peygamberimizin hayatı sorular / İzzet Eker Ücretsiz Paylaşım Sitesi

Peygamberimizin Hayatı Sorular

peygamberimizin hayatı sorular

Peygamberimizin Hayatı ile ilgili sorular ve cevapları konusunda en çok merak edilenler

1 Peygamber Efendimizin (asm) kaç tane teyzesi ve halası vardır?

- Ahzap Suresinin 50. ayetinden  Hz. Peygamber (a.s.m)’in halaları ve teyzelerinin olduğunu anlıyoruz.

- Efendimizin (a.s.m) halaları altı tanedir; isimleri; Beyzâ, Berra, Atike, Safiyye, Erva, Ümeyme’dir. Bunlardan Atike, Safiyye, Erva iman etmiştir.

- Hz. Peygamber (a.s.m)’in Ferîda ve Fahita adında iki teyzesi vardır. İkisi de onun peygamberliğinden önce vefat etmiştir.

İlave bilgi için tıklayınız:

Peygamberimizin amcaları ve diğer aile büyükleri kimlerdir?..

2 Peygamberimizin eşi Maria hakkında bilgi verir misiniz?

Hz. Mariye, Resulullah'ın (asm) oğlu İbrahim'in annesidir.

Hudeybiye andlaşmasının 628 yılı Mart ayında imzasından üç hafta sonra Müslümanlar Medine’ye geldiler. Hz. Peygamber (s.a.v) bu sulh-u sükûn devrinde İslam’ı tebliğ ve etrafa yaymakla meşgul oldu. Peygamberliğini bütün dünyaya duyurmak zamanı artık gelmişti. O, bütün âlemlere rahmet olarak gönderilmişti. Bu esnada Bizans Kayserine, İran Kisrasına, Mısır Mukavkısına, Habeş Necaşisine ve Arap reislerine mektuplar göndermişti. Çünkü, İslamiyet davası oldukça ilerlemiş bu Tevhid dininin etrafa yayılma sırası gelmişti.

Hicretin yedinci yılında İslam’a davet mektuplarından birini gönderdiği Mısır hükümdarı Mukavkıs bu mektuba bir cevap ile birlikte bazı hediyeler, Mariye ve Sirin adlarında iki kız kardeşi cariye olarak Hz. Peygamber (s.a.v)’e göndermişti. Elçi olarak gönderilen Hâtıb bin Ebi Belteş (r.a) dönüşü esnasında yolda İslamiyeti bu cariyelere anlattı. Hristiyan dinine mensup iken bu defa gönülleri İslam’a açıldı ve henüz Medine’ye gelmeden önce, bu dini kabul ettiler. Mukavkıs’ın gönderdiği hediyeler Hz. Peygamber (s.a.v)’e ulaşınca, bu iki kızdan Sirin’i şair Hassan b. Sabit’e verdi ve ondan Hassan’ın Abddurahman isimli oğlu dünyaya geldi. Mâriye’yi de kendisi aldı ve O’ndan İbrahim adındaki oğlu doğdu.

Mâriye binti Şemun (r.anha) Mısır’da Ensina ülkesinde Eşmünin’in karşısında ve Nil nehrinin doğu kıyısındaki Hafın köyünde, Kıbtî bir baba ve Romalı Hristiyan bir anneden dünyaya geldi. Mukavkıs’ın sarayına götürülmeden önce kız kardeşi Sirin’le birlikte bu köyde yaşadı. Sonra birlikte saraya alındılar. Peygamberimizin (s.a.v) elçisi Hâtıb (r.a) Mısır’a ulaştığında bu kız kardeşler sarayda idiler, Mukavkıs İslamiyeti kabul etmedi, ama çok ve değerli hediyeler gönderdi.

Rasûlüllah (s.a.v), Mâriye annemizi Mescid’e yakın bir yerde olan Harise b. Numan’ın evinde konaklattı. Daha sonra kendisine tahsis edilen Medine’nin Avâli diye anılan yukarı taraflarında Beni Nadirlerden kalmış olan hurma bahçesinde oturdu ve hurma mahsulü ile ilgilendi.

Hz. Mâriye (r.anha) hamile olduğunu anlayınca sevincinden uçacaktı. Peygamberimiz (s.a.v) de buna çok sevindi. Hicri sekizinci yılın Zilhicce ayında (M. 630 Nisan) Rasûl-i Ekrem (s.a.v)’in Mâriye’den İbrahim adında bir oğlu oldu. Böylece hanımları içinde çocuğu olan ikinci hanımı Mâriye Kıbtıye oldu. Hz. İbrahim’in doğumuna ebelik görevini âzâdlılarından Ebu Rafi’nin karısı Selma Hatun yaptı. Doğumdan hemen sonra Peygamberimiz (s.a.v)’e müjdeledi. Peygamberimiz (s.a.v) de ona bir köle bağışladı. Mâriye’yi de bu vesile ile âzâd etti. Sonra yanıbaşında duranlara, “Bu gece bir oğlum oldu, Ona atam İbrahim’in adını koydum.” buyurdu. Cebrail gelip: “Esselamü aleyke ya Eba İbrahim (Selam olsun sana ey İbrahim’in babası!) diyerek Peygamberimiz (s.a.v)’i selamladı. Doğumunun yedinci günü akika kurbanı kesildi, saçları Ebu Hind tarafından kesildikten sonra tartılarak ağırlığı kadar gümüş sadaka olarak dağıtıldı. Süt anne olarak birçok istekli çıktı ise de bunlar arasından tercih edilen Ümmü Bürde Havle binti Müncir’e verildi. Kocası demirci idi. Peygamberimiz (s.a.v) oğlunu hemen hemen hergün ziyaret eder ve genellikle öğle uykusunu orada uyurdu.

Hz. Âişe (r.anha) validemizin şöyle dediği rivayet edilir:

“Sonra Allah (c.c) Mâriye’ye çocuk bahşederek O’nu mükafatlandırdı. Biz ise bundan mahrum kalmıştık.”

Hz. Mâriye’nin mutluluğu bir yıldan biraz fazla sürdü. İbrahim iki yaşına yaklaşırken rahatsızlandı. Süt annesinin evine gelen Peygamberimiz (s.a.v) O’nu kucağına aldı, çocuk can veriyordu. Mübarek gözlerinden yaşlar dökülmeye başladı:

“Vallahi İbrahim, biz senin firakınla çok üzgünüz. İbrahim benim oğlumdur, bir süt kuzusudur. Cennette O’nun süt emme müddetini tamamlamak üzere iki süt anne tayin olunmuştur.”

buyurdu. İbrahim’in vefat ettiği gün, güneş tutulmuştu. “İbrahim’in ölümü için güneş tutuldu.” dediler. Peygamberimiz (s.a.v):

“Ey insanlar! Güneşle Ay, Allah’ın ayetlerinden iki ayettir. Bunlar bir kimsenin ne hayatı, ne de vefatı için tutulmazlar!” buyurdu.

Mâriye annemiz evine çekildi. Sabrın güzelliğine sarıldı. Rasûlüllah (s.a.v)’ın kalbindeki evlat acısı yarasını, kanatmamaya dikkat etti. Sabrı taştıkça Bâki Kabristanı’na gider, kaybettiği yavrusunun kabri başında rahatlamaya çalışır, gözyaşı dökerek acısını azaltmak isterdi.

Hz. Peygamber (s.a.v)’in Mâriye ile evlenmesi Mısırlılar üzerinde gerçekten güzel bir etki bırakmıştı. Mısır’ın fethinde Mısırlıların tarafsız kalması ve Müslümanların da Bizanslıları mağlup etmesi sebeplerinden biri de bu olmuştur.

Hz. Mâriye (r.anha) Peyamberimizin (s.a.v) vefatından sonra sessiz ve sakin bir hayat yaşadı. Beytülmal’dan verilen tahsisatla geçindi. Hz. Ömer (ra) devrinde Hicretin 16. yılında vefa etti ve Bâki Kabristanı’na defnedildi.

3 Peygamber Efendimizin kızı Hz. Zeyneb'in hayatı hakkında bilgi verir misiniz?

Hz. Zeynep, ailesine sadık, vefalı olmanın zirvedeki örneklerinden. Dünya kadınlığı onu tanımaya çok muhtaç. Toplumumuzda onun hak ettiği kadar bilindiğini söyleyemeyiz. Bu itibarla onun hayatını özetlemeye çalışacağım. Peygamber Efendimiz aleyhissalatü ve’s-selâm’ın kızlarının yaşça en büyüğü. Kasım’dan sonra evlâtların ikincisi. Hicretten 23 yıl önce Efendimiz 30 yaşında iken dünyaya geldi.

Annesi Hz. Hatice (r.a) ile beraber on yaşında iken İslâm’la müşerref oldu. Hz. Hatice kadınların ilki ise, Zeynep de genç kızlardan Müslüman olanların ilki. Kendisinden sonra yaklaşık on yıl içinde dünyaya gelen kardeşleri Tahir, Rukiyye, Ümmü Gülsüm, Fatıma ile (r.anhüm) beraber büyüdü. Annesine ev işlerinde ve kardeşleri ile ilgilenmede yardımcı olması ona erken yaşta iyi bir hayat tecrübesi kazandırdı.

Efendimiz’in Hz. Hatice’den olan altı çocuğunun tamamı M. 610’da başlayan bisetten önce dünyaya geldi. Yaklaşık on iki yılda altı çocukla şenlenen kutlu ve görgülü ailede abla olma sorumluluğu, ona erken dönemde büyük tecrübe kazandırdı. İki erkek kardeş Kasım ile Tahir’in çocuk yaşta vefatları ailede büyük hüzünlere sebep oldu. Hayat Zeyneb’i pişirip olgunlaştırdı. Çabuk olgunlaşması onu evliliğe hazırladı. Yakın akraba olması itibariyle o, evlerine gelip giden teyzesi Hale’nin oğlu Ebu’l-Âs b. Rebi’nin dikkatini çekmişti. Hz. Hatice de yeğeni Ebu’l-Âs’ı dürüstlüğü, samimiyeti, asaleti, mahir bir ticaret erbabı olması sebebiyle takdir ediyor, kendi çocukları gibi seviyordu. Ebu’l-Âs, baba tarafından Beni Ümeyye sülalesine mensup idi. Ebu’l-Âs’ın ailesi, onunla evlenmesi için Zeyneb’e talip oldu. Hz. Hatice onun bu temayülünü daha önce sezip memnun olmuştu. Hz. Peygamber’in ve Zeyneb'in de uygun görmesi neticesinde muhtemelen on beş yaşlarında iken onunla evlendi. Evlendiği zaman kocası Müslüman değildi. O sırada Müslüman bir kadının gayrimüslim bir erkekle evlenmesini yasaklayan hüküm mevcut değildi. Zeyneb'in (r.a) ona münasip üslûp ile İslâm’ı anlatıp teşvik ettiği fakat Ebu’l-Âs’ın Resulullah’a karşı çıkmamakla beraber, kavminin asırlık inançlarını da bırakmaya yanaşmadığı anlaşılıyor. Karı koca birbirini sevip uyum içinde yaşıyordu. Kocası Zeyneb'in dinine müdahale etmiyordu. Karısı da iyi bir eş olarak onu mutlu etmeye çalışıyor, onu sabırla İslâm’a hazırlamaya çalışıyordu. Belki de kocasının, kayın pederi ile karısından dolayı atalarının dinini terk ettiği intibaını uyandırmak istemediğini, dolayısıyla bir “mahalle baskısı” altında İslâm’a girmekten çekindiğini seziyordu.

Peygamberimiz bütün insanlığı şirkten kurtarmak için gönderilmişti. Fakat karşısına en başta çıkan kendi milleti, hattâ akrabaları ve amcası olmuştu. Müslüman olanların sayısı birer ikişer arttıkça kavmi, rahatsızlığını tehdide, daha sonra da işkence etmeye dönüştürdü. Efendimiz “Belâların en şiddetlisi peygamberlere yapılmıştır.” hadîsinin bildirdiği muamelelere maruz kalmaya başlamıştı. Güçsüzleri ve köleleri öldüresiye işkence etmekle kalmayıp Mekke’nin en şerefli ailesinden olmasına, hem de liderlerinden Ebû Talib’in kefaleti altında olmasına rağmen Peygamber Efendimiz’i de aşağılamaya girişiyorlardı. Mesela Kâbe’de namaz kılarken hakaret ediyorlar, secdede iken üzerine deve işkembesi bırakarak ona eziyet etme ve kirletme gibi muamelelere maruz bırakıyorlardı. Efendimiz’in erkek evlâdı kalmayınca, babasına destek verme işinin kendisine düştüğünü düşünen Zeynep onu kolluyor, su götürerek elini yüzünü yıkıyor, teselli etmeye çalışıyordu. Vakti gelince, yaşta altıncı kardeşi Fatıma’nın da bu kollamayı yapıp, bu alçakça işleri yapan erkeklere müstahak oldukları sözleri söylediklerini biliyoruz. El-Ezdi şöyle diyor:

“Ben Cahiliye döneminde iken Hz. Peygamber’i gördüm. 'Ey milletim, diyordu, Allah’tan başka ilah yoktur, deyin ki kurtulasınız!' Etrafındakiler ise kimisi yüzüne tükürüyor, kimisi başına toprak döküyor, kimisi sövüyordu. Tâ ki gün yarı oldu ve bir kız, elinde su kabıyla geldi. Peygamberimiz ellerini ve yüzünü yıkadıktan sonra ona: 'Korkma kızım, dedi, babanın başına bir şey getiremezler.''Bu kız kimdir?' diye sordum. 'Kızı Zeynep’tir', dediler ki güzel bir kızdı.”1

Zeynep, kocasının aile içindeki davranışlarından memnun idi. Onu sevip takdir ettiğinden sabırla hidayete ereceği vakti bekliyordu. Zeynep yirmi yaşında iken kadınlık âleminin iftiharı olan annesinin vefatı, Efendimiz gibi dört kızı için de büyük bir imtihan oldu. Aynı yıl, Peygamberimiz’in kefili olan amcası Ebû Talib’in de ölümü bu seneyi “Hüzün yılı” hâline getirdi. Baskılar iyice artınca, hattâ Efendimiz’i öldürme plânları başlayınca aziz babası Resul-i Ekrem ve üç kardeşi Rukiyye, Ümmü Gülsüm ve Fatıma Medine’ye hicret ederken, o şirk kampında kendisine diş bileyen bir ortamda, müşrik bir kocanın evinde kalmaya mahkûm olarak gidemedi. Mekke’de kalan müstaz’afinden2 (ezilenler, çaresizler) oldu. Ama yıkılmadı, kocasına sadakatini ve ailesine fedakârlığını sürdürdü.

Kocası, Hicret’in ikinci yılı 624’te gerçekleşen Bedir Savaşı’na katıldı. Putperestlere karşı zafer kazanan Müslümanlara esir düştü. Mekke eşrafından yetmiş müşrik savaşta öldürüldü. Yetmiş kişi de esir düştü. Hz. Peygamber, ashabı ile istişare sonucunda esirlerin fidye vererek kurtulabileceklerine hükmetti. Bu esaret Zeynep ve kocası için hayatın en karanlık gecesi oldu. Bu zifiri karanlığın ileride ışığa yol vereceğini sonra öğreneceklerdi. Kâinat sahipsiz değildi. Kalblerin niyazını, mazlumların duasını, samimiliği neticesiz bırakmayan Yüce Yaratıcı’nın takdiri çok sürprizler saklıyordu. Ama o günkü yürek parçalayan durum, gerek Peygamberimiz, gerek kızı Zeynep için dayanılacak bir ıstırap değildi. Bunun dehşetini bizler tahayyül bile edemeyiz: Zeyneb'in karşısında insanlığın Efendisi, hak dini ve adaleti getirmiş babası… Kendisi de onun bildirdiği dine gönülden bağlı, onu inkâr etmenin ebedî cehenneme götüreceğini biliyor. Üstelik, zafer kazanmış komutan!.. Öbür yanda O’na düşman safında yer alan kocası!.. Kocasına sahip çıkmak, Allah’ın elçisini, aziz babasını karşısına almak demek!.. Ayrıca hak dine ve aziz babasına gönülden bağlanmış rahmetli annesini de hiçlemek!.. Zeyneb'in kalbi iki taraf arasında parçalanıyordu. Fakat sonunda, kendi konumunda yapması en uygun düşündüğü şeyi yaptı. Kocasını kurtarmak için elindeki avucundaki bütün paraları, hattâ annesinin evlenme sırasında taktığı kolyeyi bile ortaya koyup Bedir’e gönderdi. Esirlerden birinin fidye çıkını gelip açılınca Hz. Peygamber’in gözü içindeki kolyeye takıldı. Daha dikkatle bakınca: “Bu Hatice’nin kolyesi!” dedi. Gözlerinden yaşlar boşanmaya başladı. Onun da kalbinin kaç parça olduğunu tasavvur etmeye çalışalım. Bir tarafta Allah’ın verdiği görev... Karşısında düşman kamptaki damadı… Öbür tarafta sevgili kızı… Bir tarafta da hak dini yaymak için düşmanlıklara karşı savaşan dava arkadaşları… Efendimiz bu dramatik ortamda arkadaşlarına:

“Fidyeyi almak hakkınızdır; fakat dilerseniz Hatice’nin hatırasını Zeyneb’e iade edip esirini bedelsiz salıverirseniz, bu da sizin takdirinize kalmıştır.”

dedi. Ashabı iade etti. Geçen zaman içinde, Müslüman hanımların müşriklerle evlenmemeleri, evli olanların da onlardan ayrılmaları gerektiğine dair hüküm inmişti.3 Hz. Peygamber, Ebu’l-As’ı gönderirken, bu İlahî hüküm gereği karısı Zeyneb’i serbest bırakıp, almak üzere göndereceği vekillerle Medine’ye gelmesine imkân vermesini istemiş, o da bunu kabul etmişti.4

Aslında Zeynep, kocasını eş ve insan olarak beğendiği gibi, o da karısını aynı şekilde seviyordu.Fakat kendi yurttaşlarının gözünde, düşman tarafın komutanının damadı olduğundan, çevresi senelerdir baskı yapıp karısını boşamaya zorluyorlardı. O da cesurca direniyor ve: “Ona bedel olabilecek Kureyş’ten bir kadın bulabileceğimi düşünemiyorum.” diyordu. Peygamberimiz çok geçmeden onu almak üzere Zeyd b. Harise’yi Mekke’ye gönderip kaçırma operasyonunu yapmakla görevlendirdi. Zeyd (r.a) aile içinde büyümüş olup o devir hükümlerine göre Zeyneb'in ağabeyi idi. Zeyneb'in ona güvenmesini sağlamak için Efendimiz yüzüğünü Zeyd’e verdi. Zeyd yola düşüp nihayet Mekke’ye ulaştı ve Zeyneb’i kaçırmak için çareler düşündü. Birkaç gün sonra bir çobana rastladı. Sorması üzerine Ebu’l-As’ın yanında çalıştığını ve davarların Zeynep bint Muhammed’e ait olduğunu söyledi. Zeyd çobana: “Kimseye söylememek şartıyla sana vereceğim şeyi ona teslim eder misin?” dedi, o da kabul edince yüzüğü çobanla gönderdi. Zeynep yüzüğü tanıyıp veren şahsı ve yerini öğrendi.5

Kocasının kendisini götürecek vekil geldiğinde gönderme izni vermesi üzerine Hz. Zeynep etrafa belli etmeden, her an yola çıkılabilir diye yolculuk hazırlığı yapıyordu. Ebu Süfyan’ın karısı Utbe kızı Hind ona: “İşittiğime göre babanın yanına gitmek istiyormuşsun?” deyince Zeynep: “Hayır, yok böyle bir şey.” der. Hind tekrar “Amca kızı, bana doğruyu söyle. Eğer yolculuğun için ihtiyaç duyduğun bir şey varsa, imkânım var, sana yardımcı olabilirim. Benden gizleme, zîrâ erkekler arasındaki düşmanlık kadınları ilgilendirmez.” dedi. Zeynep der ki: “Ben onun samimi olduğuna kanaat getirmekle beraber, korkumdan yine de gerçeği söylemedim.”

Ebu’l-As, tedbir gayesiyle ortada görünmeksizin hanımını kendisinin kardeşi, Zeyneb’in kayın biraderi Kinane ile gönderdi. Kinane onu Mekke’den çıkarıp Zeyd’in olduğu yere ulaştıracaktı. Zeynep deve üstünde mahfe içindeydi, Kinane deveyi çekiyordu. Kureyşlilerden bunu duyan birkaç kişi arkadan gelip Zituva’da onlara yetiştiler. Onlardan ilk davranan Hebbar b. Esved mahfeye mızrağı ile vurdu. Zeynep bir taşın üstüne düştü. Hamile olan Zeynep darbenin etkisinden ve korkudan karnındaki çocuğunu düşürdü.6 Kinane, yengesini yiğitçe savunmasına rağmen bu kanlı vaziyette yola devam mümkün olmadı. Onu o zaman Mekke’nin lideri olan Ebu Süfyan’a götürdüler. Beni Haşim’den kadınlar Zeyneb’i görmeye geldiler. Ebu Süfyan da onlara teslim etti. Ebû Süfyan, Zeyneb'in bu hicreti aleniyet kazanınca Mekkelilerin bundan rahatsızlıklarına tercüman olmuş, bu çıkışının onlar için bir züll olacağını, hiç değilse görmeyecekleri bir şekilde, güya bir emr-i vaki olarak kaçmasının uygun olacağını söylemiştir.7

Zeynep hayli yıpranmış olarak Medine’de şefkatli babasına kavuşunca Efendimiz: “Zeynep kızlarımın en hayırlısıdır. Benden ötürü hayli musibetlere maruz kalmıştır.” demişti.

Ayrıca damadı Ebu’l-As hakkında; “Aferin, konuştuğunda doğru söyledi. Verdiği sözü de tuttu.” diyerek onu takdir etmişti.8 Hz. Zeynep Medine’ye gelince Peygamberimiz’in nezdinde kaldı.9

Burada bir parantez açarak bu hicretle ilgili bazı sorulara açıklık getirmemizde fayda vardır:

Birinci Soru: Zeyd’in, Zeyneb'in mahremi olmayan bir erkek olarak onu günlerce süren bir yolculukla Medine’ye getirmesi caiz midir?10

Bunun cevabını Tahavi (ö. 321/933) gibi bir imam şöyle vermişti: O vakit Zeyd (r.a) henüz Zeynep bint Cahş’i boşamamıştı. Tebenni (evlâtlık) kurumu geçerli idi. Zeyd Peygamberimiz’in evinde büyümüştü. Onun çocuklarının ağabeyisi idi.11 Evlâtlığın, o devrin asırlık hükmüne göre öz evlâttan ayrılmadığını pekiyi biliyoruz. Öyle ki h.5 (m.627) de nazil olacak Ahzab Sûresi’nin bu kökleşmiş âdeti kaldırmasının o zaman yaşayanların birçoğunun çok zor kabul etmelerinden, evlatlığın gerçek oğuldan ayırt edilmediğini çok iyi anlıyoruz.

İkinci Soru: Urve b. Zübeyr, Efendimiz’in, Zeynep hakkında: “Zeynep, kızlarımın en hayırlısıdır. Benden ötürü hayli musibetlere maruz kalmıştır.” sözünü, teyzesi Hz. Aişe’den nakletmişti. Rivayete göre bunu işiten Hz. Hüseyin’in oğlu Ali Zeyne’l-abidin, Urve’ye gidip onu şöyle eleştirmişti: “İşittiğime göre sen Hz. Fatıma’nın en hayırlı olduğunu kabul etmiyormuşsun.” Urve cevaben: “Doğu ile Batı arasında yeryüzündeki her şey bana verilse, yine de Hz. Fatıma’nın herhangi bir hakkını gizlemeye razı olmam. Bundan böyle artık bu olayı nakletmeyeceğim.”Urve’nin bu cevabından şu açıkça anlaşılıyor: “Hz. Fatıma’nın üstünlüğü o kadar aşikârdır ki, bunu bilmeyen yoktur. Fakat muayyen bir bağlamda Efendimiz’in Hz. Zeynep hakkında söylediği bu sözü de bilmemizde fayda vardır.” Şevkani bu sözü naklettikten sonra konuyu şöyle açıklamıştır:

“Bu hadîste bildirilen hayırlılık, Resulullah’ın'Benden ötürü hayli musibetlere maruz kalmıştır.' ifadesindeki kayıt itibarıyladır, yoksa mutlak surette hayırlılık kasdedilmemiştir. Pekiyi bilinmektedir ki, Hz. Peygamber’in diğer kızlarının faziletleri hakkında nakledilenler, Hz. Fatıma’nın faziletlerinin onda birinden de azdır. Biz bunu ayrıntılı olarak başka yerde pekiyi açıklamış bulunuyoruz.”12

Üçüncü Soru: Zeynep Medine’ye geldikten sonra Peygamber Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) onun darbe sebebiyle çocuğunu düşürdüğünü öğrenince, çocuğun katili olan Hebbar’ı kısas olarak cezalandırmak için adamlar gönderdi. Fakat gidenler onu öldürme imkânı bulamadılar. Daha sonraki bir zamanda Hebbar İslam’a girdiğini açıklamış, Hz. Peygamber de onu affetmiştir. 13

Hicretten sonra 6. yılın (628) sonundan bir müddet önce Ebu’l-Âs ticaret kervanıyla Şam’dan dönerken Müslümanların arazisinden geçti. Müslüman hudut nöbetçi askerlerinden küçük bir birlik onu yakaladı. Akşam Medine’de bir haber yayıldı: Müslüman müfrezesi Medine yakınında Mekkelilerin ticaret kervanını, adamları ve malları ile ele geçirmiş. Kervanın başında Ebu’l-Âs varmış. Mekkelilerle savaş hâli sebebiyle harbi kafir durumunda olan Ebu’l-Âs’ın hayat hakkı yoktu. Onun öldürülmesinden endişe eden Zeynep sabahı zor etti. Sabah namazında mescide gidip Hz. Peygamber namazı kıldırmaya başlayacağı sırada, kadınlar tarafından yüksek sesle, bütün mescide duyuracak şekilde: ”Ey Müslümanlar! Ben Resulullah’ın kızı Zeyneb’im. Bilesiniz ki Ebul-Âs benim kefaletim altındadır!” Hz. Peygamber selam verdikten sonra ashabına dönerek: “Benim duyduğumu siz de işittiniz mi?” diye sorar. “Evet” cevabını alınca, Zeyneb'in teşebbüsünden ancak şimdi haberdar olduğunu söyleyip: “Vallahi, bilin ki Müslümanların en mütevazı olanı da eman verebilir.” dedi.14 Sonra kızının yanına gidip ona dedi ki: “Himayene aldığın bu kişiyi elinden geldiği kadar iyi karşıla, fakat sakın sana dokunmasın, zîrâ sen ona helal değilsin.”15

Peygamber Efendimiz nöbetçi birliğine şu haberi gönderdi: "Ganimete mutlak hakkınız var, sizin meşru malınızdır; fakat eğer razı iseniz Ebu’l-Âs’ın mallarını iade ediniz.” Ebu’l-Âs’a İslâmiyet’e girmesi teklif edildi; fakat o reddetti. Üstelik mallarını da istedi: “Benim olsa istemem; fakat bunlar emanet, Mekke’de sahiplerine ulaştırma borcum var.” Müslümanların müsamahası kervandakilerin canları gibi mallarını da bağışladı. Müşterileri ile hesaplarını ayarlama üzere Mekke’ye döndü. İlgililerin haklarını aldıklarına dair ikrarlarını aldıktan sonra, kendi hür iradesiyle İslâm’ı kabul ettiğini ilân etti. “Ben Medine’de Müslümanlığımı ilân etseydim, onlar canımı kurtarmak için İslâm’a girdiğimi zannedeceklerdi. Mekke’deki mal sahipleri de kendilerinin mallarını korumadığımı, emanete hıyanet ettiğimi iddia edeceklerdi. Onun içindir ki bu kararımı şimdi bildiriyorum.” dedi.16 Sonra Medine’ye hicret etti. Hudeybiye sözleşmesinden altı ay kadar önce idi.

Hz. Peygamber Zeynep ile yeni bir nikâha gerek görmeksizin eski nikâhları ile hanımını Ebu’l-Âs’a teslim etti.17 Bununla beraber yeni bir mehir ve nikâhla evlendirdiği de bildirilmiştir.18 Nikâh tazeleme demek suretiyle bu iki rivayeti bağdaştırabiliriz. Böylece birbirini seven, vefa timsali, birbirlerine olduğu gibi başka insanlara da dürüst davranan iki eş, her ikisi yönünden de oldukça çileli geçen uzun bir ayrılıktan sonra birbirlerine kavuşmuşlardı. Senelerce süren sabır, sevgi, vefa, içtenlik Hak Tealâ katında kabul buyruldu, hasretler vuslat ile sonuçlandı.

Zeyneb'in Ali adında bir oğlu ile Ümame adında bir kızı olmuştu. Çocukların Medine’ye ne zaman geldikleri konusunda bir kayda rastlamadım. Anneleri ile birlikte hicret ettikleri hâlde isimleri zikredilmemiş olabilir. Hz. Ali, Hz. Peygamber hayatta iken vefat etmekle beraber tarihi hakkında tam bir kayıt yoktur.19 Hz. Peygamber’in Ümame omuzunda iken namaza durduğu, secde edeceği sırada onu yanına bıraktığı nakledilmektedir.20 Hz. Ali, Hz. Fatıma’nın vefatından önce kendisine tavsiyesi üzerine bilahare Ümame ile evlendi. Ondan evladı olmadı. Şehit edildiğinde onun nikâhı atında idi Hz. Zeynep (r.a) çilelerden, özellikle o mızrak darbesinin etkisiyle oluşan hastalıktan kurtulamamıştı. Hz. Zeynep ile kocasının beraberlikleri maalesef uzun sürmedi. Kavuşma ancak bir yıl sürdü. Hicretin 8. senesinde (M. 630) Zeynep (r.anha) otuz yaşında iken vefat etti. Hz. Aişe’nin yeğeni Urve, hicret sırasında darbe sonucunda çocuk düşürmesinden beri hastalığının devam ettiğini bunun için vefatından sonra herkesin onu şehit olarak andığını ifade etmiştir.21 Hz. Zeynep H. 8 (M. 630) yılında 30 yaşında ahirete göçtü. Peygamber Efendimiz Aleyhissalatü ve’s-selâm, cenazeyi yıkayan Hz. Sevde ile Hz. Ümmü Seleme’ye belinden çıkardığı peştamalını kefen yapılması için verdi. Efendimiz cenaze namazını bizzat kendisi kıldırdı.22 Kabrinin başında ağladı. Sonra üzgün bir şekilde kabre girdi, kabirden tebessüm ederek çıktı: “Zeyneb'in zayıflığını düşünerek kabir sıkıntısını azaltsın diye Cenab-ı Allah’a dua ettim, O da bunu kabul buyurdu.” dedi.23

Asıl adı Lakit olan, daha çok künyesi Ebu’l-Âs ile meşhur olan kocası, Mekke’ye çok bağlı olmakla tanınmaktadır. Nitekim Ebu’l-Âs, hanımının vefatından sonra, aynı yılda fethedilen Mekke’ye yerleşmiştir.24 Abdullah b. Abbas ile Abdullah b. Amr b. Âs ondan hadis nakletmişlerdir. O da hanımından dört sene sonra H.12 Zilhicce ayında vefat etmiştir.25 Hz. Ebu Bekir’in hilafetinde vuku bulan Yemame Savaşı’nda şehit olduğu bildirilmektedir.26 Allah onlardan razı olsun. Onların güzel davranışlarını yeni nesillerimizde devam ettirsin.

Dipnotlar:

1. M. Y. Kandehlevi, Hayatu’s-Sahabe, Divan Yay. 1980, 1/330 Taberani’den (Heysemi 6/21). Burada Beyhaki ile Taberani’den onunla ilgili iki hadise daha nakl edilir.
2. Nisa 4/75.
3. Mümtahine 10 ayetinde: “Bundan böyle Müslüman hanımlar kafir kocalarına, kafir kocaları da bu hanımlara helal olmazlar. Bununla beraber, kocalarına da vermiş oldukları mehirleri siz iade ediniz…”
4 El-Mevsuatu’l-Arabiyye, 10/515.
5. M. Y. Kandehlevi, age, 1/462 Taberani’den (Heysemi 9/213).
6. M. Hamidullah, İslam Peygamberi, 1/164, İstanbul, İrfan Yay. 1972; M. Y Kandehlevi, age, 1/461 Taberani ‘den (Heysemi 9/216).
7. M. Y. Kandehlevi, age 1/461 el-Bidaye 3/330’dan naklediyor.
8. Muha el-Mubarek, El-Mevsuatu’l-Arabiyye, 10/515.
9. İbn Hişam, Sire, 2/296
10. Hz. Peygamber’in Zeyd ile birlike adı verilmeyen bir başka sahabiyi görevlendirdiği de rivayet edilmekedir: İmam Ahmed, Müsned 6/276; İbn Hişam 2/294-295.
11. Şevkani, Derru’s-sehabe fi menaqıbi’s-sahabe, s.280-281, Dimaşq, 1404/1984, tahkik: Huseyn b. Abdullah .Muhakkik bu bilginin Tahavi’nin Müşkilu’l-asar 1/44-46’da yer aldığını bildirir.
12. Şevkani, age, s.281.
13. M. Hamidullah, age, 1/164.
14. Şevkani, age, s. 281 Taberani ve İbn İshak’tan.
15. Şevkani, s. 282; M. Hamidullah, 1/165
16. M. Hamidullah, age. ;Şevkani, s.281’de Hakim,Müstedrek (2/236) ve İbn Hişam (2/302) den.
17. M. Hamidullah, 1/165; İbn Sa’d, Tabakat, 8/33
18. Abdülğani el-Hanbeli, Cüz’un fihi zevacu Ebi’l-As b. Rebi’ bi Zeynep bint Resulillah , s.15 , tahkik: Müsaid Salim, Beyrut, 1423/2002, Likau’l-aşri’l-evahir bi’l-Mescidi’l-Haram içinde,no:38,mecmua:4.
19. Belazüri, Ensabu’l-eşraf.
20. Abdülğani el-Hanbeli, age, s.14.
21. M. Y. Kandehlevi, 1/461,Taberani’den (Heysemi 9/216); M.Hamidullah, 1/164.
22. İbn Sa’d, Tabakat, 8/36.
23. İbnu’l-Esir, Üsdü’l-ğabe, 5/467, Kahire, 1280.
24. Belazüri, Ensab, s.400, tahkik:M.Hamidullah.
25. Abdülğani el-Hanbeli, age, 19, 22.
26. age., s.19.

 

4 İçki ne zaman ve nasıl haram kılınmıştır?

İçki,hicretin dördüncü yılında, Benî Nadir Yahudîlerinin yurtlarında sürgün edip çıkarıldıkları sırada haram kılınıp yasaklandı.

Resûl-i Ekrem Efendimiz Medine'ye teşrif ettikleri zaman Müslümanlar arasında da içki içiliyor, kumar oynanıyordu. Peygamber Efendimiz gelince, ondan içkinin ve kumarın hükmünü sordular. O sırada Hz. Ömer de "Yâ Rabbi! İçki hakkında bize, açık ve kesin bir beyânda bulun." diye duâ etti.

Bir müddet sonra,

"Sana içkiyi ve kumarı soruyorlar: De ki; 'Onlarda büyük günâh ve hem insanlar için bazı faydalar vardır. Fakat günahları, faydalarından daha büyüktür..."1

meâlindeki âyet-i kerime nazil oldu. Bunun üzerine Müslümanlardan bir kısmı zararından dolayı içkiyi bıraktı, bir kısmı ise içmeye devam etti.

Ancak, içenler arasında bu arada bazı nâhoş durumlar meydana geldi. Hatta ashabdan biri, akşam namazını kıldırırken, kıraâti yanlış ve ters mânâ çıkacak şekilde karıştırdı.

Hz. Ömer tekrar,"Allah'ım, içki hakkında bize açık ve kesin bir beyânda bulun." diye duâ etti. Çok geçmeden şu âyet-i kerime nazil oldu:

"Ey îmân edenler! Sarhoş olduğunuz zaman ne söylediğinizi bilinceye kadar, cünüp olduğunuz zaman da eğer yolcu değilseniz, gusledinceye kadar namaza yaklaşmayın."2

Bu da yasağın ikinci safhasını teşkil ediyordu. 

Bu âna kadar Müslümanlar arasında da bir hayli içki içen vardı. Bunun üzerine Müslümanlar, "Yâ Resûlallah, biz, namaz vakti yaklaşınca içki içmeyiz."dediler. Peygamber Efendimiz (asm), onlara cevap vermeyip sustu.

Namaz kılınacağı zaman da Resûl-i Kibriyâ Efendimiz (asm)'in emriyle "Hiçbir sarhoş namaza yaklaşmasın" diye nidâ edilirdi. Buna rağmen Müslümanın biri akşamleyin içki içip namaza geldi.

Hz. Ömer tekrar,"Allah'ım, içki hakkında bize açık ve kesin bir beyânda bulun." diye duâ etti. O zaman da şu âyet-i kerime nâzil oldu.

"Ey îmân edenler! İçki, kumar, putlar ve kısmet çekilen fal okları hep şeytanın işinden birer pisliktir, ondan kaçının ki kurtuluşa eresiniz. Şüphesiz şeytan, içki ve kumarla, aranıza düşmanlık ve kin sokmak, sizi Allah'ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister. Artık bunlardan vazgeçtiniz, değil mi?"3

Bundan sonra Müslümanlar, "Artık içkiden, kumardan vazgeçtik Rabbimiz." dediler.

Bu da içki yasağının üçüncü safhasıydı. Ve, böylece içki bütün Müslümanlara haram kılınıyordu.

Bu âyetlerin nâzil olması üzerine Peygamberimiz (asm)'in emriyle tellal, "Haberiniz olsun ki; içki haram kılınmıştır." diyerek Medine sokaklarından nidâ etti. Bu emri duyan Müslümanlar evlerinde bulunan bütün içkileri derhal döktüler. Dökülen içkiler, Medine sokaklarından sel gibi aktı.

Konu ile ilgili birkaç hadîsi de nakledelim:

"Muhakkak ki Allah, içkiye, onu yapana, yapılan yere, onu içene, içirene, taşıyana, taşıtana, satana, satın alana, onun bedelini ve kazancını yiyene lânet etmiştir."4

"Her sarhoş edici şey içkidir ve her sarhoş edici içki haramdır." 

"Kim dünyada devamlı içki içer ve tövbe etmeden ölürse, âhirette o kimse, âhiret şerbeti içemez!"5

"İçkiden uzak durunuz! Çünkü, o, her kötülüğün anahtarıdır."6

"İçki, bütün murdarlıkların, kötülüklerin anasıdır."7

"Çoğu sarhoş edenin, azı da haramdır."8

Dipnotlar: 

1. Bakara Sûresi, 219.
2. Nisa Sûresi, 43.
3. Mâide Sûresi, 90-91.
4. Ebû Davud, Sünen, 2:292.
5. Müslim, 5:100.
6. Hakim, Müstedrek, 4:145.
7. Dare Kutnî, Sünen, 4:247.
8. Ebû Davud, Sünen, 2:294.

5 Efendimizin (asm) devesi hakkında bilgi verir misiniz?

Peygamberimizin (asm) devesi cennete gidecek hayvanlar içindedir. (Dürretü'n-Nâsihin, s.57.)

Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın Adbâ ismindeki devesi, vefat-ı Nebevîden sonra kederinden ne yedi, ne içti, tâ öldü. Hem o deve, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ile mühim bir kıssayı konuştuğunu, Ebu İshak-ı İsferanî gibi bazı mühim imamlar haber vermişler. (Ali el-Kari, Şerhu'ş-Şifâ, 1:637.)

Peygamberimiz (asm) Mekke'den hicret edip Medine'ye geldiğinde, Peygamberimiz (asm) Kasva adlı devesinin üzerindeydi. Ağır ağır Medine içlerine doğru ilerliyordu. Şehirde bir bayram havası vardı. Genç, ihtiyar, herkes ilâhiler söylüyordu. Peygamberimizin (asm) şehre gelişi kutlanıyordu. Kadınların sevinçleri yüzlerinden okunuyordu. Minik çocuklar bayramlık elbiselerini giymişlerdi... Neşe ile koşuşup duruyorlardı. Bütün şehir, "Hazret-i Muhammed geldi. Şehrimizi şereflendirdi. Yâ Muhammed Yâ Resûlallah !" sesleriyle çınlıyordu.

Peygamberimiz (asm) ise sevinç gösterileri arasında yol alıyordu. Her ev sahibi aynı şeyi söylüyordu: "Ya Resûlallah, bizde misafir olun."

Peygamberimiz (asm) hiç kimseyi incitmeyecek bir yol bulmuştu. Devesinin önünde çöktüğü evin misafiri olacaktı. Mübârek devesi de sağa sola bakarak ilerliyordu. Bir müddet öylece gitti. Daha sonra boş bir arsaya çöktü. Peygamberimiz (asm) devesinden hemen inmedi. Deve az sonra ayağa kalktı. Biraz ilerledi. Sonra çöktü.

Bir başka vakit, devesi Adbâ yarışta birinciliği kaybedince bu durum sahabilere ağır gelmişti de, bu kez, şöyle buyurmuştu o:

"Dünyada yükselen bir şeyi alçaltmak, Allah'ın değişmez kanunudur." (Metin Karabaşoğlu, Bilinmeyen Yönleriyle Peygamber)

Kasvâ'nın Kaybolması:

Tebük seferi sırasında bir ara Resûl-i Ekrem Efendimizin (asm) devesi Kasvâ kayboldu. Ashab-ı Kiram bir süre aradılarsa da onu bulmaya muvaffak olamadılar.

Münâfıklar bunu da fırsat bilerek Hz. Resûlullahı (asm) rahatsız edici söz söylemekten geri durmadılar. Onlardan biri olan Zeyd bin Lusayt,

"Şaşılacak şey! Muhammed, peygamber olduğunu söyler, gökten haber verir, fakat devesinin nerede olduğunu bilmez." diye söylendi.

Münâfıkın âdice sarf ettiği bu söz, Kâinatın Efendisine (asm) ulaştırılınca,

"Vallahi, ben ancak Allah'ın bana bildirdiğini bilirim. Ondan başkasını asla bilemem!" buyurdu ve ilâve etti:

"Şimdi de Allah bana bildirdi ki, Kasvâ filan ve filan dağların arkasındaki vadidedir. Yuları bir ağaca takılmış olarak duruyor. Hemen gidiniz onu bana getiriniz."

Sahabîler, Hz. Resûlullah'ın (asm) tarif ettiği yere gittiklerinde, deveyi aynen yuları bir ağaca dolanmış halde buldular ve alıp getirdiler.

Resûl-i Ekrem (asm), ancak Cenâb-ı Hakk'ın kendisine bildirmesiyle gaybı bilir, insanlar için gayb hükmünde olan hadiseleri haber verirdi. Bu, onun mazhar olduğu mucizelerinin bir nev'idir.

Resûlullah'ın, (asm) Allah'ın bildirmesiyle haber verdiği istikbale âit bütün haberler ashabın şehâdetiyle teker teker zuhur etmiştir.

[Salih Suruç, Kainat' ın Efendisi (asm)]

6 Peygamberimiz (as)'in çocukluk ve gençlik yıllarındaki erdemli davranışlarıyla ilgili bilgi verir misiniz?

Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellemin,  çocukluğu ve gençliği temiz ve iffetli bir şekilde geçmiştir. Gerek O’nun (asm) üstün seciyelerle donatılmış olması ve gerekse ilâhî gözetim ve koruma altında bulunması sebebiyle, O’nun bütün hayatı gibi gençliği de bizim için en güzel örnektir. O, peygamberlikten sonra nasıl bir ahlâka sahipse, kırk yaşından önceki hayatı da öyle temiz ve nezih bir ahlaka sahipti.

Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem, bi’setinden evvel ticaret kervanlarıyla yolculuklara çıkıyor ve ortaklık şeklinde ticarî faaliyetlerde bulunuyordu. Hayatın pek çok alanında olduğu gibi, bu alanda da örnek bir şahsiyetti.

Abdullah bin Ebi'l-Hamsa, Peygamberimiz (asv) ile olan ticarî bir hatırasını şöyle anlatmaktadır:

Rasulullah sallallahu aleyhi ve selleme daha bi'set (peygamberlik) gelmezden önce O’ndan bir şey satın almıştım. O alışverişten ona hâlâ bir miktar (borç) bakiyesi kalmıştı. Ben o kalanı, kendisine yerinde vermeyi vaad ettim. Ama bunu unuttum. Üç gün geçtikten sonra hatırladım, geldiğimde o hâlâ (sözleştiğimiz) yerindeydi. "Ey genç! Bana meşakkat verdin, ben üç gündür burada seni bekliyorum." buyurdular. (Ebu Davud, Edeb 90, (4996).

Peygamberimiz (asv) ticarî işlerinde hesabını doğru tutar, hiçbir kimseye haksızlık etmezdi. Peygamberliğinden önce kendisiyle alışveriş yapanlar, yaptıkları alışverişten çok memnun kalırlardı.

Sâib ibnu Ebi's- Saîb anlatıyor: Rasulullah sallallahu aleyhi ve selleme geldim. Beni, O'na zikredip hakkımda methüsenada bulunarak tanıtmaya başladılar. Bunun üzerine Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem : "Ben onu sizden iyi tanırım." buyurdu. Ben hemen atılıp: "Annem, babam sana kurban olsun. Doğru söyledin, zira sen benim ticaret ortağım idin, sen ne iyi ortaktın. Senden ne bir itham görmüştüm, ne de seninle bir münakaşa yapmıştık, dedim." (Ebu Davud, Edeb 20, (4836); İbnu Mace, Ticaret 63, (2287).

O, el-Emîn Lakabı ile Bilinirdi

Hacer-i Esved’in yerleştirilmesi konusu ihtilafa yol açmış ve neredeyse kan dökülecekti. Ebu Ümeyye ibni Muğîre: “Yarın sabah Safa kapısından ilk olarak kim girerse, o bizim aramızda hakem olsun.” dedi. Teklif yerinde bulundu ve kabul edildi. Sabahleyin Kureyş’in önde gelenleri ilk giren kişiyi merakla bekleşmeye durdular. Hazreti Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemi görünce sevindiler. Çünkü O’nun (asm) doğruluğuna ve güvenilirliğine asla şüpheleri yoktu. O’na el-Emin diyorlardı. Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellemi çağırdılar ve meseleyi kendisine arz ettiler. Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem, orada bulunanlara hemen bir sergi / yaygı getirmelerini söyledi. Onlar da getirdiler. Her kabileden bir temsilci seçti.  Kendisi Hacer-i Esved’i yaygının üzerine koydu. Seçtiği adamlara yaygının uçlarından tutmalarını söyledi. Böylelikle taşı yerine koyma işi, bütün kabilelerin katkısıyla gerçekleşmiş oldu.  Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellemin feraseti ile mesele kan dökülmeden halledildi.

Evet, O gençliğinde böyleydi ve güvenilir bir gençti. Pek çok beşerî duyguları, feverana hazır vaziyette bekleyen bir gencin güvenilir olması ve hakem kabul edilmesi, bizim gençlerimiz için önemli bir davranış modelidir.

7 Peygamber Efendimiz hurmayı bir, üç, beş gibi tek olan sayılarda mı yerdi; bunun hikmeti nedir?

Konuyla ilgili bir rivayet şöyledir: Hz. Enes (radıyallâhu anh) anlatıyor:

"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), Ramazan bayramında, sayıca tek olan birkaç hurma yemedikçe namaza gitmezdi." [Buhârî, Îdeyn 4; Tirmizî, Salât 390, (543)]

1. Resûlullah (asm)'ın Ramazan Bayramı namazına giderken bir şeyler yemesinin hikmetini, bazı alimler: "Kimse namaz kılıncaya kadar oruca devam ediliyor zannetmesin diyedir, sanki bu yanlışlığın yolunu kapamak istemiştir." şeklinde açıklamışlardır. Yine: "Oruç tutma emrinden sonra orucu açma emri gelince, bunda da Allah'ın emrine uymada acele ve sürat gerektiği içindir." diyen de olmuştur. Başka teviller de yapılmıştır.

2. Hurmanın tercihi, oruç sebebiyle zayıflayan basarın tatlı ile kuvvetlenmesi diye izah edilmiştir. Tâbiîn'den bazısı tatlı şeylerin (hazımca) kolaylığı, kalbe kazandırdığı incelik, imana muvafık olması gibi çeşitli faziletleri sebebiyle, bayram günü, hurma yoksa bal gibi tatlı bir şeyle yemeye başlamanın müstehab olduğuna hükmetmiştir. Tatlının, idrarı tuttuğu da söylenen faziletleri arasındadır.

Esas olan, sade su ile de olsa iftar yapmaktır. Kurban Bayramı'nda ise, namaza kadar bir şeyler yenmemesi esastır.

3.Hurmanın tek kılınması Allah'ın birliğine işaret içindir. Resûlullah (asm) "tek" ile teberrük için imkân olan her şeyi tek yapardı: Nitekim: "Allah tektir teki sever."(Buhârî, Daavât 68) buyurmuştur. (bk. İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte, Akçağ, 1990, Ankara, 9/355)

Tek, Peygamber Efendimiz (asm)'in bir gününe damgasını vuran kelimelerden biridir. Nitekim, Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm, günün içinde, nice fiilinde, hep teki seçer. Meselâ, suyu iki veya dört yudumda değil, üç yudumda içer. Abdestte de, gusulde de suyu iki, dört veya altı kere değil; üç kere üstüne dökmeyi tercih eder. Her namazdan sonra yaptığı tesbihat için seçtiği rakam, 33’tür. Sübhânallah’ı da Elhamdülillah’ı da Allahuekber’i de 33 kere söyler. “Kim gözüne sürme çekerse teklesin.” demiştir sonra. “Kim abdest bozduktan sonra taş kullanarak temizlenirse teklesin...” “Biriniz istincada taş kullanırsa teklesin.”

Yine, onun vücudundan kan aldırdığı hacamat günü, ayın günleri içinde ya on yedinci, ya on dokuzuncu yahut yirmi birincidir. “Taş kullanmak tektir. Şeytana atılan taş tektir. Safâ ile Merve arasında sa’y tektir, tavaf da tektir. Öyle ise sizden biri taş kullanacaksa bunu da tek kılsın.” buyurduğu bildirilir.

Bunların esas nedeni, Resûlullah aleyhissalâtu vesselam için tevhidi ifade eden "Tek"in umumî prensip olmasıdır. Öyle ki, Esmâ-i Hüsnâyı dahi tek rakamla tarif eder: “Allahu Teâlâ'nın doksan dokuz ismi vardır; yüzden bir eksik. O tektir, teki sever.” (bk. Buhârî, Daavât 68)

8 Peygamberimiz (s.a.v.)'in annesi ne zaman, nerede ve nasıl vefat etmiştir?

Hz. Âmine, Kâinatın Efendisi oğluyla Medine'de bir ay kaldıktan sonra, Mekke'ye dönmeye karar verdi. Akrabalarıyla vedâlaşarak şehirden ayrıldılar.

Çöl seccadesinde üç yolcu: Hz. Âmine, Şanlı Evlâdı ve Ümmü Eymen. Hepsinin de mânâ âleminde bir başkalık vardı. Aziz anne ve şerefli evladının ruhlarını ayrılık ve hasret rüzgârı dalga dalga dövüyordu.

Henüz genç yaşta ve evliliklerinin ilk aylarında ebedî âleme yolcu ettiği kocasını hatırlayan Hz. Âmine'nin gözleri oluk oluk su akıtan bir pınarı andırıyordu. Peygamber Efendimiz de, aziz annesinin bu gözyaşlarına dayanamıyor, o da ışıl ışıl ağlıyordu. Damla damla akan gözyaşları, rahmet yağmuru gibi elbisesini ıslatıyordu.

Henüz yolu yarılamışlardı ki, Hazret-i Âmine âniden rahatsızlandı. Peygamberimiz (s.a.v.) ve Ümmü Eymen'i bir telaş kapladı. Gittikçe şiddetini arttıran hastalık karşısında ne yapabilirlerdi?

Medine'nin 23 mil güneyinde Ebvâ Köyü yakınlarında bir ağacın gölgesinde konaklamaktan başka ellerinde çare yoktu. Hazret-i Âmine'nin dizlerinden güç kuvvet çekilmişti ve kendisini tutamayarak âniden yere yıkılıverdi. Üstünü örttüler. Hz. Âmine, hastalığın şiddeti içinde ter döküyor, Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.) ise, onu kaybedeceği ve annesiz kalacağı endişesi içinde gözyaşı akıtıyordu. Sanki her şey kendileriyle birlikte lâl kesilmişti. Yerde ses yok, gökte sükût hâkimdi.

Hz. Âmine yerde halsiz bir şekilde yatıyordu. Bir ara, Peygamberimiz (s.a.v.) kendini toparlayarak, 

"Nasılsın anneciğim?" diye sordu.

Gönlü şefkat hazinesi anne, biricik yavrusunun üzülmesini istemiyordu. Şiddetiyle kıvranıp durduğu hastalığının ağır olduğu hissini uyandırmamak için,

"İyiyim canım oğlum, bir şeyim yok." diye cevap verdi.

Bu birkaç kelimelik konuşmadan sonra da kendinden geçti. Artık hastalık, konuşacak takati dudaklarından çekip almıştı. Bir ara, "Su" dediği işitildi. Yaydan fırlayan ok hızıyla Peygamber Efendimiz, aziz annesine suyu yetiştirdi.

Hazret-i Âmine suyu içti. Su kabı ile birlikte ciğerparesinin yumuşacık ellerini de tuttu. Gözlerini açtı. Peygamber Efendimizin nur saçan sîmasına doya doya baktı ve ellerini bir anne şefkatiyle okşadı. Kâinatın Efendisi bir ara, annesini biraz doğrultup başını kucağına aldı. Gözlerinden akan mübârek yaşlar, annesinin omuzlarına Nisan yağmuru gibi düşüyordu.

Hazret-i Âmine'nin ruh ve kalbinde feryadlar kopuyor, fırtınalar esiyordu. Kocasını kaybediş ıztırabına, şimdi de oğluyla vedâlaşma hasretini mi ekleyecekti? Bu dayanılmaz bir ıztırap, çekilmez bir dertti. Kendisini yakalayan hastalıktan daha çok bu ayrılık onu yakıp kavuruyordu. Ama ne yapabilirdi, bu İlâhî kaderin değişmez hükmüydü.

Hazret-i Âmine, kendisini yakalayan hastalıktan kurtulamayacağını artık anlamıştı. Son olarak, güneş gibi parlayan nur yavrusunun yüzüne ayrılık ve hasretin verdiği duygu içinde baktı, ellerini doya doya kokladı ve dilinden şu cümleler döküldü:

"Ey dehşetli ölüm okundan Allah'ın yardım ve ihsanı ile yüz deve karşılığında kurtulan zâtın oğlu!.."

"Allah, seni aziz ve devamlı kılsın. Eğer rüyâda gördüklerim doğru ise, sen celâl ve bol ikrâm sahibi olan Allah tarafından Âdemoğullarına helâl ve haramı bildirmek üzere peygamber gönderileceksin."

"Sen, ceddin İbrâhim'in teslimiyet ve dinini tamamlamak için gönderileceksin."

"Allah seni milletlerle birlikte devam edip gelen putlardan, putperestlikten koruyacak ve alıkoyacaktır."

"Her yaşayan ölür, her yeni eskir. Yaşlanan herkes zevâl bulur. Herşey fanidir, gider."

"Evet, ben de öleceğim. Fakat ismim ebedî yâdedilecektir. Çünkü, ter temiz bir evlâd doğurmuş, arkamda hayırlı bir yâdedici bırakmış bulunuyorum."1

Acıklı ve âdetâ istikbalden haber veren bu sözlerinden sonra Hazret-i Âmine'nin gözleri kaydı ve ruhunu orada yüce Allah'a teslim etti. Yer, Mekke ile Medine arasında bulunan Ebvâ Köyü; tarih, Milâdî 576.

Hz. Âmine'nin Defni

Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.) ile Ümmü Eymen donakalmışlardı. Âdetâ dilleri tutulmuştu. Konuşan sadece Kâinatın Efendisinin gözyaşlarıydı. 

Ümmü Eymen bir ara kendisini toparladı ve aziz yavrunun gözyaşlarını sildi. Sonra da bağrına basarak teselliye çalıştı:

"Üzülme, ağlama, canım Muhammedim," dedi. "İlâhî kadere karşı boynumuz kıldan incedir. Can da Onun, mal da. Hepsi bize emânet. Emâneti nasıl vermişse, öyle de alır."
Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.) derin bir iç çektikten sonra,

"Ben de biliyorum. Onun hükmüne her zaman boyun eğerim. Fakat anne yüzü unutulmayacak bir yüzdür. O yüzü tekrar göremem diye üzülüyorum" dedi. Sonra da derhal kendini toparladı ve gözyaşlarını silerek Ümmü Eymen'e,

"Haydi, o emâneti Sahibine teslim etti. Biz de onun na'şını toprağa teslim edelim, rahat etsin" dedi.

Dünyanın en bahtiyar annesi Hazret-i Âmine'nin cesedini orada toprağın bağrına tevdi ettiler. Ruhu ise, Kâinatın Efendisini bağrından çıkardığı için, kimbilir, ne kadar yükseklerde meleklerle bayram ediyordu.

Definden Sonra

Annesiz kalan Dürr-i Yetîmi Mekke'ye götürmek vazifesi dadısı Ümmü Eymen'e düştü. Ümmü Eymen, yol boyunca ona annesiz kaldığını hissettirmemek için elinden gelen gayreti gösterdi. Onu öz evladıymış gibi bağrına bastı ve teselliye çalıştı. Efendimiz de âdetâ onu bir anne kabul ederek, "Anne, anne!.." diye çağırdı. Daha sonraları da her gördüğünde, "Annemden sonra annem." diyerek iltifatta bulunuyordu.2

Nur yüzlü Kâinatın Efendisi, artık babadan yetim, anneden öksüzdü. Fakat, onun hakiki muhafızı ve hâmîsi vardı. O Hafîz, onu ömrü boyunca kusursuz muhafazası ve eksiksiz murakabesi altında bulunduracak, her türlü tehlike ve sıkıntıdan kurtaracaktır.

"Rabbin seni yetim bulup da barındırmadı mı?"3

meâlindeki âyet-i kerîme, Peygamber Efendimizin bu hâlini hatırlatır. Kâinatın Efendisi yıllar sonra, Hicret'in altıncı yılında Hudeybiye Umresi sırasında, yine Ebvâ'dan geçecektir. Allah'ın izniyle annesinin kabrini ziyaret edip, elleriyle düzeltecektir. Sonra da teessüründen ağlayacaktır. Onun mübârek gözlerinden tahassür gözyaşları akıttığını gören sahabîler de ağlayacaklar ve

"Yâ Resûlallah, niçin ağladınız?" diye soracaklardır. Resûl-i Ekrem,

"Annemin, benim hakkımdaki şefkat ve merhametini düşündüm de ağladım." diye cevap verecektir.4

Dipnotlar:

1. İsfâhanî, Delâilü'n-Nübüvveh, s. 119-120
2. Resûl-ü Ekrem Efendimiz hakkında, "Cennetlik bir kadınla evlenmek isteyen Ümmü Eymen'le evlensin." buyurduğu Ümmü Eymen'i daha sonra azâd ederek hürriyetine kavuşturmuştur. Birinci kocasının ölümünden sonra da onu Zeyd bin Hârise ile evlendirdi. Üsâme Hazretleri, işte bu evlilikten dünyaya geldi.
3. Duhâ Sûresi, 6.
4. Tabakât, 1/116-117.

9 Peygamberimizin Hz. Aişe ile dokuz yaşında evlendiği, bir kadın gördüğü zaman hemen hanımıyla cimada bulunduğu ve Hz. Cabir'in, Mina'ya giderken bizden meni damlıyordu, dediği söylenmektedir. Bu konuları açıklar mısınız?

Hz. Cabir (radıyallahu anh) anlatıyor: Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:

"Şurası muhakkak ki kadın, şeytan suretinde gelir, şeytan suretinde gider. Biriniz bir kadında hoşuna giden bir husus görürse, hemen hanımına gelsin; zira bu, nefsinde uyananı giderir." [Müslim, Nikâh 9, (1403); Ebu Dâvud, Nikâh 44, (2151); Tirmizî, Nikâh 9, (1158)]

Hadisin sonundaki "zira bu ,nefsinde uyananı giderir" kısmı, konunun anlatılmak istenen yönüne açıklık getirmektedir. İnsanın nefsinde uyanan şehevi duyguların eşiyle giderileceği, böylece o duyguların helal yolla tatmin edileceği belirtilmiştir. İslam Dini insanda var olan duyguların yok edilmesini değil, helal yollarla doyurulmasını istemektedir.

Hz. Cabir (ra)'e atfedilen bu cümle son derece yanlıştır, gerçeğe aykırıdır; sahabenin söylediği ile hiç alâkası yoktur.

Şimdi konuyla ilgili hadisi şerifin baş tarafını verelim ki, hakikat olduğu gibi anlaşılsın. Bakın:

“Cabir'den şöyle dediği rivayet edilmektedir: Hazreti Peygamber sahabeleri ile birlikte hac ihramını bağladılar. Rasûlüllah ile Talha hariç hiç kimsenin beraberinde kesilecek kurban yoktu... (Mekke'ye geldiğimizde) Peygamber, ashabına “Hacc'ı, umre'ye çevirmelerini, tavaf (ve sa'yi) eylemelerini, sonra saçlarını kestirip ihramdan çıkmalarını, yalnız yanında kurban bulunanların ihramlarını muhafaza etmelerini" emreyledi. (Ashab kendi aralarında bu hale taaccüp ederek) “bu ne haldir, nasıl olur, tenasül uzvumuzdan meni damlarken mi Mina'ya, Arafat'a çıkacağız?"( Müslim şerhi li’n-Nevevi, V/298)

Demek istedikleri şey şudur: Hacc'ı umreye çevirmek suretiyle ihramı açmamız, kadınlarımızdan istifade etmemize de yol açabilir. Hacca az bir süre kaldığından ötürü hemen o münasebetin akabinde hac ihramını bağlamak zorundayız. Bağlayıp Arafe'ye çıktığımızda tenasül uzvumuzdan meninin damlaması muhtemeldir. Böyle refahlı bir hal haccla nasıl bağdaşır? (Tecridi Sarih, 1/111)

Demek sahabeler kendi aralarında bir ihtimalden bahsetmiş oluyorlar. Yoksa bizler, Arefe'ye çıkarken meni bilfiil damlıyordu demek istemiyorlar.

İlave bilgi için tıklayınız:

Hz Ayşe (ra) validemiz, Peygamberimiz (asv) ile evlendiğinde kaç yaşındaydı?Hz Ayşe (ra) validemiz, Peygamberimiz (asv) ile evlendiğinde kaç yaşındaydı?

"Bilin ki, kadın şeytan sûretinde gelir ve şeytân sûretinde gider. Sizden biriniz, bir kadın görünce zevcesine gelsin. Bu içinde doğmuş olanı giderir" sözünü açıklar mısnız?

10 Hz. Peygamber'in kızları, kaç yaşında, kimlerle evlenmişlerdir?

Peygamber Efendimiz (asm)'in kızlarının kaç yaşında evlendiği konusunda net ve kesin bilgiler olmasa da genel bilgiler şöyledir:

Hz. Peygamber (asm)'in Hz. Hatice'den iki erkek ve dört kız çocuğu dünyaya gelmiştir. İlk çocuğu Kasım iki yaşında, Abdullah da küçük yaşta iken vefat etmiştir. Abdullah adlı çocuğuna aynı zamanda Tayyib ve Tahir denildiği nakledilmektedir.

Bunların dışında Medine döneminde Mısır'lı Mariye'den İbrahim adlı oğlu olmuştur. Kızlarının doğum sırası konusunda ihtilaf bulunmakla birlikte genellikle, Zeyneb, Rukıye, Ümmü Gülsüm ve Fatıma şeklinde olduğu kabul edilmektedir.

Zeyneb: Hz. Peygamber (asm)'in ikinci çocuğu ve kızlarının en büyüğüdür. Babası otuz yaşında iken dünyaya geldiği nakledilmektedir. Hz. Hatice'nin arzusu üzerine Hz. Peygamber Zeyneb'i teyzesinin oğlu Ebü'l-As b. Rebi' ile evlendirmiştir. Bu evlilikten Zeyneb'in Ali ve Ümame adlı iki çocuğu dünyaya gelmiştir.

Zeyneb, babasına peygamberlik gelince annesi ile birlikte İslamiyet'i kabul etmiştir. Kocası Ebü'l-As ise, o dönemde iman etmemiş; ancak Müslüman olan hanımı ile beraber yaşamaktan da vazgeçmemiştir. Bu şekilde evlilikleri Bedir savaşına kadar devam etmiştir.

Hz. Peygamber (asm) Medine'ye hicret edince, ailesi ile birlikte kızı Zeyneb'i de Mekke'den getirtmek istemiş, ancak kocası ondan ayrılmak istememiştir. Bu arada Ebü'l-As, müşrikler safında katıldığı Bedir savaşında esir düşmüş, Zeyneb, kocasının fidyesi olarak bir miktar malla birlikte annesinin kendisine evlenirken çeyiz olarak verdiği gerdanlığı göndermiştir. Hz. Peygamber gerdanlığı iade ederek Ebül-As'ı serbest bırakmıştır. Ancak ondan, kızını çocukları ile birlikte Medine'ye göndermesini istemiş ve bu konuda kendisinden söz almıştır. Ebü'l-As sözünü tutarak Zeyneb'i ve çocuklarını Medine'ye göndermek üzere yola çıkarmıştır.

O sırada hamile olan Zeyneb, Mekke'de Zi Tuva adlı yerde, henüz İslam'ı kabul etmemiş bulunan Hebbar b. Esved'in saldırısı sonucu deveden düşmüş ve çocuğunu düşürmüştür. Bu olay sonucu yakalandığı hastalık ilerleyerek hicri 8. yılda onun ölümüne sebep olmuştur. Olaydan sonra Mekke'ye dönmüştür.

Bu arada Hz. Peygamber (asm) onu getirmek için Zeyd b. Harise'yi ve ensardan bir şahsı Bedir savaşından bir ay kadar sonra Mescid-i Haram'a 10 km. uzaklıkta bulunan Batn-ı Ye'cec'e kadar göndermiş, Zeyneb de yanında çocukları olduğu halde bu ikisi ile birlikte Medine'ye gelmiş ve Hz. Peygamber'in yanında yaşamaya başlamıştır.

Diğer taraftan Ebü'l-As, hicretin 6. yılında müşriklere ait bir kervanla gittiği Suriye'den dönerken İs mevkiinde karşılaştığı İslam askeri birliği tarafından Medine'ye getirilmiş ve İslamiyet'i kabul etmiştir. Hz. Peygamber Zeyneb'i eski kocası ile tekrar evlendirmiştir.

Zeyneb, Ebü'l-As'la gerçekleşen bu ikinci evliliğinden kısa süre sonra hicretin 8. yılında, vefat etmiştir. Çocuklarından Ali, Mekke'nin fethinden sonra ölmüştür. Kızı Ümame ise, teyzesi Fatıma'nın vefatından sonra Hz. Ali ile onun şehit edilmesinden sonra da Muğire b. Nevfel ile evlenmiş ve onun nikahında iken vefat etmiştir. Ümame'nin bu kocasından Yahya adında bir çocuğunun dünyaya geldiği söylenir.

Biraz sonra görüleceği üzere diğer iki kız kardeşi Rukiye ve Ümmü Gülsüm gibi Zeyneb'in nesli de devam etmemiştir.

Rukıye (Rukayye): Babası otuz üç yaşındayken dünyaya geldiği kaydedilir. Rukıye, Ebu Leheb'in oğlu Utbe ile biraz sonra bahsedilecek olan Ümmü Gülsüm de Uteybe ile nikahlandı. Hemen bütün güvenilir kaynaklar, Hz. Peygamber (asm)'in bu iki kızının Ebu Leheb'in oğullarıyla zifafa girmedikleri konusunda müttefiktirler. Ebu Leheb ve hanımı, kendilerinin İslam'a karşı tutumlarını yeren Tebbet Suresi'nin nazil olması ve aynı zamanda Rukıye ve Ümmü Gülsüm'ün İslam'ı kabul etmeleri üzerine, oğullarını Hz. Peygamber'in kızlarından ayrılmaya zorladılar. Neticede her ikisi de ayrıldı.

Bundan sonra Hz. Peygamber (asm) Rukıye'yi Hz. Osman ile evlendirdi. Rukıye kocasıyla birlikte Habeşistan hicretine katıldı. Daha sonra Mekke'ye dönerek Medine'ye hicret etti ve burada yaşamaya başladı. Hicretin 2. yılında Bedir seferi hazırlıkları esnasında kızamığa yakalandı. Hz. Peygamber, Hz. Osman'ı sefere götürmedi ve hasta hanımıyla ilgilenmesi için Medine'de bıraktı. Ancak Rukıye, Hz. Peygamber seferde iken vefat etti. Hz. Osman'dan dünyaya gelen Abdullah adındaki oğlu iki veya altı yaşında iken vefat etti.

Ümmü Gülsüm: Rukıye'den küçük olduğuna göre, babası otuz dört yaşın üzerinde iken dünyaya gelmiş olmalıdır. Yukarıda da geçtiği gibi Ebu Leheb'in oğullarından Uteybe ile nikahlandı. Annesinin ve babasının zorlaması sonucu Uteybe Ümmü Gülsüm'ü boşadı. Ümmü Gülsüm hicrete kadar babasının evinde yaşadı. Kızkardeşi Fatıma ve Hz. Peygamber'in diğer aile fertleriyle birlikte Medine'ye hicret etti. Ablası Rukıye'nin vefatından bir müddet sonra hicretin 3. yılında Hz. Osman'la evlendirildi. Hicretin 9. yılında vefat etti.

Ümmü Gülsüm'ün çocuğu olmadı. Onun vefatı üzerine Hz. Peygamber "Bir üçüncü (bazı rivayetlerde on) kızım olsaydı, yine Osman'la nikahlardım." demiştir.

Fatıma: Hz. Peygamber (asm)'in kızlarının en küçüğüdür. Doğum tarihi konusunda ihtilaf bulunmakla birlikte, genel kabul, birincisi ağırlıklı olmak üzere 609 ve 605 yıllarında yoğunlaşmaktadır. Kaynaklarımızda onun çocukluk ve gençlik yıllarıyla ilgili bilgiler azdır. Başından geçen olaylardan birisi şöyledir: Bir gün Hz. Peygamber Kabe'nin yanında namaz kılarken secdeye vardığında müşrikler bir koyunun iç organlarını sırtına koyarlar. Hz. Peygamber secdeden başını kaldıramaz. Bu sırada Fatıma gelip babasının üzerindekileri atar ve müşriklere çıkışır.

Hz. Fatıma, babasının hicretinden bir müddet sonra, içlerinde kızkardeşi Ümmü Gülsüm ve Hz. Ebu Bekir'in ailesinin de bulunduğu bir kafile ile birlikte Medine'ye hicret etti. Bir müddet sonra Hz. Ali onu babasından istedi. Hz. Peygamber kızının görüşünü alarak hicretin 2. yılında Fatıma'yı Hz. Ali ile evlendirdi.

Hz. Fatıma, evlendikten bir yıl kadar sonra ilk çocuğu Hasan'ı, ondan bir yıl sonra da ikinci çocuğu Hüseyin'i dünyaya getirdi. Daha sonraki yıllarda Ümmü Gülsüm ve Zeyneb adlı kızları ile Muhsin (veya Muhassin) adlı oğlu dünyaya geldi. Ancak bu sonuncusu küçükken vefat etti.

Hz. Fatıma'nın İslam kültüründe ünlü olduğu hususlardan birisi sağlık ve sosyal yardım alanlarındaki hizmetleridir. Nitekim Uhud savaşında gazilere su ve yiyecek taşımış, yaralıları tedavi etmiş, babasının yüzündeki kanları temizlemiştir.

Hz. Peygamber (asm)'in vefatına çok üzülmüş ve ondan altı ay kadar sonra vefat etmiştir.

Hz. Peygamber'in nesli Fatıma'nın çocukları vasıtasıyla devam etmiştir.

Kaynaklar:

- Hz. Muhammed ve Evrensel Mesajı. 
- TDV İslam Ansiklopedisi ilgili maddeler.

11 İslâm tarihine "Akabe Biatları" diye geçen Birinci ve İkinci Akabe Biatları nasıl gerçekleşmiştir ve bu süreçte neler olmuştur?

Birinci Akabe Bîatı

Bi'setin 12. senesi (Miladî: 621).

Bi'setin 11. yılında Akabe mevkiinde İslâmiyetle şereflenen altı Medineli, bir sene sonra aynı yerde buluşacaklarına dair Resûl-i Ekrem Efendimize söz vermişlerdi.

İlk görüşmelerinin üzerinden bir sene geçip, hac mevsimi gelince, içlerinde bir sene önce İslâmla şereflenmiş bulunan altı kişinin de bulunduğu 12 kişilik bir kafile Mekke'ye doğru yola çıktı.

Akabe denen küçük ve dar vadide, bir gece vakti gizlice Resûl-i Ekremle buluşarak görüştüler. Bu görüşme sonunda şu hususlarda Resûlullaha bîat ettiler:

a) Allah'a hiçbir şeyi eş ve ortak koşmamak,
b) Hırsızlık yapmamak,
c) Zina etmemek,
d) Çocuklarını öldürmemek,
e) Kimseye iftirâ etmemek,
f) Hiçbir hayırlı işe karşı çıkmamak
.1

Bu bîattan sonra Peygamber Efendimiz, kendilerine hitaben şöyle konuştu:

"Sizden, verdiği sözde duranın ücret ve mükâfatını Allah, tekeffül etmiş, onlara Cenneti hazırlamıştır. Kim insanlık icâbı, bunlardan birini işler de ondan dolayı dünyada cezaya uğratılırsa, bu ona kefaret olur. Kim de yine bunlardan, insanlık haliyle birini irtikab eder de işlediği o şeyi Allah gizler, açığa vurmazsa, onun işi de Allah'a kalır. Dilerse onu bağışlar, dilerse azaba uğratır."2

Ayrıca, bu Müslümanlar, Resûl-i Ekremle aralarında şu şekilde bir anlaşma akdettiler:

"Gerek sıkıntı ve darlıkta ve gerekse refah ve sevinç halinde söz dinlemek ve itâat etmek başta gelir. Ve sen bizzat, bizim üstümüzde bir tercihe sahip olacaksın ve senin hiçbir iyi hareketinde sana karşı itâatsizlik etmeyeceğiz."3

İlk Akabe bîatlarında bulunanların yapmayacaklarına dair söz verdikleri yukarıdaki hususlar, huzurlu bir cemiyet hayatının temelini teşkil eden unsurlardı. Bu çirkin hareketlerin hâkim olduğu cemiyetlerde, elbette emniyet ve âsâyiş olamazdı.

İnsanlığı huzur ve saâdete kavuşturmak ve cemiyet hayatını asayiş temeli üzerine oturtmak için gelen İslâm, elbette bu hususları vazgeçilmez birer esas olarak kabul edecek ve bu hususta müntesiblerinden kesin söz alacaktı.

Bu ilk Akabe Bîatında bulunan Medineli on iki Müslüman şunlardı:

1) Es'ad bin Zürâre (r.a.),
2) Avf bin Hâris (r.a.),
3) Muâz bin Hâris (r.a.),
4) Râfî' bin Mâlik (r.a.),
5) Zekvan bin Kays (r.a.),
6) Ubâde bin Sâmit (r.a.),
7) Yezid bin Sa'lebe (r.a.),
8) Abbas bin Ubâde (r.a.),
9) Kutbe bin Âmir (r.a.),
10) Ukbe bin Âmir (r.a.),
11) Uveym bin Sâîde (r.a.),
12) Ebü'l-Heysem Mâlik bin Teyyihân (r.a.).
4

Medineli bu Müslümanlar, görüşmelerden sonra yurtlarına geri döndüler. Orada kendi kabileleri arasında İslâmın nûrunu ve sesini duyurmaya ve yaymaya devam ettiler.

Bir müddet sonra, Medineli Müslümanlar, Resûlullah'tan kendilerine İslâm adâb ve erkânını öğretecek bir Kur'ân muallimi gönderilmesini istediler. Resûl-i Ekrem onların bu tekliflerini, fıtraten oldukça nazik ve medenî, aynı zamanda güzel bir sîmâya sahip Kureyşin eşrafından, genç bir sahabî olan Mus'ab bin Umeyr Hazretlerini göndererek derhal yerine getirdi.5

İslâm Nûru Medine'de Parlıyor

Esad bin Zürâre Hazretleri Medineli Müslümanların bir nevi önderliğini yapıyordu. Bu sebeple genç Sahabî, Kur'an muâllimi Mus'ab bin Umeyr (r.a.) Medine'ye gelince onun evinde kalmaya başladı. Artık bu ev, Müslümanların buluşmaları için merkezî bir yer teşkil ediyordu.

Bizzat Resûl-i Kibriyâdan dersini almış bulunan Hz. Mus'ab, zamanı ve şartları çok iyi değerlendirebilen, fırsatları çok güzel kullanabilen bir Sahabî idi. Bütün gayret ve himmetini Medine'de İslâmın yayılmasına hasretmişti. Kabilelerin hatırı sayılır kimseleriyle görüşüyor, konuşuyor, onlara "kavl-i leyyîn"le İslâmı anlatıyordu.

Medineli Müslümanların Kur'an muâllimi Hz. Mus'ab bin Umeyr, onların reisleri olan Es'ad bin Zürare'nin (r.a.) evinde kalıyor ve İslâmı tebliğ ve yayma hizmetini buradan yürütüyordu.

Medine'de birçok kimse Müslüman olmuştu, ama İslâmın daha da hızlı intişârı için bazı mâniler vardı. Evs Kabilesinin reisi Sa'd bin Muaz ile yine reislerden bulunan Üseyd bin Hudayr henüz Müslüman olmamışlardı. Onların bu durumu haliyle halka da tesir ediyordu. Sa'd bin Muaz, Es'ad bin Zürâre Hazretlerinin halası oğlu idi.

Bir gün Mus'ab ile Es'ad Hazretleri Benî Zafer'e âit bir evin bostanındaki Merak kuyusunun başında oturmuş sohbet ediyorlardı. Etraflarında Müslümanlardan da birçok kimse vardı. Bu sırada elinde mızrağı olduğu halde Üseyd bin Hudayr yanlarına çıkageldi. Hiddet ve şiddetle şöyle dedi:

"Siz, bize neye geldiniz? Birtakım aklı ermez ve zâif kimseleri aldatıp azdırıyorsunuz! Hayatınızdan olmak istemiyorsanız, derhal buradan ayrılın!"
Hz. Mus'ab,
"Hele biraz dur, otur. Sözümüzü dinle, maksadımızı anla; beğenirsen kabul edersin, beğenmezsen o zaman engel olursun." diye gayet nazikçe mukabelede bulundu.
Üseyd,
"Doğru söyledin." dedi ve mızrağını yere saplayarak yanlarına oturdu.
Hz. Mus'ab, ona İslâmiyet hakkında bir konuşma yaptı ve Kur'ân-ı Kerim okudu.
Üseyd kendisini tutamayarak,
"Bu ne kadar güzel, ne kadar iyi bir söz." diye konuştu ve "Bu dine girmek için ne yapmalı?" diye sordu.
Mus'ab (r.a.), ona İslâmı anlattı. O da kelime-i şehâdet getirerek İslâmiyetle müşerref oldu.6

Sonra da, "Ben gideyim, size birini göndereyim. Eğer, o da imana gelirse, bu beldede iman etmedik kimse kalmaz." deyip oradan ayrıldı; Sa'd bin Muaz ve kavminin yanına vardı.
Sa'd,
"Ne yaptın?" diye sordu. Üseyd şöyle dedi:
"O iki adama söylenmesi gerekeni söyledim. Vallahi, ben onlardan bir itâatsizlik, bir inad görmedim."
Sa'd bin Muaz,
"Vallahi, sen beni tatmin edici bir malûmat getirmedin." dedi ve doğruca Mus'ab ile Es'ad'ın (r.a.) yanına gitti. Hiddetli hiddetli,
"Ey Es'ad! Eğer seninle aramızda akrabalık olmasa, böyle kabilemiz içine soktuğunuz çirkin işlere sabır ve tahammül edemezdim." diye tekdir ve tehdit etti.
Mus'ab (r.a.) ona da aynı tatlılıkla,
"Hele biraz durunuz. Oturup dinleyiniz, anlayınız da; beğenirseniz kabul edersiniz, beğenmezseniz, biz de size, çirkin gördüğünüz işi tekliften vazgeçeriz." diye nazikçe cevap verdi.

Onun üzerine Sa'd oturdu ve Hz. Mus'ab'ın sözlerini dinlemeye başladı. Hz. Mus'ab ona İslâm dininin ne demek olduğunu anlattı ve Zuhruf Sûresinin baş kısımlarından okudu. Kur'ân okunurken, Sa'd'ın yüzü birdenbire değişiverdi. Simâsında îmân alametleri bir anda belirdi. Dinledikleri, o âna kadar duymadığı, bilmediği şeylerdi. Kur'ân'ın eşsiz belagatı ve tatlı üslûbu karşısında derhal,
"Siz bu dine girerken ne yapıyordunuz?" diye sordu.
Mus'ab (r.a.), ona İslâm dininin esas ve adâbını anlattı. O da orada şehâdet getirerek Müslüman oldu.7

Sonra da kendi kavmi olan Benî Abdü'l-Eşhel cemâatının yanına döndü. Onlara,
"Ey topluluk! Beni nasıl biliyorsunuz?" diye sordu.
"Sen bizim büyüğümüz, en üstünümüzsün." diye cevap verdiler.
Bunun üzerine Sa'd Hazretleri,
"Öyle ise, siz de Allah Resûlüne iman etmelisiniz." dedi ve ilâve etti: "Îmân etmedikçe sizin erkek ve kadınlarınızla konuşmak bana haram olsun!"
Bu söz üzerine, Beni Abdü'l Eşhel aşireti içinde o gün îmân etmedik hiç kimse kalmadı.
Es'ad bin Zürâre Hazretleri de Mus'ab (r.a.) ile birlikte evine döndü.

Artık, Mus'ab Hazretleri Medine'de İslâmı tebliğ ve neşirde yalnız değildi. Evs ve Hazreç kabilelerinin reisleri de yanında yer almışlardı. Olanca gayretleriyle İslâmın yayılmasına çalışıyorlardı.

Yine İslâmı tebliğ ve neşir merkezi Es'ad bin Zürâre Hazretlerinin evi idi. Mus'ab ile Sa'd bin Muâz Hazretleri el ele vererek burada insanları hak dine davetle meşgul oluyorlardı.
Kısa zamanda, İslâmiyet Medine'de büyük bir inkişaf kaydetti. Öyle ki, Evs ve Hazreç kabileleri içinde Benî Ümeyye bin Zeyd'in hânesinden başka İslâm ve Kur'ân nûru ile aydınlanmayan ev kalmadı. Bir müddet sonra, bu evde de İslâmın nûru parlamaya başladı.

İkinci Akabe Bîatı

Bi'setin 13. senesi (Milâdî: 622).

Bu senenin hac mevsiminde, Kur'an muallimi Mus'ab bin Umeyr Hazretleri, hem Medine'deki İslâmî gelişmeyi bizzat Peygamber Efendimize bildirmek, hem de haccetmek üzere, Evs ve Hazreç kabilelerine mensup ikisi kadın yetmi beşMüslümanla Mekke'ye geldi.

Bunları temsilen bir grup Mescid-i Haram'da amcası Hz. Abbas'la oturan Resûl-i Ekrem Efendimizin yanına vardılar ve şu teklifte bulundular:

"Ya Resûlallah! Biz oldukça kalabalığız. Seni yanımıza almak, size yardımcı olmak, uğrunuzda canımızı fedâ etmek, şahsınızı koruduğumuz şeylerden zâtınızı da esirgeyip korumak üzere söz birliği etmiş bulunuyoruz. Bu hususta sizinle daha geniş konuşmak için nerede buluşalım?"

Resûl-i Kibriyâ, yine Akabe'de buluşmayı uygun gördü.

Bu buluşma, gece yarısı olacak ve kimseye duyurulmayacaktı. Hatta karargâhlarından ayrılırken de dikkatleri çekmemek için küçük küçük gruplar halinde Akabe'ye geleceklerdi.8
Medineli Müslümanlar, bu tâlimat gereği gece yarısı hiç kimseye hissettirmeden ve kimsenin dikkatini çekmeden Akabe yanındaki vadide bir araya geldiler.

Peygamber Efendimiz de burada henüz Müslüman olmamış amcası Hz. Abbas ile geldi. Hz. Abbas'ın maksadı, yeğenini bu mühim meselede yalnız bırakmamak, yapılanları ve verilen sözleri bizzat görüp işitmekti.

Önce, Hz. Abbas söz aldı. Medineli Müslümanlara hitaben Allah Resûlünü koruma hususunda kendilerine güvenleri varsa bu işe girişmeleri, aksi takdirde daha şimdiden bu işten vazgeçmeleri gerektiğini belirten bir konuşma yaptı. Ancak, Medineli Müslümanlar bizzat Resûlullahın konuşmasını istiyorlardı:

"Yâ Resûlallah! Sen de konuş. Kendin ve Rabbin için arzu ettiğin ahdi al." dediler.

O esnada Medineli Müslümanların önderi durumunda olan Es'ad bin Zürâre Hazretleri Resûlullahtan konuşmak için müsâade aldı ve şöyle dedi:

"Ya Resûlallah, her dâvetin bir yolu var. O yol ya kolay olur, ya da zor! Bugün senin yaptığın dâvet, insanların çok zor kabul edecekleri çetin bir dâvettir. Sen, bizi takip ettiğimiz dini bırakmaya ve kendi dinine tâbi olmaya davet ettin. Bu çok güç ve zor bir işti. Buna rağmen biz bu teklifini kabul ettik."

"Biz, yurdumuzda, şerefli ve her tecavüzden korunmuş, orada değil kavminden ayrılan ve amcaları tarafından düşmanlarına teslim edilmek istenilen bir zâtın, hattâ kendimizden başka hiçbir kimsenin de hâkim olmak için göz dikemeyeceği bir cemaâttık. Bu çok zor bir iş olduğu halde, biz senin bu yoldaki teklifini de kabul ettik!"

"Halbuki, bütün bunlar -Allah Teâla, doğru yolu bulma azmini ve sonunda hayra ulaşma ümidini ihsan etmedikçe- insanların hiç de hoşlanacakları şeylerden değildi. Fakat, biz bunları dillerimizle ikrar, kalblerimizle tasdik, ellerimizi uzatmak sûretiyle de kabul ettik."

"Allah'dan getirdiklerine bilerek ve inanarak sana bîat ediyoruz. Biz, Rabbimize ve Rabbine bîat ediyoruz. Allah'ın kudret eli, ellerimizin üzerindedir. Kanlarımız kanınla, ellerimiz elinledir."

"Kendimizi, evladlarımızı, kadınlarımızı esirgeyip koruduğumuz şeylerden seni de esirgeyip koruyacağız."

Eğer, bu ahdimizi bozarsak, Allah'ın ahdini bozan bedbaht insanlar olalım."

Es'ad bin Zürâre Hazretleri konuşmasının sonunu şöyle bağladı:

"Yâ Resûlallah! Kendin için arzu ettiğin ahdini bizden al. Rabbin için de istediğin şartı koş."

Resûl-i Ekrem Efendimiz, önce onlara Kur'ân-ı Kerim'den bazı âyetler okudu. onları Allah'a dâvet, İslâmiyete teşvik ettikten sonra, kendisi ve Rabbi için arzu ettiği hususları şöyle sıraladı:

"Yüce Allah için size söyleyeceğim şartım şudur:  Ona hiçbir şeyi eş ve ortak koşmadan ibadet etmenizdir. Namazı kılmanız, zekâtı vermenizdir.

Kendim için isteyeceğim ise şudur: Allah'ın peygamberi olduğuma şehâdet etmenizdir. Kendinizi, çocuklarınızı ve kadınlarınızı koruduğunuz şeylerden beni de korumanızdır."9

Bu sırada Abdullah bin Revâha söz alarak,
"Ya Resûlallah. Bunları söylediğiniz tarzda yaparsak, bize ne var?" diye sordu.
Resûl-i Ekrem,
"Cennet var." diye cevap verdi.
Bu cevabı alınca, gözlerinde parlayan pırıl pırıl sevinçlerini,
"O halde bu kazançlı ve kârlı bir alışveriştir."10 diyerek sözleriyle de te'yid ettiler.

Sonra Peygamber Efendimize,
"Yâ Resûlallah! Sana ne yolda bîat edelim, söz verelim?" diye sordular.

Resûl-i Ekrem Efendimiz,

"Allah'tan başka ilâh bulunmadığına ve benim de Allah'ın Resûlü olduğuma şehâdet getirerek, namazı kılacağınıza, zekâtı vereceğinize; neşeli neşesiz zamanlarınızda sözlerime itâat edeceğinize; emirlerime tamamıyla boyun eğeceğinize; darlıkta da varlıkta da muhtaçlara yardımda bulunacağınıza; hiçbir kınayıcının kınamasından korkmaksızın Allah yolunda, Allah için hak ve gerçeği söyleyeceğinize; iyiliği emredip, kötülükten alıkoyacağınıza bîat etmeli, bana kesin söz vermelisiniz!"

"Şahsıma gelince; bana her yönden yardım edeceğinize; yanınıza vardığımda, kendinizi, kadınlarınızı ve çocuklarınızı esirgeyip koruduğunuz şeylerden beni de esirgeyip koruyacağınıza kat'i söz vermelisiniz!"11 dedi.

Bundan sonra Resûl-i Kibriyâ Efendimiz onlara,

"Aranızdan, her hususta kavimlerinin benim yanımda temsilcisi olacak on iki kişi seçiniz. Musâ da İsrâiloğullarından on iki temsilci almıştı."12 buyurdu.

Medineli Müslümanlar, Hazreç Kabilesinden dokuz, Evslilerden üç temsilci seçtiler.

Hazreçlilerden seçilen zâtlar şunlardı:

1) Ebû Umâme Es'ad bin Zürâre,
2) Sa'd bin Rebi',
3) Rafi' bin Mâlik,
4) Abdullah bin Revâha,
5) Abdullah bin Amr,
6) Berâ' bin Mâ'rur,
7) Sa'd bin Ubâde,
8) Ubâde bin Sâmit,
9) Münzir bin Amr (r.anhüm).

Evslileri ise şu zâtlar temsil edecekti:

1) Useyd bin Hudayr,
2) Sa'd bin Hayseme,
3) Ebü'l-Haysem Mâlik bin Tayyihan (r.anhüm).
137

Bu temsilcilerin hepsi de Medine'nin ileri gelen, hatırı sayılır kimseleri ve okuma yazmasını bilen âlim zâtlardı. 

Peygamber Efendimiz seçilen temsilcilere şöyle dedi:

"Havarîler, Meryemoğlu İsâ'ya karşı kavimlerinin kefili oldukları gibi, siz de sizden olanların kefilisiniz. Ben de Mekkeli muhacirlerin kefiliyim."14

Onlar da, "Evet!.." deyip tasdik ettiler.

Ayrıca Resûl-i Ekrem Efendimiz, on iki temsilci seçildikten sonra Es'ad bin Zürâre Hazretlerini de seçilen on iki temsilcinin başkanı tayin etti. Temsilciler, temsil ettikleri topluluklarla konuşup, bîatın ehemmiyetini anlattılar ve onları Resûlullaha bîata hazırladılar.

Bundan sonra Resûl-i Ekrem Efendimiz, mübârek ellerini uzattı. Medineliler teker teker bîat ettiler. Sadece iki kadına Efendimiz elini vermedi ve onları da kendisine bîat etmiş kabul etti. Yapılan bîat bir mânâda Medineli ve Mekkeli Müslümanlar arasında bir ittifâktı.

Müşriklerin, Durumu Sezmeleri

Bîat, gecenin karanlığında, çağrılanların dışında kimsenin göremeyeceği tenhâ bir yerde cereyan etmişti. Buna rağmen, bîat biter bitmez kulaklarına bir ses geldi:

"Ey Kureyş! Muhammed ile atalarının dininden çıkmış Medineliler, sizinle savaşmak için toplanıp sözleştiler!"

Gecenin karanlık ve sükûtunu yırtan bu ses kimindi ve nereden geliyordu? Herkesi bir merak ve telaş sardı. Bu ses, Münebbih bin Haccac'ın sesine benziyordu. Resûl-i Ekrem, "Bu Akabe'nin şeytanıdır." dedi ve Medineli Müslümanlara da, "Derhal konak yerlerinize dönünüz!" emrini verdi. O sırada Medineli Abbas bin Ubâde, "Yâ Resûlallah" dedi. "İstersen sabah olur olmaz kılıçlarımızı kınından sıyırır ve Minâ'da bulunan halkın üzerine yürür, onları kılıçtan geçiririz." diye konuştu. Ancak, Resûl-i Ekrem, henüz sabır silahını kullanmakla vazifeli idi. Şöyle buyurdular:

"Hayır, hayır. Bize henüz bu şekilde hareket etmemiz emrolunmadı. Hepiniz yerlerinize dönünüz."15

 Bunun üzerine, Medineliler konak yerlerine döndüler.

Sabah olunca, durumu sezmiş bulunan Kureyşli müşrikler, kendilerince mâhiyeti henüz meçhul bulunan hâdiseyi tam öğrenmek üzere tahkike başladılar. Kendileri gibi putperest olan Medinelilerden sordular. Ancak onların böyle bir meseleden haberleri olmadığından dolayı yemin ederek, "Böyle bir şey olmadı. Biz, böyle bir şey bilmiyoruz." dediler.

Medineli Müslümanlar ise, doğru yolun sükût olduğunu düşünerek, tek kelime konuşmuyorlardı. Kureyşli müşrikler bu sefer Abdullah bin Übey bin Selûl'e gidip sordular. O da aynı şekilde, "Bu büyük bir iştir. Böyle bir şey olmamıştır. Söylenenler boş lâf olsa gerek. Kavmim, bana böyle bir şey danışmadı. Onlar, Yesrib'de iken bana danışmadan hiçbir iş yapmazlardı." dedi.

Bunun üzerine Kureyşli müşrikler Medineli putperestlerin bu hususta herhangi bir bilgileri olmadığı kanâatına vardılar.

Şayet, Resûl-i Ekrem Efendimiz, "Bu işi sizden başkasına duyurmayın." dememiş olsaydı ve Medineli Müslümanlar da bu işi müşrik hemşerilerinden gizlememiş olsalardı, elbette bu olay Mekkeli müşriklere onlar tarafından duyurulacak ve kuvvetli ihtimalle orada Müslümanların başına büyük bir gâile açılacaktı. Belki de, Medine'ye henüz açılmış bulunan İslâmiyet için büyük bir mâni ortaya çıkacaktı.

Hac mevsimi sona erince, Medineli Müslümanlar da yurtlarına geri dönmek üzere yola koyuldular.

Medineli Müslümanların Mekke'den ayrılışlarından az zaman sonra, müşrikler böyle bir anlaşmanın cereyan etmiş olduğunu öğrendiler. Derhal Müslümanları takibe koyuldular.

Ancak Medineliler çoktan o civardan uzaklaşmış bulunuyorlardı. Sadece iki kişiyi yakalayabildiler: Sa'd bin Ubâde ve Münzir bin Amr. Bu iki zât her nasılsa Medine kafilesinden geri kalmışlardı. Daha sonra Münzir Hazretleri bir yolunu bulup ellerinden kurtuldu. Müşrikler, sadece Sa'd bin Ubâde'yi Mekke'ye getirdiler ve âdeta hınçlarını bu Sahabîden almak istercesine kendisine ezâ ve işkencelerde bulundular. Sonunda Sa'd bin Ubâde Hazretleri kendisini daha önceden tanıyan ve Medine'den geçerken evinde misafir olan iki müşrik tarafından himâyeye alınarak bu eziyet ve işkenceden kurtuldu.

Yurtlarına dönen Medineli Müslümanlar, artık dört gözle muhacirlerin ve Resûl-i Zîşan Efendimizin yolunu beklediler.

Kaynaklar:

1. İbni Hişâm, Sîre: 2/75-76; Taberî, Tarih: 2/235
2. İbni Hişâm, Sîre: 2/75-76; İbni Sa'd, Tabakât: 1/220; Taberî, Tarih: 2/235
3. Salih Tuğ, İslâm Vergi Hukukunun Ortaya Çıkışı, s. 27 (Ank. 1963)
4. İbni Hişâm, Sîre: 2/73; Taberî, Tarih: 1/220
5. İbni Hişâm, Sîre: 2/76; Taberî, Tarih: 1/220
6. İbni Hişâm, Sîre: 2/77-78; İbni Sa'd, Tabakât: 3/420; Taberî, Tarih: 2/236
7. İbni Hişâm, Sîre: 2/77-78; İbni Sa'd, Tabakât: 3/420; Taberî, 2/236-237; İbni Seyyid, Uyunu'l-Eser, 1/160; Halebî, İnsanü'l-Uyûn, 2/170-171
8. İbni Hişâm, Sîre: 2/83-84; İbni Sa'd, Tabakât: 1/221; Taberî, Tarih: 2/228
9. İbni Hişâm, Sîre: 2/84; İbni Sa'd, Tabakât: 1/222; Taberî, Tarih: 2/238; İbni Seyyid, Uyunu'l-Eser: 1/163; Halebi, İnsanü'l-Uyûn: 2/174-175
10. Taberî, Tarih: 2/239; Halebi, İnsanü'l-Uyûn: 2/175
11. İbni Hişâm, Sîre: 2/97; Halebi, İnsanü'l-Uyûn: 2/175
12. İbni Hişâm, Sîre: 2/85; İbni Sa'd, Tabakât: 1/222; Taberî, Tarih: 2/239; İbni Seyyid, Uyunu'l-Eser: 1/164; Halebi, İnsanü'l-Uyûn: 2/176-177
13. İbni Hişâm, Sîre: 2/86-87; İbn Seyyid, Uyunu'l-Eser: 1/64
14. Sîre, 2/88; Tabakât, 1/223
15. Sîre, 2/90; Tabakât, 1/223

12 Peygamberimiz (s.a.v.)'in ilk süt annesi kimdir?

Hz. Âmine huzurlu ve sürurlu idi. Nurtopu yavrusu tatlı tebessümleriyle, kocasının vefât acısını bir nebze unutturduğu gibi, istikbale ümit ile bakmasını da sağlayan tek tesellî idi.

Bahtiyar Âmine, şerefli yavrusunu ancak bir hafta kadar emzirebildi. Bundan sonra Ebû Leheb'in cariyesi Süveybe Hâtun Kâinatın Efendisine sütanne oldu ve onu günlerce emzirdi.1

Süveybe Hâtun daha önce de Hz. Hamza'yı emzirmişti. Böylece Resûl-i Kibriya Efendimizle muhterem amcası arasında bir de süt kardeşliği bağının kurulmasına vasıta olmak gibi bir bahtiyarlık ve şerefe erişmiş oluyordu.

Kendisine yapılan iyiliklerin en küçüğünü dahi unutmayacak ve onu karşılıksız bırakmayacak kadar büyük bir fazilet ve yüksek bir vefa duygusunun sahibi olan Fahr-i Âlem Efendimiz, zâtına bir müddet süt annelik yaptığı için Süveybe Hâtunu hayatı boyunca unutmadı. Onu sık sık ziyaret eder, her gördüğünde kendisine bol ihsan, iltifat ve ikramda bulunurdu.

Evet, vefâ, Fahr-i Âlem Efendimizin dünya yüzüne getirdiği güzel ahlâkın temeli idi. Onun ter temiz, nezih hayatında vefâsızlığı ihsas eden en ufak bir davranışa rastlanamaz.
Onun fazilet ve vefa duygusundan ders alan muhterem zevceleri Hatice-i Kübrâ da evine sık sık gelip giden Süveybe Hâtun'u hürriyetine kavuşturmak için bir ara satın almak istediyse de Ebû Leheb buna yanaşmadı. Ancak, Resûl-i Kibriya Efendimiz Medine'ye hicretinden sonra, Ebû Leheb, Süveybe'yi kendiliğinden azad etti.2

Ebû Leheb Peygamberimiz (s.a.v.)'in öz amcası idi. Sonraları Resûl-i Ekrem'in risâletini tasdik ve ikrar etmediği gibi, hayatı boyunca da putperestlikten vazgeçemeyerek karşısına en büyük bir düşman olarak dikilmekten geri durmadı. Bu sebeple Allah'ın lânetine mâruz kaldı ve cariyesi Süveybe Hâtunun bir tırnağı kadar değer kazanamadı. Hattâ, Süveybe Hâtun sebebiyle âhirette bir nebze lûtfa mazhar olduğu anlatılmıştır.

Onu ölümünden sonra rüyâda görmüşlerdi. Cehennemin şiddetli azabı içinde feryad edip duruyordu. Kendisine sordular:

"Neden feryad ediyorsun? Neyin var?"

Ebû Leheb,

"Neyim olacak; susuzluk beni ateşten kavuruyor! Hayatımda hiçbir hayır görmedim. Sadece bir tek hayır buldum: Muhammed'i emziren Süveybe'yi âzâd ettiğim için bana da şuradan emip sulanmak imkânı bağışlandı." diyerek şehâdet parmağını gösterdi. 3

Hâdise gerçekten ibret vericidir. Kâinatın Efendisine hayatı boyunca kötülük, eziyet ve hakaret etmekten geri durmayan Ebû Leheb gibi azılı bir İslâm düşmanı, sadece onu emziren Süveybe Hâtunu âzâd ettiği için böylesine İlâhî bir kerem ve lütfa mazhar oluyor ve cehennemde azabı bir nebze hafifliyordu. Demek ki, sadece sevgili Peygamberinin zâtına değil, zâtına hizmet etmiş olanlara yapılan iyilikleri de Cenâb-ı Hak lütuf ve keremiyle karşılıksız bırakmıyordu.

Bunun yanında, dünyada Kâinatın Efendisini kendilerine her hususta mutlak imam ve rehber kabul edip, sünnet-i seniyyesine ittiba' etmekten şeref duyan gerçek mü'minlere ebedî âlemde ne büyük ikram ve İlâhî ihsanların hazırlanmış olduğu düşünülsün.

Dipnotlar:

1. Tabakât, 1/108; Ensâb, 1/42
2. Tabakât, 1/108.
3. age.

13 Peygamberimiz Hz. Muhammed kişisel bakımını nasıl yapardı?

Saçları

Yazılı vesikalara göre Hz. Peygamber (asm), ustura tıraşlı değil, uzun saçlıdır. Saç biçimi ise, uzunluk kısalık durumuna göre, üç şekil arzetmektedir. En kısa şekli kulak yumuşağına kadar olup, en uzun şekli de omuzlarına dokunacak derecede olandır ki, her durum için üç ayrı tabir kullanılmıştır. Kısadan uzuna doğru, kaynaklardaki ifadeler şöyledir:

Kulak yumuşaklarına kadar olan haline "vefre", kulak yumuşağını biraz geçene "limme", omuzlarına dokunacak kadar olan haline de "cümme" denmiştir. Rivayetler arasındaki değişiklik ise son derece normaldir. Her ravi, kendi gördüğü andaki halini anlatmış olacağına göre, rivayetler arasındaki farklılığı, bir çelişki olarak değerlendirmemek gerekecektir.

Hz. Peygamber (asm)'in saç tarama şekline gelince: İbn Abbas (ra)'ın rivayetinden anlaşıldığına göre, Hz. Peygamber döneminde Hicaz bölgesinde iki türlü saç tarama biçimi yaygındı. Ehl-i Kitab olanlar, kaküllerini önlerine düz tararlardı. O günün putperestleri ise perçemlerini ortadan ikiye ayırarak yanlara bırakırlardı.

Yeni bir model getirme yoluna gitmemişler; başlangıçta Ehl-i Kitab'ın uygulamasını benimseyerek, onlar gibi perçemlerini önüne düz taramışlar; Hicaz bölgesinde putperestliğin kökü kazınıp toplumda taraftarı kalmayınca, bu defa da, saçlarını önden ikiye ayırarak sağa-sola bırakır olmuşlardır.

Saç Bakımı

Peygamber Efendimiz (asm), saç bakımı hususunda, umumi bir tavsiyede bulunmuşlardır:

"Kim saç bırakmışsa / uzatmışsa, onun bakımına dikkat etsin."(Ebu Davud, Sünen, IV, 74, Hadis no: 4062) 

"Saçı olan, saçına ikram etsin."(Ebu Dâvud, Sünen, Teraccul, 3)

İslami kaynaklar, Hz. Peygamber'in daima yanlarında bulundurdukları bazı zatî eşyalarını da kaydetmişlerdir. Bunlar; tarak, ayna, misvak, kürdan, makas, sürmedan gibi eşyalardır.

Peygamber Efendimiz (asm), üst-baş temizliğine son derece dikkat ettiği gibi, üstlerinin başlarının tertipli olmasına da o ölçüde itina gösterirlerdi.

Üst başın tertipli olmasını ve buna titizlik gösterilmesini isteyen Peygamber Efendimiz (asm), sadece süslenmekle vakit geçirmeyi ise hoş karşılamamışlar; şık ve sade olmakla, süslenmeyi bir meşgale haline getirmeyi birbirinden ayırmışlardır.

Bize ulaşan bilgilerden anlaşılacağı üzere, Rasûlullah Efendimiz'in (asm) mübarek saçları ve sakal-ı şerifleri, göze batacak kadar ağarmamıştı. Esasen, Kainatın Efendisi'nin vücut yapılarında, son nefeslerine kadar bir değişiklik husule gelmemiştir: İhtiyarlık belirtileri, diş dökülmesi, az görme, yavaş işitme, saç dökülmesi, sakal ağarması vb. arızi durumlar, O'nda görülmemiştir.

Mevcut metinlere göre, ak düşen yerler; sakal başları, yani gözle kulak arasındaki favori yerleri, alt dudakla çene arasındaki bölge ile saçlarının dağınık yerlerinde olup, sakal-ı şeriflerindekilerin sayısı, saçlarındakinden fazla idi. Bunlar da, karşıdan fark edilecek cinsten değildi. Ağarmaya yol açan sebepler ise, yine kendilerince şöyle izah edilmektedir:

"Benim saçımı sakalımı, Hûd ve benzeri surelerdeki âyet-i kerimeler ağarttı." (Tirmizi, Şemail 23)  

Peygamber Efendimiz (asm), saç boyası kullanmamışlar; ancak başlarını zaman zaman zeytinyağı ile yağlamışlardır. Yağı başlarına sürdükten sonra, sarıklarına bulaşmaması için, sarığın altına bir tülbend koyarlardı. Bu tülbend, yağın fazlasını emer ve sarıklarını yağlanmaktan korurdu.

İbn Sa'd'ın kaydettiği bir vesikadan anlaşıldığına göre, Hz. Peygamber (asm), başlarını, sidr ağacı yaprağının kaynatılmasıyla elde edilen bir karışımla yıkardı. Müminlerin annesi Ümmü Seleme (ra) başta olmak üzere, ashab-ı kiramdan pek çoğu, Hz. Peygamber'in mübarek saçlarını ve sakal-ı şeriflerinin kıllarını, teberrüken saklamışlardır. Bunların, bir kutsal miras ciddiyetiyle, nesilden nesile intikal ettiğini de biliyoruz.

Güzel Koku Sürünmeleri

Hz. Âişe (ra), Rasûlullah Efendimiz (asm)'in giyim kuşamı ve kılık kıyafeti ile birinci derecede ilgilenen güzide hanımlarındandı. Kendisi, hayatının her safhasında Rasûlullah Efendimiz'i, "bulabildiği en güzel kokular" sürerek giydirirdi.

Peygamber Efendimiz (asm), yanında "sükke" tabir edilen bir koku bulundurur ve gerektikçe ondan sürünürdü. Özellikle yolculuklarında birlikte götürülmesi mutad olan eşyaları arasında bir de "koku şişesi" yer almaktadır. Hz. Peygamber'in güzel koku ile ilgili davranışlarından biri de onun (asm) ikram edilen kokuyu reddetmemesi idi.

"Zira koku, külfetsiz bir ikramdır!"(Ahmed b. Hanbel, Müsned, II/320; Ebû Davud ve Nesaî).

"Dünyada bana, kadın ve güzel koku sevdirildi; namaz da gözümün nuru kılındı." (Nesaî, VII/61,62; İbn Sa'd, I/398; el-Hakim, el-Müstedrek).

Peygamber Efendimiz (asm) sokağa çıktıkları zaman, kokularının o kendine has güzelliği ile çevredeki insanlar tarafından hemen farkedilirdi. Bu durumu, Enes b. Malik (ra) şöyle ifade etmektedir:

"Rasûlullah Efendimiz Medine sokaklarının birinden geçtiğinde onun misk gibi kokusu hemen sezildiğinden, halk, o yoldan Hz. Peygamber'in geçtiğini söylerdi. Bizler, Peygamber Efendimiz'in gelişini, kokusunun güzelliğinden anlardık." (İbn Sad, Tabakat, 398-399; Mecme'uz-Zevaid, VIII/282; el-Metalib'ül-Âliye, IV/25; Behcet'ül-Mehafil, II/254).

Gözlerine Sürme Çekmesi

Peygamber Efendimiz (asm), "hıfzısıhha" dediğimiz "koruyucu hekimliğe" son derece önem verirlerdi: Saçlarını yağlaması, dişlerini misvakla temizlemesi, gözüne sürme çekmesi, suyu dinlene dinlene içmesi, fazla kireçli ve kalitesiz suları içmeyip Medine dışındaki pınar ve kuyulardan içme suyu getirtmesi, yediği gıdaların vücut ihtiyaçlarına göre ayarlanması ve daha pek çok tatbikatı, hep sıhhati korumak için almış olduğu tedbirlerdendi.

Hz. Peygamber (asm), sürmeyi, gece yatacağı zaman kullanırlardı. Yatmadan önce, üç defa sağ gözlerine, üç defa sol gözlerine çekerler; ondan sonra yataklarına girerlerdi. Gerek sürmeyi kullanma zamanı, gerek sürmenin faydalarına dair bilgilerden, sürmenin, süslenmek için değil, gözün sıhhatini korumak için kullanıldığı anlaşılıyor. 

İbn Abbas rivayet ediyor:

Peygamber Efendimiz (asm):

"Gözlerinizi ismid ile sürmeleyiniz. Zira ismid ile sürmelemek göze cila verir ve kirpik bitirir." (Tirmizi, Tıb 9)

buyurmuşlardır. İbn Abbas der ki:

"Hatta Rasûlullah Efendimiz'in bir sürmedanı olup, her gece yatmadan önce bu sürmedandan üç kere sağ gözlerine, üç kere de sol gözlerine sürme çekerlerdi."

(Prof. Dr. Ali YARDIM)

14 Hac ne zaman farz kılınmıştır? Bu konuda hangi ayetler indirilmiştir?

İslâm'ın beş şartından biri olan hac, Hicretin 9. senesinde farz kılındı.1

"Muhakkak ki, insanların ibâdeti için kurulan ilk mâbed, Mekke'deki o çok mübârek ve insanların kıblesi olup âlemlere doğru yol gösteren Kâbe'dir. Onda, Allah katındaki şeref ve hürmetini gösteren apaçık deliller ve İbrahim'in makamı vardır. Ona giren her türlü tecâvüzden emin olur. Ona varmaya gücü yeten kimsenin Kâbe'yi tavaf etmesi ise, Allah'ın insanlar üzerindeki bir hakkıdır. Her kim bu hakkı tanımaz ve haccı inkâr ederse, doğrusu Allah bütün âlemlerden müstağnîdir, kimsenin ibâdetine ihtiyacı yoktur."2

meâlindeki âyet-i kerimeler Hicretin dokuzuncu yılında nâzil olunca, Hz. Resûlullah bir hutbe irad ederek Müslümanlara bu mükellefiyetlerini şöyle bildirdi:

"Ey insanlar, hac üzerinize farz kılındı. O hâlde haccediniz."3

Resûl-i Ekremin bu tebliği üzerine sahabîler, "Yâ Resûlallah, her yıl mı?" diye sordular.

Peygamber Efendimiz, cevap vermeyerek sustu. Aynı sualin sahabîler tarafından üçüncü kere tekrarlanmasından sonra Peygamberimiz (s.a.v.),

"Hayır! Her yıl değil. Şayet 'Evet' demiş olsaydım, muhakkak ki her sene haccetmek üzerinize farz olurdu. Ve siz buna güç yetiremezdiniz."4

Peygamber Efendimiz, ashab-ı kiramın aynı şeyi tekrar tekrar sormasından dolayı da şu dersi verdi:

"Ben bir şey teklif etmeyerek sizi kendi halinize bıraktıkça, siz de beni kendi hâlime bırakınız. Muhakkak ki, sizden evvelki milletler ancak çok sual sormaları ve peygamberlerine karşı muhalefetleri yüzünden helâk olmuşlardır. Binaenaleyh, ben size bir şey emrettiğimde, siz bundan gücünüzün yettiği kadar yapınız. Bir şeyden de sizi nehyettiğimde, artık onu terk ediniz."5

Peygamber Efendimiz (a.s.m.) bir hadislerinde şöyle buyurmuşlardır:

"İslâm beş şey üzerine binâ edildi: Allah'tan başka ilâh bulunmadığına ve Muhammed'in Resûlullah olduğuna şehâdet etmek, namaz kılmak, zekât vermek, haccetmek, Ramazan orucunu tutmak."6

Hacc farz kılınınca Peygamber Efendimiz hac yapmak istedi. Fakat sonra,

"Beytullahta müşrikler de bulunacaklar ve onu çıplak tavaf edecekler. Bu hâl ortadan kalkmadıkça, ben haccetmek istemem."7

buyurarak şimdilik bu isteğini tehir etti.

Gerçekten müşrikler, geceleyin Kâbe'yi kadın erkek karışık ve çıplak olarak tavaf ederlerdi. Üstelik bunu, Kâbe'ye hürmet sayarlardı.8

Dipnotlar:

1. Tecrid Tercemesi, 6:11-12.
2. Âl-i imran Sûresi, 96-97.
3. Müsned, 1:255; Müslim, 2:975.
4. Müsned, 2:113; Müslim, 2:975.
5. Müslim, 4:102.
6. Buharî, 1:11; Müslim, 1:45; Tirmizî, 5:5.
7. İbn-i Kesîr, Sîre, 2:332.
8. İnsanü'l-Uyûn, 3:233.

15 Peygamberimiz (s.a.v.) Medine'de İlk Cuma namazını nerede kıldırmıştır, hutbesinde Allah'a hamd ve senâdan sonra Müslümanlara nasıl hitap etmiştir?

Resûl-i Ekrem Efendimiz, Medineye giderken yol esnasında sol tarafa yönelerek Sâlim bin Avfoğulları yurduna vardı. Rânuna mevkiine geldiklerinde Cuma namazı vakti girdi.

Efendimiz Rânûna Vadisinin ortasındaki Cuma Mescidinin yerine indi ve burada Cuma namazı kıldı. Bu, Peygamber Efendimizin Medine'de kıldığı ilk Cuma namazı idi.

Resûl-i Ekrem Efendimiz burada arka arkaya iki hutbe irâd buyurdu. İlk hutbesinde Allah'a hamd ve senâdan sonra meâlen Müslümanlara şöyle hitap etti:

"Ey İnsanlar! Sağlığınızda âhiretiniz için tedârik görünüz. Muhakkak bilirsiniz ki; kıyâmet gününde birinin başına vurulacak ve çobansız bıraktığı koyunundan sorulacak. Sonra Cenâb-ı Hak ona tercümansız ve perdedarsız olarak bizzat diyecek ki,

'Sana benim Resûlüm gelip de tebliğ etmedi mi? Ben sana mal verdim, sana lütuf ve ihsan ettim, sen kendin için ne tedârik ettin?' "

"O kimse dahi sağına soluna bakacak, bir şey görmeyecek. Önüne bakacak Cehennemden başka bir şey görmeyecek. Öyle ise her kim ki, kendisini velev ki bir yarım hurma ile olsun ateşten kurtarabilecekse, hemen o hayrı işlesin. Onu da bulamazsa bâri kelime-i tayyibe [güzel sözle] kendisini kurtarsın. Zira onunla bir hayra on mislinden yedi yüz misline kadar sevap verilir."

"Allah'ın selâm, rahmet ve bereketi üzerinize olsun."1

Resûl-i Kibriyâ, ikinci hutbesinde ise meâlen şöyle buyurdu.

"Allah'a hamdolsun. Allah'a hamdederim ve Ondan yardım isterim. Nefislerimizin şerlerinden ve kötü amellerimizden Allah'a sığındık. Allah'ın hidâyet ettiğini kimse saptıramaz. Allah'ın saptırdığına da kimse hidâyet edemez."

"Allah'tan başka ilâh olmadığına şehâdet ederim. O birdir, şeriki yoktur."

"Kelâmın en güzeli Kelâmullah'tır. Kimin ki Allah kalbini Kur'an ile süsler ve onu kâfir iken İslâma dahil eder, o da Kur'an'ı sâir sözlere tercih ederse, işte o kimse felâh bulur."

"Doğrusu Kitabullah, kelâmların en güzeli ve en beliğidir. Allah'ın sevdiğini seviniz. Allah'ı can ve gönülden seviniz. Allah'ın kelâmından kalbinize kasavet gelmesin. Zira, Kelamullah, her şeyin en güzelini, en iyisini ayırıp seçer. Amellerin hayırlısını ve kulların güzidesi olan peygamberleri ve kıssaların iyisini zikreder. Ve helâl ve haramı beyân eder. Artık, Allah'a ibâdet ediniz ve Ona hiç bir şeyi şerik etmeyiniz. Ondan hakkıyla sakınınız."

"Hayırlı işler işleyiniz ve bu iyi işleri diliniz de te'yid etsin."

"Allah'ın kelâmı ile birbirinizi seviniz. Muhakkak bilmelisiniz ki, Allahü Teâla ahdini bozanlara gazab eder. Allah'ın selâmı üzerinize olsun."2

Akabe'deki bîatta Medineli Müslümanlar, Resûl-i Ekrem Efendimiz kendi beldelerine geldiği zaman, her cihetle onu koruyacaklarına dâir söz vermişlerdi.

Önce, Resûl-i Ekrem onların yurduna gelip bir müddet Kuba'da ikamet buyurduktan sonra, bu sefer bizzat Medine'ye girmek üzere bulunduğundan, artık onların sözlerini yerine getirme vakti gelmiş demekti.

Bu sebeple Resûlullah Efendimiz, ikinci hutbesinin sonunda Cenâb-ı Hakkın, ahdini bozanlara gazab edeceğini beyân etmekle sözlerine son veriyordu.

Dipnotlar:

1. Sîre, 2/146.
2. A.g.e., s. 2/147.

16 Hanif ne demektir? Cahiliye döneminde Haniflik nasıldı?

Cahiliye denilen "İslam Öncesi Dönem"de insanların çoğu putperest müşrik olmalarına rağmen, İslamın da kabul edeceği itikadi, ameli birçok güzellikleri de devam ettirmişlerdir. İslam'ın zuhuru sırasında bu müsbet yaşantıyı sergileyen birçok insan vardı. "Peygamberimiz (a.s.m)'in annesi, babası ve özellikle kendisi ne ile amel ediyordu? Bir inanç ve ibadet hayatı var mıydı?" gibi konulara açıklık getirmesi bakımından, bu konunun açıklanması gerekli olacaktır.

"Hanîf" kelimesinin menşei ve anlamı hakkında değişik görüşler bulunmaktadır. Menşeinin Arapça, İbranice, Süryanice ve Habeşce bir kökten geldiği hususunda farklı anlayışların olduğu görülmektedir.

Mesudi, Arapçalaşmış Süryanice bir kelime olduğunu ve bununla Sabiilerin kastedildiğini, Yakubi ise bu kelimeyi, Hz. Davud (a.s.)'ın savaştığı Filistinliler için kullanmakta ve onların yıldızlara taptıklarını belirtmektedir. Ancak Arapça sözlüklerde, kelime menşei hakkında bir bilgiye rastlanmadığı hâlde, manâsının "hanefe" kökünden"meyletmek, yönelmek"manâsına geldiğini anlamaktayız. Hz. İbrahim (a.s.)'ın kavmine, putperestliğe iltifat etmeyip, Allah'ın dinine İslam'a döndüğü için Hanif denilmiştir. Ebu Amr da Hanîf kelimesini, hayırdan şerre veya şerden hayıra meyleden diye açıklasa da, sözlük manasında ve İslami literatürde mutlak bir manada bir meyletmek değil, "dalaletten istikamete, diğer dinlerden hak dine dönmek" anlamında kullanılmış, haktan batıla yönelmek ise "cnf" köküyle ifade edilmiştir. Şu hâlde Hanif kavramı, eğriliği bırakıp doğrusuna gideni ifade etmiş ve Hz. İbrahim (a.s.)'ın milletine ad olmuştur ki, başka dinlerden ve batıl mabutlardan çekinip, yalnız bir Allah'a yönelen muvahhid için kullanılmıştır.

Cahiliye devrinde, sünnet olduktan sonra Kabe'yi ziyaret eden kimseye hanîf denilirdi. Zira bu güzellikler Hz. İbrahim ( a.s.) dininden geriye kalanlardan bazılarıydı.

Kur'an-ı Kerim'de hanif kelimesi on yerde, çoğulu hunefa ise iki yerde geçmektedir. Bu on iki yerin dokuzunda hanifliğin müşriklikten farklı ve onun karşıtı olduğu belirtilmekte, aynı zamanda sekiz yerde de Hz. İbrahim ( a.s.)'ın imanını ifade etmekte, bu sekiz yerin birisinde de din manâsına gelen millet kelimesi yer almakta, bir yerde de bizzat Hz. İbrahim (a.s.)'ın kendini hanif diye nitelemektedir.

Hanif kelimesi Kur'an-ı Kerim'de bir taraftan Hz. İbrahim (a.s.)'ın imanını ifade etmek için ve müşrikliğin karşıtı olarak kullanılırken, diğer taraftan Hz. İbrahim (a.s.)'ın Hristiyan ve Yahudi olmadığı , bilakis Ehl-i kitabın hanifler olarak Allah'a kulluk etmekle emrolunduğu vurgulanmaktadır.

Hanifliği, Yahudilik ve Hristiyanlıkta aramanın gereği yoktur. Hepsi bir Allah'ın dinidir. Zamanla bazı bozulmalar olmuş, İslam bütün bozulma ve eğrilikleri düzelterek, güzelliklerin devam etmesine müsaade etmiş, yanlışlıkları ise tashih etmiştir. Yoksa Hanifliği Yahudi ve Hristiyanlığın devamı gibi görmek hatalı olur. Nitekim Kur'an-ı Kerim,

"Ey Ehl-i kitap, İbrahim hakkında niçin tartışıyorsunuz? Halbuki Tevrat ve İncil kesinlikle ondan sonra indirildi. Siz hiç düşünmez misiniz?.."

"İbrahim ne Yahudi ne de Hristiyan'dı, fakat o bir hanif ve müslümandı, müşriklerden de değildi."(Âl-i İmran, 3/65, 67)

buyurarak hem hanifliğin Yahudi ve Hristiyanlıktan önce olduğunu kesin bir dille ifade eder, hem de Hz. İbrahim (a.s.)'ın yerini belirler.

İslam ve din-i kayyım'lıkla eş anlamlı olan hanifliğin, Araplardan putlara tapmayan, bir tek ilahın varlığına inanan ve O'na kulluk eden bir cemaate işaret ettiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Bunlar hunefa veya ahnef diye de bilinirler ve bizatihi kendileri Yahudi ve Hristiyan olmadıklarını, Hz. İbrahim (a.s.)'ın dinini takip ettiklerini ve Allah'a şirk koşmadıklarını ifade ederler.

Hanif kelimesinin, Kur'an'daki anlamıyla hadislerde de geçtiğini görmekteyiz. Hz. Peygamber (a.s.m) "Allah katında hangi din daha makbuldür?" diye sorulduğunda "Kolaylaştırılmış Haniflik" diye cevap vermiştir. Buhari'de geçen başka bir rivayete göre , Zeyd b. Amr b. Nüfeyl, hakiki dini aramak amacıyla Şam'a gitmiş, rast geldiği bir Yahudi ve Hristiyan alimlerine dinlerini sorup, beklediği cevabı alamayınca kendilerine hangi dini önerdiklerini sormuş, onlar da hanifliği tavsiye etmişler, hanifliğin ise İbrahim (a.s.)'ın dini olduğunu, O'nun Hristiyan ve Yahudi olmadığını, sadece Allah'a kulluk ettiğini belirtmişlerdir.

Peygamberimizin (a.s.m), "Allah, kullarımın hepsini Hanif olarak yarattım, buyurdu." ifadesi ile "Ben Yahudilik ve Hristiyanlık ile değil, kolaylaştırılmış Haniflikle gönderildim." sözü beraber düşünüldüğünde, hanifliğin, bütün peygamberlerin tebliğinde ortak olan ilkeleri içine aldığı ve İslamın da bu ilke ve esasları yaşatan bir din olduğu ve Hz. İbrahim (a.s.) gibi Hz. Peygamber (a.s.m)'ın da aynı dini tebliğ ettiği sonucuna varılabilir.

Netice olarak, cahilî dönemdeki Haniflik hakkında farklı görüşler ileri sürülmüşse de , yukarıda ifade edilen rivayet ve izahlar ışığında, bunların Cahiliye toplumu içinde yaşayan muvahhid, Yahudilik ve Hristiyanlıktan değil de, Hz. İbrahim (a.s.) dininden geriye kalan bazı güzellikleri, kendi çapında yaşamaya çalışanlara verilmiş genel bir isim olduğu anlaşılmaktadır.

Haniflerin inanç esasları ile ilgili olarak, daha çok dini kaynaklarda bilgilere rastlamaktayız. Cahiliye Arapları nazarında, sünnet olan, Kabe'yi tavaf eden herkes haniftir. Ancak Taberi, bu iki özelliğin yeterli olmadığını, zira bazı müşriklerin de bunu yaptıklarını ifade eder. Halbuki Kur'an-ı Kerim'de Haniflik, müşrikliğin zıddı olarak gösterilmektedir. Öyleyse hanifliğin birinci şartının tevhid ehlinden olmak olduğunu belirtir. Bazı kaynaklar ise bu şartlara, putlardan uzak olmayı, cünüplükten dolayı yıkanmayı da eklemişlerdir .

Haniflerin putlar adına kesilen daha geniş ifadesiyle, Allah'tan başkası için kesilen kurbanların etlerinden yemedikleri, içki içmedikleri nakledilmekte , genel olarak Haniflik vasfının, haccetmek, hakka tabi olmak, Hz. İbrahim (a.s.)'ın getirdiği şeriata uymak ve sadece Allah'a kulluk etmek olduğu ifade edilmiştir.

Bu dönem Haniflerinin temel özelliklerinden biri Yahudi ve Hristiyanlığa iltilaf etmeyip, çevrelerindeki putlardan ve putperestlerden yüz çevirip, İbrahim (a.s.)'ın ilahı olan bir Allah'a ibadet etmeleridir. Zeyd b. Amr b. Nufeyl gibi bazıları İbrahim (a.s.)'ın dini olan gerçek dini aramaya çıkmış, bir kısmı halkı putlardan uzaklaştırmaya çalışmış, bazıları da teemmül ve tefekkür için inzivaya çekilmiştir. Tarihçilerin ifadesine göre, bunların bazıları okur yazar oldukları gibi, bazı dilleri bilirler ve seyahate çıktıkları için de oldukça kültürlü sayılırlardı.

O dönemde bizzat Hanif olarak zikredilen pek çok kişinin isimleri geçmektedir. Bunlardan bazıları:

Kus b. Saide el-İyadi , Zeyd b. Amr b. Nüfeyl , Umeyye b. Ebi's-Salt, Erbab b. Riab, Süveyd b. Amr el-Müstalaki, Ebu Kerb Es'ad el-Himyeri, Veki' b. Seleme el-İyadi, Umeyr b. Cündeb el-Cüheni, Adi b. Zeyd el İbadi, Ebu Kays Sırme b. Ebu Enes, Seyf b. Züyezen, Varaka b. Nevfel el-Kureşi, Amir b. Zarb el-Udvani, Abdüttabiha b. Sa'leb, İlaf b. Şihab et-Temimi, Mütelemmis b. Umeyye el-Kenani, Züheyr b. Ebi Sülma, Halid b. Sinan el-Absi, Abdullah el-Kudai, Abid b. Ebras el-Esedi, Ka'b b. Lüey gibi zatlardır.

Cahiliye döneminin kayda değer hanif şahsiyetlerden ve Kureyşin Hanifliği yaşatanlarından Varaka b. Nevfel, Osman b. Huveyris, Ubeydullah b. Cahş bilhassa zikredilmesi gerekenlerdendir. O günün içinde bulunduğu durumu yansıtması açısından önem arz etmektedir .

Varaka b. Nevfel eski kitapları okuyan alim bir kimseydi. Peygamber (a.s.m)'a onun durumu sorulmuş, O'da, "Onu üzerinde halis bir ince ipek elbise olduğu halde Cennet'in ortasında yürüdüğünü gördüm." buyurarak, güzel yaşantısının akibetini haber vermiştir.

Süveyd b. Amir el-Mustalaki'nin şiirlerinden muvahhid, olduğu ve İbrahim (a.s.)'ın dinine meylettiği anlaşılmakta, Ebu Kerb b. Es'ad el-Himyeri ise, Hz Peygamber (a.s.)'dan çok önce onun geleceğini haber vermiş ve iman ettiğini ifade etmiştir. Veki' b. Seleme "Sıddik" olarak bilinmekte, İslam'dan önce vefat eden Umeyr b. Cündeb, ise tevhid inancını benimseyenlerdendi. Yine Adi b. Zeyd el-İbadi de putlardan uzaklaşıp, İbrahim (a.s.)'ın Rabbine ibadet edenlerdendi. Bilahare Medine'de müslüman olmuştur. Seyf b. Züyezen de, Varaka b. Nevfel gibi Hz. Peygamber (a.s.m)'ın geleceğini müjdelemiş ve onun zamanına yetişirse O'nunla beraber Medine'ye gideceğini bildirmiştir.

Bu dönem Haniflerinin ortak özelliklerini şöylece özetlemek mümkündür:

Putları ve her türlü şirki reddetmek, mensubu bulundukları kavmin yanlış adet ve inanışlarına karşı çıkmak, cehaletin ortadan kaldırılması için faaliyette bulunmak, kavimlerinin baskılarından kurtarmak için onlardan uzaklaşarak inzivaya çekilmek ve yaratıcıyı düşünmektir. Tarihçiler, haniflerin bazılarının kutsal kitapları, sayfaları ve Zebur'u okuduklarını, bir çoğunun Hz. İbrahim'in dini üzere yaşadığını, bir kısmının da onun kelimelerini aradıklarını, bu uğurda çeşitli sıkıntılara katlandıklarını, yolculuklara çıktıklarını, rahip ve hahamlarla görüşüp onlara sorular sorduklarını, ancak aradıklarını bulamadıkları için Yahudilik ve Hristiyanlığa girmediklerini, İbrahim (a.s.)ın dinine inanmış olarak öldüklerini bildirmektedir.

17 İlk vahyin gelişi nasıl gerçekleşmiştir?

Sene milâdi 610. Kâinatın Efendisi kırk yaşında.

Yıllardan beri devam edip gelen bir âdetleri vardı: Her senenin Ramazan ayını Hirâ Dağının tepesindeki mağarada tefekkür, ibâdet ve duâ ile geçirirdi.1

Burası sesiz ve sâkindi. Tefekkürüyle başbaşa kalması için en müsâit yerdi. Cemiyetin bozuk havasından sıkılan mübârek ruhları burada âdeta teneffüs ediyor ve huzur buluyordu.

Resûl-i Ekrem Efendimiz, Hirâ mağarasında rastgele değil, ceddi Hazret-i İbrâhim'in Hanîf dini üzere ibâdet ve tâatta bulunuyordu.2

Ömr-ü Saadetlerinin bu kırkıncı senesinin Ramazan ayını da aynı şekilde Hirâ'da ibadet ve tâatla geçirecekti. Hanımı Hatice-i Kübrâ'nın hazırladığı azığıyla Hirâ Dağına doğru ilerliyordu.

Kâinat, o anda âdeta Efendisinin attığı her adımı hürmetle takib ediyor ve derin bir sükûnete gömülü duruyordu. Fakat, bu sükût ve sükûnet mânâsız değildi. İbret ve hikmetle doluydu.

Kâinatın bu mânâlı sükûtuna, Peygamberimiz (s.a.v.) de derin düşüncesiyle katılıyordu ve âdeta bir ahenk meydana getiriyorlardı. Sanki kâinat onun muazzam ruhuna derinden derine fısıldıyordu:

"Sebeb-i vücûdum sensin. Mânâmı da en güzel izah edecek sensin. Hikmetle, ibretle dolu olduğumu bildirecek sensin. Onun için sana minnettarım. Sana hürmetkârım..."

Kâinatın Efendisi (s.a.v.), artık sesiz, sâkin ve İlâhi tecelli mazhariyetine erecek Hirâ Dağının tepesindeki mağaradaydı. Burada ibadetiyle, tâatıyla, duâ ve tefekkürüyle meşguldü.

Ramazan ayının on altı gecesi geride kalmıştı.

Ve Ramazanın on yedisi Pazartesi gecesi idi.

Nur Dağı derin ve mânâlı bir sessizliğe bürünmüştü. O civarda her şey de onunla birlikte sessiz ve sâkindi. Konuşulacakları kimbilir dinlemek, söylenenleri âdeta duyabilmek eşsiz mazhariyetine ermek için... Konuşacak olan ile dinleyene belki de hürmet için...

Gecenin yarısı geçmiş idi ve zaman seher vaktine ayak basmıştı. Bülbüllerin ötmeye başladığı, güllerin bütün güzellikleriyle etrafa koku tebessümleri dağıttıkları ve Allah'ı zikredenlerin coşup sonsuz hazza eriştikleri müstesnâ vakit!

Vahiy meleği Cebrâil (a.s.) en güzel bir insan suretine bürünmüştü. Mis gibi kokularla çevre buram buram kokmakta idi. Havf ve recâ, heyecan ve sükûnet tecellileri içiçe idi.

Cebrâil (a.s.), son derece sevinçlidir. Çünkü, son resûl ile Peygamberler Peygamberi ile muhatap olacak, "Habibullah" ünvânını îmânı, ibadeti, tefekkürü ve mücâhedesiyle hak edecek olan "Sultan-ı Levlâk" ile konuşacak, Onunla yüzyüze gelecekti.

Beklenen an gelmişti.

Vahiy meleği Cebrâil (a.s.) bu ıssız ve karanlık gecede, güzel bir insan suretinde, etrafa ışıl ışıl nûrlar saçarak göz kamaştırıcı bir aydınlıkla Kâinatın Efendisine göründü. Tatlı fakat gür bir sadâ ile hitap etti:

"Oku!.."
Kâinatın Efendisini hayret ve korku sardı. Yüreği ürperiyordu!
"Ben okuma bilmem!.." diye cevap verdi.
Hazret-i Cebrâil, kendilerini kucakladı ve sıkıp bıraktıktan sonra, tekrar,
"Oku!.."diye seslendi.
Fahr-i Kâinat aynı cevabı verdi:
"Ben okuma bilmem!.."
Hazret-i Cebrâil, ikinci kere Kâinatın Efendisini kucakladı ve sıkıp bıraktıktan sonra yine seslendi:
"Oku!.."
Bu sefer Fahr-i Kâinat:
"Ben okuma bilmem, söyle ne okuyayım?.."dedi.

Bunun üzerine melek, Allah'tan aldığı ve Resûlüne teslim etmeye geldiği Alâk sûresinin ilk ayetlerini başından sonuna kadar okudu:

"Yaratan Rabbinin ismiyle oku. O Rabbin ki, insanı bir kan pıhtısından yarattı. Oku. Rabbin sonsuz kerem sahibidir. O, insana kalemle yazmayı öğretendir."3

Heyecan ve haşyetin son haddinde Kâinatın Efendisi bizzat konuştuğu lisanla nâzil olan âyetleri kelimesi kelimesine tekrar etti. Artık, inen âyetler Allah Resûlünün hem diline hem kalbine yerleşmişti. O andaki vazifesi sona eren Hazret-i Cebrâil de birden bire kayboluverdi.

Dipnotlar:

1. İbni Hişâm, Sîre, 1/252.
2. Bediüzzaman Said Nursî, Mektûbât, s. 260.
3. Alak Sûresi, 1-5.

18 Kıblenin Mescid-i Aksa'dan Mescid-i Haram'a çevrilmesi nerede ve nasıl olmuştur?

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz ile Müslümanlar, Medine'de namazlarını Allah'ın emriyle peygamberler makamı olan Kudüs'e, yâni Beytü'l-Makdise doğru kılarlardı. Fakat, Peygamber Efendimiz öteden beri tevhid akîdesinin müstesna bir âbidesi olan, yeryüzünün ilk mâbedi ve ceddi Hz. İbrâhim'in kıblesi olan Kâbe'ye doğru yönelerek namaz kılmayı kalben arzu ve temenni ediyordu. Müslümanlar da hassaten Muhacirler kalblerinde aynı arzuyu taşıyorlardı. Çünkü, beş vakit namazlarında Kâbe'ye yönelmek vatanları Mekke'yi de yâdetmeye bir vesile olacaktı.

Yahudilerin de, "Muhammed ve Ashabı, biz gösterinceye kadar kıblelerinin neresi olduğunu bile bilmiyorlardı." diyerek sinsice dedikoduda bulunmaları onları rahatsız ettiğinden, bu arzuları daha da kuvvetleniyordu. Bu sebeple, Resûl-i Ekrem Efendimiz, tahvil-i kıble için vahyin gelmesini bekliyor, Cebrâil'i (a.s.) gözetliyor ve Kâbe'yi temenni ederek duâ ediyordu.

Nitekim, bir gün Cebrâil'e (a.s.) bu arzusunu izhar ederek,

"Rabbimin, yüzümü Yahudîlerin kıblesinden Kâbe'ye çevirmesini arzu ediyorum." diyerek izhar etti. Cebrâil (a.s.),

"Ben, bir kulum! Sen, Rabbine niyâzda bulun. Bunu Ondan iste!"1 dedi.

Bunun üzerine Resûl-i Ekrem Efendimiz de, Beytü'l-Makdis'e müteveccihen namaza duracakları zaman başını semâya doğru kaldırmaya başladı.

Nihayet Medine'ye hicretin 17. ayında, kıblenin Mescid-i Haram'a doğru çevrildiğini bildiren âyet-i kerime nâzil oldu.

"Yüzünün sık sık semâya çevrildiğini, muhakkak ki Biz görüyoruz. Seni hoşnut olacağın kıbleye çevireceğiz. Artık yüzünü Mescid-i Haram yönüne çevir. Nerede olursanız olun, yüzünüzü o tarafa çevirin..."2

Bu vahiy geldiği sırada Resûlullah Efendimiz, Müslümanlara mescidde öğle namazı kıldırıyordu. Namazın ilk iki rekâtı kılınmış, sıra son iki rekâta gelmişti. Peygamber Efendimiz, ağır ağır yönünü değiştirdi ve mübârek yüzünü Kâbe'ye doğru çevirdi. Müslümanlar da Efendimizle birlikte o tarafa döndüler.3

İki Kıbleli Mescid

Diğer bir rivâyete göre, Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, Receb ayının bir Pazartesi günü Benî Seleme semtinde oturan Bişr bin Berâ'nın annesi Ümmü Bişr'i ziyârete gitmişlerdi. Kendisine yemek yapıldı. Yediler. Bu sırada öğle namazı vakti girdi. Peygamberimiz (s.a.v.), oradaki mescidde Müslümanlarla birlikte iki rekât kıldıktan sonra namaz içinde Kâbe tarafına dönmesi emrolundu. Derhal cemâatla birlikte yüzlerini Mescid-i Haram tarafına çevirdiler. Bu sebeple Benî Seleme Mescidine "Mescid-i Kıbleteyn (İki Kıbleli Mescid)" adı verildi.4

Peygamberimiz (s.a.v.)'in emri üzerine, bütün Müslümanlara kıblenin Mescid-i Aksa'dan Mescid-i Haram tarafına çevrildiği duyuruldu.

Kıblenin Kâbe olarak tesbit edilmesi, bir kısım Müslümanların telâşına sebep oldu. Çünkü, kıble değiştirilmeden önce Beytü'l-Makdise doğru namaz kılarak vefât etmiş veya şehid edilmiş Müslümanlar vardı. Bunun için huzur-u risâlete gelerek, "Yâ Resûlallah! Daha önce ölen Müslüman kardeşlerimizin durumu ne olacak? Onlar Beytü'l-Makdise doğru namazlarını edâ etmişlerdi." diyerek endişelerini izhar ettiler.

Cenâb-ı Hak Müslümanların bu endişelerini de inzâl buyurduğu âyet-i kerime ile giderdi:

"... Senin yöneldiğin Kâbe'yi, Peygambere uyanlarla gerisin geri dönenleri ayırd etmek için kıble yaptık. Kıblenin bu şekilde değişmesi ise, Allah'ın hidâyet nasip ettiği kimselerden başkasına pek ağır gelir. Yoksa Allah, kıbleyi değiştirmekle îmânınızı zaafa uğratacak ve evvelki kıbleye yönelerek kıldığınız namazları zâyi edecek değildir. Şüphesiz ki Allah insanlara pek şefkatli, pek merhametlidir."5

Resûl-i Ekrem Efendimiz, Medine'ye teşrif edip Beytü'l-Makdis'e doğru namaz kılmaya başlayınca, Arap müşriklerinin gücüne gitmişti. Bilâhere kıble Kâbe'ye tahvil buyurulunca, bu sefer Yahudîlerin gücüne gitti ve tekrar dedikodu yapmaya, fitne fesad çıkarmaya koyuldular. Hatta âlimlerinden birkaçı Resûlullaha gelerek, "Yâ Muhammed! Üzerinde bulunduğun kıblenden seni döndüren nedir? İbrahim'in milleti ve dininde bulunduğunu söyleyen sen değil misin?" dediler. Sonra da şu sinsî teklifte bulundular: "Eğer şimdiye kadar üzerinde bulunduğun kıblene tekrar dönersen sana tabi olur, seni tasdik ederiz!" 

Şu âyetler bu hâdiseyi anlatmaktadır:

"İnsanlardan birtakım beyinsizler, 'Müslümanları şimdiye kadar yöneldikleri kıbleden çeviren nedir?' diyecekler. Sen onlara de ki: 'Doğu da batı da Allah'ındır. O dilediğini dosdoğru bir yola iletir.' "

"Biz sizi böylece aşırılıktan uzak, adâlet, ve doğruluk üzerinde olan bir ümmet yaptık -tâ ki kıyâmet gününde siz peygamberlerin İlâhî hükümleri tebliğ etmiş olduklarına dâir insanlar üzerine bir şâhit olun, Peygamber de sizin doğru yolda olduğunuza şâhid olsun..."

"Kendilerine kitap verilmiş olanlara her türlü delili getirsen, yine de senin kıblene uymazlar. Sen de onların kıblesine uyacak değilsin. Onlar birbirlerinin kıblesine de uymazlar. Eğer sana gelmiş olan ilimden sonra sen onların heveslerine uyacak olursan, o zaman elbette zâlimlerden olursun."6

Kubâ Mescidi Kıblesi

Kıble, Mescid-i Haram tarafına çevrildikten sonra, Resûl-i Ekrem Efendimiz Kubâ'ya gitti ve İslâm tarihinde inşa edilen ilk mescid olan Kubâ Mescidinin Beytü'l-Makdis tarafına olan kıblesini de Kâbe'ye doğru çevirtti.

Dipnotalar:

1. Tabakat, 1/241; Taberî, 2/265
2. Bakara Sûresi, 144
3. Tabakât, 1/241-242
4. A.g.e., 1/241-242; Belâzuri, 1/246
5. Bakara Sûresi, 143
6. Bakara Sûresi, 142-143, 145.

19 Peygamberimiz (s.a.v.)'in hayatında "Hüzün Yılı" olarak anılan yıl içerisinde meydana gelen üzücü hadiseler nelerdir? (Ebû Talib ve Hz. Hatice'nin vefatları)

Ebû Talib'in Vefatı

Müslümanlar, üç sene süren çetin muhasara belâsından kurtulmakla son derece sevinmişlerdi. Mekke'de umumî bir sürûr meydana gelmişti. Fakat, bu ferah ve sevinçleri çok sürmedi. Arası çok geçmeden başka bir musibet ve acı hâdiseler meydana geldi.

Resûlullah Efendimizin, Peygamberliğinin 10. senesinde Ebû Tâlib hastalandı ve ölüm döşeğine düştü. Resûl-i Ekrem Efendimiz, kendisini küçük yaşından beri bağrına basıp, şefkat ve himâyesinde büyüten, kendisini korumak uğrunda her türlü tehlikeyi göze alan bu değerli amcasını kaybedeceğine son derece üzülüyordu. Öte yandan onun Müslüman olup ebedî sâadete ermesini de candan arzu ediyordu.

Ebû Tâlib'in hastalığı gittikçe ağırlaşıyordu. Bunu fark eden Kureyş müşrikleri, son bir defa daha kendisine Peygamber Efendimizle ilgili olarak başvurmayı kararlaştırdılar. Bu maksatla, Utbe bin Ebî Rebiâ, Şeybe bin Rebiâ, Ebû Cehil, Ümeyye bin Halef, Ebû Süfyan ve daha başkaları yanına gelerek şöyle dediler:

"Ey Ebû Tâlib, sen büyüğümüzsün. Ölüm döşeğine düştüğünü görünce endişe duymaya başladık. Kardeşinin oğlu ile aramızda olanı biliyorsun. Onu çağır ve aramızda hakem ol. O bizden ayrılsın, biz de ondan ayrılalım. Birbirimizle uğraşıp durmayalım. O bizim dinimize karışmasın, biz de onun dinine karışmayalım."

Ebû Tâlib, Nebiyy-i Muhterem Efendimize haber gönderdi. Resûlullah, gelip Ebû Tâlib ile hazır bulunanlar arasına oturdu. Ebû Tâlib, Kâinatın Efendisi Peygamber Efendimize hitaben,

"Ey kardeşimin oğlu, bunlar kavmimin ileri gelenleridir. Senin meselen için buraya gelmişlerdir. Sana vereceklerini verecekler ve senden alacaklarını da alacaklardır." dedi. 

Resûl-i Ekrem Efendimiz,

"Olur, ey amcam" dedi. "Onların benden almalarını ve kabul etmelerini istediğim bir tek kelimedir ki, onlar, o kelime ile top yekûn bütün Araplara ve Arap olmayanlara hâkim olabilirler."

Ebû Tâlib, hayret içinde

"Bir tek kelime mi?" dedi. Peygamber Efendimiz,

"Evet, bir kelime." buyurdu. Herkesi bir merak sardı. Neydi bu kelime?

Ebû Cehil ortaya atıldı ve Peygamberimiz (s.a.v.)'e hitaben,

"O kelime ne ise bize söyle de, o birin yanına biz on katalım." dedi.

Dikkat kesilmiş bütün kulakların duymak istedikleri tek kelimeyi Resûl-i Ekrem şöyle ifâde etti:

"Lâ ilâhe illallah deyin ve Allah'tan gayrı taptığınız putlarınızı da ellerinizle kaldırıp atın!.."

Bu mukaddes sözü duyan müşrikler hep birden ellerini çırptılar,

"Yâ Muhammed," dediler, "sen bunca ilâhları, bir tek ilâh mı yapmak istiyorsun? İşine şaşıyoruz doğrusu?"

Sonra da birbirleriyle konuştular:

"Vallahi, bu adam, size istemediğiniz şeyi veriyor. Gidin, Allah sizinle onun arasında hükmünü verinceye kadar, atalarınızın dininde direnin." (1)

Cenâb-ı Hak, onların bu hareketlerini Kur'ân-ı Keriminde bize şöyle haber verir:

"Bütün ilâhları tek bir ilâh mı yapacakmış? Bu ne acâip şey! Onların ileri gelenleri, 'Haydi yürüyün' diyerek oradan ayrıldılar. 'İlâhlarınıza bağlılıkla direnin. Sizden istenen şey budur."' (2)

Resûl-i Ekremin, Amcasını İslâma Dâveti

Ebû Tâlib, müşriklerle arasında geçen konuşmadan sonra Peygamberimiz (s.a.v.)'e,

"Vallahi, ey kardeşimin oğlu! Senin onlardan istediğin şeyi, ben hak ve hakikatten uzak görmedim." dedi.

Bunun üzerine Resûl-i Ekrem Efendimiz, sevdiği ve saydığı amcasının Müslüman olacağı ümidiyle sevinç içinde,

"Ey Amca!" dedi. "Gel, bari sen 'Lâ ilâhe illallah' de de, onunla sana âhirette şefaat edebileyim."

Fahr-i Kâinatın bu candan ve samimi arzusuna ne yazık ki, amcası gönlünü ferahlatıcı bir cevap vermedi.

"Yeğenim," dedi, "vallahi, benden sonra, sana ve atalarının oğluna, çok yaşlanmaktan dolayı bunaklık atfetmeleri korkusu olmasaydı, istediğin şeyi söyleyip, sana tabi olurdum. Kureyş, o istediğin sözü; ölümden korkarak söylediğimi zannedecekleri için, söyleyemeyeceğim."

Fakat, buna rağmen, sevgili Peygamberimiz (s.a.v.), amcasını İslâma dâvetten ve teşvikten vazgeçmedi. Mübârek kalbi, kendisini canı gibi seven amcasının îmânsız gittiği takdirde uğrayacağı dehşetli akibetin ızdırabıyla çarpıyor ve devamlı,

"Ey amca, 'La ilâhe illallah' de ki onunla âhirette sana şefaat edebileyim." diyordu.

Yine böyle bir dâvet ve teşvikte bulunduğu sırada, Ebû Talib'in başucunda Ebû Cehil ile Abdullah bin Ebî Ümeyye de vardı. İkisi de,

"Yâ Ebû Talib! Sen, Abdülmuttalib'in milletinden, onun dininden yüz mü çevireceksin?" dediler.

Resûl-i Ekrem, müşriklerin bu sözlerine aldırış etmedi ve kelime-i tevhidi amcasına arza devam etti. Onlar da aynı şekilde sözlerini tekrarlayıp durdular. Sonunda Ebû Tâlib kendisinin Abdülmuttalib'in dini üzere olduğunu söyledi. (3)

Buna rağmen Peygamberimiz (s.a.v.)'in mübârek gönlü, kendisini çok seven amcasının, kendisine her türlü eziyet ve hakareti revâ gören müşriklerle aynı âkibete uğramaktan derin ızdırab duyuyor ve

"Ey Amca, şunu bilmelisin ki, Allah tarafından alıkonuncaya kadar, senin affedilmeni isteyip duracağım." (4) diyordu.

Nihâyet, Ebû Talib, makbul bir îmâna nâil olamadan 87 yaşında iken dünyaya gözlerini yumdu. (5) Bunun üzerine Cenâb-ı Hak, indirdiği âyet-i kerime ile Resûlullahın şahsında bütün mü'minlere hitap etti:

"Sen, sevdiğin kişiyi hidâyete erdiremezsin. Ancak Allah dilediğine hidâyet verir. Doğru yolda olanları en iyi bilen de Odur." (6)

Resûl-i Ekrem Efendimizin mübârek ve nazik kalbi, amcasının vefatıyla fazlasıyla acı duydu. Gözleri yaşla doldu ve mübârek dudaklarından şu cümleler döküldü:

"Allah ona rahmet etsin. Mağfiretini ihsan buyursun."

Vefatı sırasında Hz. Abbas da Ebû Tâlib'in başucunda bulunuyordu. Hz. Abbas o sırada henüz Müslüman olmamıştı. Tam öldüğü sırada dudaklarının kımıldadığını görünce, kulak verip dinledi ve "Lâ ilâhe illallah" dediğini işitti. Resûl-i Ekrem Efendimize,

"Ey kardeşimin oğlu! Vallahi, kardeşim Ebû Tâlib, senin söylemesini istediğin tevhid kelimesini söyledi." dedi.

Resûl-i Kibriyâ, gözyaşları arasında,

"Ben işitmedim." buyurdu. (7)

Amcasını kaybedişinden dolayı, bütün insanlığa rahmet hazinesi olan kalbi teessür içinde olan rahmet Peygamberi Efendimiz, cenâzesinin arkasından da şöyle duâ etti:

"Amca, Rabbim seni rahmetine eriştirsin, hayırla mükâfatlandırsın." (8)

Bu sırada yine mevzu ile ilgili şu âyet-i kerime nazil oldu ve mü'minlere değişmez bir ölçü verdi:

"Akrabâ bile olsalar, onların cehennemlik oldukları ortaya çıktıktan sonra müşrikler hakkında Allah'tan af dilemek, ne Peygambere ve ne de îmân edenlere uygun düşmez." (9)

Amcasının vefatı Resûl-i Ekremi hem üzdü, hem de derinden derine düşündürdü. Zira kendisine o âna kadar zahirî hâmilik eden, müşriklerin şirretliklerinden muhafaza etmeye çalışan o idi.

Gerçekten en zor ve çetin şartlar altında bile çok sevdiği yeğeninin koruyuculuğunu esirgememiş, akrabalarının düşmanlıkları pahasına himâyeden vazgeçmemişti. Bu himâye sebebiyle Kureyş müşrikleri Peygamber Efendimize fazla ilişememişlerdi.

Ama şimdi ortada Ebû Tâlib yoktu. Müşriklerin dinmek bilmez kin ve husumetlerinin eseri olan taşkınlıklarına karşı kendisini zahîren koruyacak kimse kalmamıştı. Ama, Cenâb-ı Hakkın muhafaza ve himâyesi de hiçbir maddî himâyeci ve koruyucuya ihtiyaç bırakmayacak tarzda sevgili Resûlünün üzerinde bundan böyle de eksik olmadı.

Hz. Hatice'nin Vefatı

Ebû Tâlib'in vefatından üç gün gibi kısa bir zaman sonra, Efendimizin pâk zevcesi Hz. Hatice de bi'setin 10. yılı, Ramazan ayında 65 yaşında iken, fani dünyadan ebedî âleme göç etti.

Namazını bizzat Resûl-i Kibriyâ Efendimiz kıldırdı ve Hacun Kabristanına defnedilirken gözlerinde yaş, onu örten kara toprağı uzun uzun seyretti.

Ard arda vuku bulan bu acı hâdiseler Nebiyy-i Muhterem Efendimize pek ziyâde hüzün ve elem verdi. Çünkü Hz. Hatice, teslimiyeti, itâati, kalbinin rikkati, vefakârlığı, şefkatı, îmânının kuvveti, sadakat ve faziletiyle onun yeryüzünde en büyük destek ve tesellicisi idi. Herkes düşman iken Risâletini ilk defa o tasdik etmişti. Herkes, ondan uzaklaşıp kaçarken o, kendine kalbini açmış ve muhabbetini rikkatli kalbine gömmüştü. En sıkıntılı zamanlarında tek teselli kaynağı olmuştu.

Resûl-i Kibriyâ Efendimizin bu derin teessüründe Hz. Hatice-i Kübrâ'ya olan müstesna sevgisinin de şüphesiz büyük payı vardı. Öyle ki, vefâtından sonra bile onu hiçbir zaman unutmadı ve yeri geldikçe ondan takdirle, rahmet ve muhabbetle bahsederek hatırasını yâdederdi. Ona olan sevgisinin bir tezahürü olarak, akrabalarına dahi yardımda bulunur, şefkat ve merhametini onlardan hiçbir zaman eksik etmezdi.

Günün birinde Hz. Hatice'nin kızkardeşi Hâle'nin sesini duyunca hemen sevgili hanımını anmıştı. Buna şâhid olan Hz. Âişe Vâlidemiz; "Allah'ın kendisine ondan daha genç ve güzel hanımlar verdiğini." söylemişti.

Resûl-i Ekrem Efendimiz, Hz. Âişe'nin bu sözlerinden rahatsız olduğunu belli etmiş ve Hz. Hatice'nin iyilik ve faziletlerinden bahsetmişti. Habib-i Kibriyânın söylediklerinden rahatsız olduğunu anlayan ferasetli Âişe (r.a.) içtenlikle,

"Yâ Resûlallah! Seni Peygamber olarak gönderen Allah'a yemin ederim ki, bundan sonra Hatice'nin menkıbelerini her zaman anlatmanı istiyorum." (10)

diyerek gönlünü almaya çalışmıştı.

Yine, Resûl-i Ekremin Hz. Hatice Validemizi dâimâ takdir ve muhabbetle yâdettiğini ve Hz. Âişe Validemizin bunu kıskandığını, bizzat Hz. Âişe'nin (r.a.) şu ifâdelerinden öğreniyoruz:

"Nebinin (a.s.m.) kadınlarından hiçbirini, Hz. Hatice'yi kıskandığım kadar kıskanmadım. Halbuki; onu Resûlullahın yanında görmemiştim bile! Fakat, Resûlullah, onu benim yanımda çok yâdederdi. Çok kere koyun keser, Hz. Hatice'nin samimi arkadaşlarına et gönderirdi. Bazen ben sabırsızlık göstererek,

'Sanki yeryüzünde Hatice'den başka kadın yok mu?' derdim. Resûlullah da,

'Hatice şöyle idi, Hatice böyle idi' diye iyiliklerini sayar ve 'Ondan çocuklarım var' buyururdu." (11)

Resûlullah Efendimiz Hira'ya devam ettiği sıralarda Hz. Hatice Validemiz de ona yiyecek taşırdı. Bu sırada bir gün Cebrâil (a.s.) gelerek,

"Yâ Resûlallah! İşte şu uzaktan sana doğru gelen Hatice'dir. Yanında içinde yemek bulunan bir kab var. Yanına geldiği zaman, ona Rabbinden ve benden selâm söyle! Cennette inciden yapılmış bir sarayın kendisine verileceğini müjdele ki, onun içinde ne gürültü patırtı vardır, ne de çalışmak çabalamak." (12) dedi.

Hz. Ali de Rasulullah'dan şöyle işitmiştir:

"Kendi zamanımdaki kadınların hayırlısı İmrân'ın kızı Meryem'di. Bu ümmetin kadınlarının hayırlısı da Hatice'dir." (13)

Ard arda vuku bulan bu acı hâdiselerin mübârek kalbleri üzerinde bıraktığı derin teessür ve elem sebebiyle Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, bi'setin bu 10. yılını "senetü'l-hüzün (hüzün yılı)" olarak isimlendirdi.

Müşrikler Eziyet ve Hakaretlerini Arttırıyor

Ebû Tâlib'in vefâtına Peygamber Efendimiz ve Müslümanlar üzülürken, müşrikler ise sevindiler. Artık, karşılarında sevgili Peygamberimiz (s.a.v.)'e arka çıkacak Hâşimoğullarının reisi yoktu. Bunu fırsat bilerek eziyet ve hakaretlerine hız verdiler. Ebû Tâlib'in hayatında cür'et edemedikleri birçok taşkınlık ve insafsızca hareketlerde bulunmaya başladılar.

Resûl-i Ekrem, bir gün yoldan geçerken, müşriklerden biri, üstünü başını toz toprak içinde bırakmıştı. Bu âdice harekete hiçbir karşılık vermeden öylece evine dönmüştü. Sevgili babasının, bu halini gören Hz. Fâtıma, onun üstünü başını temizlerken, göz yaşlarını tutamamış ve hüngür hüngür ağlamıştı. Bir süre önce annesini kaybetmekle zaten gönlü mahzun ve kırık olan Hz. Fâtıma, babasını da bu halde görmekle âdeta kalbinden vurulmuştu. Sanki o damlalar gözünden değil, kalbinden, ruhundan akıp geliyordu.

Şefkat menbaı Peygamberimiz (s.a.v.) dayanılmaz bu manzara karşısında yine itidalini muhafaza etti, yine yüce Yaratıcısına güvendi, yine Ona döndü ve ağlayan mâsum yavrusunun gözyaşlarını mübârek eliyle silerek,

"Ağlama kızım ağlama, Allah babanı koruyacaktır." dedi.

Sonra da düşünceli düşünceli ilâve etti:

"Ebû Tâlib'in ölümüne kadar müşrikler bana böyle eziyet ve hakarete cür'et etmemişlerdi." (14)

Bu devrede, müşriklerin eziyet ve hakaretleri öylesine insanlık dışı bir hüviyete bürünmüştü ki, Ebû Leheb gibi İslâmın en büyük bir düşmanının dahi gayretine dokunmuş, onun bile akrabalık damarını tahrik etmiş ve bu durum böyle sürerse Efendimize arka çıkacağını bile ifade etmesine sebep olmuştu.

Ebû Leheb'in bu sözleri üzerine müşrikler bir süre Peygamberimiz (s.a.v.)'den uzak durdular. Ne var ki, Ebû Leheb'in akrabalık bağından gelen sun'î himâyesi pek fazla sürmedi. Resûl-i Ekremin halkı Allah'a îmâna dâveti karşısında, tahammülü ve nesebî taraftarlığı kısa zamanda tükendi ve himâyeden vazgeçtiğini ilân etti. Himâyeden vazgeçmekle de kalmadı, eski düşmanlığını da aynı şiddetiyle devam ettirdi; ömrünün sonuna kadar bu düşmanlığından vazgeçmedi.

Dipnotlar:

1. İbni Hişâm, Sîre, 2/57; İbni Sa'd, Tabakât, 1/211-212.
2. Sa'd Sûresi, 5-6.
3. Buharî, 2/326; Taberî, 2/219-220.
4. Buharî, 2/326; Taberî, 2/219-220.
5. İbni Hişâm, Sîre: 1/60.
6. Kasas Sûresi, 56.
7. İbni Hişâm, Sîre: 1/59.
8. Süheyli, Ravdü'l-Ünf: 1/260.
9. Tevbe Sûresi, 113.
10. Buhari: 2/315; Müslim: 7/138; Ahmed b. Hanbel, Müsned: 2/58.
11. Müslim, Fezâilü's-Sahabe, 74; Tirmizi, 62.
12. Müslim, Fezâilü's-Sahabe, 71.
13. Müslim, 69; Tirmizi, 62.
14. Taberî, Tarih: 2/229.

20 Peygamberimiz (s.a.v.)'in neseb silsilesi (soy ağacı) nasıldır ve meşhur dedeleri kimlerdir?

Bütün kaynakların ittifakla belirttikleri, Kâinatın Efendisinin yirminci dedesine kadar uzanan neseb silsilesi şöyledir:

"Muhammed (a.s.m.), Abdullah, Abdülmuttalib (asıl ismi Şeybe), Hâşim, Abd-i Menâf (Muğîre), Kusay, Kilab, Mürre, Kâb, Lüeyy, Galib, Fihr (Kureyş), Mâlik, Nadr, Kinâne, Huzeyme, Müdrike (Amir), İlyas, Mudar, Nizar, Maad, Adnan."1

Annesinin nesebi de şöyledir: Vehb, Abdümenâf, Zühre, Kilâb, Mürre... Görüldüğü üzere her iki tarafın nesebi Kilâb`da birleşmektedir.

İşte, Fahr-i Kâinat Efendimizin büyük dedeleri bu zâtlardı. Herbirinin zürriyeti çoğalmış ve herbiri pekçok cemaatların reisi ve birçok kabile ve aşîretlerin dedesi ve babası olmuşlardır.

Ancak, ne vakit birinin iki oğlu olsa veya bir kabile iki kola ayrılsa, sevgili Peygamberimizin soyu en şerefli ve en hayırlı olan tarafta bulunur ve her asırda onun büyük dedesi kim ise, yüzünde parlayan müstesnâ nûrdan bilinirdi.

Yirminci Dededen Sonraki Neseb Çizgisi

Neseb âlimlerince, Peygamber Efendimizin yirminci dedesi olan Adnan`ın Hz. İbrâhim`in neslinden olduğu ittifakla kabul edilmektedir. Adnan ile İbrâhim (a.s.) arasında uzun bir zaman mesafesi vardır. Bir kısım neseb âlimleri arada kırk batın (göbek) bulunduğunu belirtirler. Buna göre aradaki zaman biriminin ne kadar uzun olduğunu az çok tasavvur etmek mümkündür.

Bu sebeple, Resûl-i Ekrem Efendimizin yirminci dedesi Adnan`dan Hz. İbrâhim`e kadar olan ikinci kademe neseb silsilesi, basamak basamak tesbit edilememiştir. Bazı neseb âlimleri Peygamber Efendimizin nesebini yedi, bazısı da dokuz göbekte Hz. İsmâil`e bağlarlar. Bu, haliyle arada birçok basamakların atlandığını ortaya koyar.

Adnan`dan Hz. İbrâhim`e Kadar Olan Nesep Çizgisi

Bazı âlimler, Peygamber Efendimizin, Adnan`dan Hz. İbrâhim`e kadar olan ikinci kademe neseb silsilesini şöyle sıralarlar:

Adnan, Udd (veya Udad), Mukavvim, Nahur (veya Sârih), Teyrah, Ya`rub, Yeşcub, Nabit, İsmâil (a.s.), İbrâhim (a.s.)

Ayrıca, İbn-i İshâk, bundan sonra da, Resûl-i Ekrem Efendimizin neseb silsilesini tâ Âdem`e (a.s.) kadar götürür. Ancak belirtelim ki, diğer kaynaklar bu silsile üzerinde ittifak etmiş değillerdir.

Peygamberimiz (s.a.v.)'in meşhur olan dedeleri hangileridir?

Şüphesiz, Kâinâtın Efendisinin nurunu alnında bir İlâhi emânet olarak taşıyan atalarının tamamı hakkında fazla bir bilgimiz yoktur. Atalarından en çok bilgi sahibi olduklarımız ise, zaman bakımından en yakın olanlarıdır. Burada onların hayat ve şahsiyetlerine kısa bir göz atmak yerinde olacaktır.

Kusay

Peygamber Efendimizin, asıl ismi Zeyd olan dördüncü kuşaktaki dedesi Kusay, mühim bir şahsiyetti. Kendisinin sadece Zühre adında bir erkek kardeşi vardı.

Hz. Âdem'den beri devam edip gelen nur-u Ahmedî'yi alnında taşıma şerefi, bu iki kardeşten Kusay'a ihsan edilmişti. Büyük oğul olduğu için, âilenin reisliği vazifesi de kendisine verilmişti. Küçüklüğünden beri kabiliyetiyle dikkatleri üzerinde toplayan Kusay, büyüyünce Mekke'nin ileri gelen şahsiyetlerinden biri oldu. Teşkilâtçılığı, idareciliği, adaletli kararları ile kısa zamanda Mekke halkı arasında büyük bir itimad kazandı. Bu sebeple Mekke'nin idaresi ona verildi. Mekke'yi ilk defa mahallelere o böldü; her kabileyi, kendilerine ayırdığı mahallelere o yerleştirdi. Mekke'nin en mühim işleri onun evinde görüşülüp karara bağlanırdı. Kâbe'nin perdedarlığı, hacıların su ihtiyacının karşılanması, onların ağırlanması, savaşa giderken bayrak dikme ve Mekke meclisini idare etme gibi mühim işler, ona emânet edilmişti. Kâbe'nin karşısında ve kapısı Kâbe'ye bakan ilk ev onun için inşâ edilmişti. Bu ev, Mekke'nin bir nevi hükümet binası veya içinde "Mekke Şehir Devleti"nin her türlü iş ve meselelerinin görüşüldüğü bir parlamento idi. Kusay'ın bu konağı tarihte "Dârü'n-Nedve" ismiyle şöhret bulmuş ve Hicretten yarım asır sonrasına kadar da muhafaza edilmiştir.

Kusay, Mekke'de istisnasız herkes tarafından sevilir, sayılırdı. Alnında taşıdığı Fahr-i Kâinat Efendimize ait nuru, onu bütün Mekke halkının sevgilisi ve can dostu hâline getirmişti.
Yaşlanınca, âdetleri üzere âile reisliği vazifesini en büyük oğlu Abdüddâr'a teslim etti ve "Sevgili oğlum! Seni bu kavme reis tâyin ediyorum." dedi.

Ne var ki, Abdüddâr, bu büyük vazifeyi yürütecek kabiliyete sahip değildi. Hayatı boyunca da babasının yerini dolduramadı. Çünkü, Fahr-i Kâinat Efendimizin kudsî nuru onun değil, küçük kardeşi Abd-i Menâf'ın alnında parlıyordu. Onun da dört oğlu vardı: Hâşim, Abdüşşems, Muttalip ve Nevfel.

Hâşim

Hâşim, Resûl-i Ekrem Efendimizin ikinci kuşaktan dedesidir. Mekke'nin ileri gelen eşrafından olan Hâşim, ticâretle uğraşırdı.

Peygamberimiz (s.a.v.)'in doğum vakti yaklaştığı için nur-u Muhammedî onun alnında daha haşmetli bir surette parlıyordu. Ayrıca birçok üstün faziletleri de üzerinde taşırdı.
Son derece cömertti. Bir kıtlık yılında Mekke'de ekmek bulunmaz olmuştu. O, Şam'dan getirdiği has buğday unundan bembeyaz ekmekler yaptırmış, birçok develer ve koyunlar kestirmiş, ekmek, et ve etsuyu (tirit) ile bütün Mekke halkına büyük bir ziyafet çekmişti.

Hâşim, üstün seciyeli, kabiliyetli, dirayetli, cömert, faziletli ve herkes tarafından sevilen, sayılan yüksek bir şahsiyetin sahibi olduğu için ismi, ailesine ve soyuna ad olmuştur. Bu sebeple Fahr-i Kâinat Efendimizin de arasında bulundukları bu yüce soya, kendilerinden sonra "Haşimîler" denilmiştir.

Hâşim'in dört erkek çocuğu olmuştu: Şeybe (Abdülmuttalib), Esed, Ebû Sayfî ve Nadle.2

Hâşim'in nesli erkek çocuklarından Şeybe ile Esed'den devam etmiştir. Şeybe, Resûl-i Ekrem Efendimizin birinci kuşaktaki dedesidir. Esed ise Hz. Ali'nin annesi Fâtıma'nın dayısıdır.

Ne var ki, Esed sulbünden dünyaya gelen Huneyn de zürriyet bırakmayınca, bütün Haşimîler sadece Abdülmuttaliboğulları kolundan gelerek çoğalmış ve yeryüzüne dağılmışlardır.3

Şeybe (Abdülmuttalib)

Peygamber Efendimizin birinci kuşaktaki dedesidir. Doğuştan ak saçlı olduğundan kendisine "Şeybe" ismini vermişlerdi. Abdülmuttalib onun lâkabıdır. O daha çok bu lâkabla şöhret bulmuş ve anılmıştır.

Bu lâkabı alışının hikâyesi şöyle anlatılır:

Şeybe küçüklüğünde Medine'de dayılarının yanında kalıyordu. Bir gün mahalle arkadaşları diğer çocuklarla Medine'de bir meydanda ok atışı yapıyorlardı. Bütün çocuklar arasında, alnında parlayan Kâinatın Efendisine ait nur sebebiyle rahatlıkla farkediliyordu. Çocukların bu yarışmasını seyretmek için büyüklerden bir kalabalık da orada toplanmış bulunuyordu.

Ok atma sırası Şeybe'ye gelmişti. Okunu yayına yerleştirdi. Kendinden emin bir tavırla yayını gerdi. Bir an nefesini kesip yayını salıverdi. Yaydan fırlayan ok, hedefe tam isabet etmişti. Herkes hayranlık dolu bakışlarla kendisine bakarken, o ise bu başarıdan duyduğu sevinç ve heyecanı şu sözlerle dile getiriyordu:

"Ben, Hâşim'in oğluyum. Ben, (Bethâ) Beyinin oğluyum. Okum elbette hedefini bulur."

Seyre gelen büyükler Şeybe'nin bu övücü sözlerini duydular. Haris bin Abd-i Menâfoğullarından biri yanına yaklaştı ve sorup sual ederek onun Hâşim'in oğlu olduğunu öğrendi. Mekke'ye dönüşünde bu adam, durumu amcası Muttalib'e anlattı ve böylesine kabiliyetli ve zeki bir çocuğun yabancı ilde bırakılmasının doğru olmayacağını belirtti.

Muttalib bu haber üzerine derhal Medine'ye vardı. Şeybe'yi alarak Mekke'ye getirdi. Muttalib terkisinde yeğeni Şeybe ile Mekke sokaklarına girerken sordular:

"Bu çocuk kim?"

Göz değmesinden korkan Muttalib'in ağzından, "Kölemdir." sözü çıktı.

Evine gelince karısı Hâtice de kendisine aynı soruyu yöneltti. Yine cevabı "Kölemdir" oldu.

Ertesi günü amcasının kendisine aldığı güzel elbiselerle Mekke sokaklarında dolaşmaya başlayınca, herkes onun kim olduğunu merak etmeye ve sormaya başladı. Bilenler, "Abdülmuttalib" (Muttalib'in kölesi)" diye cevap veriyorlardı. Her ne kadar kim olduğu sonradan ortaya çıktıysa da, ismi, o günden sonra "Abdü'l-Muttalib" (Muttalib'in kölesi) olarak kaldı.4

Dipnotlar:

1. Sîre, 1/1-3; Tabakât, 1/55-56; Ensâbü`l-Eşraf, 1012 vd; Taberî, 2/172-180
2.Tabakat, 1/75-80.
3. a.g.e., 1/79-80.
4. a.g.e., 1/82-83.

21 Peygamberimizin içinde gizlediği şey neydi?

İlgili ayetin meali şöyledir:

"Hani hem Allah’ın nimet ve ihsanına, hem de senin iyiliğine nail olmuş olup da hanımını boşamaya karar vermiş olarak sana danışmaya gelmiş olan kişiye sen: 'Eşini yanında tut Allah’tan kork!' demiştin. Allah’ın açığa çıkaracağı bir durumu içinde saklamıştın, çünkü insanlardan çekinmiştin. Halbuki asıl Allah’tan çekinmen gerekirdi. Neticede, Zeyd eşini boşayıp onunla ilişkisini kestikten sonra, biz onu sana nikâhladık ki, bundan böyle evlatlıkları, eşleriyle ilişkilerini kestikleri, onları boşadıkları zaman, o kadınlarla evlenmek hususunda müminlere bir güçlük olmasın. Allah’ın emri her zaman gerçekleşir." (Ahzab, 33/37)

Allah’ın ve Peygamberimizin ihsanlarına nail olan şahıs, Zeyd ibn Harise (r.a)’dır. Çocuk iken esir düşüp köle olarak satılan Zeyd’i Hz. Hatice (r.a) validemiz almış, daha sonra Hz. Peygamber (asm.) ile evlendiği zaman ona hediye etmişti. Bilahere ailesi fidye vererek geri almak istedi. Peygamberimiz, isterse fidyesiz olarak ailesine gitmesi hususunda onu serbest bıraktı. O ayrılmak istemeyince Hz. Muhammed (a.s.m.) onu evlatlığı olarak ilan etti.

Hz. Peygamber (asm), halası Ümeyme’nin kızı Zeyneb ile Zeyd’in evlenmesine vesile oldu. Fakat Zeyneb, köle asıllı olan Zeyd’i kendisine denk saymadığından, işin başından beri onunla uyum sağlayamadı. Sonunda Zeyd Hz. Peygambere gelip evliliğe son vermek istediğini söyledi. Durumu izleyen Hz. Peygamber (a.s.m) bu neticeyi yerinde bulmakla beraber, Zeyd’in yüzüne karşı söylemek de istemedi. “Eşini yanında tut!” diye asıl temennisini dile getirdi. Zeyd boşayıp iddetini doldurunca Zeyneb serbest kaldı. Peygamberimiz (asm) çekinmesine rağmen, Allah onunla evlenmesini emretti. Böylece, Cahiliye âdeti olan, bir kimsenin evlatlığının boşadığı kadınla evlenme yasağının kaldırılması işinde, Hz. Peygamber (asm), kendi nefsinden örnek vermek imtihanı ile karşı karşıya kaldı. Demek ki, böyle köklü bir âdet, Hz. Peygamberin bizzat kendi uygulaması ile kaldırılacaktı. İşte ayette geçen konu budur.

Hz. Peygamberin (asm), bir gün Zeyneb’in güzelliğinin farkına varması neticesinde Zeyd’in onu boşadığı zannını uyandıran ve nakil yönünden de sahih olmayan rivayetin, muhtevası da makul değildir. Zira halası kızı olarak öteden beri tanıyıp evlenmelerinde de tam bir aracılık yapan Hz. Peygamber’in onu yeni fark ettiği iddiasını doğru bulmak mümkün değildir.

Bazı kimseler Hz. Peygamber'in (asm) Zeyneb'le evlenmesi konusunda birçok akla hayale gelmez sözler söylemişlerdir. Bunlara göre güya; Peygamber aleyhisselâm bir gün, açık kapıdan Zeyneb'i görmüş, onun güzelliğine vurulmuş ve "Ey gönüller elinde olan, onları evirip çeviren Rabbim! Sen her noksandan uzaksın!" demiş, Zeyneb bu sözü duyup kocasına haber vermiş, kocası Zeyd bu sözden, onun Zeyneb'i beğendiği ve kendisiyle evlenmek istediği sonucunu çıkarmış, kendisine gelerek Zeyneb'i boşamak istediğini söylemiş, Hz. Peygamber (asm) bunu kabul etmemiş, fakat Zeyd onu dinlemeyip karısını boşadıktan sonra onunla evlenmiş.

İbn Kesîr ve İbnü'l-Arabî bu rivayetleri hatırlattıktan sonra, çok önemli tenkitler yapmışlar ve bu rivayetlerin sahih olmasının mümkün olmadığını belirtmişler, günümüz ilim yolcuları için de geçerli bulunan uyarılarda bulunmuşlardır.(İbn Kesîr, VI, 420; İbnü'l-Arabî, III, 1542 vd.; Krş. Zemahşerî, III, 427)

Kur'an metnine, sahih rivayetlere ve genel ilkelere göre tespit edildiğinde, olayın gerçek öyküsü şöyledir:

Hz. Zeyneb Hz. Peygamber'le evlenmeyi arzu ediyordu, mehir bile istemeksizin onun eşi olmayı teklif etmişti. Yakın akraba oldukları için örtünme emri gelmeden önce Peygamberimiz Zeyneb'i sık sık görüyor ve her yönüyle tanıyordu, çekici bir kadın olmasına rağmen bu teklifi kabul etmedi.

Aradan zaman geçmiş, yukarıda sözü edilen sosyal değişimin perçinlenmesine sıra gelmişti. Bu uygulama için uygun bir örnek olarak Zeyneb, pek de istekli olmamakla beraber, Resûlullah'ın tebliğ ettiği emre uydu, köle olarak Hz. Peygamber'e (asm) verildiği halde onun ve Allah'ın müstesna lütuflarına mazhar olan Hz. Zeyd ile evlendi. Bu evlilik bir yıldan biraz fazla sürdü.

Sosyal değerler ve örfe dayalı duygular kısa zamanda değişmediği için Hz. Zeyneb kocasını küçük görüyor, ona karşı sert ve kırıcı davranıyordu. Zeyd'in de kafasından onu boşamak geçiyor, fakat kendilerini Peygamber evlendirdiği için bunu yapamıyordu. Bu esnada Allah Teâlâ Peygamberi'ne, Hz. Zeyneb'in boşanacağını ve kendisinin eşi olacağını bildirmişti.

Çok geçmeden Zeyd, boşama niyetini açmak üzere Hz. Peygamber'e (asm) geldi, Zeyneb'den şikâyette bulundu, boşamak istediğini açıkladı. Hz. Peygamber, özel bilgisine göre değil, genel, objektif hukuk ve ahlâk kurallarına göre davranarak, bu arada halkın, özellikle münafıkların, "evlâtlığın boşadığı eş ile evlenme" konusunu kötüye kullanıp dedikodu yapmalarından da çekinerek Hz. Zeyd'e, eşini boşamamasını tavsiye etti. Buna rağmen Hz. Zeyd esini boşadı.

Dul kalan Hz. Zeyneb önemli bir inkılâbın yerleşmesinde fedakârca rol aldığı için ödüllendirilmeyi hak etmişti. Allah ona dünyada bu ödülü, Peygamber eşi olma şerefine nâil kılarak vermeyi murad etti. Muradını Peygamber'ine bildirdi, o da emri yerine getirdi.

Ayette geçen "saklama" ve "çekinme"nin mâkul açıklamaları vardır. İleride Hz. Zeyneb'in boşanacağı ve Hz. Peygamber'in eşi olacağı bilgisi, Allah'ın ona verdiği bir sırdı, nasıl olsa zamanı gelince açıklanacaktı. Bunun önceden açıklamasının birçok sakıncası da vardı. Bu sebeple "Allah'ın ileride açıklayacağı bir şeyi gizliyordun." cümlesi bir kınama değil vakıanın ifadesidir.

"Kendisinden çekinme hususunda Allah'ın önceliği bulunduğu halde sen halktan çekiniyordun." cümlesi de iki mânaya gelebilir:

1."Sen Allah'tan çok halktan çekiniyorsun.";

2."Kendisinden çekinilecek olan Allah'tır; O evlenmeni emrettiğine göre halk istediğini söylesin, onlardan çekinmene gerek yoktur."

Birinci mana Hz. Peygamber (asm) için söz konusu olamaz; çünkü o bütün yapıp ettikleriyle yalnız Allah'tan korktuğunu ve O'na itaat ettiğini ispat etmiştir. İslâm'a inansın inanmasın hiçbir kimse onun, halkı memnun etmek için Hakk'ın emrine aykırı davrandığını söyleyemez.

Geriye muteber ve tutarlı mâna olarak ikincisi kalmaktadır. Zaten sûrenin başında, hem Hz. Peygamber (asm) hem de müminler, münafıkların yapacakları dedikodular ve çevirecekleri dolaplar karşısında uyarılmışlar, bunlara hazırlanmışlardı, Yukarıdaki cümle de aynı mahiyette bir uyarı hatta teselliden ibarettir.(Kur'an Yolu, Diyanet, İlgili ayetin tefsiri)

Cahiliyet zamanında bir kimse kendi üvey annesiyle bile evlendiği halde, azatlısı olan bir kölesinin vefatından veya boşamasından sonra eşiyle evlenemezdi. Bunu caiz görmüyorlardı. İşte bu cahlliyyet âdeti de bu ilâhi emir ile ortadan kaldırılmış bulundu, (ve Allah'ın emri yerine getirilmiş oldu) Zeynep Radıyallâhu Anha'nın nikahı hakkındaki ilâhî takdir yerine gelmiş oldu. Evvela: Zeyd ile evlendirilmesi, sonra da Resûlullah'ın eşlerinden olmak şerefine nail bulunması: bütün ilâhi takdirlerin birer tecellisinden başka değildir. Zeyd Bin Haris'e Radiallâhu Anh, Zeynep Radiallâhu Anh'a ile evlenmişti. Fakat Hz. Zeyneb'in yüksek bir aileye mensup ve kendisine karşı büyüklük gösterir bir vaziyette bulunduğunu takdir ederek onu daha sonra boşamıştı. Resûl-i Ekrem'in Zeynep Hazretlerine kalben bir meyil göstermiş olduğu iddia edilemez. Resûl-i Ekrem'in ahlakı, yüce yaratılışı buna mânidir. Öyle bir meyli bulunsa idi, onu daha evvel nikahı altına alabilirdi. Ancak o mübarek annemiz, vaktiyle Resûl-i Ekrem'in emrine itaat etmiş, sonra boşanarak üzüntülü kalmış ve Hz. Peygamber'in halası kızı bulunmuş olduğu için Yüce Peygamber Efendimiz onun hakkında bir iltifat ve bir teselli olmak üzere onu da mübarek eşleri arasında katmıştır. Hz. Aişe buyurmuştur ki: "Diyanetçe Zeyneb'ten hayırlı kadın yoktur. Takva sahibi ve doğru sözlü idi. Sılai rahme riayetkar ve sadakası çok idi."

Şöyle bir soru akla gelebilir:

Ayette geçen “kendi nefsinde saklı tutuyordun” ifadesi, Hz. Muhammed’in bildiği şeyi içinde sakladığı anlamına gelmiyor mu? Yani Zeynep’in kendisiyle nikahlandırılacağını bilerek yinede içinde saklıyordu ve Allah’ın kesin hükmü bu iken Hz. Muhammed yine de neden boşanmamaları için öğüt veriyor?

Bu konuyu kısa birkaç madde halinde açıklamaya çalışacağız:

a.Hz. Muhammed (a.s.m)’in içinde sakladığı neydi? Ayetin sibak ve siyakından öyle anlaşılıyor ki, Hz. Muhammed (a.s.m); “Allah tarafından Zeynep’in kendisiyle nikahlandırılacağı” bilgisine sahipti ve bunu içinde saklıyordu.

b. Hz. Peygamberin (a.s.m)’in bu bilgiyi içinde saklaması, Allah’ın emrine aykırı mıydı? Elbette aykırı değildi. Çünkü Allah “kendisine mutlaka onunla evleneceksin” diye bir vahiy indirmemiştir. Bu bilgi, bir ilham, bir rüya sonucu da olabilir. Hatta bizzat Cebrail tarafından bu bilgi verilmiş olsa bile, Hz. Peygamber (a.s.m)’in bu bilgiyi bir müddet içinde saklamasının dinî, aklî, ahlakî hiçbir sakıncası yoktur. Çünkü alınan bilgide Zeynep'le bir gün evleneceği söz konusu ise de bu evliliğin zamanı belirtilmemiş ve “derhal evleneceksin!” gibi bir emir de söz konusu olmamıştır. Çünkü böyle bir emrin olduğunu düşünmek, her şeyden önce Allah’a karşı bir saygısızlıktır. Henüz başkasının nikahlı karısı olan bir kadınla Peygamberini evlendirmekle zorlaması  anlamına gelen böyle bir emir ve hükmün varlığını düşünmek, ne dine, ne de imana sığar bir tarafı vardır.

c. Allah’ın halis bir kulu olan “Zeyd’in hanımını boşamasına yardımcı / ön ayak ol!” diye peygamberine talimat verdiğini düşünmek de o kadar yanlıştır.

“Sahi onların kalplerinde bir hastalık mı var? Yoksa, imanda şüpheye mi düştüler yahut Allah’ın ve Resulünün kendilerine zulüm ve haksızlık yapacağından mı endişe ediyorlar?” (Nur, 24/50)

mealindeki ayetten -Zeyd olayında olduğu gibi- herhangi bir insana karşı böyle bir tuzağın kurulduğunu düşünmenin imanla bağdaşmayacağını anlamak zor değildir.

d. Hz. Peygamber (a.s.m)’in -ileride Zeynep’le evleneceğini bildiği halde- Zeyd’e "Eşini yanında tut, Allah'tan kork." demesi, çok ahlakî bir davranıştır. Çünkü, Zeyd, hanımını boşama konusunda kendisiyle istişare etmek üzere gelmiştir. Böyle kritik bir konuda “Eşini hemen boşa!” mı demeliydi? Hiçbir suçu olamayan -sırf hanımının geçimsiz tavrından rahatsız olduğu için- boşamaya kalkan bir kimsenin istişare ettiği böyle bir konuda, işin düzelmesi lehine konuşmalar yapmaktan daha ahlakî bir tavır düşünülebilir mi? Böyle bir tavır sergilemek, istişarenin hakkını vermenin de bir gereğidir.

Nice istişarelerde sözümüzün tutulmayacağını bildiğimiz halde, yine de istişarenin hakkını verme adına olumlu sözler söylemişizdir. Hz. Peygamber (a.s.m)’in tutumu da bundan farklı değildir.

e. Burada önemli bir incelik daha vardır. O da şudur: Allah’ın bir şekilde bildirmesiyle elde edilen -kaderle ilgili gaybî- bir bilgiye sahip olmak, sebepler dairesindeki hikmetli bilgi yollarını terk etmeyi gerektirmez. Özellikle, detayı verilmeyen, zamanı belirlenmeyen, kaza-yı muallak gibi gerçekleşmesi bazı şartlara bağlı olma ihtimali bulunan çok özet haldeki mücmel bir bilgiye dayanarak hareket etme zorunluluğu yoktur. Hz. Musa’nın Hz. Hızır’ın yaptıklarına itiraz etmesi de bu açıdan değerlendirilmelidir.

f. İşte burada, Hz. Peygamber (a.s.m), ileride Hz. Zeynep’le evlendirileceğine dair özet bir bilgiye sahip olabilir. Bu izdivacın gerçekleşmesi için her şeyden önce onun eski kocasından boşanmış olmasının gerekli olduğunu da elbette biliyordu. Bu şartı tehir etmekle işin biraz daha ertelenmesine çalışması son derece normal bir davranıştır. Çünkü bir insan olarak o dönemin âdetlerine göre, evlat edindiği Zeyd’den boşanmış bir kadınla evlenmek istememesi son derece doğaldır. Hatta böyle bir olay, düşmanları elinde bir koz olabilir ve imanı zayıf bazı kimseler şüpheye bile düşebilirlerdi. Demek ki, Hz. Peygamber (a.s.m)’in korkusu, yalnız şahsına karşı yapılan itirazlardan değil, aynı zamanda tebliğ etmekle yükümlü bulunduğu İslam dinine ve bazı Müslümanlara da zarar verme ihtimalinden kaynaklanıyordu. Bundan ötürü, “bulaşıcı bir hastalığın bulunduğu bir yere girmemekle, Allah’ın kaderinden yine Allah’ın kaderine sığınmak” söz konusu olduğu gibi, O da (a.s.m), Allah’ın kaderinden yine Allah’ın kaderine sığınıyordu. Yani Zeynep’le evlenme kaderinden kaçıyor, boşanma şartının kaderine sığınıyordu. Çünkü boşanma olmazsa evlilik de olmazdı.

g. “‘Eşini yanında tut ve Allah'tan sakın’ diyordun; insanlardan çekinerek Allah'ın açığa vuracağı şeyi kendi nefsinde saklı tutuyordun; oysa Allah, kendisinden çekinmene çok daha layıktı.” mealindeki ifadeden hareketle, tefsircilerin önemli bir kısmı bunun Hz. Peygameber (a.s.m)’e bir itap / azarlama olduğu görüşündedir. Diğer bir kısmı ise, ayetin siyak ve sibakında böyle bir itap unsuru bulunmadığına vurgu yapmışladır ki, bunun daha doğru olduğunu düşünüyoruz.

İster bir itap olsun, ister olmasın, burada önemli olan nokta, Hz. Peygamber (a.s.m)’in bir süre açıklamaktan çekindiği bir meseleyi, Kur’an’la vahiy edildikten sonra, bir saniye bile tereddüt etmeden onu -istemediği halde- insanlarla paylaşmış olmasıdır. Bu durum, bize Onun önceki bilgisi ile vahiy olarak tespit edilen son bilgisi arasında -biz bilmezsek bile- çok büyük fark vardır. Bundan birinci konumdaki bilgiyi paylaşma zorunluluğu olmadığını da öğrenmiş oluyoruz. Ve bu husus, tek başına Hz. Muhammed (a.s.m)’in peygamberliğini onaylayan bir hakikattir. Nitekim, Hz. Aişe bu çarpıcı tabloya dikkat çekerek “Eğer Hz. Peygamber (a.s.m) Allah’ın kitabından bir şey gizleseydi, bu ayeti gizlerdi.” demiştir.(bk. İbn Kesir, ilgili ayetin tefsiri, Tirmizî, Tefsir, 34;  İbn Hacer, Fethu’l-Bârî, 8/524)

22 Münâfıkların reisi Abdullah bin Übeyy bin Selûl'ün ölümü ve Peygamberimiz'in onun cenaze namazını kıldırması nasıl olmuştur?

Abdullah bin Übeyy bin Selûl, münâfıkların reisi idi. Hz. Resûlullahın (asm) aziz şahsiyetini nazarlardan düşürmek, İslâmiyetin inkişâfına mâni olmak ve Müslümanları birbirine düşürmek için elinden gelen bütün gayreti ömrü boyunca göstermekten geri durmamıştı. Bu menhus maksadını tahakkuk ettirmek için de bir çok iftiralarda bulunmuştu. Müslümanların tesanüde en çok muhtaç olduğu bir zamanda, bu adam tesanüdleri bozucu hareketlerde bulunurdu. Fakat Cenâb-ı Hakk'ın inayeti ve Resûlullahın tedbir ve himmeti ile bu teşebbüsleri hep sonuçsuz kalırdı.

Başında bulunduğu nifak şebekesinin yaptıklarından dolayı haklarında âyet-i kerimeler, hattâ "Münafıkûn" adında müstakil bir sûre nazil olmuştu.

Bu sebeple Hz. Resûlullah bunlara karşı hep ihtiyatlı davranır, hâl ve hareketlerini kontrol altında bulundurur ve İslâm camiasının ittifak ve tesanüdünü bozucu planları karşısında hep tedbirli olurdu.

İşte, İslâm camiasının birliğini bozmak için eline geçen her fırsatı kullanmaktan geri kalmayan bu adam, Hicretin 9. senesi Zilkâde ayında öldü.

Peygamberimizin Cenaze Namazını Kıldırması

Abdullah bin Übeyy, münâfıkların reisi iken, oğlu Abdullah son derece samimi ve müttaki bir Müslümandı. Bu, "Ölüden diriyi, diriden ölüyü çıkaran." Cenâb-ı Hakk'ın kudret ve hikmetinin bir tecellisi idi. Baba münafıkların reisi, oğul mücahid bir Müslüman.

Babası vefât ettikten sonra, oğlu Abdullah babasının vasiyeti üzerine Hz. Resûlullahın huzuruna çıkarak, 

"Yâ Resûlallah! Gömleğini bana versen de babamı onunla kefenlesem." dedi. Sonra da "Yâ Resûlallah! Onun namazını kılıp istiğfarda bulunsanız."2 diye ricada bulundu.

Gariptir ki, hayatı boyunca İslâmiyet aleyhinde plânların tasavvuru ve tahakkuku ile meşgul olan bu adamın kefenlenmesi için Resûl-i Ekrem Efendimiz sırtından gömleğini çıkarıp Hz. Abdullah`a verdi ve "Cenaze hazırlanınca bana haber veriniz, namazını kılayım."3 buyurdu.

Hz. Ömer`in İkâzı

Cenaze hazırlanmıştı. Peygamber Efendimiz namazı kılmaya kalkarken Hz. Ömer, arkasından ridasına yapıştı, 

"Yâ Resûlallah! Allah sizi münâfıklar üzerine namaz kılmaktan nehyetmedi mi?"4 dedi.

Peygamber Efendimiz gülümseyerek şöyle dedi:

"Ben, istiğfar etmek veya etmemekte serbest bırakılmışım. Ben de tercihimi yaptım. Allah Taâlâ, 'Onlar adına ister af dile, ister dileme. Onlar için yetmiş kere mağfiret dilesen yine Allah onları bağışlayacak değildir...'" (Tevbe, 9/80) buyurmuştur."5 

Daha sonra Resûlallah (a.s.m.), Abdullah bin Übeyy`in cenaze namazını kıldı ve kabri başına kadar da gitti.6

Nâzil Olan Âyet

Aradan çok zaman geçmeden Peygamberimize münâfık ölüleri hakkında Cenâb-ı Hak tarafından şu kesin emir verildi:

"Onlardan ölen hiçbir kimsenin asla namazını kılma ve kabrinin başında durma. Onlar Allah'ı ve Resûlünü inkâr etmişler ve Allah'a itaatten çıkmış olarak ölüp gitmişlerdir."7

Bundan sonra Peygamber Efendimiz (asm), hiçbir münâfığın cenaze namazını kılmadı. Kabrinin başında da durmadı.8 Peygamberimizin böylesine ömrünün her safhasında İslâm cemâatını bölmek gayretiyle yaşayan bir adamın cenazesine karşı bu alâkasının şüphesiz birçok hikmetleri vardı.

En mühim hikmeti, onun etrafında toplanmış olanların samimi iman etmelerini temin etmekti. Nitekim, Efendimize, gömleğini niçin verdiği ve cenaze namazını niçin kıldığı sorulduğunda, şu cevabı vermişti:

"Gömleğim ve onun üzerine kıldığım namazım, kendisini Rabbimden gelecek azabdan kurtaramayacaktır. Fakat ben, bu sayede onun kavminden bin kişinin samimi Müslüman olmasını umuyorum."9  

Gerçekten de Abdullah bin Übeyy'in vefât ederken Peygamberimiz (asm)'den medet umduğunu gören bin kişi samimiyetle Müslüman olmuştur.10 Bunu gören Hz. Ömer de davranışından pişmanlık duymuş, "Allah ve Resûlü elbette daha iyi bilir."11 demiştir.

Dipnotlar:

1. İbn-i Kesîr, Sîre, 4:64.
2. Müsned, 2:18.
3. A.g.e., 2:18; Buharî, 2:76; Tirmizî, 5:280.
4. Müsned, 2:18; Müslim, 4:1865.
5. Sîre, 4:197; Müsned, 4:1865; Tirmizî, 5:279.
6. Sîre, 4:197; Müsned, 1:16; Tirmizî, 5:279.
7. Tevbe Sûresi, 84.
8. Sîre, 4:197; Müsned, 1:16.
9. Taberî, Tefsir, 10:206.
10. Umdetü`l-Kari, 8:54.
11. Sîre, 4:197.

23 Peygamberimiz (s.a.v.) kaç yaşında iken dedesi Abdulmuttalib vefat etmiş, dedesinin vefatından sonra kimin himayesine girmiştir?

Yaşı epeyce ilerlemiş bulunan Abdülmuttalib, bir gün âniden rahatsızlandı. Rahatsızlığı gittikçe şiddetini arttırıyordu. Artık bir başka âleme göçün yakında başlayacağını anlamıştı.

Ancak görmesi gereken bir vazife vardı: Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.)i teslim edecek emniyet edilir bir kişiyi seçmek. Bunun için bütün oğullarını çağırttı.

AklınaEbû Leheb geldi. Fakat o katı kalbli merhametsizin biri idi. "Olmaz" deyiverdi içinden. 

Ya Abbas? Hayır o da olamazdı. Çünkü, çoluk çocuğu çoktu. Ancak onlarla meşgul olabilirdi.

Hamza olabilir miydi? Ona da razı olmadı. Zira, Hamza genç ve ava meraklı idi. Torunuyla gereği gibi ilgilenemezdi.

Peki, yaEbû Tâlib! İşte Nûr Torununun hâmisini bulmuştu. Gerçi Ebû Tâlib'in serveti azdı, ama merhameti ve şefkati boldu. Muhammed'i (a.s.m.) himâyeye ancak o lâyık olabilirdi.

Bununla beraber Abdülmuttalib, Peygamber Efendimizin (a.s.m.) de görüşünü almayı ihmal etmedi:

"Amcalarından hangisinin himâyesine girmek istersin?" diye sordu.

Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.) dedesinin sorusuna cevap olarak yerinden kalktı, gidip amcası Ebû Tâlib'in boynuna sarıldı. Böylece onun himâyesini kabul ettiğini ifade etmiş oluyordu. Abdülmuttalib de tercihinde isabet ettiğine sevindi. Sonra Ebû Tâlib'e dönerek şöyle dedi:

"Onu sana emânet ediyorum. O, İlâhi bir emânettir. Onu her şeye rağmen, canın ve başın pahasına da olsa koruyacağına dair bana açıkça söz ver ki, gözlerim arkada kalmadan gönlüm rahat etsin."

Efendimizin kendisine karşı teveccühünden oldukça mütehassis olan Ebû Tâlib, gözleri dolu dolu babasına şu cevabı verdi:

"Sen hiç merak etme babacığım. Onu öz çocuklarıma, hatta kendi canıma bile tercih edeceğimden emin olabilirsin. Hayatta bulunduğum müddetçe ona hiç kimsenin zarar vermesine müsaade etmeyeceğime söz veriyorum."

Oğlunun bu ifadeleri Abdülmuttalib'i fazlasıyla memnun etti. Gözleri sevinç gözyaşları ile doldu.Yakalandığı rahatsızlıktan kurtulamayan Abdülmuttalib, torununun neşesine, sevgisine, tebessümüne doyamadan gözlerini dünyaya seksen yaşını aşkın bir ihtiyar olarak kapadı.(Tabakât, 1/119; Ensab, 1/57)

Tarih: Miladî, 578. Fil Yılından sekiz sene sonra.

Mekke çarşısı Abdülmuttalib'in vefatı dolayısıyla günlerce kapalı tutuldu. Kureyşliler, sevdikleri ve hürmet ettikleri bu zâtın ölümü dolayısıyla günlerce yas tuttular, cenazesini el üstünde dolaştırdılar. Sonra Hacûn Kabristanına, dedesi Kusay'ın yanına defnettiler.

Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.), dedesini kaybetmekten derin üzüntü duydu. Çünkü bu hâdise, babasının ve annesinin de ebedî âleme göçünü hatırlatıyordu.

Dedesinin cenazesi ve defni sırasında Peygamberimiz (s.a.v.), gözyaşlarını tutamadı; bazan hıçkırarak, bazan da sessiz sedasız ağladı. Seneler sonra bir gün kendilerine, dedesinin ölümünü hatırlayıp hatırlamadığı sorulduğunda,

"Evet, hatırlıyorum. Ben, o sırada sekiz yaşında bulunuyordum." cevabını verecekti.

Peygamber Efendimizin saadetli ömrünün ilk sekiz senelik bölümü işte böyle acılarla, üzüntü ve kederle dolu geçmişti. Âdeta büyük ruhu ve rikkatli kalbi, tâ o yaşlardan itibaren istikbalde çekeceği meşakkat ve mihnetlere dayanmak için ıztırap ve sıkıntı teknesinde yoğruluyordu.

24 İlk gelen vahiy Peygamberimiz (s.a.v.)'in üzerinde nasıl bir etki yaptı? Varaka bin Nevfel, ilk vahyin gelişi sırasındaki olayları nasıl açıklamıştır?

İlâhi vahye muhatap olmanın verdiği heyecan ve haşyetle titreyen Allah Resûlü mağaradan çıktı ve Mekke'ye doğru hareket etti.

Yolda birçok garipliklerle karşılaştı. Dağ, taş ve ağaçlar: "Esselamü Aleyke Yâ Resûlallah!" diyerek onu selâmlıyor ve yüksek vazifesinden dolayı tebrik ediyorlardı.

Evine varan Peygamber Efendimiz, karşılaştığı hâdisenin azameti ve haşyeti karşısında âdeta konuşamaz hale gelmişti. Kendisini merak içinde karşılayan vefakâr zevcesi Hatice-i Kübrâ'ya sadece, "Beni örtünüz! Beni örtünüz!" diyebildi.(Buhari, 1/7)

Sadık zevce, bu emri alınca, yüzündeki başkalığı sezmesine rağmen, hiçbir şey sorma cesaretini gösteremeden Kâinatın Efendisini şefkat ve hürmetle yatağına yatırdı ve üstünü örttü.

Hirâ'da yalnızlık arayan Fahr-i Âlem şimdi de evinde düşünceleriyle başbaşa idi.

Bir müddet sonra uyandılar. Bir nebze olsun rahat ve sükûnete kavuştukları belli idi. Hatice-i Kübrâ'yâ başından geçenleri olduğu gibi anlattı ve ekledi:

"Korkuyorum ey Hatice! Bana bir zararın gelmesinden korkuyorum!"

Resûl-i Zîşan Efendimizin bu sözleri, kesin olarak ebedî devlet ve şerefli memuriyete nâiliyet hususundaki itminan bulma arzusundan geliyordu. Ancak, bir peygambere, hem de en şerefli peygambere ilk zevce olacak kadar yüksek bir kabiliyet, anlayış ve basirete sahip Hz. Hatice, her hâlinden son derece emniyet duyduğu beyi Kâinatın Efendisinin itminan arzusunu şu sözlerle teyit etti:

"Hiçbir korku ve endişe duymana sebep yok. Hiç üzülme, Allah senin gibi bir kulunu hiçbir zaman utandırmaz."

"Ben biliyorum ki, sen sözün doğrusunu söylersin. Emânete riâyet edersin. Akrabalarına yakın alâka gösterirsin. Komşularına nazik ve müşfik davranırsın. Fakirlere yardım elini uzatırsın. Gariplere evinin kapısını açıp onları misafir edersin. Uğradıkları felâket ve musibetlerde halka yardım edersin!"

Ey Amcamoğlu, sebât et; vallahi, ben senin bu ümmetin peygamberi olacağını ümit ederim." (Buhari, 1/7)

- İlk vahyin gelişi sırasındaki olayları Varaka bin Nevfel nasıl açıklamıştır?

El cevap: Bütün bu olup bitenler elbette mânasız değildi ve bir şeyler ifade ediyorlardı. Sorup soruşturup, öğrenmek ise, Hz. Hatice'ye düşüyordu.

Kime gidebilirdi? Bu işlerden kim anlayabilirdi ve kime itimad edebilirdi? Hazret-i Hatice, uzun uzadıya düşündü ve sonunda danışacağı adamı tesbit etti: Amcası oğlu Varaka bin Nevfel.

Varaka bin Nevfel, oldukça yaşlanmış saf bir Hıristiyandı. Gözleri görmez olmuştu, ama gönlü aydınlıktı. Tevrat ve İncil'i okumuş, onlardan pekçok şeyler öğrenmişti.

Hazret-i Hatice vakit kaybetmeden Peygamber Efendimizle amcası oğluna gitti.

Varaka, önce Resûl-i Ekrem Efendimizi dinledi. O, başından geçenleri anlattıkça Varaka, renkten renge giriyordu. Efendimiz sözlerine son verince, Varaka haykırdı:

"Kuddûs! Kuddûs! Bu gördüğün melek, yüce Allah'ın Mûsa Peygambere gönderdiği Rûhu'l-Kudüs'tür, Nâmûs-u Ekber'dir. Sen ise bu ümmetin peygamberisin. Ah! Ne olurdu, yeni dine halkı çağırdığın günlerde ben de genç olaydım. Kavmin seni yurdundan çıkaracakları zaman, sağ olsaydım."1

Bu ifadeler hem Allah Resûlünü, hem de Hazret-i Hatice'yi bir derece rahatlattı. Ancak, Efendimizin anlamadığı bir şey vardı: Kavmi onu niçin yurdundan çıkaracaktı? Bu suâline Varaka cevap verdi:

"Evet, seni buradan çıkaracaklardır. Çünkü, senin gibi vahiy tebliğ etmiş bir kimse yoktur ki düşmanlığa uğramamış olsun. Eğer, senin davet gününe yetişsem, bütün gücümle sana yardım ederim."2

Varaka bin Nevfel gerçeği konuşuyordu. Gizlenmesi kâbil olmayan, bütün açıklığıyla ortaya konması gereken gerçeği.

Bundan sonra Resûl-i Ekrem, Hazret-i Hatice ile birlikte, Varaka bin Nevfel'in yanından ayrıldı.

Dipnotlar:

1. İbni Hişam, Sîre: 1/254; İbni Kesîr, Sîre: 1/404.
2. Buharî, 1/7; Müslim, 1/97-98.

25 Hz. Yusuf'un hayatını anlatır mısınız?

HZ. YÛSUF (as), Kur'an'da ismi geçen Beni İsrail peygamberlerinden biri.

Hz. Yûsuf (as) Kur'ân'da adı geçen peygamberlerden birisi olup, Yakub Peygamber'in oğludur. Nesebi Hz. İbrahim'e (as) kadar varır (Kamil Miras, Tecrid Tercemesi, IX, 139).

Kur'ân-ı Kerîm'de kendi adını taşıyan bir sûre vardır. Tamamı 111 âyet olan bu sûrenin 98 âyeti (4-101) Hz. Yûsuf'tan bahseder. Bu âyetlerde anlatıldığına göre Hz. Yûsuf'un (as)  hayat hikâyesi özetle şöyledir:

Hz. Yûsuf'un (as) on bir tane erkek kardeşi vardı. Yûsuf fevkalâde güzel ve son derece zekî idi. Babaları Hz. Yakub (as) en çok Yûsuf'u seviyordu. Bu sevgiyi ağabeyleri kıskanıyorlardı.

Yûsuf (a.s) bir gece rüyasında on bir yıldızın, güneş ve ayın kendisine secde ettiklerini gördü. Bu rüyayı babasına anlattı. Babası rüyanın, Hz. Yûsuf'un (as) büyük bir adam olacağına işaret olduğunu anladı ve Yûsuf'a rüyasını ağabeylerine anlatmamasını tembihledi. Ancak, ağabeyleri bundan haberdar oldular ve Yûsuf'u öldürüp bir yere atmayı planladılar. Babalarından izin alarak, gezip eğlenmek bahanesiyle Yûsuf'u alıp kırlara,götürdüler. Onu bir kuyuya attılar, gömleğini da kana bulayarak, "Yûsuf'u kurt kaptı." diye babalarına yalan söylediler.

Kuyunun yanından geçmekten olan bir kafile Yûsuf'u buldu ve köle olarak satmak üzere alıp, Mısır'a götürdüler. Orada az bir fiyatla onu Azîz (maliye bakanı)'e sattılar.

Azz'in hanımı Yûsuf'a göz koydu. Onu kendisiyle beraber olmaya çağırdı. Yûsuf (a.s) bunu kabul etmeyince, ona iftira edip kocasına şikayet etti ve hapse attırdı.

Hz. Yûsuf (as) senelerce hapiste kaldı. Orada hükümdarın şerbetçisi ve aşçısı ile tanıştı. Onların gördükleri rüyaların yorumunu yaptı. Birisinin, kurtulup efendisinin hizmetine devam edeceğini, diğerinin ise öldüreceğini söyledi. Sonunda dediği çıktı. Hz. Yûsuf (as), kurtulana, kendisini efendisinin yanında anmasını istedi.

Hükümdar bir gece rüyasında yedi zayıf ineğin yedi semiz ineği yediğini ve yedi yeşil başakla yedi kuru başak gördü. Bu rüyanın yorumunu yaptırmak istedi. Hz. Yûsuf'un (as) rüya yorumu yaptığını öğrendi ve onu hapisten çıkarıp, rüyasını anlattı. Hz. Yûsuf (as), yedi sene bolluk olacağını, peşinden gelen yedi senenin ise kıtlıkla geçeceğini söyledi. Bunun üzerine hükümdar, Hz. Yûsuf'u (as) maliye bakanlığına getirdi. Yûsuf (as) bolluk yıllarında bütün ambarları zahire ile doldurttu; kıtlık yılları gelince bu zahireyi halka dağıtmaya başladı. Aynı kıtlık, Hz. Yûsuf'un (as) babasının memleketi olan Ken'an diyarında da yaşandı.

Yûsuf (a.s)'un kardeşleri de zahire almak için iki kez Ken'an ilinden Mısır'a geldi. Sonunda Yûsuf (a.s) kardeşlerine kendini tanıttı ve onları affettiğini belirterek,

"Bugün azarlanacak değilsiniz, Allah sizi bağışlar, o merhametlilerin merhametlisidir." (Yûsuf, 12/92)

dedi. Yûsuf (a.s), babası, annesi ve kardeşlerinin tamamını Mısır'a davet etti.

Ailesi Mısır'a vardığında Yûsuf (a.s) anne ve babasını tahta oturttu; diğer on bir kardeşi ise Hz. Yûsuf'un (as) önünde eğildiler. O zaman Yûsuf (a.s);

"Babacığım, işte bu vaktiyle gördüğüm rüyanın çıkışıdır; Rabbim onu gerçekleştirdi. Şeytan benimle kardeşlerimin arasını bozduktan sonra, beni hapisten çıkaran, sizi çölden getiren Rabbim, bana pek çok iyiliklerde bulundu. Doğrusu Rabbim, dilediğine lütufkardır. O şüphesiz, bilendir, hâkimdir." (Yûsuf, 12/100)

dedi. Bu şekilde İsrailoğulları, Filistin'den Mısır'a gelip yerleşmiş oldu. Bir süre sonra Yakub (a.s) vefat etti. Yûsuf (a.s), Allah Teâlâ'ya şöyle münacatta bulundu:

"Rabbim, bana hükümdarlık verdin, rüyaların yorumunu öğrettin. Ey göklerin ve yerin yaratanı! Dünya ve âhirette koruyanım sensin! Benim canımı, Müslüman olarak al! Ve beni iyilere kat!" (Yûsuf, 12/101).

Yûsuf (a.s)'un hayat hikayesi Kur'ân-ı Kerîm'de "Ahsenü'l-Kasas, Kıssaların en güzeli" ünvanını aldı. Pek çok olayları içeren bu hayat hikâyesi için Allah Teâlâ şöyle buyurdu:

"Ândolsun ki, Yûsuf ve kardeşlerinin olayında, soranlara nice ibretler vardır." (Yûsuf, 12/7).

Yûsuf (a.s)'un defnedildiği yer, rivâyetlere göre, İbrahim (a.s)'in medfun bulunduğu Kudüs yakınlarında Halilü'r-Rahman kasabasındadır. (Mefail HIZLI, Şamil İskam Ansiklopedisi)

İlave bilgi için tıklayınız:

Hz. Yusuf (as), sadece kardeşlerine ders vermek için mi gönderilmiştir? Bir peygamberin dini yayması gerekmiyor mu? Yusuf Suresi'nden alacağımız dersler neler olabilir?

YÛSUF SÛRESİ...

26 Müminin / Müslümanın bir günü nasıl olmalıdır? Peygamber Efendimiz'in bir günü nasıldı?

Peygamber Efendimiz (asm)'in Bir Günü

Yeryüzünde günlük hayat sabah gün doğmadan başlar. Şebnemlerin oluşmasından, tomurcukların açılmasına; kuşların ötüşünden, nesimin esmesine varıncaya kadar hemen bütün varlık, kendilerine mahsus dilleriyle gün doğmadan külli bir zikir halkasına otururlar.

Normal bir ömür yaşamış herhangi bir insanın hayatından yirmi dört saatlik kısa bir dilimi, yani 'bir gün'ü anlatmak, o kişiyi tanıtma adına ciddi yetersizlikler taşır. Zira yaşanan günlerin hemen hiçbiri diğeriyle aynı değildir. Hele o kişi Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) gibi,

- gökler ötesi âlemle sürekli irtibat hâlinde,
- manen sürekli yükselen,
- her biri ayrı bir heyecan verici ve hayatı yeniden inşa edici vahiyler alan,
- bütün insanlığın dertlerine derman olmakla görevlendirilmiş,
- her yönü hikmet dolu bir aile reisliği yapan,
- can dostlarının yanı sıra azılı düşmanları da olan,
- yüzü daha çok ahirete dönük,
- engin bir ibadet hayatı yaşayan,
- geçmiş ve gelecek insanlar arasında bütün güzelliklerde zirveyi tutan,

müstesna bir zat ise ve konu kısa sayılabilecek bir makale çerçevesinde ele alınacaksa, iş daha da zorlaşacaktır. Ancak Efendimiz'in hayatı hemen her günü ile tesbit edildiğinden ötürü bu zorluk kısmen hafiflemektedir. Okuyucu O'nun (sallallahu aleyhi ve sellem) diğer günlerini de bildiğinden ötürü, kolay bir şekilde irtibat kurabilir ve bir bütünlük elde edebilir. Günü belli dilimlere ayırarak, aynı günde olmazsa bile, o zaman diliminde genellikle işlenen fiilleri, sahih kaynaklar ışığında ele alarak konuyu işlemeye gayret ettik.

Asr-ı Saadet ve sonraki dönemlerde günler daha çok cami etrafında ve namaz merkezli geçtiğinden, günü namaz vakitlerinin sayısınca beşe böldük. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) ve o çizgide gidenlerin hayatında gecenin ayrı bir önemi olduğundan, onu da ayrı bir dilim olarak ekledik.

SABAH

Yeryüzünde günlük hayat sabah gün doğmadan başlar. Şebnemlerin oluşmasından, tomurcukların açılmasına; kuşların ötüşünden, nesimin esmesine varıncaya kadar hemen bütün varlık kendilerine mahsus dilleriyle gün doğmadan külli bir zikir halkasına otururlar. Zira bu saatler baharın başlangıcına, insanın rahm-ı madere düştüğü döneme, yer ve göklerin altı günlük yaratılış serencamesinin birinci gününe benzer, onları hatırlatır ve onlardaki şuunât-ı İlahiyeyi ihtar eder. İnsan da diğer varlıkların cibillî bir şekilde kurmuş olduğu zikir halkasına, şuurlu bir şekilde iştirak eder ve başta namaz olmak üzere değişik zikir ve aktivitelerle güne başlar.

Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) de güne sabah namazı ile başlardı.Bilindiği gibi Medine'de çok sade ve mütevazı olan hane-i saadetleri mescidin avlusunun bir tarafını oluşturuyordu.1 Âmâ bir sahabi olan Abdullah b. Ümmi Mektum'un okuduğu ezanla sabah namazının vakti girer,2 Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) odasında sünneti kılar ve farzı kıldırmak üzere mescide çıkardı. Mescide gelemeyecek kadar ciddi mazeretleri olanlar dışında, Medine'de bulunan bütün Müslümanlar her farz namazı Efendimiz'in arkasında kılmaya gayret ederlerdi.

Namazdan sonra her gün, güneş belli bir yüksekliğe çıkıncaya kadar önce tesbihatını ve o vakte ait mutad evradını yapar, sonra yüzünü ashabına dönerek bağdaş kurar ve ashabıyla sohbet ederdi. Bu sohbetler sırasında gündelik konulardan, tarihi hatıralara, rüya tabirlerinden, imana hizmet konularına, sorulara cevap vermekten, sıkıntısı olanların sıkıntısını gidermeye varıncaya kadar beşeriyetin gereği olan birçok mesele konuşuluyordu. Yani ibadet halkasından hemen sonra tam bir ilim ve irfan halkası kuruluyordu.3

Bu ilim ve irfan halkasının her gün kurulduğu şu olaydan anlaşılmaktadır:

Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), onları te'dip etme ve sonrakilere de bu konuda yapılması gerekeni ders verme adına, yaklaşık bir ay hanımlarıyla konuşmama kararı aldığı günün sabah namazını kılar kılmaz, mutad olan sohbeti yapmadan hemen "Meşrübe" adı verilen cumbaya çekilmişti. Başta Hz. Ömer (r.a.) olmak üzere bütün sahabe önemli bir şey olduğunu anlamışlardı. Gerçekten de bazı ayetlerin nazil olmasına sebebiyet veren "Îlâ Hadisesi" vuku bulmuştu. Öyle anlaşılıyor ki bundan önce sabah sohbetleri hiç terk edilmemişti. On yılı aşkın bir süre, her günün en verimli vaktinde ve en az bir saat süren "Peygamber Sohbeti" kişiye neler kazandırır, her halde onu ancak yaşayanlar bilir.

Bazı rivayetler Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)'in kuşluk vaktine kadar mescitte oturmaya devam ettiği ve kuşluk namazını kıldıktan sonra ayrıldığına işaret etmektedir. Nitekim bunu tavsiye eden bir hadisi şerifte şu ifadeler bulunmaktadır:

"Kim sabah namazını kıldıktan sonra yerinde bekler ve iki rekât kuşluk namazı kılıncaya kadar sadece hayırlı şeyler konuşursa, denizin köpüğü kadar hataları olsa bile af olur."4

Bu sohbetler sırasında bazen ashabın gördüğü rüyaların da tabir edildiğine işaret etmiştik.Efendimiz namazdan sonra "Müjdeleyici (rüya) gören var mı?" diye sorar ashap da gördükleri rüyaları anlatırlardı. Bu konuyu ve gördüğü rüyayı Abdullah b. Ömer (r.a.) şöyle anlatıyor:

"Hz. Peygamber'in sağlığında ashaptan birisi bir rüya görünce, onu Hz. Peygamber'e anlatırdı. Ben de bir rüya görmeyi ve Allah Resulüne anlatmayı çok arzu ederdim. O sırada gencecik bir delikanlıydım ve mescitte uyurdum. Bir gün, şöyle bir rüya gördüm:

İki melek beni yakalayarak cehenneme götürdüler. Cehennem, kuyu duvarı gibi taşla örülmüş olarak görünüyordu. İki boynuz gibi iki yanı vardı. Burada, kendilerini yakından tanıdığım kimseler de vardı. O anda 'Cehennem'den Allah'a sığınırım!' demeye başladım. Bu sırada yanımıza başka bir melek gelerek bana, 'Korkma, sen buraya atılmayacaksın. Senin için tasa ve endişe yoktur.' dedi."

Bu rüyayı gören, Hz. Ömer'in oğlu Abdullah'tı. O, her yönüyle babasıyla atbaşı giden bir insandı. Düşünün ki, babasından sonra onu, hem de o günün insanları, başlarında halife görmek istiyorlardı. Eğer Hz. Ömer bizzat mani olup"Bir evden bir kurban yeter!"demeseydi, belki de ümmet onu halife seçecekti. O, hem bir ilim okyanusu hem de takva ve zühdün zirvesinde bir insandı.

Abdullah (r.a.) şöyle devam ediyor:

"Bu rüyamı Hz. Peygamber'in hanımı olan ablam Hafsa'ya anlattım. O da Efendimiz'e anlatınca şöyle buyurmuş:

'Abdullah ne iyi insandır; keşke gecenin bir kısmında kalkıp da ibadet etmeyi âdet edinseydi!'

 Zira cehennem şeklinde onun nazarına arz edilen, berzah azabına ait bir tablodur. O tabloyla gösterilen azaba maruz kalmamanın tek yolu ise, gecenin ibadetle aydınlatılmasıdır. Abdullah'ın kölesi Salim, 'Bu olaydan sonra Abdullah, az bir kısmı hariç, geceleri uyumazdı.' der."5

Kuşluk namazı kılındıktan sonra oradan bir yere gidilmeyecekse, Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) eve döner ve evde yiyecek bir şey olup olmadığını sorardı. Şayet yiyecek bir şey varsa kahvaltı yapar yoksa "Öyle ise oruçluyum"6 der o günü oruçlu geçirirdi. "Bir şey var" denildiği zamanlarda var olan şey genelde süt, hurma, bir kaç dilim kuru arpa ekmeği vb. şeylerdi. Yani evlerinde ne bulurlarsa onu yerler, yemekler arasında ayırım yapmazlardı.

O'nun yemeğinden söz eden hanımları ve arkadaşları şu sözleri kullanırlar:

- Medine'ye hicretinden vefatına kadar, Allah Resulünün ailesi üç gün arka arkaya buğday ekmeği ile karnını doyurmadı.
- Bazen açlıktan karnına taş bağladığı olurdu.
- Hane-i saadette en çok yenilen-içilen iki şey vardı: Hurma ve su.
- "Ben Allah'ın kölesiyim ve köle gibi yemek yerim." der, dizleri üstüne oturarak yerdi.7
- Acıkmadan yemez ve doymadan kalkardı.

Bu ve benzeri ifadelerden şunu anlıyoruz:

Efendimiz'in hayatında yemek işi, günümüzde olduğu gibi hayatın merkezinde yer almıyor, gündelik hayat yemek öğünlerine göre şekillenmiyor, yemek için fazla zaman harcanmıyor, yemek olmadığı zaman problem yapılmıyor, mükellef sofralar kurulmuyor, sohbetlerde sürekli yemek çeşitlerinden söz edilmiyor, daha güzel bir yemek için kilometrelerce yol kat' edilmiyordu. Durum böyle olunca da, günümüzün tam aksine, diğer önemli şeylere daha çok vakit ve para ayrılıyordu.

Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) öğleden önce bir süre dinlenirdi. Bilindiği gibi insanın biyolojik yapısı uykuya ihtiyaç duyacak şekilde yaratılmıştır. Durup dinlenmeden faaliyet gösteren beden, bir süre sonra enerjisini yitirip yıpranmakta ve değişik hastalıklara davetiye çıkarmaktadır. Onun için kişinin geceleri uyuyup dinlenmesi vazgeçilmez bir ihtiyaçtır. Ancak, gece ibadet ve benzeri faaliyetlerle uğraşıldığı için yeterince dinlenememek, iş yoğunluğu ve stresten ötürü dikkatin dağılması ve bedenin yorulması ve sıcak iklim şartlarından ötürü, bir de gündüz uyuyup dinlenme söz konusudur. İslamî, literatürde buna "kaylûle" denilmektedir. Türkçemizde buna öğle uykusu veya öğle öncesi uyku demek mümkündür.

Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem)'in bu saatlerde bir süre dinlenmeyi tavsiye etmesinin yanı sıra, bir nevi âdet haline getirmiş olmasından ötürü, "kaylûle" sünnet olarak kabul edilmiştir. İbn Abbas'ın rivayet ettiği hadiste Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem),

"Gündüz orucuna sahur yemeğiyle, gece ibadetine ise öğle uykusuyla (kaylûle) yardımcı olun!"8

derken, Enes b. Malik'in rivayet ettiği hadiste ise annesi Ümmü Süleym'in, hemen her gün, evinde Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) için bir sergi serdiği ve Efendimiz'in orada kaylûle yaptığı aktarılmaktadır.9

Günlük hayatlarında öğle uykusuna mutlaka yer veren sahabe-i kiram ise, cuma günleri, cuma namazı kılındıktan sonra, diğer günlerde ise, öğleden önce, dinlendiklerini özellikle vurgulamaktadırlar.10 Diğer bir hadiste ise kaylûlenin, fıtrata uygun bir ahlak (alışkanlık) olduğu ifade edilmiştir.11

ÖĞLE

Öğle zamanı, bir yılla kıyaslandığında yaz mevsiminin ortasına, insan ömrüyle kıyaslandığında gençliğin kemaline, dünyanın ömrü ile kıyaslandığında dünyada insanın yaradılış devrine benzer ve onlardaki rahmet tecellilerinin nimetlerini hatırlatır.

Öğle, gündüzün kemale erip zevale meylettiği, günlük işlerin belli bir seviyeye getirildiği, iş yoğunluğundan uzaklaşarak kısa bir dinlenmeğe ihtiyaç duyulduğu, fâni dünyanın geçici ve ağır işlerinin verdiği gaflet ve yorgunluktan ruhun teneffüse ihtiyaç hissettiği bir andır. İnsan ruhu, bu sıkıcı atmosferden kurtulmak, Yüce Rabbinin huzuruna çıkıp el bağlayarak nimetlerine şükür ve hamd edip yardım dilemek, celal ve azametine karşı rükû ve secde ile aczini ortaya koymak üzere, öğle namazını kılmaya büyük bir heves ve ihtiyaç duyar. Hele bu namaz Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)'in arkasında kılınacaksa?

Evet, Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem), büyük bir iştiyakla camiye koşan ashabına gün ortasında öğle namazını kıldırırdı. Eğer o gün haftanın cuma günü ise bambaşka bir coşku ile yani bayram havasında namaza hazırlanılırdı. Tırnaklar kesilir, banyo yapılır, yeni elbiseler giyilir, kokular sürülür, her günden daha erken camiye gidilir, Efendimiz'in hutbesine kulak verilir ve ardından da namaz kılınırdı. Özellikle bu namaza çocuk ve kadınlar diğer vakitlere nazaran daha çok iştirak ederlerdi.

Kaynaklarımızda düzenli bir şekilde yenilen öğle yemeğinden söz edilmemektedir. Fıtır sadakası veya bazı kefaretlerin miktarı belirlenirken, günde iki öğün üzerinden hesaplanması gösteriyor ki, sabah ve akşam yemeklerine ek olarak üçüncü bir öğün bulanmamaktadır. Böylece, sabah kahvaltısını sahurda yiyen kişinin günlerini ne kadar kolay bir şekilde oruçlu geçirebileceği de daha iyi anlaşılmaktadır. Aslında günümüzde de iki öğünle yetinmek hem zaman kazanma, hem bütçe dengeleri, hem de sağlık açısından tavsiyeye şayan olmanın ötesinde, uyulması gereken bir sünnettir. Elbette şeker hastalığı vb. durumlar bundan istisna edilir.

Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) zaman zaman ashabına ziyaretlerde bulunur, gündelik meşgalelerini deruhte eder, devlet başkanı olarak kamuyu ilgilendiren işlere bakar, nazil olan ayetleri vahiy kâtiplerine yazdırır, hemen yerine getirilmesi gereken emirler varsa bunları bir münadi vasıtasıyla halka duyurur ve gelen misafirlerle ilgilenirdi. Mesela, hicretin sekizinci yılından itibaren yoğun bir elçiler ziyareti yaşanmıştır. Günün bir bölümü bu elçileri karşılama, ağırlama, soru ve isteklerine cevap verme ve uğurlama ile geçmekteydi.

Arabistan'ın çeşitli bölgelerinde yaşayan kabileler, Müslüman olmak veya Müslüman olduklarını bildirmek ve kabul ettikleri İslâm Dini'nin esaslarını öğrenmek üzere, Peygamber Efendimiz'e heyetler gönderiyorlardı. Bunların sayısı 70'i aşmaktadır. İlk heyet, Hevâzin Kabilesi'nden Hicretin 8'inci yılında gelmişti. Son heyet ise, Yemen'deki Neha' Kabilesi'nden, Hicretin 10'nuncu yılı Şevval ayında gelen heyettir. Söz konusu heyetlerin çoğu, hicretin 9'uncu yılında geldiğinden bu yıla "senetü'l-vüfûd" (elçiler yılı) denilmiştir.

Peygamber Efendimiz, kendisine gelen bu heyetlerle bizzat ilgilenir, onlara ikramda bulunur, her kabilenin hâline ve âdetlerine göre onlarla konuşurdu. Ayrılırken de uygun hediyeler verir, Müslümanlığı öğretmek üzere onlara öğretmenler, mürşitler gönderirdi. O mürşitlere:

"Kolaylaştırın, güçleştirmeyin, müjdeleyin, korkutup nefret ettirmeyin."12

diye tenbihte bulunurdu. Necran Hıristiyanları da gelen heyetlerden biriydi. Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) onlara mescidinde ibadet etme imkânı vermiş ve İslam'ı kabul etmeyen bu heyetle bir antlaşma yaparak geri göndermiştir.

İKİNDİ

İkindi vakti, yıl içinde güz mevsimine, insan ömründe ihtiyarlık vaktine, peygamberlik silsilesinde son Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem)'in saadet asrına benzer. Günlük işlerin sona ermeye başladığı, gün içinde mazhar olduğumuz sağlık, selâmet ve hayırlı hizmet gibi İlahî nimetlerin meyvesinin alındığı zamandır. Güneşin batmaya yüz tutması ile de insan, dünyada bir misafir olduğunu, her şeyin geçici olduğunu anlar. İşte bu zaman diliminde, ebediyet isteyen, ebed için yaratılan ve ayrılıktan acı duyan insan ruhu, ikindi namazını kılarak Allah'a münacât eder, zevalsiz ve nihayetsiz rahmetine iltica eder, hesapsız nimetlerine karşı şükür ve hamd eder.

Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) de bu namaza, Kur'ân'ın işareti (Bakara, 2/238) ile âdeta ayrı bir değer verir ve Hz. Bilâl'in yanık sesiyle ashabını camiye davet ederdi. İkindi vakti mü'mini koruma-kollama ile görevli gece ve gündüz meleklerinin nöbet devir anlarından biri olduğu bilindiği için de namaz sonrası tesbihat daha uzun tutulurdu.Nitekim bir hadis-i şerifte konu şu şekilde anlatılmaktadır:

"Gece bir grup, gündüz de bir grup melek yanınızda olurlar. Bunlar sabah ve ikindi namazları vaktinde bir araya gelir ve nöbet değişimi yaparlar. Rableri namaz kılmış kullarının hallerini en iyi bildiği halde, yine o meleklere: 'Kullarımı ne halde bıraktınız?' diye sorar. Onlar da: 'Biz onları namaz kılar halde bıraktık ve yanlarına da namaz kılarken varmıştık.' derler."13

Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) çok mütevazı bir hayat yaşıyordu. Evde pek hizmetçi bulundurulmadığından, ev halkından biri olarak, yapılacak işlerin hemen tamamına iştirak ediyor ve hanımlarına yardımcı oluyordu. Mesela: Herkes bir iş görürken, O da iştirak ederek, onlarla beraber olmaya çalışır; ayakkabılarını tamir eder, elbisesini yamar, koyun sağar, hayvanlara yem verir, ortalığı süpürür, vs.14

Efendimiz'in pek terk etmediği bir âdeti vardı:Her ikindi namazından sonra hanımlarını dolaşır, onların hâl ve hatırlarını sorar, ihtiyaçlarını tespit ederdi. Akşam da sıra hangi hanımında ise, o hanımının odasında diğer bütün hanımları da toplanır, sohbet ederlerdi. Sonra da herkes kendi hücresine çekilirdi. Bu mutad ziyaretlerinde Evzâc-ı Tâhiratın her biri yanlarında bulunanlardan Efendimiz'e ikram ederlerdi.15

AKŞAM

Akşam vakti, güz mevsiminin sonunda pek çok canlının ölmesine benzer şekilde, hem insanın bir gün vefat edeceğini, hem de kıyametin başlangıcında dünyanın harap olacağını ihtar eder. Böyle bir anda insan ruhu, şu önemli işleri yapan Zat'ın dergâhına durmayı, "Allahü Ekber" diyerek fani olan her şeyden el çekip O'na hamd etmeyi, O'nu tesbih etmeyi, büyüklüğünü bir daha haykırmayı şiddetle arzu eder. Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) de bu arzu ile çoğu zaman güneşin batmasından önce akşam namazını beklemeye başlar, ezan okunur okunmaz hemen Yüce Divan'a dururdu. Farz namazdan sonra "Evvâbin" adıyla bilinen 2-6 rekât namaz kılar ve bunu tavsiye ederdi.16

Yukarıda işaret ettiğimiz gibi, Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) akşam namazından sonra o gün hangi hanımının yanında kalacaksa diğer ev halkı oraya toplanır ve aile sohbeti başlardı. Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem)'in aile yuvası, hem sağlığında hem de ahirete intikal ettikten sonra ilmî faaliyetlerin hiç duraksamadan devam ettiği bir ortam olmuştur. Zira Efendimiz'in vefatından sonra hanımları bu ilim faaliyetini daha geniş bir halkaya açarak devam ettirmişledir. İslam dininin genel olarak pek çok hükmünün yanında, özellikle kadınlarla ilgili bazı özel hükümlerin öğrenilip aktarılmasında ve öğretilmesinde Efendimiz'in aile hayatının büyük fonksiyonu olmuştur. Özellikle bu 'akşam sohbetleri'nin rolü küçümsenemez.

Âdeta bir mektep gibi işleyen akşam sohbetleri, Hz. Aişe validemiz başta olmak üzere, birçok eşsiz âlimin yetişmesine beşiklik etmiştir. Tabii sadece ilmî bahisler konuşulmuyordu; farklı çevre, kültür ve karaktere sahip ev halkı arasında ciddi bir muhabbet oluşuyor, birbirlerini daha iyi tanıyor, risâlet görevinin tatlı ağırlığını Efendimiz'le beraber azaltmaya gayret ediyor, zaman zaman şakalaşıyor,.. kısacası mutlu bir ailede olması gereken ortamı sağlıyorlardı.

YATSI

Yatsı vaktinde karanlık her tarafı kaplar, gündüz görünen şeyler âdeta yokluğa gömülür, sanki vefat etmiş insanın geriye kalan eşyası da arkasından vefat edip unutulur. İmtihan için verilen dünya hayatının bütünüyle sona erdiğinin bir göstergesi gibidir. Âdeta mutlak tasarruf sahibi olan Allah'ın yüceliği, ülfet perdesine sık sık gömülen insanoğluna bir daha gösterilmektedir. Çünkü Allah (c.c.) gece ile gündüzü, kış ve yazı, dünya ve âhireti bir kitabın sayfaları gibi kolaylıkla çevirir, yazar, bozar, değiştirir. İşte aciz, zaif, muhtaç ve geleceği karanlık gören insan, bu vakitte yatsı namazını kılarak, her şeye gücü yeten ve gerçek bir dost olan Allah'a yönelir, dayanır ve sığınır. Onu unutan ve karanlığa gömülen dünyayı, o da unutup, dertlerini dergâh-ı rahmete döker. Ayrıca ne olur ne olmaz, ölüme benzeyen uykuya dalmadan önce son ibadetini yapıp, günlük hesap defterini güzelliklerle kapatmak ister.

Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) de ashabına yatsı namazını kıldırır ve önemli bir durum olmazsa,17 kimseyle konuşmadan dinlenmeye çekilirdi. Uyumaya geçmeden önce dua ederdi. Bilindiği gibi O'nun hayatında dua pek büyük bir yere sahipti. Günün her saatine dağılan duaları hakkında özel kitaplar yazılmıştır. Zira dua Kur'ân'ın ifadesiyle insanlığın değer ölçüsüdür. Hz. Aişe validemiz, O'nun yatmadan önce yaptığı dua ve uygulamayı şu şekilde anlatmaktadır:

6.Sınıf Hz Muhammedin Hayatı Test Pdf İndir

6.Sınıf Hz Muhammedin Hayatı Test

İNDİR

        6.Sınıf Hz Muhammedin Hayatı Test Hakkında:

Hz Muhammedin Hayatı çalışmasını İNDİR butonundan bilgisayarınıza indirebilirsiniz. Ancak istersenizTIKLA ÇÖZbutonundan da çevrimiçi çözebilirsiniz.

Bu metin özellikle Hz Muhammedin Hayatı çalışmasını tanıtmak için hazırlanmıştır. Bu nedenle teknik bir metindir. Bunun yanında Hz Muhammedin Hayatı testinin cevap anahtarı aşağıda verilmiştir. Ancak Hz Muhammedin Hayatı testi sorularını görmek için İNDİR butonunu kullanmalısınız.

PDF Hz Muhammedin Hayatı Testi Cevap Anahtarı:

CEVAP ANAHTARI

  1. D
  2. C
  3. A
  4. C
  5. B
  6. A
  7. D
  8. B
  9. A
  10. D
  11. D
  12. A
  13. C
  14. D
  15. A
  16. B
  17. C
  18. A
  19. C
  20. D

       Hz Muhammedin Hayatı Testi Hakkında:

Pdf Hz Muhammedin Hayatı testi ilk olarak eğitim programlarına göre hazırlanmıştır. Ayrıca Hz Muhammedin Hayatı çalışması oluşturulurken MEB kazanımları dikkate alınmıştır. Hz Muhammedin Hayatı testi hazırlanırken genellikle ders kitabı içeriklerinden yararlanılmıştır. Cevap anahtarlı Hz Muhammedin Hayatı testi özellikle kazanım temelli sorulardan oluşmaktadır. Diğer yandan Hz Muhammedin Hayatı çalışmasında kısa konu anlatımlarına da yer verilmiştir. Ayrıca Hz Muhammedin Hayatı testi hazırlanırken sınıf içi uygulamalardan da yararlanılmıştır.

testimiz.com

       PDF Hz Muhammedin Hayatı Testi Soru Yapısı:

Genellikle Hz Muhammedin Hayatı testleri 10, 12, 15 ya da 20 sorudan oluşmaktadır. Hz Muhammedin Hayatı soruları sınıf seviyesine göre 3 veya 4 seçenekten meydana gelmektedir. Özellikle 1,2 ve 3.sınıflarda 3 seçenekli sorular tercih edilmiştir. Diğer yandan 4.sınıflarda ve ikinci kademede özellikle 4 seçenekli sorular kullanılmıştır. Ancak Hz Muhammedin Hayatı testi için seçenek sayısı zorluk seviyesini belirlemektedir. Hz Muhammedin Hayatı testi için her sorunun özellikle bir cevap hakkı vardır. Ancak istediğiniz zaman cevap seçeneğini değiştirebilirsiniz.

       Hz Muhammedin Hayatı Test Çalışması Hakkında:

       PDF Hz Muhammedin Hayatı test çalışması genellikle sıralı bir yapıya sahiptir. Başka bir deyişle sorular konu anlatımı sırasına göre oluşturulmuştur. Hz Muhammedin Hayatı testinde soru veya seçenekler konu anlatımlıdır. Böylelikle test çözerken öğrenme süreci devam etmektedir. Kısacası Hz Muhammedin Hayatı testini çözerken öğrenme sağlanmaktadır. Ancak online çözme bağlantısı da birlikte verilmiştir.

        Cevaplı Hz Muhammedin Hayatı Testi Değerlendirme:

PDF Hz Muhammedin Hayatı testini çözdükten sonra cevaplarınızı aynı sayfadan kontrol edebilirsiniz. Ancak cevap anahtarı bu sayfada yayınlanmıştır. Ayrıca Hz Muhammedin Hayatı testini online çözerek te değerlendirebilirsiniz. Diğer yandan başka çalışmalara dokümanlar bölümünden ulaşabilirsiniz.

testimiz.com.tr

       PDF Hz Muhammedin Hayatı Testi Telif Hakkı:

Genellikle Hz Muhammedin Hayatı testi intihal denetimi yapılarak hazırlanmıştır. Özellikle Hz Muhammedin Hayatı testinin özgün olmasına özen gösterilmiştir. Böylece Hz Muhammedin Hayatı testinin bütün hakları testimiz.com sitesine aittir. Başka bir deyişle Hz Muhammedin Hayatı testi ticari amaçla kullanılamaz. Başarılar…

HZ MUHAMMEDİN HAYATI TEST ÇÖZ TEST SORULARI PEYGAMBERİMİZİN HAYATI TEST ÇÖZ TEST SORULARI (SAV) (12) (DİN KÜLTÜRÜ TEST ÇÖZ TEMEL DİNİ BİLGİLER TEST SORULARI SORU BANKASI)

1- Peygamberimizin gençliğinde bir düğüne gitmesi sırasında orada uyuyakalması, eğlenceye ve kötü alışkanlığa yönelmemesi onun hangi özelliğini vurgular?

a- İsmet sıfatını  

b- Fetanet sıfatını

b- Tebliğ sıfatını

d- Emin sıfatını




2- Hz Muhammed, ”Sizler sağır ve uzaktaki birine değil, her şeyi duyan ve gören Allah’a dua ediyorsunuz.” demiştir. Buna göre aşağıdakilerden hangisi yanlıştır?

a) Allah bize çok yakındır; dua ettiğimizde ona karşılık verir
b) Allah’ın bizi duyması için feryatlar etmeliyiz.
c) Sessizce dua ettiğimizde de Allah bizi duyar.
d) Gösteriş için yüksek sesle dua etmemek gerekir.

3- Peygamberimizin mescidinin yanındaki odalarda kalırlardı Peygamberimizin özel talebesiydiler İhtiyaçlarının karşılanmasıyla, eğitim ve öğretimleriyle peygamberimiz ilgilenirdi

Yukarıda özellikleri verilen kişilere ne ad verilir?

a) Ensar             

b) Muhacir

c) Ashabı Kehf 

d) Ashabı Suffe




4- Hz. Muhammed (S.A.V.) Medine’ye misafir olarak gelen Hıristiyan bir gruba Mescid-i Nebevi’nin bir köşesinde kendi dinlerine göre ibadet etmelerine müsaade etmiştir.

Hz. Muhammed’in bu davranışı O’nun aşağıda sahip olduğu özelliklerinden daha çok hangisinin içerisinde değerlendirilir?

A) Hoşgörü  

B) Sabır

C) İsmet 

D) Tebliğ




5.Kendisinden bir giysi daha isteyen kızına bir tane dahi elbise bulunmayan insanların olduğunu hatırlatarak, onun bu isteğini nazik bir şekilde geri çeviren Peygamberimiz bizlere nasıl örnek olmak istemiştir?

A) Cömert Olmak

B) Lüks Yaşamak

C) İsraftan Kaçınma

D) Çocukların Dediğini Yapmak




 

6.Hz. Muhammed (SAV)’in ilk eşi aşağıdakilerden hangisidir?

A)Hz Ayşe

B)-Hz Zeynep

C)Hz Hatice

D)-Hz Ümmü Seleme




 

7.Hz. Muhammed eşi, çocukları ve torunlarıyla zaman geçirmeyi sever, gerektiğinde çocuk ve torunları ile oynar, onlarla yakından ilgilenirdi.

Buna göre aşağıdakilerden hangisi Hz. Muhammed’in bu özelliğini ifade eder?

A) Hz. Muhammed’in zamanı çoktu

B) Hz. Muhammed aile bireylerini çok severdi.

C) Hz. Muhammed oyun oynamayı  severdi.

D) Hz. Muhammed’in  ailesi genişti




 

8-Peygamberimize (s.a.v) İslâm’dan önce güvenilirliğinden dolayı Mekkelilerin verdikleri lakap aşağıdakilerden hangisidir?

A) Muhammed Mustafa

B) Muhammedü’l-Emin

C) Muhammed’ünResûlullah

D) Ebu Kasım




 

9- Hz. Muhammed (SAV) bir sözünde “iman ettim de ve sonra dosdoğru ol” diyerek aşağıdakilerden hangisini vurgulamıştır?

A) Salih amelin önemini

B) Allah’a iman etmeyi

C) İnanç davranış ilişkisini

D) Yalancılığın kötü olduğunu




10- Hz. Muhammed (SAV) e “Ey bürünüp sarınan kalk ve uyar…” ayeti geldikten sonra Mekkelilere putlara tapmanın yanlış olduğunu çekinmeden açık yüreklilikle ilan etmesi onun aşağıdaki özelliklerinden hangisini yansıtır?

A) Cesaretini     

B) Güvenilirliğini

C) Cömertliğini

D) Adaletin




11.Hz. Muhammed’in , sofraya oturduğu zaman eşine, “Bu yemekten komşuya da verdin mi?” diye sorması, O’ nun aşağıda verilen tutumlardan hangisiyle ilgili değildir?

A) Komşularını sevdiği

B) Yardımsever ve cömert olduğu

C) Komşuluk haklarına uymaya önem verdiği

D) Ailesini gözetip kolladığı




 

12- Hz. Muhammed’in “Hiçbiriniz, kendisi için arzu ettiğini, kardeşi için de arzu etmedikçe, gerçekten iman etmiş sayılmaz.” sözü öncelikle aşağıda verilen güzel huylardan hangisini ifade etmektedir?

A) Edep ve Haya (utanmak)

B) Vefa ve Doğruluk

C) Dostluk ve Arkadaşlık

D) Şefkat ve Merhamet




13-İlim, müminin yitik malıdır. Onu nerede bulursa alır.”“İlim Çin’de de olsa alınız.”

Yukarıda verilen hadisler peygamberimizin hangi özelliğini gösterir?

a) Allah’a ibadet ettiğini

b) Güvenilir oluşunu

c) Hakkı gözetmesini

d) Bilme önem verdiğini




14- ”Ey Müslümanlar, şayet birinize haksız muamelede bulunmuşsam onu ödemeye hazırım. Kimin hakkı varsa işte şahsım işte malım gelsin alsın.

Hadisinden aşağıdaki sonuçlardan hangisi çıkarılamaz?

A)Müslümanları cesaretlendirmek istemesi

B)Müslümanlara örnek olması

C)Kul hakkına verdiği önem

D)Söylediğini kendi hayatında uygulaması




15- Bir gün peygamberimiz ashabıyla birlikte otururlarken bir cenaze geçer. Peygamberimiz hemen ayağa kalkar. Çevresindekiler, geçen cenazenin Müslüman’a ait olmadığını bir Yahudi cenazesi olduğunu söylerler. Peygamberimiz:” Olsun, bir Yahudi de olsa insandır” diyerek cevap verir.

Bu olay peygamberimizin en çok hangi yönünü gösterir?

a) Sabrı

b) Cesareti

c) Sözünde durması

d) İnsanlara değer vermesi




16.Peygamberimizle ilgili olarak aşağıda verilen bilgilerden hangisi yanlıştır?

A) 25 yasında Hz. Hatice ile evlenmiştir.

B) Ahlakı ve dürüstlüğü ile herkesin güvenini kazanmıştır.

C) Ticaretle uğraşmıştır.

D) Peygamberimiz 25 yasında peygamber olmuştur




 

17.Hz. Muhammed (sav) ayakkabılarını, giysilerini ve eşyalarını tamir ederdi. Temizlikle ilgilenirdi. Eve su getirir, hayvanların bakımını yapardı.Bu davranışları onun aile ilişkileriyle ilgili bize nasıl bir fikir vermektedir?

A) Çok sert bir erkek olduğunu

B) Paylaşımcı olmadığını

C) Her konuda başarılı olduğunu

D) Yardımlaşmayı sevdiğini





18- Hz. Muhammed (sav) insanların onurunun kırılmasını istememiştir. Yaşadığı toplumda güçsüz, kimsesiz ve haksızlığa uğrayanların haklarını savunmuştur. Savaş esirlerine iyi davranılmasını istemiş, kadın ve kız çocuklarının aşağılanmasına karşı çıkmıştır.

Yukarıdaki cümlelerde Hz. Muhammed’in daha çok hangi özelliği ön plana çıkarılmıştır.

A) İnsanlara değer vermesi

B) Güvenilir olması

C) Hoşgörülü olması

D) Adaletli olması




19. Kuranı peygamberimize kim getirmiştir?

a) İsrafil(a.s.) 

b) Mikail(a.s.)

c) Azrail(a.s.)  

d) Cebrail(a.s.)



20- Peygamberimizin insanlara karşı tutumuyla ilgili olarak aşağıda verilen bilgilerden hangisi yanlıştır?

 21- Peygamberimiz küçüklüğünden beri herkesin güven duyduğu bir kimsedir. Emanetleri korumuş, adaletli ve dürüst bir kişi olmuştur. Mekkeliler peygamberimize bu özelliklerinden dolayı hangi lakabı vermişlerdir?

a) Merhametli Muhammet
b) Adaletli Muhammet
c) Sabırlı Muhammet
d) Güvenilir Muhammet

23. Hz. Muhammed hangi ülkede dünyaya geldi ?

A. Türkiye  

B. Arabistan

C. Suriye 

D. Tunus

 24. Hz. Muhammed hangi şehirde doğdu ?

A. Mekke     

B. Medine

C. Cidde  

D. Necit

25. Peygamberimiz Hz. Muhammed'in babasının adı nedir ?

A. Abdullah 

B. Abdülmuttalip 

C. Vehb 

D. Ebu Talip











 Hazırlayan: Tayfun Nasuhbeyoğlu

Nisan 2006 İstanbul

 

1-) Hz. Muhammed’in adını kim koydu?

A-) Babası

B-) Dayısı

C-) Dedesi

D-) Amcası

 

2-) Peygamber efendimiz hangi ayda doğmuştur?

A-) Rebiülevvel

B-) Muharrem

C-) Şevval

D-) Recep

 

3-) Peygamber efendimiz hangi şehirde doğdu?

A-) Medine

B-) Taif

C-) Mekke

D-) Bağdat

 

4-) Hacılarımızın Mekke’den getirdikleri suyun özel adı nedir?

A-) Damaca suyu

B-) Kaynak suyu

C-) Göze suyu

D-) Zemzem suyu

 

5-) Peygamberimizin Mekke’deki baskı ortamından Medine’ye gitmek zorunda kalmasına İslam Tarihinde ne ad verilir?

A-) Kaçış

B-) Ziyaret

C-) Hicret

D-) Yolculuk

 

6-) Aşağıdakilerden hangisi Peygamberimize vahiy getiren meleğin adıdır?

A-) Azrail

B-) Cebrail

C-) İsrafil 

D-) Mikail

 

7-) Müslümanlar ilk kez hangi ülkeye hicret ettiler?

A-) Mekke

B-) Medine

C-) Taif

D-) Habeşistan

 

😎 Peygamberimize ilk inen ayetler hangi surede bulunur?

A-) Alak suresi

B-) Bakara suresi

C-) Enam suresi

D-) Rahman suresi

 

9-) Peygamber Efendimize inanmış yakın arkadaşlarına ne ad verilir?

A-) Akraba

B-) Sahabe

C-) Dayı

D-) Yardımcı

 

10-) Hz. Muhammed’e Peygamberlik kaç yaşındayken verilmiştir?

A-) 25 yaşında

B-) 30 yaşında

C-) 35 yaşında

D-) 40 yaşında

 

11-) Peygamber Efendimize düşmanlık eden ve getirdiği mesajın yayılmasına engel olmak isteyen amcasının meşhur olmuş adı aşağıdakilerden hangisidir?

A-) Utbe B. Rebia

B-) Ebu Leheb

C-) Ebu Cehil

D-) Mugire b. Şube

 

12-) Aşağıdakilerden hangisi Müslüman olan ilk dört kişiden birisidir?

A-) Hz. Ömer

B-) Hz. Bilal

C-) Hz. Ali

D-) Hz. Osman

 

13-) Peygamber efendimizin ilk eşi ve en büyük destekçisi olan hanımının adı aşağıdakilerden hangidir?

A-) Hz. Aişe

B-) Hz. Sevde

C-) Hz. Maria

D-) Hz. Hatice

 

14-) Peygamber efendimizin Mekke’den Medine’ye birlikte hicret ettiği yanında bulunan arkadaşı ve aynı zamanda kayınbabası olan ünlü şahıs aşağıdakilerden hangisidir?

A-) Hz. Ebu Bekir

B-) Hz. Ömer

C-) Hz. Osman

D-) Hz. Ali

 

15-) Aşağıdaki savaşlardan hangisi Müslümanların Mekkeli putperestlerle yaptığı ilk savaşın adıdır?

A-) Bedir savaşı

B-) Uhud savaşı

C-) Hendek savaşı

D-) Mute savaşı

 

16-) Kâbe’nin bulunduğu şehir aşağıdakilerden hangisidir?

A-) Medine

B-) Mekke

C-) Şam

D-) Bağdat

 

Cevaplar

nest...

çamaşır makinesi ses çıkarması topuz modelleri kapalı huawei hoparlör cızırtı hususi otomobil fiat doblo kurbağalıdere parkı ecele sitem melih gokcek jelibon 9 sınıf 2 dönem 2 yazılı almanca 150 rakı fiyatı 2020 parkour 2d en iyi uçlu kalem markası hangisi doğduğun gün ayın görüntüsü hey ram vasundhara das istanbul anadolu 20 icra dairesi iletişim silifke anamur otobüs grinin 50 tonu türkçe altyazılı bir peri masalı 6. bölüm izle sarayönü imsakiye hamile birinin ruyada bebek emzirdigini gormek eşkiya dünyaya hükümdar olmaz 29 bölüm atv emirgan sahili bordo bereli vs sat akbulut inşaat pendik satılık daire atlas park avm mağazalar bursa erenler hava durumu galleria avm kuaför bandırma edirne arası kaç km prof dr ali akyüz kimdir venom zehirli öfke türkçe dublaj izle 2018 indir a101 cafex kahve beyazlatıcı rize 3 asliye hukuk mahkemesi münazara hakkında bilgi 120 milyon doz diyanet mahrem açıklaması honda cr v modifiye aksesuarları ören örtur evleri iyi akşamlar elle abiye ayakkabı ekmek paparası nasıl yapılır tekirdağ çerkezköy 3 zırhlı tugay dört elle sarılmak anlamı sarayhan çiftehan otel bolu ocakbaşı iletişim kumaş ne ile yapışır başak kar maydonoz destesiyem mp3 indir eklips 3 in 1 fırça seti prof cüneyt özek istanbul kütahya yol güzergahı aski memnu soundtrack selçuk psikoloji taban puanları senfonilerle ilahiler adana mut otobüs gülben ergen hürrem rüyada sakız görmek diyanet pupui petek dinçöz mat ruj tenvin harfleri istanbul kocaeli haritası kolay starbucks kurabiyesi 10 sınıf polinom test pdf arçelik tezgah üstü su arıtma cihazı fiyatları şafi mezhebi cuma namazı nasıl kılınır ruhsal bozukluk için dua pvc iç kapı fiyatları işcep kartsız para çekme vga scart çevirici duyarsızlık sözleri samsung whatsapp konuşarak yazma palio şanzıman arızası