Часть первая
Aradan seneler geçti. Yabancı bir şehirde, Прошли годы. И вот сейчас, в чужом
yabancı bir otel odasında, sırf bitip городе, в незнакомой гостинице, я одна
tükenmeyecek gibi görünen bir gecenin в комнате и пишу в дневнике все, что
yalnızlığına karşı koymak için hatıralarımı могу вспомнить. Пишу только для того,
yazmaya başladığım bu saatte, bir elim чтобы победить ночь, которая, кажется,
yine aynı küçük çocuk tavrıyla saçlarımı длится вечность!.. И опять, как в
çekiştiriyor, gözlerimin üstüne indirmeye далеком детстве, я тереблю свои
uğraşıyor. волосы, опускаю прядь на глаза...
Bunun sebebine gelince, öyle sanıyorum Как родилась эта привычка?.. Мне
ki, ben etrafındaki hayata pek fazla kendini кажется, в детстве я была слишком
kapıp koyveren, hafif ve dikkatsiz bir беспечным, чересчур легкомысленным
çocuktum. ребенком, который бурно реагировал на
все проявления жизни, бросаясь в ее
объятия.
Besbelli sıkı zamanlarda kendi kendimle, Вслед за этим неизменно наступали
kendi fikirlerimle yalnız kalmak için разочарования. Вот тогда-то, стараясь
gözlerimle dünya arasında, bu saçlardan остаться наедине с собой, со своими
bir perde koymaya çalışıyordum. мыслями, я пыталась сделать из своих
волос покрывало, отгородиться им от
всего мира.
Kalem sapını kebap şişi gibi dişlerimin Что касается привычки грызть ручку,
arasında çevirmeye gelince, onun точно вертел с шашлыком, этого,
hikmetini doğrusu kendim de pek откровенно говоря, я объяснить не могу.
anlamadım.
Bütün bildiğim, dudaklarımdan mor Помню только, что от чернил губы у
mürekkep lekelerinin eksik olmadığı ve bir меня постоянно были фиолетового
genç kız hali alır gibi olduğum bir yaşta, цвета. Однажды (я была уже довольно
beni bir gün mektepte ziyarete gelen взрослой девочкой) меня пришли
birisinin karşısına adeta bıyık çekmiş gibi навестить в пансион. Я вышла на
çıkarak yerin dibine geçtiğimdir. свидание с намалеванными под носом
усами, а когда мне сказали об этом,
чуть не сгорела от стыда.
Garibi şu ki, Sör Aleksi, siyah elbisesinin А ведь предстань теперь передо мной
içinde filiz gibi boyu, bembeyaz koleret'i ile сестра Алекси, похожая на
alnına kaldırılmış bir saraylı yaşmağına обуглившуюся жердь в своем черном
benzeyen başlığı arasında sivilceli kansız платье с ослепительно белым
yüzü, narçiçeği kırmızılığındaki воротничком, с бескровным
dudaklarıyla şimdi karşımda belirse ve прыщеватым лицом в обрамлении
bana tekrar o suali sorsa, galiba aynı капюшона, напоминающего женскую
cevaptan başkasını bulamayacağım; yine чадру, откинутую на лоб, с губами,
balık gibi göl içinde doğduğumu красными, как гранатовый цветок, –
söylemeye başlayacağım. предстань она теперь передо мной и
задай тот же самый вопрос, я, наверно,
не смогла бы ответить иначе, чем тогда
на уроке французского языка, и опять
стала бы доказывать, что родилась, как
рыба, в озере.
Sonraları öteden beriden öğrendiğime Уже позже я узнала, что это озеро
göre bu göl, Musul taraflarında, adını bir находится в районе Мосула, возле
türlü aklımda tutamadığım bir küçük köyün маленькой деревушки, название
yanı başındadır ve benim uçsuz bucaksız которой я всегда забываю; и мое
denizim bir ağaç kümesi arasında, kuru bir бескрайнее, безбрежное море – не что
ırmaktan kalma bir avuç sudan başka bir иное, как крохотная лужица, остатки
şey değildir. пересохшей реки, с несколькими
деревцами на берегу.
* xxx
Annemi bana benzetirler. Hele babamla Все говорят, я очень похожа на мать. У
evlendiği seneden kalma bir fotoğrafı меня есть фотография, где отец и мать
vardır ki benim modelim gibidir. сняты в первый год после свадьбы.
Действительно, я – ее копия.
Beni İstanbul'a neferimiz Hüseyin getirdi. В Стамбул меня отвез наш денщик
Хюсейн.
Lüks bir vapurda kılıksız bir Arap neferinin Представьте себе роскошный пароход и
İşte o günden sonra adım unutulmuş ve И с того дня мое настоящее имя было
herkes beni "Çalıkuşu" diye çağırmaya словно забыто. Все называли меня
başlamıştı. только Чалыкушу.
Bilmem nasıl, sonradan bu isim, aile Не знаю, как это случилось, но мои
arasında aldı yürüdü ve Feride adı bayram домашние тоже потом начали звать
elbiseleri gibi pek sayılı günlerde kullanılan меня по прозвищу. А мое подлинное
resmi bir ad olup kaldı. имя, Феридэ, сделалось официальным
и употреблялось очень редко, точно
праздничный наряд.
Çalıkuşu benim hem hoşuma gider, hem Имя Чалыкушу нравилось мне, оно
işime yarardı. Bir münasebetsizliğimden даже выручало меня. Стоило кому-
şikâyet edildiği vakit fütursuzca omuzlarımı нибудь пожаловаться на мои проделки,
silker, "Ne yapayım? Bir Çalıkuşu'ndan ne я только пожимала плечами, как бы
beklenir?" derdim. говоря: "Я тут ни при чем... Что же вы
хотите от Чалыкушу?.."
Ara sıra mektebimize, çenesinde keçi К нам в школу приходил аббат в очках,
sakalına benzeyen bir küçük sakal taşıyan, с маленькой козьей бородкой.
gözlüklü bir papaz gelip giderdi.
Bir gün el işi makasıyla saçımdan kestiğim Как-то раз ножницами для рукоделья я
bir parçayı zamkla çeneme yapıştırdım. выстригла у себя клок волос и
прилепила его клеем на подбородок.
Hoca benim tarafıma baktığı zaman Когда священник смотрел в мою
çenemi avuçlarımın içine saklıyor, o başını сторону, я прикрывала подбородок
öte yana çevirince ellerimi açıp sakalımı руками, но стоило ему отвернуться, как
sallayarak papazın taklidini yapıyor ve я тотчас открывала лицо, мотала
çocukları güldürüyordum. головой из стороны в сторону,
подражая нашему аббату. Класс умирал
со смеху.
Muallimimiz, bu kahkahaların sebebini bir Аббат никак не мог понять причин
türlü anlamayarak öfkesinden çığlık çığlığa нашего веселья, выходил из себя и
bağırıyordu. даже бранился.
Evet, ben hakikaten garip, anlaşılmaz bir Да, я была действительно очень
çocuktum. Hocalarımın zayıf damarlarını странной и сумасбродной девочкой. Я
yakalamıştım. Her birinin en ziyade neden хорошо изучила слабости наших
üzüleceğini gayet iyi keşfeder ve ona göre воспитательниц и изобретала
işkenceler hazırlardım. всевозможные пытки, зная, кого как
надо изводить.
Mesela Sör Matild isminde ihtiyar ve son Например, у нас была старая, крайне
Yaz tatili sonlarında mektebimiz, bir zaman Первые три месяца после летних
için için kaynar, bu taşkınlık ancak birinci каникул наш пансион напоминал
üç ay imtihanına doğru yatışırdı. вулкан, в недрах которого кипят и
бурлят страсти. Разрядка наступала
Bu masum yalvarma jesti mektepte sörler Трюк с подобной невинной позой был
ve dindar talebelerin Meryem ve İsa уже много раз проверен и испытан. Я
karşısında dua ederken aldıkları bir jestti. заимствовала ее у сестер и набожных
учениц, когда они молились Деве Марии
и Иисусу Христу.
Tesiri herhalde çok zaman tecrübe Судя по тому, что такая поза вполне
edilmişti. Asırlarca müddetle bu ilahi ana устраивала и Пресвятую Мать, и ее
oğlu bile kandırmış olduğuna göre, bu сына уже много веков, старичка она и
ihtiyarcığı da haydi haydi rikkate подавно должна была растрогать.
getirecekti.
Tahminimde aldanmamıştım. Komşu, bu Я не ошиблась, сосед попался на
riyakâr nedamete ve sesimdeki titreyişe удочку. Лицемерное раскаяние и
aldandı, yumuşadı; neyse bana güzelce bir умелая дрожь в моем голове ввели его
şey söylemek lüzumunu hissederek: в заблуждение. Он смягчился и счел
необходимым сказать мне что-нибудь
приятное.
– Böyle dikkatsizliklerin yetişmiş bir – А не думаете ли вы, ханым, –
küçükhanıma zararı dokunabileceğini улыбнулся он, – что подобная
düşünmüyor musunuz? dedi. рассеянность может повредить такой
взрослой симпатичной девушке?
Maksadı gayet iyi anladığım halde, Я прекрасно понимала, что старичок
gözlerimi açarak: хочет пошутить со мной, однако широко
раскрыла глаза и удивленно спросила:
– Niçin acaba efendim? dedim. – Это почему же, эфендим?
Elini güneşin yandan vuran ışıklarına siper Заслонившись рукой от солнца, старик
ederek dikkatli dikkatli bana bakıyor, пристально смотрел мне в лицо,
gülüyordu: продолжая улыбаться:
– Mesela sizi oğluma almakta tereddüt – А вдруг я буду колебаться: годитесь
edebilirim. Ben de güldüm. ли вы в невесты моему сыну?
– O cihetten sigortalıyım beyefendi; zaten – О, тут я застрахована, бей-эфенди, –
uslu bir kız olsam da almazdınız. засмеялась я в ответ. – Вы бы не
O senenin yazında bu ağaca çıkmak illeti Тем же летом моя страсть лазать по
yüzünden başıma bir şey daha geldi. деревьям привела еще к одной истории.
Bir ağustos mehtabı gecesiydi. Köşke bir Сияла лунная августовская ночь. В
alay misafir gelmişti. Bunlar arasında особняке было полным-полно гостей,
Neriman diye yirmi beşlik bir dul vardı ki, среди которых выделялась молодая
ara sıra köşkü şereflendirmesi bir vaka вдова по имени Нериман, изредка
* xxx
ÖN KAPAKTAKİ at ve arka kapağın yüzeyi, Caminin Heft Evreng'inin 1556'da Sultan İbrahim Mirza tarafından yaptırılmış ya...
Author: Orhan Pamuk
This content was uploaded by our users and we assume good faith they have the permission to share this book. If you own the copyright to this book and it is wrongfully on our website, we offer a simple DMCA procedure to remove your content from our site. Start by pressing the button below!
Report copyright / DMCA form
ÖN KAPAKTAKİ at ve arka kapağın yüzeyi, Caminin Heft Evreng'inin 1556'da Sultan İbrahim Mirza tarafından yaptırılmış yazmasının, Marianna Shreve Simpson tarafından Sultan İbrahim Mirza's Haft Awrang adlı kitabında yayımlanmış fotoğraflarından- yorgan altındaki sevgililer, mavi topraktaki çiçek, parmağı ağzında Safevi genci ve Çin-Türkmen tarzı bulutlar, Firdevsi'nin Şehnamesinin 1522'de Safevi Şahı Tahmasp tarafından yaptırılmasına başlanmış yazmasının Stuart Cary Welch'in A King’s Book of Kings adlı kitabında yayımlanmış ayrıntı fotoğraflarından; kapağın üst ve alt çerçeveleri Şükrü Bitlisi'nin Selimnamesi'nin 1597'de yapılmış bir yazmasının cildinin ve ön kapaktaki kadının gözleri, 1360 yıllarında Tebriz'de hazırlanmış bir Miraçname nüshasının, Filiz Çağman, Zeren Tanındı ve J.M. Rogers'ın The Topkapı Saray Museum, The Albuıns and Illustrated Manııscripts adlı kitabındaki fotoğraflarından alındı.
İletişim Yayınları 510 • Çağdaş Türkçe Edebiyat 74 ISBN 975-470-71.1-1 © 1998 İletişim Yayıncılık A. Ş. 1. BASKI İstanbul, Aralık 1998 (50.000 adet)
KAPAK VE SAYFA TASARIMI Hakkı Mısırlıoğlu DİZGİ ve UYGULAMA Hüsnü Abbas KAPAK, K BASKI ve CİLT Mart Matbaacılık
İletişim Yayınları Klodfarer Cad. iletişim Han No. 7 Cağaloglu 34400 istanbul Tel: 212.516 22 60-61-62 • Fax: 212.516 12 58 e-mail: [email protected] • web: www.iletisim.com.tr
Rüya'ya
Bir adam öldürdüler ve aralarında tartıştılar. Kuran, Bakara, 72
Körle gören bir olmaz. Kuran, Fâtır, 19
Doğu da Batı da Allah'ındır Kuran, Bakara, 115
İÇİNDEKİLER
1. B e n Ö l ü y ü m ................................................................................................................. 6 2. B e n i m A d ı m K a r a ................................................................................................... 8 3. B e n , K ö p e k ................................................................................................................. 10 4. K a t i l D i y e c e k l e r B a n a ..................................................................................... 12 5. B e n E n i ş t e n i z i m .................................................................................................... 16 6. B e n , O r h a n ................................................................................................................. 19 7. B e n i m A d ı m K a r a ................................................................................................. 22 8. B e n i m A d ı m E s t e r ................................................................................................ 24 9. B e n , Ş e k ü r e ............................................................................................................... 26 10. B e n B i r A ğ a c ı m .................................................................................................... 30 11. B e n i m A d ı m K a r a ............................................................................................... 32 12. B a n a K e l e b e k D e r l e r ....................................................................................... 37 13. B a n a L e y l e k D e r l e r .......................................................................................... 41 14. B a n a Z e y t i n D e r l e r ........................................................................................... 44 15. B e n i m A d ı m E s t e r .............................................................................................. 47 16. B e n , Ş e k ü r e ............................................................................................................. 50 17. B e n E n i ş t e n i z i m .................................................................................................. 53 18. K a t i l D i y e c e k l e r B a n a ................................................................................... 56 19. B e n , P a r a ................................................................................................................... 59 20. B e n i m A d ı m K a r a ............................................................................................... 62 21. B e n E n i ş t e n i z i m .................................................................................................. 64 22. B e n i m A d ı m K a r a ............................................................................................... 67 23. K a t i l D i y e c e k l e r B a n a ................................................................................... 70 24. B e n i m A d ı m Ö l ü m .............................................................................................. 73 25. B e n i m A d ı m E s t e r .............................................................................................. 75 26. B e n , Ş e k ü r e ............................................................................................................. 79 27. B e n i m A d ı m K a r a ............................................................................................... 86 28. K a t i l D i y e c e k l e r B a n a ................................................................................... 89 29. B e n E n i ş t e n i z i m .................................................................................................. 95 30. B e n , Ş e k ü r e ........................................................................................................... 101 31. B e n i m A d ı m K ı r m ı z ı ...................................................................................... 105 32. B e n , Ş e k ü r e ........................................................................................................... 107 33. B e n i m A d ı m K a r a ............................................................................................. 110 34. B e n , Ş e k ü r e ........................................................................................................... 116 35. B e n , A t ...................................................................................................................... 123 36. B e n i m A d ı m K a r a ............................................................................................. 125 37. B e n E n i ş t e n i z i m ................................................................................................ 130 38. Ü s t a t O s m a n , B e n ............................................................................................. 133 39. B e n i m A d ı m E s t e r ............................................................................................ 137 40. B e n i m A d ı m K a r a ............................................................................................. 140 41. Ü s t a t O s m a n , B e n ............................................................................................. 142 42. B e n i m A d ı m K a r a ............................................................................................. 149 43. B a n a Z e y t i n D e r l e r ......................................................................................... 154 44. B a n a K e l e b e k D e r l e r ..................................................................................... 155 45. B a n a L e y l e k D e r l e r ........................................................................................ 156
46. K a t i l D i y e c e k l e r B a n a ................................................................................. 157 47. B e n , Ş e y t a n ............................................................................................................ 161 48. B e n , Ş e k ü r e ........................................................................................................... 163 49. B e n i m A d ı m K a r a ............................................................................................. 165 50. B i z , İ k i A b d a l ..................................................................................................... 171 51. Ü s t a t O s m a n , B e n ............................................................................................. 173 52. B e n i m A d ı m K a r a ............................................................................................. 180 53. B e n i m A d ı m E s t e r ............................................................................................ 188 54. B e n , K a d ı n .............................................................................................................. 195 55. B a n a K e l e b e k D e r l e r ..................................................................................... 198 56. B a n a L e y l e k D e r l e r ........................................................................................ 204 57. B a n a Z e y t i n D e r l e r ......................................................................................... 208 58. K a t i l D i y e c e k l e r B a n a ................................................................................. 213 59. B e n , Ş e k ü r e ........................................................................................................... 224
1
1. B e n Ö l ü y ü m
Şimdi bir ölüyüm ben, bir ceset, bir kuyunun dibinde. Son nefesimi vereli çok oldu, kalbim çoktan durdu, ama alçak katilim hariç kimse başıma gelenleri bilmiyor. O ise, iğrenç rezil, beni öldürdüğünden iyice emin olmak için nefesimi dinledi, nabzıma baktı, sonra böğrüme bir tekme attı, beni kuyuya taşıdı, kaldırıp aşağı bıraktı. Taşla önceden kırdığı kafatasım kuyuya düşerken parça parça oldu, yüzüm, alnım, yanaklarım ezildi yok oldu; kemiklerim kırıldı, ağzım kanla doldu. Dört gün oldu eve dönmeyeli: Karım, çocuklarım beni arıyorlardır. Kızım ağlaya ağlaya tükenmiş, bahçe kapısına bakıyordur; hepsinin gözü yolda, kapıdadır. Gerçekten kapıda mıdır, onu da bilmiyorum. Belki de alışmışlardır, ne kötü! Çünkü insana buradayken, arkada bıraktığı hayatın eskiden olduğu gibi sürüp gitmekte olduğu duygusu geliyor. Ben doğmadan önce arkamda sınırsız bir zaman vardı. Ben öldükten sonra da, bitip tükenmeyecek bir zaman! Yaşarken hiç düşünmezdim bunları; ışıklar içinde yaşayıp giderdim, iki karanlık zamanın arasında. Mutluydum, mutluymuşum; şimdi anlıyorum: Padişahımızın nakkaşhanesinde en iyi tezhipleri ben yapardım ve ustalığı bana yaklaşabilecek başka bir müzehhip de yoktu. Dışarıda yaptığım işlerle elime ayda dokuz yüz akçe geçerdi. Bunlar da tabii, ölümümü daha da dayanılmaz kılıyor. Yalnızca nakış ve tezhip yapardım; sayfa kenarlarını süsler, çerçeve içine renkler, renkli yapraklar, dallar, güller, çiçekler, kuşlar çizerdim: Kıvrım kıvrım Çin usûlü bulutlar, birbirinin içine geçen yapraklar, renk ormanları ve içlerinde gizlenmiş ceylanlar, kadırgalar, padişahlar, ağaçlar, saraylar, atlar, avcılar... Eskiden bazen bir tabak içine nakış yapardım; bazen bir aynanın arkasına, bir kaşığın içine, bazen Boğaziçi'nde bir yalının, bir konağın tavanına, bazen bir sandığın üzerine... Son yıllarda ise yalnızca kitap sayfaları üzerinde çalışıyordum, çünkü Padişahımız çok para veriyordu nakışlı kitaplara. Ölümle karşılaşınca paranın hayatta hiç önemli olmadığım anladım, diyecek değilim. İnsan hayatta değilken bile paranın önemini biliyor. Şimdi bu durumumda benim sesimi işitiyor olmanıza, bu mucizeye bakıp şöyle düşüneceğinizi biliyorum: Bırak şimdi yaşarken kaç para kazandığını. Bize orada gördüklerini anlat. Ölümden sonra ne var, ruhun nerede, Cennet ve Cehennem nasıl, orada neler görüyorsun? Ölüm nasıl bir şey, canın yanıyor mu? Haklısınız. Yaşarken insanın öte tarafta neler olup bittiğini çok merak ettiğim biliyorum. Sırf bu merakı yüzünden kanlı savaş meydanlarında cesetler arasında gezmen birinin hikâyesini anlatmışlardı... Can çekişmekte olan yaralı cengâverler arasında ölüp de dirilen birine rastlarım da, o da bana öbür dünyanın sırlarını verir diye aranan bu adamı Timur'un askerleri düşman sanıp bir kılıç darbesiyle ikiye biçmişler de, o da, öte dünyada insanın ikiye bölündüğünü sanmış. Böyle bir şey yok. Hatta dünyada ikiye bölünen ruhların burada birleştiğini bile söyleyebilirim. Ama, dinsiz kâfirlerin, zındıkların ve Şeytan'a uyan küfürbazların iddialarının tersine bir öbür dünya da, şükür var. Oradan size sesleniyor olmam bunun kanıtı. Öldüm, ama gördüğünüz gibi yok olmadım. Öte yandan, Kuran-ı Kerim'de sözü edilen ve altlarından ırmaklar akan altından, gümüşten Cennet köşklerine, dolgun meyvalı iri yapraklı ağaçlara, bakire güzellere rastlayamadığımı söylemek zorundayım. Oysa Vakıa suresinde anlatılan Cennetteki o iri gözlü hurileri pek çok kereler nasıl da keyiflenerek resmettiğimi şimdi çok iyi hatırlıyorum. Kuran-ı Kerim'in değil de, İbni Arabi gibi geniş hayallilerin ballandırarak anlattıkları sütten, şaraptan, tatlı sudan ve baldan yapılmış o dört ırmağa da tabii hiç rastlayamadım. Haklı olarak öte dünyanın umut ve hayalleriyle yaşayan pek çok kişiyi inançsızlığa sürüklemek istemediğim için bütün bunların kendi özel durumumla ilgili olduğunu hemen belirtmem gerekir: Ölümden sonraki hayat konusunda biraz olsun malumatı olan her mümin, benim durumumdaki bir huzursuzun Cennet'in ırmaklarını görmekte zorlanacağını kabul eder. Kısaca: Nakkaşlar bölüğünde ve üstatlar arasında Zarif Efendi diye bilinen ben öldüm, ama gömülmedim. Bu yüzden de, ruhum gövdemi bütünüyle terk edemedi. Cennet, Cehennem, neresiyse kaderim, ruhumun oralara
yaklaşabilmesi için gövdemin pisliğinden çıkabilmesi gerekir. Başkalarının başına da gelen bu istisnai durumum, ruhuma korkunç acılar veriyor. Kafatasımın paramparça olmasını, gövdemin yarısının buz gibi bir suda kırıklar ve yaralar içinde çürümesini duymuyorum da, gövdemi terk etmek için çırpman ruhumun derin azabını hissediyorum. Sanki bütün âlem benim içimde bir yerde sıkışarak daralmaya başlıyor. Bu daralma hissini, o eşsiz ölüm anımda hissettiğim şaşırtıcı genişlik hissiyle karşılaştırabilirim ancak. O hiç beklemediğim taş darbesiyle kafatasım kenarından kırıldığında, o alçağın beni öldürmek istediğini hemen anladım da, öldürebileceğine inanamadım. Umutla dopdoluymuşum, ama nakkaşhane ile evim arasındaki solgun hayatımı yaşarken hiç farketmezmişim bunu. Hayata parmaklarım, tırnaklarım ve onu ısırdığım dişlerimle tutkuyla sarıldım. Başıma yediğim diğer darbelerin acısıyla sizlerin canını sıkmayayım. Öleceğimi kederle anladığım zaman, içimi inanılmaz bir genişlik hissi sardı. Geçiş anım, bu genişlik hissiyle yaşadım: Bu yana varmam, insanın kendi rüyasında kendini uyur gibi görmesi gibi yumuşacık oldu. En son, alçak katilimin karlı, çamurlu ayakkabılarını gördüm. Gözlerimi uyur gibi kapadım ve tatlı bir geçişle bu yana vardım. Şimdiki şikâyetim, dişlerimin kanlı ağzıma leblebi gibi dökülmesinden, yüzümün tanınmayacak kadar ezilmesinden, ya da bir kuyunun dibine sıkışıp kalmış olmaktan değil; hâlâ yaşıyor sanılmaktan. Beni sevenlerin sık sık beni düşünüp, İstanbul'un bir kösesinde aptalca bir meşgaleyle hâlâ oyalanıyor olduğumu, hatta başka bir kadının peşinden gittiğimi hayal etmeleri huzursuz ruhuma büsbütün azap veriyor. Bir an önce cesedimi bulsunlar, namazımı kılıp, cenazemi kaldırıp beni gömsünler artık! Daha önemlisi, katilim bulunsun! O alçak bulunmadıkça, istiyorlarsa en muhteşem mezara gömsünler beni, huzursuzluk içinde mezarımda döne döne bekleyeceğimi, hepinize inançsızlık aşılayacağımı bilmenizi isterim. Katilim olacak orospu çocuğunu bulun, ben de size öte dünyada göreceklerimi tek tek anlatayım! Ama katilimi bulduktan sonra ona mengene aletiyle işkence edip kemiklerinden sekiz onunu, tercihan göğüs kemiklerini, yavaş yavaş çıtırdatarak kırmanız, sonra da o iğrenç ve yağlı saçlarım, işkencecilerin bu iş için yapılmış şişleriyle kafatasının derisini delerek, tek tek ve bağırtarak yolmanız gerekir. Onca öfke duyduğum katilim kim, hiç beklenmedik bir şekilde beni niye öldürdü? Merak edin bunları. Âlem beş para etmez alçak katillerle dolu, ha biri, ha diğeri mi diyorsunuz? O zaman sizi şimdiden uyarıyorum: Ölümümün arkasında dinimize, geleneklerimize, âlemi görüş şeklimize karşı iğrenç bir kumpas var. Açın gözlerinizi, inandığınız ve yaşadığınız hayatın, İslam'ın düşmanları beni neden öldürdü, bir gün sizi neden öldürebilir öğrenin. Bütün sözlerini gözyaşlarıyla dinlediğim büyük vaiz Erzurumlu Nusret Hoca'nın dedikleri bir bir çıkıyor. Başımıza gelenlerin, hikâye edilip bir kitapta yazılsa bile, en usta nakkaşlârca bile asla resimlen enleyeceğini de söyleyeyim size. Tıpkı Kuran-ı Kerim gibi, -yanlış anlaşılmasın, hâşa!- bu kitabın sarsıcı gücü asla resimlenemez oluşundan da gelir. Bunu anlayabildiğinizden kuşkuluyum. Bakın, ben de çıraklığımda derinlerdeki gerçekten, ötelerden gelen seslen korkar da dikkatimi vermez, alay ederdim böyle şeylerle. Sonum bu rezil kuyunun dibi oldu! Sizin de başınıza gelebilir bu; gözünüzü dört açın. Şimdi iyice çürürsem, iğrenç kokumdan beni belki bulurlar diye umutlanmaktan başka yapacak hiçbir şeyim yok. Bir de rezil katilime, bulunduğunda, hayırsever birinin edeceği işkenceleri hayal etmekten başka.
2
2. B e n i m A d ı m K a r a
İstanbul'a, doğup büyüdüğüm şehre, on iki yıl sonra bir uyurgezer gibi girdim. Ölecekler için toprak çekti derler, beni de ölüm çekmişti. İlk başta şehre girdiğimde yalnızca ölüm var sanmıştım, sonra aşk ile de karşılaştım. Ama aşk, o ara, İstanbul'a ilk girdiğimde, şehirdeki hatıralarım kadar uzak ve unutulmuş bir şeydi. On iki yıl önce İstanbul'da teyzemin çocuk yaştaki kızına âşık olmuştum. İstanbul'u terk ettikten yalnızca dört yıl sonra, Acem ülkesinin bitip tükenmez bozkırında, karlı dağlarında ve kederli şehirlerinde gezer, mektup taşır, vergi toplarken, İstanbul'da kalan çocuk sevgilimin yüzünü yavaş yavaş unuttuğumu farkettim. Telaşa kapılıp bu yüzü hatırlamaya çok gayret ettim ama, ne kadar çok severseniz sevin, insanın hiç görmediği bir yüzü yavaş yavaş unutacağını da anladım. Doğu'da kâtiplikler ve yolculuklarla paşaların hizmetinde geçirdiğim yılların altıncısında hayalimde canlandırdığım yüzün İstanbul'daki sevgilimin yüzü olmadığım biliyordum artık. Altıncı yılda yanlış hatırladığım yüzü, daha sonra, sekizinci yılda bir kere daha unutup, yine bambaşka bir şey olarak hatırladığımı da biliyordum. On iki yıl sonra, otuz altı yaşımda şehrime geri döndüğümde, sevgilimin yüzünü böyle böyle çoktan unutmuş olduğumun acıyla farkındaydım. Dostlarımın, akrabalarımın, mahallemdeki tanıdıkların çoğu bu on iki yılda ölmüşlerdi. Haliç'e bakan mezarlığa gittim, annem ve yokluğumda ölen amcalarım için dua ettim. Çamurlu toprağın kokusu hatıralarımla karıştı; birisi annemin mezarının kenarında bir testi kırmıştı, nedense kırık parçalara bakarken ağlamaya başladım. Ölülere mi, onca yıldan sonra tuhaf bir şekilde hâlâ hayatımın başında olmama mı, yoksa tam tersini sezdiğim, hayat yolculuğumun sonuna geldiğimi hissettiğim için mi ağlıyordum, bilmiyorum. Belli belirsiz bir kar atıştırmaya başlamıştı. Oradan oraya savrulan tek tük tanelere dalıp gitmiştim, kendi hayatımın belirsizlikleri içinde yolumu kaybetmiştim ki, baktım mezarlığın karanlık bir köşesinde karanlık bir köpek bana bakıyor. Gözyaşlarım dindi. Burnumu sildim. Kara köpeğin bana dostlukla kuyruğunu salladığını görüp mezarlıktan çıktım. Daha sonra, baba tarafından akrabalarımdan birinin eskiden oturduğu evlerden birini kiralayıp mahalleye yerleştim. Ev sahibesi kadın, savaşta Safevi askerlerinin öldürdüğü oğluna benzetti beni. Eve çekidüzen verecek, yemeklerimi yapacaktı. İstanbul'a değil de, dünyanın öbür ucundaki Arap şehirlerinden birine geçici olarak yerleşmişim de şehir nasıl bir yerdir diye meraklanıyormuşum gibi sokaklara çıktım, uzun uzun, doya doya yürüdüm. Sokaklar mı darlaşmıştı, yoksa bana mı öyle geliyordu? Kimi yerlerde, birbirlerine karşılıklı uzanmış evler arasına sıkışmış sokaklarda, üzerleri yüklü atlara çarpmamak için duvarlara, kapılara sürüne sürüne yürümek zorunda kaldım. Zenginler de artmış mıydı, yoksa bana mı öyle geliyordu. Gösterişli bir araba gördüm, böylesi ne Arabistan'da, ne Acem ülkesinde vardır; mağrur atların çektiği bir kale gibiydi. Çemberlitaş'ın orada, Tavukpazarı'ndan gelen pis kokunun içinde birbirlerine sokulmuş, paçavralar içinde arsız dilenciler gördüm. Biri kördü ve yağan kara bakıp gülümsüyordu. Eskiden İstanbul daha fakir, daha küçük, daha mutluydu deseler inanmazdım belki, ama kalbim böyle diyordu. Çünkü arkamda bıraktığım sevgilimin evi yerli yerinde ıhlamur ve kestane ağaçlarının içindeydi, ama kapıdan sordum bir başkası oturuyordu artık orada. Sevgilimin annesi, teyzem, ölmüş, Eniştem ile kızı taşınmışlar ve böyle durumlarda kalbinizi ve hayallerinizi nasıl da acımasızca kırdıklarını hiç farketmeyen kapıdaki adamların söylediği gibi, başlarından bazı felaketler geçmişti. Size şimdi bunları anlatmayayım da eski bahçedeki ıhlamur ağacının dallarından küçük parmağım büyüklüğünde buz parçacıkları sarktığını, sıcak, yemyeşil ve güneşli yaz günlerini hatırladığım bahçenin kederden, kardan ve bakımsızlıktan insanın aklına ölümü getirdiğini söyleyeyim. Akrabalarımın başlarına gelenlerin bir kısmını Eniştemin bana, Tebriz'e yolladığı mektuptan biliyordum zaten. O mektupta, Eniştem beni İstanbul'a çağırmış, Padişahımız için gizli bir kitap hazırladığını, benim ona yardım etmemi istediğim yazmıştı. Benim, bir dönem Tebriz'de Osmanlı paşaları, valiler, İstanbul'daki ricacılar için kitaplar hazırlattığımı Eniştem işitmişti. Tebriz'de yaptığım, kitap sipariş eden ricacılardan peşin para alıp, savaşlardan ve Osmanlı askerinden şikâyetçi nakkaşlardan ve hattatlardan hâlâ şehri terk edip Kazvin'e ve diğer
Acem şehirlerine gitmemiş olanları bulmak ve parasızlık ve ilgisizlikten şikâyetçi bu büyük üstatlara sayfaları yazdırtıp, nakşettirip, ciltlettirip kitabı İstanbul'a yollamaktı. Gençliğimde Eniştemin bana geçirdiği nakış ve güzel kitap aşkı olmasaydı hiç giremezdim bu işlere. Eniştemin bir zamanlar oturduğu sokağın çarşıya açılan ucundaki berber ustası, hâlâ dükkânında, aynı aynalar, usturalar, ibrikler, sabun telleri arasındaydı. Göz göze geldik, ama beni tanıdı mı bilemiyorum. İçine sıcak su doldurduğu baş yıkama kabının, tavandan sarkan zincirin ucunda hâlâ aynı yayı çizerek ileri geri sallandığım görmek neşelendirdi beni. Gençliğimde yürüdüğüm kimi mahalleler, kimi sokaklar, on iki yılda yanıp, kül ve duman olup uçmuştu da yerlerinde köpeklerin yol kestiği, meczupların çocukları korkuttuğu yangın yerleri açılmış, kimine de benim gibi uzaklardan geleni şaşırtan zengin konakları yapılmıştı. Bunların bazılarının pencerelerine en pahalısından, renkli Venedik camları takmışlardı. Yüksek duvarların üzerinden sarkan cumbalardan, yokluğumda İstanbul'da iki katlı pek çok zengin evi yapıldığını gördüm. Başka pek çok şehirde olduğu gibi İstanbul'da da paranın hiç mi hiç değeri kalmamıştı artık. Benim Doğu'ya gittiğim yıllarda bir akçeye dört yüz dirhemlik kocaman bir ekmek çıkaran fırınlar şimdi aynı paraya bunun yarısı ve üstelik tadı tuzu insanın çocukluğunu hiç mi hiç hatırlatmayan bir ekmek veriyorlardı. Rahmetli annem on iki yumurta için üç akçe saymak gerektiğini görseydi tavuklar şımarıp kafamıza sıçmadan başka bir diyara kaçalım, derdi, ama biliyordum bu düşük para her yeri sarmıştı. Felemenk'ten, Venedik'ten gelen tüccar gemilerinin sandık sandık bu kalp paralarla dolu olduğu söyleniyordu. Darphanede eskiden yüz dirhem gümüşten beş yüz akçe kesilirken şimdi Safeviler ile bitip tükenmeyen savaşlar yüzünden sekiz yüz akçe kesilmeye başlanmış, Yeniçeriler, aldıkları akçenin Haliç'e düştüğünde, sebze iskelesinden denize dökülen kuru fasulyeler misali suda yüzdüğünü görüp isyan etmişler ve düşman kalesiymiş gibi Padişahımızın sarayını muhasara etmişlerdi. Beyazıt Camii'nde vaaz veren ve Hazreti Muhammed soyundan bir seyyid olduğunu ilan eden Nusret adlı bir vaiz de işte bütün bu ahlaksızlık, pahalılık, cinayetler, soygunlar sırasında nam salmıştı. Erzurumi denen vaiz, son on yıl içerisinde İstanbul'u kasıp kavuran bütün felaketleri, Bahçekapı ve Kazancılar Mahallesi yangınlarını, şehre her girişinde on binlerce ölü alan vebayı, Safevilere karşı savaşta onca can verilmesine karşın bir sonuç almamasını, Batı'da Hıristiyanların isyanlar çıkarıp küçük Osmanlı kalelerini geri almalarını, Hazreti Muhammed'in yolundan sapılmasıyla, Kuran-ı Kerim'in emirlerinden uzaklaşılması, Hıristiyanların hoş görülüp, serbestçe şarap satılıp tekkelerde çalgı çalınmasıyla açıklıyordu. Bana Erzurumlu vaizden heyecanla bahsedip bu haberleri veren turşucu, çarşı pazarı saran kalp paranın, yeni dukaların, aslanlı sahte Florinlerin, gümüşü gittikçe azalan akçelerin tıpkı sokakları dolduran Çerkezler, Abazalar, Mingeryahlar, Boşnaklar, Gürcüler, Ermeniler gibi insanı kesin ve geri dönüşü zor bir ahlaksızlığa sürüklediğini söyledi. Ahlaksızlar, isyankârlar kahvehanelerde toplanıyorlarmış, sabahlara kadar dedikodu ediyorlarmış. Ne idüğü belirsiz cascavlaklar, afyonkeş meczuplar, Kalenderi kalıntıları Allah'ın yolu budur diye tekkelerde sabahlara kadar musikiyle oynayıp, oralarına buralarına şişler sokup, her türlü edepsizliği yaptıktan sonra birbirlerini ve küçük oğlanları beceriyorlarmış. Tatlı bir ud sesi duydum da onu mu arayıp izledim, yoksa anılarım ve isteklerim dediğim akıl karışıklığı zehir turşucuya daha fazla dayanamayıp bana bir çıkış yolu mu sezdirdi, bilmiyorum. Bildiğim, bir şehri severseniz, orada çok gezerseniz, yıllar sonra o şehrin sokaklarını yalnız ruhunuz değil, gövdeniz de kendiliğinden öyle bir tanır ki, karın kederli kederli serpiştirdiği bir keder anında bacaklarınız sizi kendiliğinden sevdiğiniz bir tepeye çıkarır. Böylece Nalbant Çarşısı'ndan ayrılıp Süleymaniye Camii'nin hemen yanından Haliç'e yağan karı seyrettim: Kuzeye bakan damlarda, kubbelerin poyraz alan köşelerinde kar şimdiden tutmuştu. Şehre giren bir geminin bana pır pır selam yollayarak indirilen yelkenleri Haliç'in yüzeyiyle aynı kurşuni sis rengindeydi. Servi ve çınar ağaçları, damların görünüşü, akşamüstünün hüznü, aşağı mahallelerin iç sesleri, satıcıların bağırışları ve cami avlusunda oynayan çocukların çığlıkları kafamda birleşip, bana hiç şaşmayacak bir şekilde bundan sonra hayatınım şehrinden başka bir yerde yaşayamayacağımı duyuruyordu. Bir an, sevgilimin yıllardır unuttuğum yüzü gözlerimin önünde beliriverecek sandım. Yokuştan aşağı indim. Kalabalıkların içine girdim. Akşam ezanından sonra bir ciğerci dükkanında karnımı doyurdum. Boş dükkanın kedi besler gibi şefkatle lokmalarımı izleyerek beni besleyen sahibinin anlattıklarını dikkatle dinledim. Ondan aldığım ilham ve tarifle, sokakların iyice kararmasından sonra Esir Pazarı'nın arkalarındaki dar sokaklardan birine saptım, burada kahvehaneyi buldum. İçerisi kalabalık ve sıcaktı. Tebriz'de, Acem şehirlerinde pek çok benzerlerini gördüğüm ve orada meddah değil de perdedar denen hikayeci arkada ocağın yanında bir yükseltiye yerleşmiş, tek bir resim, kaba kâğıda aceleyle, ama hünerle yapılmış bir köpek resmi açıp asmış, arada bir resimdeki köpeği işaret ede ede hikâyesini o köpeğin ağzından anlatıyordu.
3
3. B e n , K ö p e k
Gördüğünüz gibi, azı dişlerim o kadar sivri ve uzundur ki ağzıma zorlukla sığarlar. Bunun bana korkutucu bir görüntü verdiğini biliyorum, ama hoşuma gidiyor. Bir keresinde bir kasap azı dişlerimin büyüklüğüne bakıp: "Ayol bu köpek değil domuz" demişti. Bacağından öyle bir ısırdım ki onu, dişlerimin ucunda, yağlı etinin bittiği yerde uyluk kemiğinin sertliğini hissettim. Bir köpek için hiçbir şey, içten gelen bir öfke ve hırsla berbat bir düşmanın etine dişlerini daldırmak kadar zevkli olamaz. Böyle bir fırsat önümde belirdiğinde, ısırılmayı hak eden kurbanım salak salak önümden geçerken zevkten gözlerim kararır, dişlerim sanki sızlayarak kamaşır ve farkına varmadan gırtlağımdan sizleri korkutan hırlamalar çıkarmaya başlarım. Bir köpeğim ben ve sizler benim kadar makul yaratıklar olmadığınız için hiç köpek konuşur mu diyorsunuz. Ama öte yandan da ölülerin konuştuğu, kahramanların bilmedikleri kelimeleri kullandığı bir hikâyeye inanır gözüküyorsunuz. Köpekler konuşur, ama dinlemesini bilene. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, bir zamanlar bir payitahtın en büyük camilerinden birine, hadi diyelim ki adı Beyazıt Camii olsun, bir taşra şehrinden bir görgüsüz vaiz gelmiş. Adını belki saklamalı, mesela Husret Hoca demeli ona, ama başka ne yalan söylemeli, kalın kafalı bir vaizmiş bu adam. Ama kafasında ne kadar az çekirdek varsa dilinde de, maşallah, o kadar kudret varmış. Her cuma cemaati öyle bir coşturur, öyle bir ağlatırmış ki gözleri kuruyup bayılanlar, fenalık geçirenler olurmuş. Aman, sakin yanlış anlaşılmasın; dili kuvvetli öteki vaizler gibi ağlamazmış o hiç; tam tersi, herkes ağlarken onun kirpiği bile oynamaz, cemaati azarlar gibi konuşmaya daha da kuvvet verirmiş. Azarlanmayı sevdiklerinden olsa gerek, bütün bostancılar, hassa gılmanları, helvacılar, ayak takımından kalabalıklar ve kendi gibi pek çok vaiz bu adama kul köle olmuşlar. Eh, o da köpek değil ya, çiğ süt emmiş insanoğluymuş; bu hayran kalabalığı karşısında kendinden iyice geçmiş ve bakmış ki cemaati ağlatmak kadar korkutmanın da bir tadı var, üstelik bu işte de daha çok ekmek var, kantarın topunu iyice kaçırıp demeğe getirmiş ki: Pahalılığın, vebanın, yenilgilerin tek sebebi, Hazreti Peygamberimiz zamanındaki İslam'ı unutup, Müslümanlık diye başka kitaplara ve yalanlara kanıp inanmamızdır. Hazreti Muhammed zamanında mevlit okutmak mı vardı? Ölüye kırk töreni yapmak, ruhu için helva ve lokma döktürmek mi vardı? Hazreti Muhammed zamanında Kuran-ı Kerim'i şarkı gibi makamla okumak mı vardı? Minareye çıkıp sesim ne kadar güzel, Arapçam nasıl da Arap gibi deyip kibir kibir kibirlenerek, zenne gibi kırıta kırı ta makamla ezan okumak mı vardı? Mezarlara gidip yakarıyorlar, ölülerden medet umuyorlar, türbelere gidip putperestler gibi taşa tapıyorlar, bez bağlıyorlar, adak adıyorlar. Bu akılları veren tarikatçılar mı vardı Hazreti Muhammed zamanında? Tarikatçıların akıl hocası İbni Arabi, Firavun'un imanla öldüğüne yemin edip günahkâr olmuştur. Tarikatçılar, Mevleviler, Halvetiler, Kalenderiler, çalgı çalarak Kuran-ı Kerim okuyup, çocuk oğlan hep birlikte, dua ediyoruz diye raks edip oynayanlar, bunlar kâfirdir. Tekkeler yıkılmalı, temelleri yedi arşın kazılmalı, çıkan toprak denize dökülmeli ki ancak oralarda namaz kılınabilinsin. Daha da azıtıp ağzından salyalar saçarak bu Husret Hoca, ey müminler, kahve içmek haramdır, demekteymiş. Peygamberimiz Hazretleri bunun zihni uyuşturduğunu, mideyi deldiğini, bel fıtığı ve kısırlık yaptığını bildikleri ve kahvenin Şeytan'ın oyunu olduğunu anladıkları için içmemişlerdir. Ayrıca, şimdi kahvehaneler keyif ehlinin, zevk düşkünü zenginlerin, dizdize oturup her türlü edepsizliği yaptığı yerlerdir ve hatta tekkelerden önce kahvehaneler kapatılmalıdır. Fukaranın kahve içecek parası mı var? Kahvelere gidiyor, kahveyle kafayı buluyor, ipin ucunu öyle bir kaçırıyorlar ki, orada itin köpeğin konuştuklarını sahi zannedip dinliyorlar; köpektir işte bana ve dinimize küfreder, diyormuş bu Husret Hoca. Müsaadenizle, bu vaiz efendinin son sözünü cevaplamak istiyorum. Hacı-hoca-vaiz-imam takımının, biz köpekleri hiç sevmemeleri malumunuzdur elbette. Bana kalırsa, mesele Hazreti Muhammed'in üzerinde uyuyakalan bir kediyi uyandırmamak için eteğini kesmesiyle ilgili. Kediye gösterilen bu zarafetin bizlere
gösterilmediği hatırlanarak ve nankör olduğu en aptal âdemoğlu tarafından bile bilinen bu mahlukla ezeli savaşımız yüzünden Rusulullah'ın köpeklere bir düşmanlığı vardı, denmek isteniyor. Abdest bozar diye camilere sokulmayışımız, yüzyıllardır cami avlularında kayyımların sırıklı süpürgelerinden yediğimiz dayaklar, kötü niyetlerle yapılmış bu yanlış tefsirin sonucudur. Sizlere Kuran-ı Kerim'in en güzel surelerinden Kehf suresini hatırlatmak isterim. Bu güzel kahvede, aramızda Kuran-ı Kerim okumaz kitapsızlar bulunduğundan değil, şöyle hafızaları tazeleyelim diye: Bu surede putperestler arasında yaşamaktan bıkmış yedi genç hikâye edilir. Bunlar bir mağaraya sığınırlar ve uyurlar. Allah bunların kulaklarına birer mühür vurur ve onları tam üç yüz dokuz sene uyutur. Uyandıklarında aradan şu kadar sene geçtiğini bu yedi gençten birisi insanlar arasına karıştığında, elindeki geçer olmayan sikkeden anlar; çok şaşırırlar. İnsanoğlunun Allah'a bağlılığını, onun mucizelerini, zamanın geçiciliğini, derin bir uykunun tatlılığını anlatan surenin haddim olmayarak sizlere hatırlatacağım on sekizinci ayetinde bu yedi gencin uyuduğu Eshabı Kehf nam mağaranın girişinde yatan köpekten bahis vardır. Tabii ki, herkes Kuran-ı Kerim'de kendi adının geçmesiyle gururlanabilir. Bir köpek olarak bu sureyle övünüyor ve düşmanlarına it kopuk, diyen Erzurumilerin akıllarını inşallah başlarına getirir diyorum. O zaman köpeklere karşı bu düşmanlığın aslı esası nedir? Köpek murdardır niye dersiniz, evinize köpek girerse niye her yeri baştan aşağı yıkar, şartlarsınız? Bize dokunanın niye abdesti bozulur, kaftanınızın ucu bir köpeğin nemli tüylerine şöyle bir dokunsa niye o kaftanı kafadan çatlak asabi karılar gibi yedi kere yıkamayı şart koşarsınız? Bir köpek tencereyi yaladı diye o tencerenin ya atılması ya kalaylanması gerektiği yalanını ancak kalaycılar çıkarabilir. Belki de kediler. Ne zaman ki köyden, kırdan, göçebelikten vazgeçilip şehire oturuldu, çoban köpekleri köyde kaldı, o zaman biz köpekler murdar olduk. İslamiyet'ten önce on iki aydan biri it ayı idi. Şimdi ise it oldu bir uğursuz. Kendi dertlerimle şu akşam vakti biraz kıssa, biraz hisse almak isteyen siz dostlarımı üzmek istemem, benim kızgınlığım vaiz efendinin kahvehanelerimize atıp tutmasına. Bu Erzurumlu Husret'in babasının belirsiz olduğunu söylesem ne buyurulur? Bana da demişlerdir ki, sen ne biçim köpeksin, ustan bir kahvede resim asmış hikâye anlatır bir meddahtır diye sen onu korumak için, hoşt, vaiz efendiye dil uzatıyorsun. Hâşâ, dil uzatmıyorum. Ben kahvehanelerimizi çok severim. Bilir misiniz ki resmim böyle ucuz bir kâğıt üzerine nakşolunduğu için ya da bir köpek olduğum için üzülmüyorum da, ben sizlerle birlikte adam gibi oturup kahve içemediğime hayıflanıyorum. Bizler kahvemiz ve kahvehanelerimiz için ölürüz... Ama o da ne... Ustam, bak bana cezveden kahve veriyor. Hiç resim kahve içer mi? demeyin; bakın bakın, köpek lıkır lıkır kahve içiyor. Ooh, aman çok iyi geldi, içimi ısıttı, gözlerimi keskinleştirdi, zihnimi açtı ve bakın aklıma ne geldi. Venedik Doçu, Padişahımız Hazretleri'nin kızları Nurhayat Sultan'a hediye olarak Çin ipeğinden top top kumaşlardan, üzeri mavi çiçekli Çin çömleklerinden başka ne yollamış biliyor musunuz? Tüyleri ipekten, samurdan yumuşak işveli bir Frenk köpeği. Bu köpek öyle nazlıymış ki, bir de kırmızı ipekten elbisesi varmış. Bizim arkadaşlardan biri onu becermiş de ondan biliyorum: Bu köpek cima ederken bile elbisesiz yapamıyormuş. Bu Frenk ülkesinde zaten köpeklerin hepsi böyle elbise giyermiş. Orada sözümona kibarlar kibarı bir Frenk karısı çıplak bir köpek mi görmüş, yoksa köpeğinkini mi görmüş bilemiyorum artık, "Ayy hayvan çıplak!" diye düşüp bayılmış, diye hikâye ederler. Frenk gâvurlarının ülkesinde zaten her köpeğin bir sahibi varmış. Zavallı köpekler boyunlarında zincir, en sefil köleler gibi zincirlenmiş olarak tek tek sürüklene sürüklene sokaklarda gezdirilirlermiş. Bu adamlar sonra bu zavallı köpekleri zorla evlerine sokarlar, hatta yataklarına da alırlarmış onları. Bir köpek diğeriyle değil koklaşıp sevişsin, çift bile gezemezmiş. Zincirler içinde o zavallı halleriyle sokakta rastlaşırlarsa hüzünlü gözlerle birbirlerini uzaktan süzerlermiş, o kadar. Bizim İstanbul sokaklarında sürüler, cemaatler halinde serbestçe gezen köpekler olmamız, efendi sahip tanımadan icabında yol kesmemiz, keyfimizin çektiği sıcak köşeye kıvrılıp, gölgeye yatıp mışıl mışıl uyumamız, istediğimiz yere sıçıp istediğimizi ısırmamız, gâvurların akıllarının alacağı şeyler değil. Acaba bu yüzden mi Erzurumlu'nun hayranları İstanbul sokaklarında sadaka için dualarla köpeklere et atılmasına, bunun için vakıflar kurulmasına karşılar, diye düşünmedim değil. Eğer bunların niyeti köpeklere düşmanlıktan başka ayrıca gâvurluk etmekse, köpek milletine düşmanlığın zaten gâvurluğun ta kendisi olduğunu hatırlatırım. Bu rezillerin umarım uzak olmayan idamlarında, bazen ibret olsun diye yaptıkları gibi cellat arkadaşlar bizleri de parça yiyelim diye çağırırlar. Şunu anlatayım son olarak: Bundan önceki efendim çok adil bir insandı. Gece soyguna çıktığımızda işi bölüşürdük: Ben havlamaya başlayınca, o kurbanın gırtlağını keser, böylece herifin çığlığı duyulmazdı. Karşılığında da cezalandırdığı suçluları keser, kaynatır, bana verirdi de yerdim. Ben çiğ et sevmem. Erzurumlu vaizin celladı bunu da artık inşallah düşünür de o pisin etini çiğ çiğ yeyip midemi bozmam.
4
4. K a t i l D i y e c e k l e r B a n a
O budalayı öldürmeden az önce bile, herhangi birinin canını alacağını bana söylense inanmazdım. Bu yüzden yapmış olduğum şey bazen ufukta kaybolan yabancı bir kalyon gibi benden gittikçe uzaklaşıyor. Bazen hiçbir cinayet işlememişim gibi de hissediyorum. Zavallı Zarif kardeşimi hiç de istemeden gebertmemin üzerinden dört gün geçti, ve şimdiden duruma biraz alıştım. Önüme çıkı veren berbat meseleyi adam öldürmeden çözebilmeyi çok isterdim, ama hemen de anladım başka bir yol olmadığını. İşi hemen orada bitirdim; bütün sorumluluğu yüklendim. Bir akılsızın iftirası yüzünden bütün nakkaşlar camiasının tehlikeye atılmasına izin vermedim. Yine de ama katilliğe alışmak zor. Evde duramıyorum, sokağa çıkıyorum, sokakta duramıyorum, öteki sokağa yürüyorum, sonra o sokaktan sonrakine yürüyorum ve insanların yüzlerine baktıkça görüyorum ki ellerine daha cinayet işleme fırsatı geçilmemiş oldukları için pek çok kişi masum zannediyor kendini. Bu küçük talih ve kader meselesi yüzünden, insanların çoğunun benden daha ahlaklı ya da iyi olduğuna inanmak zor. Olsa olsa henüz cinayet işlemedikleri için biraz daha aptal suratlı oluyorlar ve bütün aptallar gibi iyi niyetli gözüküyorlar. Gözünde bir zekâ ışıltısı, yüzünde ruhundan yansıyan bir gölge gördüğüm herkesin gizli bir katil olduğunu anlamam için o zavallıyı öldürdükten sonra, İstanbul sokaklarında dört gün yürümem yetti. Yalnızca aptallar masumdur. Bu akşam mesela, Esir Pazarı'nın arkalarındaki kahvehanede sıcak kahvem ile ısınır, arkadaki köpek resmine bakıp köpeğin anlattıklarına herkesle birlikte kendimi koyuvererek gülerken, yanımda oturan bir herifin de benim gibi katilin teki olduğu duygusuna kapıldım. O da benim gibi meddaha gülebiliyordu, ama kolunun benim kolumun yanıbaşında kardeş kardeş durmasından mı, fincanı tutan kıpır kıpır parmaklarının huzursuzluğundan mı neden bilmiyorum, onun da benim soyumdan olduğuna hükmediverdim ve birden dönüp suratına dik dik baktım. Hemen korktu, yüzü allak bullak oldu. Kahve dağılırken bir tanıdığı onun koluna girmiş: "Artık Nusret Hocacılar burayı basar," diyordu. Ötekini kaş göz işaretiyle susturdu. Onların korkuları bana da bulaştı. Kimse kimseye güvenmiyor, her an karşısındakinden bir alçaklık bekliyor herkes. Hava daha da soğumuş ve sokakların köşelerinde, duvar diplerinde kar iyice tutmuş, yükselmiş. Kör karanlıkta gövdem yolunu dar sokakları ancak hissederek buluyor. Bazen de, kepenkleri iyice çekili, pencereleri kapkara tahtayla kaplı evlerin bir yerinden içerde hâlâ yanan bir kandilin soluk ışığı dışarı sızıp karda yansıyor, çoğu zaman ise hiçbir ışık, hiçbir şey göremiyorum da bekçilerin sopalarının taşlara vuruşuna, çılgın köpek sürülerinin ulumalarına, evlerin içlerinden gelen iniltilere kulak verip yolumu buluyorum. Bazen, gece yarıları şehrin dar ve korkutucu sokakları karın sanki kendi içinden sızan harika bir ışıkla aydınlanıyor ve karanlıkta, yıkıntılar ve ağaçlar arasında yüzlerce yıldır İstanbul'u tekinsiz kılan hayaletleri gördüğümü sanıyorum. Bazen de, evlerin içinden mutsuzların uğultusu geliyor; ya harıl harıl öksürüyor, ya burunlarını çekiyor, ya rüyalarında ağlayarak çığlık atıyor, ya da karı kocalar, yanıbaşlarında çocukları ağlarken birbirlerini boğazlamaya girişiyorlar. Katil olmadan önceki mutlu hayatımı hatırlamak, neşelenmek için bir iki akşam bu kahvede meddahı dinlemeye geldim. Bütün ömrümü birlikte geçirdiğim nakkaş kardeşlerimin çoğu her akşam gelirler. Tâ çocukluktan beri birlikte nakşettiğimiz bir budalaya kıydım kıyalı hiçbirini görmek istemiyorum artık. Birbirlerini görüp dedikodu etmeden yapamayan kardeşlerimin hayatında, buradaki rezil eğlence havasında beni utandıran çok şey var. Beni burnu büyük bulup iğnelemesinler diye bir iki resim de ben yaptım meddah için, ama bunun kıskançlığı durduracağını da sanmam. Ama kıskanmakta çok da haklılar.. Renk karıştırmakta, cetvel çekmekte, sayfa istifinde, konu seçiminde, yüz çizmekte, kalabalık savaş ve av meclislerini yerleştirmekte, hayvanları, padişahları, gemileri, atları, savaşçıları, âşıkları resmetmekte, nakşın içine ruhun şiirini dökmekte, hatta, tezhipte de en usta benim. Bunu size
övünmek için değil beni anlayın diye söylüyorum. Kıskançlık, zamanla usta nakkaşın hayatında boya kadar vazgeçilmez bir malzeme olur. Huzursuzluktan gittikçe uzayan yürüyüşlerimin ortasında bazen saf mı saf, masum mu masum din kardeşlerimden birisiyle gözgöze geliyorum ve birden şu tuhaf düşünce beliriyor içimde: Şimdi katil olduğumu düşünürsem, karşımdaki bunu yüzümden anlayacak. Böylece hemen kendimi başka şeyler düşünmeye zorluyorum; tıpkı ilk gençlik yıllarımda namaz kılarken kadınları düşünmemek için utanç içinde kıvranarak kendimi zorladığım gibi. Ama çiftleşmeyi aklımdan bir türlü çıkaramadığım o gençlik buhranlarının tersine, işlediğim cinayeti unutabiliyorum. Bütün bunları durumumla ilişkili olduğu için anlattığımı anlıyorsunuzdur. Bir şeyi aklımdan bile geçirirsem her şeyi anlarsınız. Bu da aranızda bir hayalet gibi gezinen adsız, hüviyetsiz bir katil olmaktan çıkarır da beni, yakayı ele vermiş, yüzü belirgin, kafası vurulacak sıradan bir suçlu durumuna düşürür. İzin verin de her şeyi düşünmeyeyim; kendime bir şeyler saklayayım: Sizin gibi ince kişiler de ayak izlerine bakarak hırsızı bulur gibi, kelimelerimden ve renklerimden benim kim olduğumu keşfe çalışsınlar. Bu da bizi şimdi çok revaçta olan üslup konusuna getiriyor: Nakkaşın kendi şahsi usûlü, kendine mahsus bir rengi, sesi, var mıdır, olmalı mıdır? Ustalar ustası, nakşın piri Behzat'ın bir resmini ele alalım. Bir cinayet resmi olduğu için, benim durumuma da iyi uyan bu harika şeye, acımasız bir taht kavgasında öldürülmüş bir Acem şehzadesinin kütüphanesinden çıkmış Herat işi doksan yıllık bir kusursuz kitabın Hüsrev ile Şirin'in hikâyesini anlatır sayfalarında rastlamıştım. Hüsrev ile Şirin'in sonunu bilirsiniz; Firdevsi'nin değil de Nizami'nin anlattığını diyorum: İki âşık ne maceralar ve fırtınalardan sonra evlenirler, ama Hüsrev'in önceki karısından olan çocuğu genç Şiruye Şeytan gibidir, onları rahat bırakmaz. Babasının tahtında ve genç karısı Şirin'de gözü vardır bu şehzadenin. Nizami'nin "Ağzı aslanlar gibi pis kokardı," dediği Şiruye, bir yolunu bulup babasını esir alır ve tahtına oturur. Bir gece, babasının Şirinle yattığı odaya girer, karanlıkta dokuna dokuna onları yatakta bulur ve hançeriyle babasını ciğerinden bıçaklar. Babanın kanı sabaha kadar akacak ve yanında huzurla uyuyan güzel Şirin ile paylaştıkları yatakta ölecektir. Büyük üstat Behzat'ın resmi, bu hikâye kadar yıllardır içinde taşıdığım gerçek bir korkuyu da işliyordu: Gece yarısı karanlıkta uyanıp, göz gözü görmez odada tıkırtılar çıkaran başka birisi olduğunu farketmenin dehşeti! O başka birisinin bir elinde bir hançer olduğunu, öbür eliyle de sizin boğazınıza sarıldığını düşünün. Odadaki ince ince işlenmiş duvar, pencere ve çerçeve süslerinin, sıkılmış gırtlağınızdan çıkan sessiz çığlığın rengindeki kızıl halının kıvrım ve yuvarlaklarının ve katilinizin sizi öldürürken çıplak ve iğrenç ayağıyla acımasızca bastığı harika yorgana inanılmaz bir incelikle ve neşeyle işlenmiş sarı ve mor çiçeklerin hepsi, aynı amaca hizmet ederler: Bir yandan bakmakta olduğunuz resmin güzelliğini vurgularken, bir yandan da içinde ölmekte olduğunuz odanın, terketmekte olduğunuz dünyanın ne de güzel bir yer olduğunu hatırlatırlar. Resmin ve dünyanın güzelliğinin sizin ölümünüze kayıtsızlığı, ölürken yanınızda karınız da olsa yapayalnız oluşunuz resme bakarken kafanıza dank eden asıl manadır. "Behzat'ın," demişti yirmi yıl önce benimle birlikte titreyen ellerimdeki kitaba bakan ihtiyar usta. Yüzü yanı başımızdaki mumdan değil, görme zevkinden aydınlanmıştı. "O kadar Behzat'ın ki, imzaya gerek yok." Behzat da bunu bildiği için imzasını resmin gizli bir köşesine bile atmamıştı. İhtiyar ustaya göre Behzat'ın bu tutumunda bir utanç ve sıkılma vardı. Gerçek hüner ve ustalık hem erişilmez bir harika resmetmek, hem de bu harikada nakkaşın kimliğini ele veren hiçbir iz bırakmamaktır. Zavallı kurbanımı can havliyle bulduğum sıradan ve kaba bir usûlle öldürdüm. Eserimden geriye beni ele verecek kişisel herhangi bir iz kalıp kalmadığını araştırmak için geceleri bu yangın verine geldikçe üslup sorunları kafama daha da çok üşüşmeye başladı. Üslup diye tutturdukları şey, kişisel bir iz bırakmamıza yol açan bir hatadır yalnızca. Yağan karın aydınlığı olmasaydı da burayı bulurdum: Burası, yirmi beş yıllık arkadaşımı katlettiğim yangın yeri. Kar, benim imzam olarak görülebilecek bütün izleri örtüp yok etmiş. Bu, Allah'ın da üslup ve imza konusunda benimle ve Behzat'la aynı fikirde olduğunu kanıtlıyor. Dört gece önce, o akılsızın ileri sürdüğü gibi bağışlanmaz bir günahı, farkında olmadan bile olsa, kitabı nakşederken işlemiş olsaydık, Allah biz nakkaşlara bu sevgiyi göstermezdi. O gece, Zarif Efendi'yle bu yangın yerine girdiğimizde kar yağmıyordu daha. Uzaklardan yankılanarak gelen köpek ulumalarını işitiyorduk. "Niye buraya geldik?" diye soruyordu zavallı. "Bu vakitte bana burada ne göstereceksin?" "İleride bir kuyu, ondan on iki adım ötede de yıllardır biriktirdiğim gömülü param var," dedim. "Bu anlattıklarımı kimseye söylemezsen Enişte Efendi de, ben de seni sevindiririz."
"Demek baştan beri ne yaptığını bildiğini kabul ediyorsun..." dedi hevesle. "Ediyorum," diye çaresizlikle yalan söyledim. "Yaptığınız resim çok büyük bir günahtır biliyor musun?" dedi saflıkla. "Kimsenin cüret edemediği bir küfür, bir zındıklık. Cehennem'in en dibinde yanacaksınız. Azabınız, acılarınız hiç dinmeyecek. Beni de ortak ettiniz." Bu sözleri işitirken dehşetle anlıyordum ki, pek çok kişi ona inanacaktı. Niye? Çünkü bu sözlerin öyle bir gücü, öyle bir çekimi vardı ki, ister istemez insan ilgi duyuyor, başka alçaklar hakkında gerçek çıksın istiyordu. Yaptırdığı kitabın gizliliği ve verdiği paralar yüzünden Enişte Efendi hakkında bu tür dedikodular zaten çok çıkıyordu; Ayrıca Başnakkaş Üstat Osman da ondan nefret ediyordu. Müzebhip biraderimin iftirasını bile bile bu gerçeklerin üzerine kurnazca oturttuğunu da düşünmüştüm. Ne kadar samimiydi? Bizi birbirimize düşüren iddialarını ona tekrarlattım. Lafı evirip çevirerek gevelemedi. Sanki, birlikte geçirdiğimiz çıraklık yıllarımızda kendimizi Üstat Osman'ın dayağından korumak için bir kabahati örtmeye çağırıyordu beni. İçtenliğini o sırada inanılır buluyordum. Çıraklığında da gözlerini böyle kocaman açardı, ama o zamanlar tezhipten küçülmemişti daha onlar. Ama ona sevgi duymak istemedim hiç, çünkü her şeyi başkalarına anlatmaya hazırdı. "Bak," dedim zorlama-bir pişkinlikle. "Tezhip yaparız, kenar süsü buluruz, cetvel çeker, sayfaları renkli altınla parıl parıl süsler, en güzel resimleri biz yapar, dolapları, kutuları şenlendiririz. Yıllardır bunları yapıyoruz. Bu bizim işimiz. Bize resim sipariş ederler, şu çerçevenin içine bir gemi, bir ceylan, bir padişah oturt, şöyle kuşlar, bunun gibi adamlar olsun, hikâyenin şu meclisi, filanca şöyle dursun, derler, biz de yaparız. Bak, bu sefer 'içinden gelen bir at çiz şuraya,' dedi Enişte Efendi. Üç gün içimden gelen at resminin ne olduğunu anlamak için eski büyük üstatlar gibi yüzlerce kere at çizdim." Elimi alıştırmak için kaba Semerkand kâğıda çizdiğim bir dizi atı çıkarıp gösterdim ona. İlgilenip kâğıdı aldı ve solgun ay ışığında gözlerini yaklaştırıp siyah beyaz atları seyretmeye başladı. "Şirazlı, Heratlı eski üstatlar," dedim, "Allah'ın istediği ve gördüğü hakiki bir at resmi çizebilmek için nakkaşın elli yıl,biç durmadan at çizmesi gerektiğini söyler ve zaten en iyi at resminin karanlıkta çizileceğini eklerlerdi. Çünkü elli yılda gerçek nakkaş çalışa çalışa kör olur ve eli çizdiği atı ezberler." Yüzünde tâ çocukluk yıllarımızda onda gördüğüm masum bakış benim çizdiğim atlara dalıp gitmişti. "Bize sipariş ederler, biz de en gizli, en erişilmez atı eski üstatların çizdiği gibi çizmeye çalışırız, o kadar. Sipariş ettikleri şeyden sonra bizi sorumlu tutmaları haksızlık." "Bilmiyorum bu doğru mu?" dedi. "Bizim de sorumluluklarımız, irademiz var. Ben Allah hariç kimseden korkmuyorum. O da bize, iyiyle kötüyü ayırdedelim diye bir akıl vermiş." Yerinde bir cevaptı. "Allah her şeyi görür, bilir..." dedim Arapça olarak. "Senin, benim, bizlerin bu işi bilmeden yaptığımızı da anlayacaktır. Enişte Efendi'yi kime ihbar edeceksin? Bu işin arkasında Padişahımız Hazretleri'nin iradesi olduğuna inanmıyor musun?" Sustu. Düşündüm: Gerçekten bu kadar kuş beyinli miydi, yoksa içten bir Allah korkusundan soğukkanlılığını kaybetmiş de saçmalıyor muydu? Kuyunun yanında durduk. Karanlıkta bir an gözlerini görür gibi oldum da anladım korktuğunu. Ona acıdım. Ok yaydan çıkmıştı bir kere. Karşımdakinin yalnızca akılsız bir korkak değil, bir rezil olduğunu bir kere daha kanıtlaması için Allah'a dua ettim. "Buradan on iki adım sayıp kazacaksın," dedim. "Sonra siz ne yapacaksınız?" "Söylerim Enişte Efendi'ye, resimleri yakar. Başka ne yapabiliriz ki? Erzurumlu Nusret Hoca'nın cemaatinden böyle bir laf olduğunu duyarlarsa ne bizi sağ koyarlar, ne de nakkaşhane kalır. Onlardan hiç tanıdığın var mı? Bu parayı şimdi sen kabul et ki bizi onlara, ihbar etmeyeceğini anlayalım." "Para neyin içinde?" "Eski bir turşu küpünün içinde yetmiş beş tane Venedik altını var." Venedik dukalarım anladım da bu turşu küpü niye gelmişti aklıma? O kadar saçmaydı ki, inandırıcı oldu. Böylece, Allah'ın benim yanımda olduğunu bir kere daha anladım, çünkü her yıl daha da paragöz olan çıraklık arkadaşım gösterdiğim yönde on iki adımı saymaya hevesle başlamıştı bile.
Aklımda o an iki şey vardı. Toprağın altında Venedik altını maltını yok hiç! Para veremezsem bu alçak budala bizi mahvedecek! Bir an, o alçak budalaya çıraklığımızda bazen yaptığım gibi sarılıp öpmek geldi içimden, ama yıllar bizi birbirimizden o kadar uzaklaştırmıştı ki! Aklım toprağın nasıl kazıtacağına takılmıştı. Tırnaklarımızla mı? Bütün bunları düşünmem, buna düşünmek denebilirse bir göz kırpması kadar sürdü, sürmedi. Kuyunun yanı başında duran kayayı telaşla iki elimle kavradım. O daha yedinci sekizinci adımındayken yetişip başının arka kısmına bütün gücümle indirdim. Taş kafasına öyle hızla ve sert bir şekilde indi ki bir an sanki kendi kafama inmiş gibi irkildim, acıdım hatta. Ama yaptığım şeye dertleneceğime, başladığım işi bir an önce bitirmek istiyordum. Çünkü yerde öyle bir şekilde debelenmeye başlamıştı ki, insan ister istemez daha da telaşlanıyordu. Onu kuyudan aşağıya attıktan çok sonradır ki, yaptığım işte bir nakkaşın inceliğine hiç mi hiç yakışmayacak kaba bir yan olduğunu düşünebildim.
5
5. B e n E n i ş t e n i z i m
Ben Kara'nın Enişte Efendisiyim, ama başkaları da Enişte der bana. Bir zamanlar, annesi bana Kara'nın öyle seslenmesini isterdi, sonra bunu yalnız Kara değil, herkes kullanır oldu. Kara, evimize gidip gelmeye bundan otuz yıl önce, Aksaray'ın arkalarında kestane ve ıhlamur ağaçlarının gölgelediği o karanlık ve nemli sokağa yerleşmemizden sonra başladı. O bundan önceki evimizdi. Yazları ben Mahmut Paşa ile sefere çıkarsam, sonbaharda İstanbul'a döndüğümde Kara'yı annesiyle bizim eve sığınmış bulurdum. Rahmetli anası, benim rahmetli hanımın ablasıydı. Bazen de, kış akşamları eve döndüğümde anasıyla benimkini birbirlerine sarılmış gözleri yaşlı dertleşirlerken görürdüm. Hiçbirinde tutunamadığı küçük ve ücra medreselerde müderrislik eden babası huysuzdu, öfkeliydi ve iyice de içerdi. Kara, o zamanlar altı yaşındaydı, annesi ağlıyor diye ağlar, annesi sustu diye susar, bana, Eniştesine korkuyla bakardı. Şimdi onu karşımda kararlı, kemale ermiş ve saygılı bir yeğen olarak görmekten memnunum. Bana gösterdiği saygı, elimi öpüşündeki dikkat, hediye getirdiği Moğol hokkasını verirken "yalnızca kırmızı mürekkep için," deyişi, karşımda dizlerini dikkatlice birleştirmiş olarak derli toplu oturuşu, bütün bunlar, yalnız onun olmak istediği aklı başında, yetişkin adam olduğunu değil, benim de olmak istediğim ihtiyar adam olduğumu bana bir kere daha hatırlatıyor. Bir iki kere gördüğüm babasına benziyor: Uzun boylu, ince, biraz asabice el kol hareketleri var, ama bu ona yakışıyor. Ellerini dizlerine koyuşu, ben önemli bir şey söylerken "anlıyorum, hürmetle dinliyorum", diyen bakışlarla gözlerimin içine içine istekle bakışı ve sözlerimin veznine uygun gizli bir makamla başını sallayışı çok yerinde. Bu yaşıma geldim, gerçek saygının yürekten değil, küçük kurallardan ve boyun eğmekten kaynaklandığını bilirim. Anasının, bizim evimizde oğluna bir gelecek gördüğü için her bahaneyle onu buraya sık sık getirdiği yıllarda kitaplardan hoşlandığını keşfetmem bizi birbirimize bağladı ve ev halkının yakıştırdığı sözle, bana çıraklık etti. Ona Şirazlı nakkaşların ufuk çizgisini resmin tâ yukarısına çekmekle Şiraz'da yeni bir usûlü ortaya çıkarttıklarını anlatırdım. Leylasının aşkından deliren Mecnun'u herkes çöllerde perişan resmederken, büyük usta Behzat'ın nasıl onu yemek pişiren, üfleyerek odunları tutuşturmaya çalışan, çadırlar arasında yürüyen kadınların kalabalığı içinde, ama daha da yalnız gösterebildiğini anlatırdım. Hüsrev'in gece yarısı gölde yıkanan Şirin'i çırılçıplak seyrettiği anı resimleyen nakkaşların çoğunun Nizami'nin şiirini okumayıp âşıkların atlarını ve elbiselerini akıllarına esen renklerle boyamalarının ne kadar gülünç olduğunu söyler, resimlediği metni şöyle dikkatle ve akıllıca okuyamayacak kadar ilgisizse o nakkaşın eline kalemi fırçayı almasının paradan başka hiçbir nedeni olmayacağını anlatırdım. Şimdi Kara'nın başka bir temel bilgiyi de edinmiş olduğunu sevinçle görüyorum: Nakış ve sanatta hayâl kırıklığına uğramak istemiyorsan eğer, sakın onu mesleğin olarak görme. Ne kadar hünerin ve yeteneğin olursa olsun parayı ve iktidarı başka yerlerde ara ki, hüner ve emeğinin karşılığını alamayınca sanata küsmeyesin. İstanbul'daki ve taşradaki paşalara ve zenginlere kitaplar yaptırdığı için tek tek tanıdığı Tebriz'in üstat nakkaş ve hattatlarının yoksulluk ve umutsuzluk içinde olduğunu anlattı. Yalnız Tebriz'de değil, Meşhed'de, Halep'te parasızlık ve ilgisizlikten pek çok nakkaş kitap nakşetmeyi bırakmış ve tek yapraklık resimler yapmaya, Frenk seyyahlarını eğlendirecek acayiplikleri resmetmeye ve açık saçık resimler çizmeye başlamışlar. Şah Abbas'ın, Tebriz'de barış antlaşması sırasında Padişahımıza hediye verdiği kitabın şimdiden parçalanıp sayfalarının başka bir kitap için kullanılmaya başlandığını işitmiş. Hint Padişahı Ekber yeni bir büyük kitap için öyle paralar saçmaya başlamış ki, Tebriz ve Kazvin'in en parlak nakkaşları ellerindeki işi bırakıp onun sarayına koşmuşlar. Bütün bunları bana anlatırken arada tatlılıkla başka hikâyeler sıkıştırıyor: Mesela düzmece bir Mehdi'nin eğlenceli hikâyesini, ya da Safevilerin barış olsun diye Özbeklere rehin verdiği aptal şehzadenin üç gün içinde ateşlenerek ölüvermesi üzerine o tarafta çıkan telaşı tarif ediyor ve bana gülümsüyor. Ama gözlerine düşen bir gölgeden anlıyorum ki, ikimizi de korkutan o bahsedilmesi zor mesele hâlâ bitmemiş.
Evimize girip çıkan, bizim hakkımızda anlatılanları işiten, uzaktan da olsa onun varlığından haberdar her genç erkek gibi Kara da tabii ki tek ve güzel kızım Şeküre'ye âşık olmuştu. Güzeller güzeli kızıma o zamanlar, çoğu onu hiç mi hiç görmeden, herkes âşık olduğu için bu benim gözümde üzerinde durulacak tehlikeli bir şey değildi belki. Ama Kara'nınki eve girip çıkan, evde kabul ve sevgi gören ve Şeküre'yi görme fırsatı bulan bir gencin kara sevdasıydı. Umduğum gibi sevdasını içine gömmeyi başaramadı ve içindeki şiddetli yangını doğrudan kızıma açmak gibi yanlış bir iş yaptı. Bunun üzerine evimizden ayağını kesmek zorunda kaldı. İstanbul'u terk etmesinden üç yıl sonra kızımın en güzel yaşında, bir sipahi ile evlendiğini, bu aklı bir karış havada savaşçının kızıma iki oğlan çocuk doğurttuktan sonra sefere çıkıp bir daha dönmediğini ve dört yıldır ondan kimsenin haber dahi almadığını şimdi Kara'nın da bildiğini sanıyorum. Böyle dedikodu ve havadisler İstanbul'da çabuk yayıldığı için değil, aramızdaki sessizlik anlarında gözümün içine bakışından her şeyi çoktan öğrendiğini seziyorum. Hatta şu anda, rahlenin üzerinde açık duran Kitab-ur Ruh'a göz atarken, evin içinde gezen çocukların seslerine kulak kesildiğini, çünkü iki yıldır kızımın iki oğluyla birlikte baba evine geri dönmüş olduğunu bildiğini de anlıyorum. Kara'nın yokluğunda yaptırdığım bu yeni evden önce hiç söz etmedik. Büyük bir ihtimalle, servet ve itibar sahibi olmayı aklına koymuş istekli bir gencin hissedebileceği gibi Kara, bu konulardan söz açmayı çok ayıp bir şey olarak görüyor. Ama yine de daha eve girer girmez merdivenlerde ikinci katın her zaman daha kuru olduğunu, kemiklerimdeki ağrılara ikinci kata taşınmanın iyi geldiğini söyledim. İkinci kat, derken tuhaf bir utanç duyuyordum, ama şunu bilmenizi de isterim: Benden çok az serveti olanlar, küçük bir tımarı olan basit sipahiler bile yakında iki katlı ev yaptırabiliyor olacaklar. Biz kışları nakış odası olarak kullandığım odadaydık. Bitişikteki odadaki Şeküre'nin varlığını Kara'nın hissettiğini sezdim. Onu İstanbul'a çağırmak için Tebriz'e yolladığım mektupta anlattığım asıl konuya girdim hemen. "Tıpkı senin Tebriz'deki hattatlar ve nakkaşlarla yaptığın gibi ben de bir kitap hazırlatıyordum," dedim. "Benim siparişçim Âlemin Temeli Padişahımız Hazretleri'dir. Kitap gizli olduğundan, Padişahımız benim için Hazinedarbaşı'ndan gizli bir para çıkarttı. Padişahımızın nakkaşhanesinin en usta nakkaşlarıyla tek tek anlaştım. Onların kimine bir köpeği, kimine bir ağacı, kimine kenar süsleriyle ufuktaki bulutları, kimine atları resimlettiriyordum. Resmettirdiğim şeyler, tıpkı Venedikli üstatların resimlerindeki gibi, Padişahımızın bütün âlemini temsil etsin istiyordum. Ama bunlar Venediklilerin yaptığı gibi malın mülkün değil, tabii ki iç zenginliğinin ve Padişahımızın âleminin sevinçlerinin ve korkularının resimleri olacaktı. Para'yı resmettirdiysem küçümsemek içindir, Şeytan'ı ve Ölüm'ü korkuyoruz diye koydum. Bilmiyorum dedikodular ne diyor. Ağaçlarının ölümsüzlüğü, atlarının yorgunluğu, köpeklerinin arsızlığı Padişahımız Hazretleri'ni ve âlemini temsil etsin istedim. Leylek, Zeytin, Zarif ve Kelebek takma adlı nakkaşlarım da keyiflerince konu seçsin istedim. En soğuk, en uğursuz kış geceleri bile Padişahımın nakkaşlarından biri kitap için resmettiği şeyi göstermeye gizlice bana gelirdi." "Nasıl resimler yapıyorduk ve neden öyle yapıyorduk, onu şimdi tam söyleyemem. Senden sakladığım, söyleyemeyeceğim için değil. Resimlerin neyi anlattığım sanki tam ben de bilmediğim için. Ama onların nasıl resimler olması gerektiğini biliyorum." Kara'nın benim mektubumdan dört ay sonra İstanbul'a döndüğünü eski evimizin sokağındaki berberden işitmiş, onu eve ben çağırmıştım. Hikâyemde bizi birbirimize bağlayacak bir dert ve bir mutluluk vaadi olduğunu biliyordum. "Her resim bir hikâye anlatır," dedim. "Okuduğumuz kitabı güzelleştirmek için nakkaş, hikâyenin en güzel meclisini resmeder. Âşıkların birbirini ilk defa görüşü; kahraman Rüstem'in şeytani canavarın kafasını kesişi; öldürdüğü yabancının kendi oğlu olduğunu anlayan Rüstem'in kederi; aşkından aklını kaçıran Mecnun ıssız ve vahşi tabiatın içinde aslanlar, kaplanlar, geyikler, çakallar arasında; İskender savaştan önce kuşlardan geleceği okumak için gittiği ormanda kendi çulluğunun koca bir kartal tarafından paralandığını görünce dertleniyor... Bu hikâyeleri okurken yorulan gözümüz resme bakarak dinlenir. Eğer hikâyede aklımızın ve hayal gücümüzün canlandırmakta zorlandığı bir şey varsa, resim hemen imdada yetişir. Resim hikâyenin renklerle çiçeklenişidir. Kimse hikâyesi olmayan bir resim düşünemez." "Düşünemez sanırdım," diye ekledim sanki bir pişmanlıkla. "Ama bu yapılabiliyormuş. İki yıl önce Padişahımızın elçisi olarak bir kere daha Venedik'e gitmiştim. Hep İtalyan üstatlarının yaptığı yüz resimlerine bakıyordum. Resmedilenin hangi hikâyenin hangi meclisi olduğunu bilmeden, ama anlamaya ve hikâyeyi çıkarmaya çalışarak. Günün birinde, bir saray duvarında bir resimle karşılaşınca tutulup kaldım." "Resim her şeyden çok, birinin, benim gibi birinin resmiydi. Bir kâfir elbette, bizim gibi biri değil. Ama ona baktıkça ona benzediğimi hissediyordum. Üstelik, bana hiç mi hiç de benzemiyordu. Kemiksiz, yuvarlak bir yüz,
elmacık kemikleri hiç yok, buna karşılık, benim masallardık çeneden onda hiç iz yok. Bana hiç benzemiyor, ama nedense baktıkça sanki benim resmimmiş gibi yüreğimi oynatıyor." "Bana sarayını gezdiren Venedikli beyden, duvardaki resmin bir dostunun, kendi gibi bir soylu beyin resmi olduğunu öğrendim. Hayatında kendi için önemli ne varsa, hepsini kendi resmine koydurtmuştu: Arkadaki açık pencereden gözüken manzaradaki çiftlik, köy ve renkleri birbirine karışarak hakiki gibi gözüken orman. Önündeki masada, saat, kitaplar, zaman, kötülük, hayat, kalem, harita, pusula, kutular, içlerinde altın paralar, başka şeyler, ıvır zıvır, kimbilir pek çok resimde olduğu gibi anlamadığım ve sezdiğim şeyler... Cinin, Şeytan'ın gölgesi ve sonra babasının yanında güzeller güzeli rüya gibi kızı." "Hangi hikâyeyi süslemek ve tamamlamak için bu resim yapılmıştı? Resme bakarken anlıyordum ki bu resmin hikâyesi kendisiydi. Bir hikâyenin uzantısı değildi de resim, kendisi için bir şeydi." "Karşısında öyle şaşakaldığım resim hiç aklımdan çıkmadı. Saraydan çıktım, misafir kaldığım eve döndüm ve bütün gece o resmi düşündüm. Ben de öyle resmedilebilmek isterdim. Hayır, benim haddim değil, Padişahımız öyle resmedilmeli! Padişahımızı sahip olduğu şeylerle, âlemini gösteren ve kuşatan her şeyle birlikte resmetmeli. Bu fikirle bir kitap resmedilebilir, diye düşündüm." "Venedikli beyin resmini öyle bir şekilde yapmıştı ki İtalyan üstadı, o resmin o beyin resmi olduğunu hemen anlıyordun. O adamı hiç görmemişsen ve kalabalık içinde o adamı bul deseler, binlerce adam içinden o resim sayesinde onu bulup çıkarabilirdin, İtalyan üstatları herhangi bir adamı, bir diğerinden kıyafetleri ve nişanlarıyla değil, yüzünün şekliyle ayırabilecek gibi resmetmenin usûllerini ve hünerini bulmuşlar. Portre dedikleri şey bu." "Yüzün bir kere olsun böyle resmedilmişse artık hiç kimse unutturamaz seni. Sen çok uzaklardayken bile, resmine bir bakan, seni yakınındaymış gibi içinde hisseder. Yaşarken seni hiç görmemiş olanlar bile, senin ölümünden yıllar sonra, sanki sen karşılarındaymışsın gibi seninle göz göze gelebilirler." Uzun bir süre sustuk. Sofadan sokağa bakan ve aşağı kısmındaki kepenklerini hiç açmadığımız küçük pencerenin balmumlu kumaşla yeni kapladığım üst kısmından içeriye dışarının soğuğu renginde ürpertici bir ışık geliyordu. "Bir nakkaşım vardı," dedim. "Padişahımın bu gizli kitabı için, öteki nakkaşlar gibi, gizlice bana gelir, sabahlara kadar çalışırdık. En iyi tezhibi o yapardı. Zavallı Zarif Efendi bir gece buradan çıktı, ama evine hiç dönmemiş. Öldürmüşlerdir usta müzehhibimi diye korkuyorum."
6
6. B e n , O r h a n
"Öldürmüşler midir?" dedi Kara. Uzun boylu, ince ve biraz da korkutucuydu bu Kara. Onlara doğru gidiyordum ki, "Öldürmüşlerdir," dedi dedem ve beni gördü. "Ne yapıyorsun sen burada?" Ama öyle bir bakıyordu ki bana, hiç çekinmeden gidip kucağına çıkıp oturdum, ama hemen beni indirdi. "Kara'nın elini öp," dedi. Elini öptüm. Kokusuzdu. "Çok sevimli," dedi Kara beni yanağımdan öptü. "İleride aslan gibi olacak." "Bu Orhan, altı yaşında. Bir de büyüğü var, Şevket, yedi yaşında. İnatçıdır o çok." "Aksaray'daki sokağa gittim," dedi Kara. "Soğuktu, her yer kar ve buz içindeydi, ama sanki hiçbir şey değişmemişti." "Her şey değişti, bozuldu her şey," dedi dedem. "Hem de çok." Bana döndü. "Ağabeyin nerede?" "Ustanın yanında." "Sen niye buradasın?" "Ustam bana, aferin, sen artık git." dedi. "Yolu tek başına mı geldin?" dedi dedem. "Seni ağabeyin getirmeli." Sonra Kara'ya dedi ki: "Haftada iki kere Kuran mektebinden sonra gittikleri bir ciltçi dostum var, çıraklık ediyor, ciltçilik öğreniyorlar." "Deden gibi nakış yapmayı da seviyor musun?" dedi Kara. Sustum. "Peki," dedi dedem. "Hadi bakalım sen şimdi." Mangaldan yayılan sıcaklık o kadar tatlıydı ki yanlarından hiç ayrılmak istemedim. Boya ve zamk kokusunu koklayarak bir an durdum. Kahve de kokuyordu. "Başka türlü nakşetmek, başka türlü görmek midir?" dedi dedem. "Zavallı müzehhibi bu yüzden öldürdüler. Üstelik o eski usul tezhip yapardı. Öldürüldüğünü bile bilmiyorum, yalnıza kayıp. Padişahımız için Üstat Başnakkaş Osman'ın emrinde bunlar bir surname resimliyorlar. Hepsi evlerinde çalışır. Üstat Osman nakkaşhanededir. Önce oraya gitmeni ve her şeyi kendi gözünle görmeni istiyorum. Ötekiler, aralarında tartışıp birbirlerini öldürmüşlerdir diye de korkuyorum. Yıllar önce ustaları Başnakkaş Osman'ın verdiği takma adlarla: Kelebek, Zeytin, Leylek.. Onları gider evlerinde görürsün..." Merdivenlerden ineceğime gerisin geri döndüm. Hayriye'nin geceleri uyuduğu gömme dolaplı odadan bir tıkırtı geliyordu, oraya girdim. İçeride Hayriye değil, annem vardı. Beni görünce utandı. Gövdesinin yarısı dolabın içindeydi. "Neredeydin sen?" dedi. Ama biliyordu nerede olduğumu. Dolabın içinde bir delik vardır, oradan dedemin nakış odası, onun kapısı açıksa sofa, sonra sofanın öbür tarafında dedemin yattığı odanın içi gözükür, tabi onun da kapısı açıksa. "Dedemin yanındaydım," dedim. "Anne sen ne yapıyorsun burada?"
"Sana misafir var, yanına girilmeyecek, demedim mi?" Bağırıyordu, ama çok yüksek sesle değil, çünkü misafir duymasın istiyordu. "Ne yapıyorlardı?" diye sordu sonra, tatlı sesiyle. "Oturmuşlardı. Boyalarla değil ama. Dedem anlatıyordu, öbürü dinliyordu." "Nasıl oturmuştu?" Birden hop yere oturdum, misafiri taklit ettim: Ben şimdi çok ciddi bir adamım bak anne; ben şimdi kaşlarımı çatmış dedemi dinliyorum, ve mevlit dinler gibi kafamı makamla ciddi ciddi misafir gibi sallıyorum. "Git aşağı," dedi annem. "Hayriye'yi çağır bana. Hemen." Oturdu, kucağına aldığı yazı tahtasının üzerindeki bir küçük kâğıda yazmaya başladı. "Anne ne yazıyorsun sen?" "Çabuk aşağı git Hayriye'yi çağır demedim mi sana." Mutfağa gittim. Ağabeyim gelmiş. Hayriye, önüne misafirin pilavından bir sahan koymuş. "Kalleş," dedi ağabeyim. "Bırakıp beni ustayla, gittin. Bütün kıvırmayı ben yaptım. Parmaklarım mosmor oldu." "Hayriye, annem çağırıyor." "Yemeğim bitince seni dövücem," dedi ağabeyim. "Tembelliğinin, kalleşliğinin cezasını çekeceksin." Hayriye çıkınca ağabeyim pilavını bile bitirmeden kalkıp üzerime geldi. Kaçamadım. Kolumu yakaladı bileğimden, bükmeye başladı. "Yapma Şevket yapma, canım çok acıyor." "Bir daha işi yıkıp kaçacak mısın?" "Kaçmayacağım." "Yemin et." "Yemin ederim." "Kuran üzerine et." "Kuran üzerine ederim." Ama bırakmadı. Beni sininin yanına çekti, çökertti. Bir yandan pilavını kaşıklıyor, bir yandan, benden o kadar kuvvetli ki, kolumu daha da büküyor. "Yine kardeşine işkence etme zalim," dedi Hayriye. Örtünmüş sokağa çıkıyordu. "Bırak onu." "Sen karışma esir kızı," dedi ağabeyim. Kolumu hâlâ büküyordu. "Nereye gidiyorsun sen?" "Limon alacağım," dedi Hayriye. "Yalancı," dedi ağabeyim, "dolap limon dolu." Kolumu gevşettiği için birden kendimi kurtardım, tekme attım, Şamdanı sapından tuttum, ama üzerime atılıp beni altına aldı. Şamdana vurdu, sini devrildi. "Allahın belaları!" dedi annem. Misafir duymasın diye bağırmıyordu. Kara'ya gözükmeden sofayı geçip merdivenden aşağı nasıl inmişti? Bizi ayırdı. "Siz insanı rezil edersiniz, piç kuruları." "Orhan yalan söyledi bugün," dedi Şevket. "Beni ustamın yanında bütün işle bırakıp kaçtı." "Sus," dedi annem, ona bir tokat attı. Hafifçe vurmuştu, ağabeyim de ağlamadı. "Ben babamı istiyorum," dedi. "Babam dönünce Hasan Amca'nın kırmızı kılıcını çekecek ve biz bu evden Hasan Amca'nın yanına döneceğiz." "Sus," dedi annem. Birden öyle öfkelendi ki Şevket'i kolundan tuttuğu gibi çekti sürükleyerek, taşlığın ucundaki karanlığa götürdü. Ben de peşlerinden gitmiştim. Annem kapıyı açtı, beni de görünce: "Girin ikiniz de içeri," dedi. "Ama anne ben bir şey yapmadım," dedim, ama girdim içeri Annem kapıyı üzerimize kapadı, içerisi kör karanlık değildi, nar ağacına bakan kepenklerin aralığından içeriye hafif bir ışık vuruyordu, ama korktum.
"Anne kapıyı aç," dedim. "Üşüyorum." "Ağlama korkak," dedi Şevket, "Açar şimdi." Annem kapıyı açtı. "Misafir gidene kadar uslu duracak mısınız?" dedi. "Peki o zaman, Kara gidene kadar mutfakta ocağın başında oturursunuz, yukarı çıkmayacaksınız." "Orada sıkılırız," dedi Şevket. "Hayriye nereye gitti?" "Her şeye karışıyorsun, çok oluyorsun sen," dedi annem. Ahırda bir atın hafifçe kişnediğini duyduk. Sonra bir daha duyduk. Dedenin atı değil, Kara'nın atıydı bu. Bir panayır günü ya dîni bir bayram sabahı başlıyormuş gibi bir neşe geçti aramızdan. Annem gülümsedi, sanki bizim de gülümsememizi isteyerek. İki adım atıp ahırın bu yana bakan kapısını açtı. "Drrsss," diye seslendi içeri doğru. Döndü, bizi Hayriye'nin yağ kokan fareli mutfağına sokup oturttu. "Sakın misafir gidene kadar buradan çıkayım demeyin Kavga da etmeyin aranızda ki kimse sizin şımarık, huysuz çocuklar olduğunuzu düşünmesin." "Anne," dedim kapıyı kapamadan önce. "Anne, bir şey söyleyeceğim. Dedemin zavallı müzehhibini öldürmüşler."
7
7. B e n i m A d ı m K a r a
Çocuğunu ilk gördüğümde, yıllardır Şeküre'nin yüzünün nesini yanlış hatırladığımı hemen anladım. Orhan'ın yüzü gibi Şeküre'ninki de inceydi, çenesi de hatırladığımdan daha uzundu. Bu yüzden sevgilimin ağzı, tabii ki yıllar boyunca düşündüğümden daha küçük ve dar olmalıydı. On iki yıl boyunca, o şehir senin bu şehir benim gezerken hayalimde Şeküre'nin ağzım istekle genişletmiş, dudaklarını daha derli toplu, ama iri ve parlak bir vişne gibi daha etli ve dayanılmaz hayal etmiştim. Şeküre'nin yüzünün İtalyan üstatlarının usulleriyle yapılmış bir resmi olsaydı yanımda, demek ki, on iki yıl süren yolculuğumun ortalarında bir yerde geride bıraktığım sevgilimin yüzünü artık hiç mi hiç hatırlayamıyorum diye kendimi yersiz yurtsuz hissetmeyecektim hiç. Çünkü içinizde kalbinize nakşeylediğiniz bir sevgilinin yüzü yaşıyorsa eğer, dünya hâlâ sizin evinizdir. Şeküre'nin oğlunu görmek, onunla konuşmak ve yüzüne yakından bakıp öpmek içimde uğursuzlara, katillere, günahkârlara özgü bir huzursuzluk başlattı hemen. İçimden bir ses, "Haydi, şimdi Şeküre'yi git gör." diyordu bana. Bir ara, Eniştemin yanından hiçbir şey demeden çıkayım, sofaya açılan kapıları -göz ucuyla saymıştım, biri merdivenlerinki beş karanlık kapı- hepsini Şeküre'yi bulana kadar tek tek açayım diye düşündüm. Ama yüreğimden geçenleri zamansız ve hesapsızca açıverdiğim için sevgilimden on iki yıl uzak kalmıştım ben. Sessizce ve sinsice bekledim ve Şeküre'nin kimbilir ne kadar sık oturduğu minderlere, dokunduğu eşyalara bakıp Eniştemi dinledim. Sultan'ın bu kitabı Hicret'in bininci yıldönümüne yetiştirmek istediğini anlattı bana. Cihanpenah Padişahımız takvimin bininci yılında, kendisinin ve devletinin Frenklerin usûllerini de onlar kadar kullanabileceğini göstermek istiyordu. Padişah ayrıca bir de surname yaptırttığı için çok meşgul olduğunu bildiği usta nakkaşların evlerinden çıkmamalarını, nakkaşhanenin kalabalığında değil, evlerinde çalışmalarını buyurmuştu. Onların gizlice Enişteme geldiklerinden de haberdardı tabii. "Başnakkaş Üstat Osman'ı görürsün," dedi Eniştem. "Kör olmuş diyorlar, bunamış diyorlar: Bence hem kör hem bunaktır." Usta bir nakkaş olmamasına, aslında bu onun zanaatı hiç olmamasına rağmen Eniştemin Padişah'ın izni ve teşvikiyle bir kitap yaptırıp denetlemesi elbette yaşlı Üstat Başnakkaş Osman ile arasını açacaktı. Çocukluğumu hatırlayarak evin içindeki eşyalara verdim, dikkatimi. Yerdeki Kula işi mavi kilimi, bakır sürahiyi, kahve tepsisini ve bakracı, tâ Çin'den Portekiz üzerinden geldiğini rahmetli teyzemin kaç kere iftiharla söylediği kahve fincanlarını on iki yıl önceden de hatırlıyordum. Bu eşyalar, tıpkı kenardaki sedef kakmalı rahle, duvardaki kavukluk, yumuşaklığını hatırlayarak dokunduğum kırmızı kadife yastık gibi Şeküre'yle çocukluğumuzu geçirdiğimiz Aksaray'daki evden kalmaydı ve o evdeki mutlululuk ve resim günlerimin ışıltısından hâlâ birşeyler taşıyorlardı. Mutluluk ve resim. Bunları hikâyeme ve kederime dikkat gösterecek sevgili okurlarımın benim âlemimin başlangıç noktası olarak hep akıllarında tutmalarını isterim. Bir zamanlar burada kitaplar, kalemler ve resimler arasında çok mutluydum. Sonra âşık oldum da bu Cennet'ten kovuldum. Gençliğimde hayatı ve dünyayı iyimserlikle benimsememe yol açtığı için Şeküre'ye ve ona olan aşkıma çok şey borçlu olduğumu aşk sürgünlüğü çektiğim yıllarda çok düşünmüşümdür. Bir çocuk saflığıyla, aşkıma karşılık alacağımdan kuşkum olmadığı için, aşırı iyimserdim ve dünyayı da iyimserlikle kabul edip iyi bir yer olarak görüyordum. Kitapları, Eniştemin o zamanlar bana oku dediği şeyleri, medresede öğretilenleri, nakşı ve resmetmeyi işte bu iyimserlikle benimseyerek sevdim. Eğitimimin güneşli ve şenlikli bu ilk ve en zengin yarısını Şeküre'ye duyduğum aşka borçlu olduğum kadar, onu berbat eden karanlık bilgilerimi de reddedilmeye borçluyum: Buz gibi gecelerde, han odalarında ocağın sönen aleviyle birlikte yok olup gitme isteği, seviştikten sonra rüyalarımda sık sık yanımdaki
kadınla birlikte ıssız bir uçuruma düştüğümü görmem ve "beş para etmez herifin tekiyim" fikri Şeküre'den bana mirastır. "Ölümden sonra," dedi Eniştem çok sonra, "ruhlarımızın bu dünyada yataklarında mışıl mışıl uyumakta olanların ruhlarıyla buluşabileceğini biliyor muydun?" "Bilmiyordum." "Ölümden sonra bir uzun yolculuk var, bu yüzden ölmekten korkmuyorum. Korktuğum Padişahımızın kitabını bitiremeden ölmek." Aklımın bir yanı kendimi Enişteme göre daha güçlü, daha aklı başında ve sağlam bulurken, diğer yanı da on iki yıl önce kızının benimle evlenmesine izin vermeyen bu adama gelirken aldığım kaftanın pahalılığına, merdivenden şimdi inip ahırdan çıkarıp bineceğim atın gümüş koşumlarına ve işlemeli eğer takımına takılmıştı. Nakkaşlar arasında öğrendiğim her.şeyi ona yetiştireceğimi söyledim. Elini öptüm, merdivenleri indim, avluya çıktım, kar soğuğunu üzerimde hissettim de ne bir çocuk ne de yaşlı bir adam olduğumu hatırladım: Dünyayı mutlulukla tenimde hissediyordum. Ahırın kapısını kaparken bir rüzgâr esti. Taşlıktan avluya geçerken geminden tutup çektiğim beyaz atım benimle birlikte ürperdi: Onun geniş damarlı güçlü bacaklarım, sabırsızlığını, o zor zaptedilir halini kendimin bildim. Sokağa çıkar çıkmaz, tam bir hamlede atımın üzerine atlamak üzereydim ki, tam bir daha hiç dönmem diyen masalsı atlı gibi dar sokaklardan kaybolacaktım ki, nereden çıktığını hiç anlayamadığım koskocaman bir kadın, baştan aşağı pembeler giyen bir Yahudi, elinde bohçası üzerime geldi. O kadar büyük ve genişti ki, dolap gibiydi. Ama hareketli, canlı, hatta işveliydi de. "Aslanım, delikanlım, hakikaten dedikleri kadar yakışıklıymışsın sen," dedi. "Evli misin, bekâr mısın, gizli sevgilin için İstanbul'un en başta gelen bohçacısı Ester'den ipek mendil alır mısın?" "Yok." "Atlastan bir kızıl kuşak?" "Yok." "Yok, yok, deme bakayım! Senin gibi bir aslanın nişanlısı, gizli sevgilisi olmaz mı hiç? Kaç gözü yaşlı kız senin için cayır cayır yanıyordur kimbilir?" Bir anda gövdesi bir cambazın narin gövdesi gibi uzadı ve şaşırtıcı bir zarafetle bana sokuldu. Aynı anda yoktan var eden hokkabazın hüneriyle, elinde bir mektup belirdi. Mektubu kaşla göz arasında kaptım ve sanki yıllardır bu an için terbiye edilmişim gibi hünerle kuşağımın içine soktum. Koca bir mektuptu ve kuşağımın içinde belimle göbeğimin arasında buz gibi tenimin üzerinde şimdiden ateş gibi hissediyordum onu. "Atına bin, rahvan sür onu," dedi bohçacı Ester. "Bu duvarla birlikte sağa sokağa dön, istifini hiç bozmadan git, ama nar ağacının yanına gelince dön ve çıktığın eve bak, karşındaki penceresine." Yoluna devam edip bir anda kayboldu. Ata bindim, ama hayatında ilk defa ata binen acemi gibi. Kalbim koşar gibi atıyordu, aklım telaşa kapılmıştı, ellerim atın koşumlarını nasıl tutacağım şaşırmıştı, ama bacaklarım atın gövdesini sıkı sıkıya sarınca sağlam bir akıl ve hüner hakim oldu atıma ve bana ve Ester'in dediği gibi, tamı tamına rahvan yürüdü akıllı atım ve sağa sokağa da döndük ne güzel! O zaman hissettim belki de gerçekten yakışıklı olduğumu. Masallardaki gibi her kepengin, her kafesin arkasından mahalleli bir kadın beni seyrediyordu ve ben yeniden aynı yangınla yanmak üzere olduğumu hissediyordum. Bu muydu istediğim? Onca yıllık hastalığa geri mi dönüyordum? Birden güneş açılıverdi de şaşırdım. Nar ağacı nerede? İşte bu kederli, cılız ağaç mı? Evet o! Atımın üzerinde hafifçe yan döndüm: Tam karşımda bir pencere vardı, ama kimse yoktu orada. Cadaloz Ester beni aldattı! Diyordum ki, birden, buzla kaplı kepenk patlar gibi açıldı ve orada güneşte ışıl ışıl parlayan pencerenin çerçevesi içinde gördüm on iki yıl sonra, güzel yüzü karlı dallar arasından. Kara gözlüm bana mı bakıyordu, benden ötede başka bir hayata mı? Hüzünlü müydü, gülümsüyor muydu, yoksa hüzünle mi gülümsüyordu anlayamadım. Ahmak atım, yüreğime uyma sen, yavaşlasana! Yine de eğerimin üzerinde pervasızca geri döndüm, sonuna kadar özlemle baktım, beyaz dalların arkasındaki zarif ve ince yüzü kayboluncaya kadar. Benim atımın üzerinde, onun da pencerede duruşumuzun Hüsrev'in Şirin'in penceresinin altına geldiği o binlerce kere resmedilmiş meclise -aramızda ama biraz arkada kederli bir ağaç da vardı- ne kadar da çok benzediğini çok sonra, bana verdiği mektubu açtıktan, içindeki resmi gördükten sonra anladığımda sevdiğimiz bayıldığımız o kitaplarda resmedildiği gibi aşktan cayır cayır yanmaktaydım.
8
8. B e n i m A d ı m E s t e r
Kara'ya verdiğim mektupta neler yazdığım hepinizin merak ettiğini biliyorum. Bu bende de bir merak olduğu için hepsini öğrendim. İstiyorsanız hikâyenizin sayfalarını geri geri çeviriyormuş gibi yapın da bakın ben ona o mektubu vermeden daha önce neler oldu, bir anlatayım. Şimdi, akşamüstündeyiz, Haliç'in çıkışındaki bizim Yahudi mahalleciğimizdeki evimizde kocam Nesim'le oturuyoruz da ocağa of-puf iki ihtiyar, odun atarak ısınmaya çalışıyoruz. Bakmayın şimdi kendime ihtiyar deyivermeme, ipek mendillerin, eldivenlerin, çarşafların, Portekiz gemisinden çıkma renkli gömlekliklerin arasına yüzüktü, küpeydi, gerdanlıktı gibi hem pahalısından hem ucuzundan karıları heyecanlandıracak incikboncuk da koydum mu, takarım bohçamı koluma İstanbul kazan Ester kepçe, girmediğim sokak kalmaz. Kapıdan kapıya taşımadığım mektup, dedikodu yoktur ve bu İstanbul'un kızlarının yarısını ben evlendirdim, ama şimdi bu sözü övünmek için açmamıştım. Diyordum ki, akşamüstü oturuyorduk, tık tık, kapı çaldı, gittim açtım, karşımda bu salak cariye Hayriye. Elinde de mektup. Soğuktan mı, heyecandan mı anlayamadım titreye titreye bana Şeküremin ne istediğini anlatıyor. Önce bu mektup Hasan'a götürülecek sandım da şaşırdım. Güzel Şeküre'nin savaştan bir türlü dönmeyen kocası -bana kalırsa postu çoktan deldirtmiştir o bahtsız- var ya. İşte evine dönmez savaşçı kocanın bir de gözü dönmüş kardeşi var; Hasan'dır adı. Ama anladım ki Şeküre'nin mektubu Hasan'a değil, bir başkasınaymış. Ne yazıyor mektupta, Ester meraktan kuduracak. Sonunda mektubu okumayı başardım. Sizlerle de öyle fazla tanışmıyoruz. Açıkçası, birden bir utanma sıkılma geldi üzerime. Mektubu nasıl okudum size söylemeyeceğim Belki benim merakımı -siz de en azından berberler kadar meraklı değil misiniz sanki- ayıplar, bor görürsünüz beni. Ben size yalnızca mektubu bana okurlarken işittiğimi söyleyivereyim. Şöyle yazmıştı şeker Şeküre: "Kara Efendi, babamla olan yakınlığına dayanarak evime geliyorsun. Ama zannetme ki benden herhangi bir işaret alacaksın. Sen gittiğinden beri çok şey oldu. Evlendim, aslan gibi iki çocuğum var. Bir tanesi Orhan, demin içeri girmiş de görmüşsün. Ben dört yıldır kocamı bekliyorum ve başka da bir şey düşünmüyorum. Kendimi iki çocuk ve ihtiyar bir babayla kimsesiz, çaresiz ve güçsüz hissedebilirim, bir erkeğin gücüne ve koruyuculuğuna ihtiyacım olabilir, ama kimse bu durumumdan yararlanabileceğini sanmasın. Bu yüzden lütfen bir daha kapımızı çalma. Bir kere zaten mahcup etmiştin ve o zaman benim, babamın gözünde kendimi temize çıkarmam için ne kadar çile çekmem gerekmişti! Sana bu mektupla birlikte, aklı bir karış havada bir gençken nakşedip bana yolladığın resmi de geri gönderiyorum. Hiçbir umut beslemeyesin, hiçbir yanlış işaret almayasın diye. İnsanların bir resme bakıp âşık olabileceklerini sanmak yalanmış. Ayağın evimizden kesilsin, en iyisi budur" Zavallı Şeküreciğim, bir erkek, bey, paşa değil ki altına gösterişli mührünü vursun! Kâğıdın dibine adının ilk harfini, küçük, ürkek bir kuş gibi atmış, o kadar. Mühür, dedim. Ben bu mühürlü mektupları nasıl açıp kapıyorum diye merak ediyorsunuzdur. Mühürlü değil ki mektuplar. Bu Ester cahil bir Yahudidir, bizim yazımızı sökemez diye düşünüyor canım Şekürem. Doğru, ben sizin yazınızı okuyamam, ama başkasına okuturum. Mektubunuzu ise pekâlâ kendim okurum. Aklınız mı karıştı? Şöyle izah edeyim ki en kalın kafalınız da anlasın. Bir mektup diyeceğini yalnız yazıyla demez. Mektup tıpkı kitap gibi, koklayarak, dokunarak, elleyerek de okunur. Bu yüzden akıllı olanlar, oku bakalım, mektup ne diyor, derler. Aptallar da; oku bakalım, ne yazıyor, derler. Hüner yalnız yazıyı değil, mektubun tümünü okumakta. Dinleyin bakalım Şeküre başka ne demiş, 1. Mektubu gizlice yolluyorsam da, mektup taşımayı iş ve huy edinmiş Ester ile yollamakla öyle fazla bir gizlilik maksadım yoktur, diyor.
2. Kâğıdın muska böreği gibi fazla fazla katlanması da gizlilik ve sır anlamına geliyor. Oysa mektup açık. Üstelik yanında koca bir resim var. Maksat sırrımızı aman herkesten saklayalım, gibi yapmak. Bu da, aşkı geri çevirme mektubundan çok, aşka davet mektubuna yakışır. 3. Ki mektubun kokusu da bunu doğruluyor. Eline alanın kararsız kalacağı kadar belirsiz (acaba bilerek mi koku sürülmüş?) ama kayıtsız kalamayacağı kadar çekici (bu bir ıtır kokusu mu yoksa onun elinin kokusu mu?) bu koku, mektubu bana okuyan zavallının aklını başından almaya yetti. Sanırım Kara'nın da aynı şekilde aklını başından alacaktır. 4. Okumaz yazmaz bir Ester'im ben, ama hattın akışından, bu kalemin, aman acele ediyorum, önemsemeden dikkatsizce yazıveriyorum demesine rağmen, harflerin hep birlikte tatlı bir rüzgâra kapılmış gibi zarifane titreyişlerinden, içinden içinden tam tersini söylediği anlaşılıyor. Orhan'dan söz ederken "demin" diyerek şimdi yazıldığını ima etmesine rağmen, belli ki bir müsvette yapılmış, çünkü dikkat seziliyor her satırda. 5. Mektupla yollanan resim, ben Yahudi Ester'in bile bildiği masaldaki güzel Şirin'in yakışıklı Hüsrev'in resmine bakıp âşık olmasını anlatıyor. İstanbul'un hülyalı kadınlarının hepsi bayılırlar bu hikâyeye, ama ilk defa resminin yollandığını görüyorum. Siz okuryazar talihlilerin sık sık başına gelir: Okuması olmayan biri yalvarır da ona gelmiş bir mektubu okursunuz. Yazılanlar el kadar sarsıcı, heyecan verici, huzursuz edicidir ki, mektup sahibi kendi mahremiyetine ortak olmanızdan da mahcup, utana sıkıla yazıyı bir daha okumanızı rica eder. Yine okursunuz. Sonunda mektup o kadar çok okunur ki ikiniz de ezberlersiniz. Bundan sonra mektubu ellerine alır, bu lafı şurada mı ediyor, şunu burada mı demiş, diye size sorar ve parmağınızın ucuyla sizin gösterdiğiniz noktaya oradaki harfleri anlamadan bakarlar. Okuyamadıkları ama ezberledikleri sözlerin harflerin kıvrılışına bakarken bazen, bazen öyle içlenirim ki ben, kendimin de okuma yazma bilmediğini unutur da mektuplara gözyaşı döken bu okumasız yazmasız kızları öpmek gelir içimden. Bir de şu uğursuzlar vardır, sakın benzemeyin onlara: Kız mektubunu eline alıp ona yeniden dokunmak, nerede hangi sözün dendiğini anlamadan bakmak istediğinde ona, "Ne yapacaksın, okuman yok, daha neye bakacaksın," diyen bu hayvanların, kimisi sanki kendisinmiş gibi kızın mektubunu geri bile vermezler de onlarla kavga edip mektubu geri almak bazen bana, Ester'e düşer. Böyle iyi bir karıyımdır işte ben Ester, seversem sizi, size de yardım ederim
9
9. B e n , Ş e k ü r e
Kara, beyaz atının üzerinde, tam karşımdan geçerken ben niye! orada penceredeydim? Tam o anda, bir sezgiyle niye kepengi açmıştım da karlı nar dallarının arasından onu görünce öyle uzun uzun bakmıştım? Bunları size tam söyleyemem. Hayriye ile Ester'e ben haber saldım; Kara'nın oradan geçeceğini biliyordum elbette. Nar ağacına bakan gömme dolaplı odaya, o ara, ben tek başıma sandıklardaki çarşaflara bakmak için çıkmıştım. İçimden öyle geldiği için kepengi o an coşkuyla bütün gücümle itince önce odaya güneş doldu: Pencerede durdum ve Kara ile güneşten gözlerim kamaşır gibi göz göze geldim; çok güzeldi. Büyümüş, olgunlaşmış, gençliğindeki o sarsak sallantılı halini üzerinden atmış da yakışıklı olmuş. Bak Şeküre, dedi yüreğim bana, Kara yalnızca yakışıklı değil, gözlerinin içine bak, yüreği çocuk gibi, ne kadar temiz, ne kadar yalnız. Evlen onunla. Ama ben ona tam tersini yazdığım bir mektup gönderdim. Benden on iki yaş büyük olmasına rağmen, ben on ikisindeyken, ondan daha yetişkin olduğumu bilirdim. O zamanlar karşımda bir erkek gibi dimdik durup, şunu yapacağım, bunu yapacağım, şuradan atlayıp, buraya tırmanacağım diyeceğine, her şeyden utanmış olarak önündeki kitabın ve resmin içine gömülür, gizlenirdi. Sonra o da bana âşık oldu. Bir resim çizip aşkını ifade etti. İkimiz de büyümüştük artık. On iki yaşıma geldiğimde Kara'nın benim gözlerimin içine bakamadığını, sanki göz göze gelirsek bana âşık olduğunu anlayacağımdan korktuğunu sezdim. "Şu fildişi saplı bıçağı verir misin?" derdi mesela, ama bıçağa bakardı da sonra gözünü kaldırıp benim gözümün içine bakamazdı. "Vişne şerbeti güzel mi?" diye sorarsam mesela, bani hepimizin ağzımız doluyken yaptığı gibi tatlı bir gülümseme, bir yüz ifadesiyle güzel olduğunu ifade edemezdi. Bir sağırla konuşur gibi bütün gücüyle "Evet," diye bağırırdı. Çünkü korkudan suratıma bakamazdı. Çok güzeldim o zamanlar. Bütün erkekler, uzaktan, perdeler, kapılar ve kumaşların kalabalığı arasından da olsa, bir kere beni görebilmiş olanlar hemen âşık olurlardı bana. Bunları övünmek için değil, hikâyemi anlayın da kederimi paylaşın diye söylüyorum. Herkesin bildiği Hüsrev ile Şirin'in hikâyesinde bir an vardır, Kara ile ben çok konuşmuştuk bunu. Hüsrev ile Şirin'i birbirlerine âşık etmeye niyetlidir Şapur. Bir gün, Şirin.nedimeleriyle birlikte kır gezintisine çıktığında, altlarında oturup dinlendikleri ağaçlardan birinin dalma Şapur gizlice Hüsrev'in resmini asar. Şirin yakışıklı Hüsrev'in o güzel bahçenin bir ağacına asılı resmim görünce âşık olur ona. Bu ânı, nakkaşların dediği gibi bu meclisi, Şirin'in Hüsrev'in dala asılı resmine hayranlık ve şaşkınlıkla bakışını gösterir çok resim yapılmıştır. Kara babamla çalışırken pek çok kere görüp bir iki kere de baka baka istinsah etmişti bu resmi tam aynısı gibi. Sonra bana âşık olunca bir kere de kendi için yeniden yapmış. Ama resimdeki Hüsrev ile Şirin'in yerine kendisiyle beni, Kara ile Şeküre'yi resmetmiş. Resimdeki kız ile erkeğin bizler olduğunu altındaki yazı olmasaydı bir tek ben anlayabilirdim, çünkü bazen şakalaşırken beni ve kendini aynı hatlarla, renklerle resmederdi: Ben maviler içinde; kendisi de kırmızı olurdu. Bu yetmiyormuş gibi, bir de Hüsrev'in ve Şirin'in resimlerinin altına adlarımızı yazmıştı. Resmi bir suç gibi, benim görebileceğim bir yere bırakmış kaçmıştı. Resme bakışımı, ondan sonra ne yapacağımı seyrettiğini hatırlıyorum. Şirin gibi ona âşık olamayacağımı çok iyi bildiğim için önce hiç renk vermedim. Tâ Uludağ'dan getirildiği söylenen buzlarla soğutulan vişne şuruplarıyla serinlemeye çalıştığımız o yaz gününün akşamı, Kara evine döndükten sonra, onun bana ilam aşk ettiğini babama söyledim. Kara o zamanlar medreseden yeni çıkmıştı. Kenar mahallelerde müderrislik ediyor, kendi isteğinden çok babamın zorlamasıyla pek güçlü, pek itibarlı olan Naim Paşa'ya intisap etmeye çalışıyordu. Babama göre aklı bir karış havadaydı. Naim Paşa'nın yanına girebilmesi, en azından bir katiplikle işe başlayabilmesi için dertlenen ve Kara'nın da bunun için pek bir şey yapmadığını, yani akılsızlık ettiğini söyleyen babam, o akşam bizi kastederek, "Gözü çok daha yukarılardaymış meğer fakir yeğenin," demişti. Anneme aldırmayarak, şöyle de demişti: "Sandığımızdan da akıllıymış meğer." Ondan sonraki günlerde babam neler yaptı, ben Kara'dan nasıl uzak durdum, önce evimizden, sonra bütün bütün semtimizden; ayağı nasıl kesildi, bütün bunları kederle hatırlıyorum, ama size anlatmak istemiyorum: Babamı ve beni sevmezsiniz diye. İnanın bana, başka çaremiz yoktu. Umutsuz aşk umutsuz olduğunu anlar,
kural tanımaz gönül dünyanın kaç bucak olduğunu kavrar da böyle zamanlarda makul insanlar kibarca "bizi birbirimize uygun bulmadılar" diyerek kısa keserler ya haklı olarak: Öyleydi işte. Annemin birkaç kere "Bari çocuğun kalbini kırmayın," dediğini hatırlatayım. Annemin çocuk dediği Kara yirmi dört, ben ise onun yarı yaşındaydım. Babam Kara'nın aşk ilanını küstahça bulduğu için annemin ricasını kasten yerine getirmemiş de olabilir. İstanbul'dan gittiği haberini aldığımızda onu büsbütün unutmadıysak bile gönlümüzden tamamen çıkarmıştık. Yıllarca hiçbir şehirden haberini de almadığımız için, yapıp da bana gösterdiği resmi çocukluk hatıralarımızın ve çocukça arkadaşlığımızın bir nişanesi olarak saklamamın yerinde olduğunu düşünmüşümdür. Önceleri babam, sonraları da savaşçı kocam resmi bulup huzursuz olmasın, kıskanmasın diye altındaki Şeküre ile Kara kelimelerinin üstünü babamın Hasan Paşa mürekkebi sanki damlamış da damladan çiçekler yapılmış gibi ustaca örtmüştüm. Bugün ona o resmi geri yolladığıma göre, aranızda pencerede onun karşısına çıkıvermiş olmamı benim aleyhime yorumlamaya çalışanlar varsa, belki biraz utanır, belki biraz düşünürler. Onun karşısına on iki yıl sonra birdenbire çıktıktan sonra orada, pencerenin önünde, akşam güneşinin kızıl ışıkları içinde bir süre kaldım da, bahçenin bu ışıkta hafifçe kırmızımsı bir renge, turunç rengine bürünüşüne, iyice üşüyene kadar hayranlıkla baktım Hiç rüzgâr yoktu. Sokaktan geçen biri ya da babam beni açık pencerede görseydi, ya da Kara atıyla geri dönüp önümden geçseydi ne derlerdi umurumda değildi. Haftada bir güle oynaya hamama gittiğim Ziver Paşa'nın kızlarından o hem sürekli gülen, eğlenen, hem de en olmadık zamanda en şaşırtıcı lafı eden Mesrure bir keresinde, hiçbir zaman tam ne düşündüğünü insanın kendisinin bile bilemeyeceğini söylemişti bana. Ben şöyle düşünürüm: Bazen bir şey söylüyorum, onu düşünmüş olduğumu söylerken anlıyorum, ama anladığını vakit tam tersim inançla düşünüyorum. Babamın eve çağırdığı ve hepsini tek tek dikizlediğimi sizden saklamayacağım nakkaşlardan zavallı Zarif Efendi'nin kocam gibi kayıp olmasına üzüldüm. En çirkin ve fakir ruhluları da oydu. Kepengi kapadım, odadan çıktım, aşağıya mutfağa indim. "Anne, Şevket seni dinlemedi," dedi Orhan. "Kara ahırdan atını alırken mutfaktan çıktı da delikten onu seyretti." "Ne var!" dedi Şevket elinde havanın eli. "Annem de dolabın içindeki delikten seyrediyordu onu." "Hayriye," dedim. "Akşama bunlara badem ezmeli, şekerli ekmek kızartırsın az yağda." Orhan tepinerek sevindi de, Şevket hiç ses etmedi. Yukarı merdivenleri çıkarken ikisi de bağıra bağıra arkamdan yetişip, paldır küldür, bir neşeyle itişerek yanımdan geçerlerken: "Yavaş, yavaş," dedim ben de kahkahalar atarak. "Kör olasıcalar." Birer tatlı yumruk indirdim narin sırtlarına. Ne kadar güzeldir akşamüstü evde çocuklarla birlikte olmak! Babam sessizce kitabına vermişti kendini. "Misafiriniz gitti," dedim. "Umarım sıkmamıştır sizi." "Yok," dedi. "Eğlendirdi beni. Eskisi gibi Eniştesine saygılı." "İyi." "Ama ihtiyatlı ve hesaplı da." Bunu, benim tepkimi ölçmekten çok Kara'yı küçümser bir havayla, konuyu kapatmak için söylemişti. Başka zaman olsaydı sivri dilimle bir cevap yetiştirirdim. Bu sefer, hâlâ beyaz atı üzerinde ilerlediğini hissettiğim o adamı düşündüm de ürperdim. Sonra, dolaplı odada nasıl oldu bilmiyorum Orhan ile birbirimize sarılmış bulduk kendimizi. Şevket de sokuldu; bir an aralarında itiştiler. Kavgaya tutuştular zannediyordum ki sedire yuvarlanmış bulduk kendimizi. Köpek yavruları gibi onları sevdim; başlarının arkasından, saçlarından öptüm, göğsüme bastırdım onları, ağırlıklarım memelerimin üzerinde hissettim. "Hımmn" dedim. "Saçlarınız kokuyor sizin. Hayriye ile hamama gidersiniz yarın." "Ben artık Hayriye ile hamama gitmek istemiyorum," dedi Şevket. "Çok mu büyüdün sen," dedim. "Anne niye bu güzel mor gömleğini giydin?" dedi Şevket. İçeri odaya gittim, mor gömleği çıkardım. Hep giydiğim soluk yeşili geçirdim üzerime. Giyinirken üşüdüm, ürperdim, ama tenimin ateş gibi olduğunu, dahası gövdemin canlılığını, diriliğini hissettim. Yanaklarımda bir parça allık vardı, çocuklarla itişir, öpüşürken silinip dağılmıştır, ama onu da tükürüp avucumun içiyle iyice yaydım. Biliyor musunuz, hısım akrabalar, hamamda gördüğüm kadınlar, beni gören herkes yirmi dört yaşında
iki çocuklu geçkin bir kadın değil de. on altı yaşında bir genç kız gibi olduğumu söylerler. Onlara inanmanızı, sizin de inanmanızı istiyorum, anladınız mı, yoksa hiç anlatmayacağım. Sizinle konuşmamı yadırgamayın. Babamın kitaplarındaki resimlere yıllardır bakar, içlerinde hep kadınları, güzelleri ararım. Seyrek de olsa vardırlar ve hep mahcup, utangaç, önlerine, en fazla özür diler gibi birbirlerine bakarlar. Erkekler, savaşçılar ve padişahlar gibi başlarını kaldırıp dimdik dünyaya baktıkları hiç olmaz. Ama aceleyle nakışlanmış ucuz kitaplarda, ressamın dikkatsizliği yüzünden bazı kadınların gözleri yere, hatta resmin içinde başka bir şeye, ne bileyim bir kadehe ya da sevgiliye bakmaz da, doğrudan okuyucuya bakar. Kimdir baktıkları o okuyucu, diye düşünürüm hep. Tâ Timur zamanından kalma iki yüz yıllık kitaplarla, meraklı gâvurların altınları verip tâ memleketlerine götürdükleri ciltler aklıma gelince ürperirim: Belki de benim şu hikâyemi öyle tâ uzaklardan biri, bir gün dinleyecektir. Kitaplara geçme isteği bu değil mı, bütün padişahlar, vezirler, kendilerini anlatan, kendilerine adanmış kitapları yazanlara keseler dolusu altını bu ürperti için vermiyorlar mı? Bu ürpertiyi içimde duyduğumda, ben de, tıpkı bir gözü kitabın içindeki hayata, bir gözü de kitabın dışına bakan o güzel kadınlar gibi, beni kimbilir tâ hangi yerden ve zamandan seyretmekte olan sizlerle de konuşmak isterim. Ben güzelim, akıllıyım ve beni seyrediyor olmanız da hoşuma gidiyor. Arada bir bir iki yalan söylesem de, bu benim hakkımda yanlış bir fikir edinmeyesiniz diyedir. Belki sezmişsinizdir, babam beni çok sever. Benden önce üç oğlu olmuş, ama Allah onların canını teker teker almış da ben kıza dokunmamış. Babam üzerime titrer, ama onun seçtiği bir adamla evlenmedim ben; kendi görüp beğendiğim bir sipahiye vardım. Babama kalsa beni vereceği adam hem en büyük âlim olacak, hem nakıştan, sanattan anlayacak, hem güç iktidar sahibi olacak, hem de Karun gibi zengin olacaktı ki, böyle bir şey onun kitaplarında bile olmayacağı için ben yıllarca evde oturup bekleyecektim. Kocamın yakışıklılığı dillere destandı, kendim de aracılarla haber salıp bir fırsatını bulup hamam dönüşü karşıma çıkıverince gördüm, gözlerinden ateş çıkıyordu, hemen âşık oldum. Esmerdi, bembeyaz tenli, yeşil gözlü bir güzeldi; güçlü kolları vardı, ama aslında uyuyakalmış çocuk gibi hep masum ve sessizdi. Belki de, bütün gücünü savaşlarda adam öldürerek, ganimet toplayarak tükettiği için, bana belli belirsiz kan kokar gibi gelirdi, ama evde hamın gibi yumuşacık ve sakin dururdu. Babamın yoksul bir savaşçı diye önce istemediği ve ben kendimi öldürürüm dediğim için beni vermeye razı olduğu bu adam, savaştan savaşa kahramanca koşarak en büyük yiğitlikleri yaparak on bin akçelik bir tımar sahibi oldu ki herkes bizi kıskanırdı. Dört yıl önce Safevilerle savaştan dönen orduyla birlikte geri gelmemesine önceleri aldırmadım. Çünkü savaştıkça ustalaşıyor, kendi başına işler çeviriyor, daha büyük ganimetler getiriyor, daha büyük tımarlara çıkıyor, daha çok asker yetiştiriyordu. Ordunun yürüyüş kolundan ayrılıp kendi adamlarıyla birlikte dağlara doğru gittiğini söyleyen şahitler de vardı. Önceleri hep şimdi dönecek diye umdum, ama iki yılda yavaş yavaş yokluğuna alıştım, İstanbul'da benim gibi kocası kayıp ne kadar çok savaşçı karısı olduğunu anlayınca durumumu kabullendim. Geceleri yataklarımızda çocuklarla birlikte birbirimize sarılır ağlaşırdık. Ağlaşmasınlar diye onlara bir yalan atar, mesela filanca söylemiş, kanıtı var, babanız bahar gelmeden dönüyor der, daha sonra benim yalanım onların ağzından, başkalarının kulağına değişe dolaşa, dönüp bana "Müjde" diye geri gelince herkesten önce ben inanırdım. Kocamın gün görmemiş, ama çelebi ruhlu Abaza babası ve onun gibi yeşil gözlü kardeşiyle birlikte Çarşıkapı'da bir kira evinde oturuyorduk. Evin orta direği kocam kaybolunca sıkıntılar; başladı. Kayınpeder büyük oğlunun savaşa savaşa zenginleşmesi üzerine bıraktığı aynacılık işine o yaştan sonra geri döndü. Kocamın gümrükte çalışan bekâr kardeşi Hasan, eve getirip bıraktığı para çoğaldıkça erkeklik taslamaya başladı. Ev işlerini gören cariye kızı, kirayı verememekten korktukları bir kış, alelacele esir pazarına götürüp sattılar ve benden onun gördüğü mutfak işlerini görmemi, çamaşırı yıkamamı, hatta çarşı pazara çıkıp alışveriş etmemi istediler. Ben bu işleri görecek kadın mıyım, demedim, yüreğime taş basıp hepsini yaptım. Ama artık geceleri odasına alacak bir cariyesi olmayan kayınbirader Hasan, benim kapımı zorlamaya başlayınca ne yapacağımı şaşırdım. Elbette hemen buraya, baba evine dönebilirdim, ama kadıya göre kocam hukuken yaşadığına göre, onları öfkelendirirsem beni çocuklarla birlikte zorla kayınpederimin yanına, yani kocamın evine geri götürmekle kalmaz, bunu yaparken beni ve beni alıkoyan babamı cezalandırıp aşağılayabilirlerdi. Aslına bakılırsa, kocamdan daha insancıl ve makul bulduğum ve tabii ki bana çok fena âşık olduğunu bildiğim Hasan ile sevişebilirdim. Ama bunu düşüncesizce yapmak beni sonunda onun karısı değil, Allah korusun, cariyesi olmaya götürürdü. Çünkü, mirastan payımı istemeye kalkarım, hatta belki de, onları terk eder, çocuklarla babamın yanına dönerim diye korktukları için, kocamın kadı gözünde öldüğünü onlar da kabul etmeye razı değillerdi hiç. Kocam kadıya göre ölmemişse, Hasan ile evlenemezdim tabii, ama başka birisiyle de evlenemeyeceğini için ve bu durum da o eve ve evliliğe beni bağladığı için kocamın "kayıp" olması, sürüp gitmekte olan o belirsiz durum, onlara göre
tercih edilebilir bir şeydi. Çünkü unutmayın ki, onların ev işlerini görüyor, yemeklerinden çamaşırlarına her işlerini yapıyordum ve biri de bana deli gibi âşıktı. Kayınpederim ve Hasan için en iyi çözüm, benim Hasan ile evlenmemdi, ama bunun için önce şahitleri ayarlamak, sonra kadıyı ikna etmek şarttı. O zaman kayıp kocamın en yakınları, babası ve kardeşi de rıza gösterdiğine göre, kocamın artık ölüden sayılmasına karşı çıkan biri olmayacağına göre, kadı da, biz bu adamın savaşta ölüsünü gördük, diyen yalancı şahitlere üç beş akçeye inanır gözükecekti. En büyük sorun, dul düştükten sonra evi terketmeyeceğime, miras hakkı, ya da evlenmek için para istemeyeceğime, daha önemlisi kendi seçimim ile Hasan ile evleneceğime onu inandırabilmemdi. Bu konuda ona güven vermek için onunla sevişmem ve bunu boşanabilmek için değil -inandırıcı olacak bir şekilde- ona âşık olduğum için yapmam gerektiğini elbette anlamıştım. Gayret etsem Hasan'a âşık olabilirdim. Hasan kayıp kocamdan sekiz yaş küçüktü, kocam evdeyken kardeşim gibiydi ve bu duygu beni ona yaklaştırmıştı. İddiasız, ama tutkulu oluşunu, çocuklarımla oynamayı sevişini ve bana bazen sanki o susuzluktan ölen birisi, ben de bir bardak soğuk vişne şerbetiymişim gibi özlemle bakışını seviyordum. Ama bana çamaşır yıkatan, cariyeler, köleler gibi çarşı pazar gezip alışveriş etmemden gocunmayan birine âşık olabilmem için çok gayret etmem gerektiğini de biliyordum. Babamın evine gidip gidip tencerelere, kap kaçağa, fincanlara bakıp uzun uzun ağladığım ve geceleri birbirimize destek olmak için çocuklarla koyun koyuna uyuduğumuz o günlerde Hasan bana o fırsatı vermedi. Benim de ona âşık olabileceğime, evlenebilmemiz için gerekli bu tek yolun gerçekleşebileceğine inanamadığı, kendine güveni olmadığı için edepsizlikler etti. Bir iki kere beni sıkıştırmaya, öpmeye, ellemeye kalktı, kocamın hiç dönmeyeceğini beni öldüreceğini söyledi, tehditler savurdu, çocuk gibi ağladı ve aceleciliği ve telaşıyla efsanelerde anlatılan gerçek ve soylu aşka vakit tanımadığı için onunla evlenemeyeceğimi anladım. Bir gece çocuklarla birlikte yattığımız odanın kapısını zorlayınca hemen kalktım, çocukların korkmasına aldırmadan avazım çıktığı kadar bağırıp eve kötü cinlerin girdiğini söyledim. Kayınpederi uyandırdım ve daha hevesinin şiddeti geçmemiş olan Hasan'ı cin korkuları ve çığlıklarım arasında babasına teşhir ettim. Benim abuk sabuk ulumalarım, ipe sapa gelmez cin laflarım arasında, aklı başında ihtiyar, berbat gerçeği, oğlunun sarhoş olduğunu ve diğer oğlunun iki çocuklu karısına edepsizce yaklaştığını utançla farketti. Sabaha kadar uyumayacağımı, cine karşı oğullarımı kapının önünde oturup bekleyeceğimi söyleyince ses etmedi. Sabah hasta babama bakmak için uzun bir zamanlığına, çocuklarla birlikte baba evine döneceğimi ilan edince yenilgiyi kabullendi. Kocamın satmayıp savaşlardan bana getirdiği Macar'dan ganimeti zilli saati, en asabi Arap atının sinirinden yapılmış kamçıyı, çocukların taşlarını savaş oyunları oynarken kullandıkları Tebriz yapımı fildişinden satranç takımını ve satılmasın diye ne kavgalar ettiğim Nahcivan savaşından ganimet gümüş şamdanları evlilik hayatımın nişaneleri olarak alıp baba evine geri döndüm. Gaib kocamın evini terk etmem, beklediğim gibi, Hasan'ın bana olan saplantılı, saygısız aşkını, çaresiz, ama saygıdeğer bir yangına dönüştürdü. Babasının kendisini desteklemeyeceğini bildiği için, beni tehdit etmek yerine, köşelerinde kuşların, gözü yaşlı aslanların ve mahzun ceylanların oturduğu aşk mektupları yollamaya başladı. Bir nakkaş ve şair ruhlu dostu yazıp resimlemiyorsa eğer, Hasanla aynı çatı altında yaşarken farkedemediğim zengin hayal âlemini gösteren bu mektupları son zamanlarda yeniden yeniden okumaya başladığımı sizden saklamayacağım. Son mektuplarında Hasan’ın beni ev işlerine köle etmeyeceğini, çünkü çok para kazandığını anlatması, saygılı, tatlı ve şakacı dili ve çocukların bitip tükenmez kavgalarıyla istekleri ve babamın şikayetleri kafamı kazan gibi yaptığı için penceremin kepengini sanki dünyaya bir "oh" diyebilmek için de açmıştım. Hayriye akşam sofrasını kurmadan önce babama Arabistan'dan gelen en iyi hurma çiçeğinden ılık bir kavi yaptım, içine bir kaşık bal koyup azıcık limon suyuyla karıştırdım, sessizce yanına girdim ve Kitab-ur Ruh'u okurken, tam da istediği gibi, kendimi hiç farkettirmeden, bir ruh gibi önüne koydum. Öyle kederli ve cılız bir sesle, "Kar yağıyor mu?" diye sordu ki bana, bunun zavallı babamın hayatında göreceği son kar olduğunu hemen anladım.
10
10. B e n B i r A ğ a c ı m
Ben bir ağacım, çok yalnızım. Yağmur yağdıkça ağlıyorum. Allah rızası için kulak verin şu anlatacaklarıma. Kahvelerinizi için, uykunuz kaçsın, gözleriniz açılsın, bana cin gibi bakın da size niye bu kadar yalnız olduğumu anlatayım. 1. Üstat meddahın arkasında bir ağaç resmi olsun diye aharsız kaba kâğıda alelacele resmedildiğimi söylüyorlardır. Doğru. Şimdi yanımda ne başka narin ağaçlar, ne yedi yapraklı bozkır otları, ne kimi zaman Şeytan'a ve insana benzeyen lüle lüle karanlık kayalar, ne de gökte kıvrım kıvrım Çin bulutları var. Bir yer, bir gök, bir ben, bir de ufuk çizgisi. Ama hikâyem daha karışık. 2. Bir ağaç olarak illaki bir kitabın parçası olmam şart değil. Ama bir ağaç resmi olarak herhangi bir kitabın sayfası değilim diye huzurum kaçıyor. Bir kitapta bir şey göstermiyorsam putataparlar ve kâfirler gibi resmimin duvara asılıp bana secde edilip tapılacağı geliyor aklıma. Erzurumi Hocacılar duymasın, bundan gizlice övünüyorum ve sonra utançla çok korkuyorum. 3. Yalnızlığımın asıl sebebi ise hangi hikâyenin parçası olduğumu benim de bilmemem. Bir hikâyenin parçası olacaktım, ama bir yaprak gibi düştüm oradan. Onu anlatayım:
AĞAÇTAN DÜŞEN YAPRAK GİBİ HİKÂYEMDEN DÜŞÜŞÜMÜN HİKÂYESİ Acem Şahı Tahmasp, ki hem Osmanlı'nın baş düşmanıydı, hem de cihanın en nakışsever padişahıydı, bundan kırk yıl önce bunamaya başlayınca ilk iş eğlenceydi, şaraptı, musikiydi, şiirdi, nakıştı, bunlardan soğudu. Kahveyi de bırakınca kafası durdu; asık suratlı, karanlık ihtiyarların evhamlarıyla Osmanlı'nın askerinden uzak olsun diye payitahtını o zaman Acem mülkü olan Tebriz'de Kazvin'e taşıdı. Daha da yaşlanınca bir gün cin çarpmasıyla buhrana kapılıp, şaraba, oğlancılığa ve nakşetmeye tövbeler tövbesi dedi ki bu yüce şahın kahve zevkinden sonra aklıselimini de kaybettiğinin iyi bir ispatıdır. Böylece, Tebriz'de yirmi yıldır cihanın en büyük harikaların yapan mucize elli ciltçiler, hattatlar, müzehhipler, nakkaşlar çil yavrusu gibi şehir şehir dağıldılar. Bunların en parlaklarını, Şal Tahmasp'ın yeğeni ve damadı, Sultan İbrahim Mirza, vali olduğu Meşhed'e çağırdı ve onları nakkaşhanesine yerleştirip Timur zamanında Herat'ta en büyük şair olan Câmi'nin Heft Evreng'in yedi mesnevisini yazdırıp nakışlı, resimli harika bir kitap yaptırmaya başladı. Akıllı ve hoş yeğenini hem seven hem kıskanan, kızını ona verdiği için pişmanlık duyan Şah Tahmasp bu harika kitabı işitince haset etti ve öfkeyle yeğenini Meşhed valiliğinden Kain şehrine, sonra yine bir öfkeyle daha küçük Sebzivar şehrine sürdü. Meşhed'deki hattatlar ve nakkaşlar da böylece başka şehirlere, başka memleketlere, başka sultanların, şehzadelerin nakkaşhanelerine dağıldılar. Ama bir mucizeyle Sultan İbrahim Mirza'nın harika kitabı yarıda kalmadı; çünkü hakikatli bir kitapdarı vardı. Bu adam atına atlar, hüner, en iyi tezhibi yapan usta oradadır diye ta Şiraz'a gider, oradan en zarif nestalik hattı yazan hattat için iki sayfayı alır Isfahan'a götürür, sonra dağları geçip ta Buhara'ya çıkıp Özbek Han'ının yanında nakşeden büyük üstat nakkaşa resmin istifini yaptırır, insanlarını çizdirir; Herat'a inip bu sefer yarı kör eski üstatlardan birine otların ve yaprakların kıvrım kıvrım kıvrılışını ezberden nakşettirir; Herat'ta başka bir hattata uğrayıp resmin içindeki kapının üstündeki levhadaki yazıyı altın rika ile yazdırıp hadi yine güneye, Kain'e gider ve altı ay yolculuk ederek yarılayabildiği sayfayı Sultan İbrahim Mirza'ya gösterip aferini alırdı. Bu gidişle kitabın hiç bitmeyeceğini anladılar ve Tatar ulaklar tuttular. Her birinin eline üzerine işlenip yazılacak sayfayla birlikle sanatçıya istenilen şeyi tarif eden birer mektup verdiler. Böylece bütün Acem ülkesinin, Horasan'ın, Özbek memleketinin, Mavaünnehir'in yanından kitap sayfalarını taşıyan ulaklar geçti.
Ulaklar gibi kitabın yapımı da hızlandı. Bazen elli dokuzuncu yaprakla yüz altmış ikinci yaprak karlı bir gece kurt ulumalarının işitildiği bir kervansarayda karşılaşır, yarenlik ederken aynı kitap için çalıştıklarını anlayıp, odalarından çıkarıp getirdikleri sayfaların hangi mesnevinin neresine düştüğünü, birbirlerine göre yerlerini anlamaya çalışırlardı. Bugün bitirildiğini kederle işittiğim bu kitabın bir sayfasında da ben olacaktım. Ne yazık ki soğuk bir kış günü beni taşıyarak kayalık geçitlerden geçen Tatar ulağın yolunu haramiler kesti. Önce dövdüler zavallı Tatar'ı, sonra harami usulünce soydular, ırzına geçip imansızca öldürdüler. Bu yüzden ben de bilmiyorum hangi sahifeden düştüğümü. Sizden ricam bana bakıp bunu söylemeniz: Acaba Leyla'yı çadırında çoban kılığında ziyaret eden Mecnun'a gölge mi olacaktım? Umutsuz inançsızın ruhundaki karanlığı anlatayım diye gecenin içine mi karışacaktım? Bütün cihandan kaçıp denizler aşıp, kuşlar, meyvelerle dolu bir adada huzur bulan iki sevgilinin mutluluğuna eşlik etmek isterdim! Diyar-ı Hind'i fethederken basma güneş geçip günlerce burnu kanaya kanaya ölen İskender'in son anlarına gölge olmak isterdim. Yoksa oğluna aşk ve hayat nasihatları veren babanın gücünü ve yaşını ima etmeye mi yarayacaktım? Hangi hikâyeye mana ve zarafet katacaktım? Ulağı öldürüp, beni yanlarına alıp dağ şehir demeden gezdiren haramilerden biri, arada bir kıymetimi biliyor, bir ağaç resmine bakmanın, bir ağaca bakmaktan daha hoş olduğunu anlayacak kadar incelik gösteriyordu, ama bu ağacın hangi hikâyenin parçası olduğunu bilmediği için çabuk sıkılıyordu benden. Beni şehir şehir gezdirdikten sonra korktuğum gibi yırtıp atmadı bu haydut, bir handa ince bir adama bir testi şaraba sattı. Geceleri bazen ağır bir mum ışığında bana bakardı bu zavallı ince adam. Kederden ölünce mallarını sattılar. Beni alan üstat meddah sayesinde tâ İstanbul'a kadar geldim. Şimdi çok mutluyum, bu gece burada Osmanlı Padişahı'nın siz mucize elli, kartal gözlü, çelik iradeli, zarif bilekli, hassas ruhlu nakkaşları ve hattatları arasında olmakta şeref duyuyorum ve Allah aşkına, bir üstat nakkaşın duvara assın diye beni kötü kâğıda alelacele çizdiğini söyleyenlere inanmayın diye yalvarıyorum. Bakın ne yalanlar, ne iftiralar, ne pervasız yakıştırmalar daha var: Dün gece hani buraya duvara bir köpek resmini asıp bu edepsiz köpeğin serüvenlerini hikâye etmişti ya üstadım, bu arada, Erzurumlu bir Husret Hoca'nın serüvenlerini anlatmıştı ya! Şimdi Erzurumlu Nusret Hoca Hazretleri'ni sevenler bunu yanlış anlamış; sözümona biz ona laf dokunduruyormuşuz. Biz büyük vaiz Efendimiz Hazretleri'ne babası belirsiz diyebilir miyiz? Hâşa! Hiç aklımızdan geçer mi? Bu nasıl bir fitne sokmak, ne pervasız bir yakıştırmadır! Madem Erzurumlu Husret, Erzurumlu Nusret ile karışıyor, ben size Sivaslı Şaşı Nedret Hoca'nın ağaç hikâyesini anlatayım. Bu Sivaslı Şaşı Nedret Hoca da güzel oğlanları sevmekle nakşetmeyi lanetlemekten başka, kahvenin Şeytan işi olduğunu, içenin Cehennem'e gideceğim söylüyormuş. E Sivaslı, sen benim şu koca dalımın nasıl eğildiğini unuttun mu? Size anlatayım, ama kimseye söylemeyeceğinize yemin edin, çünkü Allah kuru iftiradan saklasın. Bir sabah bir baktım, maşallahı var, minare boylu, aslan pençe dev gibi bir adam ile yukarıda adı geçen benim bu dala çıkıp gül yapraklarımın arasına gizlenmiş, afedersiniz takır takır iş görüyorlar. Sonradan Şeytan olduğunu anladığım dev bizimkini becerirken güzel kulağını hem şefkatle öpüyor, hem de içine fısıldıyor: "Kahve haramdır; kahve günahtır..." diye. Kahvenin zararına inanan, güz dinimizin buyruklarına değil Şeytan'a inanır ona göre. Bir de son olarak Frenk nakkaşlarından söz edeceğim ki, onlara özenen soysuz varsa ibret alsın. Şimdi bu Frenk nakkaşları, kralların, papazların, beylerin, hatta hanımların yüzlerini öyle bir nakşediyorlar ki, o kişiyi resmine bakıp sokakta tanıyabiliyorsun. Bunların karıları zaten sokakta serbest gezer, artık gerisini siz düşünün. Ama bu da yetmemiş, işleri daha ileri götürmüşler. Pezevenklikte değil, nakışta diyorum... Bir büyük üstat Frenk nakkaşı ile başka büyük bir nakkaş ustası bir Frenk çayırında yürürler ve ustalık ve sanat üzerine konuşurlarmış. Karşılarına bir orman çıkmış. Daha usta olanı, ötekine şöyle demiş: "Yeni usûllerle resmetmek öyle bir hüner gerektirir ki" demiş, "bu ormandaki ağaçlardan birini resmettin mi, resme bakan meraklı buraya gelip, isterse o ağacı diğerlerinden ayırt edip bulur." Ben fakir, gördüğünüz ağaç resmi, böyle bir akılla resmedilmediğim için Allahıma şükrediyorum. Frenk usullerince resmedilseydim beni sahici bir ağaç sanan İstanbul'un bütün köpekleri üzerime işer diye korktuğumdan değil. Ben bir ağacın kendisi değil, manası olmak istiyorum.
11
11. B e n i m A d ı m K a r a
Geç vakit başlayan kar sabaha kadar yağdı. Şeküre'nin mektubunu bütün gece yeniden yeniden okudum. Boş evin boş odasında aşağı yukarı sinirli sinirli yürürken şamdana sokuluyor, soluk mumun titreyen ışığında sevgilimin öfkeli harflerinin asabi titreyişlerini, bana yalan söylemek için attıkları taklaları, sağdan sola kıvırta kıvırta ilerleyişlerini seyrediyordum. Derken gözümü önünde kepengin birden açılışı ve sevgilimin karşıma çıkıveren yüzü ve kederli gülümseyişi beliriyordu. Son altı yedi yıldır aklımın içinde Şeküre'dir diye değiştire değiştire taşıdığım ve vişne rengindeki ağızları gittikçe genişleyen yüzlerin hepsini, onun gerçek yüzünü görünce unutmuştum. Gece vakti bir ara evlilik düşlerine kaptırdım kendimi. Hayalimde aşkımdan hiç şüphem yoktu, aşkımın karşılık gördüğünden de. Böylece büyük bir mutluluk içinde evleniyorduk biz, ama merdivenli bir evde hayallerimdeki mutluluk tuzla buz oluyordu. Doğru dürüst bir iş bulamıyor, karımla kavga edip söz geçiremiyordum. Bu karanlık hayalleri Arabistan'daki bekâr gecelerim sırasına okuduğum Gazzali'nin Ihya-ı Ulum'unun evliliğin zararları kısmından apardığımı anlayınca, gecenin ortasında, aynı sayfalara evliliğin yararları konusunda daha fazla laf olduğu geldi aklıma Ama kendimi onca zorlamama rağmen kaç kere okuduğum bu faydaların yalnızca ikisini hatırlayabildim. Erkek evlenince evini birisi düzene sokuyordu, ama hayalimdeki merdivenli evde hiç düzen yoktu. İkincisi, suçlu suçlu otuz bir çekmekten ve daha da suçlulukla karanlık arka sokaklarda pezevenklerin arkasından orospu peşinde sürüklenmekten kurtuluyordum. Bu kurtuluş düşüncesi, gecenin ilerlemiş bir saatinde aklıma yine otuz bir çekmeyi getirdi. Bir saflık isteğiyle, takıntıyı bir an önce kafamdan çıkarmak için her zamanki alışkanlıkla odanın bir köşesine çekildim, ama bir süre sonra otuz bir çekemediğimi anladım. On iki yıldan sonra ben yine âşık olmuştum! Bu şaşmaz kanıt yüreğime öyle bir heyecan ve korku saldı ki mumun ışığı gibi neredeyse titreye titreye yürüdüm odada. Pencereye çıkıp kendini gösterecekse Şeküre, bir de tam tersi mantığı harekete geçirdiği o mektuba ne gerek vardı ki? Kızı beni o kadar istemiyorsa, babası niye çağırıyor, bunlar, baba kız bana oyun mu oynuyorlardı? Odada aşağı yukarı yürüyor, kapının, duvarın, gıcırdayan döşemenin her soruma gacır gucur bir cevap vermeye çalışarak benim gibi kekelediğini hissediyordum. Yıllar önce yaptığım o resme, Şirin'in bir ağacın dalına asılı Hüsrev'in resmini görüp ona tutuluşunu anlatır resme baktım. Tebriz'den gelip Eniştemin eline yeni geçmiş vasat bir kitaptaki aynı resimden aldığım ilhamla yapmıştım onu. Resme bakmak, ne sonraki yıllarda her hatırlayışımda olduğu gibi utandırdı beni (resmin ve aşk ilanının basitliği yüzünden) ne de mutlu gençlik hatıralarıma geri götürdü. Sabaha doğru aklım duruma hakim oldu da, resmi bana geri yollamasını, Şeküre'nin benim için ustaca kurmakta olduğu bir aşk satrancının bir hamlesi olarak gördüm. Oturdum, şamdanın ışığında Şeküre'ye bir cevap mektubu yazdım. Biraz uyuduktan sonra sabah mektubu göğsümün üzerine koydum ve sokaklara çıktım, uzun uzun yürüdüm. Kar İstanbul'un dar sokaklarını genişletmiş, şehri de kalabalığından arındırmıştı. Her şey çocukluğumda olduğu gibi daha sessiz ve hareketsizdi. Çocukluğumun karlı kış günlerinde zannettiğim gibi, İstanbul'un anılarını, kubbelerini, bahçelerini kargalar sarmış gibi geldi bana. Karın üzerindeki ayak seslerimi dinleyerek ağzımdan çıkan buhara bakarak hızla yürüyor, Eniştemin gitmemi istediği saray nakkaşhanesinin de sokaklar gibi sessiz olduğunu düşünerek heyecanlanıyordum. Yahudi mahallesine girmeden mektubumu Şeküre'ye ulaştıracak Ester'e bir çocukla haber saldım, öğle namazından önce buluşmak için yer söyledim. Ayasofya'nın arkasındaki nakkaşhane binasına erkenden gittim. Çocukluğumda bir ara çıraklık ettiğim, Enişte'nin aracılığıyla girip çıktığım nakkaşhane binasının görünüşünde, saçaklardan sarkan buzlar hariç hiçbir değişiklik yoktu. Genç ve yakışıklı bir çırak önde, ben arkada, zamk ve çiriş kokuları içerisinde başları dönmüş yaşlı cilt ustalarının, erken yaşta kamburu çıkmış usta nakkaşların, gözleri ocağın alevlerine kederle takıldığı için
dizlerinin üzerindeki kâselere bakmadan boya karıştıran gençlerin arasından geçtik. Bir köşede kucağındaki devekuşu yumurtasını özenle boyayan bir ihtiyar, bir çekmeceyi neşeyle nakşeden bir amca, onları saygıyla izleyen genç bir çırağı gördüm. Açık bir kapıdan, ustalarının azarladığı genç öğrencilerin yaptıkları yanlışı anlamak için kıpkırmızı yüzlerini önlerindeki kâğıtlara değdirircesine yaklaştırdıklarını gördüm. Bir başka hücrede kederli ve hüzünlü bir çırak renkleri, kâğıtları, nakşı unutmuş, benim az önce heyecanla yürüdüğüm sokağa bakıyordu. Açık hücre kapılarının önünde nakış istinsah eden, kalıp boya hazırlayan, kalemlerini sivrilten nakkaşlar ben yabancıya yan gözle düşmanca baktılar. Buzlu merdivenleri çıktık. Nakkaşhane binasının ikinci katlı dört yanından dolanan revakının altından yürüdük. Aşağıda kat kaplı iç avluda çocuk yaşta iki öğrenci, kalın aba kumaştan cübbelerine rağmen belli ki soğuktan tir tir titreyerek bir şeyi, belki verilecek bir cezayı bekliyorlardı. İlk gençliğimizde tembellik eden ya da pahalı boyaları ziyan eden öğrencilere atılan dayakları, ayaklarını kanatıncaya kadar tabanlarına vurulan sopaları hatırladım. Sıcak bir odaya girdik. Dizlerinin üzerine rahatça oturmuş nakkaşlar gördüm, ama hayallerimin ustaları değil, çıraklıktan yeni çıkmış gençlerdi bunlar. Bir zamanlar bende fazlasıyla saygı heyecan uyandıran bu oda, Üstat Osman'ın takma adlar verdiği büyük ustalar artık evlerinde çalıştıkları için bir büyük zengin padişahın nakkaşhanesi değil de, Doğu'da ıssız dağlar içinde yitip gitmiş bir kervansarayın büyükçe bir odasına benziyordu şimdi. Hemen kenarda, bir piştahtanın başında on beş yıl sonra ilk defa gördüğüm Başnakkaş Üstat Osman, bir gölgeden çok bir hortlakmış gibi geldi bana. Yolculuklarım sırasında ne zaman nakşetmeyi, resmetmeyi düşlesem, Behzat gibi hayallerim içinde hayranlıkla beliren büyük usta, Ayasofya tarafına bakan pencereden gelen kar beyazı ışığın içinde beyaz kıyafetleriyle sanki çoktan öteki dünyanın hayaletlerine karışmıştı bile. Üzerinin benlerle kaplanmış olduğunu gördüğüm elini öptüm, kendimi hatırlattım. Eniştemin beni buraya çocukluğumda soktuğunu, ama benim kalemi tercih edip çıktığımı, yıllarımı yollarda, Doğu şehirlerinde paşalara katiplik, defterdar katipliği ederek geçirdiğimi, Serhat Paşa ve öteki paşalarla birlikte Tebriz'de hattat ve nakkaşları tanıyıp kitaplar hazırlattığımı, Bağdat ve Halep'te, Van'da ve Tiflis'te bulunduğumu, savaşlar gördüğümü söyledim. "Ah, Tiflis!" dedi büyük üstat penceredeki muşambadan süzülüp karlı bahçeden içeri vuran ışığa bakarak. "Orada şimdi kar mı yağıyor?" Sanatında ustalaşa ustalaşa körleşen ve bir yaştan sonra yarı evliya yarı bunak hayatı süren ve bitip tükenmez efsaneleri anlatılan eski Acem üstatları gibi davranıyordu, ama cin gibi gözlerinden Eniştemden şiddetle nefret ettiğini, benden şüphelendiğini görebildim hemen. Yine de ona Arap çöllerinde karın, burada olduğu gibi yalnızca Ayasofya Camii'ne değil, hatıralara da yağdığım anlattım. Tiflis kalesine kar yağdığı zaman çamaşır yıkayan kadınların çiçek renginde şarkılar söylediğini, çocukların da yastıklarının altında yaz için dondurma sakladıklarını hikâye ettim. "Gittiğin ülkelerde nakkaşlar, ressamlar ne nakşediyor, ne resmediyorlar anlat," dedi. Bir köşede sayfalara cetvel çekerken hayaller içinde dalıp gitmiş hülyalı genç nakkaş rahlesinden başını kaldırıp, bana, en gerçek masalı şimdi anlat, dercesine ötekilerle birlikte baktı. Çoğu mahallesinde bakkal kimdir, komşu manavla niye kavgalıdır, ekmeğin okkası kaçadır bilmeyen bu insanların Tebriz'de, Kazvin'de, Şiraz ve Bağdat'ta kimin nasıl nakış yaptığından, hangi hanların, şahların, padişahların, şehzadelerin kitap için kaç para döktüğünden haberdar olduklarından, en azından bu çevrelerde veba gibi hızla yayılan en son dedikodu ve söylentileri fazla fazla işitmiş olduklarından hiç kuşkum yoktu, ama yine de anlattım. Çünkü ben oradan, Doğu'dan, orduların savaştığı, şehzadelerin birbirini boğazlayıp şehirleri yağmalayıp yaktığı, savaş ve barışın her gün konuşulduğu ve asırlardır en iyi şiirlerin yazılıp, nakşın ve resmin yapıldığı Acem ülkesinden geliyordum. "Elli iki yıldır tahtta oturan Şah Tahmaşp son yıllarında, bildiğiniz gibi kitap, nakış, resim aşkını unutup şairlere, nakkaşlara, hattatlara sırtını dönüp kendini ibadete vererek ölmüş, yerine de oğlu İsmail oturmuştu," dedim. "Huysuzluğunu ve kavgacılığını bildiği için babasının yirmi yıl hapiste tuttuğu yeni şah tahta geçer geçmez kudurup kardeşlerini boğazlattı, kimini de kör edip başından attı. Ama düşmanları sonunda afyonlayıp zehirleyip ondan kurtuldu da tahta yarım akıllı ağabeyi Muhammet Hüdabende'yi geçirdik Onun zamanında bütün şehzadeler, kardeşler, valiler, Özbekler, herkes ayaklandı, birbirleriyle ve bizim Serhat Paşamızla öyle bir savaşa tutuştular ki Acem ülkesi toz duman içinde kaldı, taruman oldu. Parasız, pulsuz, akılsız ve yarı kör şimdiki Şahın ne kitap yazdıracak hali var, ne resimletecek. Böylece, Kazvin'in ve Herat'ın efsanevi nakkaşları, Şah Tahmasp'ın nakkaşhanesinde harikalar yaratan bütün o yaşlı ustalar ve çırakları, fırçaları atları dörtnala koşturan, kelebekleri sayfadan çıkarıp uçuran ressamlar, renkbazlar, bütün o usta ciltçiler, hattatlar, hepsi işsiz güçsüz, parasız pulsuz hatta yersiz yurtsuz kaldılar. Kimi kuzeye Şeybaniler arasına, kimi Hindistan'a, kimi buraya İstanbul'a göç etti. Kimi başka işlere girip, orada kendini ve şerefini tüketti. Kimi de her biri birbirine düşmüş küçük şehzadelerin, valilerin yanına girip en fazla üç beş yaprak resmi olan avuç içi kadar kitaplar için
çalışmaya başladılar. Sıradan askerlerin, görgüsüz paşaların, şımarık şehzadelerin zevki için alacele yazılıp şıpınişi nakışlanmış ucuz kitaplar sardı her yeri." "Ne kadardan gidiyor?" diye sordu Üstat Osman. "Koskoca Sadıki Bey'in bir Özbek sipahisi için yalnızca kırk altına bir Acaip-ül Mahlukat resmettiği söyleniyor. Doğu seferinden Erzurum'a geri dönen görgüsüz bir paşanın çadırında, araların üstat Siyavuş'un elinden çıkma resimler de olan, açık saçık resimlerle dolu bir murakka gördüm. Resmetmekten cayamayan büyük ustalar bir kitabın, bir.hikâyenin parçası olmayan tek tek resimler yapıp satıyorlar. O tek resme bakarken bu hangi hikâyenin hangi meclisidir demiyorsun da, yalnızca resmin kendisi için, görme zevki için bakıp, mesela tam bir at olmuş bu, ne güzel diyor, ressama parayı bu yüzden veriyorsun. Savaş resimleri de, sikiş resimleri de pek isteniyor. Kalabalık bir savaş meclisi üç yüz akçeye kadar düşmüş ve sipariş eden yok gibi. Bazıları ucuz olsun alıcı çıksın diye aharsız, cilasız kâğıda, boya bile sürmeden siyah beyaz resimler yapıyorlar." "Mutlu mu mutlu, hünerli mi hünerli bir müzehhibim vardı," dedi Üstat Osman. "Öyle bir zarafetle iş görürdü ki, biz ona Zarif Efendi derdik. Ama o da bizi bıraktı gitti. Altı gün oluyor, ortalıkta yok. Sırra kadem bastı." "İnsan bu nakkaşhaneyi, bu mutlu baba evini nasıl bırakır da gidebilir?" dedim. "Çıraklıklarından beri yetiştirdiğim benim dört genç üstadım, Kelebek, Zeytin, Leylek ve Zarif, Padişahımızın iradesiyle artık evlerinde nakşediyorlar," dedi Üstat Osman. Görünüşte bütün nakkaşhanenin ilgilendiği Surname için daha rahat çalışabilsinler diyeydi bu. Sultan bu sefer usta nakkaşlarına özel bir kitap için saray avlusunda bir özel köşe açtırmamış, onlara evlerinde çalışmalarını buyurmuştu. Bu buyruğun Eniştemin kitabı için verilmiş olabileceği aklıma gelince sustum. Üstat Osman ne kadar imalı konuşuyordu? "Nuri Efendi," diye seslendi, kambur ve solgun bir nakkaşa, "Kara Çelebi'ye bir vaziyet ver!" "Vaziyet," nakkaşhanede olup bitenleri çok yakından takip ettiği o heyecanlı zamanlarda, Padişahımızın her iki ayda bir nakkaşhane binasını ziyaretleri sırasında yapılan bir törendi. Hazinedarbaşı Hazım, Şehnamecibaşı Lokman ve Başnakkaş Üstat Osman'ın eşliğinde Padişahımıza nakkaşhanenin üstatlarının, hangi kitapların hangi sahifeleri üzerinde çalıştığı, kimin hangi tezhibi yaptığı, kimin hangi resmi renklendirdiği, renkbazların, cetvelkeşlerin, müzehhiplerin, ellerinden her iş gelir on parmağında on marifet usta nakkaşların tek tek hangi işlerin üzerinde oldukları anlatılırdı. Nakşedilen kitapların çoğunun yazarı Şehnamecibaşı Lokman Efendi elden ayaktan düşüp evinden çıkmaz olduğu, Bâşnakkaş Osman sürekli bir kırgınlık ve öfkenin dumanları içinde kaybolduğu ve Kelebek, Zeytin, Leylek ve Zarif takma adlı dört üstat evlerinde çalıştığı ve Padişahımız da artık nakkaşhanede çocuk gibi heyecanlanamadığı için artık hiç yapılmayan bu tören yerine onun bir taklidinin yapılması beni kederlendirdi. Pek çok nakkaşa olduğu gibi, hayatı hiç yaşayamadan ve zanaatında hiç ustalaşamadan boşu boşuna ihtiyarlamıştı Nuri Efendi, ama iş tahtasına yıllarca eğilip boşu boşuna kambur olmuş değildi: Nakkaşhanede olup bitenlere, kimin hangi güzel sayfayı yaptığına dikkat etmişti hep. Böylece, Padişahımızın şehzadelerinin sünnet düğünü törenlerini anlatan Surname'nin efsane sayfalarını ilk defa heyecanla seyrettim. Her meslekten, her loncadan bütün İstanbul'un katıldığı bu elli iki gün süren sünnet düğününün hikâyelerini tâ Acemistan'da duymuş, töreni anlatan kitabı daha yapılırken işitmiştim. Önüme konan ilk resimde, Cihanpenah Padişahımız merhum' İbrahim Paşa'nın sarayının şehnişinine kurulmuş, aşağıda At Meydanı'nda yapılan şenlikleri hoşgörülü bir bakışla seyrediyorlardı. Yüzü, onu başkalarından ayırabilecek kadar ayrıntılı olmasa da, iyi ve saygıyla çizilmişti. Padişahımızın solunda yerleştiği iki sayfalık resmin sağ yanında ise pencerelerde, kemerler içinde vezirler, paşalar, Acem, Tatar, Frenk ve Venedik elçileri vardı. Padişah olmadıkları için acele ve dikkatsizce çizilen ve hedefe odaklanmayan gözlerini meydandaki harekete dikmişlerdi hepsi. Daha sonra diğer resimlerde de aynı yerleştirme ve istifin, duvar işlemeleri, ağaçlar, kiremitler başka türlü ve başka renklerle çizilse tekrarlandığını gördüm. Yazılar hattatlarca yazılıp resimleri bitirilip Surname ciltlendiğinde, sayfaları çeviren okur, böylece hep aynı duruşla hep aynı meydana bakan Padişah'ın ve davetli kalabalığının bakışları altındaki At Meydanı'nda her seferinde bambaşka renkler içinde bambaşka bir hareketi görecekti. Ben de gördüm: Oraya, At Meydanı'na konmuş yüzlerce kâse pilavı kapışanları ve kızarmış sığırı yağmalarken içinden çıkan tavşanlardan, kuşlardan korkanları gördüm. Tekerlekli bir arabaya binip lonca halinde Padişahımızın önünden geçerken aralarından birini arabaya yatırıp çıplak göğsü üzerindeki köşeli bir örste bakır döverken çekiçleri çıplak adama isabet ettirmeden vuran usta bakırcıları gördüm. Padişahının önünden araba içinde geçerken camların üzerine karanfiller, serviler işleyen camcıları ve develere inildenmiş çuvallar dolusu şeker ile kafesler içinde şekerden papağanlarla geçerken tatlı şiirler okuyan şekercileri ve araba
içinde çeşit çeşit askılı, zarflı, sürmeli, dişli kilitlerini sergileyerek ve yeni zamanların ve yeni kapıların kötülüklerinden şikâyet ederek geçen ihtiyar kilitçileri gördüm. Hokkabazları gösterir resme usta nakkaşlardan hem Kelebek, hem Leylek, hem de Zeytin dokunmuştu: Bir hokkabaz bir sırığın üzerinde yumurtaları sanki geniş bir mermerin üzerinde yürütür gibi hiç düşürmeden yürütüyor, bir başkası da ona tef çalıyordu. Kaptanıderya Kılıç Ali Paşa denizlerde yakalayıp esir ettiği kâfirlere çamurdan bir kefere dağı yaptırmış, hepsini arabaya bindirmiş ve Padişah'ın tam önündeyken dağın içindeki barutu patlatarak kâfirin memleketini toplarıyla nasıl inim inim inlettiğini göstermişti, resimde aynen gördüm. Ellerinde satırları gül ve patlıcan renkli elbiseler giyen sakalsız, bıyıksız kadın yüzlü kasapların çengelden sarkan derisi yüzülmüş pembe koyunlara gülümsediklerini gördüm. Zincirler ile Padişahımızın huzuruna getirilmiş aslan kızdırılıp alay edilince gözleri kan içinde kalıp öfkelenmiş, seyirciler bakıcıları alkışlamışlar ve İslam'ı temsil eden aslan, öbür sayfada domuz gâvuru temsil eden boz ve pembeye boyanmış domuzu kovalamıştı. Padişah'ın huzurundan geçerken arabanın üzerine yerleştirilmiş dükkânının tavanından baş aşağı sarkıp müşterisini tıraş eden berberin ve o müşteriye gümüş kap içinde kokulu sabunla ayna tutup bahşiş bekleyen kırmızılar içindeki berber çırağının resmine de doya doya baktıktan sonra harika nakkaşın kim olduğunu sordum. "Resmin, güzelliğiyle insanı hayatın zenginliğine, sevgiye, Allah'ın yarattığı âlemin renklerine saygıya, iç düşünceye ve imana çağırması önemlidir. Nakkaşın kimliği değil." Eniştemin beni buraya soruşturmaya yolladığını anlayıp da ihtiyatlı mı davranıyordu sandığımdan çok daha incelikli olan nakkaş Nuri yoksa Başnakkaş Üstat Osman'ın sözlerini mi tekrarlıyordu? "Bütün bu tezhipleri Zarif Efendi mi yapmıştı?" diye sordum. "Onun yerine tezhipleri kim yapıyor şimdi?" Açık kapının iç avluya bakan aralığından çocuk çığlıkları, haykırışlar gelmeye başladı. Aşağıda serbölüklerden biri, büyük iri mal, ceplerinde lal tozu, ya da kâğıt içinde altın varak saklayan şakirtleri, herhalde az önce soğukta titreyerek bekleyen ikisini falakaya yatırtmıştı. Dalga geçmek için fırsat kollayan genç nakkaşlar seyir için kapıya koşuştular. "Çıraklar, meydanın zeminini, bu resimde Osman ustamız buyurduğu gibi gülgûni bir pembeye boyayıp bitirene kadar," dedi Nuri Efendi ihtiyatla, "Zarif Efendi kardeşimiz de gittiği yerden dönüp bu iki sayfanın tezhibini yapar bitirir inşallah. Nakkaş Osman üstadımız, Zarif Efendi'den At Meydanı'nın toprak zemin her seferinde başka bir renge boyanmasını istedi. Gülgûni pembe, hint yeşili, safran sarısı ya da kaz boku rengine. Çünkü resme bakan göz oranın meydan olduğunu, toprak rengi olacağını ilk resimde anlar da, ikinci, üçüncü resimde oyalanmak için başka renkler ister. Nakış, sayfayı şenlendirmek için yapılır." Bir köşede bir kalfanın bıraktığı, üzeri, resmedilmiş bir kitap gördük. Bir zafername için donanmanın savaşa gidişini gösteren bir tek sayfalık resim üzerinde çalışıyormuş, ama belli ki ayak tabanları sopalarla parçalanan arkadaşlarının çığlıklarını duyup seyretmeye koşmuştu. Bir kalıbın üzerinden geçe geçe çizdiği bir örnek gemilerle yaptığı donanma sanki denizin üzerine hiç oturmuyordu bile, ama bu iğretilik, yelkenlerin rüzgârsızlığı kalıptan değil, genç nakkaşın yeteneksizliğindendi. Kalıbın ne olduğu çıkaramadığım eski bir kitaptan, belki bir murakkadan vahşi kesilip çıkarıldığını kederle gördüm. Üstat Osman belli ki aldırmıyordu artık pek çok şeye. Sıra kendi iş tahtasına gelince Nuri Efendi üç haftadır üzerinde çalıştığı tuğra tezhibinin bittiğini gururlanarak söyledi. Kime, hangi amaçla yollanacağı anlaşılmasın diye boş kâğıda çizim tuğraya ve tezhibine saygıyla baktım. Doğu'da pek çok huysuz paşanın, Padişah'ın tuğrasının bu soylu ve güç dolu güzelliği görüp isyandan vazgeçtiğini bilirim. Sonra hattat Cemal'in yazıp bitirip bıraktığı en son harikaları gördük de, asıl sanatın hat, nakşın hattı öne çıkarmak için bir bahane olduğunu söyleyen renk ve nakış düşmanlarına hak vermemek için çabuk geçtik. Cetvelkeş Nasır, Timur'un oğulları zamanından kalma bir Nizami Hamse'sinden bir sayfayı, Hüsrev'in Şirin'i yıkanırken çıplak görüşünü tasvir eden bir resmi, tamir ediyorum diye bozuyordu. Altmış yıl önce Tebriz'de Üstat Behzat'ın elini öptüğünü ve o sırada efsane büyük üstadın kör ve sarhoş olduğunu iddia etmekten başka bir hikâyesi olmayan doksan iki yaşındaki yarı kör bir eski usta Padişahımıza üç ay sonra bitirip vereceği bayram hediyesi kalem kutusunun işlemelerini kendi titreyen elleriyle gösterdi. Alt kat odalarındaki dar hücrelerinde, seksene yakın nakkaş, öğrenci ve çırağın çalıştığı bütün nakkaşhaneyi bir sessizlik sarmıştı. Benzerlerini çok dinlediğim dayak sonrası sessizliğiydi bu; bazen sinir bozucu bir kahkaha ya da bir şaka, bazen de çıraklık yıllarını hatırlatan bir iki hıçkırık ve bastırılmış bir ağlama öncesi iniltisiyle kesilir, usta nakkaşlar da kendi çıraklık yıllarında yedikleri dayakları hatırlarlardı. Doksan iki yaşındaki yarı kör usta bana bir an daha derin bir şeyi, burada bütün savaşlardan ve alt üst oluşlardan uzakta her şeyin sona ermekte olduğunu hissettirdi. Kıyamet kopmadan hemen önce de böyle bir sessizlik olacaktır. Nakış aklın sessizliği, gözün musikisidir.
Veda etmek için Üstat Osman'ın elini öperken yalnız büyük bir saygı değil, ruhumu altüst eden bambaşka bir şey de duydum: Bir evliyaya duyacağınız cinsten hayranlıkla karışık bir acıma: Tuhaf bir suçluluk duygusu. Belki de Frenk üstatlarının usûlleri gizlice açıkça taklit edilsin isteyen Eniştem ona bir rakip olduğu için. Aynı anda büyük üstadı hayatta son kere gördüğüme karar veriverdim ve hoşuna gitmek, onu sevindirmek telaşıyla bir soru sordum. "Büyük üstadım, efendim, has bir nakkaşı, sıradan bir nakkaştan ne ayırır?" Biraz dalkavukça olan bu tür sorulara alışık Başnakkaş baştan savma bir cevap vereceğini, zaten şu anda beni bütünüyle unutmakta olduğunu sanıyordum. "Has nakkaşı hünersiz, imansız nakkaştan ayıracak tek bir kıstas yoktur," dedi ciddiyetle. "Zamana göre değişir bu. Sanatıma tehdit eden kötülüklere karşı nakkaşın ahlakının ve hünerinin ne olduğu önemli. Bugün bir genç nakkaş ne kadar has, anlamak için üç şeyi sorardım ona." "Nedir bunlar?" "Yeni âdete uyup Çinlilerin ve Frenklerin etkisiyle aman beni şahsi bir nakış usûlüm, bir üslubum olsun diye tutturuyor mu? Nakkaş olarak herkesten ayrı bir edası, bir havası olsun istiyor, bunu da nakşının bir yerine Frenk üstatları gibi imza koyarak kanıtlamaya çalışıyor mu? İşte bunu anlamak için ben ona üslup ve imzayı sorardım ilk." "Sonra?" diye sordum saygıyla. "Sonra kitaplarımızı ısmarlayan şahlar ve padişahlar ölüp, ciltler el değiştirip parçalanıp yaptığımız resimler başka kitaplarda, başka zamanlarda kullanılınca bu nakkaş ne hissediyor onu öğrenmek isterdim. Üzülmekle de, sevinmekle de üstesinden gelinmeyecek bir hassas şeydir. Bu yüzden nakkaşa zamanı sorardım. Nakşın zamanını ve Allah'ın zamanını. Anlıyor musun oğlum?" Hayır. Ama öyle demedim de, "Üçüncüsü?" diye sordum. "Üçüncüsü körlüktür!" dedi büyük üstat Başnakkaş Osman ve bu söylediği yorum gerektirmez aşikâr bir şeymiş gibi sustu. "Körlüğün nesidir?" dedim ezile büzüle. "Körlük sessizdir. Demin dediğim birinciyle ikinciyi birleştirsen körlük belirir. Nakşın en derin yeri, Allah'ın karanlığında belireni görmektir." Sustum, dışarı çıktım. Buzlu merdivenleri acele etmeden indim. Büyük üstadın üç büyük sorusunu Kelebek'e, Zeytin'e, Leylek'e yalnız lafı açmak için değil, yaşarken efsane olan bu yaşıtlarımı anlamak için de soracağımı biliyordum. Ama hemen usta nakkaşların evlerine gitmedim. Yahudi mahallesine yakın, Haliç'in Boğaziçi'ne açıldığı yeri tepeden görür yeni bir pazar yerinde Ester ile buluştum. Alışveriş eden köle kadınlar, yoksul mahallelerin soluk ve bol kaftanlar giyen kadınları ve havuçlara, ayvalara, soğan ve turp demetlerine dalıp gitmiş kalabalık içinde giymek zorunda olduğu pembe Yahudi elbisesi, hareketli koca gövdesi, hiç durmayan çenesi ve fıldır fıldır oynayarak bana işaretler yollayan kaşları ve gözleriyle Ester cıvıl cıvıldı. Ona verdiğim mektubu sanki bütün çarşı bizi dikizliyormuş gibi pek esrarlı ve pek işbilir hareketlerle şalvarından içeri soktu. Şeküre'nin beni düşündüğünü söyledi. Bahşişini aldı ve "Aman acele acele doğru götür," demem üzerine, daha pek çok işi olduğunu bohçasını işaretle gösterdi ve mektubu ancak öğleye doğru Şeküre'ye ulaştıracağını söyledi. Ondan, Şeküre'ye üç büyük genç üstadı görmeye gittiğimi söylemesini istedim.
12
12. B a n a K e l e b e k D e r l e r
Öğle namazından önceydi. Kapı vuruldu, açtım baktım: Kara Çelebi. Çıraklık yıllarımızda bir ara aramızdaydı. Sarılıp öpüştük. Şimdi Eniştesinden bir haber mi getirmiş, diye merak ediyordum ki nakşettiğim sayfalara, resimlerime bakacağını, dostluk için geldiğini ve beni Padişahımız adına bir soruyla sınayacağını söyledi: Peki, dedim. Bana düşen soru nedir? Söyledi! Peki!
ÜSLUP VE İMZA Nakşı göz zevki ve imanı için değil de parası ve namı için yapan soysuzlar çoğaldıkça, dedim, üslup ve imza merakı gibi daha pek çok çirkinlik ve tamahkârlık göreceğiz demektir. İnanarak değil, usûldendir diye yapıyordum bu girişi: Çünkü hakiki yetenek ve hüner, altın ve ün sevgisiyle bile bozulmaz. Hatta, doğrusunu söylemek gerekirse, bana olduğu gibi, para ve ün hüner sabibinin hakkıdır ve onu aşka getirir. Ama bunu söylersem, nâkkaşlar bölüğünün kıskançlıktan kuduran sıradan nakkaşları, açık verecek bir söz ettim diye üzerime gelirler de bu işi onlardan daha çok sevdiğimi kanıtlamak için pirinç üzerine ağaç resmederim. Frenk etkisiyle Batı'dan ve cizvit papazlarının götürdüğü resimlere kanıp yoldan çıkmış bazı zavallı Çinli üstatların etkisiyle Doğu'dan bu üslup, imza ve şahsiyet heveslerinin tâ yakınımıza kadar geldiğini bildiğim için sizlere bu konuda kıssa olacak üç hikâye anlatayım.
ÜÇ ÜSLUP VE İMZA MESELİ Elif Bir zamanlar Herat'ın kuzeyindeki dağlardaki kalesinde nakşa ve resme meraklı bir genç han yaşamış. Haremindeki kadınlardan yalnızca birini severmiş bu han. Deli gibi sevdiği bu güzeller güzeli Tatar kızı da hana aşıkmış. Sabahlara kadar terleye terleye öyle çok sevişirlermiş ve öyle mutluymuşlar ki hayatları hep böyle sürsün isterlermiş. Bu dileklerini gerçekleştirmenin en iyi yolunun da kitapları açıp eski üstatların yaptığı harika ve kusursuz resimlere saatlerce, günlerce bakmak, hiç durmamacasına bakmak olduğunu keşfetmişler. Aynı hikâyelerin hiç şaşmadan, hep birbirini tekrar eden kusursuz resimlerine baktıkça, zamanın durduğunu ve hikâyede anlatılan altın devrin mutlu zamanına kendi mutluluklarının karıştığını hissederlermiş. Hanın nakkaşhanesinde aynı resimleri aynı kitapların sayfaları için yeniden aynı kusursuzlukla yapan ustalar ustası bir de nakkaş varmış. Âdet olduğu üzere usta nakkaş, Ferhat'ın Şirin'e olan aşkından acı çekişinin, Mecnun ile Leyla'nın birbirlerini görüp hayranlık ve özlemle bakışmalarını ya da Hüsrev ile Şirin'in Cennet misali masal bahçesinde birbirlerini çift anlamlı, manidar bakışlarla süzmelerini bir kitap sahifesinde resmederken âşıkların yerine Han ile Tatar güzelinin resmini çizermiş. Han ile sevgilisi bu sayfalara bakınca kendi mutluluklarının hiç bitmeyeceğine iyice inanır, usta nakkaşı övgüye ve altına boğarlarmış. İltifat ve altının çokluğu usta nakkaşı sonunda yoldan çıkarmış ve Şeytan'ın da dürtmesiyle resimlerinin kusursuzluğunu eski üstatlara borçlu olduğunu unutmuş ve kendi şahsiyetinden de bir parça koyarsa resimleri daha da beğenilir sanmış gururla. Oysa, usta nakkaşın yaptığı bu yenilikleri, kişisel üslup izlerini, han ile sevgilisi birer kusur olarak görüp huzursuz olmuşlar. Uzun uzun baktığı resimlerde eski mutluluklarının şurasından burasından bozulduğunu hissedince Han, önce sahifelerde o resmediliyor diye Tatar güzelini kıskanmış. Sonra o güzel Tatarı kıskandırmak için başka bir cariye ile sevişmiş. Harem dedikoducularından bunu öğrenmek o kadar kederlendirmiş ki Tatar güzelini, kendini
Harem avlusundaki sedir ağacına sessizce asmış. Yaptığı yanlışı farkeden ve bunun arkasında nakkaşın kendi üslup merakı olduğunu gören Han da Şeytan'ın kandırdığı ustayı aynı gün kör ettirmiş.
Be Doğu memleketlerinin birinde nakışsever mutlu ve yaşlı bir padişah varmış, yeni evlendiği güzeller güzeli Çinli karısıyla çok mutlu yaşarmış. Derken padişahın önceki karısından yakışıklı oğluyla genç karısının gönülleri birbirine kaymış. Babasına ihanetten ödü kopan oğul, yasak aşkından utanıp kendini nakkaşhaneye kapatıp resme vermiş. Aşkının kederi ve gücüyle resmettiği için resimlerinin her biri o kadar güzel olurmuş ki, bakanlar eski üstatlarınkinden ayıramazlar, padişah baba da oğluyla çok gururlanırmış. Çinli genç karısı ise resimlere bakıp, "Evet, çok güzel" dermiş. "Ama yıllar geçecek, bu güzelliği onun yaptığını imza atmazsa kimse bilmeyecek." "Oğlum resme imza atarsa eski ustaları, taklitle yaptığı bu resmi haksız olarak kendi üzerine almış olamaz mı?" dermiş padişah. "Üstelik imza atarsa resmim benim kusurumu taşıyor demiş olmaz mı?" Yaşlı kocasını ikna edemeyeceğini anlayan Çinli karısı, bu imza lakırdılarını, nakkaşhaneye kendini kapatmış olan genç oğula duyurmayı sonunda başarmış; Dahası, aşkını içine gömmek zorunda kaldığı için gururu kırık olan oğul, güzel ve genç üvey anasının verdiği bu akıla, Şeytan'ın da teşvikiyle kanıp bir resmin köşesine, duvarla otların arasında, hiç görülmez sandığı bir köşeye imzasını atmış. İmzaladığı ilk resim ise Hüsrev ile Şirin'den bir meclismiş. Hani bilirsiniz: Hüsrev, Şirinle evlendikten sonra ilk evliliğinden olan oğlu Şiruye, Şirin'e âşık olur ve bir gece camdan girip hançerini Şirin'in yanında yatan babasının ciğerine daldırıverir. İşte, ihtiyar padişah oğlunun yaptığı bu meclisi gösteren resme bakarken, birden resimde bir kusur sezmiş; imzayı gördüğü, ama pek çoğumuzun yaptığı gibi, gördüğünü farketmediği için resimden ona yalnızca "bu bir kusurlu resim," duygusu geçmiş. Bu eski üstatların yapacağı bir şey olmadığı için ihtiyar padişah telaşa kapılmış. Çünkü bu, okuduğu cilt bir hikâyeyi, bir efsaneyi değil, bir kitaba en yakışmaz şeyi, bir hakikati anlatıyor demekmiş. İhtiyar bunu sezince korkmuş. Aynı anda da, nakkaş oğlu tıpkı yaptığı resimdeki gibi, pencereden içeri girmiş ve resimdeki kadar iri hançerini babasının korkudan büyüyen gözlerine bakmadan göğsüne daldırmış.
Cim Bundan iki yüz elli yıl önce Kazvin'de kitap süslemenin, hattın ve nakşın en itibarlı, en sevilen .sanatlar olduğunu Raşidüddini Kazvini tarihinde keyifle yazar. Kazvin'de o sırada tahtında oturan, Bizans'tan Çin'e kırk memlekete hükmeden (nakış sevgisi bu büyük gücün sırrı olabilir) zamanın şahının, ne yazık ki, erkek evladı yokmuş. Ölümünden sonra fethettiği memleketler bölünmesin diye şah, güzel kızına akıllı bir nakkaş koca bulmaya karar verince, nakkaşhanesindeki üçü de bekâr üç büyük genç üstat arasında bir yarışma açmış. Raşidüddin'in tarihine göre, yarışmanın çok basit bir konusu varmış: Kim en güzel resmi yapacak! Tıpkı Raşidüddin gibi, genç nakkaşlar da bunun eski üstatlar gibi resmetmek olduğunu bildikleri için, üçü de, en sevilen bir meclisi çizmişler. Cennet misali bir bahçede, servi ve sedir ağaçları, ürkek tavşanlar ve telaşlı kırlangıçlar arasında aşktan kedere boğulmuş, gözü yerde bir güzel kız. Birbirlerinden habersiz aynı resmi, tıpkı eski üstatlar gibi çizen üç nakkaştan en çok farkedilmek isteyeni ise, resmin güzelliğini sahiplenmek için bahçenin en kuytu yerine nergis çiçekleri arasına imzasını gizlemiş. Ama kendisinin eski üstatların alçakgönüllülüğünden uzaklaştıran bu küstahlığı yüzünden derhal Kazvin'den Çin'e sürülmüş. Böylece öteki iki nakkaş arasında yeniden bir yarışma açılmış. Bu sefer ikisi de güzel bir kızı harika bahçede at üzerinde gösterir şiir kadar güzel birer resim çizmişler. Nakkaşlardan biri, fırçasının sürçmesi yüzünden mi, yoksa mahsus mu, bilinmez, Çinli gibi çekik gözlü, çıkık elmacık kemikli kızın beyaz atının burnunu biraz tuhaf çizmiş: Bu hemen, baba kız tarafından bir kusur olarak görülmüş. Gerçi imza atmamışmış bu nakkaş, ama harika resminde atın burnuna ustaca bir kusur yerleştirmişmiş ki farkedilsin. Kusur üslubun anasıdır, demiş Şah ve bu nakkaşı da Bizans'a sürmüş. Hiçbir imzasız, hiçbir kusursuz, tıpkı eski üstatlar gibi çizen hünerbaz nakkaşın, şahın kızı ile düğününün hazırlıkları yapılırken, Raşidüddini Kazvini'nin o kalın tarihine göre, son bir gelişme daha olmuş: Düğünden bir gün önce, şahın kızı, ertesi gün kocası genç ve yakışıklı büyük üstadın yaptığı resme bütün gün kederle bakmış. Akşam karanlığı çökerken babasının yanına çıkmış: "Eski üstatlar, harika resimlerinde güzel kızları Çinliler gibi çizerlerdi ve bu Doğu'dan gelen şaşmaz bir kuraldır, evet doğru," demiş. "Ama birini sevdiklerinde bu güzelin kaşına, gözüne, dudağını saçına, gülüşüne, hatta kirpiğine sevdikleri güzelden bir iz, bir şey koyarlardı. Resimlerine yerleştirdikleri bu gizli kusur, onların aşklarının ancak kendilerinin ve sevgililerinin bilebileceği işaret olurdu. Ata binen güzel kızın resmine bütün gün baktım, babacığım, benden hiç iz yok onda! Bu nakkaş belki bir büyük usta, hem de genç ve yakışıklı, ama beni sevmiyor." Böylece Şah düğünü hemen iptal etmiş ve baba kız ömürlerinin sonuna kadar birlikte yaşamışlar.
"Üslup denen şeyi başlatan kusur, o zaman, bu üçüncü hikâyeye göre," dedi Kara pek kibar, pek saygılı bir edayla. "Nakkaş âşık olduğu güzelin yüzünün, gözünün, gülüşünün gizli işaretinden mi çıkıyor?" "Hayır," dedim kendimden emin ve mağrur bir edayla. "Üst nakkaşın sevdiği kızdan resmine geçen şey, kusur değil kural olur sonunda. Çünkü bir süre sonra, herkes üstadı taklitle kızların yüzünü o güzel kızınki gibi resmetmeye başlar." Biraz sustuk. Anlattığım üç hikâyeyi pür dikkat dinleyen Kara'nın, sofada, yan odada gezinen güzel karımın tıkırtılarına dikkat kesildiğini görünce gözlerimi gözlerinin içine diktim. "Birinci hikâye üslubun bir kusur olduğunu gösterir," dedim. "İkinci hikâye kusursuz resmin imza istemediğini gösterir. Üçüncü hikâye de, birinciyle ikincinin aklını birleştirir ve o halde imza ve üslup kusurla küstahça ve aptalca böbürlenmekten başka bir şey değildir, bunu gösterir." Ders verdiğim bu adam nakıştan ne kadar anlıyordu? Dedim ki: "Hikâyelerimden benim kim olduğumu anladın mı?" "Anladım," dedi ama inandırıcı değildi hiç. Onun bakışı ve idraki ile sınırlanarak beni anlamaya çalışmayın ve size doğrudan ben söyleyivereyim kim olduğumu. Elimden her şey gelir. Eğlenerek ve gülerek, Kazvinli eski üstatlar gibi çizer, renklendiririm. Gülümseyerek söylüyorum: Herkesten iyiyim Ve sezgilerim doğruysa eğer, Kara'nın buraya geliş nedeni olan müzehhip Zarif Efendi'nin kaybolmasıyla benim hiç mi hiç alakam yoktur. Kara bana evlilik ile sanat birlikte nasıl oluyor diye sordu. Çok çalışırım ve severek çalışırım. Mahallenin en güzel kızıyla yeni evlendim. Nakşetmiyorsam onunla deliler gibi sevişiriz. Sonra yine çalışırım. Demedim bunları. Büyük bir meseledir, dedim. Eğer nakkaşın fırçası kâğıdın üzerinde harikalar döktürüyorsa, karısına girince aynı şenliği kopartamaz, dedim. Tam tersi de doğru olup, karıyı mutlu ediyorsa nakkaşın kamışı, kâğıdın üzerinde öteki kamış sönük kalır, diye ekledim. Nakkaşın hünerini kıskanan herkes gibi, Kara da bu yalanlara inanıp sevindi. En son nakşettiğim sayfaları görmek istediğini söyledi. Onu iş tahtamın başına, boyaların, hokkaların, mührelerin, fırça ve kalem ve maktaların araşma oturttum. Şehzademizin sünnet düğünü törenlerini gösterir Surname için yapmakta olduğum iki sayfalık resmi Kara seyrederken, yanındaki kırmızı mindere oturdum ve minderin sıcaklığından, az önce orada güzel kalçalı güzel karımın oturmakta olduğunu hatırladım. Ben kamış kalemimle Padişahımızın önündeki bahtsız mahkûmların kederini çizerken, akıllı karım benim kamışımı tutardı. Resmetmekte olduğum iki sayfalık meclis, borç alıp ödeyemedikleri için hapse düşen mahkûmların ve ailelerinin Padişah'ın ihsanıyla kurtulmalarını gösteriyordu. Hünkârı, tıpkı tören sırasında gördüğüm gibi, üzeri torba torba gümüş akçeler dolu bir halının kenarına oturtmuş, az arkasına Defterdarbaşı'nı oturtup onun eline borç kayıtlarını okumakta olduğu defteri vermiş, birbirlerine boyunlarındaki bukağı ve zincirlerle bağlanmış borç mahkûmlarını, Padişah'ın huzurunda elem ve acı içinde, kaşlar çatık, yüzler asık, kimini gözü yaşlı göstermiş, Padişah'ın onları hapisten kurtaracak ihsanı keseden verivermesi üzerine hepsinin mutlulukla söylediği dualara, şiirlere eşlik eden udi ve tamburiyi kırmızılar içinde ve güzel yüzlü çizmiş, borca batmanın acı utancını iyi anlatsın diye de, hiç hesapta olmadığı halde, mutsuz mahkûmların sonuncusunun yanına, perişanlıktan çirkinleşmiş mor elbiseli karısıyla, kızıl feraceli, uzun saçlı ve kederli, güzelim kızını çizmiştim. Zincirler içinde sıra sıra borçluların iki sayfayı nasıl yayıldıklarını, resmin içindeki kırmızının gizli mantığını, eski üstatların hiç yapmadığı bir şeyi, aşkla nakşediverdiğim kenardaki köpekle Padişah'ın atlastan kaftanını aynı renge boyamam gibi bakıp bakıp karımla gülüşe gülüşe konuştuklarımızı, bu çatık kaşlı Kara'ya da anlatacaktım ki, nakşetmenin hayatı sevmek demek olduğunu anlasın, ama o çok ayıp bir şey sordu bana. Zavallı Zarif Efendi'nin nerede olabileceğini biliyor muymuşum acaba? Ne zavallısı! Beş para etmez bir taklitçi, tezhibi yalnızca parası için yapan, ilhamı kıt bir budaladır, demedim. "Hayır," dedin "Bilmiyorum." Erzurumlu vaizin çevresindeki saldırganların Zarif Efendi'ye bir kötülük yapmış olabileceğini düşünmüş müydüm hiç? Kendimi tuttum ve, o da onlardandır, demedim. "Hayır," dedim. "Niye?" Şu İstanbul şehrinde esiri olduğumuz yoksulluk, veba, ahlaksızlık, rezillik Peygamberimiz Resulullah zamanındaki İslamiyetten uzaklaşıp yeni, çirkin âdetler edinmemizden ve Frenk usullerinin aramıza sızmış olmasından başka hiçbir şeyle açıklanamaz. Vaiz Erzurumi de böyle diyor yalnızca, ama düşmanları, Erzurumilerin musiki çalan tekkelere saldırdıklarını, evliya mezarlarını bozduklarını ileri sürüp Padişah'ı
kandırmak istiyorlar. Şimdi benim Erzurumi Hazretleri'ne onlar gibi düşmanlık beslemediğini bildikleri için, demek ki, kibarca, Zarif Efendi'yi sen mi öldürdün, demek istiyorlar. Bu söylentilerin nakkaşlar arasında çoktan yayıldığı bir anda kafama dank etti. İlhamsız, hünersiz yeteneksizler takımı şimdi büyük bir keyifle, benim alçak katilin teki olduğumu yayıyorlardır. Bu kıskanç nakkaşlar kalabalığının iftiralarını, sırf ciddiye aldığı için, bu budala Kara'nın, o Çerkez kafasına hokkayı indirmek geldi içimden. Kara gördüğü her şeyi aklında tutarak nakış odamı seyrediyor; uzun kâğıt makaslarıma, zırnık dolu çanaklara, boya kâselerine, çalışırken ara ara dişlediğim elmaya, arkadaki ocağın kenarında duran cezveme, kahve fincanlarıma, minderlere, pencerenin yarı aralığından sızan ışığa, sayfanın endamını denetlemek için kullandığım aynaya, mintanlarıma ve orada, kapı vurulduktan sonra alelacele odadan çıkarken düşürdüğü için kenarda bir günah gibi duran karımın kırmızı kuşağına dikkatle bakıyor Ondan düşüncelerimi saklamama rağmen, yaptığım resimleri ve içinde yaşadığım bu odayı pervasız ve saldırgan bakışlarına teslim ediyorum. Biliyorum, hepinizi şaşırtacak bu gurur, ama en çok parayı kazanan ve demek ki en iyi olan nakkaş benim! Çünkü Allah nakşın bir şenlik olmasını istemiştir ki, âlemin de bir şenlik olduğunu bakmasını bilene göstersin.
13
13. B a n a L e y l e k D e r l e r
Öğle namazı vaktiydi. Kapı vuruldu, baktım tâ çocukluğumuzda Kara. Sarıldık birbirimize. Üşümüş, içeri aldım, evin yolunu nasıl bulduğunu bile sormadım. Eniştesi onu bana, Zarif Efendi neden kayıp, nerede, ağzımı aramak için yollamıştır. Ama yalnız o değil, Üstat Osman'dan da haber getirdi; ve bir sorum var, dedi; has nakkaşı ötekilerden ayıracak şey, demiş Üstat Osman, zamandır: Nakşın zamanı. Ne mi düşünüyorum? Dinleyin.
NAKIŞ VE ZAMAN Herkesin bildiği gibi eskiden bizim âlemimizin nakkaşları, mesela eski Arap ustaları da dünyaya Frenk kâfirinin bugün baktığı gibi bakar ve sokaktaki serseriyle itin, dükkândaki tezgâhtarla kerevizlerin durduğu yerden seyredip resmederlerdi her şeyi. Bugün Frenk üstatlarının mağrurca övündüğü perspektif usûlünden de habersiz oldukları için, bu onların âlemini itin ve kerevizin görebileceği kadar sınırlı ve sıkıcı yapardı. Sonra bir şey oldu ve bütün nakış âlemimiz değişiverdi. Oradan başlayarak size anlatıvereyim.
ÜÇ NAKIŞ VE ZAMAN HİKÂYESİ Elif Bundan üç yüz elli yıl önce, Bağdat'ın Moğolların eline düştüğü ve acımasızca yağmalandığı soğuk şubat günü İbni Şakir, yalnız bütün Arap âleminin değil, bütün İslam'ın en namlı ve en usta hattatıydı ve genç yaşına rağmen, Bağdat'ın dünyaca meşhur kütüphanelerinde onun yazdığı, çoğu Kuran-ı Kerim, yirmi iki cilt vardı. Bu kitapların kıyamete kadar yaşayacağına inandığı için İbni Şakir, derin ve sonsuz bir zaman fikriyle yaşardı. Birkaç içinde Moğol Hakanı Hülagü'nün askerlerince hepsi teker teker yırtılıp, parçalanıp, yakılıp, Dicle'nin sularına atılan ve bugün bilinmeyen bu efsane kitaplardan sonuncusu için, bütün bir gece şamdanların titrek ışığında kahramanca çalışmıştı. Güneşin doğuşuna sırtını dönüp, batıya, ufka bakmak, geleneğe ve kitapların ölümsüzlüğü fikrine bağlı üstat Arap hattatlarının, beş asırdır körlüğe karşı göz dinlendirmek için başvurdukları bir yol olduğu için, İbni Şakir, sabah serinliğinde Halife Camii'nin minaresine çıktı ve beş yüz yıldır sürüp gitmekte olan bütün bir yazı geleneğini sona erdirecek her şeyi şerefeden gördü. Hülagü'nün acımasız askerlerinin Bağdat'a girişini gördü ilk ve minarenin tepesinde kaldı. Bütün şehrin yağmalanışını ve yıkılışını, yüz binlerce insanın kılıçtan geçirilişini, beş yüz yıldır Bağdat'a hükmeden İslam halifelerinin sonuncusunun öldürülüşünü, kadınların ırzına geçilişini, kütüphanelerin yakılışını, on. binlerce cilt kitabın Dicle'ye atılışını gördü. İki gün sonra, ceset kokuları ve ölüm çığlıkları içerisinde, atılan kitaplardan çıkan mürekkebin rengiyle kırmızıya kesen Dicle'nin akışını seyrederken, güzel yazıyla yazdığı ve şimdi yok olmuş onca cildin bu korkunç katliam ve tahribatın durdurulmasına hiç yaramadığını düşündü ve bir daha yazı yazmamaya yemin etti. Dahası, o güne kadar Allah'a bir başkaldırı olarak gördüğü ve küçümsediği resim sanatıyla acısını ve gördüğü felaketi ifade etmek geldi içinden ve hiçbir zaman yanından ayırmadığı kâğıda minareden gördüklerini resmetti. Moğol istilası sonrası, İslam resminin üç yüz yıl süren gücünü ve onu puta tapanların ve Hıristiyanların resminden ayıran şeyi, âlemin Allah'ın gördüğü yerden, yukarıdan, ufuk çizgisi çizilerek ve içten bir acıyla resmedilmesini bu mutlu mucizeye borçluyuz. Bir de, İbni Şakir'in katliamdan sonra, elindeki resimler ve yüreğindeki nakış azmiyle, kuzeye, Moğol, ordularının geldiği yöne yürüyüp, Çinli ustaların resmini öğrenmesine... Böylece, beş yüz yıldır Arap hattatlarının gönlünde yatan sonsuz zaman fikrinin yazıda değil, resimde gerçekleşeceği
anlaşıldı. Bunun ispatı, kitapların, ciltlerin parçalanıp yok olması, ama içindeki resimli sayfaların, başka kitapların, başka ciltlerin içine girerek sonsuza kadar yaşayıp Allah'ın âlemini göstermeye devam etmesidir.
Be Her şeyin her şeyi tekrar ettiği ve bu yüzden yaşlanıp ölmek olmasa insanın zaman diye bir şeyin varolduğunu hiç farkedemediği ve âlemin de zaman hiç yokmuş gibi hep aynı hikâyeler ve resimlerle resmedildiği hem eski hem yeni bir zamanda, Fahir Şah'ın küçük ordusu, Selahattin Han'ın askerlerini, Semerkantlı Salim'in kısa tarihinde de anlattığı gibi, "perişan" etti. Muzaffer Fahir Şah, esir aldığı Selahattin Han'ı işkenceyle öldürttükten sonra, gelenek olduğu üzere, ilk iş olarak kendi mührünü vurmak için rahmetlinin kütüphanesini ve haremini ziyaret etti. Kütüphanede tecrübeli ciltçisi, ölü şahın kitaplarını parçalayıp, sayfalarını karıştırıp, yeni ciltler yapmaya, hattatları ketebelerdeki "her zaman galip" Selahattin Han'ın adını "Muzaffer" Fahir Şah'ın adıyla değiştirmeye ve nakkaşları kitapların en güzel resimlerine ustaca işlenmiş rahmeti Selahattin Han'ın şimdiden unutulmaya yüz tutmuş yüzünü silip yerine, Fahir Şah'ın daha genç yüzünü resmetmeye giriştiler. Hareme girince Fahir Şah, en güzel kadını hemen bulmakta hiç zorlanmadı, ama ona zorla sahip olmak yerine, kitaptan ve nakıştan anlayan ince biri olduğu için, gönlünü kazanmaya karar verdi ve konuştu onunla. Böylece, rahmetli Selahattin Han'ın güzeller güzeli ve gözü yaşlı karısı Neriman Sultan, yeni kocası olacak Fahir Şah'tan tek şey istedi. Leyla ile Mecnun'un aşkını anlatır bir kitapta, Leyla olarak çizilmiş Neriman Sultan'ın karşısına, Mecnun olarak yüzü çizilmiş rahmetli kocası Selahattin Han'ın yüzünün kazılıp silinmemesiydi isteği. Kocasının yıllardır yaptırdığı kitaplar aracılığıyla elde etmeye çalıştığı ölümsüzlük hakkı, hiç olmazsa bir sayfada, rahmetliden esirgenmemeliydi. Muzaffer Fahir Şah bu basit isteği cömertçe kabul etti ve bir tek o resme nakkaşlar dokunmadı. Böylece, Neriman ile Fahir hemen seviştiler ve kısa sürede birbirlerini sevip geçmişin korkunçluğunu unuttular. Ama Fahir Şah, Leyla ile Mecnun cildindeki o resmi unutamadı. Ona huzursuzluk veren karısının eski kocasıyla resmedilmesi ya da kıskançlık değildi, hayır. O harika kitapta, eski efsanelerin içinde resmedilmediği için, karısıyla birlikte sonsuz zamana, ölümsüzlerin arasına karışamamaktı içini kemiren. Bu şüphe kurdu beş yıl içini kemirdikten sonra, Fahir Şah, Neriman ile uzun uzun seviştiği mutlu bir gecenin sonunda, elinde şamdanı, kendi kütüphanesine gizlice hırsız gibi girdi, Leyla ile Mecnun cildini açtı ve Neriman'ın rahmetli kocasının yüzü yerine, Mecnun olarak kendi yüzünü işlemeğe girişti. Ama nakşı seven pek çok han gibi, acemi bir nakkaştı ve kendi yüzünü iyi çizemedi. Böylece, bir şüphe üzerine sabah kitabı açan kitapdârı, Neriman yüzlü Leyla'nın karşısında rahmetli Selahattin Han'ın yüzü yerine, yeni bir yüz belirdiğini, ama bu yüzün Fahir Şah'ın değil, baş düşmanı genç ve yakışıklı Abdullah Şah'ın resmi olduğunu ilan etti. Bu dedikodu Fahir Şah'ın askerlerinin maneviyatını bozduğu gibi, komşu memleketin genç ve saldırgan yeni hükümdarı Abdullah Şah'a da cesaret verdi. O da, ilk savaşta Fahir Şah'ı bozguna uğrattı, esir alıp öldürttü, haremine ve kütüphanesine kendi mührünü vurdu ve her zaman güzel Neriman Sultan'ın yeni kocası oldu.
Cim İstanbul'da nakkaş Uzun Mehmet, Acem ülkesinde Muhammed , Horasani diye bilinen nakkaşın hikâyesi çoğunlukla nakkaşlar arasında uzun ömür ve körlüğe misal olsun diye anlatılır, ama aslında nakış ve zaman konusunda bir meseldir. Dokuz yaşında bir çırak olarak mesleğe girişine bakılırsa, aşağı yukarı yüz on yıl kör olmadan nakış yapan bu üstadın en büyük özelliği, özelliksizliğidir. Ama burada kelime oyunu yapmıyor, içten bir övgü sözü söylüyorum. Her şeyi, herkes gibi, daha çok da eski büyük üstatların tarzında resmederdi ve bu yüzden en büyük üstattı. Alçakgönüllülüğü, Allah'a hizmet olarak gördüğü nakış işine bütünüyle bağlılığı, onu çalıştığı bütün nakkaşhanelerin içerisindeki kavgalardan ve yaşı uygun olmasına rağmen başnakkaş olma heveslerinden uzak tuttu hep. Bütün nakış hayatı boyunca, yüz on yıl kenarda köşede kalmış ayrıntıları, sayfanın köşesini doldurmak için çizilen otları, ağaçların binlerce yaprağını, bulutların kıvrımlarını, atların tek tek taranması gereken yelelerini, tuğla duvarları ve birbirini hep tekrar eden sayısız duvar süsünü ve çekik gözlü, ince çeneli, hepsi birbirinin aynı on binlerce yüzü sabırla nakşetti. Çok mesuttu ve çok sessizdi. Kendini hiç ortaya çıkarmaya, üslup ve kişilik taleplerinde bulunmaya kalkmadı. O ara hangi hanın ya da şehzadenin nakkaşhanesi için çalışıyorsa, orayı bir ev, kendini de o evin bir eşyası olarak gördü. Hanlar, şahlar birbirlerini boğazlayıp, nakkaşlar da harem kadınları gibi şehirden şehire yeni efendilere gidince, yeni nakkaşhanenin üslubu, onun çizdiği yapraklarda, çimende, eşyaların kıvrımında, onun sabrının gizli kıvrımlarında belirirdi ilk. Seksen yaşındayken onun ölümlü olduğu unutuldu da, resmettiği efsaneler içinde yaşadığına inanılmaya başlandı. Belki de bu yüzden, onun zamanın dışında varolduğunu, bu yüzden yaşlanıp da ölmeyeceğini söylerdi bazıları. Evsiz, yurtsuz hayatını nakkaşhane odalarında, çadırlarında geceleyerek ve vaktinin çoğunu kâğıda bakarak geçirmesine rağmen, sonunda kör olmamasını da, onun için zamanın durduğu mucizesiyle açıklayanlar
vardı. Bazıları da aslında kör olduğunu, ama her şeyi ezberden çizdiği için nakşetmek için artık görmesine gerek kalmadığını söylerdi. Hayatında hiç evlenmemiş, hiç sevişmemiş bu efsane üstat, yüz yıl çizdiği çekik gözlü, sivri çeneli ve ay yüzlü güzel erkek örneğine, Çinli ve Hırvat kırması kanlı canlı on altı yaşında bir çırak olarak Şah Tahmasp'ın nakkaşhanesinde yüz on dokuz yaşında rastlayınca, haklı olarak hemen ona âşık oldu ve inanılmaz güzellikteki oğlan çırağı elde etmek için, gerçek bir âşığın yapacağı gibi nakkaşlar arasında iktidar kavgalarına, dolap çevirmeye girişip, yalana, dolana, hileye verdi kendini. Yüz yıl boyunca uzak kalmayı başardığı gününün taleplerine yetişmeğe çalışmak, Horasanlı üstat nakkaşı önce canlandırdıysa da, eski efsane zamanların sonsuzluğundan da kopardı. Güzelim çırağı seyre daldığı bir ikindi vakti, açık pencere önünde Tebriz'in soğuk rüzgârıyla üşüttü, ertesi gün hapşırırken kör oldu ve iki gün sonra nakkaşhanenin yüksek taş merdivenlerinden düşüp öldü. "Horasanlı Uzun Mehmet'in adım duymuştum, ama bu hikâyeyi bilmiyordum," dedi Kara. Hikâyenin bittiğini anladığını, kafasının anlattıklarımla dolu olduğunu belirtmek için incelikle söylemişti bu sözleri. Biraz sustum ki beni doya doya seyretsin. Çünkü ellerimin boş durması beni huzursuz ettiği için, ikinci hikâyeyi anlatmaya başladıktan hemen sonra, kapı vurduğunda kaldığım yerden nakşetmeye devam etmiştim. Her zaman dizimin dibinde oturup boyalarımı karıştıran kalemlerimi yontup, kimi zaman hatalarımı silen güzel çırağım Mahmut, yanı başımda beni hem dinleyip hem seyrederek sessizce oturuyor, içeriden karımın çıkardığı tıkırtılar geliyordu. "Aa," dedi Kara, "Padişah ayağa kalkmış." Resme hayretle bakarken, ben onun hayret nedeni önemsizmiş gibi davrandım, ama size doğrudan söyleyivereyim: Surname kitabında tasvir ettiğimiz sünnet düğünü törenleri sırasında, kurulduğu şehnişinin penceresi dibinden, esnafın, loncaların, ahalinin, askerlerin ve haydutların geçişini elli iki gün boyunca izleyen yüce Padişahımız, iki yüz resmin hepsinde oturur gözükür. Bir tek bu yaptığım resimde, meydandaki kalabalığa florin dolu keselerden para atarken, onu ayakta çizdim. Paraları kapışmak için birbirlerini boğazlayan, yumruk yumruğa dövüşen, tekmeleşen, yerden para toplarken götleri göğe kalkan kalabalığın hayret ve neşesini resmedebilmek için yaptım bunu. "Bir resmin konusunda aşk varsa, resim de aşkla çizilmelidir," dedim. "Acı varsa resimden de acı akmalıdır. Ama acı, resimdeki kişilerden ya da onların gözyaşlarından değil, resmin ilk anda gözükmez, ama hissedilir iç ahenginden çıkmalıdır. Ben asırlardır hayretin resmini çizen yüzlerce üstat nakkaş gibi işaret parmağını ağzının yuvarlağına sokan birini çizmedim de, bütün resmi hayret ettirdim. Bu da hünkârı ayağa kaldırmakla olur." Bir iz arayarak eşyalarıma ve nakış malzememe, aslında bütün hayatıma bakışına aklım takıldı da, onun gözünden kendi evimi gördüm. Hani bir dönem Tebriz'de, Şiraz'da yapılmış saray, hamam, kale resimleri vardır; her şeyi gören ve anlayan ulu Allah'ın dikkatine resim de koşut olsun diye, nakkaş, resmettiği sarayı, sanki orta yerinden bir büyük mucize ustura ile kesivermişçesine, içindeki kap kacağa bardaklara, dışarıdan hiç görülmez duvar işlemelerine perdelerine, kafesteki papağana ve en mahrem köşelerine, yastıklarına ve yastığa oturan güneş yüzü görmemiş güzeller güzeline kadar nakşeder. O resme hayranlıkla bakan meraklı olduğu gibi, boyalarımı, kâğıtlarımı, kitaplarımı, güzel çırağımı, Freni gezginleri için yaptığım kıyafetname ve murakka sayfalarını, bir paşa için gizlice çırpıştırdığım sikiş resimlerini ve edepsiz sayfaları camdan, tunçtan, topraktan renk renk hokkalarımı, fildişinden kalemtıraşlarımı, altın saplı kalemlerimi ve güzel çırağımın bakışını seyrediyordu. "Eski ustaların aksine çok savaş gördüm ben, çok," dedim sessizliği kendi varlığımla doldurmak için. "Savaş makineleri, toplar, ordular, ölüler. Padişahımızın, paşalarımızın savaş çadırlarının tavanlarını hep ben nakşettim. Savaşlardan sonra İstanbul'a dönüldüğünde, herkesin unutacağı savaş manzaralarını, ikiye bölünmüş cesetleri birbirine karışmış orduları, kuşatılmış kalelerin burçlarından toplarımıza ve ordularımıza korkuyla bakan zavallı kâfirin askerini, kafaları kesilen isyancıları, dörtnala saldıran atların coşkusunu da ben resmettim. Gördüğüm her şey aklımda kalır: Yeni bir kahve değirmeni, hiç görmediğim cins bir pencere halkası, bir top, yeni cins bir Frenk tüfeğinin tetiği, bir ziyafet sırasında kimin ne renk giydiği, kimin ne yediği, kimin elini nereye nasıl koyduğu..." "Anlattığın o üç hikâyenin hissesi nedir?" diye sordu Kara her şeyi özetler ve biraz hesap sorar bu edayla. "Elif," dedim. "Minareli birinci hikâye, nakkaşın hüneri ne olursa olsun kusursuz resmi yapanın zaman olduğunu gösterir. Be: Haremli, kitaplı ikinci hikâye, zamanın dışına çıkmanın tek yolunun hüner ve nakış olduğunu gösterir. Üçüncüsünü de seni söyle o zaman." "Cim!" dedi Kara kendine güvenle. "Yüz on dokuz yaşındaki nakkaşın üçüncü hikâyesi de, elif ile beyi birleştirir ve kusursuz hayattan ve nakıştan ayrılanın zamanı biter ve ölür, işte bunu gösterir."
14
14. B a n a Z e y t i n D e r l e r
Öğle namazından sonraydı; acele acele ama keyifle tatlı oğlan yüzleri çiziyordum ki kapı vuruldu. Elim titredi heyecanla, kalemimi bıraktım. Kucağımdaki iş tahtasını zar zor dikkatle kenara koydum ve uçar gibi koştum ve kapıyı açmadan önce bir dua ettim: Allah'ım... Şu anlatacaklarımı kitabın içinden işiten sizler, Allah'a bizlerin şu kirli ve sefil dünyasından ve Padişahımızın alçak kullarından çok daha yakın olduğunuz için, sizden saklamayacağım: Hint Padişahı, cihanın en zengin şahı Ekber Han, dillere destan olacak bir kitap yaptırtıyormuş, İslam ülkesinin dört bir yanına haber salmış ki, cihanın en parlak nakkaşları yanına gelsinler. İstanbul'a yolladığı adamları dün bana geldiler, diyarı Hind'e davet ettiler. Kapıyı açtım, bu sefer, onlar değil, çocukluktan unuttuğum Kara. Eskiden aramıza giremez, kıskanırdı bizi. Evet? Konuşmaya, dostluk etmeye, nakşımı görmeye gelmiş. Buyur ettim ki her şeyimi görsün. Üstat Başnakkaş Osman'ın da yeni elini öpmüş. Büyük üstat, bir büyük laf söylemiş ona: Nakkaşın hası körlükten ve hafızadan söz ederken anlaşılır demiş. Anlayın o zaman:
KÖRLÜK VE HAFIZA Nakıştan önce bir karanlık vardı ve nakıştan sonra da bir karanlık olacak. Boyalarımızla, hünerimiz ve aşkımızla Allah'ın bize görün, dediğini hatırlarız. Hatırlamak gördüğünü bilmektir. Bilmek, gördüğünü hatırlamaktır. Görmek, hatırlamadan bilmektir. Demek ki nakşetmek karanlığı hatırlamaktır. Büyük üstatların resim aşkı, renklerin ve görmenin karanlıktan yapıldığını bilip, Allah'ın karanlığına renklerle dönmeyi ister. Hafızası olmayan ne Allah'ı hatırlar, ne de onun karanlığını. Bütün büyük üstatların resmi, renklerin içinde, zamanın dışındaki o derin karanlığı arar. Herat'ın eski büyük üstatlarının bulduğu bu karanlığı hatırlamak ne demektir, anlayın diye size anlatayım.
ÜÇ KÖRLÜK VE HAFIZA HÎKAYESİ Elif Şair Câmi'nin evliya menkıbelerini kaleme aldığı Nefehât-ül Üns'ünün Lâmii Çelebi tarafından çevrilmiş Türkçesinde, Karakoyunlu hükümdarı Cihan Şah'ın nakkaşhanesinde nam salmış üstat Şeyh Ali Tebrizi'nin, Hüsrev ile Şirin'in harika bir nüshasını nakşettiği yazılmış. Benim işittiğime göre, yapımı tam on bir yıl süren bu efsane kitapta üstatlar üstadı nakkaş Şeyh Ali, öyle bir hüner göstermiş ve ancak eski ustalardan en büyüğü Behzat'ın nakşedebileceği öyle harika sayfalar döktürmüş ki, Cihan Şah, dünyada bir eşi benzeri olmayan harika bir kitaba sahip olmak üzere olduğunu daha kitap yarılanmadan anlamış. Kendine baş düşman ilan ettiği Akkoyunlu hükümdarı genç Uzun Hasan'ın korkusu ve ona duyduğu kıskançlıkla yaşayan Karakoyunlu Cihan Şah'ın hemen aklına, harika kitap bittikten sonra kazanacağı itibar kadar, bu kitabın daha da iyisinin Akkoyunlu Uzun Hasan için resmedilebileceği gelmiş. Kendi mutluluklarını "ya başkaları da bu kadar mutlu olursa!" korkusuyla zehirleyen gerçek kıskançlardan olduğu için Cihan Şah, üstat nakkaşının bu kitaptan bir tanesini daha, hatta daha iyisini resmederse, bunu baş düşmanı Uzun Hasan için yapacağını hemen sezmiş. Böylece, bu harika kitaba kendinden başka kimse sahip olmasın diye, kitabı bitirdikten sonra, üstat nakkaş Şeyh Ali'yi öldürtmeye karar vermiş. Ama haremindeki iyi kalpli bir Çerkez güzeli, usta nakkaşı kör etmesinin yeterli olacağını hatırlatmış ona. Cihan Şah'ın hemen benimseyip çevresindeki dalkavuklara açtığı bu parlak karar, üstat nakkaş Şeyh Ali'nin kulağına da gitmiş, ama sıradan başka nakkaşların yapacağı gibi kitabı yarıda bırakıp
Tebriz'i terk etmemiş o. Hatta, körlüğünü geciktirmek için kitabı yavaşlatmak ya da kitap kusursuz olmasın diye kötü resmetmek gibi yollara da sapmamış. Her zamankinden daha da yoğun bir şevk ve inançla çalışmış. Tek başına oturduğu evinde, sabah namazından sonra çalışmaya başlar, gece yarısı şamdanların ışığında yorgun gözlerinden acı yaşları akana kadar hep aynı atları, servileri, âşıkları, ejderhaları ve yakışıklı şehzadeleri resmedermiş. Çoğu zaman Heratlı eski büyük üstatların yaptığı bir sayfaya günlerce bakar, bir yandan da hiç bakmadığı bir kâğıda aynı resmi olduğu gibi yaparmış. Sonunda, Karakoyunlu Cihan Şah için yaptığı kitap bitmiş, üstat nakkaş beklediği gibi önce övülüp altına boğulmuş, sonra ucu sivri bir sorguç iğnesiyle kör edilmiş. Şeyh Ali, daha acısı bile dinmeden hemen Herat'ı terk edip, Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan'ın yanına gitmiş. "Evet, körüm," demiş ona. "Ama son on bir yıldır nakşettiğim kitabın bütün güzellikleri, her kalem vuruşuna her fırçasına kadar hafızamda ve elim onları ben görmeden ezberden çizmeyi biliyor. Hakanım, sana gelmiş geçmiş en güzel kitabı nakşedebilirim. Çünkü gözlerim bu dünyanın pisliğine artık hiç takılıp oyalanmadığı için, Allah'ın bütün güzelliklerini hafızamdan en saf şekliyle çizebilirim." Uzun Hasan, büyük üstat nakkaşa hemen inanmış, üstat da sözünü tutup gelmiş geçmiş en harika kitabı Akkoyunlu hakanına ezberden çizmiş. Daha sonra, Akkoyunlu Uzun Hasan'ın Karakoyunlu Cihan Şahı Bingöl yakınlarında bir baskınla yenip öldürmesinin arkasında, muzaffer hakanın yeni kitabının verdiği manevi güç olduğunu herkes bilir. Bu harika kitap, üstat Şeyh Ali Tebrizi'nin rahmetli Cihan Şah'a yaptığı bir önceki kitapla birlikte, muzaffer Uzun Hasan, rahmetli Fatih Sultan Mehmet Han'a, Otlukbeli Savaşı'nda yenik düşünce, Padişahımızın hazinesine katılmıştır. Görenler bilir.
Be Cennetmekân Kanuni Sultan Süleyman Han hattatlara daha çok kıymet verdiği için, zamanın bahtsız nakkaşları, şu anlatacağım hikâyeyi nakşın hattan daha önemli olduğuna misal olsun diye söylerlermiş, ama dikkatle her dinleyenin farkedeceği gibi, bu kıssa körlük ve hafıza üzerinedir. Cihan hakimi Timur'un ölümünden sonra birbirlerine düşen ve aralarında acımasızca savaşan oğullarının ve torunlarının, birbirlerinin şehirlerini fethettiklerinde yaptıkları ilk iş, kendi adlarına para basıp, camide hutbe okutmak ise, ikinci işleri birbirlerinden ele geçirdikleri kitapları parçalayıp, başına kendilerini "cihan hakimi" diye öven yeni bir ithaf ve yeni bir ketebe koyup, yeniden ciltlemeleriydi ki, görenler bu hükümdarın kitabına bakıp cihan hakimi olduğuna inana. Bunlardan, Timur'un torunu Uluğ Bey'in oğlu Abdüllatif, Herat'ı ele geçirince babası adına hemen bir kitap yapılsın diye nakkaşlarını, hattatlarını ve ciltçilerini öyle bir hızla seferber edip, öyle bir acele ettirmiş ki onları, parçalanan ciltlerden çıkan resimler, yazılı sayfalar yırtılıp yakılırken birbirine karışmış. Hangi kitabın hikâyenin parçası olduğuna aldırmadan resimleri gelişigüzel ciltletip murakkalar yaptırmak, nakışsever Uluğ Bey'e yakışmayacağı için, oğlu, Herat'ın bütün nakkaşlarını toplayıp resimleri bir sıraya dizebilmek için hikâyelerini söylemelerini istemiş. Ama her kafadan başka bir hikâye çıkmış ve resimler daha da birbirine karışmış. O zaman, son elli dört yılda Herat'ta hüküm sürmüş bütün şahların, şehzadelerin kitaplarına göz nuru döktükten sonra unutulmuş son ihtiyar başnakkaş aranıp bulunmuş. Resimlere bakan eski üstadın kör olduğu anlaşılınca bir telaş olmuş, hatta gülenler çıkmış, ama ihtiyar üstat yedi yaşına varmamış, akıllı ama okuması yazması olmayan bir çocuk istemiş. Hemen bulup getirmişler. Çocuğun önüne bir resim koymuş, gördüğünü anlat, demiş ihtiyar nakkaş. Çocuk resimde gördüklerini anlatırken, ihtiyar nakkaş da görmez gözlerini gökyüzüne dikip dikkatle dinlemiş ve sonra şöyle deyivermiş: "Firdevsi'nin Şehname'sinden İskender'in ölen Dara'yı kucaklaması... Sadi'nin Gülistan'ından güzel öğrencisine âşık olan hocanın hikâyesi... Nizami'nin Mahze Esrar'ından hekimlerin yarışması..." İhtiyar ve kör nakkaşa öfkelenen öteki nakkaşlar, "Bunları biz de söylerdik," demişler, meşhur hikâyelerin en bilinen meclisleri bunlar." İhtiyar ve nakkaş, çocuğun önüne bu sefer en zor resimleri koydurmuş ve yine dikkatle dinlemiş onu. "Firdevsi'nin Şehname'sinden Hürmüz'ün hattatları zehirleyerek tek tek öldürmesi," demiş yine göğe bakarak. "Mevlana'nın Mesnevi'sinden, karısını ve karısının aşığını armut ağacının tepesinde yakalayan kocanın kötü hikâyesi ve ucuz resmi," demiş ve böyle böyle göremediği bütün resimleri çocuğun tarifinden tanıyıp, kitapların ciltlenmesini sağlamış. Uluğ Bey Herat'a ordusuyla girdiğinde, ihtiyar nakkaşa, usta nakkaşların görmekle anlayamadıkları hikâyeleri, kendisinin hiç görmeden çıkarabilmesinin sırrını sormuş. "Sanıldığı gibi kör olduğum için hafızamın kuvvetli olması değil bunun nedeni," demiş ihtiyar nakkaş. "Ben yalnızca hikâyelerin hayallerle değil, kelimelerle hatırlandığını unutmuyorum hiç." Uluğ Bey o kelimeleri ve hikâyeleri kendi nakkaşlarının da bildiklerini, ama resimleri sıraya dizemediklerini söylemiş. "Çünkü," demiş ihtiyar nakkaş. "Onlar kendi hüner ve sanatları olan nakşı çok iyi düşünüyorlar, ama eski üstatların bu resimleri Allah'ın hatıralarından yaptıklarını bilmiyorlar." Uluğ Bey bir çocuğun bunu nasıl bilebildiğini sormuş. "Çocuk bilmiyor," demiş ihtiyar nakkaş. "Yalnızca kör ve ihtiyar bir nakkaş olarak ben, Allah'ın âlemi yedi yaşındaki akıllı bir çocuğun görmek isteyeceği gibi yarattığını biliyorum. Çünkü Allah âlemi önce görülsün diye yarattı. Sonra da gördüğümüzü birbirimizle paylaşalım, konuşalım diye kelimeleri verdi bize, ama biz kelimelerden hikâyeler yaptık da nakşı bu hikâyeler için yapılır sandık. Oysa nakış doğrudan Allah'ın hatıralarını aramak, âlemi onun gördüğü gibi görmektir."
Cim Nakkaş soyunun haklı ve ezeli korkusu körlük endişesi yüzünden bir dönem Arap nakkaşların gün doğarken batıya, ufka uzun uzun baktıkları, bir asır sonra Şiraz'da çoğu nakkaşın sabahları aç karnına ceviz içiyle dövülmüş gül yaprağı ezmesi yediklerini bilinir. Yine aynı dönem, Isfahanlı yaşlı nakkaşların vebaya yakalanır gibi sırayla yakalandıkları körlüğün nedeni olarak gördükleri güneş ışığı doğrudan çalışma tahtalarına değmesin diye, odanın yarı karanlık bir köşesinde ve çoğu zaman şamdanların ışığında çalışırlar ve Buhara'daki Özbek nakkaşhanelerinde, üstatlar gün sonunda Şeyhlerce okunmuş bir suyla gözlerini yıkarlardı. Bütün bu usuller içinde körlüğe en saf yaklaşanı, tabii ki, Herat'ta, büyük üstat Behzat'ın hocası üstat nakkaş Seyyit Mirek tarafından bulunanıdır. Üstat nakkaş Mirek'e göre, körlük bir bela değil, bütün hayatını onun güzelliğine adayan nakkaşa Allah'ın vereceği son mutluluktur. Çünkü nakış, Allah'ın âlemi nasıl gördüğünü nakkaşın aramasıdır ve bu eşsiz görüntü, ancak yoğun bir çalışma hayatından sonra gözler yorulup, nakkaş iyice yıprandığında ulaşılan körlükten sonra hatırlanarak olur. Demek ki, Allah'ın âlemi nasıl gördüğü bir tek kör nakkaşların hafızalarından anlaşılır, ihtiyar nakkaş, bu hayal kendine geldiğinde, yani hatıralar ve körlüğün karanlığı içinde gözünün önünde Allah'ın manzarası belirdiğinde, harika resmi el kendiliğinden kâğıda geçirebilsin diye, bütün hayatı boyunca el alıştırması yapar. Dönemin Heratlı nakkaşları ve menkıbeleri üzerine de yazmış tarihçi Mirza Muhammet Haydar Duglat'a göre, üstat Seyyit Mirek, bu nakış anlayışına, bir at resmi çizmek isteyen nakkaştan misal de vermiş. Buna göre en yeteneksiz nakkaş bile, kafasının içi bomboş olduğu için, tıpkı bugünkü Frenk ressamları gibi, bir ata baka baka at resmi çizerken bile, resmi hafızadan yapar. Çünkü, aynı anda hem ata hem de üzerine atın resmini çizdiği kağıda kimse bakamaz. Önce ata bakar nakkaş, sonra aklındakini hemen kâğıda çizer. Aradan göz kırpacak kadar bir zaman bile geçse bile nakkaşın kâğıda geçirdiği, görmekte olduğu at değil, az önce gördüğü atın hatırasıdır ki, bu da en sefil nakkaş için bile, resmin ancak hafızayla mümkün olabileceğinin kanıtıdır. Nakkaşın faal meslek hayatını, daha sonra gelecek mutlu körlüğe ve körlerin hatıralarına bir hazırlık olarak gören bu anlayışın sonucu olarak, dönemin Heratlı üstatları, kitapsever şahlar ve şehzadeler için yaptıkları resimleri bir el alıştırması, bir temrin olarak görür, çalışmayı, durmadan çizmeyi ve günlerce dur durak bilmeden şamdanların ışığında sayfalara bakmayı nakkaşı körlüğe götüren mutlu bir iş olarak kabul ederlerdi. Üstat nakkaş Mirek, bütün hayatı boyunca kimi zaman tırnak, pirinç, hatta saç üzerine bütün yapraklarıyla ağaçlar çizip körlüğe kasten ve hızla yaklaşarak, kimi zaman da mutlu ve güneşli bahçeler çizip karanlığı ihtiyatla erteleyerek, bu en mutlu sona ulaşacağı en uygun zamanı aramıştır hep. Yetmiş yaşındayken Sultan Hüseyin Baykara kilit üzerine kilit sakladığı hazinesinde birikmiş binlerce kitabın sayfalarını, bu büyük üstadı ödüllendirmek için ona açtı. Üstat Mirek, silahlar, ipek ve kadife kumaşlar ve altın dolu hazine odasının altın şamdanlarının ışığında Heratlı eski ustaların her biri birer efsane kitaplarının harika sayfalarına üç gün üç gece hiç durmadan baktıktan sonra kör oldu. Allah'ın meleklerini karşılar gibi olgunluk ve tevekkülle karşıladığı bu yeni durumundan sonra, büyük üstat bir daha hiç konuşmamış ve hiç de resim yapmamıştı. Tarihi Raşidi yazarı Mirza Muhammet Haydar Duglat bunu, Allah'ın ölümsüz zamanının manzaralarına kavuşmuş bir nakkaşın, sıradan ölümlüler için yapılan kitap sayfalarına artık hiçbir zaman geri dönememesiyle açıklar ve der ki: Kör nakkaşın hatıralarının Allah'a ulaştığı yerde, mutlak bir sessizlik, mutlu bir karanlık ve boş sayfanın sonsuzluğu vardır. Üstat Osman'ın körlük ve hafıza üzerine sorusunu, Kara'nın bana gerçekten cevabımı öğrenmekten çok, eşyalarıma, odama, resimlerime bakarken rahat edebilmek için sorduğunu elbette biliyordum. Yine de ama, anlattığım hikâyelerin içine işlediğini görmekten mutlu oldum. "Körlük Şeytan'ın ve suçun giremeyeceği bir mutlu âlemdir," dedim ona. "Tebriz'de," dedi Kara, "Üstat Mirak'ın etkisiyle körlüğü Allah'ın ihsanı en büyük erdem olarak gören eski usûl nakkaşlardan bazıları, yaşları ilerlediği halde hâlâ kör olamamalarından utandıkları, bunun yeteneksizlik ve hünersizliklerinin bir kanıtı olarak görülmesinden korktukları için kör taklidi yapıyorlar hâlâ. Kazvinli Cemalettin'den de etkiler taşıyan bu ahlak yüzünden, bazıları gerçekten kör olmadıkları halde âleme bir kör gibi bakabilmeyi öğrenebilmek için karanlıkta aynalar arasına oturup, bir kandilin soluk alevinin ışığında, Heratlı eski ustaların sayfalarına haftalarca yemeden içmeden bakıyorlar. Kapı vuruldu. Açtım, baktım, nakkaşhaneden, güzel gözlerini kocaman açmış bir güzel çırak. Müzehhip Zarif Efendi kardeşimizin cesedinin bir kör kuyuda bulunduğunu, cenazenin Mihrimah Camii'nden ikindi vakti kaldırılacağını söyledi ve haberi başkalarına yetiştirmek için koştu gitti. Allahım sen bizi koru.
15
15. B e n i m A d ı m E s t e r
Aşk mı insanı budala yapıyor, yoksa yalnızca budalalar mı âşık oluyor? Yıllardır bohçacılık, çöpçatanlık yapıyorum, bunun cevabını bilemiyorum. Birbirlerine tutuldukça daha zekileşen, daha bir kurnaz olup akıllıca dolaplar çeviren bir çifti, hele bir erkeği tanımak isterdim çok. Bildiğim; kurnazlıklara, küçük tuzaklara, hilelere başvuruyorsa, bir erkeğin hiç mi hiç âşık olmadığıdır. Kara Efendimiz ise daha şimdiden soğukkanlılığını kaybettiğini, benimle Şeküre'den bahsederken bile bütün ölçüleri kaçırdığını gösteriyor. Pazar yerinde ona Şeküre'nin sürekli onu düşündüğünü, onun cevabını sorduğunu, onu hiç böyle görmediğimi ve bunun gibi, herkese söylediğim nakaratı ezberden söyledim. Öyle bir bakıyordu ki bana, acıdım ona. Bana verdiği mektubu acele doğru Şeküre'ye götürmemi söyledi. Bütün budalalar, aşklarında sanki çok özel bir acele gerektiren bir durum var sanıp, aşklarının şiddetini açığa vurup, âşıklarının eline silah verir; onlar da akıllıysalar cevabı geciktirirler. Sonuç: Aşkta acele işleri geciktirir. Bu yüzden, Kara Efendi, "acele acele" diye verdiği mektubu önce başka bir yere götürdüğümü bilseydi bana şükrederdi. Çârşı yerinde onu uzun uzun beklerken donmuştum. Isınmak içini önce yolumun üzerindeki evlatlarımdan birine uğrayayım dedim. Mektubunu taşıyıp, kendi elimle evlendirdiğim kızlarıma, evladım, derim ben. Bu kaknem kız öyle müteşekkirdir ki bana, peşimde çevremde pervane olmaktan başka, elime birkaç akçe de tutuşturur. Gebeymiş, sevinçliydi. Ihlamur kaynattı, tadım çıkararak içtim. Yalnız kaldığımda Kara Efendi'nin verdiği paraları da saydım. Yirmi akçe. Tekrar yola koyuldum. Ara sokaklardan, çamuru donup yürünmez hale gelmiş uğursuz geçitlerden geçtim. Evin kapısını vururken şakacılığım tuttu da bağırdım. "Bohçacı geldi, bohçacı," dedim. "Padişah'a layık en âlâsından raksbendi tülbentim var, Keşmir'den gelmiş harika şallarım, Bursa kadifesinden kuşaklığım, en iyisinden kenarı ipekli Mısır bezinden gömlekliğim, nakış nakış tülbentten örtülerim, döşek ve yatak çarşaflarım, rengârenk mendillerim var, bohçacı!" Kapı açıldı, içeri girdim. Her zamanki gibi ev, yatak, uyku, kızarmış yağ ve nem kokuyordu. Yaşlanmakta olan bekâr erkeklerin o korkunç kokusu. "Cadaloz," dedi. "Niye bağırıyorsun?" Hiçbir şey demeden çıkarıp mektubu verdim. Yarı karanlık odada gölge gibi yaklaşıp bir anda kaptı onu elimden. Yan odaya geçti, orada yanan bir lamba vardır hep. Kapının eşiğinde durdum. "Baban Efendi yok mu?" dedim. Cevap vermedi. Kendinden geçmiş, mektubu okuyordu. Bıraktım okusun. Lamba arkasında olduğu için yüzünü hiç göremiyordum. Mektubu bitirince, bir daha okumaya başladı. "Evet," dedim. "Ne yazmış?" Hasan okudu: "Sevgili Şeküre Hanım. Ben de, yıllarca bir tek kişinin hayaliyle yaşadığını için kocam beklemeni, ondan başka hiç kimseyi düşünmemeni takdirle anlıyorum. Senin gibi bir kadından dürüstlük ve iffetten başka ne beklenir ki. (Bir kahkaha attı Hasan!) Ama nakış için babanı görmeye gelmem seni taciz etmek değildir. Bu hiç aklımdan geçmez. Senden işaret, hele cesaret aldığımı öne sürecek hiç değilim. Yüzün pencerede bana nur gibi gözüktüğünde, bunun Allah'ın bana bir ihsanı olduğundan başka bir şey düşünmedim. Çünkü senin yüzünü görebilmek mutluluğu bana yeter. ("Burasını Nizami'den araklamış" diye araya girdi öfkeyle.) Ama madem bana yaklaşma diyorsun, söyle, bir melek misin ki sen yanına yaklaşmak korkunç olsun? Dinle beni, şunu dinle: Gece yarıları umutsuz bir hancı ile idam kaçkını haydutlardan baş kimseciklerin konaklamadığı ıssız ve lanetli kervansarayların pencerelerinden çıplak dağlara vuran ay ışığını seyrederek ve benden de bahtsız yalnız
kurtların ulumalarını dinleyerek uyumaya çalışırken, bir gün ansızın bana, işte o pencerede göründüğün gibi görüneceğini düşünürdüm. Dinle: Şimdi kitap için babana geri geldiğimde, çocukluğumda yaptığım resmi bana geri veriyorsun. Bu benim için seni bulduğumun işaretidir, biliyorum. Ölümün değil. Oğullarından birini, Orhan'ı gördüm. Zavallı yetim. Onun babası olacağım!" "Maşallah, iyi yazmış," dedim. "Şair olmuş bu." "Melek misin ki sen yanına yaklaşmak korkunç olsun," dedi. "İbni Zerhani'den çalmış o sözü. Ben daha iyi yazarım."'Cebinden kendi mektubunu da çıkardı. "Al götür bunu Şeküre'ye." Mektuplarla birlikte verdiği para ilk defa huzursuz etti beni. Bu adamın karşılık alamadığı aşkına çılgınca bağlanmasında tiksinti verici bir şey hissettim. Sanki sezgilerimi doğrulamak ister gibi Hasan, uzun zamandır ilk defa efendiliği bir yana bıraktı ve şöyle dedi kabadayıca: "Söyle ona, istersek onu kadı zoruyla eve getiririz." "Gerçekten söyleyeyim mi?" Bir sessizlik oldu. "Söyleme," dedi. Odadaki lambanın ışığı yüzüne vurdu da, suçunu bilen bir çocuk gibi önüne baktığını gördüm. Bu hallerini bildiğim için aşkına saygı duyar, mektupları taşırım. Sanıldığı gibi para için değil. Evden çıkıyordum, beni kapıda durdurdu Hasan. "Şeküre'ye onu ne kadar çok sevdiğimi söylüyor musun?" sordu heyecanla ve akılsızca. "Mektuplarında bunu sen yazmıyor musun?" "Söyle bana, onu, babasını nasıl ikna edebilirim onları?" "İyi bir insan olarak," dedim, kapıya yürüdüm. "Bu yaştan sonra çok geç..." dedi, içten bir acıyla. "Çok para kazanmaya başladın Hasan Çavuş. İnsanı iyi yapar bu..." dedim, çıktım. Evin içi o kadar karanlık ve kasvetliydi ki, dışarıda hava ısınmış gibi geldi bana. Yüzüme güneş vurdu. Şeküre'nin mutlu olmasını istediğimi düşündüm. Ama nemli, soğuk ve karanlık evi gördüğüm o zavallıyı da bir şekilde sayıyordum. Hiç hesaplarımda yokken, içimden geliverdiği için, Laleli'deki Baharatçılar Çarşısı'na saptım, tarçın, safran, biber kokuları arasında kendime gelirim sanıyordum, ama yanılmışım. Evinde, Şeküre, mektupları aldıktan sonra Kara'yı sordu ilk. Aşk yangınının her yerini acımasızca sardığını söyledim, hoşuna gitti. "Evlerinde örgü ören karılar dahil herkes zavallı Zarif Efendi'nin niye öldürüldüğünden söz ediyor," diye sözü değiştirdim sonra. "Hayriye, helva yap da zavallı Zarif Efendi'nin karısı Kalbiye'ye götür," dedi Şeküre. "Cenazesine bütün Erzurumiler, pek çok kalabalık gelecekmiş," dedim. "Akrabaları kanı yerde kalmayacak diyorlarmış." Ama Şeküre, Kara'nın mektubunu okumaya başlamıştı. Bütün dikkatimle ve öfkeyle yüzüne baktım. Bu kadının o kadar hayat deneyimi vardır ki tutkularının yüzüne yansıyış biçimini denetleyebilir. Mektubu okurken, susmamın hoşuna gittiğini, bunu Kara'nın mektubuna verdiği özel önemin benim tarafımdan da onaylanması olarak gördüğünü hissettim. Böylece, mektubu bitirip bana gülümseyince Şeküre'nin hoşuna gitsin diye, şu soruyu ona sormak zorunda kaldım: "Ne diyor?" "Çocukluğundaki gibi... Bana âşık." "Ne düşünüyorsun?" "Ben evliyim. Kocamı bekliyorum." Tahminlerinizin aksine, benim ilgilenmemi istedikten sonra, bu yalanı atıvermesine hiç kızmadım, hatta bunun beni rahatlattığını söylemeliyim. Mektup taşıyıp, hayat üzerine öğütler verdiğim pek çok genç kız ve kadın Şeküre'nin gösterdiği dikkati gösterseydiler hem benim işim, hem onların işi yarı yarıya kolaylaşır, hatta bazıları çok daha iyi kocalara varabilirlerdi. "Öteki ne diyor?" diye sordum yine de.
"Hasan'ın mektubunu şimdi okumak istemiyorum," diye cevap verdi. "Hasan'ın, Kara'nın İstanbul'a döndüğünden haberi var mı?" "Varlığından bile haberi yok." "Hasan'la konuşuyor musunuz?" diye sordu güzelim kara gözlerini açarak. "Sen istediğin için." "Evet?" "Acılar içinde. Seni çok seviyor. Gönlün bir başkasına meyletse bile, bundan sonra ondan kurtulman çok zor. Mektuplarını kabul etmen onda çok umutlar uyandırdı. Ondan kork. Çünkü değil seni eve geri getirmek, ağabeyinin öldüğünü kabul ettirip seninle evlenmeye hazırladı kendini." Son sözümün tehditkâr yanını dengelesin ve beni o mutsuzun sözcüsü durumuna düşürmesin diye gülümsedim. "Öteki ne diyor peki?" diye sordu, ama kimi sorduğunu biliyor muydu? "Nakkaş mı?" "Aklım karmakarışık," dedi birden, belki de düşüncelerinden korkarak. "Her şey daha karışacakmış gibi de geliyor bana. Yaşlanıyor artık babam. İleride bizlere, bu yetim çocuklara ne olacak? Hepimize bir kötülüğün yaklaştığını, Şeytan'ın bizler için kötülükler hazırladığını seziyorum. Ester, bana öyle bir şey söyle, mutlu olayım." "Sen hiç merak etme canım Şekürem," dedim içim titreyerek, "Gerçekten çok akıllısın, çok güzelsin sen. Bir gün yakışıklı kocanla aynı yatakta yatacak, ona sarılacak, bütün dertlerini unutup mutlu olacaksın. Bunu gözlerinin içinde okuyorum." Öyle bir sevgi yükseldi ki içimde gözüm nemlendi. "İyi de hangisi olacak o koca?" "Bunu senin o akıllı yüreğin sana söylemiyor mu?" "Yüreğimin ne dediğini anlayamadığım için mutsuzum beri Bir sessizlik oldu. Bir an Şeküre'nin bana hiç mi hiç güvenmediğini, ağzımdan laf almak için güvensizliğini ustalıkla gizlemekte olduğunu, kendini açındırdığını düşündüm. Mektuplara şu anda bir cevap vermeyeceğini anladığım zaman, bütün kızlara, şaşılara bile söylediğim şu sözü söyleyip bohçamı kapıp, çıkıp sıvıştım. "O güzel gözlerini dört açarsan başına kötü bir şey gelmez canım, merak etme sen."
16
16. B e n , Ş e k ü r e
Eskiden bohçacı Ester'in her gelişinde, benim gibi akıllı, güzel, iyi yetişmiş, dul ama namuslu bir kadının yüreğini küt küt attıracak âşığın, en sonunda harekete geçip, mektubunu yazıp gönderdiğini hayal ederdim. Gelen mektupların her zamanki taliplerimden olduğunu görünce de, hiç olmazsa kocamı beklemek için güç ve sabır kazanırdım. Şimdiyse, bohçacı Ester'in her gidişinden sonra aklım karışıyor ve kendimi daha da zavallı hissediyorum. Dünyanın seslerini dinledim. Mutfaktan kaynama fokurtusu ve limon ve soğan kokusu geliyor: Biliyorum Hayriye kabak kaynatıyor. Şevket ile Orhan avluda, nar ağacının orada itişerek kılıç oynuyor, bağırışlarını duyuyorum. Babam, sessiz, yan odada. Açıp Hasan'ın mektubunu okudum ve merak edilebilecek hiçbir şey olmadığını bir daha anladım. Yalnızca ondan biraz daha korktum ve onunla aynı evi paylaştığım zamanlar, koynuma girmek için gösterdiği çabalara direndiğim için kendimi kutladım. Sonra Kara'nın mektubunu sanki incinebilecek kırılgan bir şeymiş gibi dikkatle tutarak okudum ve aklım karıştı. Mektupları bir daha okumadım; güneş çıktı ve şöyle düşündüm: Gecelerin birinde Hasan'ın koynuna girseydim ve onunla sevişseydim hiç kimse farketmezdi bunu; Allah hariç. Kayıp kocamla benzeşiyor, aynı şey. Bazen böyle saçma ve tuhaf bir düşünce aklıma düşüveriyor. Güneş ve birden ısınınca sanki bir gövdem olduğunu, tenimi, göğüslerimin ucunu bile hissetmiştim. Güneş kapıdan üzerime öyle vururken birden Orhan giriverdi içeri. "Anne, ne okuyorsun?" dedi. Peki, demin Ester'in son getirdiği mektupları bir daha okumadım dedim ya, size yalan söylemiştim. Yine okuyordum. Ama sefer gerçekten mektupları katlayıp koynuma soktum ve Orhan'a dedim ki. "Gel bakayım buraya sen kucağıma." Geldi. "Ooff maşallah, ne kadar da ağırsın, kocaman olmuşsun," dedim ve öptüm. "Buz gibisin," derken ben: "Anne ne kadar sıcaksın," dedi, sırtını göğüslerime yasladı. Birbirimize sıkı sıkıya dayanmış, hiç konuşmadan oturmak ikimizin de hoşuna gidiyordu. Boynunu kokladım, öptüm. Daha da sıkı sarıldım. Sessizlik oldu, öylece durduk. "Gıdıklanıyorum," dedi çok sonra. "Söyle bakalım," dedim ciddi sesimle. "Cinler padişahı gelse dile benden ne dilersin dese, hayatta en çok neyi istersin?" "Şevket bizimle olmasın isterim." "Başka ne istersin? Bir baban olsun ister misin?" "Hayır. Büyüyünce seninle ben evleneceğim." Kötü olan şey yaşlanmak, çirkinleşmek, hatta kocasız ve yok kalmak değil, hayatta kimsenin sizi kıskanmaması, diye düşündüm. Orhan'ın ısınan gövdesini kucağımdan indirdim. Benim gibi kötü ruhlu biri, iyi bir insanla evlenmeli diye düşünerek babama yanına çıktım. "Padişahımız Hazretleri kitabın bittiğini kendi gözleriyle görüp, sizi ödüllendirecek," dedim. "Venedik'e gideceksiniz yine." "Bilemiyorum," dedi babam. "Bu cinayet beni korkuttu. Düşmanlarımız güçlü olmalı." "Benim bu durumumun da onları cesaretlendirdiğini, yanlış anlamalara, temelsiz umutlanmalara yol açtığını biliyorum." "Nasıl?"
"Artık bir an önce evlenmeliyim." "Ne?" dedi babam. "Kiminle?" dedi. "Ama sen evlisin," "Bu nereden çıktı?" diye sordu, "isteyenin kim? Çok makul ve dayanılmaz bir isteyenin olsa bile," dedi makul babam, "öyle birini kolay bulup beğeneceğimizi sanmıyorum ya," diye araya ekleyip, şöyle özetledi talihsiz durumumu: "Evlenebilmen için çözmemiz gereken çok büyük meseleler var biliyorsun." Uzun bir sessizlikten sonra da şöyle dedi: "Beni bırakıp gitmek mi istiyorsun canım?" "Kocamın öldüğünü dün rüyamda gördüm," dedim. Ama bu rüyayı gerçekten görmüş bir kadın gibi ağlamadım. "Nakşa bakıldığında onu okumayı bilenler gibi, rüyayı da okumayı bilmek gerek." "Gördüğüm rüyayı size anlatmamı uygun bulur musunuz?" Bir an bir durgunluk oldu ve konuştukları şeylerden çıkarılabilecek diğer bütün sonuçlan hızlı hızlı gözden geçiren akıllı insanların yapacağı gibi birbirimize gülümsedik. "Rüyanı yorumlayarak onun öldüğüne inanabilirim ama, kayınpederin, kayınbiraderin ve onlara kulak vermek zorunda olan kadı başka kanıtlar isteyecektir." "Çocukları alıp eve döneli iki yılı geçti, ama kayınpeder ile kayınbirader beni geri getiremiyorlar." "Çünkü bir kusurları olduğunu gayet iyi biliyorlar," dedi babam. "Ama bu senin boşanmana razı oldukları anlamına gelmez." "Mezhebimiz Maliki ya da Hanbeli olsaydı," dedim, "Aradan dört yıl geçtiğine bakıp kadı beni boşar, bir de üstüne nafaka bağlardı. Ama biz Allaha şükürler olsun Hanefi olduğumuz için bunu da yapamıyoruz." "Bana Üsküdar Kadısının Şafii naibinden bahsetme. Onlar çürük işler." "Savaşta kocası kayıp olan bütün İstanbullu kadınlar boşanmak için tanıklarıyla ona gidiyorlarmış. Şafii olduğu için, kocan kayıp mıdır, kaç zamandır kayıptır, geçim sıkıntısı mı çekiyorsun, bunlar da tanıkların mıdır, deyip hemen boşuyormuş." "Kim sokuyor bunları senin kafana benim canım kızım?" dedi. "Aklını başından alan kim?" "Bir kere boşandıktan sonra, aklımı başından alabilecek birisi varsa eğer, onu tabii ki siz bana söyleyeceksiniz ve ben kiminle evlenmem konusunda sizin kararınızdan asla çıkacak değilim." Benim kurnaz babam, kızının da kendisi kadar kurnaz olduğunu görüp gözlerini kırpıştırmaya başladı. Aslında babam, gözlerini böyle hızla üç sebepten kırpıştırır: 1. Sıkıştığı zamanlarda kurnazlık bulmak için acele acele kafasını çalıştırırken. 2. Sessizlik ve kederden içtenlikle ağlayacağı zamanlarda. 3. Sıkıştığı zamanlarda kurnazlık edip birinci ve ikinci nedeni karıştırarak sonra kederden ağlayabilirmiş izlenimi vermek için. "Çocukları alıp gidiyor, ihtiyar babam yalnız mı bırakıyorsun? Biliyor musun ki kitabımız -kitabımız dedi evet- yüzünden öldürülmekten korkuyordum, ama şimdi sen çocukları alıp gitmek isteyince ben zaten ölmeyi istiyorum." "Babacığım, o işe yaramaz kayınbiraderden kurtulabilmek için boşanmam gerektiğini her zaman siz söylemez miydiniz?" "Beni terketmeni istemiyorum. Kocan bir gün geri dönebilir. Dönmese de, evli olmanın bir zararı yok. Yeter ki bu evde babanla otur." "Bu evde sizinle oturmaktan başka hiçbir şey istemiyorum." "Canım, az önce bir an önce evlenmek istediğini de söylemiyor muydun?" İşte böyledir babayla tartışmak: Sonunda haksız olduğuma ben de inanırım. "Söylüyordum," dedim önüme bakarak. Sonra ağlamamak için kendimi tutarken aklıma geliveren şeyin haklılığından cesaretlenerek dedim ki: "Peki, ben bir daha hiç evlenmeyecek miyim?" "Seni benden alıp uzaklara götürmeyecek bir damadın başımın üzerinde yeri var. Talibin kim, bizimle birlikte bu evde oturur mu?" Sustum. Bizimle birlikte bu evde oturacak damada babamın saygı duymayıp onu yavaş yavaş ezeceğini elbette ikimiz de biliyorduk. Babam, içgüveysi diye o damadı öyle bir sinsice ve ustalıkla küçümseyecekti ki, ben o adama kendimi vermek bile istemeyecektim.
"Babanın onayı olmadan bu halinle evlenmenin neredeyse imkansız olduğunu biliyorsun değil mi? Evlenmeni istemiyorum! İzin vermiyorum." "Ben evlenmek değil, boşanmak istiyorum." "Çünkü kendi çıkarlarından başka hiçbir şeye aldırmayan düşüncesiz bir hayvan seni incitebilir. Seni ne kadar sevdiğimi biliyorsun, değil mi canım kızım. Bu kitabı da bitirmemiz lazım." Sustum. Çünkü konuşmaya başlasaydım, öfkemin farkına varmış olan Şeytan da dürtüyordu, babamın yüzüne, geceleri Hayriye'yi yatağına aldığını bildiğimi söyleyiverecektim, ama benim gibi bir kıza yaşlı babasına cariye ile yattığını bildiğini söylemek hiç yakışır mı? "Kim evlenmek istiyor seninle?" Önüme baktım ve sustum, ama utancımdan değil de öfkemden. Daha kötüsü, bu kadar öfkelendiğimi bilmeme rağmen bir türlü cevap verememek daha da öfkelendiriyordu beni. O zaman hayalimde babamla Hayriye'yi o gülünç ve iğrenç durumda yatakta düşünüyordum. Tam ağlayacaktım ki, önüme bakarak dedim ki: "Ocakta kabak var, yanmasın." Merdivenin yanında, hiç açılmayan penceresi kuyuya bakan odaya geçtim, karanlıkta el yordamıyla hızla yatağımı bulup serdim, kendimi üzerine attım: Ah ne kadar da güzeldir çocukken haksızlığa uğrayıp, yatağa yatıp ağlaya ağlaya uyuyakalmak! Bir tek ben seviyorum kendimi ve bu yalnızlık o kadar acıklı ki, kendi yalnızlığıma ağlarken benim hıçkırıklarımı ve çığlıklarımı duyan sizler yardımıma geliyorsunuz. Biraz sonra baktım, Orhan, benim yatağıma uzanmış. Başını göğüslerimin arasına soktu, baktım o da orada iç çekerek gözyaşı döküyor, iyice kendime çekip bastırdım onu. "Ağlama anne," dedi biraz sonra. "Babam savaştan dönecek." "Nereden biliyorsun?" Sustu. Ama o kadar sevdim, öyle bir göğsüme bastırdım ki onu, bütün sıkıntılarımı unuttum. İnce kemikli Orhanımın narin gövdesine sarılıp uyuyakalmadan önce, şimdi, bir tek derdim var, onu söyleyeyim size. Demin babam ve Hayriye hakkında öfkeyle size söylediğim şeyden şimdi pişmanım. Hayır, dediğim yalan değildi, ama yine de bunu söylemiş olmaktan öyle utanıyorum ki, Siz o dediğimi unutun, hiç söylenmemiş, babam da Hayriye ile öyle yapmıyormuş gibi bakın bizlere olmaz mı?
17
17. B e n E n i ş t e n i z i m
Ни для кого не является откровением, что Кавказ, в силу этнического и религиозного многообразия своего населения, является довольно-таки сложной территорий в плане создания единого информационного пространсва, которое является одним из неоспоримых позитивных достижений глобальной эпохи, обеспечивающих информационное взаимодействие организаций и граждан, а также удовлетворение их информационных потребностей. Учитывая поляризацию в регионе, когда, сохраняя нормальные отношения с Россиией, Азербайждан более тяготеет к Турции, Грузия, несмотря на формальные попытки улучшения взаимоотношений с северным соседом, привержена идее вступления в Евросоюз и НАТО, а Армения, по словам главы аналитического бюро «Alte et Certe» Андрея Епифанцева, ведет комплементарную политику, пытаясь угодить и России, и Западу, а «в нашем полярном мире, который поляризуется все больше, достичь этого невозможно» . Таким образом, на сегодняшний день для Закавказья практически не осталось тем, освещая которые средства массовой информации могли бы способствовать восстановлению диалога и постепенному снятию напряжения между соседними народами. Поэтому, тема нового глобального проекта, способного свести воедино экономические интересы закавказских государств, могла бы консолидировать информационную политику средств массовой информации закавказских государств, способствовать зарождению единого информационного пространства региона и таким образом стать шагом если не к восстановлению нормальных отношений, то, по крайней мере, к началу кооперации между вовлеченными в этот проект структурами. «Решение по конфликтным ситуациям не будет найдено до тех пор, пока мы не будем воспринимать регион как единое экономическое пространство. То, что происходит в данном регионе, сразу отражается на соседях» , - сказал бывший министр иностранных дел Грузии И.Менагаришвили в одном из интервью и подчеркнул, что установление региональных структурных рамок позволит обеспечить стабильность и снизить риски.
1 ^*^4 ATATÜRK KÜLTÜR, DİL VE TARİH YÜKSEK KURUMU TÜ RK DİL KURUM U YAYINLARI:876 Prof. Dr. Emine YILMAZ A nkara, 2006
2
3 ATATÜRK KÜLTÜR, DİL VE TARİH YÜKSEK KÜRÜMÜ TÜRK DİL KÜRUMU YAYINLARI: 876 NARSPI Çuvaşça Bir Aşk Öyküsü HAZIRLAYAN Emine YILMAZ ANKARA, 2006
4 5846 sayılı kanuna göre bu eserin bütün yayın, tercüm e ve iktibas hakları Türk Dil Kurumuna aittir. İvanov, Konstantin Vasil yeviç Narspi: Çuvaşça bir aşk öyküsü / Haz. Emine Yılmaz. - Ankara: Türk Dil Kurumu, s.; 24 cm. - (Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Türk Dil Kurumu Yayınlan; 876) Dizin var. Kaynakça var. ISBN Çuvaş Edebiyatı - Şiir 2. Çuvaş Edebiyatı - Hikâye I. Yılmaz, Emine (haz.) inceleyenler: Prof. Dr. Fikret TÜRKMEN Prof. Dr. Şüayip KARAKAŞ ISBN: Kapak Tasarım: Ejder ÇELİK Baskı: Ankara Mesleki Eğitim Merkezi ve 4 Akşam Sanat Okulu M atbaası Baskı Sayısı: 500
5 Purînma tata vîlme pekeh sinîren vîrenme p u la t
6
7 İÇİNDEKİLER ÖNSÖZ... 7 I. Giriş KONSTANTİN VASİL YEVİÇ İVANOV Yaşamı K. V. İvanov un Eserlerinin Baskıları Ç u v aşça Rusça Çevirileri Rusça Dışındaki Dillere Çevirileri K. V. İvanov un Eserleri Üzerine Yayımlanmış Çalışm alar ÇÜVAŞLAR ve ÇÜVAŞ EDEBİYATI N A RSPİ içerik İncelem esi Konu Dil ve A nlatım Kültürel Ö ğeler Biçim İncelem esi Nazım Birim i Ö lçü Uyak D üzeni Uyak Değeri Türü KAYNAKÇA II. Kiril Harfli M etin...35 III. Y azıçevrim i IV. Türkçeye Çevrimi V. Sözlük-D izin
8 -.'...? i ì / ".,,? :... 1 ^ '...,.... ^ ,. ji#^c Ì jw t^l... illtìt -. лг >л а и т а ;» '.... _ t f -. J ii!!i.m J fte ««}-Al>». «' ; ' р.» - Л Ш * Щ г \. t. / :«и J t,.,
9 O N SO Z İki bin doksan yedi dizelik bir öykü-şiir olan Narspi, modem Çuvaş edebiyatının en büyük ustası olarak kabul edilen Konstantin İvanov un en önemli eseridir. Şairine dünya çapında ün sağlayan, defalarca Çuvaşça ve Rusça baskıları yapılan, Başkurtça, Tatarca, Azerice yanında Marice, Ukraynca, Mordvince, Udmurtça, Macarca, Sıф-Hırvatça, İtalyanca ve Almancaya da çevirileri yapılan bu şiir Türk edebiyatında hemen hemen hiç bilinm em ektedir. Yirmi beş yıllık çok kısa bir ömüre sığdırdığı onlarca eser, Konstantin İvanov a büyük bir ün kazandırmış ve ölüm yılı olan 1915 ten bu yana hem doğduğu yer olan Başkurdistan da, hem de on bir yaşından sonraki hayatını geçirdiği Çuvaşistan da adını yaşatmak için m üzeler, tiyatrolar k u rulmuş, operalar hazırlanmıştır. Doğumunun yüzüncü yılı olan 1990 ise U nesco nun 25. dönem toplantısında K. V. İvanov yılı ilan edilmiştir. Bir tesadüf sonucu, İvanov un yüzüncü doğum yılı kutlamaları sırasında U fa da bulunan hocam Prof. Dr. Talat Tekin in, Ural Sassi adlı Çuvaşça yayım lanan bir gazetenin çıkarmış olduğu K. V. İvanov özel sayısım getirmiş olması, bu şiirin Türkçeye çevrilmesinde ilk adım oldu. Çeviri sırasında ilk önce bu şiirin gazetenin dört tam sayfasında yer almış olan metni kullanılmışsa da, daha sonra Macarca çevirisiyle ve Rusya da yapılmış olan Çuvaşça baskısıyla karşılaştırılarak bazı değişiklikler yapılmıştır. Çünkü her üç baskıda da dize sayıları farklıdır. Bu şiirle tanışmamı sağladığı için önce hocam Prof. Dr. Talat T e k in e teşekkürlerimi sunuyorum. Şiirin kitap form unda son baskısım (1993) Rusya dan gönderme inceliğinde bulunan ünlü Çuvaş şairi Raisa Şarpi ye, M acarca çevirisini bulmamı sağlayan, Attila József Üniversitesi, Ligeti k ü tüphanesi görevlilerine. Almanca çevirisini görmemi sağlayan, şiirin T ü rk çeye çeviri bölüm ünün şiirleştirilmesine katkıda bulunan ve yayına hazırlayan Doç. Dr. Nurettin Demir e, şiir incelemesi bölümünde önerileriyle yol gösteren Dr. Gonca G ökalp-a lpaslan a ve Giriş bölüm ünün düzeltilerine katkıda bulunan Dr. Süer Eker ve öğrencim M ustafa D urm uş a çok teşekkür ediyorum. Ağustos 2005, ANKARA Emine Yılmaz
10 ',, ' 'Ji' - '. ' '., ' : 4ûL>jı 4İ7-,i 4};f;i.>»tiî ;,:.;«< :.;j. "Ц, fthibit.,ч.у'ф'1 мл. âm^iiü'/.sf' ' ;.r'ıv j b : 1 Л*«л j T i i ì p''u- r,мгл e t 'i,ti -i-r. -K'j fifşl'i - - <;7' -'4 ' -ü ' 0'4.vi 'f«t' 7:. b ' i f l Ш : Щ M i t M i Î ö d. L h ' s ) Л ' : «i ; s, p ı * im mmi0m%i 7ТчГ;аТ1:' У-Ж^;-(ЭД*^ ^ f.e «( îîfe. Ш И j - i É ì ' 4 Ì É ^ S % : и 1 э д s â 'Гжт 'J ' V 'Я Й й й j g f i. ' S f f ' n î î ; f : bii-yh! к ф ü;:<* :(', '.4.. -rab :-b tu. b'r4-, 'УУа b'laş 'bsa'ta.' ''-.r'..' а; à b ^ < # Ì0 D ;ü' nîb ' ФвЛ 'dj Bif'diù'''
11 I. GİRİŞ 1. KONSTANTİN VASİL YEVİÇ İVANOV 1.1. Yaşamı Konstantin V asil yeviç İvanov TÇuv. Kìétenttin V asil yeviç İvanov], 1890 yılının 13 M ayıs ında Başkurdistan ın Pelepey bölgesindeki Slakbaş IÇuv. Slakpus] köyünde doğdu. Ataları olan Volga kıyısındaki Hristiyan- 1ar, çarın baskısına dayanamayarak Çeboksarı [Çuv. Şupaşkar] şehrinden kaçıp Ural bozkırlarına yerleşmişlerdi. K. V. İvanov un babası, çok çalışkan ve zengin bir Hristiyan olan Vazin kka N. İvanov [Çuv. Vaéinkka N. İvanov] Başkurdistan Çuvaşlarındandı ve Pıtı [Çuv. Pîrtta] ailesinden geliyordu. Pıtı [Çuv. Pîrtta] ailesi de K aşkîr (Çuvaşçadaki anlamı kurt) adlı bir Çuvaşa dayanıyor. Yaşlı Ç uvaşların anlattıklarına göre, Ruslar Pelepey e gelip yerleşince, Kaşkîr, köyün yanındaki ormana sığınmış ve kurt yakalayıp satarak yaşamını sürdürm eye çalışmış. Bu yüzden Kaşkîr adını almış. K. V. İvanov un kendi hazırladığı soy kütüğüne göre, K aşkîr ın iki oğlu vardı. Biri Kaşkîr İvani, diğeri ise Kaşkîr Kusmi idi. İvan soyundan gelenler Pîrtta açipçi (Pîrtta nın çocukları), Kuémi soyundan gelenler Kuâma açipçi (K usm a nın çocukları) diye adlandırıldılar. K. V. İvanov, kendi aile ağacını şöyle göstermiş: Kaşkîr > K aşkîr İvanî > Sim un Nikulay -» V aéinkka - 4 K îstuk (K îstenttin) (İvanov 1990: 20). K. V. İvanov un babası V azin kka [Çuv. Vasinkka[, Rusça, Başkurtça ve Tatarcayı çok iyi bitiyordu. Gazete ve dergi yazıları da yazan V azin kka [Çuv. Vasinkka[, çocuklarının yüksek öğrenim görmeleri için uğraştı. Dört kız kardeşi, bir ablası ve bir erkek kardeşi olan K. V. İvanov un ço cu k lu ğunun büyük bölüm ü, komşu köy K ayraklı da [Çuv. K ayrîklî], b abaannesinin yanında geçti. Sekiz yaşına geldiğinde, Slakbaş [Çuv. Slakpus] köyündeki ilkokula başladı. Üç yıl sonra Miyek [Çuv. Miyak] bölgesinin Keken [Çuv. K egen ] köyünde öğretm enlik yapan halası Y evgeniya N ikolayevna İvanova, onu yanına aldı. K. V. İvanov üzerinde çok olum lu etkileri bulunan halası, 1902 yılında onu Simbirsk [Çuv. Çîm pîr] şehrindeki Çuvaş okuluna götürdü. Ünlü Çuvaş eğitimcisi î. Ya. Yakovlev tarafından kurulmuş olan bu okul, Rusya İmparatorluğu içindeki tek Çuvaş okuluydu ve bu okula Çuvaş Üniversitesi de deniyordu. Kendisi de bir Çuvaş olan 1. Ya. Yakovlev, bütün öm rünü Çuvaş halkının aydınlanm asına adamıştı.
12 10 Emine Yılmaz Bugün kullanılmakta olan Çuvaş alfabesi de İ. Ya. Yakovlev tarafından düzenlenmiştir (1872). i. Ya. Yakovlev in okulu, iki yılda bir öğrenci kabul ettiği için, K. V. İvanov, ilk gidişinde okula kabul edilmedi. Bu nedenle, Pelepey deki şehir lisesinde bir yıl okudu. Bugün, bu lise binasının kapısında, K. V. İvanov un yılları arasında bu okulda okuduğuna ilişkin Başkurtça ve Rusça olarak yazılmış bir tabela asılıdır (İvanov 1990: 27). K. V. İvanov, 1903 yılında, Simbirsk (Çuv. Çîm pîr] Çuvaş okulunun hazırlık sınıfına girdi ve iki yıl hazırlık sınıfında okudu. Edebiyata, resim sanatına ve el sanatlarına büyük ilgi duyuyordu ve çok yetenekliydi. T a h tadan yapmış olduğu eşyalar, bugün Slakbaş [Çuv. Slakpué] köyündeki İvanov müzesinde sergilenmektedir yılında birinci sınıfa geçen K. V. İvanov, o yıllarda yazm aya başladı. Çok sessiz ve çok çalışkan bir çocuktu. Ancak, yılları arasındaki birinci Rus devriminin rüzgarı Çuvaş okulunu sardığında, K. V. İvanov un öncü kişiliği de öne çıkmaya başladı. Şiirleriyle, Çuvaş halkını yüreklendirmeye, özgürlükleri için savaşma cesareti aşılam aya çalıştı. Devrime karşı çıkan okul hocaları ile de mücadeleye girişen K. V. İvanov, k en disi gibi düşünen otuz yedi öğrenci ile birlikte, 7 Mart 1907 de okuldan atıldı. Böylece, şairin Çuvaş okulundaki yaşamının birinci bölüm ü k ap an mış oldu. Doğduğu köye geri dönen K. V. İvanov, Başkurdistan Çuvaşlarıyla ilgilendi ve onlarla ilgili halkbilimi ürünleri topladı. Bu ürünler üzerinde çalıştı. İlk devrim dalgası sona erdikten sonra, İ. Ya. Yakovlev, sınıfındaki yetenekli öğrencileri yanına çağırdı. Ağustos 1907 de K. V. İvanov da böylece okula geri döndü. İ. Ya. Yakovlev in, okul kitaplarını Çuvaşçaya çevirme önerisine dört elle sarılan K. V. İvanov, bu amaçla masallar, bilm eceler çevirdi, resimler yaptı. Çok sevdiği M. Yu. Lermontov, A. M aykov, H. O g a rev, A. Kol tsov, N. Nekrasov ve K. Bal m ont un şiirlerini, L. Tolstoy ve K. Uşinskiy in öykülerini Çuvaşçaya çevirdi. En güzel eserlerini de bu yılarda ( ), onyedi, onsekiz yaşlarındayken yazdı. K. V. İvanov, neredeyse bir solukta Baxà вйрм ан luyxàm è ]=V atî vîrman şuhişı=yaşh Ormanın Düşüncesi], К ёркунне ]= K îrkunne= 5onbahar], Килсе çutpe кёркунне... [=Kilse sitıi kîrkunne...= G c//p Erişti Sonbahar...] adlı şiirlerini yazdı. И кё х ёр =İkî hîr =İki Kız], Тимёр ты лё [-T ım ır h\i=demir Rende], Тйлёх ар ём = T îlîh arîm=dm/ Kadın] adlı manzum öykülerini düzeltti. Нарспи =N arspij şiirini tam amladı (l.ya. akovlev in isteğiyle). Ш уйттан ч у р и н е =Şuyttan çunnc= Şeytanın şiirinin ilk taslağını hazırladı. Çuvaş okulunun 40. kuruluş yılönümü nedeniyle Хальхи сам ана =H al hi samana=şimdiki Zaman] adlı şıırı yazdı.
13 Narspi 11 i. Ya. Yakovlev in çabalarıyla, 1908 yılında, K. V. İvanov un eserlerinin ilk baskısı yapıldı. Чёваш х а л л а п ё с е м l=çîvaş hallapisem=fmv0f M asalları] adlı kitaptaki Н арспи [=Narspi] şiiri okuyucularda büyük şaşkınlık yarattı. Ünlü Çuvaş yazarlarından Peder Huzangay [Çuv. Petir HusankayJ genç şairin ustalığından etkilenerek şöyle diyor: Bu çok şaşırtıcı. Üçbin dizelik şiirde, eski Çuvaş yaşamının tüm ayrıntıları ortaya konuluyor. Bu, hiç bir kalıba sığm ayacak kadar şaşırtıcı bir durum. (İvanov 1990: 76). Narspi şiirinin basılmasından sonra, şair yedi yıl daha yaşadı. Bu d ö nemde de K. V. İvanov ölümsüz şiirler yazmış ancak, bu şiirler gün ışığına çıkmadan yok olmuştur. Ablasının anımsadığına göre, şairin el yazıları d o s yası, sivil savaş sırasında bir subay tarafından babasının evinden alıp g ötürülmüş ve yok edilmiştir yılının ilkyazında, K. V. İvanov, halk öğretmeni olmak için sınava girmiş, Simbirsk [Çuv. Çîmpîr[ Çuvaş erkek lisesi tarafından kabul edildiği halde şehirden çıkıp gitmiştir. Sonra Çeboksarı [Çuv. Şupaşkar] şehrindeki İkkasi okulundan çıkarılmış olan N. F. Belyayev adlı devrimci ile birlikte Sızran şehrindeki Koptevka istasyonu çevresinde yaz ve güzü geçirmiştir. Sim birsk [Çuv. Çîm pîr] Çuvaş okulundaki kitapların Çuvaşçaya çevrilmeleri konusunda yaptığı çalışmalara, bazı çevrelerce saldırılması üzerine, K. V. ivanov un umutları tümüyle yıkılmış ve 1910 yılında yeniden k ö y ü ne dönmüştür. Çok kötü günler geçiren şair, aynı yılın Kasım ayında, İ. Ya. Yakovlev in onu yeniden Simbirsk [Çuv. Çîm pîr] şehrine çağırmasıyla u- mutla dolar. İki sınıflı kız lisesinde, güzel yazı ve resim öğretmeni olarak göreve başlayan şair, yakın dostu, yetenekli yazar ve kom pozitör Fedor Pavlov ile Narspi operasını gerçekleştirmeyi tasarlar. İşe başlanır, ancak, izin alınamadığı ve sahne bulunamadığı için bu tasarı gerçekleştirilemez. M. Ya. Sirotkin e göre, K. V. İvanov un, yıllarındaki sanatsal çalışmaları, İvan Trofim ov un kitabına koymak üzere çevirdiği kısa öyküler, bu kitap için hazırlanmış resimler ve Petr Pazuhin in hazırladığı Çuvaş halkbilimi örnekleri içeren bir kitaba olan katkılarıyla sınırlı. Bu kadarı bile ona büyük bir ün kazandırmıştır. Birinci Rus devrimi sırasında çektiği güçlükler K. V. İvanov un hastalanmasına neden olmuş, fakat, o buna aldırmadan çalışm aya devam etm iştir. Resim çalışmalarına ağırlık vererek, Peterburg [Çuv. Pitîr] Güzel Sanatlar Akademisi sınavlarına hazırlanan şair, 1913 yılında, Simbirsk [Çuv. Çîm pîr[ Çuvaş okulundaki öğrenciler tarafından sahneye konulan İvan Susanin operasının dekorlarını hazırlamıştır. Çocukluğunda beliren üstün zekası ve yeteneği, resimde, grafikte, heykelde, fotoğrafçılıkta, d ek o rasy o n da hep unutulmaz ürünler vermesini sağlamıştır. Dinlenmeden çalışır K. V. İvanov, ve ancak kendini böyle avutur.
14 12 Emine Yılmaz Verem ve mide iltihabı, 1913 yılı sonbaharında onu yatağa düşürür. Erkek kardeşi Kvintiliyan İvanov, 13 kasım 1914 yılında, şairi Çuvaş okulundan alır ve babasının evine götürür. Şair böylece, üçüncü kez ve sonsuza dek, doğduğu köye dönmüş olur. Birkaç ay daha yaşayan K. V. İvanov, 13 Mart 1915 tarihinde, henüz yirmibeş yaşındayken ölür ve d o ğ duğu köyde gömülür. Bugün Slakbaş [Çuv. Slakpus] köyünde, K. V. İvanov un bir anıtm e zarı ve doğumunun 50. yıldönümünde, 29 Kasım 1940 ta, P. N. K udryaşov tarafından kurulmuş olan bir K. V. İvanov müzesi vardır. Yine Çuvaşistan m başkenti olan Çeboksarı da [Çuv. Şupaşkar[, 1950 yılında dikilmiş bir K. V. İvanov heykeli ve şairin adıyla anılan bir sokak bulunmaktadır. K. V. İvanov adlı Çuvaş Devlet Akademi Drama Tiyatrosu ve Narspi o- perası da yine şairin Çuvaşlar için taşıdığı büyük değeri gösteriyor den beri Çuvaşistan da, güzel sanatlar alanında, her yıl, K. V. İvanov ödülleri dağıtılmaktadır. K. V. İvanov un 100. doğum yıldönümü olan 1990 yılı, U n e sc o nun 25. dönem toplantısında, önemli tarihler takvimine sokulmuş ve 1990 yılı K. V. İvanov yılı ilan edilmiştir (Ural Sassi, Aralık 1990, no 30, s. 3). Yine, K. V. İvanov un 100. doğum yıldönümü nedeniyle Чаваш кёнеке издательстви [=Çîvaş kîneke izdatel stvi=çmvöf Kitap Yayınevi], Константин Иванов, ÇbipHHceH пуххи [=Konstantin İvanov, Sımisen puhhi=konstantin İvanov, Tüm Yazıları] ve К онстантин И ванова аса илeççё [=Konstantin İvanova asa \\téi\= K onstantin İva n o v и A nım sıyoruz] adlı iki kitap yayımladı (Ural Sassi, Nisan 1990, no 7, s. 2) K. V. İvanov un Eserlerinin Baskıları Çuvaşça a^ Чёваш халлапёсем [=Çîvaş hallapisem=çmvaf Masalları], Чёмпёр [=Çımpîr=5ım0ırsÂ:], A. ve M. Dmitriyev basım evi, b. Иван ёмпупе çampâk cы xлaвçà тата сатур Калашник xyça çhhчен хунё lopâ [=lvan împüpe éamrìk sihlavéì tata satur Kalaşnik huéa sinçen hunì y\ixi=çar İvan İle Genç Koruyucusu ve Yiğit Kalaşnik H a k kında Yazılmış Türkü], Ч емпёр [=Çîmpîr=Sımbırjk[, A. ve M. Dmitriyev basım evi, c. Нарспи [=Narspi], (Şiir), Хусан [=H usan=k azön[ 1919, 2. baskı.
15 Narspi 13 ç. Чйваш халлап ёсем п е ю махёсем f=çîvaş hallapîsempe yum ahîsem=çuvaş M asalları ve Bilmeceleri],XycsiH = H usan= K aza«j d. Н арспи =N arspi], (Şiir), D lypâm nyç [=Şurîmpus=Ş'a/aÂ:] 1919, 1.2, 3,4. e. Нарспи [=Narspi], (Şiir), 4. baskı. Kapak ve resimler A. F. Myasnikov. Önsöz N. Vasil yev Şupussınni nin, М ускав [=Muskav=Mo^Â:ova] f. Нарспи =Narspi], (Şiir), 5. baskı, Önsöz D. Danilov un, Шупашкар [=Şupaşkar=Ç ei>o/:san] g. Пёр том l= rtr tom=5/> Cilt], Önsöz Ya. G. Uhsay m, Ё пху [=İphü- =Ufa] h. С о ч и н ен и сем [=Soçinenisem=TMm Yazıları], Önsöz S. V. Elker, resimler G. D. Harlam p yev, Ш упашкар [=Şupaşkar=öe& oâ:5an], Сёвёсем =Sîvîsem=Ş'iı>/erJ, Önsöz V. Dolgov un, Шупашкар [=Şupaşkar =Çeboksarı] i. ÇbipHHceH пуххи [=Simisen puhhi=rmm Yazıları], Önsöz ve düzelti M. Ya. Sirotkin, Ш упашкар f=şupaşkar=ç'efeoban] j. Нарспи [=Narspi], (Şiir), resimleyen P. Sizov, Шупашкар [=Şupaşkar=Çeboksarı], k. Н арспи [=Narspi], (Şiir), kitabı süsleyen P. Sizov, Шупашкар [=Şupaşkar =Çeboksarı] Нарспи [=Narspi], (Şiir), kitabı süsleyen A. İ. Mittov, Шупашкар =Şupaşkar=Ç'efeoÂ:ran m. К илчё bipà 9уркунне... [Kilçî ırî surkunne...=gew ı Güzel İlkbahar...], Ш упашкар =Şupaşkar =Çeboksarı] Rusça Çevirileri a. Н арспи [=Narspi), (Şiir), Çev. Andrey Petokki, M oskva b. Нарспи =Narspi], (Şiir), Çev. Aleksandr Carov, Red. V. V. Kazin, Resimleyen F. Bıkov, M oskva c. Нарспи l=narspi, (Şiir), Çev. B. İrinin, Red. A. Tvardovsko, Çeboksarı 1948, 2. baskı: M oskva ç. Сказки \=Skazki=M asallar], Çev. B. İrinin, Çeboksarı d. Собрание сочинений =Sobraniye soçineniy=t Mm Yazıları], Red. M. Ya. Sirotkin, Çev. P. P. Huzangay ve N. F. Danilov, Çeboksarı 1957.
16 14 Emine Yılmaz e. Нарспи [=Narspi], (Şiir), Çev. V. Paymen, Önsöz: V. Paymen, Kuybışev f. Нарспи [=Narspi], (Şiir), Çev. B. İrinin, Red. L. Pen kovsko, Moskva g. Избранное: стихи, сказки, поэма [=İzbrannoye: stihi, skazki, poema=seçmeler: Manzumeler, Masallar, Şiirler], Çev. S. Botvinnik, B. İrinin. Toplayan: Ya. Uhsay, Moskva Rusça Dışındaki Dillere Çevirileri a. Başkurtça Нарспи l=narspij, (Şiir), Çev. Bayabit Bikbay ve Rahman Keli, Ufa baskı, Red. Mustay Karim, Ufa b. Tatarca Нарспи [=Narspi], (Şiir), Çev. Şaraf Mudarris, Kazan baskı. Kazan c. Dağ Maricesi Нарспи [=NarspiJ, (Şiir), Çev. A. K anyuşkov. A l m anah Peledşı santalak. No: 23, Koz m odem yansk ç. Ukraynca Нарспи [=Narspil, (Şiir), Çev. Ya. Şport, Kiyev d. Ova Maricesi Нарспи [=Narspi], (Şiir), Çev. A. Bik, Yoşkar-Ola e. Mordvince Нарспи [=Narspi, (Şiir), Çev. A. Rogocin, Saransk f. Bulgarca Нарспи. Чувашка Поэма l=narspi. Çuvaşka?otma=Narspi. Çuvaşça Şnr\, Çev. Nıkolay Marangozov, Sofıya: Narodna m ladets, g. Udmurtça ^^Н арспи [=Narspi], (Şiir), Çev. A. A fanats yev ve M. M otsgin, İtsevsk
17 Narspi 15 h. Azerice Н арспи [=Narspi], (Şiir), Çev. M. Rızaguluzade, Baku I. Macarca Нарспи, чипёр хёр l=narspi, çipîr hir=narspi, Güzel Kız], Çev. Anna Bede, Eger i. Sırpça-Hırvatça Вдова [=Vdova=DM/ Kadın], Çev. Badnyareviç. Knitsnoe slovo, 10 Kasım j. İtalyanca Нарспи (уйрём сы паксем) [=Narspi, uyrîm sıpiksem=narspi, Ayrı Basım], Demir Rende, Çev. Janroberto Skarçka ve Alessandra Trevizan, Rim k. Almanca WWW. cap.ru/hierarchi_cap.asp?page=./129/192/1080 ( de) 1.3. K. V. ivanov un Eserleri Üzerine Yayımlanmış Çalışmalar f Г. l ' a. REPİN, K. V: П ёртен-пёр çbihhümüp [Pîrten-pîr sinnim ir=rek İn sanımız], Ç ё н ё n y p â n â ç [=Şînî purînîs=yiem Yaşam], 1918, No: 3, 5, 8., b. ŞUPUŞŞINNİ, N. V.: Чйваш л и тературин ашшё К. В. Иванов çhhчен асй н са пёр-ик сёмах [=Çîvaş literaturin aşşî К. V. İvanov sinçen a- sinsa pîr-ik sîmah=çmvaf Edebiyatının Babası K. V. İvanov H akkında B irkaç 5özl, К ан аш ]=Kanaş=Danışma], 14 Kasım 1922, No: 168. c. UHSAY, Y.: Константин Васильевич И ванов. Б иограф илле о- черк [=Konstantin Vasil yeviç İvanov. Biografine oçerk=konstantin Vasil yeviç İvanov. Biyografik Röportaj], Şupaşkar [=Çeboksan] 1940, 2. baskı Şupaşkar =ÇeboksarıJ ç. DOLGOV, V. A.: Чёваш хал ёх поэчё. К. В. И ванов çhhuoh Çbipnâ статьясем =Çîvaş halîh poeçî, К. V. İvanov sinçen sırnî stat yasem=(7i<vaş Halk Şiiri. K. V. İvanov Hakkında Yazılmış Makaleler], Şupaşkar l=çeboksarı] 1952, 2. baskı: Şupaşkar = Ç eboksarı d. STYAGİN, 1. N.: K. B. И ванов. основополо} ник и классик ч у вашской л и т е р а т у р ы = К. V. İvanov. osnovopolocnik i klassik çuvaşs-
18 16 Emine Yılmaz koy literatun=yarancî ve Klasik Çuvaş Edebiyatı], Şupaşkar [=Ç eboksarıl e. SİROTKİN, M. Ya.: Константин Васильевич И ванов (критикобиографический очерк) [=Konstantin Vasil yeviç İvanov (kritiko-biorafiçeskiy oçexk)=konstantin Vasil yeviç İvanov (Eleştirel ve Biyografik Röportaj)], Şupaşkar [=Çeboksarı] f. Классик чуваш ской поэзии f=klassik çuvaşskoy poezii=klasik Ç u vaş Şiiri], K. V. İvanov un 75. doğum yıldönümü nedeniyle hazırlanmış makaleler kitabı. Şupaşkar [=ÇeboksarıJ g. HUSANKAY, P.: Нарспи lopâçn 9и тм ёлте =Narspi yurîsi sitmilte=narspi nin Şairi Yetmiş Yaşında], Ustalık ve Gerçeklik, Şupaşkar [=Çeboksarı], h. HUZANGAY, P.: Шедевр чувашской поэзии [=Şedevr çuvaşskoy poezii=şaheser Çuvaş Şiiri], Kniga drutsbı, Çeboksarı GORSKİY, S. P.: К. В. Ивановйн чёлхипе с т и л ё. Т ёван л и тер а тура утам ёсем [=К. V. İvanovîn çîlhipe stili. Tîvan literatura utîmîsem=k. V. İvanov un Dili ve Stili. Çuvaş Edebiyatına Adımları], Ş u p aşkar [=Çeboksarı], i. ZOTOV, 1. A.: Худо}ественный мир К. В. И ванова [=Hudocestvennıy mir К. V. lvanova=k. V. İvanov un Sanat Dünyası), Çeboksarı j. ZOTOV, 1. A.: Живое наследие К онстантина И ванова [Jivoye naslediye Konstantina \va\\o\a=konstantin ivanov un Yaşayan Mirası], Çeboksarı к. NİKİTİN, V. P.: Чаваш поэзийён классикё К. В. И ванов =Çîvaş poeziyın klassikî К. V. İvanov=ÇMvaj Şiirinin Klasiği К. V. İvanov], Ders kitabı (i. N. Ul yanov adıyla anılan Çuvaş Devlet Universitesi), Şupaşkar l=çeboksarı], HLEBNİKOV, G. Y.: Ы тарайми Н а р с п и п оем а [=Itaraym i N arspi poema=buyüleyici "Narspi Şiiri], Y öntem ve U stalık, Ş u paşkar f=çeboksarı], u ARTEM YEV, Yu. M.: Образная система поэмы К. В. И ванова Н арспи [=Obraznaya sistema poemi К. V. İvanova N a rsp i =K. V. /- vanov un "Narspi Şiirindeki Kişilikler Dizgesi], Çuvaş E debiyatı nda Sanatsal Kişilikler. Çeboksarı f i ^^"^^^ANDROV, s. a.: Поетика Константина Иванова =Poetika Konstantina ìvanova=konstantin İvanov un Şiirleri], (Yöntem, üslûp, stil sorunları), Çeboksarı 1990.
19 Narspi ÇUVAŞLAR ve ÇUVAŞ EDEBİYATI O ndokuzuncu yüzyıla değin edebi metinleri bulunm ayan Çuvaşça, a n cak çarlık Rusya sı içinde, Hristiyan misyonerlerin çabalarıyla bir yazı dili olm uştur sayımına göre, i Orta Volga bölgesindeki Çuvaş Federasyonu içinde olmak üzere, toplam kişi tarafından konuşulan Çuvaşça, Türk dilleri ailesi içinde. Genel Türkçe z!ş seslerine karşılık, r//* bulunduran tek Türk dilidir ve bu özelliğiyle, tek başına eski batı Türkçesini temsil eder. Batı Sibirya ve Güney Urallar dan, Orta Volga ve Ural bölgesine, milat sıralarından başlayarak sürekli göç eden Türk boyları arasında, Çuvaşların ataları olan Bulgar Türkleri de vardı. Attila nın Hun İmparatorluğu içinde yer alan Utigur ve Kutrigur boylarının ortak adı B ulgar dı. K utrigurlar ö n ce Büyük Bulgaristan ı (7. yüzyıl), sonra da Tuna Bulgar Devleti ni (679) kurmuşlar, Bizansla olan yakın ilişkileri sonucunda, 864 te Hristiyanlığı resmen kabul etmişler, 1018 de de tümüyle Bizans yönetimi altına girmişlerdir. Dilleri de güney Slavcası tarafından sömürülmüş, unutulm uştur. Orta Volga bölgesine göç eden (Avarların baskısı sonucu) Utigurlar ise Volga Bulgar Devleti ni kurmuşlar ve 7.-9.yüzyıllar arasında İslam ülkeleri ile girdikleri ticaret ilişkisi sonucunda yavaş yavaş müslüman olm aya başlamışlardır. Volga Bulgar Devleti, 1237 de M oğol-türk ordusu tarafından yıkılmış, başkent Bulgar şehri de yerle bir edilmiştir. A ltın-o rdu e g e menliği altındayken Volga Bulgar halkının büyük bir çoğunluğu m üslüman olmuştur. Altın-Ordu yıkıldıktan sonra kurulan Kazan Hanlığı (15. yüzyıl başı), bugünkü Çuvaş topraklarını da içine almaktaydı. Kazan Hanlığı nın 1552 de Rus çarı Korkunç İvan tarafından yıkılışından sonra, bölge Rus egemenliğine girmiş ve Bulgarlar da yavaş yavaş Hristiyan olm aya başlamışlardır. Çuvaş adına da ilk kez, bu döneme ait Rus kaynaklarında rastlanm aktadır. Çuvaş yazı dilinin başlangıcı, Rus egemenliği altındaki Çuvaşların Hristiyanlaşması için uğraşan misyonerlerin çalışmalarıyla sıkı bir ilişki içindedir. Ruslar, Incil i Çuvaşçaya çevirmeye çalışmışlar, m isyonerlere Çuvaşça ö ğ retebilmek için de Çuvaşça gramer kitapları hazırlamışlardır. İlk gram er k i tabı 1769 da hazırlanmış, ilk Çuvaşça kitaplar yılları arasında yayımlanmıştır. Kiril kökenli misyoner yazısı, kiliseye hizm et am acıyla k u l lanılmış, dinsel öyküler, kutsal kitaplar, din kurallarını öğreten kitaplar Ç u vaşçaya çevrilm iştir. Ekim devrimine kadar basılmış olan 564 kitabın n e re deyse yarısı dinsel içerikliydi (Benzing 1959: 843). 1 ör. GT öküz öküz =Çuv. v M r, GT beş beş =Çuv. pilîk.
20 18 Emine Yılmaz N. i. İl minskiy ve N. İ. Zolotnitskiy tarafından geliştirilen, Rus alfabesine dayalı Çuvaş yazısı karmaşık bulunduğu için uzun ömürlü olmamıştır. Bugün kullanılan ve fonem yazımına dayalı olan Çuvaş alfabesi, ünlü Ç u vaş eğitimcisi İ. Ya. Yakovlev tarafından 1872 de düzenlenmiştir (Benzing 1959: ). 19. yüzyıl ortalarına değin yazıya geçirilmemiş olmakla birlikte, çok zengin bir halk edebiyatı geleneği olan Çuvaşlar, modem edebiyatlarını da bu gelenek üzerine kurmuşlardır. Halk edebiyatı geleneği ile beslenen m o dem Çuvaş edebiyatı, Rus okullarında okuyan Çuvaş aydınlarının çok iyi bildikleri Rus edebiyatı etkisiyle gelişmiştir. Özellikle türkü türü açısından çok zengin olan Çuvaş halk edebiyatında, musallar, bilmeceler ve atasözleri^ de büyük yer tutuyor. Çuvaş halk e d e biyatı içinde epik şiir örnekleri bulunmayışı dikkat çekiyor. Bu özellikten ilk kez FinlandiyalI araştırmacı A. Ahlquist, Nachrichten über Tschuwaschen und Tscheremissen (1859) adlı kitabında söz ediyor: Çuvaş şiiri çok zengin ve çok güzel. Epik türküler ve büyü türküleri yok. Ancak b ü yü türküsü yerine geçebilecek jöm se leri^ var (Benzing 1959: 843). Benzing, Ahlquist in bu saptamasına, ve bir halk edebiyatı türü olarak epik şiirin Çuvaş edebiyatı içinde yer almayışına dayanarak, Uksak Timîr Pülere iini [=Aksak Tim ur un Biler Şehrini Alışı H akkında ^] adlı Çuvaş destanının, İbrahim Halfin tarafından 1822 de K azan da yayım lanmış olan Cengiz Han ve Aksak Timur un Yaşamı adlı Tatarca destanın bir uyarlaması olduğunu öne sürm üştür (1959: 843). Çuvaş sözlü halk edebiyatı ürünleri, 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren yazıya geçirilmeye başlanmıştır. A. A. Fuchs (1840), V. Sboyev (1851), S. M. Mihaylov (1853) ve N. İ. Zolotnitskiy (1871), N. İ. Aşmarin (1982, 1900), i. N. Yurkin (1898) ve G. Timofeyev (1896, 1901) tarafınyayımları özellikle söz edilm eye değer (Benzing 1959: Birinci dünya savaşının sonuna kadar, Çuvaş edebiyatında, Rusçadan yapılmış çeviriler büyük yer tutuyor. Simbirsk [Çuv. Ç îm pîr] Çuvaş o k u lunun kurucusu ve bugünkü Çuvaş alfabesinin düzenleyicisi olan İ. Ya. 2 bkz. Ceylan 1996b. 3 yu m sî ~ yum îs büyü; büyücü. Ы ^ Polorussov tarafından halk ağzından derlenmiş ve 1908 de Çuvaşça Benzing tarafından, yine kendi gramerinde yer alan Çuvaş alfaazırlanmış, Türkçe çevirisi ve bir sayfalık Fransızca özetiyle birlikte, Türk m Araşürmaları Yıllığı Belleten de yayımlanmıştır (Benzing 1947). TDAYB deki bu Çuvaşça ile ilgili makalelerinin toplandığı ve C. Schönig tarafın- 14П 5/кЛеп (Wiesbaden 1993: 132- vnnıi I y *" ulıyor. Destanın son yayını bu kitabın yazarı tarafından yapılmıştır, bkz. Ceylan 1996a.
21 Narspi 19 Yakovlev ve onun öğrencileri, Rusçadan çok sayıda çeviri yapmışlardır. A. S. Puşkin, L. N. Tolstoy, M. Yu. Lermontov ve N. A. N ekrasov un şiirleri, 1. A. Krilov un masallan, S. T. Aksakov un öyküleri, Andersen masalları ve Rus eğitimcisi K. D. Uşinskiy in okul kitapları Çuvaşçaya çevrildi (B enzing 1959: 844, Yumart 1974: ). Bu çeviri yayım lar, m odem Ç u vaş edebiyatı için çok önemli bir temel olmuş, K. V. İvanov un Narspi öykü-şiiri de bu temel üstünde fakat halk şiiri geleneğinin bir devamı olarak ortaya çıkmış ve bugüne dek Çuvaş şiirinin klasiği olarak süregelmiştir içerik İncelemesi Konu 3. NARSPİ Çuvaşların eski köy yaşamlarını, inançlarını, geleneklerini, doğa ile olan ilişkilerini Narspi ile Setner in aşk öyküleri etrafında anlatan bu şiir, aynı zamanda, İvanov un tek sevgi şiiri. Babasının, yoksul ve yiğit S etner den ayırıp, zengin ve yaşlı Tîhtam an la zorla evlendirdiği güzel N arspi nin ö y küsü, geleneksel Türk toplum una hiç de yabancı değil. Güzel ve büyük Silpi köyünün ve bu köyde yaşayan Çuvaş insanının gündelik yaşantısının betimlenmesiyle başlayan şiir. Sarı Hîr başlığıyla, öykünün kadın kahramanı güzel N arspi nin ve zengin ailesinin tanıtılmasıyla devam eder. Narspi yalnız güzelliğiyle değil, becerileri, neşesi, sevinci ve iyi huyuyla da ailesinin ve köyün bir tanesidir. Köyün en zen gini olan ve en güzel evinde oturan ailesi onu el üstünde tutar ve bir dediği iki edilmez. A ncak gelinlik yaşına gelip de evlenmesi söz konusu o ld u ğunda kendi görüşünün hiçbir değeri olmaz. Zengin baba Miheter için kızına layık görebileceği tek erkek yine kendisi gibi zengin bir erkektir ve yaşlı olmasının hiçbir önemi yoktur. Anne de baba gibi düşünmekte ve kızının duygularını dikkate almamaktadır. Narspi ise genç, yakışıklı fakat yoksul bir dul kadının oğlu olan ve atından başka hiçbir şeyi bulunm ayan Setner ile gizli gizli görüşmeye devam etmektedir. Sonuçta, bütün ağlayıp sızlamalarına karşın Narspi ailesi tarafından zorla yaşlı Tîhtam an a verilir; nişan ve düğün yapılır. Şiirde çok ayrıntılı anlatılmış olan düğünün bir gece öncesinde Narspi ve Setner kaçarlarsa da köyün yanındaki büyük orm anda uyuyup kaldıkları bir sırada yakalanıp geri getirilirler. Bu kaçış olayı güveyiden gizlenir ve hiç bir şey olmamış gibi düğüne devam edilir. Bu durum şiirde 912. A kî tuy ta éakì tuy. Bak düğün, işte düğün Pısîk tuy ta pîsîk tuy! Büyük de bozuk düğün!
22 20 Emine Yılmaz dizeleriyle anlatılır. Sonunda Narspi komşu köy H uşîlka ya gelin gider ve yeni bir hayata başlar. Genç ve güzel karısını kıskanan ve bir an önce yaşlanmasını isteyen Tîhtaman onu ilk günden başlayarak sürekli kırbaçla d ö ver. Şiirde yaşlı TîhtamanTn psikolojisi şöyle anlatılır: Hine, hine, Tîhtaman, Döv sürekli Tîhtam an, Sanran, sam rîk an kultîr! O senden genç kalmasın! Asaplantar, Tîhtam an, Eziyet et Tîhtam an, Narspi çasrah vatîltîr! Hemencecik yaşlansın! Tîhtaman ın eziyetlerine ve Setner den ayrı kalmaya dayanam ayan Narspi bir akşam Tîhtaman ın çorbasına arsenik katarak onu öldürür ve iki köyün arasındaki ormana kaçar. Setner in bulmak um uduyla köye gitm e ye çalışırken karanlık, yağmur ve fırtına nedeniyle ormanda kaybolur. Narspi nin ormanda korku ve vicdan azabıyla boğuşmasını anlatan bölüm şiirin en içten ve en etkileyici bölümüdür. Örneğin; Vîrman tata hıtîrah. Orman daha da kötü, Şavlat, yîret, ahîrat. Gürlüyor, bağırıyor Turî sırlah, an pîrah! Tanrım, acı, bırakma! Ahîrsaman huskalat! Kıyametler kopuyor! Tîhtaman ın evde ölü bulunmasıyla Narspi nin kaçtığı anlaşılır. Olay kısa sürede Silpi köyünde duyulur. Narspi yi bulmak um uduyla orm ana koşan Setner sonunda korku içindeki Narspi ile karşılaşır ve bu karşılaşma üzerine rüzgar bile diner: İki savni pirleşsen. Aşıklar kavuşunca, Pusne tayrî vat yuman. Meşe başını eğdi rtr-ik taphîr sil virsen. Rüzgar bir kez esti de, Şîp lîplançi sîm vîrman. Sonra tümüyle sustu. İki sevgili Setner in evine gider. Ancak bunu duyan anne ve babası geerek Narspi yi götürmek ister. Narspi bu kez karşı koyarak S etner le k a lır. Anne ve baba kızlarına beddualar ederek evlerine dönerler: Pıtır, tipîr sakînta. Mahvol, kuru burada, Tjpir hîrîk turat pek! Kupkuru dallar gibi! 48. Şîm m îr-şakkîr sîriççen. Kemiklerin çürüsün, Asaplanîr yıtî pek! Acı çek köpek gibi!
23 Narspi 21 Öykü aynı gece, Setner ve Miheter ile karısının köye gelen hırsızlar tarafından öldürülmesiyle, beklenmedik bir biçimde sona erer. Aslında öykünün kurgusu sebep-sonuç ilişkisi bakımından son derece zayıftır. Öykünün sonundaki felakete, Narspi nin zorla evlendirilmesinin değil, hırsızların neden olması, İvanov un vermek istediği mesajı desteklem e mektedir. Narspi büyük bir acıyla, donmuş gibi bir süre ölülerin başında bekler: K îtîr-kîtîr arman çuli. Sanki değirmen taşı, Ç îre sinçe avîrat. Yüreğinin üstünde Arman çulî ayînçe. Ve altında bu taşın, M îskîn çîre su rîlat. Yüreği lime lime. Ardından Narspi yürüyerek köyden uzaklaşır. Artık yaşaması için bir sebep kalmadığını düşünür; köyün dışında bir tarlada, kendini bir meşe a- ğacına asarak hayatına son verir. Köylüler onu öldüğü yere gömerler ve mezarı bir ziyaret yeri haline gelir: H al te pulin Silpire, Şimdi bile Silpi de, A sîn assî m îskîne. Hatırlanır zavallı Yalan, sum îr sum asan. Yağmur yağm azsa eğer, Şıv sapassî tîprine. Sularlar toprağını. Kendi ölümü pahasına Tîhtam an la yaşamaya başkaldıran Narspi ile, daha öğrenci iken çarlık düzenine karşı verilen mücadelenin içinde yer alan ve bu uğurda çektiği sıkıntılarla yirmi beş yaşında verem den ölen K. V. İvanov, birbirlerine çok benziyorlar. İvanov un şiirde anlattığı Silpi, gerçekte, kendi çocukluğunu geçirdiği Slakpus köyüdür. Konstantin İvanov adlı kitaptan öğrendiğimize göre (bkz. KAYNAKÇA), Slakpus köyü Kiremet dağının eteklerinde yer alır. Dağın eteğindeki beyaz taşların aralarından pınarlar fışkırır. Bunlardan biri de, köye adını veren Slak suyudur. Bu pınarlar, oluklar boyunca çağlayarak akar. Köye ilk kez gelen bir insanın, pınarların sesini değirmen sesi sanabileceği belirtilir. Köyün doğusunda büyük, kara bir orman, ortasında ise yeni yapılmış bir kilise vardır. Burada Çuvaşlar çiftçilik yapar, çizme dikip satarlar. Slakpué tan üç suhrîm uzaklıkta, İvanov un şiirindeki köye adını veren Silpi çayırı başlar. Şairin bu köydeki yaşamı, öyküde, T îh tam an ın yeğeni olan küçük Sentti ile verilmiştir. Çuvaş edebiyatının en ünlü şiiri ve modern Çuvaş şiirinin klasiği sayılan Narspi, Rusçaya (beş kez), Başkurtçaya, Tatarcaya, M ariceye, U krayncaya,
24 22 Emine Yılmaz Mordvinceye, Bulgarcaya, Udmurtçaya, Azericeye, Macarcaya, 51ф-Н1гvatçaya ve İtalyancaya çevrilmiştir.^ Çevrildiği her dilde hayranlık u y a n dıran Narspi şiirinin Bulgarcaya çevrilmesi nedeniyle A. Todorov şunları söyler: Biz Bulgar yazarları, 1956 yılından başlayarak, Çuvaş yazarları ile hep dostluk içinde olmaya, Çuvaş edebiyatını kitaplarım ızda tanıtm aya çalıştık. Bulgar yazarları, Çuvaş yazarlarının ürünlerini Bulgarcaya çevirmeye başladı. Bu ürünler arasında, Çuvaş ulusal şiiri Narspi, uzaklarda bir yıldız gibi parlar (İvanov 1990: 86). Narspi nin yazılışından yaklaşık elli sene sonra V. A. D olgov un yazdıkları, bu şiirin neden bu kadar çok okunduğuna ışık tutuyor: Ünlü şiir Narspi yazılalı neredeyse yarım yüzyıl oldu. Okuyanların yüreklerinden çıkmıyor. O, halkın yüreğine, gönlüne gittikçe daha çok işliyor. Neden böyle? Niçin herkes Narspi yi severek okuyor? Çünkü İvanov un yazdığı Narspi yi yaşam yarattı. O, yaşamla büyüdü, yaşamla yürüyor. Onun temeli hüm anizmdir (İvanov 1990: 83) Dil ve Anlatım K. V. İvanov un anlatımında, en belirgin özellik doğrudan anlatımı y e ğ lemesi ve sembollere başvurmamasıdır. Örneğin: 624. PursTn süselli çarşav, İpek saçaklı perde, 625. Maççaranah sullanat. Yukarıdan sarkıyor Hirlî çarşav hısînçe. Perdenin arkasında, 627. Pirkençikpe hîr larat. Duvaklı kız duruyor Hîr larap te, hîr yîret. Kız oturmuş ağlıyor, 629. Pîrkençîkne sîklem est. Duvağı kaldırmıyor Hîr summisem yurlasa. Şarkıların sesinden, 631. Unîn sassi iltînmest. Hıçkırık duyulmuyor. A. Röna-Tas, Narspi nin Macarca çevirisine yazdığı sonsözde (Bede 1977) bu özelliği şöyle ifade ediyor: İvanov un dili kristal gibi temiz, gerçek şiir dili. Şiirlerinde, özellikle düşünülerek kullanılmış sözcükler yok. İvanov için, yalancı sanatın, kurnaz sözcüklerin ardına gizlenmek çok yabancı bir şey. İvanov un şiirlerinde, çok yerde, Çuvaş halk türkülerinden alınmış örnekler var. Bu nedenle de çok özgün bir dil... 5 AÜ DTCT Türk l.ehçeleri Bölümü nde öğretim görevlisi olan Yuriy V asiliyev, K. V. vanov un yüzüncü doğum yıldönümünde, bu şiirin Yakutçaya da çevrildiğini belirtmiştir.
25 Narspi 23 Şiirde sıfatlara çok yer verilmemiştir; kullanılanların da daha çok basit sıfatlar olduğu görülüyor: ır î surkunne güzel ilkbahar, a slî yal b ü y ü k köy, mattar kaççisem yiğit delikanlılar vb. İvanov un aynı zam anda ressam olm asına karşın, şiirinde bu özelliği pek hissedilm iyor. Betim lem e ler çok yalın biçimde ve eylemlerle anlatılmış. Her şey hareket halinde: 65. Tırî şıvîn îşînçe, 66. Kî vak pîlît yavînat. 67. Vatî yîmra tayîlsa, 68. Tîsne pîhsa savînat. Berrak suyun içinde. Mavi bulut kıvrılır. Koca söğüt eğilir. Yansısına sevinir. Eylemlerin en çok ulaç biçimi kullanılmış. Bu da şiire sürekli bir h areket, canlılık ve süreklilik sağlar. Eylemlerin çok kullanılması, doğaya b a ğımlı, göçebe bir toplumun izlerini yansıtır. Şiir bu özelliğiyle eski Türk halk şiirine yaklaşır: 716. Untan şurî suhaine, 717. Kîvak süsne yakatsa, 718. U ksa sine, sukkîrsker, 719. P îhrî kusne çakîrtsa K hsa tîçî-tîçî te, 721. Şur suhaine yakatsa, 722. Kalarî vîl yeripe, 723. K arçîk yenne savrînsa: Sonra ak sakalını. Saçını sıvazlayıp. Paraya bir kör gibi. Baktı gözünü açıp. Bakıp durdu, durdu da. Sakalını okşayıp. Konuştu yavaş yavaş. Yaşlı kadına bakıp: Doğa sürekli insana benzetilerek ve kişileştirilerek anlatılır: 17. Hîl k ussulî şavlasa, 18. Yuhsa kayrî sırm ara. 19. Açi-pîçi vılyasa, 20. Çupsa süret uramra. 25. Tîttîm vîrm an çîrîlet. 26. Yeşîl tum tir tîhînat. 27. Seéenhir te yeşeret. 28. İlem îpe m uhtanat. 61. Sırma yuhat kîrlese, 62. Aslî yalîn éumìpe. 63. Hîvel, tîrî tîrlese, 64. V ılyat unîn şıvîpe. Kışın gözyaşlarıdır. Akıp giden ırmakla. Sokaklarda, her yerde. Şimdi çocuklar oynar. Kara orman dirilir. Yeşilleri giyinir. Bozkır bile yeşerir. Görkem iyle övünür. Bir ırmak gürüldüyor. Büyük köyün yanında. Güneş nakış işliyor. Oynayıp sularıyla.
26 24 Emine Yılmaz Bu özellik bir rastlantı olarak görülmüyor dizeyle başlayan d ö rtlükte, insanın doğanın efendisi olarak betimlenmesi, bunun ipuçlarını veriyor: 101. Sakı sutî tinçere. Bu aydınlık dünyada, 102. Vîyli suk ta etemren. İnsandan güçlü yoktur Şıvsem sinçe, sìr s1nçe. Suların ve yerlerin, 104. Husa pulsa vîl tîrat. Tek efendisi odur. Fakat, bu kadar güçlü olan insan da kendi doğasına esir. Buraya kadar doğayı anlatan şair, bundan sonra insanı anlatmaya başlıyor ve öyküye asıl buradan geçiliyor: 105. Ançah vîylî etem te. Fakat güçlü insan da, 106. Hîy tinçine pîhînat. Kendi nefsine esir Uksapala ereheh. Para ve şarap ile, 108. Sınna îsran kîlarat. Yoldan da çıkabilir. Sarı Hîr [Sarı Kız[ bölümü ile birlikte (161. dizeden itibaren) artık in sanın betimlenmesine geçiliyor. Bu bölümde, önceki bölüm ün tersine insan doğaya benzetilerek anlatılır: 161. Yeşil kuıîk huşşinçe. Yeşil çimler içinde, 162. Sap-sarî çeçek üset. Sapsarı çiçek büyür Aslî Silpi yalînçe. Büyük Silpi köyünde, 164. Narspi yatlî hîr üset. Narspi adlı kız büyür. Şairin ressam oluşuyla bağdaşmayan bir özellik de renklerin az kullanımı. Yalnız ak, kara, yeşil, kırmızı, mavi, sarı, ala gibi ana renkler kullanılm ş ve bunların da sayısı çok değil: yeşîl tumtir yeşil elbise, kîvak pîlît mavi bulut, hura vîrman kara orman, sa p -sa rî çeçek sapsarı ç iç e k Anlatımda çok dikkat çeken özelliklerden biri de yansıma sözcüklerin sık kullanımıdır: yîltîryaltîr ışıl ışıl, şîltîr şaltîr çıngır çıngır, şînkîr şîn- yapîrt yaldır yaldır, çînkîr çankîr şıngır şıngır, тгъ гга/- m ırıldanmak, şavla- gürlem ek, şîhîr- ç a ğ la m a k, Г ^ Т а çıkararak yürüm ek vb. Yansımalarda ağırlıklı o ara uyulan f ve j sesleri S. A. Laşman ın, şiiri çıngırak sesine benzetmesini haklı kılar: Gümüş bir çıngırak sesi gibi çıngırdayarak akıyor ons antın ın şiiri. Şiirin her sözü güzel, açık, yerinde ve etkileyici. Şim - lye dek ışıtılmediği kadar yürek coşturucu... (İvanov 1990: 70).
27 Narspi 25 Şiire hareket ve canlılık sağlayan öğelerden biri de karşılıklı konuşm a lardır. Bu özellik Atte-Anne [Baba-Anne] başlıklı bölümle birlikte (1738. dizeden itibaren) iyice yoğunlaşıyor. Bir dörtlük karşılıklı konuşm a biçiminde ikiye ayrılabiliyor: Karçîk Yaşlı Kadın Av tata mîn kalasat! Bak işte ne söylüyor! Savnî hîm e itle-ha! Bak sevgili kızına! M iheter Miheter Siti, karçîk, vulaşma. Yeter, kadın, konuşma H îr sîm ahne itler-ha! Kız konuşuyor, dinle! İvanov un Narspi ile Çuvaş diline kazandırmış oldukları en iyi K. V. Pıta tarafından özetlenmiştir: İvanov, Narspi yi yazarak Çuvaş dilinin güzelliğini ortaya çıkardı. Çuvaşça, yoksul bir dil olarak bilinirken, Narspi şiiri ile, Çuvaşların tüm yaşamı, sevinçleri, kederleri, sevgileri anlatılam ayacak bir güzellikte ortaya konuldu. Böyle bir şiir, Çuvaş edebiyatında bir daha yazılmadı. îvanov, Çuvaşça ile neler yazılabileceğini gösterdi (İvanov 1990: 30) Kültürel Öğeler İçerikle ilgili önemli bir özellik de bilmece, atasözü, büyü duası, türkü gibi halk edebiyatı ürünlerinin şiire yerleştirilmiş olmasıdır. V. Ya. Kanyukov, İvanov un sanatını bu açıdan Puşkin le karşılaştırır: İv an o v un lirik ve epik şiirlerinde, Çuvaş kültürünün çok önemli bir dönemi başlıyor. Puşkin gibi, İvanov da eserlerine halk türküleriyle bilmeceleri sokuyor, Çuvaş edebiyatında ilk kez bilmeceleri şiire yerleştirip işliyor (İvanov i 990: 74). Şiir, bu açıdan karşılaştırmalı halkbilimi araştırmaları için önemli bir kaynaktır: 207. Süs hürellî hurm yıtî, İp kuyruklu çelik it, 208. Pîr kîret te pîr tuhat. Bir girip bir çıkıyor. (Bilmece: iğne) 241. Çîn sîm ahîn suyi suk. Doğru sözün yalanı yok (Atasözü) «Sitm îl tinîs leş yençen, "Yetmiş deniz öteden, Kilet karçîk Şapatan. Gelir yaşlı Şapatan.
28 26 Emine Yılmaz Vır, sur, karçîk yaşkana Üfür, tükür, çorbaya Pîttir usai Tîhtaman! Ölsün kötü Tîhtam an! (Büyü duası) Utmîl tinîs uttinçe. Altmış deniz adasında, Larat, siket, yîs pukan. Sıçrıyor bakır Pukan, Sikeh, sikeh, yîs pukan, Sıçra da bakır Pukan, Fittîr usai Tîhtaman! Ölsün kötü Tîhtam an! (Büyü duası) 596. «Mînşîn şîppîn laratîr, Ne kadar sessizsiniz, 597. Mînşîn şîppîn laratîr? Ne kadar sessizsiniz Şîppîn-şîppîn larmaşkîn. Böyle sessiz durulmaz, 599. Şîpçîk çîppi mar epir» Kuş yavrusu değiliz. (Halk türküsü) «At îr kayar sulpala. Gel gidelim yol boyu Kurka tulli pılpala...» Kupam ız balla dolu... (Halk türküsü) İvanov un şiirindeki halk edebiyatı geleneğinden M. Ya. Sirotkin de söz eder: Narspi şiiri, İvanov un en ünlü şiiri. Narspi nin acılı yaşamı, sıcak yüreği, onu, öbür kardeş halkların büyük yazarları ve şairlerinin çizdiği olumlu kadın tipleriyle akraba yapıyor. İvanov un şiir yeteneği, Çuvaş halk edebiyatı kaynağından beslenmiş, modern Rus edebiyatı etkisiyle g e lişmiştir. İçeriğiyle, biçimiyle, fikirleriyle, halk yığınlarının düşünce ve ru hunu derinden işleyen Narspi, Çuvaş edebiyatının dilini zenginleştirm iştir (İvanov 1990: 72-73) İvanov, özellikle düğünü anlattığı bölümde, sık sık Çuvaş geleneklerine de göndermeler yapmıştır. Aşağıdaki alıntılarda italik olan bölümler bu göndermelerle ilgili örneklerdir: 972. Tepîr kunne uramra. Ertesi gün sokakta, 973. Turîs yalta vîy-killi. Vîy-killi de yapıldı. vîy-killi: Çuvaş geleneklerine göre, gelinin, kocasının ailesiyle karşılaştığı yerde yapılan eğlencenin adıdır Şıy-şur puslpuslasan, Şıv-şur p u s î başlayıp, Tîttîmççeneh sikrfs te. Akşam a dek oynandı Tîhtam anpa Narspiye, Tîhtam an la Narspi kız Hive hupns kîlete. Odaya kapatıldı.
29 Narspi 27 şıv-şur p u s î pusla-: Çuvaş geleneklerine göre gelin ve güveyiyi su başına götürmeyi ifade eden bir deyim. Şiirde, pek çok bölümde, Çuvaşların eski Şam anist gelenekleriyle, g ö rece yeni inançları olan Hristiyanlığın gündelik yaşama nasıl bir sentezle yansıdığına ilişkin örneklere rastlanabilir: 508. T uyne-pusne pusliççen, 509. Aval çîvaş yìl ipe, 510. V atti sene asınsa, 511. T ıkar éìkìr-tìvarne: 512. «Vat attesem, annesem, 513. Irî kurîr sîtm ahra Pirin sîkîr-tîvarsem, 515. Pulççîr sirîn umîrta Simik kunî yîlipe, 565. Sinsem munça kîressî Sim îk kurîkîpele, 567. Sansurîm ne hîrtessî (Vat attesem, annesem, 569. Sapla huşsa hîvarnî.) 570. Sapla payan çîvaşsem, 571. Munça kirse tasalnî Pülîh, hîф an, sut tînçe, M ana savsa tîratçîs Kîvak-huppi, sut-hîvel, M ana tupîş paratçîs. Başlatmadan düğünü, Budur Çuvaş töresi. Hatırla yaşlıları. Dağıt tuzu-ekmeği. Yaşlı anne-babalar. Kutsayınız cennette. T uzumuz-ekm eğim iz. Bulunsun önünüzde. Şim îk geleneğiyle. Herkes banyo yapıyor. Şimîk otları ile. Vücudunu ovuyor. (Yaşlı anne-babalar. Böyle buyuruverdi) Çuvaşlar da banyoya. Girip tertem iz oldu. Pülîh, hîrpan, bu dünya. Beni her zaman sevdi. Kîvak-huppi ve güneş. Bana iyi davrandı. İçerikle ilgili olarak dikkat çeken bir özellik de Çuvaş insanının yaşamı algılayışı ile ilgili ayrıntılara yer verilmesidir. İvanov, zaman zaman sevgiyle eleştiren, hoşgörüyle yol gösteren bir üslupla Çuvaş insanına seslenir: 129. «Numay îs'le, numay éi Hıtî tarla, hıü îs!» 131. Ereh tesen, îs smni N ihîşî te tirkemest. Çokça çalış, çokça ye. Çokça terle, çokça iç! Şarap dersen Çuvaşa, Reddedemez onu hiç.
30 28 Emine Yılmaz 133. «Vîhîçîpe îslipir Vîhîçîpe îsîpîr Kilte îsm e pulmasan, 136. Kürşî patne kîrîpîr Kürşîn îsm e pulmasan, 138. Uyranne te îsîpîr Uyranî te pulmasan, 140. Turî parassa kîtîpîr 145. întî, üsîr çîvaşsem, 146. Urîr sine tîrîr-ha 147. Yem-yeşîleh stil tusem, 148. Şıv ta çaknî sırmara Ey, piççesem, tîrîr-ha Urlî-pirlî pîhîr-ha Aka pusne tiirletes Urapuna tirpeyles. Vakti gelir çalışır. Vakti gelir içeriz. Evde içkimiz yoksa. Komşulara gideriz. Yoksa içki komşuda. Ayranla yetiniriz. Ayran da olmayınca Tanrım ızdan bekleriz. Haydi sarhoş Çuvaşlar, Kalkın artık ayağa! Yemyeşil yüce dağlar Su çekilmiş ırmakta. Ey kardeşlerim kalkın! Sağa sola bakının! Çalışmak gibi var mı? Tamir et arabanı. Krueger, İvanov un bu şiirle, çarlık düzeni içindeki eşitsizliği sorguladığı görüşündedir (1961: 211). Bu eşitsizlik şiirde, Miheter ve Tîhtam an ın temsil ettiği zenginlik ve atından başka bir şeyi olmayan Setner in temsil ettiği yoksullukta somutlaşır. Yukarıda yer alan son iki dörtlük, eleştirilen çarlık düzeni içinde, Çuvaş halkını özgürlük ve eşitlik için savaşmaya çağıran bir öncünün de sesidir aynı zamanda Biçim İncelemesi Nazım Birimi 2097 dizelik bir öykü-şiir olan Narspi, bu yayımda kullanılan metnin a- hndığı kaynakta* yirm işer dizelik bentler biçiminde verilmiş olm akla b irlikte, uyak düzeni gözönüne alınarak dörtlüklere ayrılmıştır. Ayrıca, bu şiirin, Krueger tarafından Chuvash M anual'dc (1961: , ) yayımlanan çok küçük bir bölümünde de nazım biriminin dörtlük olduğu görülm ektedir. 6 Урал сасси =zural sassi=t/ra/ 5 e j(, Mayıs 1990, no: 8, Pelepey-Başkort ASSR. olduğu 07^Г gazetesinin, K. V. İvanov un 100. doğum yıldönümü nedeniyle çıkarmış
31 Narspi 29 Ancak şiirin dört yerinde nazım birimi farklıdır. 289, 290 ve 291. dizeler bir üçlük oluşturur. Çünkü, ilk dize yerine, alındığı kaynakta sıra n o k talar görünür: 289. Ikî vîylî alli pur Tîşm an pusne pîterm e, 291. Vîri vut pek siili pur. 912 ve 913. dizeler ise ikilik oluşturur: 912. Akî tuy ta sakî tuy Pısîk tuy ta pîsîk tuy! Bir dörtlük de karşılıklı konuşma biçiminde ikişer dizeye ayrılmış: Karçîk Av tata mîn kalasat! Savnî hîm e itle-ha! M iheter S itî, karçîk, vulaşma H îr sîm ahne itler-ha! Nazım birimi açısından, şiirin, eski Türk halk şiiri geleneğiyle uyum i- çinde olduğu görülüyor. Eski Türk halk şiirinde, nazım biriminin dize ve ikilik olduğu görüşleri de ileri sürülmüş olsa da, yaygın kanı Türk şiirinde asıl birimin dörtlük olduğudur. Ancak Türk şiir geleneğinde, nazım biriminin dize, ikilik, üçlük, beşlik olduğu ürünler de vardır (Dizdaroğlu 1969: 25, T. Tekin 1989: VIII) Ölçü Şiirde, hece ölçüsünün Türk halk şiirinde en çok sevilen duraklı, yedili kalıbı kullanılmıştır. Türk halk şiirinin en eski örneklerinin b u lu n duğu D îvânü lu ğ â ti t-türk'ie de en çok bu kalıp kullanılmıştır (Dizdaroğlu 1969: 26, T. Tekin 1986b, 1989). İvanov un bu şiirinde, ölçüye büyük bir çoğunlukla uyulmuş, zaman zaman sekiz heceli dizeler de kullanılmıştır: 11. Sivî kuséulìpe yîret/ 49. Aslî uram ürîşşîpe/ 51. Uram ikî ayîkkipe/ 70. Starik larat vîltapa vb.
32 30 Emine Yılmaz Yedi heceli dizelerde 4+3, sekiz heceli dizelerde 4+4 durak uyak d ü z e nine büyük ölçüde uyulmuştur. Bunun yanında duraksız dizeler de g ö rü lüyor; 107. Uksapala ereheh, (4+3=7) 338. Hîysen puyanlîhîpe, (yedi heceli, duraksız) 494. Turî pürsen sıvî pulsan, (4+4=8) 11. Sivi kussulipe yiret, (sekiz heceli, duraksız) Uyak Düzeni Krueger (1961: 211) şiirin uyak düzeninin abab olduğu görüşündedir. Dörtlüklerin yarıya yakını gerçekten de bu düzenle yazılmıştır. Ancak yine yarıya yakınında abcb ve çok az bir bölümünde de abac, aaba, aabb, aabc, abcd düzenleri görülüyor. Uyak düzeniyle ilgili örnekler şu şekildedir; abab 1. Puş uyîhin vis'inçe, 2. Hîvel pîhrî îşîtsa. 3. Silpi çîvaş yalînçe, 4. Yur irîlçî vaskasa. abac 101. Sakî sutî tînçere, 102. Vîyli suk ta etemren Şıvsem sinçe, sìr sinçe, 104. Husa pulsa vîl tîrat. aabb 141. Kalîm irtet, yur pîtet, 142. Surhi suha ta sitet Çîvaş çasah urîlm ast, 144. M uhmîr irtse kayaym ast. abcd 340. An üpkeleşsem, Setner, 341. M înşîn sınna üpkeles? 342. îsta tarsa kayas-ha, 343. Puyan atte-anneren.
33 Narspi 31 abcb 41. Silpi yalî puyan yal, 42. Larat vîrm an îşînçe. 43. Kantur pekeh surçîsem, 44. Vat yîm rasem ayînçe. aaba 133. V îhîçîpe îslîpîr, 134. V îhîçîpe îsîpîr Kilte îsm e pulmasan, 136. Kürşî patne kîrîpîr. aabc 189. V îyîsençe un sassi, 190. Kayîk sassi yevîrlî A hîltatsa kulnî çuh, 192. Sirîp sın ku temelle Uyak Değeri Yine eski Türk halk şiiri geleneğinde olduğu gibi, dize sonlarında, ç o ğunlukla, gerçekte ses benzerliği (asonans) denilebilecek yarım uyaklarla yetinilmiştir. Az sayıda tam uyaklı dizelere de rastlanır: 33. Süite, pîlît ayînçe, 34. Tîri yurri iltînet. 35. Sem se kurîk ^iyînçe, 36. Putek-surîh sikkelet. 21. Kilçî ırı éurkunne, 22. Kilçî, yaçî îşîtsa. 23. Hîvel savat tînçene, 24. Hîl lyhinçen vîratsa. Gerçekte çoğu durumda, ses benzerliği yalnız rediflerle sağlanmıştır. U- yak hiç yoktur: 69. Akî kîper siyînçe, 70. Starik larat vîltapa. 71. Y îpîrt-yapîrt pulline, 72. Ultalasşîn îm anpa.
34 32 Emine Yılmaz Pek çok dörtlükte, en eski Türk şiirini anımsatacak biçimde, dize başı ses benzerliği ve uyaklardan yararlanılmıştır : 564. S imik kunî yîlipe, 565. Sinsem munça kîressî Sim îk kurîkîpele, 567. Sansurîm ne hîrtes'sî Ançah vîl ta vılyama, A ptîrarî inkîşpe Aptîrasa urama, Tuhsa kayrî laşipe Türü Krueger, bu şiirin epik bir şiir veya bir saga^ sayılamayacağı, en iyi ad landırmanın romance* olacağı görüşündedir (1961: 211). Eski Türk halk şiiri geleneğiyle karşılaştınidığı zaman, N arspi nin, n a zım birimi, dörtlük sayısı ve ekseninde bir olay bulunması açısından destan türüne yakın olduğu söylenebilir. 7 T. Tekin e göre, eski Türk halk şiirinde iki tür uyak geleneği var. Biri, Moğol şiirinde de görülen dize başı uyak geleneği, diğeri de D ıvânii lu ğ â ti t-tiirk'leki en eski Türk halk şıırı örneklerinde görülen dize sonu uyak geleneği (1986a: 7, 1989: X). Arat, eski Türk şiirinde, aynı dizede ve şiirde, her iki uyak türünün de kullanıldığı örnekler veriyor ( ). Ancak, Arat, dize başı uyak geleneğinin daha eski olduğunu, bunun da eski Tiirkçede vurgunun söz başında olmasından kaynaklandığını, sonradan vurgunun söz sonuna kaymasıyla dize sonu uyağın ortaya çıktığını düşünüyor ( 1986: 8 Eski İskandinav öyküsü veya masalı; eski zamanlara ait öykü. omans. Sekiz mısralı kıt alardan örülü bin İspanyol şiiri türü. Dokunaklı ya da âşıkça ır şarkı çeşidi, Romansero, romançero ve romans antolojisi terimleri de kullanılıyor (Akalın 1984).
35 Narspi KAYNAKÇA AKALIN, L. S.: Edebiyat Terimleri Sözlüğü, Varlık, İstanbul ARAT, R. R. : Eski Türk Şiiri, TTK VII. Dizi-Sa. 45^, 2. baskı, A nkara AŞMARİN, N. i.; Thesaurus Linguage Tschuvaschorum, 1-2 Kazan, 3-17 Çeboksarı, BEDE, A.: Narspi, Szép Leany, Konsztantin İvanov, Eger 1977 (Andrâs Róna-Tas in sonsözüyle). b e n z i n g, J.: Biler Şehrinin Fethi, Türk Dili Belleten III, 8-9, İstanbul 1947: ) b e n z i n g, J.: Die tschuwaschische Literatür, PhTF II, 1959: , Wiesbaden. BOMBACI, A.: T he Turkic Literatures. Introductory Notes on the History and Style, PhTF II, 1959, W iesbaden. CEYLAN, E.: Biler Şehrinin Fethi, Çuvaş Halk Destanı, Türk Dilleri A- raştırm aları 5, Ankara 1996a: CEYLAN, E.; Çuvaş Atasözleri ve Deyimleri, Çuvaşça-Türkçe/Türkçe- Çuvaşça Sözlük, TDAD 10, Simurg/ Ankara 1996b. DİZDAROĞLU, H.: Halk Şiirinde Türler, TDK 283, Ankara İV A N O V -Pârtta, K.V.: Narspi, в у ч а х Biblioteki 2 (14), Константин И ванов [=Konstantin İvanov], F otoal bum, Kandidat filologiçeskih nauk A. P. Huzangay, G. S. Samsonova, Çeboksarı 1990 (=İ vanov 1990). KRUEGER, J. R.: Chuvash Manual, Indiana University Publications, Uralic and Altaic Series, Vol. 7, Bloomington PAASONEN, H.: Çuvaş Sözlüğü, TDK С , Istanbul 1950 [=Csuvas Szójegyzék, Budapest 1908]. SERTKAYA, O. F.: Eski Türk Şiirinin Kaynaklarına Toplu Bir Bakış, Türk Dili, Türk Şiiri Özel Sayısı 1 (Eski Türk Şiiri), sayı 409, Ocak 1986: SİDOROVA, Ye. S.: Чувашский фольклор в творчестве к.в. ива- HOBa l=çuvaşskiy fol klor v tvorçestve К. V. İvanova=K. V. İ- v a n o v un Yaratıcılığında Çuvaş Folkloru] Çuvaşskiy yazık, literatura i f o l klop 1: , Çeboksarı 1972.
36 34 Emine Yılmaz SİROTKİN, М.Уа.:Чувашско-русский словарь [=Çuvaşsko-russkiy slovar =Çuvaşça- Rusça Sözlük], Moskva SKVORTSOV, M.İ.: Чувашско-русский словарь [=Çuvaşsko-russkiy slovar =fm vajfa- Rusça Sözlük], Moskva TEKİN, Ş.: Uygur Edebiyatının M eseleleri, Türk Kültürü Araştırmaları II (1-2), Ankara 1965: TEKİN, T.: İslâm Öncesi Türk Şiiri, Türk Dili, Türk Şiiri Özel Sayısı I (Eski Türk Şiiri), sayı 409, Ocak 1986a: : Karahanlı Dönemi Türk Şiiri, Türk Dili, Türk Şiiri Özel S a yısı 1 (Eski Türk Şiiri), sayı 409, Ocak 1986b: : XI. Yüzyıl Türk Şiiri, TDK 541, Ankara у р а л сасси f=ural sassi=ura/ 5csı], Nisan 1989, no: 30, Pelepey-Başkort ASSR. у р а л сасси [=ural sassi=ural Sesi], Nisan 1990, no: 7, Pelepey-Başkort ASSR. у р а л сасси [=ural sassi=ural Se^ı], Mayıs 1990, no: 8, Pelepey-Başkort ASSR.(Başkortostan gazetesinin, K. V. İvanov un 100. doğum yıldönümü nedeniyle çıkarmış olduğu özel sayı) YILDIRIM, Dursun: Çuvaşlı Şâir İvanov ve N arspi si, Akçağ yay, 1998: Türk bitiği, YILMAZ, Emine: Narspi, Çuvaşça Bir Aşk Ö yküsü, Scholarly Depth and Accuracy, Lars Johanson Armağanı, Ed. Nurettin Demir, Fikret Turan, Grafiker yay., Ankara 2002: YUMART, G. F.: Револю циччен чйвашла Kyçapnâ п о э з и [=Revolyutsiççen çîvaşla kusarnî poczi=devrime Kadarki Çuvaş Çeviri Şiiri], Çuvaşskiy yazık, literatura ifo T kio r 4: , Çeboksarı 1974.
37 НАРСПИ 1. Пуш уййхён вё9ёнче, 2. Хёвел пёхрё ёшатса. 3. Силпи чёваш ялёнче, 4. Юр и рёлчё васкаса. 5. Тусем, сёртсем хупхура, 6. Юрё кайса пётнёрен. 7. Тухать курёк çân-çâpa, 8. Хёвел хы тё хёртнёрен. 9. Сивё, хаяр хёл иртет, 10. Каять йёрсе, хурланса. 11. Сивё ку99улёпе йёрет, 12. Иртн ё кунш ён хуйх ёрса. 13. Путёксемпе, варсемпе, 14. Ç ём ёpёлce шыв кёрлет. 15. Анчах, мёнле йёрсен те, 16. Хёвел хёртнё9ем хёртет. 17. Хёл ку99у л ё шавласа, 18. Юхса кай рё ÇbipMapa. 19. А чи-пёчи выляса, 20. Чупса 9^рет урамра. 21. Килч ё ыр ё 9уркунне, 22. Килчё, я ч ё ёшётса. 23. Хёвел савать тёнчене, 24. Хёл ыйхинчен вёратса. 25. Тёттём вёрман чёрёлет, 26. Ешёл тум тир тёхён ать. 27. ÇeçeHxnp те ешерет, 28. И лем ёпе мухтанать. 29. Т ёрлё-тёрлё чечексен, 30. Ы рё шёрши сарёлать. 31. Пур 9ёрте те кайёксен, 32. Лайёх юрри ян ёрать.
38 36 Emine Yılmaz 33. Çyлтe пёлётайёнче, 34. Тари юрри илтёнет. 35. ÇeMçe курак 9ийёнче, 36. Путек-cypàx сиккелет. 37. Хай кётёвё патёнче, 38. Ача шёхличё калать. 39. Хырёмё пит вы9нипе, 40. Силпи ялнелле пахать. 41. Силпи ялё пуян ял, 42. Ларать варман ашёнче. 43. Кантур пекех 9урчёсем, 44. Ват йёмрасем айёнче. 45. Ялё тавра у к алча, 46. Çёнё 9атан укёлча. 47. Кив кап анлё анкарти, 48. Тёрлё 9имё9лё пахча. 49. Аслё урам тарёшшёпе, 50. Хама витнё 9урчёсем. 51. Урам икё айёккипе, 52. Ем-ешёлех сачёсем. 53. ÇypTceM тавра килкарти, 54. Чул хуме пек 9аварий. 55. Capâ хапха килсерен, 56. Ч ёнтёрленё тёраллё. 57. Силпи ялё аслё ял, 58. Хула тейён и н 9етрен. 59. Ахёр, кунти чёвашсен, 60. Мул ё пур-тёр 9ав вёсен. 61. ÇbipMa юхать кёрлесе, 62. Аслё ял ён 9ум ёпе. 63. Хёвел тёр ё тёрлесе, 64. Вылять унён шывёпе. 65. Тёрё шывён ёшёнче, 66. Кёвак пёлёт явён ать. 67. Ватё йёмра тайалса, 68. Тёсне пёхса савён ать.
39 Narspi Акё кёпер 9ийёнче, 70. Старик ларать вёлтапа. 71. Й ёпёрт-япёрт пуллине, 72. У лталасш ён ёманпа. 73. Ав ачасем 9ул емче, 74. Шывра ишсе 9уре99ё. 75. Пулё тытан ваттине, 76. Хирё9терм е пёле99ё. 77. Акё пёр 9ЫН кёперпе, 78. Ка9са пырать 9ырмана. 79. Çёpмa урлё ка9рё те, 80. Кёрсе кай рё вёрмана. 81. Çётмax пекех туйёнать, 82. Силпи чёваш ялёнче. 83. В ёхёт иртни сисёнмест, 84. Савёнё9л ё кунсенче. 85. Кайёк юрри, 9ын сасси, 86. Ян-ян ярать таврана. 87. ÇypKyHHexH хавас юрё, 88. Килсе кёрет хёлхана. 89. Урам т ёр ёх 9ыннисем, 90. Улпут пекех ута99ё. 91. Пурт хьф ёнче шавласа, 92. А чи-пёчисем вы ля99ё. 93. Нар пек хитре хёрёсем, 94. Акёшсем пек ута99ё. 95. Чёнк ёр-чанк ёр тенкисем, 96. Й ёлтёртатса пыра99ё. 97. Çöp 9ём ёрсе каччёсем, 98. Ташлать хапха ум ёнче. 99. П урёнё9сем, ах, аван 100. Аслё Силпи ялёнче Ç aкё 9ута тёнчере, 102. Вёйли 9ук та этемрен.
40 38 Emine Yılmaz 103. Шывсем 9инче, 9ёр 9инче, 104. Ху 9а пулса вёл тёрать Анчах вёй лё этем те, 106. Хёй тёнчине пёхёнать Ук çan ала эрехех, 108. ÇbiHHa ёсран кёларать Аслё калём эрнинче, 110. Мёнле чёваш ё9мен-ши?! 111. Тарён нухреп ёшёнче, 112. Мён чухлё сёра пётмен-ши?! 113. Ё9нё те çab, 9инё те, 114. Йёркипеле сикнё те Унсёр nyçhe еплелле, 116. Тёвас тетён npaçhhke? 117. Кун иртнё9ем урамра, ^сёр çbihcem нумайрах Kaç пулн ё9ем вёрмана, 120. Сасё кять хытёрах Ё9е-ё9е ка9алла, 122. Усёр чёваш ывёнать ÇypKyHHexH пылчёк та, 124. Канма çemçe туйёнать Выртать чёваш улпут пек, 126. Ш ухёш ламасть ё 9тине Пётём урам тёрёш ш ёпе, 128. Кёш кёрать х ёй юррине: 129. «Нумай ё9ле, нумай çh, 130. Хытё тарла, хытё ё9!» 131. Эрех тесен, ё9 çbihhh, 132. Нихёшё те тиркемест «Вёхёчёпе ё9лёпёр, 134. Вёхёчёпе ё9ёпёр Килте ё 9ме пулмасан, 136. Куршё патне кёрёпёр.
41 Narspi Куршён âçme пулмасан, 138. Уйранне те ё9ёпёр У йранё те пулмасан, 140. Typà парасса кётёпёр» 141. Калём иртет, юр пётет, 142. ÇypxH суха та çhtct Чёваш часах урёлм асть М ухмёр иртсе каяймасть Ёнтё, у'сёр чёвашсем, 146. У рёр 9ине тёрёр-ха! 147. Ем-ешёлех 9ул тусем, 148. Шыв та чакнё 9ырмара Эй пиччесем, тёрёр-ха, 150. У рлё-пирлё п ёхёр-ха Ака п у 9не турлетес, 152. У рапуна тирпейлес Сивё шывпа 9ёвёнсан, 154. Питне-ку9не тёс кётёр А вантарах апатлан, 156. Ака тума вёй кётёр Кулес ён тё лашана, 158. Тухса каяс акана Турё9ём, сы влёх пар, 160. Акнё тыррёма ёнтар! Сарё Хёр 161. Ешёл курёк хушшинче, 162. С ап-сарё чечек ^сет А слё Силпи ялёнче, 164. Нарспи ятлё хёр усет Пичё-ку9ё пит хухём, 166. Хирти сар ё чечек пек Икё ку9ё хуп-хура, 168. Икё хура шёр9а пек.
42 40 Emine Yılmaz 169. Явана99ё хьфалта, 170. Ç ивёт вёдё катрисем У тса-утса пына чух, 172. Ш анкартатать тенкисем Ку9ёсемпе п ахна чух, 174. К аччан чёри 9ёкл ен ет Çyxe тути кулнё чух, 176. Каччан чунё 9ем 9елет Хирти cap a чечеке, 178. Аша ку9па кам пёхм ё? 179. Ун пек лайах хитре хёре 180. М ёнле к а ч ч а юратмё? 181. Хёвел анса л арсан ах, 182. Питне 9ёвать, ш ёланать Вёййа ту х м а шёлкеме, 184. К ёкёрё 9ине 9акать Ш ёнкёр-ш ёнкёр теветне, 186. Хулпу99и у р л ё ярать Хёрлё пур9ён тутёрне, 188. Хёрле 9авёр са 9ыхать В ёйёсенче ун сасси, 190. Кайёк сасси евёрлё А хёлтатса кулнё чух, 192. Çиpёп 9ЫН ку тем елле Вёйё салан и ччен ех, 194. Савёнтарать сассипе И рхи9ёл тёр х ёп ар са, 196. Й ёл-йёл кулать ту п ер е Хёйён ашшё килёнче, 198. Нарспи канлё 9ЫВёрать Ы рётёл ёксем курса, 200. Т ёлёкре те савён ать Ирех тёрать, тум ланать, 202. Нарспи ё 9е ты тён ать.
43 Narspi E nypçâh ÇHn илет те, 204. Ю рла-юрла тёрё тёвать Е 9ёлеме ларать те, ёвви шёр9а пек пулать Сус хуреллё xyp9à йытё, 208. Пёр кёрет те пёр тухать Е пир тёртме ларать те, 210. Вылянтарать ёсине Е хулт ёрч à тытать те, 212. Ç nnne тирет 9ёррине Е сак 9ИНЧИ кушакё, 214. Питне 9ёва п у9ласан, 215. Апат хатёр хёнашён А лли-ури 9ём ёлран Аван иртрё пурёнё9, 218. Хёрён 9у л ё туличчен Ашшё килне хётана, 220. Ç ичё ютран киличчен Нарспи ашшё Михетер, 222. Çёpмe пуян пурёнать Вёл хёй хёрне юратать, 224. Н арспиёпе мухтанать «Ман хёр пекки камён пур? 226. К ам апурнё ун пек хёр? 227. Пушмак 9ук-и хёрём ён? 228. ÇypeT-и вёл тенкёсёр? 229. Силпи ялё ёмёрне, 230. Ун пек хёрсем курас 9ук! 231. Пёр чёваш та хёй хёрне, 232. М ихетер пек пёхас 9ук! 233. М ихетере мён 9итмен? 234. Мёнём 9ук-ши 9уртём ра? 235. Кёмёл тенкё, тёртнё пир, 236. Сахал-ш им-мён 9у-п9емре?
44 42 Emine Yılmaz 237. Т ы рё-пулатулли ех, 238. И ш ёлм ест-и кёлетре? 239. Çy, сёт-турах, càpa-пыл, 240. Тулли мар-и нухрепре? 241. Чан сам ахан суйи 9ук, 242. М ихетер ён мён 9итм ест? 243. Пётём я л та пёр пуян, 244. Ана никам 9итейм ест У нён 9урчё хула пек, 246. Кёрсен, витёр тухм а 9ук Х уралтисен тёрри н е, 248. Чёх-чёп вё9се 9и тм е 9ук Карташ ту л л и япала, 250. К упаланса вы рта99ё Кёлет тулли тыррисем, 252. Тёкёнас пек тё р а 99ё У рхам ах пек лашисем, 254. У тё-сёлё 9ие99ё У нён вы льёх-чёрлёхсем, 256. Пичёке пек 9у р е 99ё Тури касри 9ак кил-9урт, 258. А якранах курён ать Пирён ватё М ихетер, 260. Тивё9липе м ухтан ать ÇaK ы рё 9ЫН М ихетер, 262. Хёйён хёрне юратса, 263. А слё 9ёварни хы 99ёнах, 264. Хучё ёна 9ура9са Пулас т у я ялйышсем, 266. Тусеймесёр кёте 99ё: 267. Икё пуян пёрлешсен, 268. Шеп те пулё т у й! - тс99ё ÇHHçe х ё 9ан 9итё-ши? 270. Епле вёхёт ирттерес?
45 Narspi Çhmök кунё ин9е-ши? 272. Епле унчченех xj/cec? 273. М ихетерён килёнче, 274. Парне валли 9ёле 99ё Туйан хёватне сиссе, 276. Вёйран тухса ё9ле99ё Анчах Нарспи, cap à хёр, 278. Туй пуласран хурлан ать В ёрттён-вёрттён вёл йёрет Сетнер ятн е асёнать Ял вё9ёнче, тукасра, 282. Пёчёк9е99ё пурт ларать Амёшёпе 9ак пуртре, 284. Сетнер ача пурёнать Чипер ача Сетнер ён, 286. Пёр урхам ах лаши пур Ватё карч ёк ам ёш пур Вёри юнлё чёри пур Икё вёйлё алли пур Тёшман п у 9не пётерме, 291. Вёри вут пек 9илли пур Унтан урёх Сетнерён, 293. Нимён те 9ук япала (Анчах асту: М ихетер, 295. Хёрне памасть 9укалла.) 296. Пирён Нарспи, сар ё хёр, 297. ÇaB Сетнере юратать ÇaB ён пала сарё хёр, 299. Туй пуласран хурланать Çj/л ё Ьалак патёнче, 301. Ватё йёмра еш ерет Куллен ирех 9авёнта, 303. Сетнер Нарспие кётет.
46 44 Emine Yılmaz 304. Кёте-кёте шаварать, 305. У рхамах пек лашине Шыва ан ать витрепе 307. Нарспи куллен ирхине Нарспи и к ё витрипе, 309. Ш ёлтар-ш алтар ки л ет-çke Савённипе С етнерён, 311. Чёри кёлт-к ёл т сикет- ÇKe Нарспин çyxe тутисем, 313. К ула99ё-9ке TaçTanax Ç yлё валак п у 9ёнче, 315. Сетнер тёрать 9ут ё л сах Й ёл тёр -ялтёр ку9ёсем, 317. Сарё хёр 9ине п ёх а 99ё Сар м ёйёхл ё тутисем, 319. Ашё сёмах кала99ё. 0 и м ё к К а9ё 320. Ш ёнкёртатса шыв юхать, 321. Ç y л ё валак п у 9ёнче Кёмёл пекех ял тёр ать, 323. Шывё хёвел 9утти н че Кёмёл м ерчен тухъяпа, 325. Сарё хёрё шыв ёсать Сарё качч ё кала9са, 327. Хёй лашине ш ёварать Ç ^лё йёмра ёшёнче, 329. Кайёк ю рлать юррине Лаши ё 9се тён ё 9ем, 331. Каччи калать сём ахне: 332. «Çanлах вара, Н арспи9ём, 333. ÇyK-шим манён ёрёскалём? ап л ах сана ют 9ёре, 335. И лсе кайё-шим усал? 336. Ах, телейём, 9у к -тёр 9ав, 337. А9у-анну пит пуян!
47 Narspi Хёйсен пуянлёхёпе, 339. Пёрёна99ё 9ук 9ынран> Ан упкелешсем, Сетнер, 341. Мёншён 9ынна упкелес? 342. À9Ta тарса каяс-ха, 343. Пуян атте-ан н ерен? 344. А тте-анне ухмах 9ав, 345. Мён каласа кёнтарас? 346. Мён тёв ар -х а, кала-ха, 347. М ёнле пирён май тупас? 348. Хёвел ансан, ка9 пулсан, 349. Паян туя ларта99ё Хушёлкари пуянпа, 351. Манён ту я п у 9ла 99ё Тёшман ы тла хаяр, тет, 353. Епле унтан хётёлас? 354. Сетнер, Сетнер, кала-ха, 355. À9Ta каяс, мён тёвас? 356. Сана тем пек ю ратса, 357. Савса эпё пурёнтём Анчах 9апах 9ак куна, амрёк п у 9ёмпа куртём «П ёртен-пёрех п у 9ём пур Вёри юнлё чёрем пур Ватё карчёк аннем пур У рхам ах пек у тём пур Вёсенчен те хаклёрах, 365. Чунём савни, эсё пур А нчах сан а та паян, 367. Туртса илен тёшман пур Вёл тёшмана пётерме, 369. Икё вёйлё аллём пур Анчах ён а пётерсен, 371. Унтан усал тёнче пур.
48 46 Emine Yılmaz 372. Хёван кам алу пулсан, 373. Лашам ÇHHe л артёттам А яккаллах ку ялтан, 375. BeçeTT6M те кайёттём» Сетнер, таврён хёвёртрах, 377. Шыва анать пёр арём Чун савнипе Kajıaçca, 379. У йрёлассён туймарём «С ы вёп ул, эппин Нарспи, 381. Ан ман, эппин, м ёскёне!» 382. Лаши сикрё, ы ткёнчё, 383. Вё9се кайрё, килнелле Нарспи ёна хурланса, 385. Пёхса юлчё хьф ёнчен Х ускалм арё вы рёнтан, 387. Савни ку9ран кайиччен: 388. «Сывё пулах, сы вё пул! 389. Епле сана м анёп-ш и? 390. Санпа пёрле пулмасан, 391. Епле ютра пулёп-ш и?» 392. Мёншён, Нарспи, хуйхёратён? 393. Каччу ы тла ватё-им? 394. Парну ытла сахал-им? 395. Терё арём 9итрё те Нарспи шывне ёсрё те, 397. Килне утрё хуйх ёрса Килне 9итрё, йёрсе яч ё, 399. Сетнерёшён хурланса П уртре ватё карч ёкё, 401. Вёр9са 9урет а х а л е х Сиплет тулта М ихетер, 403. Туй камине пёчченех Ё9лет ватё п у 9ёпе, 405. П урттипеле каскалать.
49 Narspi Савна хёршён тёрёшса, 407. Пичё тёрёх тар юхать «Мён кё9ёнрен устертём, 409. ÇaK таран а 9итерме Ёнтё паян юлашки, 411. Ё9ём пултёр хёрёме Усрё 9итрё, пулчё хёр 413. Пуян упёш ка кирлё, 414. Упёшкине тупрём ёр 415. К$/ми лай ёхрах кирлё итрё ёнтё 9имёк те, 417. Хёрён туйне тум алла Тантёш ёмсем пухёнсан, 419. Кё9ёр туйне лартмалла» М ихетерён килёнче, 421. Сёра пичёки кусать Ялти тантёш' -тёвансен, 423. Пырё тёпё ярёнать Икё пысёк кёмака, 425. Т ёрлё апат пёсланать Ялти тантёш-тёвансен, 427. Т ута-9ёвар 9уланать Хура пуртре шёпёр9ё, 429. Ларать шёпёр турлетсе. 43 О. Ялти 9амрёк кач ч ёсен, 431. Ури каять 9ёкленсе Туйён хёватне кётсе, 433. Пурте вё9се 9^ р е 99ё Килти пёр чун хуйхине, 435. Пёртте вёсем сисм е99ё Нарспи ларать л а 99инче, 437. И керчёсем 9уласа. 10 Metindeki таншйн... yazılışı bir dizgi yanlışı olmalıdır. Aşmarin de (c. 9: 183) bu dize kullanılmış ve тантйш... biçiminde yazılmış.
50 48 Emine Yılmaz 438. ÇypaçHHne асёнса, 439. Ларать мёскён хуйхâpca «Çичё ютран килчё ют, 441. Атте килне хётана Сарё хёре çypaçatb, 443. Ç ичё ютри пуяна Атте-анне, ан васкёр, 445. Тата пёр 9ул тёрёр-ха П ёртен-пёрех хёрёре, 447. Тата пёр 9ул усрёр-ха Атте-анне усёрпе, 449. Хёрне и тл ес тем ерё Каччи пуян тенипе, 451. Хёрин чунне п ёлм ерё» Ватё чун та хытнё чун, 453. Хытса кайн ё кё99е 9а в ам рёк чун та пёчёк чун, 455. Чунё ытла 9ем 9е 9ав Кайёк чунё пулсассён, 457. Й ёрёччё те кулёччё Суначёсем пулсассён, 459. Вё9ё ч ч ё те кайёччё Хёвел ан ч ё хёрелсе, 461. Хура вёрм ан хы 9нелле Кёту ан чё кёрлесе, 463. А слё Силпи ялнелле Ав ун та хитре хёрсем 465. Ёни хы99ён чупа99ё Чее м аттур каччисем, 467. Вёсен хы99ён ю лм а99ё А кё пёр этем чупать, 469. Ула ёни м ёкёрет Сёме ёр сысни 9ух ёрать, 471. Пётём я л а 9ёмёрет.
51 Narspi Кёту xbiççâh у рамп а, 473. Хура тусан хёпарать А кё тусан ёш ёнче, 475. Карчёк аран çeç утать Хёй вёл хёрах аллипе, 477. Й ётнё сёра чёресси А х-хай хён пек 9ёклесси Ай-хай 9ём ёл ё9есси! 480. Пирён ватё М ихетер, 481. Тантёшсене йы хёрать Ун ён ватё карч ёкки, 483. Сёра й ётн ё уттарать Тантёш патне кёрет те, 485. У9ать сёр а чёресне Туя пыма йыхёрса, 487. Ё9терет туй сёрине Ы р ё тантёш-тёвансем, 489. Пире хисеп тумёр-ш и? 490. Хёре качча п аратп ёр Тури касса утм ёр-ш и? 492. «Пырёпёрах, пырёпёр Пымасёрах ю лмёпёр? 494. Турё пурсен, сывё пулсан, 495. К ём ёлёра татмёпёр!» 496. Карч ёк яла ёретлет Тёттём те пулса 9итет Карчёк 9Урет кили ёнче ёкёр-тёвар хатёрлет Ы р ё тант ёш - тёвансем, 501. Тури касса уттарар! 502. П ерекетлё сёрана, 503. Ё9е-ё 9е туй лартар! 504. Пирён тёван хёр парать Пире унта йы хёрать.
52 50 Emine Yılmaz 506. Хёйён савн а хёрёшён, 507. Урём-9урём туй пу9лать Туйне-пу9не пу9личчен, 509. Авал чёваш йёлипе, 510. Ваттисене асёнса, 511. Тёкар 9ёкёр-тёварне: 512. «Ват аттесем, аннесем, 513. Ы рё курёр 9ётмахра Пирён 9ёкёр-тёварсем, 515. Пулчч ёр сирён ум ёрта Пирён савн ё Нарспие, 517. Парёр ы рё пурёнё Парёр ун ён телейне, 519. Ы рёлёхпа савёнё9!» 520. Ваттисене асёнчё9, 521. Авалхисен йёркипе Унтан туя п у 9лама, 523. Кёчё9 шурё кёлете Курка тулли сёрипе, 525. Ашшё-амёш пехиллет Ашшё-амёш умёнче, 527. Хёрё хурланса йёрет: 528. Нарспи, хёрём, пил сана! 529. Упёшкуна ан пёрах Аван пурён унпала Тату пулёр яланах Итле ёна, йёваш пул Усал 9ынпа ан 9ыхлан Ё9не ё9ле, ё9чен пул Кирлё марпа ан хётлан! 536. Атте-анне укётлет, 537. Хёр ку99ульне ю хтарса Шёпёр сасси чёйлатать, 539. Туя ячё9 пу9ласа.
53 Narspi Силпи я л ё харлатса, 541. Вилнё çbih пек 9ы варать Тёнче лёпкине курса, 543. Ç yлтe уй àx савён ать Кёрсе пётн ё вёйёран, 545. Сарё хёрсем, каччёсем Туй хал ёхё 9ывёрать Çывёpa99ё ху9исем Ашё сывлёш сивёнет С асё-чёвё илтёнмест Пёр йытё 9е9 вёркелет ёвар карма уркенмест Автан 9у р 9ёр авётать Л арн ё 9ёрте 9ЫВёрать Хуллен-хуллен уйёх та, 555. Вёрман хьфне пытанать Ыр ё тутл ё ёйх ёпа, 557. Чёваш 9ынни 9ыв ёрать Пёр чунён 9е9 хуйх ёпа, 559. ÇaB ка9 чёри 9урёлать. Туй 560. Хёвел тухнё-тухманах, 561. Тётём кай рё ял 9инче Ку9не у9нё-у 9манах, 563. Чёваш ларать мунчинче Çимёк кунё йёлипе, 565. ÇbiHceM м унча кёре99ё Çимёк курёкёпеле, 567. Çaн9ypёмнe хёрте99ё (Ват аттесем, аннесем, 569. Ç aплa хушса хёварнё.) 570. Ç aплa паян чёвашсем, 571. М унча кёрсе тасалн ё.
54 52 Emine Yılmaz 572. Ç ene кёпе-йём пеле, 573. Т ухрё9 вёсем урам а Т ухрё9 вёсем ерипе, 575. Утрё9 ирех туй курма А кё туй та ака туй, 577. Пирён туйсем 9аплалла! 578. Тури касри ту й сасси, 579. Я нтёратать 9у р яла М ихетерён ки л -9урчё, 581. А якранах курёнать Урам енчи хапхаран, 583. ÇbiH кёрет те 9ын ту х а т ь Пурт ум ёнче 9ЫН нумай, 585. Килнё вёсем туй курма В аттисем те сахал мар, 587. Килнё вёсем сёр а ё9ме Ярёнтарса, явён са, 589. Ш ёпёр кёвви таш латать Ы рё х у 9а хушнипе, 591. Туй хал ёхё туй тёв ать Туй хал ёхё туй туса, 593. Ы вёнать те савён ать Ш ёпёр сасси чарёнсан, 595. Туй ю ррийё п у 9ланать «Мёншён ш ёппён ларатёр, 597. Мёнш ён шёпп ён ларатёр? 598. Ш ёппён-ш ёппён ларм аш кён, 599. Ш ёпчёк чёппи мар эпир» 600. Анчах шёпёр хёл ёх сёр, 601. Татах таш лама чён ет К ёрёс-кёрёс ташласа, 603. Пурт у р ай ё силленет Ы р ё хёнасем тёпелте, 605. Ё9се-9исе савён а 99ё.
55 Narspi Х ёрёпеле каччине, 607. Ы рё кунсем суна99ё; 608. «Сывё пулчч ёр, пур пулчч ёр А ча-пёчаллё пулчч ёр Ы рё-тату п урён ччёр Усал сём ах ан илтч ёр Ё9ер-9иер, тёвансем Ёмёр пёрле пурёнар! 614. Хёрпе качча юратса, 615. Атьёр, шепрех туй тёвар! 616. Акё ёнтё, пёх ёнтё Епле ташлать ват ху9а! 618. Хёрин туйин савёнё9ё, ёклет иккен в атп у 9а! 620. М аттур пуса-каччисем, 621. Вёйран тухса сике99ё Вёсен хы 99ён хёрёсем, 623. Такмакёпе 9и те99ё Пур9ён 95^9ел л ё чаршав, 625. М аччаранах сулланать Хёрлё чаршав хьф ёнче, 627. П ёркенчёкпе хёр ларать Хёр ларать те, хёр йёрет П ёркенчёкне 9ёклем ест Хёр 9уммисем юрласа, 631. Ун ён сасси илтёнмест Хёр 9уммисем юрринче, 633. А сёна99ё Нарспие М ихетерён Нарспине Тёва99ё-м ён ун туйне Ш урё сухал Тёхтаман, 637. Упёш кийё пулм алла Хёйён чунё савнинчен, 639. К аймаллипех каймалла.
56 54 Emine Yılmaz 640. Эсё юта кайсассён, 641. Мён тёвё-ши Сетнеру? 642. Ы рё Нарспи аппа9ём, 643. À9Ta санён телейу? 644. Туй тёв а99ё 9ём ёрсе, 645. У нён вё9ё-х ёр р и 9ук Тантёш патне 9уресе, 647. Ялта тантёш пётес 9ук у л ё сёран кумийё, 649. Тантёш патне 9уретет Хёр 9ум м исен ю ррийё, 651. Та9та 9итех илтёнет К унён-9ёрён выляма, 653. Шёпёрё те чарёнм асть К унён-9ёрён таш лама, 655. Пуса-каччи ы вёнм асть Пётём ялти ача-пёча, 657. Туйё хы99ён хёвалать Вилес пекех ватё 9ын, 659. Пурт хьф ён че 9ЫВёрать Туй тёвёр та шеп тёвёр Ватё 9ыннён халё 9у к Выртнё 9ёрте сиккелет, 663. Анчах тём а вёйё 9ук. K)Mâç Патёнче 664. Пёчёк9е9ё хура пурт, 665. Ш урё старик сак 9инче С у т ё к у р тм ест нимён те, 667. Тёнё пек 9е9 ч ^рече У9са хунё алёк 9е9, 669. П уртён ёшне 9утатать Хёвел 9у тти пайёрки, 671. У рай тёр ёх ав ш ёвать.
57 Narspi Л арать старик тёпелте, 673. ÇânaTHHe сапласа Ват ал-ура йёркипе, 675. М ёш ёл-мёш ёл маташса А кё хёвел 9уттийё, 677. Ш уса-шуса пы чё те, 678. Сиксе л ар ч ё старикён, 679. Кёвак 9У9лё п у 9 9ине и м ёк 9у й ё урамран, ё к л е н тер ет чёрине Хёвелё те вы ляса, у татать 9У9 пёрчине М ёкёр татса, мёш латса, 685. Ç ёпaтинe сапласа, 686. Л ар н ё 9ёрте, сисмен те ÇbiH килнине пёлм ен те У9ё алёк ум ён ч е, 689. К арчёк тёра парать-м ён Кёвак 9^ 9л ё старике, 691. Ашё сёмах калать-м ён Ашё сём ах калакан, 693. Сетнер амёш пулн ё-м ён Ун ы вёлне Сетнерне, 695. У сал -тёсел ернё-м ён ÇaB ёнпала ам ёш ёи 697. Юмё9 патне уттар ч ё А х-ахлатса хуйх ёрса, 699. Хёй хуйхине каларё Нумай вёсем стари кп е, 701. Л ар ч ё 9 сёмах кала9са К ала9нё чух хуш ёран, 703. Ёлёкхине асёнса Ю лаш кинчен тин вара, 705. Килёш рё леш старикки.
58 56 Emine Yılmaz 706. Машар чёлха, пёр кёпе, 707. Пама пулч ё карч акки Вара старик тёчё те, 709. Хайён ё9не парахса, 710. Хупса хучё ал акне, 711. Турчакипе 9аклатса ÇHHe кёрёк тёх ан са, 713. Çёлёк ты трё хул айне Ури айне шарт хурса, 715. Ук 9а хучё ун ум не Унтан ш урё сухалне, 717. Кёвак 9у9не якатса, 718. Ук9а 9ине, суккёрскер, 719. Пёхрё ку9не чакёртса Пёхса тёч ё-тёч ё те, 721. Шур су х алн е якатса, 722. К аларё вёл ерипе, 723. К арчёк енне 9аврёнса; 724. «ÇaMKH ш ётёк хупёнм ё Чёри татёк сыпёнмё Пулёх ту р ё пурнинчен, 727. Нимёнпе те иртейм ё Панё ён а п^'лёх9ё, 729. Вёри ю нпа9ем 9е чун Пурнё ёна пулёх9ё, 731. Кёске ём ёр, йы вёр кун Сивё кунсем килё9 те, 733. Ш ёнса кайё вёри юн Хытё кунсем килё9 те, 735. Хытса кайё 9ем 9е чун Вёри кунсем килё9 те, 737. В ёриленё ш ённёю н Х ы тн ё 9ёртен ирёлсе, 739. ÇyHca кайё 9ем 9е чун».
59 Narspi Унтан старик чаранса, 741. Ш ухёшласа тёчё те, 742. Кёрёкёпе 9ёлёкне 743. Сакки 9ине хучё те, 744. Ç aплa татах каларё, 745. Карч ёк енне 9аврён са, 746. (Ларать карч ёк сак 9и н ч е У рлё-п и рлё тайёлса): 748. «Т ёрлё у сал-тёсел мар Киреметри хывни мар Ч ир-чёр ертен йёрёх мар ÇbiH тухатса хуни мар ÇyK, кин, санён ы вёлна, 753. Т урё 9ырни 9плалла Ан йёр, кинём, п улёх 9е, 755. Епле хирё9 пымалла?» 756. Старик 9апла каларё Нимён тум а п ёлм ерё Х ёйён ё9не ты тр ё те, 759. Пёр сём ах та чёнм ерё Пу9не усса хурланса, 761. Тухса кайрё карч ёкё ёп ати н е сапласа, 763. Л арса юлчё старик ё М ёкёртатса, мёшлатса, 765. А птёраса ларать вёл: 766. «М ёнле вара ку паян? 767. Хёй ёш ёнче ыйтать в ёл 768. Х аличченех 9ынсене, 769. Юмё9 п ёхса параттём Суя сёмах суяйса, 771. У лталаса яраттём М ёнле вара ку паян? 773. Чёре чёнах пёлчё-ш им?
60 58 Emine Yılmaz 11 A. Суйса napac тенёччё 775. Ak тамаша! тёрёс-шим?» Тарни 776. Хёвел ан са пы танать Силпи я л ё лёпланать Тёттём пулса ÇHTecne, 779. Пирён туй та салан ать Ялти хёрсем, качч асем, 781. Ваййа т у х н ё выляма Тухн а пирён Нарспи те, 783. Хёр ём ёрне асатма Юлашки Kaç вы ляса, 785. Юлас арём пуличчен Юлашки Kaç Сетнере, 787. Курас юта кайиччен Сетнер тё р а ть çabёнтах, 789. nyçhe усса хуй х ёрса Сарё хёрён к у 9ёнчен, 791. Анать ку99у л ё юхса В ёйё 9ЫННИ салансан, 793. Пайтах вёсем кал а 9рё Ы таласа пёр-пёрне, 795. Тёттём 9ёрте 9у х а л ч ё Вёт 9ёлтёрсем TaxçaHax, 797. Пёлёт айне хуплан ч ё В ёрман тёлне хуп-хурах, 799. Сём пёлётсем капланчё ÇyM ёр 9ёвать, шыв юхать, 801. Хура вёрм ан кёр-кёрлет Çил тухать те 9ил каять, 803. Вьфё кашкёр пек улет и9ём пёрм ай 9уттипе, 805. В ёрм ан ёшне 9утатать Тёттём вёрм ан ёшёпе, 807. Пёр ю ланут кустарать.
61 Narspi ' Лаша пырать тёлхёрса Вёрман ёшне ян ратса Иккён ларн ё утл анса Лаша çhtct ыв ёнса Йывё9 ларать у л ёп пек, 813. Тёттём 9ёр те кашласа «Чипер кайёр!» тиет те, 815. Пу9не таять, 9у л п арса П1урёмпу9ё 9а п -9утах, 817. Хёвел тухас пек тёрать Пурёмпу9ё шурсанах, 819. Туй х ал ёхё пухёнать Хёй йёркипе ташлама, 821. В ёхёт п у са-кач ч и сен Хёй йёркипе юрлама, 823. В ёхёт 9итнё хёр 9ум сен Ш ёпёр сасси илтёнмест Ш ёпёр9и те курёнм асть Ы р ё хёна хушшинче, 827. Э рех-сёра такёнм асть С тариккипе карч ёкки, 829. Хура п уртре вёр 9а99ё Мён пулнё-ш и çae т ё р л ё х 831. Пурте шёпп ён л а р а 99ё? 832. Шёпп ён-шёпп ён ларм ас ёр, 833. Вёсен хёрё 9ук паян Нарспи усал Сетнерпе, 835. Тарса кай н ё вёйёран Ви9 ю ланут вёрм анта, 837. Йёр йёрлесе 9Уре99ё Пёри кунта, леш унта, 839. Тем ёнле йёр й ёр л е 99ё Й ёр йёрле99ё, итле99ё Пёрер сасё пулмё-ш и?
62 60 Emine Yılmaz 842. Хёвел п ё х а тьçyratca, 843. К ирлё 9у л а у9мё-ши? 844. Анчах нимён п а л л ё мар, 845. Кёрес тата шаларах Вёр9ас килет 9иллипе: 847. Т у п асчё-9ке хёвёртрах! 848. Вёрман 9ёра, пит тискер У нён ёшё чёв та чав! 850. Йёр н и 9та та п а л л ё мар Ни9та кайма аптёрав! 852. Ви9 ю ланут вёрм анта, 853. Йёр йёрлесе 9Уре99ё Пёри кунта, леш унта, 855. Темёнле йёр йёр л е99ё Сетнер тутл ё 9ЫВёрать, 857. Çyne юман кутёнче Нарспи ларать тёлёрсе, 859. Сетнер п у 9ё вё9ёнче Нарспи тёлёк тёлленет: 861. Ашшё йытё п у л н ё та, 862. Ш ёлёсемпе шаккаса, 863. Сиксе 9Урет вёрм ан та «À9Ta тартёнь усал хёр? 865. Пу9на 9ийёп тупёнсан!» 866. Йытё ури айёнче, 867. Ш атёртатать сём вёрм ан Çывёx, 9ывёх, ак 9итет! 869. Нарспи ялтах вёран ать Пёхать: хёйён патнелле, 871. Ви9 ю ланут кустарать Сетнер, Сетнер! ты трё9-9ке! 873. Тёр, тёр! тарса хётёлар! 874. Ай, пётрём ёр, пётрёмёр! 875. À9Ta тарса пытанар!
63 Narspi М аттур m ânâpçâ паян, 877. Икё пуса-каччипе, 878. Тытса килчё9 вёрмантал, 879. С етнерпеле Нарспие К арчёк вё9се т у х р ё те, 881. Ç y9peh яврё Нарспине Старик чупса ту х р ё те, 883. Чышкё п ач ё С етнерне Эй ан н е9ём, анне9ём, 885. М а н а 9у9рен ан сётёр М ана апла вёрентсе, 887. М анран ы р ё ан кётёр Эй, М ихетер асатте, 889. Х ёненипе усси 9ук Эсё м ана хёнесе, 891. Кёлрен вутё тёвас 9ук! 892. Урнё йытё Михетер, 893. Хёй саламат йётрё те, 894. Т ы тён чё-9ке тулам а, 895. Çbixca хунё Сетнере Карташ ёнче 9ЫН нумай, 897. Туйне курм а килнё пек Хура т ё п р а 9ий ёнче, 899. Выртать Сетнер вилнё пек Ам ёшё те 9ав ёнтах, 901. Т ёрать й ёрсе, ы лханса Ярать ён сёр ывёлне, 903. И к ё 9ынна й ё ттар с а Хура п уртре Нарспине, 905. П итне-ку9не 9ёва99ё Татах пёркенчёк айне, 907. Чаршав хьф не л а р та99ё Т ёп ёр-тёп ёр тёпёртёк, 909. А тьёр шепрех туй тёвар!
64 62 Emine Yılmaz 910. А нчах хальхи éq 9инчен, 911. ÇeH к ёрёве калас мар! 912. Ак à туй та 9ак а туй Пысак туй та пасёк туй! Икё Туй 914. ÇypKyHHexH вут хёвел, 915. Ка9 еннелле сулёнать Ял вё9ён чи сём вёрман, 917. Темёншён пит ян ёр ать Халёх кётет тах 9анах, 919. Анат хапха патёнче Туй килнине 9ав ёнтах, 921. С истерчё9ё евёче К ёпёр-кёпёр сиктерсе, 923. Килсе ту х р ё вёрмантан Ы тти сен чен м аларах, ё н ё кёру Тёхтаман Лаптак сёмса, хёсёк ку9, 927. С ёрё 9У9пе cap сухал Лаши вё9се пы рупа, 929. П ичё-ку9ё пит усал Хура сёхман, сарё 9ёлёк, 931. ÇaMKH 9инче тенк ёп е Ш урё ч ёл х а -9ёпата, 933. Пит килёш ет кёрёве А р9ын туйё юрласа, 935. Урам тёр ё х уттарать Ы р ё евчён хапхисем, 937. У9ёлать те хупёнать Хёр туйё те тукасран, 939. Хирё9 ан ать 9ём ёрсе Нарспи тутёр айёнче, 941. Т ёрса пы рать хёр-йёрсе.
65 Narspi Capâ хёрён чёрнинче, 943. В утра çyhhâ пек 9унать Ватй каччине курса, 945. Нарспи хытй хурлан ать А тте9ём, анне 9ём, 947. М ёншён 9и р ё р хёр п у 9не М ёншён п атёр хёрёре, 949. Çh4 ё ютйн аллине? 950. Эй каччём 9Йм, Тёхтаман, 951. М анпа ыр ё курас 9у к Эпё, чунём пётсен те, 953. Санпа пёрле пулас 9ук» 954. Ы р ё евчё сёрапа, 955. Туя хирё9 вёл тухать Хушёлкасен мён кёру, 957. Хёй такмакне вёл калать Хёй аллинчи сёрана Т ёка-тёка 9аптарать Хура лаша тёк тёмасть, 961. Ç ânâ кёру 9у н тарать Ç ёнё кёру 9ум ёнче, и ч ё ю ланут ташлать Пётём я л а 9ём ёрсе, 965. ÇâBap карса ан тёхать Ç ânâ хапха айёнчен, 967. Кёрсе пётм ест урапа Хапха тёр р и ш атлатать, 969. Саламатпа çanyna Ы р ё евёчё килёнче, 971. Туйне турёу ытлашши Т епёр кунне у рам ра, 973. Т урё9 я л та вёй-килли Т урё9 ту я ви9ё кун, 975. Хушёлкари хётасем.
66 64 Emine Yılmaz 976. Анчах кайма тепёр кун, 977. BàxàT те99ё ханасем А р9ын туйё пуханать Х уш алкана каяс тет Кунта ту я турём ар Ё нтё киле тарас тет Ан васкёр-ха, хётасем Тепёр киле каяр-ха Х алех киле кайиччен, 985. Туя шепрех тёвар -х а! 986. Татах тепёр тапхёрне, 987. Туйне ту р ё 9 9унтарса Ю лашкинчен хётасен, 989. Халё п ётрё туй туса Ар9ын туйё пухёнса, 991. Килне кайма хускалчё Каян туя ёсатма, 993. Пётём Силпи пухёнчё А слё масар тёлёнче, 995. Туй лашисем Tâpaççâ Хёрин туй н е ёсатма, 997. Ашшё-амёш nbipaççâ Туйё тавра ялйышсем, 999. К ёп ёр тетсе тёра99ё В аттисене асёнсан, Хёр кайнине сёна 99ё Ч ирлё Сетнер 9авёнтах, Тёрать хёйён амёшпе Чун савнине Н арспине, Шырать ч и р л ё ку9ёпе М ихетерпе карч ёкки, П ехиллерё9 ^^&й хёрне М ёнпур тан тёш а йёртсе, Т ёкрё9 âimâ ку99ёльне.
67 Narspi Савнё хёрне сём ах та К алам арё9 намёсш ён С етнерпеле вёрмана, Намёс ту са тарнёш ён П ехиллесен мён тусан, К айрё туйё хускалса Сетнер 9ине п ё х р ё те, Нарспи кай рё м акёрса Туй кайсассён тах9анччен, Я нтёрарё сём вёрм ан Ялйыш утрё килнелле, Туйё ку9ран 9ухалсан А мёш ёпе С етнер те, Килне у тр ё 9 хуйх ёрса Чун савнинчен ём ёрех, Ячё9 ёна уйёрса: п у р ён ё 9, п у р ён ё 9! Вилме анчах юлчё 9ав п у р ён ё 9, Нарспи те, и ч ё юта кай рё 9ав У нсёр п у 9не мён тёвас, А рёскалсёр п у 9ёмпа? À9Ta кайса кёрес-ха, Хамён усал хуйхём па?» Нарспи кай рё ют яла Сетнер утрё хёй килне Икё чун та савн ё чун ён ей м ерё9 тёшманне И кё савни тарнине, Х уплайм арё сём вёрм ан Сарё хёре Нарспие, И лчё-и лчех Т ёхтам ан Т ёрса юлчё кёлёхах, Сетнер 9автер чун савни.
68 66 Emine Yılmaz Тура çbiphh axàpax Ç aп л a-тâp çab самани Ялта нум ай ун 9инчен, У рлё-пирлё кала9рё Темтер ёсл ё çbihcem те, Кутне-nyçHe тупмарё Нарспи кайрё ют 9ёре С етнер юлчё кёл ёхах Ашшё 9и рё хёй хёрнех Тёван 9и р ё тёванах. Хушёлкара Хуш ёлкара туй иккен Туйё ытла шеп иккен Шур с у х а л л ё Тёхтаман, Туйне тёвать, тет, иккен Чипер качч ё Тёхтам ан, Силпи хёрне 9аклатнё ÇaBTep аван мёшёра, Ур ём- 9УР ём туй лартнё Туй тёва99ё ташласа, Ç aм pёк пуса-каччисем Туй ю ррисем юрласа, Ы вёна99ё 9ёварсем Ёнер Силпи ялёнчен, Туйё килчё тавр ёнса Паян кёру х ё р туйне, Кётет хёру туй туса Паян хёр туйё килсен, Kaçna хёве хупм алла Ы ран ирех тём алла Хёртен арём тум алла А слё я л та Хушёлка, Икё тё в ан хушшинче Туйне ту с а Тёхтам ан, Л арать сётел хушшинче.
69 Narspi Т ёрлё апат айёнче, ÇâKa сётел авён ать ^сёр кёру п у 9ёнче, Тёнче вёр -вёр 9аврёнать Тулта хёвел 9утатать К ёнтёрлана сулёнать Кёру пу9ё ^сёрпе, А ял ал л а усён ать ÇeçeHXHpTe путене, В ёхёт-в ё х ё т вёл ю рлать Туй килм ест-и -ха тесе, Текех кёру й ётетет К ёру 9ИНЧИ ш урё кёпен, Арки вёр -вёр тёватъ-9к е Туя кётсе, ватё пу9ён, Чунё вёр -вёр тёв ать-9ке Шёнк ёр-ш ёнк ёр шёнк ёрав, Ш ёнкёртатать 9улпала Хёр туй килет 9ём ёрсе, Урам тёр ё х ялпала Вунё арём хушпупа, Сёран куме 9ийёнче Хёрёх ви 9ё урапа, Сёран куме хьф ёнче и ч ё 9ёрте урам ра, Чарёнч ё9 туй 9ы ннисем Хирё9 т у х р ё 9 сёрапа, Хушёлкари тант ёш сем Ю рла99ё те кёре99ё, Ы р ё кёр^/хап хинчен Ё9е99ё те 9и е 99ё, ÜHçe 9улсем хьф ёнчен К ён тёрла та 9итм ен-ха Kaç4eH в ёх ёт нум ай-ха.
70 68 Emine Yılmaz Kaç пуличчен туй тума, Пире вахёт нумай-ха Шыв-шур п у 9ё пу9ласан, Т ёттём чченех сикрё9 те, Тахтам анпа Нарспие, Хёве хупрё 9 кёлете А слё ÇbiHceM у 9ёпах, П итёрчё9 туй кёлетне Й ёл-йёл кула-кула çeç, Кёрсе кайр ё9 п ^ р тн елле А кё каччё, пёр каччё, Кёлет тавра я в ё н а ть Те итлем е, те пёхма, Пушё вырён вёл шырать Т ёват-пилёк ача-пёча, Яв ёна 99ё çan ё н тах Ай, н ам ёссёр ача-пёча! Мён кирлиех пур унта? ИЗО. А нчах акё и тл е 99ё И лтёнет те пулм алла Ав усалсем лёп лан ч ё 9; «Хёр кал а 9атъ, ан шавла!» Шалта Нарспи темёскер, Тёттамана каларё Анчах хуллен сёмахне, Пёртте илтсе пулм арё «Асту, Нарспи, йёвену, Ман ал ёра малашне! Т ерё хы тах Т ёхтам ан, Ч арайм асёр 9и ллине Т уйна ан чах ёсатам, У нта мана п ёл ён -ÇKe Мён пуласне пёлме 9ук Ху курасн е курён- ÇKe!
71 Narspi У р ёх нимён илтёнм ест Пёр сём ах та ч ён м ер ё И тлекенсем, кётсен те, Пёр сём ах та и лтм ерё А чи-пёчи çab ёнтах, Ашшё килне ч у п а 99ё Илтни 9инчен çab хутрах, Ялта сёмах сар а 99ё И лтен-тёран cap качч ёи Вёрманалла уттарч ё Х ёлха и л тн ё сёмаха, Хёй ёш ёнче пытарчё Ун 9и л ё л л ё ку9ёнчен, Й ё л тёр -я л тёр вут кайрё К ёрен-тухан ялти çbih, К ач ч ё 9ине п ёхм арё. / Юман ан ч ах вёрм анта, Хёй куршине систерчё: ÇaB вёрм ан а кёнё çbih, Пирён тёван С етнерчче П уртре сётел 9ийёнче, Пётё пёсне кёларать ё н ё кёру Тёхтаман, Хёнасене ёсатать Ы р ё кёр^) Тёхтаман, Туй пёттипе сёйласа, Туй халёхне n y ç таять Ç ariлa сём ах каласа; «Ан ^пкелёр, хётасем Сёйём питех нумай мар Ё9ё р - 9ийёр, тёвансем Ёмёр пёрле п у р ё н а р» Виле ^сёр хётасем, Ур ём- 9УР ём кёрле99ё.
72 70 Emine Yılmaz Биле у сёр пулсан та, Мён каласне пёле99ё: К ёру9ём Тёхтаман, Сана упкев çyk пиртен Пирён хёре хытё пёх Тату п улёр виличчен» Карташ ён че лашасем, Т ёра99ё - ÇKe ташласа Тухса кайрё9 хётасем, Ыр ё юр ё юрласа : «Атьёр каяр 9улпала Курка тулли пылпала...» У раписем хьф ёнчен, Тусан кайрё 9улпала Ав шёнк ёрав ян ёр ать С илпиелле чуптарать Лаши чупать n y ç ухса У сёр xyçh хёвалать Туй п ётрё те, туй каять Такёр 9улпа чуптарать П ёрер ватти тёл пулсан, Тавси, тавси! кёшк ёрать Каян туйён сассине, Нарспи юлчё итлесе TaçTa TaçTa HHçeTpe, Тусан кайрё 9ёкленсе. Çhmök И ртсен И ртрё 9имёк, и ртрё туй И ртрё туйри савён ё К айрё пёр пек тёсёлса, К унран-кунах п у р ён ё Хирте ака ай ён че, ёрём лёп-лёп касёлать Усал хуйх ё-суй хёран, Нарспи чунё касёлать.
73 Narspi Хирте çaba ай ён че, Курёк вёш-ваш йёванать У сал хуйх ё-суй хёран Нарспи п у 9ё усёнать К уллен-кунах тёнчене, Хёвел х ё р тн ё 9ём х ё р т е т Х уйхё-суйхё кунран-кун, Нарспи чёрине 9иет К уллен-кунах саламат, А нать-ё9ке патаран Хытё ты тать пулм алла, Хёй арём не Тёхтаман Чипер ача Сентти пур Чупса çypet урамра К ёвентине утлан са, Ача вы лять лаш алла А слё урам тёршшёпе, Чикс ёр тусан к ёл ар ать Х ура чикан пек хура, Kaçna килне таврёнать Чипер ача Сенти пур Чупса килет лашипе Хёйён пёчёк чёлхипе, П ак ёл татать инкёшпе Çёнё çbih та Нарспи кин, П ёрмаях вёл хуйх ёрать П ёяхёш ин ачине, С енттие çeç ю ратать Ç ёнё çmh та Нарспи кин, П ёрмаях вёл хуйх ёрать Сенттипе çeç кала9са, Хёй хуйхине пусарать Ç ab Tep ы р ё ачана, Т урё чунне панё çae.
74 72 Emine Yılmaz К улса сиксе вы ляма, Кайёк чунё ян й çab Ç и чё 9улхи ачара, Чёваш чунё ларать çab Пёчёк к у 9ё йёрсен те, Йёваш ту ти кулать çab Чипер а ч а Сентти пур Инкёш патне ёнтёлать Хёйён пёчёк чёлхипе, Инкёшне вёл й ёпатать «Ан йёр, инкем, ан йёрсем Т утёрупа шёл KyçHa Ан хуйхёрсам, инке9ём Х ёваласам хуй х ёна» Ы р ё кёру Тёхтам ан, Туй кёлетне астёвать К уллен-кунах ар ёмне, С алам атп а кастарать М ёскён ар ём ё тусет, А сапсене чёнм есёр У хм ах упёш ка хёнет, Мён пуласне пёлм есёр Пёрре пёр ÇbiH килчё те, Тёхтам анпа кал а 9рё Нарспи п уртре 9ук чухне, Пёшёл-пёшёл кала9рё Нарспи кёчё сёрапа, Леш хёнана ё9терет Хёна тухса кайсанах, С аламачё вёрентет: «Эсё апла хёр иккен, Эсё ап л а С етнерпе, Т ар н ё-м ён -х а вёрмана, Туйна тунё 9ёртенех!»
75 Narspi Хёнет, хёнет Тёхтаман, Т ёрлё асап кётартать Ялти çbihceh хушшинче, Текех сёмах сарёлать Ç aпли-кaпли 9а в ё çae: Ун пек нумай тёнчере Чылай усал ё9 пулать, В ёрттён 9ёрте тёттём ре А тте-анне хёй хёрне, Ю ратса çeç устерет Хёртен арём пулсассён, Ват уп ёшка кулешет Т упрё пуян упёшка, А тте-анне хёй хёрне Анчах унта мён усси Ю ратмасан пёр-пёрне? Тату, ы рё, килёшсе, Иккёш пёрле пурёнсан, Ç ёp х ут ы тла телей лё, Ю рлё ÇbiH та пуянран Хёне, хёне, Тёхтаман, Чунне кёлар унённе! А саплантар, Тёхтаман, Хурсам йытё вырённе! Хёне, хёне, Т ёхтам ан, Санран, 9ам рёк ан култёр! А саплантар, Тёхтаман, Нарспи часрах ватёлтёр! Анчах кайран хёвёнах, ^кёнмелле ан п ултёр Хёне, хёне, Тёхтаман, Санран 9ам рёк ан култёр! Иртсе кайрё bhç эрне, Çимёк эрни хьфёнчен.
76 74 Emine Yılmaz Ват уп ашка хёснине, Нарспи ту е р ё çab анччен А нчах теп ёр эрнинче, Пёрре у яр ы рё Kaç (Чим-ха, к ён а калама, В ёхётсёрах юрамасть). Нарспи Ёфё Хёвел тухать, улёхать, Çyne тусем тёррине Хёй 9уттипе ёшётать, TaçTH-TaçTH 9ё р сен е ÇaK 9уллахи ы р ё кун, Х уш ёлкана та савать Пур тёнчери чёрё чун, Ташлать, сикет, савёнать Ячё9 ю рё юрласа, Сём вёрм анти кайёксем Акёшсем пек я р ёнса, А нчё9 шыва cap хёрсем А нчах акё шурё пурт, Пёр сасё та илтёнм ест Ш урё п уртре 9ёнё çmh, Л арать, nyçhe 9ёклемест И рех хырём тёрантса, К айрё хире Тёхтаман nyçhe чиксе хуйх ёрса, Л арать ар ём ё паян: «Арём п ултём ирёксёр, А тте-ан н е хуш нипе А нчах хёрёр, м ёскён ёр, Ы р ё курм асть каччипе Х ёрхенм есёр хёрёре, Ç и чё ютён аллине, Ç и чё юта, ют 9ёре, Парса я т ё р м ёскёне.
77 Narspi Халё хёрёр, м ёскёнёр, Асап курса п у р ён ать А на ватё упёшки, Йытё вы рённе хурать М ёншён мана савнинчен, Çanлах ятёр уйёрса? М ёншён кунта киличчен, Çимepём-ш и хам nyça? М ёншён х аяр тёшманпа, Ман пёр 9у р тр а пурёнас? Пётес мар-ши п у 9ёмпа? Епле туссе пурёнас?! «Качча пачё9 и р ёксёр П улм арё-çke ы рлёха А тте-анне ёссёрри, Ы рлёха мар, х у р л ёх а Качча пачё9 и р ё к с ё р Савёнё9 çyk ку тёнчен А тте-анне ёссёртан, Савни юлчё п ёр-п ёч чен Качча п ачё9 и р ё к с ё р Ят ём 9ёрч ё TaxçaHax А тте-анне ёссёртан, П улчё асап ём анчах Качча пачё9 и р ё к с ё р М анён п у р ён ё 9 х ён -хур А тте-анне ёссёртан, Капла п у р ён са мён пур? Качча пачё9 и р ё к с ё р П улм арё-çke ы рлёха А тте-анне ёссёрри, Ы рлёха мар, х у р л ёх а А нчах м анён савни п у р Ç ёлaйм ё-ш им вёл м ана?
78 76 Emine Yılmaz Ун ён вёйл ё аллисем, П ётерм ё9-шим тёш мана? ÇyK, п у 9ёма 9ийиччен, Тёш манёма пётерем А сапланса тусиччен, Тёхтамана... вёлерем А нчах вёйём 9итё-ши?! Епле кунтан 9ёлёнас? Эй п у л ёх 9ём пулёш сам! Чунём 9унать, мён тёвас? Пётсен пётем, пёт тёш м ан П урёнё9ём ырах мар Н аркёмёш ём, эс паян, Х ёвёнё9не туса пар!» Ç aплa паян пуртёнче, Нарспи, мёскён, хурланать Чунё вёркет, п у 9ёнче, У сал шухёш хускал ать Вут пек хёвел выляса, Çyл тупене хёпарать Х уллен-хуллен яр ён са, К ёнтёрлана сулёнать Тулта тёнче хёпёртет Тулта тёнч е я л т ё р а т ь Нарспи п у р тён ч е йёрет У нён чёри 9у р ёлать Сентти килет сиктерсе Кёвентине утланса Инкёш патн е 9ём ёр се, Кёрсе кайр ё ах ёрса ÇanaTb п атт ё р лашипе, Хёй аллинчи хуллипе А нсёртраиах инкёшне, Tanca илет урипе.
79 Narspi T l А нчах вёл та выляма, А птёрарё инкёшпе А птёраса урама, Тухса кайрё лашине Вёрет, су рать сар ё кин, Хёй яшкине п ётратса Хуран айё 9ёлен пек, ÇynaTb вучё явёнса «Çитмёл тинёс леш енчен, Килет карчёк Шапатан Вёр, сур, карч ёк яш кана П ёттёр усал Тёхтаман! У тм ёл тинёс уттинче, Л арать, сикет, йёс пукан Сикех, сикех, йёс пукан П ёттёр усал Тёхтаман! В ётёр та пёр ту 9инче, Йёс х уран ра пи9, яшка ÇaB яшкара пи9, 9ёлен Пи9 там ёкра, упёшка!» Вёрет, сурать сар ё кин, Хёй яшкине п ётратса Вилём ЯШКИ в ё р е т-9ке, Ç ёлeн пекех чаш ласа Ка9 пулсассён упёшки, К илчё хиртен 9аврёнса Сётел 9ийёнче ЯШКИ, Л арать пёсне кёларса Кашёк и лчё Тёхтаман, Л арчё сётел хушшине «Яшка т у т л ё - 9ке паян», Тесе м ухтать яшкине Усал к у 9па 9ав ёрса, К ётартать вёл чём ёрне:
80 78 Emine Yılmaz «Яшка тухла, çh ларса!» Кашкёрать вал а р амне ÇHft n-çke-xa кайран та Пит 9иессём ех килм ест Ах, Н арспийё 9авён та, Т ухса каять, тусей м ест Тулта ларать ку 99ульне, Т ёпра 9ине юхтарса П уртри 9иет яшкине, У рлё-п и рлё тайёлса Ç nex, 9иех, Т ёхтам ан, Парк ёмёшл ё яш кана Ё н тё эсё малашне, Упёшка мар арём на Пётрён ён тё, Тёхтаман, Ç y т ё тёнче санён мар! «Нарспи, часрах кёр пурте! А йхё килет, вырён cap! Ака турём, ётлентём Ашём 9унать çabxepex Яшка хы 99ён шыв ё9рём Т уйёнчё эрех пекех» Н арспи кёч ё итлесе, Ç ёpтe л арать упёшки Пётём ёш не-чиккине, Çy рать х ё в а тл ё ЯШКИ А р ё м с а р ч ё вырённе, Упёшкине вы рттарчё Ç ёклe-çёклe 9апрё те, Чунё утне хёварчё Пётрё пёр чун тёнчере Ё9ёсемшён х уплан чё П ётрё чёваш ём ёрё У нён чёри лёпланчё.
81 Narspi П уртри сётел-пукансем, Х ёр ата99ё ар ём не Пайтах п ё х р ё 9 шеллесе, Ху9ин сивё виллине А нчах 9ёр л е п у л ч ё те, Сём х упларё пурт ёшне Хёйён вёрём аллипе, Х ёратать вёл Нарспие П ётрё чёваш ём ёрё Вырён 9инчен тёрас 9ук Вьфё в ы л ьёх -ч ёр л ёх н е, Т ёрса апат парас 9ук Вы9ё ака лаш исем, Кё9ене99ё картара А нчах эсир, тёлёхсем, Курасс ёр 9ук ху çapa! Ял вё9ён че сём вёрман, Ч аш ёлтатать 9у л 9ипе Хушка 9ё л т ё р вы лятать, Ç yл Tiy-nepe 9уттипе Х уш ёлкари чёваш сем, Ç ы вёpaççё харлатса А нкартинчи тёмана, А нчах вё9ет ухлатса Уй ёх кукри яр ёнса, Т ухрё вёрм ан хьф ёнчен Шёпп ён-ш ёпп ён çeç утса, Т ухрё Нарспи п ^ р тён ч ен К айрё м ёлке пек шуса, А нкартисем хьф нелле Ялтан ту х р ё, ыткёнса, Ч упрё вёрм ан ёш нелле Курас тесе ён тёлса, У йёх ч у п р ё тах9анччен.
82 80 Emine Yılmaz Варман анчах шавласа, Юлчё Нарспи хьфёнчен Нарспи пы рать вёрм анпа, Темшён ытла ытканса Шёпп ён тёрать сём вёрман, Нарспи чунне хёратса А рмак-чармак йывё9сем, Пу9ёсем п е сулла99ё Н арспи иртсе пы нё чух, С улне пулсе тёра99ё Ват йы вё9сем хушшинче, А р9урисем вы л я 99ё Нарспи иртсе пынё чух, Аллисене тёса99ё С асартёках 9ИЛ тухса, А срё-кайрё сём вёрман Й ёри-тавра ах ёрать; «Тыт ар ёмна, Тёхтаман Тыт ар ёмна, упёш ка Тарать усал арём у!» В ётёр та пёр шуйттан пек, В ёрм ан улать: у-у-у! И рех тёр са тумланса, Сентти ту х р ё выляма К ёвентине утлан са, Ч упрё инкёшне курма А нчах инкёш курёнм асть Пиччёш халь те çbibёрать Т ёратса та вёранм асть Сентти шёпах аптёрать Пёр ÇbiH килсе кёчё те, Хытса кайр ё вы рён тах Пёхса тёч ё-тёч ё те, Тухса кайр ё çae ё н тах.
83 Narspi П ёртак тёр сан, вёл кайсан, Т улчё пурте тулли çbih: Епле вилнё Т ёхтам ан? ÂçTa кайн ё Нарспи кин? ÇyK, мён ч у х л ё ыйтсан та, Сире виле калас 9ук Н арспи 9^/рет вёрм анта, Эсир ёна тупас 9ук. Силпире А слё Силпи ялён ч е, Хуллен шёвать п у р ён ё Иртсе кайрё9 9им ёкри, Ы р ёл ёх п а савён ё Чёваш кёпи улача, Хир варринче кён-кёвак Ё9чен чёваш вёкёр пек, Ю рла-ю рлаё9 тёвать Тёрать ш урём пу9ёпе, И рех хире вёл ту х а т ь Кёш т-кёш т апат тёвать те, Ç y т ё 9ава вёл йётать Уч^/к хы 99ён чёвашсем, Айкашрё9ё хирсенче Валем, купа, капансем, Л ар ч ё 9 у л ё х варринче Ç ивчё 9ава ваш латрё ÇyAMaH 9аран 9ийёнче Пу9л ё ыраш сарал ч ё, Çe9eHxnpceH хушшинче Сёмах нумай ял 9инче ÇeM9e ч ёл х е вё9ёнче Т ёрёсси те п у р -тёр 9ав, Ялти сём ах хуш ш инче.
84 82 Emine Yılmaz С илпире те этемсем, Нарспи, Т ёхтам ан, Teççe Вёсем Taxçan Т ёхтам ан, Х аяррине пёле99ё М и хетертен шикленсе, В ёрттён 9ёрте сёмахсем Пу9не чиксе шеллесе, А птёра99ё чёвашсем Сетнер ача, 9ы нсенчен, ÇaB сём аха илтсенех, Амёшёнчен уйрёлса, Кайрё та9та пёчченех ÇbiHceM хи рте ё9лесе, Ка9па килне киле99ё Ка9хи апат ту н ё чух, Нарспи, Сетнер, ти е99ё Сетнер утрё пёр-пёччен, Кёрсе кайрё вёрмана Нарспи асап н е илтсе, Вилём сунать тёшмана «Тёттём пулё, к а 9 пулё, Тёшман патне 9ити ччен Тёшман чёри лёпланё, Хёвел кусса тухиччен Хёвел тухё, 9утатё, Этем тё р ё ёйх ёран Тёшман анчах вёранм ё Айхи ытла йы вёртан Хёвел тухё, 9утатё, Эпё пулёп вёрм анта Тёшман, вы ртён, хускалм ён Нарспи пулми 9уртёнта» А нчах Нарспи унсёрах, Кё9ёр т у х р ё килёнчен.
85 Narspi Xàex тарч ё таш м анран, Савни пырса 9итиччен. Вёрманта Ш авлать, кашлать сём вёрман, Вё9ё -х ё р р и курёнм асть Кутс ёр-пу 9сёр 9ил тухсан, Ч арёнассён туйёнм асть Ш авлать, каш лать, сём вёрм ан, Т ам ёкрё пек ах ёрать Те ар 9ури, те шуйттан, ÇaB териех аш кёнать Т а п х ё р -т а п х ёр 9ИЛ килет, П ёл тёр -п алтёр 9авёрса Тёттём вёрм ан j/хёрет, Ç ёpe 9итех авёнса Хура пёлёт пёрм аях, Шёвать вёрм ан тёрринче Ярать 9и9ём 9ёр 9урсах, Хура пёлёт хушшинче А9а 9апать, ш артл атать Пётём тёнче кисренет ÇyM ёр 9ырма пек юхать Л упаш касенче кёр л ет Сём-сём вёрм ан, сём вёрм ан М ёншён хы тё ш авлатён? М ёнш ён шёй-шай ш ёхёрса, М ёскён чуна хёрататён? В ёрман тата хы тёрах, Ш авлать, й ёрет, ах ёр ать Т урё 9ы рлах, ан пёрах! А хёрсам ан хускалать! Ах, 9ы л ё х л ё п у 9ёма, À9Ta чиксе хурам-ш и? Ах, 9ы л ё х л ё чунёма, Епле ты тса чарам-ш и?
86 84 Emine Yılmaz Епле Сетнер м ёскён -ÇKe, У рнё варм ан ашёнче Апле 9ирёп йывё9сем, Ю рла99ё nyç тёрринче Вёрман хёсёк 9ул ёпе, Аш 9уннине пусарса Вёрман шавне хуплас пек, Пырать сетнер юрласа : «Сём-сём вёрман, сём вёрм ан Мёншён хы тё ш авлатён? М ёнш ён шёй-шай ш ёхёрса, М ёскён ч уна хёрататён? Ах, ман хуйхём, итле-ха: М ёншён мана 9унтаратён Мёнш ён мана тёл ёха, С авёнё9а м антаратён? Ç ypaлтём -м ён аннерен, Х ён-хур, асап курм а çeç ÇaB асапран, хёнлёхрен, ÇaMpÜK п у 9ём пётни çeç Ç aм pёк п у 9ём пётм ёччё, М улём 9укки пётерчё Вёл та пулин ю рёччё, ÇbiH ухм аххи п ётерчё ÇbiH ухм аххи ю рёччё, Усал тёшман тупён чё У сал тёшман пётёччё, Турё 9ырни курёнчё» Сетнер юрлать юррине В ёйлё тёвёл тапранса, Сетнер юррине илсе, Вё9ет й ёрсе, ах ёр са ÇaB х у й х ё л л ё сасёсем, Чуна çypca й ёр е 99ё.
87 Narspi В ёйлё тёвёл п а пёрле, TaçTa ÇHxex 9ите99ё Хура вёрм ан ёшёнче, Х уллен-хуллен п ёте99ё ÇaB ю рёри ку99ульсем, Пёр чун патне 9и те99ё TaçTaH-TaçTaH аякр ан, Тепёри хирё9 м акёрать Усал асап -х у й х ёр ан, У нта тепёр чун 9унать Такам ю ррин сассисем, К ёрет Сетнер хёлхине В ёйлё тёвёл п а пёрле, Ю рлать Сетнер юррине «Хура вёрм ан, сём вёрман, М ёншён хы тё ш авлатён? Савни пекех ю рласа, В илнё чуна вёрататён? Тёттём вёрм ан, сём вёрман, Ан у л т а л а т ё л ё х а Савни пекех ю рласа, Ан хёварсам хурл ё х а А слё вёрм ан, сём вёрман, М ана чённе кала-ха! М ёскён чуна шеллесе, Чун савнине кётарт-ха А нчах утать кунталла, Ман паталла хёрарём : Ы рё турё, 9ырлахсам! Нарспи, Нарспи, эсё-им?...» Икё савни пёрлеш сен, Пу9не тай р ё ват юман Пёр-ик тап х ё р 9ИЛ вёрсен, Шёп л ёп лан ч ё сём вёрм ан.
88 86 Emine Yılmaz Хура пёлёт саланса, Пётрё вёрман хьф ёнчe Хёвел п ёх ать ш ёратса, Кайёк ю рлать йёвинче Курёк ÇHH4H сывлёма, Хёвел п арать ёшшине Икё чуна савёшма, Хёвел парать 9уттине Я лтёртатать ы р ё кун У сал кунён мён ё9 пур? С авёнса утать икё чун Ç ичё ютён мён ё9 пур? А нчах вёрм ан ёшёнче, Хура кайёк чёйлатать: Ай Тёхтаман, Тёхтаман, Нарспи чунне вёл шырать! Атте-Анне Сетнер пёчёк п уртён ч е, Вёсем иккёш л а р а 99ё Л у тр а сётел хушшинче, Ка9хи апат тёва99ё Сетнер ватё амёшё, Т урёх т у п р ё курш ёрен Ç ёкёp-тёвap кёларса, Хучё сётел ёш ёнчен А п атл ан са икё чун, Хёру сёмах кала9ать В атё карч ёк ам ёшё, Шёпп ён итлесе л а р а т ь А сёна99ё ёлёкхи, Ы рё лёпкё пурёнё9не, Ка9хи вёйё-уллаха, Ç им ёкчeнxи кунсене.
89 Narspi С асартёках илтёнчё, Ура сасси п ёл тёр тан М ихетерпе карч ёкё, К илчё9 кёчё9 алёкран Карчёк Пирён Нарспи ку пуртре, ÇyK-ШИ тесе килтёмёр Ялти ы р ё 9ынсенчен, Кунта тесе и лтрём ёр М ихетер хёр, х ё-ёр...х ёр -и эс! Нарспи, м ёскер хётлантён? Епле, 9ынсен ум ён ч е, ÇaK нам ёса кётартрён? М ён 9итм ерё-ш и сана, М ён 9итм ерё тёнчере? М ёншён, хёрём, мён пуртан, Ю рататён С етнере? Пуян хёрё п у 9упа, М ёншён 9ап л а хётлантён? Ёмёр курм ан намёса, Ват п у 9ём па кётартрён? Карчёк М ён 9итмен-ш и ухм аха, У пёш кине вёл ерм е ÇaK С етнерпе вёрм анта, Л ап ёш татса 95^реме? М ихетер Т урра шёкёр, халиччен, Усал сём ах илтм енччё ÇaK таран а 9итиччен, Киремет те тивм енччё.
90 88 Emine Yılmaz Манан килём -çyprâm a, Ы р ё пирёшти пёхатчё Ырё пирёшти пёхнипе, Ялта ягём кайманччё Пулёх, хёр п ан, çyt тёнче, М ана савса т ё р а тч ё Кёвак-хуппи, 9ут-хёвел, Мана туп ёш п аратч ё ÇaK тарана 9итрём те, Ватё пу9ём у сён ч ё Эсё 9ап л а пулнипе, Ы рё кунём пёсёлчё К арчёк (М ихетере) В ёр9сам ён тё хы тёрах, П ёсёрлантар Сетнерне Ё9ре х ы тн ё аллипе, Ан хапс ёнт ёр 9ын хёрне! М ихетер Мён кё9ёнрен S/стертём Хёр кём ёлне татмар ём Савн ё хёрш ён п уянл ёх, К унён-9ёрён п у 9тартём Кёнт ёрла та, 9ёрле те, Канлё ы йхё курмарём Хёрёмш ёнех тёрёш са, Ку9ём сене хупм арём Епле качча парёп-ши, Тесе ялан ш утларём Хёр телейён тёрёшса, Пуян к а ч ч ё шырарём Качча патём, туй турём Паян а к ё мён 9итрё М анён ватё пу 9ёма, Паян а к ё мён 9ирё!
91 Narspi Карч ёк Ш еллемест ён а н н о н е Ах, 9ёр 9ётм ан ё пу 9на! Камён хёрё пултён-ш и, Кам устерчё-ш и сана? М ихетер Мён кё9ёнрен j/стертём, Питне п ёхса савёнма ÇaK таран а 9итрё те, Хёрём 9и р ё п у 9ёма А9у-анну и рёкё, П улчё 9ёрё вы рённе Пёр Сетнершён тёктартён, А9у-анн^)н шур 9У9не П улёш марё пуянл ёх П улёш м арё сём ах та Пуян к а ч ч ё 9ум ёнче, Апла п у л м ё ухм ах та Н арспи А тте9ём, 9ам рёк чух, М ёншён пат ёр хёрёре? Пуянл ёх р а анчах мар, Ы р курасси 9ы ннинче Ам ёшё У сал, ытлашши, Ан кар ён тё 9ёварнё Аннун ёшне 9унтаратён Т урёран килесш ё п у 9на! М ихетер ÇaK нам ёса к ётартрён Ялти 9ынсем мён калё9? Хёрне ан ман, ват су п н ё! А9у 9ине к ё тар т ё 9.
92 90 Emine Yılmaz А нчах ялти çâeapcem, Кирек мён те кала9чар, Яту 9ё р н ё пулсан та, Ç anax эсё манён хёр Атя, хёрём, таврёнар, Ш ётёк-шатёк ку пуртрен Тепрер качч ё тупёпёр, Яту 9ёрсех кайиччен Атя, Нарспи, ан хуйхёр Санён а9у пур вёт-ха Яту пётн ё пулсан та, А9ун м у л ё пур вёт-х а К арчёк Атя, йытё, хёвёртрах Пёртте мана пёхмастён С етнер, йы тё, кё99е пит, Пуян хёрне ан хапсён! Нарспи А тте9ём, атте9ём, М ёншён м ана 9иетён? Намёс куне х ёр ёр е, Хёвён патна чёнетён? К арчёк Ав тата мён кал а 9ать! Савнё хёрне итле-ха! М ихетер Ç итё, карч ёк, вулашма Хёр сём ахне и тлер-ха! Н арспи А рём п у л н ё п у 9ёмпа, Киле пы рса тёрёп-и?
93 Narspi Савман кач ч а кай сассён, Татах асап чётёп-и? ÇyK, 9ук, атте, ан чён те Халь тин киле пы райм ёп Ç aплa пулса пётсен тин, К ач ч ё кётсе ларайм ёп Эсир мана J/стертёр Ача чухне ю ратрёр А нчах уссе 9и трём те, Хёрёр чунне курм арёр Эпё сире кёлтурём Эпё сире йёлёнтём Вё9не 9ите п у 9ласан, Й ёваланса м акёртём А нчах эсир х ёр ёр е, S^cTepecce устертёр, Yстерт ёр те ук 9аш ён, Сутса ярса п ётертёр Ача чухне хёрёре, Ю рататпёр, теттёр ч ч ё С авнё хёрёр мён ы й тн ё Ана пурте х атёр ч ч ё У ссе 9итрём, аттене, Пёр 9у л кёт-ха, терём те, Атте вёр9са п ётерчё Анне 9У9рен сётёрчё Мёнш ён м анён кёмёла, ÇaB юлашки кём ёла, Тумарён-ш и, а тте9ём? Халь п у л м ёттём каплалла М ёншён 9ап л а ху хёрне, Парса я тён каш кёра? Саншён 9ав пур ы рёлёх, М ёнпурё те ук9ара...
94 92 Emine Yılmaz Эпё асап курниш ён, Ху ай апла, эпё мар С етнер кёр^) пулм асан, Эпё сирён хёр ёр мар Эй атте9ём, анне9ём, С етнерпеле п ехиллёр ÇaBâH чухне тин вара, Ёмёр пёрле пулёпар К арчёк Ав-ав хёру мён калать Сетнер, шуйттан, и л ёр тн ё М ихетер, каяр-ха Хёру 9ине сур ёнтё! М ихетер Ы-ых, Сетнер, астёвён: М анён хёрё эс 9ирён! Эсё, 9автер усал хёр, Хура ns/ртрех тип, эппин! А9у килне, чим -халё, Хёвах чупса пы рён-ха А9у м ёнле ыррине, ÇaB ён чухне курён-ха! А тя, ватё карч ёкём, К аяр ён тё килелле Ё нтё сёмах п ётрё пулё, Паян пирён хёрпеле! Карчёк Пётёр, типёр 9акёнта, Типёр хёрёк турат пек! Ш ёммёр-ш аккёр 9ёриччен, А сапланёр йы тё пек!
95 Narspi Тухса кай р 9 ылханса, Ашшё-амёш хёй хёрне Урам тёр ё х карч ёкё, Ç an T ap at b х ёй сём ахне Н амёсланса, хёрелсе, Х ёвел анчё, пы танчё Сетнер амёш, ахл атса, Сётел 9ине п у 9тар ч ё. Т ёватё Виле Йывёр ё9сем хьф ёнчен, Л й хё тем рен те п а х а Силпи ялин 9ыннисем, Кайр ё9 тутл ё ый ё х а Çывёp)a99ё этем сем Хура вёрман тёк тёрать Т ёрсан -тёрсан, чашласа, Çил вёрнипе вёранать Килсе т у х р ё 9 вёрмантан, А кё икё урапа Шёпп ён шурё9 ялалла, П арён-парён лаш апа А кё сасё илтёнет, Чуна 9урса ян ярать Авё cacca илтнё те, Пёр 9ЫН урам па чупать Ш ёлтёр-ш алтёр ташласа, У рапасем кустар ч ё Вёрман ёшне кустарса, Кёрсе к ай р ё 9, 9у х а л ч ё Ш ёри-ш ари 9ын ш авлать Урам т ёр ёх чупкалать М ихетере 9ар атн ё! Тесе пёри кёшк ёрать П урте ту р и касалла, Хашка-хашка ч у п а 99ё.
96 94 Emine Yılmaz Мён п у л н ё та мён п у л н ё? П ёр-пёринчен bifttaççö М ихетере 9аратнё, Пёр яп ал а хёварм ан! Çёp 9ё т м а н ё вёрёсем, Т урёран та хёрам ан М ихетерпе карч ёкне, Иккёшне те вёл ерн ё! Ç ичё тар9и -тёр 9ине, Эрех парса усёртн ё Сетнер чупса 9итнё-м ён, Илтсе карч ёк сассине В ёрё, ш уйттан, пурттипе, Пу9нех 9у р н ё у н ён н е! М ихетере вёлернё М улне-м ённе хёварм ан С ём сёр"-п у 9сёр вёррисем, Т урёран та хёраман! Пётнё мёскён Сетнер те, Усал вёр ё пурттинччен Ун пек усал ё9 курман, Силпи я л ё халиччен М ихетерён Нарспийё, Пёр к у 99уль те ю хтармасть Ашшён пушё килёнче, В ьф ёнтан та хускалм асть К ётёр-кётёр арман чулё, Чёре 9инче ав ё р а т ь Арман ч улё айёнче, М ёскён чёре 9урёл ать Ах, 9 урёлса кайрё те, Нарспи кайрё йёванса. 11 Metindeki С ём сёр... yazılışı bir dizgi yanlışı olmalıdır. Aşmarin de (c. 11: 305) bu dize kullanılmış ve С ём сёр... biçiminde yazılmış. Anlamca da böyle olm ası gerekiyor.
97 Narspi Тин ён ки л се кёчё те, Йёрсе яч ё кёшк ёрса: Эй атте9ём, анне9ём, М ёншён м ана 9у р атр ёр? Тёнче асапне курма, Кун 9утине кётартрёр Эй ту р ё 9ём -п у л ё х 9ём, Мёншён м ан а чун патён? М ёскён 9амрёк п у 9ёма, П ёртел ей те ям арён Эй чунём 9ём, 9ам рёк п у 9, Мёншён капла пултён-ш и? Пётём тён ч е хушшинче, Эсё п у л тён ытлашши» Й ёре-й ёре хуйх ёрса, Нарспи у тр ё х и р е л л е Ялтан ту х р ё, уттар ч ё, К ан тёр-варё еннелле Ялти 9ы нсем ш еллесе, Пёхса ю лчё9 хьф ёнчен Паян п у л н ё ё9 9инчен, П акёлтатрё9 тёттём ччен Тепёр кунне ирхине, Чёваш х и р е тухм арё Эрнекуна асёнса, Нимён ё9 те тум арё Ёлёкхи пек урама, Сарё хёрсем ту х м ар ё В ёйё ташшисем таш лама, К аччисем те х ё й м ар ё Тёрлё 9ё р те ватёсем, Ушкён-ушкён т ё р а 99ё М ихетерён кил-9уртне, Сутма канаш тё в а99ё.
98 96 Emine Yılmaz Нарспи r a ç ja кайн аран, Ячё9 ё н а шырама М ихетерпе карч ёкне, Пурте утрё9 пытарма Аслё м асар-хёям ат Ви9ё виле шётёкра Ч ипер ач а Сетнер те, Выртать юман тупёкра К ёнтёрлана пётём ял, Пё99исен е шарт 9апать Нарспи виллине ту пса, Нимён тум а аптёрать Ш ыракансем таврён ч ё9, Лаш исене 9унтарса К ан тёр-варта йёмраран, Вилнё, терё 9, 9акёнса Вара вилнё вырённех, Хучё9 ёна пы тарса Тёпри тавра шёшкёрен, ÇaTaH л а р тр ё 9 9авёрса Хёвел анчё, к а 9 пулчё, Чёваш 9ынни 9ыв ё р а ть Хёвел ту х р ё, 9уталчё, Чёваш ё 9е ты тён ать А нчах пирён Н арспиш ён, Ё м ёрлёхе ка9 п улчё Ёмёр тёттём тупёкра, Х уйхи-9уйхи татёл ч ё Ç aплa и ртрё п у р ён ё Пу9ё п ётрё 9ам рёклах Ашшё-амёш ухм ахран, Пётрё х у й х ё-суйхёп ах Курч ё 9ут ё тёнчене, П ^ л ёх-турё п^рнипе.
99 Narspi ^ с р ё, п у л ч ё capâ хёр, А тте-анне пахнипе П ^ л ёх-ту р р ан кёмёлё, А слё турё хёй хёрне А тте-ан н е ирёкё, Ç и pё сар ё хёр nyçne В ы ртрё хёсёк тупёка, Ячё юлчё ял 9инче Ун хурл ёхл ё юррисем, Ю лчё9 9ынсен асён ч е Халь те пулин Силпире, А сёна99ё м ёскёне Ялан, 9ум ёр 9умасан, Шыв сап а 99ё тёприне.
100 m».t V.' Ч -V 7.,vî4ir)î'-]lV V *''i.- <i ' ' '*i,îi,u * Й-+ ; ' u c v #, 4 % < r Ч ' L V ;.;: - t 't '- f >fi /V i f i.sî. î -?- *^мщщ4тм^ш İ li,1шф^фшш0тф *H M :M ywn^wml... 'î* ), > r' ' W \ 4 ; \ ' - Л. i - v. <: >'».»,''? ; <.f,* <(.'. «r = V Kİ-
101 NARSPİ Silpi Yalînçe 1. Puş uyîhin vîsînçe, 2. Hîvel pîhrî îşîtsa. 3. Silpi çîvaş yalînçe, 4. Yur irîlçî vaskasa. 5. Tusem, sîrtsem huphura, 6. Y urî kayşa pîtnîren. 7. T uhaf kurîk éìp-sìra, 8. Hîvel hıü hîrtnîren. 9. Sivî, hayar hîl irtet, 10. K ayat yîrse, hurlansa. 11. Sivî kuséulìpe yîret, 12. İrtnî kunşîn huyhîrsa. 13. Putîksempe, varsempe, 14. Sîmîrîlse şıv kîrlet. 15. Ançah, m înle yîrsen te, 16. Hîvel hîrtnîsem hîrtet. 17. Hîl kuésulì şavlasa, 18. Y uhsa kayrî éirmara. 19. Açi-pîçi vılyasa, 20. Çupsa siiret uramra. 21. Kilçî ırî éurkunne, 22. Kilçî, yaçî îşîtsa. 23. Hîvel savat tînçene, 24. Hîl lyhinçen vîratsa. 25. Tîttîm vîrm an çîrîlet. 26. Yeşîl tumtir tîhînat. 27. Seéenhir te yeşeret. 28. İlem îpe m uhtanat. 29. Tîrlî-tîrlî çeçeksen, 30. Irî şîrşi sarîlat.
102 100 Emine Yılmaz 31. Pur éìrte te kayîksen, 32. Layîh yum yanîrat. 33. Süite, pîlît ayînçe, 34. Tiri yurri iltînet. 35. Sem se kurîk Siyînçe, 36. Putek-surîh sikkelet. 37. Hîy kitîvî padnçe, 38. A ça şîhliçî kalat. 39. Hırîmî pit viénipe, 40. Silpi yalnelle p îh at. 41. Silpi y a lî puyan yal, 42. Larat vîrm an îşînçe. 43. Kantur pekeh surçîsem, 44. Vat yîm rasem ayînçe. 45. Yalî tavra ukîlça. 46. Sînî éatan ukîlça. 47. Kiv kapanlî ankarti. 48. T îrlî éim ìslì pahça. 49. A slî uram ürîşşîpe, 50. Hîm a vitnî surçîsem, 51. Uram ikî ayîkkipe, 52. Yem-yeşîleh saçîsem. 53. Süitsem tavra kilkarti, 54. Çul hüme pek savîm î. 55. Sarî hapha kilseren, 56. Ç întîrlenî tîrîllî. 57. Silpi y alî aslî yal, 58. Hula teyîn insetren. 59. A hîr, kunti çîvaşsen, 60. M ulî pur-tîr éav vîsen. 61. Sırma yuhat kîrlese, 62. A slî yalîn éumìpe. 63. Hîvel, tîrî tîrlese, 64. V ılyat unîn şıvîpe.
103 Narspi T m şıvîn Îşînçe, 66. Kîvak pîlît yavînat. 67. Vatî yîmra tayîlsa. 68. Tîsne pîhsa savînat. 69. A kî kîper siyînçe. 70. Starik larat vîltapa. 71. Y îpîrt-yapîrt pulline. 72. Ultalasşîn îmanpa. 73. Av açasem éiil yençe. 74. Şıvra işse siireééì. 75. Pulì titan vattine. 76. Hirîsterm e pîlessî. 77. Akî pîr sın kîperpe. 78. K assa pırat kırmana. 79. Sırma urlî kaérì te. 80. Kîrse kayrî vîrmana. 81. Sîtm ah pekeh tuyînat. 82. Silpi çîvaş yalînçe. 83. Vîhît irtni sisînmest. 84. Savînî^lî kunsençe. 85. Kayîk yurri, ёш sassi. 86. Y an-у an yarat tavrana. 87. Surkunnehi havas yurî, 88. Kilse kîret hîlhana. 89. Uram tîrîh Ninnisem, 90. Ulput pekeh utaésì. 91. Pürt hısînçe şavlasa. 92. Açi-pîçisem vilyaééì. 93. Nar pek hitre hîrîsem. 94. Akîşsem pek utas^î. 95. Ç înkîr-çankîr tenkisem. 96. Yîltîrtatsa piraééì. 97. Sìr öîmîrse kaççîsem. 98. T aşlat hapha um înçe.
104 102 Emine Yılmaz 99. Punm ésem, ah, avan, 100. A slî Silpi yalînçe! 101. Sakî sutî tînçere, 102. Vîyli su k ta etemren Şıvsem sinçe, sìr sinçe, 104. H usa pulsa vîl tîrat Ançah vîylî etem te, 106. Hîy tînçine pîhînat U ksapala ereheh, 108. Sınna îsran kîlarat A slî kalîm eminçe, 110. Mînle çîvaş îsmen-şi?! 111. T arîn nührep îşînçe, 112. M în çuhlî sîra pîtmen-şi?! 113. îsnî te sav, sinî te Yîrkipele siknî te U nsîr pusne yeplelle, 116. Tîvas tetîn prasnike? 117. Kun irtnîs'em uramra, 118. Ü sîr sinsem numayrah K as pulnîsem vîrmana, 120. Sasî kayat hıtîrah îse-îse kasalla, 122. Üsîr çîvaş ıvînat Surkunnehi pılçîk ta, 124. Kanma ё е т ё е tuyînat V ırtat çîvaş ulput pek, 126. Şuhîşlam ast îstine Pîtîm uram tîrîşşîpe, 128. K îşkîrat hîy yurrine; 129. «Numay ìéle, numay éi Hıtî tarla, hıü îs!» 131. Ereh tesen, ìé éinni N ihîşî te tirkemest.
105 Narspi «Vîhîçîpe îslîpîr Vîhîçîpe ìéìpìr Kilte îsm e pulmasan, 136. K ürşî patne kîrîpîr Kürşîn îsm e pulmasan, 138. Uyranne te îsîp îr U yranî te pulmasan, 140. T urî parassa kîtfpîr» 141. Kalîm irtet, yur pîtet, 142. Surhi suha ta sitet Çîvaş çasah urîlm ast, 144. M uhm îr irtse kayaym ast întf, üsîr çîvaşsem, 146. U rîr sine ürîr-ha! 147. Yem-yeşîleh ёш tusem, 148. Şıv ta çaknî ёптпага Ey, piççesem, tîrîr-ha U rlî-pirlî pîhîr-ha Aka риёпе türletes Urapuna tirpeyles Sivî şıvpa ёîvînsan, 154. Pitne-киёпе tîs kîtîr Avantarah apatlan, 156. Aka tuma vîy kîtîr Küles în tî laşana, 158. Tuhsa kayas akana Ey, Шп(ё1т, sıvlîh par, 160. A knî tırrîm a întar! Sari Hîr 161. Yeşîl kurîk huşşinçe, 162. Sap-sarî çeçek üset A slî Silpi yalînçe, 164. Narspi yatlî hîr üset.
106 104 Emine Yılmaz 165. Piçî-ku^î pit hühîm, 166. Hirti sarî çeçek pek İkî ku sî hup-hura, 168. İkî hura şîrsa pek Yavìnaésì hısalta Sivît v îsî kîtrisem Utsa-utsa pınî çuh, 172. Ş înkîrtatat tenkisem K usîsem pe pîhnî çuh K aççîn çîri sîklenet Sühe tuti kulnî çuh K aççîn çunî seméelet Hirti sarî çeçeke îşî kuspa kam pîhm î? 179. Un pek layîh hitre hîre M înle kaççî yuratm î? 181. Hîvel ansa larsanah Pitne éìvat, şîlînat V îyya tuhma şîlkem e K îkîrî éine sakat Şînkîr-şînkîr tevetne H ulpuési urlî yarat H îrlî puréìn tutîm e Hîrle éavìrsa éihat Vîyîsençe un sassi Kayîk sassi yevîrlî A hîltatsa kulnî çuh Sirîp ёш ku temelle V îyî salaniççeneh Savîntarat sassipe İrhi ёîltîr hîparsa Y îl-yîl kulat tüpere Hîyîn aşşî kilînçe Narspi kanlî ё ^ ^ а!.
107 Narspi Irî dlîksem kursa T îlîkre te savînat İreh rîrat, tum lanat Narspi ìée tıtînat Ye purâin éip ilet te Yurla-yurla tîrî üvat Ye sîlem e larat te Sîvvi şîrâa pek pulat Süs hürellî hurâî yıtî Pîr kîret te pîr tuhaf Ye pir tîrtme laraf te V ılyantarat îsine Ye hultîrçî tıta f te Sipne tiret sîrrine Ye sak ^inçi kuşakî Pitne sîva pullaşan Apat hatîr hînaşîn Alli-uri sîm îlran Avan i ıtrî purìnìé H îrîn su lî tuliççen A şşî kilne hîtana Siçî yutran kiliççen Narspi aşşî Miheter, 222. Sîrm e puyan p u rîn at Vîl hîy hîrne yuratat N arspiyîpe m uhtanat «Man hîr pekki kamîn pur? 226. Kama pürnî un pek hîr? 227. Puşmak ёик-i hîrîm în? 228. Süret-i vîl tenkîsîr? 229. Silpi yalî îmîme Un pek hîrsem kuras ёик! 231. Pîr çîvaş ta hîy hîme M iheter pek pîhas ёик!
108 106 Emine Yılmaz 233. M ihetere min sitm en? 234. M inîm suk-şi surtîm ra? 235. Kımıl tenkî, tîrtnî pir, 236. Sahal-şim-m în siipéem re? 237. Tırî-pulî tulliyeh, 238. İşîlmest-i kîletre? 239. Su, sît-turîh, sîra-pıl, 240. Tulli mar-i nührepre?» 241. Çîn sîm ahîn suyi suk, 242. M iheterîn mîn sitm est? 243. Pîtîm yalta pîr puyan, 244. îna ni kam siteym est U nîn ^urçî hula pek, 246. Kîrsen, vitîr tuhm a ёик Huraltisen tîrrine, 248. Çîh-çîp vìsse sitme suk Kartaş tulü yapala, 250. Kupalansa virtaééì Kîlet tulü tırrisem, 252. Tîkînas pek tîras^î Urhamah pek laşisem, 254. Utî-sîlî siyessl Unîn v ıl îh-çîrlîhsem, 256. Piçîke pek siireséì Turi kasri ёак kil-surt, 258. Ayakranah kurînat Pilin vatî Miheter, 260. T ivîslipe m uhtanat Sak ırî ёш Miheter, 262. H îyîn hîrne yuratsa, 263. Aslî stvami hıёёînah, 264. H uçî îna ёuraёsa Pulas tuya yalyışsem, 266. T üseym esîr kîteёёî:
109 Narspi İkî puyan pîrleşsen, 268. Şep te pulì tuy! tessî Sinse Ыёап sitî-şi? 270. Yeple vîhît irtteres? 271. Sim îk kunî inse-şi? 272. Yeple unççeneh tüses? M iheterîn kilînçe, 274. Pame valli sîlessî Tuyîn hîvatne sisse, 276. V îyran tuhsa ìsleésì Ançah Narspi, sarî hîr, 278. Tuy pulasran hurlanat V îrttîn-vîrtön vîl yîret Setner yatne asîn at Yal vîsînçe, tukasra, 282. P îçîksessî pürt larat A m îşîpe sak pürtre, 284. Setner aça p urînat Çiper aça Setnerîn, 286. P îr urhamah laşi pur Vatî karçîk amîş pur v îr i yunlî çîri pur İkî vîylî alli pur Tîşm an риёпе pîterme, 291. v îri vut pek ёйи pur Untan urîh Setnerîn, 293. Nimîn te ёик yapala (Ançah astu: M iheter, 295. H îrne pam ast ёикапа.) 296. Pirîn Narspi, sarî hîr, 297. Sav Setnere yuratat Savînpala sarî hîr, 299. T uy pulasran hurlanat.
110 108 Emine Yılmaz 300. Sülî valak patînçe V atî yîm ra yeşeret Küllen ireh savînta, 303. Setner Narspiye kîtet Kîte-kite şîvarat Urhamah pek laşine Şıva anat vitrepe Narspi küllen irhine Narspi ikî vitripe Şîltîr-şaltîr kilet-éke Savînnipe Setnerîn, 311. Çîri kîlt-kîlt siket-éke Narspin éiihe tutisem K u lassî-ske taétanah Sülî valak pu^înçe, 315. Setner tîrat éutìlsah Y îltîr-yalür kusîsem Sarî hîr éine pìhaséì Sar m îyîhlî tutisem îşî sîm ah kalaésì. Sim îk К аё! 320. Şînkîrtatsa şıv yuhat, 321. Sülî valak риёь 9е Kîm îl pekeh yaltîrat Şıvî hîvel ёии1п9е K îm îl merçen tuh yapa Sarî hîrî şıv îsat Sarî kaççî ка1аё$а Hîy laşine şîvarat Sülî yîm ra îşînçe K ayîk yurlat yurrine Laşi îёse tînîёem, 331. Kaççi kalat sîm ahne:
111 Narspi «Saplah vara, Narspiéìm, 333. Suk-şim m anîn îrîskalîm? 334. Saplah sana yut sîre, 335. İlse kayî-şim usai? 336. Ah, teleyîm, éuk-tìr sav, 337. A su-annü pit puyan! 338. Hîysen puyanlîhîpe, 339. H rinaééì ёик ёшгап» An üpkeleşsem, Setner, 341. M înşîn ё т п а üpkeles? ё1а tarsa kayas-ha, 343. Puyan atte-anneren? 344. Atte-anne uhmah ёav, 345. M în kalasa kîntaras? 346. M în tîvar-ha, kala-ha, 347. M înle pirîn may tupas? 348. Hîvel ansan, каё pulsan, 349. Payan tuya lartaёёî Huşîlkari puyanpa, 351. M anîn tuya puёlaёёî Tîşman ıtla hayar, tet, 353. Yeple untan hîûlas? 354. Setner, Setner, kala-ha, 355. îёta kayas, mîn tîvas? 356. Sana tem pek yuratsa, 357. Savsa epî purîntîm Ançah ёараь ёак kuna, 359. Sam rîk puёîm pa kurtîm «Pîrten-pîreh puёîm pur vîri yunlî çîrem pur V atî karçîk annem pur Urhamah pek utîm pur Vîsençen te haklîrah, 365. Çunîm savni, esî pur.
112 110 Emine Yılmaz 366. Ançah sana ta payan, 367. Turtsa ilen tîşm an pur Vîl tîşm ana pîterme, 369. îkî vîylî allîm pur, 370. Ançah îna pîtersen Untan usai tînçe pur H îvîn kîm îlu pulsan, 373. Laşam sine lartîttîm Ayakkallah ku yaltan, 375. V îsîttîm te kayîtüm» Setner, tavrîn hîvîrtrah, 377. Şıva anat pîr arîm Çun savnipe kalassa, 379. U yrîlassîn tuymarîm «Sıvî pul, eppin Narspi, 381. An man, eppin, m îskîne!» 382. Laşi sikrî, ıtkînçî, 383. v ìsse kayrî, kilnelle Narspi îna hurlansa, 385. Pîhsa yulçî hısînçen Huskalm aıi vırîntan, 387. Savni kusran kayiççen: 388. «Sıvî pulah, sıvî pul! 389. Yeple sana m anîp-şi? 390. Sanpa pîrle pulmasan, 391. Yeple yutra pulîp-şi?» 392. M înşîn, Narspi, huyhîratîn? 393. Kaççu ıtla vatî-im? 394. Pam ü ıtla sahal-im? 395. Terî arîm éitrì te Narspi şıvne îsrî te, 397. Kilne utrî huyhîrsa Kilne âitrî, yîrse yaçî, 399. Setnerîşîn hurlansa.
113 Narspi F4irtre vatî karçîkî, 401. V îrssa süret ahaleh Siplet tulta Miheter, 403. Tuy küm ine pîççeneh lélet vati pusîpe, 405. Fhırttipele kaskalat Savnî hîrşîn tîrîşsa, 407. Piçî tîrîh tar yuhat «M în kîsînren üstertîm, 409. Sak tarana siterm e în tî payan yulaşki, 411. îsîm pultîr hîrime Üsrî sitrî, pulçî h îr 413. Puyan upîşka kirlî U pîşkine tuprîm îr 415. Kümi layîhrah kirlî Sitıi întî sim îk te, 417. H îrîn tuyne tumalla Tantîşîm sem puhînsan, 419. К М г tuyne lartmalla» M iheterîn kilînçe, 421. Sîra piçîki kuşat Yalti tantîş-tîvansen, 423. Pırî tîpî yarînat İkî pısîk kîmaka, 425. T îrlî apat pîslanat Yalti tantîş-üvansen, 427. T uta-éìvar éulanat Hura pürtre şîpîrsî, 429. Larat şîpîr türletse Yalti sam rîk kaççîsen, 431. Uri kayat sîklense Tuyîn hîvatne kîtse, 433. Purte vî^se ёйгеёёг
114 112 Emine Yılmaz 434. Kiki pir çun huyhine, 435. Pirite vîsem sismessî Narspi larat lassinçe, îkerçîsem éulasa Surasnipe asınsa, 439. Larat m iskin huyhîrsa «Siçî yutran kilçî yut, 441. Atte kilne hîtana Sarî hîre surasat, 443. Siçî yutri puyana Atte-anne, an vaskîr Tata pîr sul tîrîr-ha rtrten-pîreh hîrîre, 447. Tata p ìré u l usrîr-ha Atte-anne üsîф e, 449. Hîrne itleş temerî Kaççi puyan tenipe, 451. Hîrin çunne pîlm erî» Vatî çun ta hıtnî çun, Hıtsa kaynî kìéée éav Samrîk çun ta pîçîk çun, 455. Çunî ıtla sem ée sav Kayîk çunî pulsassîn, 457. Y îıiççî te kulîççî Sunaçîsem pulsassîn, 459. V M ççî te kayîççî Hîvel ançî hîrelse, 461. Hura vîrm an hiénelle Kîtü ançî kîrlese, 463. Aslî Silpi yalnelle Av unta hitre hîrsem, 465. îni hiàéìn çupassi Çeye mattur kaççisem, 467. Vîsen hiééìn yulmaééì.
115 Narspi ИЗ 468. A kî pîr etem çupat, 469. Ula îni m îkîret Sîm sîr sısni éuhìrat, 471. Pîtîm yala sîm îret Kîtü hıssîn urampa, 473. Hura tusan hîp arat Akî tusan îşînçe, 475. K arçîk aran ёеё utat Hîy vîl hîrah allipe, 477. Yîtnî sîra çîressi: 478. Ah-hay hîn pek sîklessi Ay-hay éìm ìl îsessi! 480. Pirîn vatî Miheter, 481. Tantîşsene yıhîrat Unîn vatî karçîkki, 483. Sîra yîtnî uttarat Tantîş patne kîret te, 485. U sat sîra çîresne Tuya pıma yıhîrsa, 487. ìéteret tuy sîrine Irî tantîş-üvansem, 489. Pire hisep tum îr-şi? 490. H îre kaçça paratpîr Turi kassa utmîr-şi? 492. «Pırîpîrah, pırîpîr, 493. Pımasîrah yulm îpîr? 494. T urî pürsen, sıvî pulsan, 495. Kîm îlîra tatmîpîr!» 496. K arçîk yala îretlet, 497. Tîttîm te pulsa éitet K arçîk süret kilînçe, 499. Sîkîr-tîvar hatîrlet Irî tantîş-üvansem, 501. Turi kassa uttarar!
116 114 Emine Yılmaz 502. Pereketlî sîrana, 503. îse-îse tuy lartar! 504. Pirîn tîvan hîr parat Pire unta yıhîrat Hîyîn savnî hîrîşîn, 507. U rîm -surîm tuy puslat T uyne-pusne pusliççen, 509. Aval çîvaş yîlipe, 510. Vattisene asînsa, 511. T îkar éìkìr-tìvam e: 512. «Vat attesem, annesem, 513. Irî kurîr sîtm ahra Pirîn éìkìr-tìvarsem, 515. Pulççîr sirîn umîrta Pirîn savnî Narspiye, Parîr ırî purìnìé Parîr unîn teleyne, 519. Irîlîhpa savînîâ!» 520. Vattisene asînçî^, 521. Avalhisen yîrkipe Untan tuya puélam a, 523. Kîçî^ şurî kîlete Kurka tulli sîripe, 525. Aşşî-am îş pehillet Aşşî-am îş umînçe, 527. Н Ы hurlansa yîret: 528. Narspi, hîrîm, pil sana! 529. U pîşkuna an pîrah Avan purîn unpala Tatù pulîr yalanah İtle îna, yîvaş pul Usai ёш ра an Mıhlan ìéne îsle, î^çen pul Kirlî т а ф а an hîtlan!
117 Narspi Atte-anne tikîtlet, 537. H îr киёёигпе yuhtarsa Şîpîr sassi çîylatat Tuya yaçî^ puslasa Silpi yalî harlatsa, 541. V ilnî ёш pek ёıvîrat^ 542. Tînçe lîpkine kursa, 543. Süite uyîh savînat Kîrse pîtnî vîyîran Sarî hîrsem, kaççîsem Tuy halîhî ёıvîrat, 547. Sıvîra^sёî huёisem îşî sıvlîş sivînet Sasî-çîvî iltînmest, r tr yıtî ёеё vîrkelet Sîvar karm a ürkenmest Avtan ёurёîr avîtat I л m î ёîrte ёıvîrat Hullen-hullen uyîh ta V îrm an Ыёпе pıtanat Irî tutlî îyhîpa Çîvaş ёшп1 ё ^ к а! Pîr çunîn ёеё huyhîpa Sav каё çîri ёи!11а1. Tuy 560. Hîvel tuhnî-tuhm anah T îtîm kayrî yal ёinçe Киёпе uёnî-uёm anah, 563. Ç îvaş larat munçinçe Sim îk kunî yîlipe, 565. Sinsem munça kîreёёî Sim îk kurîkîpele Sanёurîm ne hîrteёёî.
118
çamaşır makinesi ses çıkarması topuz modelleri kapalı huawei hoparlör cızırtı hususi otomobil fiat doblo kurbağalıdere parkı ecele sitem melih gokcek jelibon 9 sınıf 2 dönem 2 yazılı almanca 150 rakı fiyatı 2020 parkour 2d en iyi uçlu kalem markası hangisi doğduğun gün ayın görüntüsü hey ram vasundhara das istanbul anadolu 20 icra dairesi iletişim silifke anamur otobüs grinin 50 tonu türkçe altyazılı bir peri masalı 6. bölüm izle sarayönü imsakiye hamile birinin ruyada bebek emzirdigini gormek eşkiya dünyaya hükümdar olmaz 29 bölüm atv emirgan sahili bordo bereli vs sat akbulut inşaat pendik satılık daire atlas park avm mağazalar bursa erenler hava durumu galleria avm kuaför bandırma edirne arası kaç km prof dr ali akyüz kimdir venom zehirli öfke türkçe dublaj izle 2018 indir a101 cafex kahve beyazlatıcı rize 3 asliye hukuk mahkemesi münazara hakkında bilgi 120 milyon doz diyanet mahrem açıklaması honda cr v modifiye aksesuarları ören örtur evleri iyi akşamlar elle abiye ayakkabı ekmek paparası nasıl yapılır tekirdağ çerkezköy 3 zırhlı tugay dört elle sarılmak anlamı sarayhan çiftehan otel bolu ocakbaşı iletişim kumaş ne ile yapışır başak kar maydonoz destesiyem mp3 indir eklips 3 in 1 fırça seti prof cüneyt özek istanbul kütahya yol güzergahı aski memnu soundtrack selçuk psikoloji taban puanları senfonilerle ilahiler adana mut otobüs gülben ergen hürrem rüyada sakız görmek diyanet pupui petek dinçöz mat ruj tenvin harfleri istanbul kocaeli haritası kolay starbucks kurabiyesi 10 sınıf polinom test pdf arçelik tezgah üstü su arıtma cihazı fiyatları şafi mezhebi cuma namazı nasıl kılınır ruhsal bozukluk için dua pvc iç kapı fiyatları işcep kartsız para çekme vga scart çevirici duyarsızlık sözleri samsung whatsapp konuşarak yazma palio şanzıman arızası