. Fakat bizim şer bildiklerimizde de bazen hayır olabileceği ilahi hakikati bir kez daha tecelli etmiş ve imparatorluk siyasetinin ihmal ettiği halk kültürü değerlerinin –ki bunun başında türküler gelir elbette- derlenip toparlanması için çok önemli çalışmalar yapılmıştır. 1925’lerde başlayan Dârül Elhan derlemeleri bunlardan en önemlisidir. Tabi bu arada derleme heyetinin önüne devletin işine gelmeyen, hoşuna gitmeyen, devlet tekerinin önüne taş koyan türküler de çıkmıştır elbette. Sarıkamış üzerine söylenmiş bazı ağıtlar, türküler, eşkıya türküleri, efe türküleri, Avşar ağıtları, devlet yetkili ve görevlilerini eleştiren taşlamalar, yergiler gibi… Bunlar hakkında devlet, çok iyi bildiği ve Osmanlı zamanından beri yapa-geldiği gibi “gerekeli iş ve işlemleri” behemahal yapmıştır. O tarz türküler bazen kaybedilmiş veya değiştirilmiş ya da yok farz edilmiştir. Devlet baktı olmuyor, yasaklamıştır. Devletin bu tür tavır ve uygulamalarının cumhuriyet öncesi Osmanlının son dönemlerindeki hikayelerini ünlü Macar Türkolog İgnacz Kunoş’un hatıralarından öğreniyoruz. Bahsettiğiniz dönemlerde ve hatta hemen her dönemde türküler üzerinde devlet adına birileri, biraz da durumdan vazife çıkararak belli operasyonlar yapmışlardır. Aslında türkülerle hesaplaşma, devletin ya da devlet adına hareket edenlerin türküler üzerinden halkla, milletle, halkın değerleriyle hesaplaşmasından başka bir şey değildir. Çünkü halk türküleri halkın aynasıdır. Türküler gerçeği, sadece gerçeği en yalın ve etkili bir dille, en güzel söz ve müzik cümleleri ile ifade ederler ve asla yalan söylemezler. Türkülerin korktuğunu da gören olmamıştır bugüne kadar. Sarıkamış üzerine söylenen ağıtların çoğu örtülü yasaktan son yıllarda kurtulmuştur. Ama halk, bütün bu baskı ve yasaklamalara rağmen kendi türküsünü söylemekten de hiç geri durmamıştır.

Halk müziğini üç isim etrafında üç devreye ayırıyorsunuz: Muzaffer Sarısözen, Nida Tüfekçi ve Mehmet Özbek. Bu üç ismin halk müziğine katkılarından biraz bahseder misiniz?

Bugün hala öz evimiz ve öz malımız duygusuyla gönül huzuru içinde oturduğumuz türkü binasının ilk temellerini merhum Sarısözen atmıştır. Türkiye’nin kalkınması ve “çağdaş uygarlık düzeyine ulaşması”nı halkın çok sesli Batı müziğini benimsemesine bağlayan zihniyete göre halk türküleri tek sesli, kaba, ilkel köylü müziğidir. Kozmopolit, köksüz ve taklitçi sözüm ona Osmanlı hayranı ‘musikişinas’lara göre de “ilimden/sanattan bîhaber” “tezek kokan nağmeler”dir.  İşte Sarısözen, ana sütümüz kadar helal ve temiz türkülerimize bir ömür adayarak, onları, hak ettikleri mevkiye taşıyan, dünyanın en işlenmiş ve zengin halk müziği statüsüne yükselten insandır. Halk müziği nazariyatının ilk ciddi temellerini de o atmıştır. Dönemin şartları, devrin modası ve kendisinden önce yapılmış örnek alacağı bir çalışmanın olmaması gibi sebeplerle bugünden baktığımızda hata olarak görünen yaklaşımları olmuştur. Zaman zaman resmi ideoloji sözcülüğüne soyunmak zorunda kaldığı dönemler de olmuştur. Fakat, türkülerin derlenip toplanması, notaya alınması, icrası ve yaygınlaşması konularındaki insanüstü gayret ve çalışmaları inkar edilemez. Daha sonra merhum Nida Tüfekçi’nin, alegorik bir anlatımla ifade edersek, bazen proje tadilatını gerektiren önemli ve hayati değişiklikler de yaparak türkü binasını daha işlevsel bir hale getirdiğini söyleyebiliriz. Türkülerin asıl sahibi olan halkın değer ve öneminin altını çizerek, onu, devletin ideolojik oyuncağı olmaktan belli ölçüde kurtarmıştır. Mehmet Özbek ise, binanın geleneksel yapısına ve mimarisine halel getirmeyen modern ilaveler, süslemeler yaparak, türkülerin dünya halk müzikleri arenasında hatırı sayılır bir yer edinmesine büyük katkısı olmuştur. Türkülerin anonim nitelik ve karakterini yeniden yorumlayarak beste türkü yolunu açmış, bağlama ve tek sesle sınırlı ünison koral icrayı “halk sazları orkestrası” ve teknik anlamda koro icrasına dönüştürerek önemli bir çığır açmıştır. Her üç isimden de Hak’kın, halkın ve türkülerin razı olduklarını düşünüyorum.

Muzaffer Sarısözen’in, türkülerin derlenmesi ve Yurttan Sesler ile büyük hizmetlerini kimse inkâr edemez. Ancak Sarısözen’in daha çok millî olana yer verdiği görülüyor. Sarısözen’e ait “vahdet-i milliye sazın telleri arasındadır” ifadesini bu açıdan nasıl yorumlamak gerekir?

Az önce de ifade etmeye çalıştığım gibi, Sarısözen, genç Türkiye Cumhuriyeti devletinin her kademesinde görev yapan insanların kendilerini devletin ideolojik bir aygıtı, bir elemanı, birer ajanı gibi görmeye alıştığı, alıştırıldığı devrin insanıdır. Fakat şunu unutmamak gerekir ki, Sarısözen dönemi, aslında hiçbir zaman bitmeyen ve bu gidişle pek biteceğe de benzemeyen “milli birlik ve beraberliğe en çok ihtiyacımızın olduğu” dönemlerden biridir gerçekten. Andığınız sözüyle, o dönemlerin ideolojik rengine ve tonuna vurgu yapmış olsa bile sözün özü doğrudur, önemlidir ve gerçeğin ifadesidir.

Türkiye’de sanat ve halk müziği yani “şarkı” ve “türkü” bir dönem ya horlandı değiştirilmek istendi veya yasaklama yoluna gidildi. Ancak her ikisi de zamanla yeni bir damar bularak yeniden hitap kitlesine kavuştu. Halk müziği açısından bakarsak türküler, devlet ve sermaye desteği olmadan nasıl havalanmaya devam ediyor?

Bu, öncelikle Türk’ün, Türkü’nün ve Türkçe’nin gücünü gösteren bir durum. Evet, sadece devletin ve sermayenin desteğinden yoksun olmak değil, bir de devletin, sermayenin ve medyanın kösteği ile muhatap olmak söz konusu. Ama bu, türkülerin zaten kaderinde olan bir durum. Yani destekten ziyade köstekle karşılaşmak türkülerin alın yazısı. Daha sayılabilecek pek çok olumsuzluklara rağmen türkülerin “havalanmaya” devam etmelerinin belli başlı sebeplerini kısaca şöyle sıralayabilirim: Bir kere türküler sağlam, köklü bir geleneğe sahip ve bu gelenek her dönemde ve çağda kendini yenileyerek devam ediyor. Bu, türkülerimizin sözlerinin içeriğinden tutun, ifade, üslup, yorum zenginliği, tutarlı bir nazariyat uygulaması gibi bir yığın meziyeti bünyesinde taşımasından kaynaklanır. Türküler hem söyleyen, havalandıran, yakanlar açısından, hem bunları dinleyenler, tüketenler açısından hayatî bir ihtiyacın ifadesi olarak ortaya çıkar. Bütün ağıtlarımız böyledir, koçaklamalarımız, serhat türkülerimiz böyledir, samahlarımız, ilahilerimiz, halay ve oyun türkülerimiz.. hepsi böyledir.  Hiçbir türkü durup dururken söylenmemiştir. Her türkü ya ferdi acı ve ıstıraplarımızın, ya tarihi ve toplumsal trajedilerimizin sebep olduğu yürek yangınlarının bir ifadesidir, mutlaka içimizde bir yerlere dokunur. Yürekten geldikleri için de “yırağa” değil, “yüreğe” giderler.

Halk müziği bir dönem TRT’nin tekelinde idi. Bir anlamda sanat devletin gözetimindeydi. TRT’nin iktidarın sesi olduğunu kabul edersek, zaman zaman türkülerin politikleştirildiği söylenebilir mi?

TRT’nin halk müziği kültürümüze, türkülere destek ve katkısının yanında köstek ve zararlarının da etraflı bir muhasebesinin yapılması gerekir. İktidarın sesi olduğu dönemlerde zaman zaman görülen sansür ve türküleri politikleştirme uygulamalarının, üzerinde durmayı gerektirecek boyutta olmadığını düşünüyorum. Asıl resmi devlet ideolojisi, resmi devlet dini ve resmi kültür-sanat politikaları adına türkülerimiz üzerinde yapılan sansür, yasaklama ve değiştirmelerden söz etmek gerekir ki bu da bir başka önemli “bahs-i diğer”dir, girersek uzun sürer..

Bazı şiirlerini klasik Batı müziği ile seslendiren Necip Fazıl, Sakarya Türküsü isimli şiirinde “türkü” kelimesi ve ezgisiyle karşımıza çıkıyor. Yaşayışı ve düşüncesi itibariyle aristokrat kimliğe sahip olan Necip Fazıl, neden türkü kelimesini kullanmış olabilir?

“Sakarya Türküsü” şiiri, vatanın, bayrağın, dinin ve kutsalların karşı karşıya kaldığı hayati tehlike karşısında millet adına yükselen bir feryat, bir meydan okuma, bir isyan çığlığıdır. Üstad bu şiirle, mensubu olduğu milletinin yaşadığı kıyametin ortasında bulmuştur kendisini. Sakarya Türküsü adeta mahşer yerinde söylenen bir ağıttır, bir nârâdır… Elbette türkü diyecekti, bir başka kelime, kavram bu yükü taşıyamazdı çünkü. Üst seviyede şair bilinci ve duyarlılığı ile Necip Fazıl’ın bunu hissettiğini düşünüyorum. Çünkü Sakarya şiiri, Fransız asilzadelerini hatırlatan aristokrat bir hayatın fantazilerini, kendi fildişi kulesindeki kişisel bunalımlarını, bohem hayatını terennüm ettiği bir şiir değil.

Yahya Kemal’in pek çok şiiri bestelendi, ama halk ezgisi değildir. Hemen hemen hepsi sanat müziği besteleridir. Mohaç Türküsü ve Deniz Türküsü isimli şiirlerinde türkü sadece başlıktadır. Yahya Kemal’in, Mütareke devrinde yazdığı yazıya isim ve sonradan kitabına verdiği başlık da ilginçtir: Eğil Dağlar. Geçirdiği değişim ve dönüşüm göz önüne alındığında Yahya Kemal’in türküye bir anlam yüklediği anlaşılıyor. Bu anlam nedir sizce?

İzin verirseniz bu sorunun cevabı için sizden ve okuyuculardan özür dileyerek meraklısı için bir dipnot vermek istiyorum. Bu konuyu, Kapı yayınlarından çıkan Türküler Kalır adlı kitabımda “Kültürel Kimlik Bağlamında Yahya Kemal ve Halk Musikisi” başlıklı yazımda enine boyuna tartıştım. Kısaca şimdilik şunu ifade etmek isterim: Yahya Kemal, kendi benliğimizi ve öz kimliğimizi keşfetmeye başladığımız dönemlerin bir aydınıdır ve o bu sürece heyecanlı bir jöntürk olarak bulunduğu Paris yıllarında dâhil olmuştur. Keşke bu fikir çilesine Sen Nehri kıyılarında seyr ü sefer ederken değil de, Sakarya, Fırat ya da Kızılırmak kıyılarında ‘teferrüç’ ederken düçar olsaydı diyesim geliyor. “Klasik” sanat musikimizin Osmanlı medeniyetini oluşturan değerlerin merkezinde yer aldığını deyim yerindeyse ‘keşfeden’ bir entelektüel dikkatin, halk musikimizin de kültürel kimliğimizi oluşturan ana damar olduğunu fark etmesi beklenirdi. Ait olduğu toplumun kültür, sanat ve medeniyet değerleriyle bu kadar derin ilişkiler içinde olan Yahya Kemal çapında bir kültür, fikir ve sanat adamının, milliyetimizin ve kültürümüzün asli unsurlarından birisi olarak telakki ettiği “musiki”nin içine, halkın binlerce yıllık bir süreçte kan ve gözyaşıyla yoğurduğu türkülerini, ağıtlarını dahil etmemesi düşündürücü olsa gerek. Fakat şunu unutmayalım, Yahya Kemal de bir Osmanlı aydınıdır ve hemen hemen tüm Osmanlı aydınları gibi onun da gündeminde ne halk vardır ne de türküsü. Tahir Abacı’nın, onun için “hayran olduğu uygarlığın hangi canların üstüne basarak yükseldiğini, hangi kanları harcına katık ettiğini sorgulamayan bir sanat anlayışına” sahip olduğu eleştirisini biraz sert bulabiliriz belki ama görmezlikten de gelemeyiz.

Tanpınar Beş Şehir isimli gezi notlarında, “Uludağ’da bir sabah saatinde, dinlediğim bir çoban kavalına birbirini çağıran koyun ve kuzu seslerinin sarıldığını gördüğüm anda gözlerimden sanki bir perde sıyrılmıştır. Türk şiirinin ve Türk musikisinin bir gurbet macerası olduğunu bilirdim, fakat bunun hayatımızın bu tarafına sıkı sıkıya bağlı olduğunu bilmezdim. Manzara hakikaten dokunaklıydı, beş on dakika bir sanat eseri gibi seyrettim. Bir gün Anadolu insanının his tarihi yazılır ve hayatımız bu zaviyeden gerçek bir sorgunun süzgecinden geçilirse moda sandığımız birçok şeylerin hayatın kendi bünyesinden geldiği anlaşılır.” diyor. Tanpınar’ı bu his ve düşünceye yönelten esas unsuru nasıl ifade edebiliriz?

Tanpınar’ın Huzur romanında kahramanı İhsan’a söylettiği şu sözlerin bu sorunuza bir tür cevap olacağını sanıyorum: “Halkımıza ve hayatımıza ne kadar yaklaşırsak o kadar mesut olacağız. Biz bu türkülerin milletiyiz”. “Türküler,  hayatın sürekliliği içinde, bir yığın değişmeye rağmen daima değişmeyen aslî yanımızı ifade ederler”

Beste türkü hakkında ne düşünüyorsunuz?

Malum olduğu üzere, bizim anonim dediğimiz ve en belirgin niteliği anonimlik olan kadim türkülerimiz de başlangıçta tek bir kişinin, ozan veya âşığın, ya da ümmi bir Anadolu insanının dilinden, telinden, gönlünden doğmuştur. Yani bir kişiye aittir. Fakat bu türküler ancak geleneğin altın halkalarıyla bağını sıkı tutan, suyu kaynağından içmeyi alışkanlık haline getiren, o zengin irfanî birikimden nasiplenmiş insanların yapabilecekleri bir şeydir. Zaten böylesi türküler yeni bir besteden daha çok, adeta daha önce çalınmış, söylenmiş ama bir şekilde unutulmuş eski bir türküyü yeniden hatırlamak ve hatırlatmak gibidir. Halk müziğimizin, türkülerimizin bu tarihî, kültürel, sosyolojik arka planlarının yanı sıra, bünyelerinde mevcut olan makam, ezgi, usül, üslup ve tavır özelliklerine hâkim birinin yapacağı besteler de bu tadı verebilir. Bu çizgide son yıllarda yapılan güzel örnekler var. Mehmet Özbek, Musa Eroğlu, Özhan Eren, Yusuf Gül ilk aklıma gelenler.  Ama bunları anonim türkülerden farklı bir kategoride değerlendirmenin ve yorumlamanın daha doğru olacağını düşünüyorum. “Beste türkü” vadisinde yapılanlar arasında ‘bestelenen’ türkülerden daha çok, ‘yakılan’, ‘havalandırılan’ türküler bizi daha çok sarmakta, geleneksel tadı ve lezzeti vermektedir. Mesela Neşet Ertaş’ın türküleri bunun en seçkin ve seviyeli örnekleridir. 

Son zamanlarda TV dizilerinde türkülere yer verildiği görülüyor. Hatta çoğu zaman bilinenlerin aksine az bilinen türküler tv dizileri sayesinde halkın gündemine giriyor. Dizilerin, türkülere katkısı oldu mu sizce?

Olmadı demek haksızlık olur. Tabi burada türkülerin dizilere katkısı da söz konusu. Fakat bazı dizilerde türküler tepe tepe, paspas gibi kullanılıyor ve çok büyük ayıp ediliyor. Her şeye rağmen yine de daha çok dizilerle kendine bir dünya kuran pek çok insanın, böylelikle türküyle akrabalıklarını hatırlamalarına, yoksa bile yeniden bir akrabalık tesis etmelerine vesile olabileceğini düşünüyorum. Şu nokta dikkate değer: Yıllar önce ve belki de çok farklı bir bağlamda söylenmiş ‘eski’ bir türkünün yeni, yepyeni bir hayat içinde kendine karşılık bulması o türkünün gücünü gösterir. Galiba her gerçek türkü her dem taze ve hep “eskimeyen yeni” olarak kalıyor.

Türkü geleneğinin geleceğini nasıl görüyorsunuz, genç kuşaktan ümitvar mısınız? Bir Aşık Veysel, Bir Neşet Ertaş, bir Mahzuni Şerif gelir mi dersiniz?

Türküler çağlar boyu olduğu gibi, bundan sonra da o tarihi uzun yürüyüşüne devam edecektir elbette. Yakanı,

havalandıranı, çalanı, söyleyeni ve dinleyeni hep olacaktır. Tabi içinden çıktığı hayatın ve toplumun değişmesiyle birlikte değişerek ve yenileşerek, ama bütün bu değişime rağmen, Tanpınar’ın deyimiyle, hayatımızın değişmeyen, ya de en az, en ağır değişen yanına hitap ederek.. Yani gönlümüze ve ruhumuza dokunarak.. Genç kuşağın türkülerle gönül bağını sağlam tutan hem mektepli, hem alaylı kesimiyle yıllardır yakından temas halindeyim. Televizyonlarda yaptığım müzik programlarına o gençleri sık sık konuk sanatçı olarak alıyorum, performanslarını takdir ve bazen hayranlıkla izliyorum. Fakat bunların hiç biri ne Aşık Veysel olacak, ne Neşet Ertaş, ne Mahzuni Şerif… Çünkü bu isimler kimlikleri, kişilikleri ve gelenekteki yerleri ile bir ve ‘biricik’ idiler, eski tabirle “nev’i şahsına münhasır” idiler ve hep öyle kalacaklardır. Bu ve benzeri usta isimlerin özellikleri yalnızca iyi saz çalıp, güzel türkü okuyup, güzel şiirler söylemeleri değil ki. Bir sürü şey bir araya geliyor ve bunlar o hamulenin yoğrulmasıyla vücut buluyor. Veysel gibi güzel çalıp söyleyen, hatta gözleri de kör olan başka insanlar gelecekte de olabilir ama gönül gözü bu kadar açık ve keskin olur mu bilmem; Veysel kadar izan, idrak, irfan sahibi olur mu bilemem. Neşet Ertaş gibi güzel saz çalıp türkü okuyan insanlar bugün de var ama kendisini onun kadar “gönül hızmatı”na adama yiğitliğini gösterebilir mi bilmem. Hadi gösterdi diyelim, kolay kolay bunların hiç birinin bir Muharrem Ertaş gibi bir babası olamayacak. Ama halk bu yeni Veyselleri, Ertaşları, Mahzunileri de sevip bağrına basacak, kendi sesi, gönlü, gözü kulağı olarak benimseyecek. Çünkü halkın kendisi de değişmiş olacak… Ve bu hep böyle sürüp gidecek.

Bir sohbetinizde Neşet Ertaş, bağlamayı tarif ederken: “bağlama dediğin üç tel bir tahtadan ibaret” diyordu. Peki ama üç tel bir tahtadan o yanık türküler nasıl doğuyor? Bu seçkin ve zengin seslerin bütünü telden mi, dilden mi yoksa gönülden mi geliyor?

O söz, daha doğrusu şiir, yaşayan büyük şairlerimizden  Ali Akbaş’a ait. Dörtlüğün tamamı şöyle:

Bağlama dediğin üç tel bir tahta

Ne şâha boyn’eğmiş, ne tâca, tahta

Tüm dertleri özetlemiş bir âh’ta

Bozkırda nârâdır bizim türküler

Bağlama ya da saz dediğimiz bu kadim çalgımız, atası Dede Korkut kopuzundan beri sadece müziğimizde değil, bütün bir kültür ve inanç dünyamızda çok önemli bir yere ve ağırlığa sahiptir. Türk kültüründe saz kültü etrafında oldukça zengin bir müzik, edebiyat ve kültür geleneği oluştuğunu biliyoruz. Asya bozkırlarından göçe karar verdiğimizde, kutsal bir emanet gibi at sırtında Anadolu’ya getirdiğimiz en değerli hazinenin saz olduğunu düşünüyorum. Çünkü sazın telleriyle bir kültür ve o kültürün bütün bir müzik, şiir, inanç değerleri taşındı Anadolu topraklarına. Bundan dolayı saz sıradan bir alet değil kutsal bir çalgıdır. Özellikle Alevi-Bektaşi geleneğinde aynı zamanda dinî ve sosyal hayatın da merkezinde yer alan sazın adı ‘Telli Kur’ân’dır. Sizin ifadenizle “bu zengin ve seçkin seslerin” kaynağı önce çalgının özünde gizlidir, sonra da telin, dilin ve gönlün riyasız, içten, aşkla kucaklaşmasıdır. Onun için merhum Neşet Ertaş, “gönlünde aşkı olmayan sazı eline almasın” der ve eklerdi: “Herkes saz çalar da datlı çalamaz/Yar aşkı yürekte nâr olmayınca”. Şu dörtlük de onundur:

Tüm canların Hak olduğunu bilmese

Hakk’ın aşkı yüreğine dolmasa

O güzel cemâle âşık olmasa

Kul Garibim bu sazını çalmazdı

Sanat müziği havas, halk müziği ise avam yani kaba ve brütal kültürün mensuplarına aitmiş gibi gösteriliyor. Âşık Veysel, Neşet Ertaş, Ali Ekber Çiçek gibi ustaların söyledikleri nasıl kaba kültürün numuneleri olabilir? “Dost elinden gel olmazsa varılmaz/Rızasız bahçenın gülü derilmez/Kalpten kalbe bir yol vardır görülmez/Gönülden gönüle yol gizli gizli” mısraları nasıl cahil bir adamın eseri, kaba bir kültürün  numunesi olabilir?

Olabilir, maalesef olabiliyor… Hatta böyle düşünen insanlar okumuş yazmış, hem de Türk muskisi tarihi yazmış âlim, müzikolog, tarihçi bilinen insanlar arasından bile çıkabiliyor. Kim diyeceksiniz, Yılmaz Öztuna mesela. O ünlü Ansiklopedisinin ‘Saz Şairi’ maddesinde Neşet Ertaş gibi sayısız ozanın örnek aldığı usta şairlerin yazdıklarına şöyle der: “Bunlar gerek şiir, gerek musıki tekniği bakımından son derece mühmel (manasız, boş) ve kusurludur. Saz şairlerinin ilkel deyişleri türkü sayılamaz. Bunlar musıki eseri değil, sazla okunan manzum sözlerdir. Bir musıki görgüsüzlüğü içinde teşekkül eden bu mahsuller musıki sanatını değil, sadece folkloru ilgilendirir.” Şimdi bunlara göre, cahiller güruhu olarak gördükleri halkın içinden çıkmış, Türkçe’den başka dil bilmeyen, Arapça ya da Farsça tekellüm etmeyen, aruz vezninden habersiz, nühüft makamından bîhaber, nakış besteyi meşk etmemiş, kaba dilli, kötü giyimli insanlar… Yani tam “etrâk-ı bî idrak” takımı. Bunlara göre Karacoğlan bile şair değildir, çünkü hece vezni ile ve herkesin anladığı bir Türkçeyle, yani kaba Türkçeyle yazmıştır. Bir şeyi herkes anlıyorsa o sanat olur mu hiç! Bu güruhun ataları bir zamanlar Türkçe kelime ve tabirleri şiirlerinde bolca kullanmasından dolayı Fuzûlî gibi bir büyük şairin bile üslubunu ‘acâib’ ve ‘kaba’ bulurlar. Hatta bunun üzerine Fuzuli’nin İstanbul’a gelip üslubunu geliştirmeyi düşündüğünü, buradaki belagat sahiplerinin kullandıkları letaîf ve darb-ı meselleri kullanamadığı için özür dilediğini Türkçe Divan’ında anlatır. Arabî, özellikle Fârisî tekellüm etmeyenlerin değil şair, adam yerine bile konulmadığının örneklerini Osmanlı şuara tezkirelerinde de sıkça görüyoruz. Mesihî mahlaslı bir şairin asırlar önce bu zihniyetten dert yandığını Âşık Paşa tezkiresinde naklediyor:

Mesihî gökten insen sana yer yok

Yürü var gel, Arap’tan ya Acem’den

Sözü uzatmayalım; Aşık Veysel’deki tasavvufi derinliği ve irfanî kültürü fark edemeyecek kadar sığ ve cahil; Neşet Ertaş’daki Yunus’ça edâyı ve ârifâne terbiyeyi anlamayacak kadar ruhsuz ve nobran olanların, bu ve benzeri isimleri cehaletle itham etmelerinden doğal ne olabilir ki… Fakat hiç endişeye gerek yok: Yeryüzünde Türkçe ve Türkler olduğu sürece türküler de hep olacak… Çünkü türküler, bu yurdun kanla ve gözyaşıyla yazılmış tapusudur.

Çok teşekkür ediyorum Hocam. Önemli şeyler konuştuğumuzu düşünüyorum. Aslında bu konuları enine boyuna, derinlemesine tartıştığınız yeni bir kitabınız çıktı: Sarayın Sesi Halkın Nefesi. İnşallah bu kitap üzerine de sizinle sohbet etmeyi çok isterim.

İnşallah. Sorularınız önümü ve dilimi açtı. Ben teşekkür ediyorum.

Facebook'ta Paylaş Twitter'ta Paylaş Whatsapp'ta Paylaş Telegram'da Paylaş

nest...

çamaşır makinesi ses çıkarması topuz modelleri kapalı huawei hoparlör cızırtı hususi otomobil fiat doblo kurbağalıdere parkı ecele sitem melih gokcek jelibon 9 sınıf 2 dönem 2 yazılı almanca 150 rakı fiyatı 2020 parkour 2d en iyi uçlu kalem markası hangisi doğduğun gün ayın görüntüsü hey ram vasundhara das istanbul anadolu 20 icra dairesi iletişim silifke anamur otobüs grinin 50 tonu türkçe altyazılı bir peri masalı 6. bölüm izle sarayönü imsakiye hamile birinin ruyada bebek emzirdigini gormek eşkiya dünyaya hükümdar olmaz 29 bölüm atv emirgan sahili bordo bereli vs sat akbulut inşaat pendik satılık daire atlas park avm mağazalar bursa erenler hava durumu galleria avm kuaför bandırma edirne arası kaç km prof dr ali akyüz kimdir venom zehirli öfke türkçe dublaj izle 2018 indir a101 cafex kahve beyazlatıcı rize 3 asliye hukuk mahkemesi münazara hakkında bilgi 120 milyon doz diyanet mahrem açıklaması honda cr v modifiye aksesuarları ören örtur evleri iyi akşamlar elle abiye ayakkabı ekmek paparası nasıl yapılır tekirdağ çerkezköy 3 zırhlı tugay dört elle sarılmak anlamı sarayhan çiftehan otel bolu ocakbaşı iletişim kumaş ne ile yapışır başak kar maydonoz destesiyem mp3 indir eklips 3 in 1 fırça seti prof cüneyt özek istanbul kütahya yol güzergahı aski memnu soundtrack selçuk psikoloji taban puanları senfonilerle ilahiler adana mut otobüs gülben ergen hürrem rüyada sakız görmek diyanet pupui petek dinçöz mat ruj tenvin harfleri istanbul kocaeli haritası kolay starbucks kurabiyesi 10 sınıf polinom test pdf arçelik tezgah üstü su arıtma cihazı fiyatları şafi mezhebi cuma namazı nasıl kılınır ruhsal bozukluk için dua pvc iç kapı fiyatları işcep kartsız para çekme vga scart çevirici duyarsızlık sözleri samsung whatsapp konuşarak yazma palio şanzıman arızası