sergen altıkulaç / Türkei [U21] Nationalelf » Spieler und Trainer von A-Z

Sergen Altıkulaç

sergen altıkulaç

1 Dr. Tayyar ALTIKULAÇ ile İMAM-HATİP LİSELERİ YÜKSEK DİN EĞİTİMİ VE YAPTIĞI HİZMETLER ÜZERİNE BİR MÜLAKAT Dr. Tayyar ALTIKULAÇ MEB Din Eğitimi (eski) Genel Müdürü, Diyanet İşleri (eski) Başkanı TBMM Milli Eğitim Komisyonu Başkanı * Kastamonu Devrekâni doğumlu. * 9 yaşında hıfzını tamamladı. * de Devrekâni İlkokulundan mezun oldu. * İstanbul İmam-Hatip Okulunun ikinci mezunlarından. * de din görevlisi olarak hizmete başladı. * te İstanbul YİE nün ilk mezunları arasında yer aldı. * arasında İstanbul İHO nda öğretmenlik ve idarecilik yaptı. * da İstanbul ve Kayseri YİE nde asistan ve öğretim elemanı olarak görevini sürdürdü. * öğretim yılında Bağdat ta bulundu. * arasında askerlik görevini ifa etti. * arasında Diyanet İşleri Başkan Yardımcılığı yaptı. * arasında MEB Din Eğitimi Genel Müdürlüğü ve Talim ve Terbiye Kurulu Üyeliği yaptı. * arasında Diyanet İşleri Başkanı olarak görev ifa etti ve emekli oldu. * te Tefsir Anabilim Dalında Dr. unvanını aldı. * de Azerbaycan Millî Yaradıcılık Akademisi Profesörlüğüne seçildi. * Emeklilik sonrasında Marmara Üniversitesi ve Bakü Devlet Üniversitesi İlâhiyat Fakültelerinde öğretim görevlisi olarak hizmet etti ve TDV. İSAM Başkanlığı görevini yürüttü. * &#;te Azerbaycan Tahsil Nâzırı (Eğitim Bakanı) tarafından tahsil-terbiye alanındaki hizmetlerinden dolayı "Fahri Ferman"la taltif edildi. * 24 Aralık seçimlerinde DYP İstanbul Milletvekili seçildi. * dan itibaren İSAM da müellif-redaktör olarak hizmete devam etti. * de Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti) kurucuları arasında yer aldı. * seçimlerinde AK Parti İstanbul Milletvekili oldu. * TBMM Milli Eğitim, Kültür, Gençlik ve Spor Komisyonu Başkanı olarak bu görevini sürdürmektedir.

2 AİLESİ VE ALTIKULAÇ SOYADININ HİKÂYESİ Doğum yeri ve ailesi M. ÖCAL: Muhterem Hocam, bize doğum yeri ve yılınızdan başlayarak, memleketiniz, babanızın ismi ve mesleği, anneniz hakkında bilgi verir misiniz? T. ALTIKULAÇ: de memleketim olan Kastamonu / Devrekâni ilçesine bağlı Bıngıldayık köyünde doğmuşum. Kuvvetli hıfzı olan merhum babam Rifat Altıkulaç Kur an Kursu öğreticiliği ile imam-hatiplik görevini uzun yıllar birlikte yürüttükten sonra imam-hatip olarak emekli oldu. Annem Nuriye Altıkulaç (Dişbudak) ev hanımıydı ve ben henüz yedi yaşımda iken çok genç yaşta yılında rahmetli oldu. M. ÖCAL: Annenize Allah tan rahmet diliyorum. Sayın Hocam, köyünüzün ismi (Bıngıldayık) ilginç. Nedir bu kelimenin aslı veya neden köyünüze bu isim verilmiş? T. ALTIKULAÇ: Köyümüzün km uzağında ormanın kenarında metre kare alanı kaplayan bir kaynak su vardır. Suyun dibi tamamen iri kumlarla kaplıdır ve muhtelif yerlerinden kumları cm yukarı kaldırarak bıngıl bıngıl sular çıkar. Aslında Bıngıldayık adı bu kaynak suya aittir. Köyümüz de adını bıngıl bıngıl kaynayan bu pınardan almıştır. Soldan sağa: T. Altıkulaç, Rıfat Altıkulaç (Babası), Hayrettin Kök (ağabeyinin damadı). Altıkulaç soyadının hikâyesi M. ÖCAL: Sayın Hocam, ailenizin Altıkulaç soyadını almasının özel bir nedeni var mı? Size niçin Altıkulaç soyadı verilmiş veya siz neden böyle bir soyadı almışsınız? T. ALTIKULAÇ: Sıhhat derecesi hakkında bir şey söylemem mümkün olmamakla birlikte soyadımızın bir hikâyesi var. Bu hikâyeyi kimden dinlediğimi de hatırlamıyorum. Hikâye şöyle: Bizim ecdadımız oldukça kalabalık bir aile olarak deniz yolu ile Kafkasya dan gelip İnebolu dan Anadolu ya giriş yapmışlar. Söylediğim gibi kalabalık bir aile oldukları için hepsi bu küçük kasabada yerleşmek yerine altı kola ayrılmışlar, bir kısmı burada kalmak üzere dağılmışlar. Benim dedelerim Devrekâni köylerine yerleşmişler ve Altıkulaçzâdeler olarak anılmışlar. İstanbul daki Osmanlı Arşivinde bulunan ve birer kopyası elimde mevcut iki belgeden Ekim tarihini taşıyan birinde; Altıkulaçzâde el-hâc Hüseyin Efendiden Kastamonu mütesellimi olarak söz ediliyor. Padişah II. Mahmut a sunulan ve 4 Ekim

3 tarihini taşıyan diğerinde ise; Kastamonu dan vürûd eden Altıkulaçoğlu na kantuş semûd değeri kuruş ibaresi yer alıyor. Ailenin uzun yıllar bu lakapla anılmış olması sebebiyle olmalı ki soyadı kanunu çıkınca da Altıkulaç soyadı tercih ediliyor. Ben yaklaşık 25 yıl önce İnebolu yu ziyaretim sırasında burada Altıkulaçzâde Mezarlığı veya Hazîresi olarak anılan bir kabristanın bulunduğu söylendi. Şehrin ortasında kalmış olan bu kabristanı ziyaret ettiğimde incelediğim mezar taşlarında yaklaşık yıl öncesine ait vefat tarihlerini ve bunlardan birinde Altıkulaçzâde Ali Bey ibaresini gördüğümü hatırlıyorum. Nitekim Gazi Üniversitesi öğretim elemanlarından Yrd. Doç. Dr. Mehmet İbrahimgil in mahallinde yaptığı incelemelere göre bu kabirler arasında Altıkulaçzâde Ali Bey (öl. /), Altıkulaçzâde Salih Ağa (öl. /) ve Altıkulaçzâde Kethüdası Musa Ağa (öl. / ) gibi isimlerin yer aldığını İnebolu Belediye Başkanlığındaki dokümanlarda da görüyoruz. Şehrin ortasında kaldığı için kabristanın o tarihlerde Belediye tarafından buradan kaldırılacağını öğrenmem üzerine ilgililere; Bunu yapmamalarını, bu tarihi kabristanı korumaları gerektiğini rica etmiştim. Aldığım en son bilgiye göre kabristan yerindedir, korunmaktadır ve dokunulmazlık statüsü de kazanmıştır. HIFZA ÇALIŞMASI VE YILLAR SONRA ALDIĞI HÂFIZLIK BELGESİ Hıfza çalışması M. ÖCAL: Sayın Hocam, Sizin iyi bir hâfız ve çok güzel kıraati olan hocalarımızdan biri olduğunuz herkesçe malum. Hıfzınızı nerede, ne zaman ve hangi hoca efendiden yaptınız? T. ALTIKULAÇ: Ben hıfzımı (hâfızlığımı) ilkokula gitmeden ve dokuz yaşımda tamamladım. İlk hocam olan merhum dedem çevrede hatip lakabıyla tanınan Tahir Altıkulaç tı. Bu lakapla anılmasının sebebi, köyümüzün camiinin yıllardan beri fahri cuma hatipliğini yapması idi. Hıfza başlamamla ilgili hatıramı size şöyle özetleyebilirim: Benim hıfız çalışmam birkaç kademede gerçekleşmiştir. Rahmetli ağabeyim Adnan Altıkulaç la birlikte hıfza başladığımız ilk kademede bu işin ne zaman ve nasıl olduğunu hatırlamıyorum. Çünkü çok küçüktük. Bu arada rahmetli dedemin ben yaşımda iken bize Karabaş Tecvidi okuttuğunu, ama hiçbir şey anlamadığımız için bundan çok sıkıldığımızı bugünkü gibi hatırlıyorum. Derken her cüzden ağabeyim beş, ben altı sayfaya çıkmıştık ki annemiz Nuriye Hanım vefat etti (). Onun defninden herhalde bir iki gün sonra kimseye haber vermeden köyümüze yaklaşık metre mesafedeki kabristana annemin mezarına gittiğimi hatırlıyorum. Ancak mezarın üzerine yatmış ve uyumuşum. Kabristanın hemen kenarındaki transit yoldan geçen atlı yolcular beni görüp uyandırdılar ve alıp köye götürdüler. Bu olayı hatırladıkça anne özlemim bugünkü gibi tazelenir ve şu anda olduğu gibi gözlerimin nemlendiğini hissederim. Herhalde bu ve benzeri durumlar sebebiyle hıfız çalışmamız durduruldu. M. ÖCAL: Cenab-ı Hak annenize gani gani rahmet eylesin, size de sabır versin Hocam lütfen devam edelim, sonraki gelişmeler nasıl oldu? T. ALTIKULAÇ: Bundan sonra aylar geçmiş, biz ezberlediklerimizi de unutmuştuk. Bir gün dedem, babaannem, ağabeyim ve ben köyümüzdeki evimizde otururken dedem aniden: - Çocuklar, ikinizden biri okuyacak ve yeniden hıfza başlayacak, diğeri ise köy işleriyle meşgul olacak, dedi ve ağabeyime dönerek: - Söyle bakalım Adnan, okuyacak mısın, okumayacak mısın? diye sordu.

4 Dedemin bulunduğu yere göre odanın sedirinde sıra ile ben, sonra babaannem, onun arkasında da ağabeyim oturuyordu. Ağabeyim bu soruya cevap vermediği gibi babaannemin arkasında kendini gizlemeye çalıştı. Bir müddet sonra dedem: - Anlaşılan sen okumayacaksın. Tayyar, sen cevap ver bakalım, okuyacak mısın, okumayacak mısın? diyerek aynı soruyu bana yöneltti. Kural başta konduğu için, yani birimizin okumasına karar verildiği söylenerek söze başlandığı için ne cevap vermem gerektiği belli olmuştu ve ben: - Okuyacağım demek zorunda olduğumu düşündün ve öyle dedim. Bunun üzerine dedem ağabeyime dönerek: - Haydi doğru ahıra, hayvanların tımarına ve köy işlerine!.. talimatını verdi. Bana da dönerek ve odanın sergenindeki (rafındaki) sarı muşamba ile kaplı Mushaf-ı Şerîf i (Kur an-ı Kerim i) göstererek: - Haydi bakalım sen de Mushafı al, çalışmaya başla, dedi. Ben o tarih itibariyle yedi yaşında idim ve yeniden hıfza başladım. Kur an ın tamamını ezberlemiştim ki dedem rahmetli oldu. Bu vefat olayı da benim çalışmamı olumsuz şekilde etkiledi ve kısa bir süre için de olsa çalışmanın durdurulması yüzünden nerede ise ezberlerim zayıflamaya yüz tuttu. Derken toparlanmam ve birkaç hatim daha indirerek ezberlerimi pekiştirmem için beni bir başka köyde yaşayan büyük amcam (dedemin ağabeyi) Ahmet Altıkulaç a teslim ettiler. Büyük amcamla üç-dört ay süren bu çalışma sonunda yılının Aralık ayında hıfız programım tamamlanmış oldu. Dört gün süren Hâfızlık merasimi ve üzerinde bıraktığı etki M. ÖCAL: Sayın Hocam, bildiğiniz gibi bir kimse hıfzını (hâfızlığını) tamamlayınca bir tören düzenlenmesi gelenek halindedir. Sizin için de bir merasim düzenlenmiş miydi? Nasıl, anlatır mısınız? T. ALTIKULAÇ: Evet, benim için de merasim düzenlendi. Biliyorsunuz hâfızlık merasimleri belirlenen bir gün ve vakitte icra edilir. Hâfız adayı veya adayları da cemaat içinde kısa sûreleri okumakla yetinirler. Benim hâfızlık merasimim böyle olmadı ve dört gün sürdü. Haftanın salı günü sabah namazından hemen sonra başladı ve öğle namazına kadar muayyen aralıklarla cemaat içinde, çevreden gelen yaşlı hâfızların önünde ve sırtı mihraba dönük vaziyette oturan hocamın (büyük amcamın) karşısında günde ezbere cüz okumak suretiyle dört gün sürdü ve cuma namazı öncesinde duası yapıldı. Yaşlı hâfızlar dedim, çünkü o tarihlerde ve o günkü şartlarda genç kuşakta pek hâfız yoktu. Evet, bu dört gün zarfında sabah namazından öğle namazına kadar ilçemizin çarşı camii meraklı cemaatle lebâlep doldu, taştı ve ben bizim bölgemizde herhalde Kur an-ı Kerimi cemaat içinde hatmeden ilk ve son hâfız olmuştum. Başka bölge ve ülkelerde de böyle bir uygulama olmadığını biliyoruz. Şu ayrıntı da belki faydalı olabilir: Bizim bölgemizde hıfzını tamamlayıp merasimi yapılan kimseden filan hâfız oldu değil, filan mindere oturdu diye söz edilirdi. Çünkü merasim sırasında hâfız adayı camide sırtı mihraba dönük vaziyette oturan hocasının karşında gerçekten büyük bir minder üzerine otururdu. Benim için hazırlanmış minder de asgari x m. ebadında ve hemen hemen bir metre yükseklikte kocaman bir minderdi. O günü yaşayanlar, oturduğum zaman bu minderin içine gömüldüğümü ve üzerinde sadece başımın göründüğünü söylerler. Bu kısa ayrıntıya göre meselâ, benim ne zaman hâfız olduğumdan değil, ne zaman mindere oturduğumdan söz edebilirsiniz.

5 M. ÖCAL: Mindere oturma tabiri ilginç. Böylelikle ben de bu tabiri ilk defa duymuş ve öğrenmiş oldum. Sayın Hocam, hıfzınızı tamamladıktan sonra -başkaları gibi bir günlük program değilsize özel bir uygulama yapılmış ve cemaat huzurunda dört gün boyunca Kur an-ı Kerim i baştan sona ezbere okumuşsunuz. Neden sizin için böyle bir program uygulandı? Hocanız mı böyle istedi, çevreden mi böyle bir istek geldi? T. ALTIKULAÇ: Benden önce Kastamonu nun ova köylerinde birkaç hıfız merasimi yapıldığını duymuştuk. Ancak bu merasimlerin her biri hâfız adayı için düzenlenmiş ve duyduğumuza göre onların merasimleri de 4 gün sürmüş, bu süre içinde onlar cüzleri herhalde ya bölüşerek okumuşlardı, ya da hatmi tamamlamamışlardı. Muhtemelen usul bu diye 4 gün içinde ben tek başıma Kur an ın tamamını okumak durumunda kalmıştım. Benim merasimimden sonra böyle bir uygulama bir daha olmadı ve duyulmadı. M. ÖCAL: Okuma tamamlandıktan sonra yapılan dualarla Hâfızlık cemiyetiniz tamamlanmış. Aradan yarım asırdan fazla zaman geçtikten sonra zihin âleminizde şöyle geriye doğru bir gitseniz ve hafızanızı yoklasanız o günlerdeki duygu ve düşüncelerinizi, bu olayın çocukluk dünyanızdaki etkilerini anlatır mısınız? T. ALTIKULAÇ: Bu olayla ben değiştirilmesi düşünülemez bir gelecek programının içine fiilen girmiştim. Ve artık 9 yaşında bir din hizmetlisi idim. Dinî tahsilde ilerlemekten ve din görevinin şu veya bu kademesinde hizmet etmekten başka düşünebileceğim hiçbir şey yoktu. Bu atmosfer beni bütün zerrelerime kadar sarmıştı. Bu atmosferden çıkmayı aklımın ucundan geçirmediğim gibi bu doğrultuda ne yapmam gerektiğine dair düşünceler beni kuşatmış, rahmetli babamla hemen her gün okuma ve ilerleme programı üzerinde konuşur olmuştuk. Bir telaş içinde idim. Ama mutlu ve umutlu bir telaştı bu. Bu telaş, 4 yılda bitirdiğim ilkokul mezuniyeti sonrasında daha da artmıştı ki, o tarih itibariyle () önümüz zaten açılmış, bir yıl önce İmam-Hatip okulları hizmete girmiş ve benim yönüm de belli olmuştu. Yıllar sonra alınan Hâfızlık Belgesi M. ÖCAL: Peki Sayın Hocam o merasim sonunda sizin için Hâfızlık Belgesi düzenlenip verilmiş miydi? Yoksa o dönemde hıfzını tamamlayan çok sayıdaki hoca efendinin yıllar sonra Diyanet İşleri Başkanlığınca kurulan komisyon huzurunda yeniden okumak suretiyle belge aldıkları gibi siz de bu şekilde mi belge alabildiniz? T. ALTIKULAÇ: O tarihlerde hâfızlık belgesi diye bir şey olmadığı / verilmediği gibi Kur an Kursları da kapalı idi. Bizim ilçemizde Kur an Kursu ilk defa yılında açıldı li yıllarda çıkan bir yasa ile Diyanet İşleri Teşkilatında çalışanlara bir derece verilmesi hükmü getirildi. Diyanet çalışanları için kazanılan bu hakkın elde edilmesi için o tarihlerde mesai arkadaşlarımızla bir hayli çaba gösterdiğimizi hatırlıyorum. Zira bu önemli bir imkândı. Doktora diploması olanlarla hâfızlık diploması olanlar aynı hakka sahip olacaklardı. Bu hakla aynı zamanda hâfızlık müessesesi teşvik edilmiş de oluyordu. Benim gibi eskiden hâfız olup ta diploması olmayanların bu haktan yararlanmaları için sınava girmeleri ve başarılı olmaları gerekiyordu. Ben bu hakkı elde edebilmek üzere Diyanet İşleri Başkanlığı nda açılan hâfızlık sınavına katıldığımda aynı kurumda Başkan Yardımcısı olarak görev yapıyordum. Rahmetli Ahmet Hamdi Kasapoğlu başkanlığındaki bir komisyon önünde tarihinde girdiğim sınavda başarılı görüldüm, böylece Başkanlıktan verilen 1 nolu hâfızlık belgesine sahip oldum. Yasaklı dönemde Kur an Öğretimi ve maruz kalınan bazı uygulamalar

6 M. ÖCAL: Sayın Hocam, sözünüzü kesmek istemedim ama biraz önce kullandığınız iki cümlenizden hareketle bir soru yöneltmek istiyorum. Cümlelerinizden birinde; Yaşlı hâfızlar dedim, çünkü o tarihlerde ve o günkü şartlarda genç kuşakta pek hâfız yoktu dediniz. İkincisinde ise; O tarihlerde hâfızlık belgesi diye bir şey olmadığı gibi Kur an Kursları da kapalı idi. Bizim ilçemizde Kur an Kursu ilk defa yılında açıldı ifadesini kullandınız. Gerçekten de o dönemde Kur an eğitim ve öğretimi sınırlı sayıdaki kurs merkezlerinde az sayıdaki bazı hoca efendiler tarafından ve çok sıkı kontroller altında yaptırılabiliyordu. Yapabildiğim tespite göre; öğretim yılında Türkiye genelindeki Kur an Kursu sayısı sadece 9 (dokuz) dur da Kurs sayısı 61 olabilmiş, de 99, de ise ye ulaşmıştır. Buralarda da 12 yaşın altındakiler Kursa hiç alınmayacak ve dolayısıyla onlara hiçbir şey öğretilmeyecek, 12 yaşın üstündekilere ise sadece Kur an okumayı öğretme ve namaz duaları ile kısa bazı sûrelerin öğretimi / ezberletilmesi dışında bir şeyler öğretmek yasaktı. 1 Bu Kurs merkezlerinin dışında herhangi bir yerde Kur an öğretenler yakalandıkları takdirde jandarma veya polis karakollarına (merkezlerine) götürülüyor, kimileri sözlü sıkıştırma ve tehdit sonucu bırakılıyor, kimine hakaret edilip dayak atılıyor, hatta kimileri de tutuklanıp yargılanıyor hapse mahkûm oluyorlardı. Bu tür olayların canlı şahitleri halen hayattadır. Bu açıklamadan sonra sizden öğrenmek istediğim husus şudur; siz de hıfz çalışmanızı bu yasaklı veya bir başka deyimle sıkı kontroller altında Kur an öğretildiği dönemde yapmışsınız. Üstelik resmi Kur an Kursunda değil gayr-i resmi ve özel olarak hıfza çalışmışsınız. Siz yahut hocanız da polis veya jandarma tarafından takibata uğradınız mı? Yahut bölgenizde böyle bir olayın vuku bulduğunu duydunuz mu? Anlatır mısınız? T. ALTIKULAÇ: Ben anlattığınız gibi bir olay yaşamadım ve çevremizde de böyle bir şey duymadım. Biliyorsunuz, o yıllar haberleşmenin ve ulaşımın çok sınırlı olduğu yıllardı. Dünyanın bir yanı yıkılsa öbür yanının haberi olmazdı. Özellikle çok çok yerel konular basına ve radyoya da yansımazdı. Gazete okumak pek yaygın değildi. Zaten o tarihlerde çıkan birkaç gazete vardı ki, onlar da ilçemize iki gün sonra ulaşırdı. Ancak şu hususu gayet iyi hatırlıyorum: Biliyorsunuz köylü buğdayını değirmene götürmeden önce yıkar ve kilimler üzerine yayarak kurutur. Kuşlar ya da tavuklar yemesin diye buğday serili bu kilimleri beklemek üzere başka işe yaramayan yaşlılar veya çocuklar görevlendirilir. Ben bu konuda sık sık görev yapan bir çocuktum. Hem hıfza çalışır, hem de tahılları beklerdim. Bu işi yaparken bana sıkı sıkıya tembih ederlerdi ve; Aman oğlum, aşağıdan (köyün hemen altından geçen transit yoldan) jandarma geçerse hemen koş ve Mushafını eve sakla derlerdi. Bunu çok iyi hatırladığımı söyleyebilirim. Ama Mushafımı saklamak durumunda kaldığımı hiç hatırlamıyorum. İLKÖĞRENİMİ M. ÖCAL: Sayın Hocam, yılında ve 9 yaşında iken hıfzınızı tamamladığınıza göre demek ki ilkokul öğreniminize de bu yaştan sonra başladınız değil mi? Peki ilk tahsilinizi nerede ve hangi yıllarda yaptınız? İlkokul öğretmenlerinizin dine ve din eğitimi ve öğretimine karşı bakış açısı nasıldı? Meselâ; sizin dinî tahsil yapmak istediğinizi duyduklarında teşvik mi ettiler, mani olmaya mı çalıştılar? T. ALTIKULAÇ: İlkokul öğrenimimi öğretim yılında Devrekâni Merkez İlkokulu nda tamamladım. Öğretmenlerimizin hemen hepsinin dine bakış açıları genelde olumlu idi. Ben zaten hıfzımı ilkokula başlamadan önce bitirdiğim için hâfız olduğumu herkes 1 bk. Öcal, Mustafa, Türkiye de Kur an Eğitim ve Öğretiminde Görülen Gelişmeler ve Bir İcazetname Örneği, U. Ü. İlâhiyat Fakültesi Dergisi, c sayı 2, yıl , sh

7 biliyordu ve bana özel bir ilgi de gösteriliyordu. Öğrenimimi aynı doğrultuda sürdüreceğim tahmin edildiği için de İmam-Hatip Okulunda okumam gündeme geldiğinde herkes bunu normal karşıladı. M. ÖCAL: Bildiğiniz gibi, lu ve lı yıllarda ilkokul, ortaokul ve liselerde Din Bilgisi dersi okutulmuyordu yılının Şubat ayından itibaren İlkokul 4. ve 5. sınıflara ihtiyarî (=isteğe bağlı) Din Bilgisi dersi konuldu. Ancak öyle şartlar belirlendi ki, derslerin okutulması için değil de adeta okutulmaması için ne gerekiyorsa her tür tedbir de alındı. Meselâ; ders isteğe bağlı olacak, günlük ders programının dışında okutulacak, çocuğunun dersi almasını isteyen veli bizzat okula gelerek dilekçe verecek, öğretmenler istemezse bu dersi okutmayabilecek vb. Ders kitabını ise seleflerinizden olan dönemin Diyanet İşleri Başkanı Ahmet Hamdi Akseki ye yazdırdılar. Onca olumsuz kararlar içerisinde tek olumlu olanı ders kitabının A. Hamdi Akseki ye yazdırılmış olmasıydı. Merhum Hoca gerçekten güzel bir kitap yazmıştı Bu açıklamadan sonra sizden öğrenmek istediğim husus şudur: İlkokulda iken öğretmenleriniz size Din Dersi anlattı mı, yoksa sizi oyaladılar mı?.. Bu konuda hatırlayabildiğiniz bir şeyler var mı? T. ALTIKULAÇ: Bizim okulumuzda bu konuda her hangi bir olumsuzluk hatırlamıyorum. Her birinde tek şube olan 5 sınıflı okulumuzun, biri başöğretmen olmak üzere 6 öğretmenini de bugün gibi hatırlıyorum, 4 ü bayan olan bu öğretmenlerin hemen hepsi inançlı, saygılı ve halkla kaynaşmış insanlardı. Derslerin üzerimizdeki etkisi de olumlu idi. İSTANBUL İMAM-HATİP OKULU ÖĞRENCİLİĞİ DÖNEMİ İmam-Hatip Okullarının açılışını öğrenmesi ve zihninde oluşan çağrışımlar M. ÖCAL: Sayın Hocam, hıfzınızı tamamladınız, ilkokul öğreniminiz de tamamlandı, sıra geldi ortaöğrenim döneminize. Siz, ilköğreniminizi öğretim yılında tamamladığınıza göre, Türkiye de ilk defa de açılan yedi İmam-Hatip Okulundan İstanbul İHO nun ikinci dönem öğrencilerinden biri olarak kayıt yaptırmış ve okuyup ikinci dönem mezunları arasında yer almışsınız. Siz Kastamonu nun mütevazı bir ilçesinde olmanıza rağmen İmam-Hatip Okullarının açılışından nasıl haberdar oldunuz? O günün iletişim ve haberleşme imkânlarının sınırlılığını düşünerek size böyle bir soru yöneltmek lüzumunu hissettim. Ayrıca, İHO larının açıldığını duyduğunuzda zihninizde nasıl bir okul çağrışımı yaptı? T. ALTIKULAÇ: Bu bilgiyi kimden aldığımızı hatırlamıyorum ama İstanbul da o tarih itibariyle irtibatımız bulunan iş adamı hemşerilerimizden duymuş olduğumuzu sanıyorum. Bu duyum üzerine tabii ki ufkumun açıldığını belirtmeliyim. Zira dinî tahsil alanında ilerlemek isteyenler için klâsik cami dersleri dışında bir imkân yoktu. Ankara İlâhiyat Fakültesi de yeni açılmış, Kastamonu ya gelen iki öğrencisi hakkında hiç de iyi şeyler konuşulmuyor; İki yıl bu Fakültede okudukları halde Kur an-ı Kerîm i yüzünden okuyamıyorlar diye aleyhte propagandalar yapılıyordu. M. ÖCAL: Hocam, affınıza sığınarak araya gireceğim, ama kendileriyle mülakat yaptığım A. Ü. İlâhiyat Fakültesinin ilk öğrenci ve mezunlarının ifadelerine göre ilk yıl boyunca Fakültede Kur an dersi hiç okutulmamış ve ilk mezunları Fakültede hiç Kur an dersi görmeden mezun olmuşlardır. Ancak ondan sonraki yıllarda Fakülte ders programı arasına Kur an dersi de konulabilmiş

8 T. ALTIKULAÇ: Doğru-yanlış, bu bilgiler beni olumsuz yönde etkilemiş oluyor, bu duruma göre çok ileriki ufukta bile bu Fakülte ilgi alanımın dışında görünüyordu. Bu itibarla ortaya çıkan model, bir ışık ve bir ümit kapısı olabilirdi. Çünkü müspet ilimlerle birlikte dinî öğrenim görecektik, mezuniyet sonrasında devlet bize hiçbir görev vermese de en azından diploma verecek ve bizi tanıyacaktı. Bu son söylediklerim, din öğrenimi yapacaklar için o tarihler itibariyle çok önemli idi. İstanbul İmam-Hatip Okulunda öğrenime başlaması M. ÖCAL: Evet sayın Hocam, İmam-Hatip Okulu ile ilgili duyumlarınızı değerlendirdiniz ve İstanbul a giderek yeni açılmış bu okulun ikinci senesinde kayıt yaptırdınız. Okul numaranız kaç idi? T. ALTIKULAÇ: M. ÖCAL: İlk açılan 7 İmam-Hatip Okulundan biri de Kastamonu ya çok yakın olan Ankara da idi. Üstelik Ankara başkent idi. Neden Ankara yı değil de İstanbul da okumayı tercih etmiştiniz, hatırlıyor musunuz? T. ALTIKULAÇ: Asıl maksat dinî tahsil yapmak olunca o tarihlerde İstanbul dan başka bir yer akla gelmiyordu. Benim için daha özel bir durum da aslen Kastamonu lu olan ve İstanbul da Fatih Camii baş imam-hatibi olarak görev yapan kırâat âlimi Ömer Aköz Efendi den özel olarak ders okumayı arzu etmemdi. Bu zat benim İstanbul a gidişimden kısa bir müddet önce Kastamonu ya gelmiş, Nasrullah Camii nde bir öğle namazı sonrasında benim tilâvetimi dinlemiş ve ben de elini öpmüştüm. Ama Ömer Efendi&#;nin bu Kastamonu ziyareti ne yazık ki onun bu şehre son gelişi olmuştu. Zira Ankara üzerinden İstanbul a gitmek üzere otobüsle Kastamonu dan ayrılmış, Çankırı yakınlarında trafik kazası yapan bu otobüste hayatını kaybeden tek yolcu Ömer Efendi olmuştu (15 Temmuz ). Ben bu haberi Seydiler Postanesi nde duyduğumda yaşadığım üzüntüyü tarif edemem. M. ÖCAL: Ömer Aköz Hoca efendiye ve bu alanda hizmet yapmış ve Hakkın rahmetine kavuşmuş bütün hoca efendilere rahmet dileyip, hayatta olanlara da hayırlı ömür niyaz ederek mülakatımıza devam edelim. İmam-Hatip Okulu İstanbul un neresinde idi? T. ALTIKULAÇ: İlk altı yıl İstanbul da Vefâ (Şehzadebaşı) semtindeki okulda okuduk, sonra okulumuz Fatih Çarşamba da yeni yapılan binasına taşındı ve son sınıfı burada tamamladık. M. ÖCAL: İHO binasını kim veya kimlerin, nasıl yaptırdıklarına dair bilginiz var mı? T. ALTIKULAÇ: Vefâ daki okulumuz zaten ahşap eski bir bina idi. Son sınıfı okuduğumuz Çarşamba daki yeni bina ise İlim Yayma Cemiyeti tarafından inşa edilmişti. İstanbul İmam-Hatip Okulu Öğrencilik Yıllarında.

9 İHO na giriş amacı ve ideali M. ÖCAL: İHO na bir amaçla mı girdiniz yoksa dinî bir okul açılmış, gidip okuyalım hiç olmazsa dinimizi öğreniriz düşüncesi mi öne çıktı? Yahut daha başka bir düşünce mi? T. ALTIKULAÇ: Elbette bir amaçla girdik. Bu amacı İslâmî ilimlerde kendimizi yetiştirmek, bu alanda ilerleyerek dinimize, milletimize, bilim ve irfan hayatımıza hizmet etmek şeklinde özetleyebilirim. Tabiatıyla bu, dinimizi öğrenme ölçeğinin çok ilerisinde bir hedefti. Bütün samimiyetimle belirtmeliyim ki, bu hedefin ne sağında ne solunda, ne de en uzağında makam, maaş, şöhret gibi düşünce ve duyguların zerresinin yeri yoktu. Sadece iyi yetişmek ve hizmet etmek istiyorduk. Zaten bu okula girdiğimizde makam ve maaş olarak geleceğin bize vaat ettiği hiçbir şey de yoktu. Yüksek öğrenim yapıp yapamayacağımız belli değildi. Bu itibarla arkadaşlar arasında söylediğim ideallerin ötesinde hiçbir şeyin sözü sohbeti yapılmazdı. Ya da ben hatırlamıyorum. Tam bir azim ve tevekkül felsefesi kuşatmıştı bizi. Buna inanmak zordur ama gerçek bu idi. Müdürleri Celal Hoca M. ÖCAL: Müdürünüz kimdi? Nasıl bir kişiliğe sahipti? T. ALTIKULAÇ: İstanbul İmam-Hatip Okulu&#;nun ilk müdürü İstanbul un meşhur Celal Hoca sı (Celalettin Ökten) idi. Merhumu bu camiada herkes tanır. Kendisini bu okullara adamış, İmam-Hatip neslinden çok şey bekleyen, ilerlemiş yaşına ve evden okula ancak talebelerinin yardımıyla gidip gelebilecek durumuna rağmen büyük bir titizlikle görevini yürüten bir zattı. Okulda Arapça derslerine girerdi ve müdürlükten ayrıldıktan sonra da bu dersleri okutmaya devam etti. Celal Hoca daha sonra İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü nde de hocamız oldu ve bize İlm-i Kelâm okuttu. Meslek dersleri hocaları M. ÖCAL: İHO ndaki meslek dersleri hocalarınız hakkında bilgi verebilir misiniz? Malum olduğu üzere İHO açıldığı yıllarda dinî yüksek tahsil yapmış ve öğretmenlik yapacak elemanlar yoktu. Belki eski medrese mezunları vardı ama onlardan ne kadar yararlanıldı? Bu konuda açıklama yapar mısınız? T. ALTIKULAÇ: Bizim hocalarımız arasında eski medrese mezunu olanlar vardı. Bunlardan Abdullah Güzelyazıcı yı (Edirnekapı da Mihrimah Sultan Camii imam-hatibi), Ömer Nasuhi Bilmen i (İstanbul Müftüsü ve daha sonra Diyanet İşleri Başkanı), Bekir Hâki Yener i (İstanbul Müftüsü), burada zikredebilirim. Diğer hocalarımızdan Hasan Basri Çantay ı, Nureddin Topçu yu, Zekâi Konrapa yı, bir müddet müdürümüz de olan Mahir İz i ve bugün hepsi öteki âlemde olan tüm hocalarımızı burada rahmetle anıyorum. İstanbul İmam-Hatip Okulu Öğrencilik Yıllarında.

10 Kültür ve Fen dersleri hocaları ve Matematik öğretmenlerinin zihniyeti M. ÖCAL: Kültür ve fen dersleri hocalarınızın size ve okulunuza bakış açıları nasıldı? Olumlu veya olumsuz hatıralarınız varsa anlatır mısınız? T. ALTIKULAÇ: Kültür ve fen dersleri hocalarımız genellikle olumlu bakış açısına sahip olmakla birlikte olumsuz bakışları olanlar da yok değildi. Meselâ, adı Yakup olan bir Matematik öğretmenimizin bir gün geometri dersinde tahtaya kaldırdığı bir arkadaşımızın üçgenle ilgili bir soruya doğru cevap verememesi üzerine öfke ile; - Ulan, bu üçgen senin Fâtiha ndan daha önemlidir dediğini, fırsatını buldukça öğrencileri aşağılayıcı ve okuldan soğutucu sözler sarf ettiğini hep hatırlarım. Ancak bu tür şeyler bizim üzerimizde hiçbir olumsuz etki yapmaz, aksine azmimizi ve seçtiğimiz yola olan bağlılığımızı artırırdı. 27 Mayıs İhtilâli sonrasında İHO ları kapatılmak istendi mi? M. ÖCAL: 27 Mayıs ta dönemin askerlerince gerçekleştirilen ihtilâlden sonra bazı kişi veya kesimlerin İHO nı kapat(tır)mak için harekete geçtikleri ve dönemin ihtilâl yapmış askerlerini kışkırttıkları fakat buna rağmen kapat(tır)amadıklarına dair bazı rivayetlerden bahsedilmekte. Siz böyle bir olaydan haberdar mısınız? Nasıl oldu? Anlatır mısınız?.. T. ALTIKULAÇ: ihtilâlinden sonra bu okulların kapatılmak istendiğine ve Millî Birlik Komitesi nin bazı üyelerinin buna karşı çıkması üzerine bundan vazgeçildiğine dair bazı söylentiler daha sonraki dönemlerde kulağımıza geldi. Ancak bu konuda söylentinin ötesinde bir bilgiye ben şahsen sahip değilim. O günkü askerler üzerinde kimlerin ne tür etkiler yaptıklarına dair bir bilgim de yok yaşlarında iken Radyolarda Kur an kıraatine başlamasının ilginç hikâyesi M. ÖCAL: Televizyonlarda Kur an okuduğunuzu pek hatırlamıyorum ama Türkiye radyolarında zaman zaman tilâvetinizi dinlediğimiz oldu. Türkiye radyolarında ilk defa okumanız nasıl gerçekleşti? Bir davet üzerine mi oldu? Yoksa siz mi böyle bir istekte bulundunuz? T. ALTIKULAÇ: Bunun ilginç bir hikâyesi var: ün yaz ayları. Kızılcahamam kaplıcalarına giden teyzeme refakat ediyorum. O tarihlerde Cuma sabahları Ankara radyosunda Kur an tilâveti yayımlanıyor. Hasan Akkuş, Esat Geredeli, Ali Güran gibi bazı isimlerin okuyuşları dönüşümlü olarak dinletiliyor. Meraklı olduğum için ben bu programları dikkatle takip ediyorum ve onlar gibi okuyabileceğimi düşünüyorum. Yani cesaretim var. Ve hatta onların okuyuşlarında beğenmeyip eleştirdiğim hususlar mevcut. Kızılcahamam dönüşünde Ankara dan geçerken Ankara Radyosu na uğrayarak bu programlarda yer almak istediğimi söyledim. Görüştüğüm yetkili biraz da ciddiye almayan bir üslûpla bana: - Git, Diyanet ten radyoda okuyabilir, diye bir belge getir, o zaman seni de okuturuz dedi.

11 Ben derhal Radyo Evi ne birkaç yüz metre mesafedeki (İller Bankası yanı) Diyanet İşleri Başkanlığına giderek bana: - Radyoda Kur an okuyabileceğime dair belge vermelerini istedim. Görüştüğüm yetkili bu iş için Cuma günleri imtihan yapıldığını, Cuma günü geldiğim takdirde bu imtihana girebileceğimi söyledi. Günlerden herhalde Pazartesi idi. Teyzemle Kastamonu ya gidip cuma günü tekrar Ankara da oldum ve aynı maksatla gelen diğer iki kişi ile birlikte bu imtihana katıldım. M. ÖCAL: Hocam, müsaadenizle araya gireyim, yaşınız kaçtı o zaman? T. ALTIKULAÇ: Siz hesaplayın, yıl , herhalde Öyle değil mi? Evet, imtihan komisyonu birkaç yaşlı ve sakallı hocadan meydana gelmişti. Bunlardan birinin de büyük âlim merhum Kâmil Miras Hoca olduğunu sonradan öğrendim. O gün imtihana giren üç kişiden sadece ben başarılı görülmüş ve radyoda okuyabileceğime dair belgeyi almaya hak kazanmıştım. Bu arada komisyon üyelerinin bir ara beni tekrar çağırarak çeşitli sorular sorduklarını, benimle özel olarak ilgilendiklerini, sevgi ve teşviklerini izhar ettiklerini bu vesile ile belirtmeliyim. Ben belgemi aldıktan sonra doğru Radyo Evi ne gittim ve aynı gün okuyuşumu plağa kaydettiler ve bu plak birkaç ay ara ile ve birkaç yıl müddetle Cuma sabahları döndürülmüştü. İHO öğrencisi iken Müezzin olarak göreve başlaması ve traji-komik atanma hikâyesi M. ÖCAL: İHO ndan mezun olduğunuzda hemen görev aldınız mı? Nerede, nasıl ve ne görevi? T. ALTIKULAÇ: Ben İHO nun 4 yıllık birinci devresini bitirdikten sonra ve henüz 5. sınıfta iken Kadıköy Müftülüğünde girdiğim imam-hatiplik sınavı sonunda aldığım belgeye istinaden o tarihler itibariyle Beyoğlu (halen Şişli) Müftülüğüne bağlı Teşvikiye Camiinde müezzin olarak görev aldım ( ). Daha sonra bu görevim imam-hatip olarak Kadıköy İskele Camii ne, buradan da aynı ilçede yeni yapılan Moda Camii ne nakledildi ve Yüksek İslâm Enstitüsü nden mezun olup öğretmen olarak tayin edilinceye kadar bu görevde kaldım. M. ÖCAL: Sayın Hocam, duyduğum ve bildiğim kadarıyla ilk defa göreve atanma esnasında epey sıkıntı çekmişsiniz, anlatır mısınız ne tür sıkıntılar yaşadınız? T. ALTIKULAÇ: Doğru. Bir hayli sıkıntı yaşadım. Diyanet te müezzin olabilmek için yaşadıklarımı bir Türkiye gerçeği olarak bu vesile ile anlatmaya değer buluyorum: Atanmamla ilgili yazı Beyoğlu Müftülüğünden gönderildikten epeyce bir müddet geçmesine rağmen onayın gelmemesi ve takip edilmediği takdirde kolay kolay gelmeyeceğinin bana söylenmesi üzerine Ankara ya gittim ve Diyanet İşleri Başkanlığı Hadem-i Hayrat Müdürlüğü ndeki yetkililerle görüştüm. Bana; - Bu teklifin Beyoğlu değil, Beşiktaş Müftülüğü tarafından yapılması gerektiğini, çünkü Teşvikiye Camii nin Beşiktaş ilçesine bağlı olduğunu söylediler. Ben de inanıp geri döndüm ve her iki müftüye (Beyoğlu Müftüsü Ömer Naîmî Efendigil e ve Beşiktaş Müftüsü Fuat Çamdibi ye) durumu anlattım. Birine yanlış işlem yaptıklarını söyledim, diğerinden tayinimi teklif etmesini istedim. Her iki zât da sakallarını sıvazlayarak şaşkınlıklarını ifade ettiler ve; - Bu caminin Beşiktaş la ilgisi bulunmadığını, üstelik Beyoğlu Müftülüğü nün Teşvikiye Camii nin alt katında faaliyet gösterdiğini belirttiler. Beyoğlu Müftüsü Ömer Naîmî Efendigil in bana ayrıca bu camiye ait görevlilerin maaş bordrolarını göstererek; - Bak evladım, bir kat üstümüzde imamlık yapan Celal Berkor un, müezzin Fahri Kaya nın filan aya ait maaşlarını henüz birkaç gün önce burada biz ödedik. Boşalan kadrosuna

12 seni teklif ettiğimiz müezzin arkadaşımızın emeklilik işlemlerini biz yürüttük. Onun da her ay maaşını burada biz ödedik. Yıllarca Beyoğlu nda bulunan bir cami nasıl olur da Beşiktaş a gider diye hayretini ifade ettiğini bugünkü gibi hatırlıyorum. Ben borçlanarak temin ettiğim bir miktar para ile tekrar Ankara nın yolunu tuttum. Hademe-i Hayrat Müdürlüğü ndeki bütün yetkililerle konuyu yeniden tartıştım. Maalesef herkes dudağının ucuyla birkaç kelime cevap veriyor, aynı gerekçeden söz ederek, Beşiktaş tan teklif gelmesi durumunda tayinimin yapılabileceğini söylüyordu. Müftülerin tepki ve hayretlerini nakletmem üzerine şef olduğunu zannettiğim bir yetkilinin; - Bu caminin eskiden Beyoğlu na bağlı olduğunu, şimdi ise Beşiktaş a bağlandığını söylemesi üzerine ben yeniden ikna olarak (daha doğrusu kandırılarak) İstanbul a döndüm. Tahmin edeceğiniz görüşmeleri yaptıktan sonra Ankara nın beni kesinlikle atlattığı kanaatiyle üçüncü defa Ankara nın yolunu tuttum. Yine yol paramı birilerinden borç alarak. Sözünü ettiğim Müdürlükte (Hademe-i Hayrat ta) bu defa yetkililerle tartışırken biraz sertleştiğimi ve saygısızlaştığımı hatırlıyorum. Bunun üzerine bir yetkili bana; - Sen bu caminin müezzinliği üzerinde ısrar etme, seni başka bir camiye imam olarak verelim diye teklifte bulundu. Ben de: - İstanbul un Fatih Camii ne baş imam olarak tayin etseler dahi kabul etmeyeceğimi, Başkanlıktaki bütün kademelere derdimi anlatacağımı, Başkan a da çıkacağımı, sonuç alamadığım takdirde bana yapılanları Yeni Sabah Gazetesi nde (Safa Kılıçoğlu nun o tarihlerde en çok okunan gazetesi) bütün detaylarıyla anlatacağımı söyleyerek oradan ayrıldım. Şu anda adını hatırlayamadığım Diyanet İşleri Reis Muavini nin makamına girdim, ama bu zat maalesef bana ilgi göstermedi. Son olarak Reis Eyüp Sabri Hayırlıoğlu nun huzuruna çıktım. Merhum beni dikkatle dinledikten sonra zile bastı ve hizmetliye; - Bana Yaşar ı çağırın dedi. Yaşar adındaki zat benim biraz önce tartıştığım isimlerden biriydi. Merhum Hayırlıoğlu bir-iki dakika içinde makama gelen Yaşar beye; - Nedir bu efendinin işi? diye sordu. O da: - Dosyasını getirip arz edeyim efendim diyerek gitti ve dosyayı getirdi. Ben o sırada bir kenarda ayakta bekliyorum. Yaşar adındaki zat dosyayı karıştırarak Reis Beye evraklar arasından benim göremediğim bir belge gösterdi. Merhum o belgeyi inceledikten sonra başını kaldırıp eliyle de beni göstererek ve biraz da öfke ile: - Yapın bu efendinin işini dedi. Yaşar bey: - Baş üstüne efendim diyerek makamdan çıktı. Tabi arkasından teşekkür ederek ben de çıktım. Yaşar Bey bana: - Sen bekleme git, biz işlemi yapar göndeririz dediyse de ben: - İşlem bitip, evrak numarasını almadan oradan ayrılmayacağımı, bir kat aşağıya dahi inmeyeceğimi söyleyerek bekledim. Yarım saat içinde işlem bitmiş ve evrak numarasını alacağım noktaya gelmişti. Bana: - Git evraktan numaranı alabilirsin, dediler. Dediklerini yaptım, yani evrak tarih ve numarasını alarak Riyasetten ayrıldım. İstanbul a döndüğümde dönemin Cumhurbaşkanı Celal Bayar ın yâverinin aynı görev için Kadıköy Osmanağa Camii müezzinlerinden Hüseyin adında birinin naklen tayini için ricada bulunduğuna dair bir bilgi bana ulaşmıştı. Yıllar sonra hasbelkader Diyanet te Başkan Yardımcısı olarak görev aldıktan (Temmuz ) bir müddet sonra bu olay aklıma geldi ve özlük dosyamı görmek istedim. Gerçekten evrak arasında; Teşvikiye Camii müezzinliğine Kadıköy Osmanağa Camii müezzinlerinden Hüseyin Doğan ın tayininin talep edildiğine dair bir not vardı, ancak talebin kimden geldiği yazılı değildi. Anlayacağınız, bir camide müezzin olabilmek için İstanbul dan Ankara ya üç defa gidip yetkililerle tartışmış ve ancak bizzat merhum Reis Eyüp Sabri Hayırlıoğlu nun talimatıyla sonuca ulaşabilmiştim.

13 Parasız pulsuz bir öğrencinin son derece haklı bir talebi için üç defa Ankara ya gidip gelmesinin ne demek olduğunu bugünkü Ankara bürokrasisi de çok iyi değerlendirmeli, olmayacak işler için ilgililer oyalanmadan açıkça o işin olmayacağı söylenmeli, olacak veya olması gereken işler için de gariban insanlar yollarda ve Ankara otellerinde süründürülmemeli. Gerek Başkan Yardımcısı, gerekse daha sonra Başkan olarak bu kurumda görev yaptığım sürece bu olay aklımdan hiç çıkmadı. Haklı talepler için kimsenin aracılığına ihtiyaç hissettirmeden ilgililerin işlerinin sür atle yerine getirilmesini sağlamaya çalıştım, nereden ve kimden gelirse gelsin haksızlığa ve iltimas taleplerine karşı da hep kapalı olmaya gayret ettim. Beni tanıyanlar ve Diyanet in bu döneme ait uygulamalarını bilenler bu söylediklerimin zaten şahididirler. Hademe-i Hayrat nedir? M. ÖCAL: Hocam, anlattıklarınız gerçekten çok ilginç. Mülakat yaptığım hocalarımızdan Süleyman Ateş Hocanın da sizin gibi ilginç bir göreve atanma hikâyesi var. Takdir-i İlâhi ye bakın ki her ikiniz de bir gün geldi Diyanet İşleri Başkanı olarak bu kurumun tepe noktasında hizmet yaptınız. Bu da bir başka ilginçlik değil mi? Demek ki o dönemin memur ve bürokratları hak-hukuk tanımadan insanları böylesine perişan etmişler. Hoş, şimdilerde de bazı memur ve bürokratlar pek de farklı muamele yapmıyorlar ama her neyse Hocam burada size bir soru daha yöneltmek istiyorum. Müezzinliğe atanma hikâyenizi anlatırken Hademe-i Hayrat Müdürlüğü nden bahsettiniz. Hademe-i Hayrat ne demektir? Ne zaman ve ne amaçla kurulmuştu? Ne tür hizmetler yaptı? Halen faaliyet göstermekte mi yoksa kapandı veya kapatıldı mı? Bu konuda biraz bilgi verir misiniz? T. ALTIKULAÇ: Hademe-i Hayrât, hayır hizmetlerinde çalışan personel anlamına gelmekle birlikte bu tabirle cami görevlileri kastedilmiştir. Diyanet İşleri Reisliği nin iç düzenlemesinde cami görevlilerinin atama, yer değiştirme, sicil vb. işlerini yürüten müdürlüğe bu ad verilmiş (Hademe-i Hayrât Müdürlüğü), yılında yürürlüğe giren Sayılı Kanun la aynı hizmetler için Personel Dairesi Başkanlığı kurulduktan sonra bu müdürlük ortadan kalkmıştır. İmam-Hatip Liselerinin ve din eğitiminin önemi M. ÖCAL: Hocam, verdiğiniz bilgiler ve yaptığınız açıklamalar için teşekkür ederim. Şimdi de; size göre neden din eğitimi ve neden İmam-Hatip Liseleri?.. diye sorsam veya; Sizce İHO nın memleketimiz, milletimiz, İslâm ve insanlık âlemi için önemi nedir? diye bir soru yöneltsem, cevabınız nasıl olur? T. ALTIKULAÇ: Konuya İslâm dini açısından baktığımızda bu sorunun cevabı Hz. Peygamber in; din nasihattir buyruğunda gizlidir. Bu mübarek sözün mazmununda; Nasihat ediniz, zira o, dinin ve dindar nesiller yetiştirmenin gereğidir ifadesi vardır. Bu da din eğitiminin ta kendisidir. Bu din nasihat ise, yani nasihat esprisi içinde anlatılması gereken bir şey ise bunun en önemli yolu ve metodu, onun eğitiminin yapılmasıdır. Başka bir yolla bunun yerine getirilmesi mümkün değildir. İnsanımızın dindar olması gerekiyorsa -ki inancımızın temelinde bu gereklilik vardırbunun en etkili yolu din eğitimidir. Din eğitimi verilecek ki, gençlerimiz ve insanımız en doğru yolu bulabilsin, haram ve helâli ayırabilsin, tartarken ve ölçerken eli titreyebilsin. Vatan ve bayrak sevgisini geliştirebilsin ve bayrağını gördüğünde heyecan duyabilsin, dinini ve vatanını müdafaa durumunda kaldığında ölürsem şehit, kalırsam gazi diyebilsin. Anasını atasını sayabilsin, insan sevgisini yaşayabilsin. Çevre bilincini geliştirebilsin. Aile birliğinin ve sadakatinin değerini ve önemini kavrayabilsin, en olumsuz şartlarda bile o Yüce Yaratana şükredip ona sığınmanın verdiği huzuru ve mutluluğu doya doya yaşayabilsin Din eğitimi

14 olmadan bu güzel insanı, bu iyi vatandaşı, bu iyi eşi, bu iyi anne ve iyi babayı, iyi öğretmeni, iyi yöneticiyi, iyi komşuyu bulmak kolay değildir. İdeal insan ve örnek Müslüman olmanın yolu inanıyorum ki iyi ve yeterli bir din eğitim ve öğretiminden geçer. Bu söylediklerim bu dünyamız ve toplum huzur ve mutluluğu için önemli olduğu gibi ebedî âlem için ve yüce yaratanın hoşnutluğuna erebilmek açısından da zorunlu değil mi? Türkiye deki İHL nin benzeri olarak açılan Azerbaycan Bakü Türk Lisesi ve Bulgaristan İHL / İlâhiyat Liseleri M. ÖCAL: Hocam, siz İslâm âlemini de yakından tanıyan bir isimsiniz. Zannediyorum İslâm ülkelerinin birçoğunu gezdiniz, biliyor, tanıyorsunuz? Diğer İslâm ülkelerinde Türkiye deki İmam-Hatip Liselerinin benzeri okullar var mı? Varsa hangi ülkelerde? Nasıl okullar, kısaca bilgi verir misiniz? Yoksa bu okullar yalnızca bize özgü okullar mı?.. T. ALTIKULAÇ: Bildiğim kadarıyla İmam-Hatip Liselerinin modelinde okullar Türkiye dışında başka ülkelerce açılmadı. Ancak yalnızca iki ülkede yine bizim neslimiz tarafından aynı isimle okullar açıldı. Bu ülkelerden biri bir İslâm ülkesi olan Azerbaycan, diğeri bu niteliği ile zikredemeyeceğimiz, ancak pek çok dindaş ve soydaşımızın da yaşadığı Bulgaristan. Yaklaşık on yıl kadar önce Türkiye Diyanet Vakfı tarafından Azerbaycan ın başşehri Bakü de Bakü Türk Lisesi adıyla hemen hemen bizdeki İHL programını uygulayan bir lise hizmete sokulmuş, Bakü Devlet Üniversitesi Kampüsünde açılan bu lise ile ilgili protokolü Rektörle birlikte Vakıf adına imzalamak şerefi de bu fakire nasip olmuştur. Birkaç yıldır bu liseden mezun olan gençlerin istisnasız hepsi Türkiye ve Azerbaycan daki üniversitelerde istedikleri fakültelerde okuma hakkını elde ettiler ve halen öğrenimlerini sürdürüyorlar. M. ÖCAL: Bakü Türk Lisesinin maddi finansmanını T. Diyanet Vakfı mı sağlamaktadır? Öğretmen maaşlarını Azerbaycan mı, T. Diyanet Vakfı mı ödüyor? T. ALTIKULAÇ: Gerek doğrudan Vakfa bağlı bu lisenin, gerekse Bakü Devlet Üniversitesi ne bağlı olarak faaliyet gösteren İlâhiyat Fakültesi nin tüm masrafları T. Diyanet Vakfı tarafından karşılanmaktadır. M. ÖCAL: Peki Türkiye den idareci veya öğretmen olarak görevlendirilenler de var mı? Varsa, yalnız mesleki (=dinî) derslerin öğretmenleri mi, kültür dersleri öğretmenleri de var mı? T. ALTIKULAÇ: İlk yıllarda okul müdürü ve meslek dersleri öğretmenleri Türkiye den gönderiliyordu. Birkaç yıldan bu yana lisenin müdürü dışındaki tüm öğretmenleri Âzerîdir ve meslek dersleri öğretmenleri Bakü Devlet Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi nden bizim mezun ettiğimiz gençlerdir. M. ÖCAL: Bulgaristan da kaç tane okul açıldı? Hangi bölgelerde ve okulların isimleri nedir? T. ALTIKULAÇ: Bulgaristan ın Mestanlı, Rusçuk ve Şumnu illerinde de bu ülkenin Başmüftülüğü ile işbirliği yapılarak İHO adıyla (geçtiğimiz yıl yapılan bir değişiklikle bu okulların adı İlahiyat Lisesi olmuştur) üç lise açılmıştır. Eğitim ve öğretim masrafları tamamen Türkiye Diyanet Vakfı tarafından karşılanmaktadır. M. ÖCAL: Bulgaristan daki bu okullara Türkiye den idareci ve öğretmen gönderiliyor mu? Gönderiliyorsa maaşlarını T. Diyanet Vakfı mı ödüyor? T. ALTIKULAÇ: Gönderiliyor ve aylıkları Vakıf tarafından karşılanıyor. M. ÖCAL: Bulgaristan daki bu okulların mezunları da üniversitelere girebiliyor mu? T. ALTIKULAÇ: Bu okullardan mezun olan gençler, merkezi sınavda emsalleriyle eşit şartlarda yarışarak tercih ettikleri fakültelerde okuma hakkına sahip oluyorlar.

15 Bulgaristan Yüksek İslâm Enstitüsü M. ÖCAL: Sayın Hocam, bildiğiniz gibi Bulgaristan da bir de Yüksek İslâm Enstitüsü var. Bu YİE de T. Diyanet Vakfının finansman sağlamasıyla mı açıldı? T. ALTIKULAÇ: Kuruluş ve açılış döneminde Vakfın kısmî desteğinden söz edilebilir ama, öğretim yılından bu yana tüm masrafları Vakıf tarafından karşılanmaktadır. M. ÖCAL: YİE nün mezunları Bulgaristan da ne tür görevler ifa ediyorlar, bu konuda bilginiz var mı? T. ALTIKULAÇ: Bulgaristan Baş Müftülüğüne ve Bölge müftülüklerine bağlı olarak cami hizmetlerinde istihdam edilenler yanında İmam-Hatip (İlahiyat) Liselerinde öğretmen olarak görev yapanlar da var. İSTANBUL YÜKSEK İSLÂM ENSTİTÜSÜ ÖĞRENCİLİĞİ DÖNEMİ Yüksek İslâm Enstitüsüne girişi ve burada okuma amacı M. ÖCAL: Muhterem hocam, uygun görürseniz, biraz da Yüksek İslâm Enstitüsü öğrencilik döneminizle ilgili olarak sohbetimizi sürdürelim. Siz, yılında İstanbul da açılmış olan Yüksek İslâm Enstitüsünün ilk öğrencilerindensiniz. YİE nin açıldığından nasıl haberdar oldunuz? Sizi oraya kim veya kimler yönlendirdi?.. T. ALTIKULAÇ: İlk YİE bildiğiniz gibi İstanbul da açıldı. Açılışından birilerinin bizi haberdar etmesine gerek yoktu. Biz bu Enstitünün açılmasını zaten dört gözle bekliyor ve bu konudaki haber ve bilgileri güncel olarak takip ediyorduk. Bizi kimsenin bu Enstitüye yöneltmesine gerek de yoktu. Çünkü söylediğim gibi biz zaten beklemede idik ve yüksek öğrenim için başka bir seçeneğimiz de mevcut değildi. M. ÖCAL: YİE ne sınavla mı girdiniz? Sınavla ise, nasıl veya hangi alanlardan sınava tabi oldunuz? T. ALTIKULAÇ: Evet, sınavla girdik, ancak sınavın ayrıntılarını çok iyi hatırlamıyorum. M. ÖCAL: YİE nde yüksek tahsil yapmak isterken düşünce ve hedefleriniz veya bir başka ifade ile amacınız ne idi? Ayrıca Enstitüde nasıl bir program uygulanacağı hakkında bir bilginiz var mıydı? T. ALTIKULAÇ: Temel amaç, dinî ilimlerde ilerlemek ve yüksek öğrenim yapmaktı. Bu Enstitünün programı hakkında elbette o gün için henüz ayrıntılı bir bilgiye sahip değildik. Ancak ben şahsen iyi ve hedeflerimize uygun bir programla karşılaşacağımıza inanıyordum. Nitekim karşılaştığımız program herhangi bir arkadaşımda şaşkınlık meydana getirmedi. Genel olarak umduğumuzu bulduğumuz ve hedeflerimizle hemen hemen örtüşen bir modelle buluştuğumuz söylenebilir. Müdürleri M. ÖCAL: YİE nde ilk Müdürünüz kimdi? Nasıl bir insandı? Sizin üzerinizde bıraktığı ize göre kendisini tanıtır mısınız? Daha sonraki Müdürleriniz kimlerdi? T. ALTIKULAÇ: Enstitünün ilk müdürlüğüne tedviren Gündüz Akbıyık getirildi, kısa süren bu görevlendirmeden sonra Kemal Edip Kürkçüoğlu müdürlüğü yine tedvirle görevlendirildi. Kürkçüoğlu bu müesseselerin geleceği için iyi şeyler düşünen bir zattı. Allah rahmet eylesin. Daha sonra yine bugün hiçbiri hayatta olmayan Prof. Dr. Celal Saraç, Ahmet Davudoğlu, Prof. Dr. Nihad Çetin bizim öğrencilik ve asistanlık yıllarımızda bu görevi sürdürdüler.

16 Hocaları M. ÖCAL: YİE ndeki belli-başlı hocalarınız kimlerdi? Üzerinizde (olumlu-olumsuz) iz bırakanlar ve bıraktıkları izlerle ilgili bilgiler verir misiniz? Onlarla veya onlardan herhangi biriyle ilgili bir anınızı anlatır mısınız? T. ALTIKULAÇ: Celaleddin Ökten, Ömer Nasuhi Bilmen, Nihad Sami Banarlı, Ahmet Davutoğlu, Ali Üsküdarlı, Mahir İz, Ömer Kirazoğlu, Mehmet Sofuoğlu, Prof. Dr. Abdülkadir Karahan, Prof. Dr. Ahmet Selçuk gibi isimleri burada zikredebilirim. Tabii ki üzerimizde hepsinin az veya çok hakları, izleri ve tesirleri vardır. Hepsini hayırla ve rahmetle anıyorum. Edebiyat Hocaları Nihat Sami Banarlı nın düşündürücü bir esprisi M. ÖCAL: Hocalarınızla ilgili unutamadığınız bir anınız varsa anlatır mısınız? T. ALTIKULAÇ: Adlarını zikrettiğim hocalarımızdan birinin bir esprisini hoş ve anlamlı bir anı olarak burada sizinle paylaşırken bunun hocamız için rahmete vesile olmasını diliyorum. Değerli hocalarımızdan Nihad Sami Banarlı çok tatlı dilli bir insandı. Konuşurken ve ders anlatırken ağzından sanki bal akardı. Dersine (Türk Edebiyatı) çok çok hâkimdi. Ama hocanın akademik kariyeri yoktu. Ne doktordu, ne de prof. Bir gün ders anlatırken o güzel ve doyurucu takrîrinin tesirinde kalan bir arkadaşımız ani olarak kendisine şu soruyu sordu: - Hocam siz neden üniversiteye intisap etmediniz? Hocanın cevabı çok kısa oldu: - Cahil kalmamak için. Bu söz mutlak anlamda ve genelleme boyutuyla elbette doğru bir söz değildi, ama verdiği mesaj doğru, anlamlı ve önemli idi. Talebe Cemiyeti kurmaları ve YİE ne re sen öğretim elemanı atamalarına karşı tavırları M. ÖCAL: İlk YİE öğrencileri olarak Talebe Cemiyeti kurmuş muydunuz? Kurmuşsanız, başkanlık yaptınız mı veya yönetim kurulunda görev aldınız mı? T. ALTIKULAÇ: Talebe Cemiyeti ve daha sonra Mezunlar Cemiyeti kurmuştuk. Bu Cemiyet önce sınıf arkadaşımız M. Saim Yeprem&#;in başkanlığında yürüdü, daha sonra yönetim bir sonraki sınıftaki arkadaşlarımıza devredildi ve merhum Ahmet Gürtaş başkanlığında yönetildi. Benim yönetim kurullarında görevim olmadı. Ancak gerektiğinde arkadaşlarımızın çalışmalarına her vesile ile katkıda bulunmaya çalışıyorduk. M. ÖCAL: YİE nde öğrenci iken yaşadığınız veya talebe cemiyeti olarak icra ettiğiniz ve unutamadığınız hatıralarınız vardır mutlaka Onlardan önemli gördüğünüz bir-iki tanesini anlatır mısınız? T. ALTIKULAÇ: Biliyorsunuz, o yıllarda YİE ne orta öğretim kurumlarına öğretmen atanır gibi öğretim elemanı atanıyordu. Biz bundan çok rahatsız oluyorduk. Hele bu Enstitü ye orta öğretim kurumlarından iki din bilgisi öğretmeninden birinin müdür başyardımcı (Zeki Canan), bir diğerinin müdür yardımcısı (Abdülkadir Kocamanoğlu) olarak atanması bizi üzmüştü. Biz bu insanları tanımıyorduk, haklarında herhangi bir olumsuz bilgiye de sahip değildik. Kendilerini tanıdıktan sonra gördük ki gerçekten iyi insanlar. Yani rahatsızlığımızın şahısları ile hiçbir ilgisi yoktu. Bizi üzen, ortaokula öğretmen tayin eder gibi YİE ne tayin yapılması idi. Bir-iki arkadaşımla ben, -herhalde Talebe Cemiyeti adına- Milli Eğitim Bakanlığına hitaben bir metin hazırladık, Bakanlığı bu uygulamasından dolayı eleştirdik ve bu metni Ankara ya giderek Milli Eğitim Bakanı Sayın Orhan Dengiz&#;e takdim ettik.

17 Orada da şahsen benim unutamadığım bir şey oldu. Biz Sayın Bakan ın özel kaleminde bekliyoruz. Ama bizden sonra gelen birileri hiç beklemeden içeri alınıyor. Birkaç giriş çıkış gerçekleştikten sonra ben görevlilere biraz sertleştim ve: - Ne oluyor beyefendi, gelen giriyor, biz burada bekleyip duruyoruz? dedim. Görevlilerden biri: - Onlar milletvekili efendim, diye karşılık verince ben içeri girmekte olan sonuncu kişilerin arkasından yürüyerek: - Beyler milletin vekili ise biz milletin kendisiyiz, deyip yürüdüm ve buyur edilmeden Sayın Bakan ın makamına girmiş olduk. Beraberimdeki arkadaşların kimler olduğunu hatırlamıyorum. M. ÖCAL: Peki Bakanla görüşmenizden ne gibi sonuç alabildiniz? Öğrenci olarak öğretim elemanı atamalarını uygun bulmadığınızı ifade etmeniz Bakan tarafından nasıl karşılandı? Kısaca anlatır mısınız? T. ALTIKULAÇ: Bakan bizi dinledi, ancak bize talebimiz konusunda bir güvence vermedi. Konuyu inceleyeceğini söylemekle yetindi. Sonuca gelince, bu ziyaretin herhangi bir etkisi olmadı. Bakanlık bildiğini okumayı sürdürdü. Ne zamana kadar? Ali Naili Erdem&#;in Bakan, Tayyar Altıkulaç&#;ın Genel Müdür oluşuna kadar bu sorumsuz uygulama sürdürüldü. Aslında konu ile ilgili onay benden önce Genel Müdürlüğe vekalet eden kader arkadaşlarımızdan ve kendisiyle bu konularda sık sık dertleştiğimiz Şevki Özkan tarafından alınmış, uygulama ve baskıları göğüsleme işi bana kalmıştı. Bana olan güveni sebebiyle Ali Naili Bey baskıları göğüsledi ve bu çarpık uygulamaya böylece nokta konmuş oldu. M. ÖCAL: Sayın Hocam, hoşgörünüze sığınarak bir şey daha sormak istiyorum; o günün milleti bugünün milletvekili Tayyar Altıkulaç kendisi ile görüşmek üzere gelen herkesi makamında veya odasında bekletmeksizin kabul ediyor mu? T. ALTIKULAÇ: Önce şunu söylemeliyim, bir Bakan kadar bizim gelen gidenimiz olmaz. Bu bakımdan bakanlarla komisyon başkanları arasında kıyaslama isabetli değildir. Ancak makamımda bulunduğum süre içinde benim kapımda kimse beklemez. Aslında sorunuzun cevabı bu sorunun sonundaki iki harfi çizmekle verilmiş olur. Yani, o günün &#;milleti bugünün &#;milletvekili Tayyar Altıkulaç kendisi ile görüşmek üzere gelen herkesi makamında veya odasında bekletmeksizin kabul ediyor. Öğrenci ve bir genç olarak Tayyar Altıkulaç M. ÖCAL: Sayın Hocam, gerek İHO nda ve gerek YİE nde öğrenci iken çalışkan ve yüksek notlar alarak derecelerle okul bitiren bir öğrenci miydiniz? Yoksa dersleri çok fazla önemsemeyen, geçecek kadar not almayı yeterli bulan, buna karşılık sosyal ve kültürel faaliyetlere öncelik ve önem veren bir öğrenci miydiniz? T. ALTIKULAÇ: Çalışkan öğrencilerden olduğumu söyleyebilirim. Nitekim İmam- Hatip Okulu&#;nun 4 yıllık birinci dönemini birincilikle bitirmiştim. Meslek derslerinde hepimizden kuvvetli olan Bekir Topaloğlu, birinciliği müzik dersinden ancak 5 alabildiği için bana kaptırmıştı. Ben ise bu dersten hep10 numara alıyordum. Liseyi de herhalde en az ilk beş içinde bitirmiş olmalıyım. Derslerden geçer not almayı yeterli görmek bir yana, meselâ; rahmetli Halil Ziya Erce ye Sanat Tarihi dersi için yaptığı imtihan sonunda kağıdıma niçin verdi ve yarım notumu kırdı diye itiraz ettiğimi ve tartıştığımızı bu günkü gibi hatırlıyorum. Enstitü&#;de sosyal olaylarla ilişkim ve erken başlayan evlilik hayatım sebebiyle derslerdeki başarımda bir yavaşlama olduğunu söylemeliyim. Ama 80 kişilik sınıfta herhalde yine de en az ilk arasında yer almış olmalıyım. M. ÖCAL: Peki, öğrencilik yıllarında Tayyar Altıkulaç nasıl bir gençti? Hareketli mi, durağan mı, mücadeleci mi, uysal mı? Kendi gençlik yıllarınızı anlatır mısınız?

18 T. ALTIKULAÇ: Bu sorunuzun cevabı ile ilgili bazı izleri, buraya kadar yaptığım açıklamalar içinde kısmen bulabileceğinizi, ama daha doğru bir değerlendirme için bu soruyu benim yakın arkadaşlarıma sormanızın daha doğru olacağını düşünüyorum. ÖĞRETMENLİK DÖNEMİ İstanbul İmam-Hatip Okulu öğretmenliği M. ÖCAL: Sayın Hocam, öğrencilik döneminiz sona erdi ve artık hizmet dönemi başladı. Gerçi öğrenci iken de din görevlisi olarak hizmet yapıyordunuz ama bu sefer Milli Eğitimde öğretmen olarak hizmet dönemi başlamış oldu. Burada öncelikle şöyle bir soru yöneltmek istiyorum: Arkadaşlarınızdan yatılı olarak okuyanlarla, resmi görev almadan gündüzlü okuyanlar kur a çekerek İmam-Hatip Okullarına öğretmen olmuşlar. Siz ise müezzinlik, imam ve hatiplik yaparak okumuşsunuz. Buna rağmen siz de öğretmenliğe geçmişsiniz. Ayrıca, ilk mezunlardan dört kişi; Bekir Topaloğlu, Hayrettin Karaman, Ahmet Kahraman ve siz kur a dışı bırakılmış ve doğrudan İstanbul İmam-Hatip Okuluna öğretmen olarak atanmışsınız? Bu bilgi doğru mu? Doğru ise, neden veya nasıl böyle oldu? Kısaca öğretmenliğe başlama serüveninizi anlatır mısınız? T. ALTIKULAÇ: Evet, Temmuz yılında mezuniyetten sonra Ankara&#;ya görev almak ve bu maksatla kur a çekmek üzere gittiğimizde İstanbul İmam-Hatip Okulu ile ilgilenen bir grup hayırseverin bu okula adlarını saydığınız isimlerin verilmesi konusunda Bakanlık yetkilileri nezdinde girişimde bulunduklarını öğrendik. Bu bilgi kur a için toplanan arkadaşlarımız arasında pek hoş karşılanmadı. Hatta şaka ile karışık bizden fudalâ-i erbaa diye söz ediyorlardı. Onlara göre sadece Tayyar için yapılacak bir istisna kabul edilebilirdi, çünkü İstanbul İmam-Hatip Okulu nun onun gibi bir Kur an öğretmenine ihtiyacı vardı, ama diğerleri kur aya katılmalılardı. Ben ise; kur aya katılabileceğimi ve nerede olursa olsun görev alabileceğimi, İstanbul gibi bir isteğim olmadığını belirtmiştim. Diğer üç arkadaşımın İstanbul a tayinleri ya bizzat İstanbul u çekerek ya da İstanbul u çekenlerle hemen orada zincirleme becayişler yaparak gerçekleşti. Böylece hem İstanbul dan gelen istek yerine getirilmiş, hem de kural ihlali yapılmamış oldu. Sadece ben kur a dışı bırakılarak İstanbul a atandım ve buna itiraz eden de olmadı. M. ÖCAL: İstanbul İmam-Hatip Okulunda ne kadar görev yaptınız? T. ALTIKULAÇ: 30 Temmuz &#;ten 14 Aralık e kadar bu okulda öğretmen ve idareci olarak görev yaptım.

19 İstanbul İmam-Hatip Okulundaki idareci ve öğretmenlerle. () Ön sıra, soldan sağa; Ahmet Kahraman, Okul Müdürü Halil Ziya Erce, Mahmut Bayram (sakallı), Hayati Ülkü, Arka sıra, soldan sağa; Bekir Topaloğlu, Mustafa Çetin, Hayrettin Karaman, Tayyar Altıkulaç. M. ÖCAL: Verdiğiniz bu resimlerdeki sakallı zat (Mahmut Bayram) da öğretmen miydi? Tahsili ne idi ve ne hocasıydı? T. ALTIKULAÇ: Mahmut bayram çantadan yetişme tabir ettiğimiz hocalardan biriydi. Gayretli, başarılı ve herkes tarafından çok sevilen bir zattı. Arapça derslerine giriyordu. İstanbul İmam-Hatip Okulunda idareci ve öğretmenlerle. () Soldan sağa; Tayyar Altıkulaç, Okul Müdürü Enver Kutluğ Mahmut Bayram ve Mehmet Ali Sarı (Ayakta).

20 M. ÖCAL: Resimde görülen müdür Enver Kutluğ un branşı ne idi? Okula karşı tavrı nasıldı? T. ALTIKULAÇ: Disiplinli bir biyoloji öğretmeniydi. Dersinde başarılı olmak o kadar kolay değildi. Okula karşı tutumu olumlu bir zattı. Lise öğretmenliği M. ÖCAL: Sayın Hocam siz İHO öğretmenliğiniz yanında İstanbul da bazı okullarda Din Bilgisi dersleri de okutmuşsunuz. Hangi okullara derse gitmiştiniz? T. ALTIKULAÇ: İstanbul da Pertevniyal Lisesi, Cağaloğlu Kız Enstitüsü (Kız Meslek Lisesi) ve Baltalimanı Akgün Koleji nde Din Bilgisi dersleri okuttum. M. ÖCAL: Sizin öğretmenlik yaptığınız yıllarda ( ) henüz liselerde Din Bilgisi dersi yoktu. Liselere Din Bilgisi dersi daha sonraki yıllarda ( de) konulmuştu. Ortaokullarda ise Din Bilgisi dersleri ihtiyarî / isteğe bağlı olarak dan beri okutulmaktaydı. Demek ki siz adını saydığınız liselerin -o yıllarda birlikte olan- orta kısımlarında Din Bilgisi okuttunuz değil mi? Yoksa söz konusu liselerde Din Bilgisi değil de başka dersler mi okuttunuz? T. ALTIKULAÇ: Söyledikleriniz doğru. Bu okulların orta kısımlarında ve Din Bilgisi derlerine girmiştim. İSTANBUL VE KAYSERİ YÜKSEK İSLÂM ENSTİTÜLERİNDE ASİSTANLIK VE ÖĞRETİM ÜYELİĞİ İstanbul YİE nde Asistanlık dönemi ve hazırladığı tez M. ÖCAL: Sayın Hocam, İstanbul İHO nda bir müddet öğretmenlik yaptıktan sonra bu sefer de mezun olduğunuz YİE ne asistan olmuşsunuz. Asistanlığa sınavla mı başladınız? Re sen atama yoluyla mı? Ayrıca branş olarak neyi seçmiştiniz? T. ALTIKULAÇ: tarihinde İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsünde Kur&#;ân-ı Kerîm Asistanı olarak göreve başladım. Bu göreve atanmam, açılan sınavda başarılı olmam sonucu gerçekleşmiştir. M. ÖCAL: Asistanlık döneminizde herhalde yeterlik tezi adıyla bir tez çalışması yaptınız, hangi hocanın danışmanlığında çalıştınız? Ayrıca tez konunuz neydi? T. ALTIKULAÇ: Esas danışman hocam merhum Ali Üsküdarlı idi. Ancak hocanın yaşlılığı dikkate alınarak merhum Prof. Muhammed b. Tâvît et-tancî ile de ilişkilendirildim ve çalışmalarımı fiilen ve tamamen bu hocamızla (Tancı Beyle) yürüttüm. M. ÖCAL: Teziniz o zaman veya sonraki yıllarda kitap olarak yayınlandı mı? Yayınlanmışsa, hangi yayınevi tarafından, tezin resmi adıyla mı, başka adla mı? T. ALTIKULAÇ: Tezimin adı "Ebû Şâme el-makdisî ve el-murşidu&#;l-vecîz" idi. Türkçe kapağı bu adla, Arapça kapağı "Kitâbü&#;l-Murşidi&#;l-vecîz ilâ ulûmin tetealleku bi&#;l- Kitâbi&#;l-azîz" adıyla ve ilk defa Beyrut ta Dâru Sâdır tarafından yayımlandı (Beyrut /). Daha sonra Türkiye Diyanet Vakfı tarafından tıpkıbasımı gerçekleştirildi (Ankara /). Kayseri YİE nde Öğretim Üyeliği dönemi ve Arapçadan başarısız olan öğrencilerin tehditleri M. ÖCAL: Tezinizi tamamladıktan sonra Kayseri YİE ne öğretim üyesi olarak mı atandınız?

21 T. ALTIKULAÇ: Asistanlık döneminden sonra tarihinde Kayseri Yüksek İslâm Enstitüsüne öğretim elemanı olarak atandım. Burada bir sömestre görev yaptıktan sonra tarihinde askerlik görevi için ilişiğimi kesmiş oldum. M. ÖCAL: İstanbul daki asistanlığınız veya Kayseri deki hocalığınız döneminden hatırınızda kalan ilginç bir hatıranız varsa anlatır mısınız? T. ALTIKULAÇ: Kayseri de kısa süren görev dönemimde yaşadığım üzücü bir anımı bu vesile ile anlatabilirim. Ben Kayseri Yüksek İslâm Enstitüsü nde Arapça ve Kırâat derslerine giriyordum. Enstitü idaresi 2 nci sınıf öğrencilerinden olup 1 nci sınıfın Arapça dersinden takıntılı 2 öğrenci ile 3 üncü sınıf öğrencisi olup 2 nci sınıfın Arapça dersinden takıntılı diğer iki öğrencinin sınavlarının tarafımdan yapılmasını planlamış. Bu öğrenciler bu dersten başarılı olurlarsa bulundukları sınıfın yılsonu sınavlarına girebilecekler, aksi takdirde belgeleneceklerdi. Ben bu göreve -bu dört öğrencinin sorumlu oldukları sınıfın Arapça hocalarının Mustafa Çuhadar ve Eminullah Veziri olması sebebiyle bu kritik sınavların da bu hocalar tarafından yapılması gerektiğini belirterek- itiraz ettimse de Biz böyle münasip gördük denilerek itirazım kabul edilmedi. Bu öğrencilerin çok zayıf oldukları, ancak nasıl olsa geçer not alacakları konuşuluyordu. İmtihan günü gelip çattı ve ben bu öğrencileri imtihan ettim, ancak tedbir olarak çekmeceme koyduğum bir teyple her biri için en az 45 er dakika süren tüm soru ve cevapları kaydettim. İmtihan sonunda 3 üncü sınıfta olup 2 den takıntısı olan 2 öğrenciye kerhen 5 er verebildim, diğer 2 öğrenciye ise 1 er vererek belgelemiş oldum. Listeyi Enstitü Müdürü Mustafa Çinkılıç a teslim ederken bu öğrencilere Bakanlık nezdinde itiraz etsinler diye telkinde bulunmalarını tavsiye ettim, kayda alınmış imtihanın bir komisyon tarafından değerlendirilebileceğini belirttim. Ben odadan çıktım, bu öğrenciler içeri girdi. Çınkılıç ın sonuçları açıklaması üzerine içlerinden biri efelenmeye kalkmışsa da teyp hikâyesini öğrenince bir koltuğa yığılıp kalmış. Yerinden kalktığı zaman da belindeki tabancası odanın ortasına düşmüş, eğilip alırken Çinkılıç görmezden gelmiş. Bu iki öğrenciden biri Talas ta imamlık da yapan Ahmet, diğeri ve tabancalı olanı Elazığ lı Fâris idi. Soyadlarını hatırlamıyorum. Bir müddetten beri geçer not almadıkları takdirde ne yapacakları konusundaki tehditleri yaygın olarak konuşulan bu gençler, o akşam benim evime gelip çevrede bağırıp çağırmışlar. Biz ailece tedbir olarak o gece rahmetli Mustafa Göl ün evinde kalmıştık. Ertesi gün Cumhuriyet Savcısına ve Valiliğe giderek olayı anlatıp tedbir talebinde bulunduk ise de kılını kıpırdatan olmadı. Eski arkadaşlarımızdan ve Kayseri vâizlerinden Celal Cihan bir yerlerden iki tabanca bulup getirmişti. Ben bunlardan birini belimde, diğerini pantolonumun cebinde taşımaya başladım. Zira Haziran ayı içinde devam edecek sınavlar süresince Kayseri de bulunacak ve sınav yapacaktım. Bu öğrencilerden Ahmet in eşinin; Git, vur bu adamı, ben sana hapiste bakarım dediği de bize nakledilmiş, bunların benim peşimde dolaştıkları her gün konuşulur olmuştu. Tek başıma boş bir sınıfta sözlü sınav yaparken elim silahın birinin tetiğinde, diğerini de hazır vazıyette belimde tutuyordum. Zira her an beklenmedik bir şekilde kapı açılabilir, olumsuz bir durumla karşılaşabilirdim. Çok şükür kazasız belasız sınavlarımı bitirdim ve o tarihlerde şehrin ortasından hareket eden Ankara otobüsüne bindikten sonra bizi uğurlamaya gelen Celal Hocaya silahlarını otobüsün içinde teslim ettim. Hiç de hoş olmayan bir anı değil mi?

22 Kayseri Yüksek İslam Enstitüsü nde bazı öğretmen ve öğrencileriyle (). Ön sırada ayaktakiler:?., Nurettin Bayburtlugil, Eminullah Veziri (Pakistanlı), Nazike Erik, Mustafa Çinkılıç (Enst. Müdürü), Mustafa Çuhadar,? Tayyar Altıkulaç (arka sıra ortada Nazike Erik in arkasında koyu renk gözlüklü) BAĞDAT ÜNİVERSİTESİNDE KALDIĞI DÖNEM Bağdat a gidişi ve yaptığı çalışma M. ÖCAL: Sayın Hocam, bir müddet Bağdat a gidip orada da kalmışsınız? Ne zaman ve hangi maksatla gitmiştiniz? T. ALTIKULAÇ: Irak ın başkenti Bağdat ta bulunduğum dönem öğretim yılıdır ve İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü&#;nde asistan olduğum döneme rastlar. Amacımız Arap Dili ve Edebiyatı üzerinde çalışmalar yapmaktı. M. ÖCAL: Bağdat a resmi yollarla (Türk veya Irak Hükümeti bursuyla) mı, kendi imkânlarınızla mı gitmiştiniz? T. ALTIKULAÇ: Irak hükümeti ile yapılmış olan kültür anlaşması çerçevesinde Milli Eğitim Bakanlığı tarafından gönderilmiştik ve Irak Hükümeti nin tahsis ettiği burstan yararlanmıştık. M. ÖCAL: Orada tez veya benzeri bir çalışma yapmış mıydınız? T. ALTIKULAÇ: Bağdat&#;ta bulunduğum süre, Enstitü&#;deki asistanlık dönemime rastladığı için dil çalışmaları yanında tezim üzerindeki çalışmalarımı da bu dönem içinde sürdürdüm. Ve Ebû Şâme&#;nin biraz önce sözünü ettiğim eserini bazı kaynak eserlerin muhakkik ve nâşirlerinden olan ve o tarihlerde aynı zamanda Bağdat trafik Şubesi Müdürü olarak görev yapan Subhi es-sâmerrâî&#;ye başından sonuna kadar okumuştum. Bu zatla akşamları bir kahvehanede buluşuyor, sigara dumanları arasında bu çalışmayı yapıyorduk. Bağdat la ilgili iki anısı M. ÖCAL: Şu anda yabancıların istilası altında olan güzelim Bağdat la ilgili anılarınızdan bir şeyler anlatmanızı istesek? T. ALTIKULAÇ: Şu anda aklıma gelen iki anım şöyle: Külliyyetü l-lügāt ta (Filolojiler Fakültesi) Abdüssettâr Fevzi adında bir hocamız vardı. Takrirleri sırasında sık sık âyetlerle istişhadda bulunmaya çalışır, zaman zaman âyet yerine başka metinler okur, tamamı yabancılardan oluşan sınıfta herhalde kimsenin bunun

23 farkına varmayacağını düşünürdü. İlk aylarda biz kendisine itirazda bulunmaya ve tartışmaya cesaret edemiyorduk. Nihayet bu cesareti kazandığımız günler gelmişti. Yine bir gün kālellâh diye başlayan cümlesinin ardından âyet olmayan bir metni âyet diye okumaya kalkınca ben söz aldım ve: - Üstat, ben Kurân ın tamamını yılında ezberlediğimde böyle bir âyet yoktu, acaba yeni mi nâzil oldu? diye sordum. Üstad bana müthiş kızmış, özellikle soru şeklim onu rahatsız etmişti. Yaptığı yanlışı te vil etmeye çalışırken imdadına yetişen teneffüs zilinin ardından kötü bir moralle sınıfı terk etmişti. Bir başka anım da bir başka gerçeği yansıttığı için hemen onu da anlatayım: Irak ta güzel Kur an tilâvet edeni bulmak maalesef mümkün değildir. İmam-ı A zam Camiine teravihe devam ediyoruz, ama gazel veya mersiye okur gibi tilâvet eden hocalar yüzünden Ramazanın tadını o tarihi camide bile alamıyoruz. Arkadaşlarımız birkaç ayrı zamanda bana bu camide tilâvet etmemi söylemişlerse de bu isteğe pek ilgi göstermemiştim. Nihayet bir gün yine bu arkadaşlardan biri (herhalde Yakup Üstün) yine bir teravih namazı öncesinde bana: - Tayyar, nazlanma da teravihten önce biraz tilâvet et, kulaklarımızın pası silinsin, dedi. Ben de mihrapla minber arasında bir yere oturdum ve başladım okumaya. Derken cami içinde Ahsente yâ şeyh, "Allâhü ekber" türünden coşkular yükselmeye başladı ve sık aralıklarla tilâvetin sonuna kadar sürdü. Ezanla birlikte tilâveti noktaladım ve henüz gözlerimi açmıştım ki elimin içine bir elin girip 50 füls madeni para bıraktığını, bu kişinin ardından herhalde aynı maksatla birilerinin daha bana doğru geldiklerini gördüm. Çok şaşırmıştım. Ani tepkim parayı da geri uzatarak Ene lestü bi-sâil: Ben dilenci değilim oldu. Ve bu kişiler Afven yâ şeyh diyerek benden uzaklaştılar. Bu da ehl-i Bağdat ın ehl-i Kur an a bakış açısı. M. ÖCAL: Hakikaten çok ilginç Peki hocam, bu olaydan sonra sizin tilâvetinizle ilgilenen ve sizi başka programlarda okumak üzere davet edenler oldu mu? T. ALTIKULAÇ: Özel bir ilgi olduğunu hatırlamıyorum. O günlere rastlayıp rastlamadığını da hatırlamıyorum, ama Bağdat Radyosu nda çalışan bir Türk arkadaşımızın (Ruhi Özcan) delaletiyle benden birkaç tilâvet kaydı alınmış ve bu okuyuşlarım Bağdat Radyosu nda epeyce bir müddet yayımlanmıştı. Hatta Türkiye ye döndükten sonra da birkaç defa bu radyodan kendi tilâvetimi dinlediğimi hatırlıyorum. M. ÖCAL: Müsaade ederseniz, Bağdat la ilgili son sorumu sormak istiyorum. Bağdat dönüşünde nerede ve ne görevine başladınız? T. ALTIKULAÇ: İstanbul da Yüksek İslâm Enstitüsü ndeki asistanlık görevime bıraktığım yerden devam ettim. ASKERLİK DÖNEMİ M. ÖCAL: Sayın Hocam, gelelim askerlik döneminize. Malum olduğu üzere her erkek Türk genci askerlik yapmakla mükelleftir. Siz askerliğinizi nerede ve ne zaman yaptınız? T. ALTIKULAÇ: Yedek Subay öğrencilik dönemim Bursa da Personel Okulu nda geçti. Çektiğim kur a ile de geri kalan askerlik görevimi Tunceli Askerlik Şubesinde yaptım. Bu süre içinde Nazımiye ilçesinde 54 gün Askerlik Şubesi Başkanlığı görevini vekâleten yürüttüm. Daha önceki bir sorunuz vesilesiyle belirttiğim gibi askerlik görevime Kayseri Yüksek İslâm Enstitüsü ndeki görevimden ayrılarak gittim. Bütün bunlar 01 Ekim Ocak tarihleri arasında gerçekleşti. M. ÖCAL: Askerlik görevinizi ifa ederken dinî hizmetleriniz oldu mu? Ne tür hizmetler? T. ALTIKULAÇ: Oldu. Tunceli nin o tarihlerde bir tek camii vardı ve Cuma namazlarını resmi üniformamla ben kıldırdığım ve hutbeleri hep ben okuduğum gibi diğer namaz vakitlerinde de camiye her gittiğimde vakit namazlarını da ben kıldırırdım. Çünkü cami

24 görevlileri çok yetersiz ve eğitimsiz arkadaşlardı. Nazımiye ilçesinde bulunduğum süre içinde de aynı görevleri hep ben yapmıştım. Yedek subay öğrencisi iken Bursa Personel Okulu bahçesinde () DİYANET İŞLERİ BAŞKAN YARDIMCILIĞI DÖNEMİ VE T. DİYANET VAKFININ KURULUŞU Diyanet İşleri Başkan Yardımcılığına atanması M. ÖCAL: Sayın Hocam, siz tarihleri arasında yani beş seneyi aşkın bir süre ile Diyanet İşleri Başkan Yardımcılığı yapmışsınız. Diyanet İşleri Başkanlarının görev sürelerini inceledim, sizin Başkan Yardımcısı olarak göreve başladığınızda Lütfi Doğan Başkanlık görevini vekâleten yürütüyormuş. Burada size yöneltmek istediğim ilk soru şudur; Başkan Yardımcılığı görevine atanmadan önce hangi görevi yürütüyordunuz? Yani hangi görevden Diyanet İşleri Başkan Yardımcılığı görevine atandınız? T. ALTIKULAÇ: Askerlik dönüşü İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü ne tayinim yapılmıştı (21 Ocak ). Bu görevde birkaç ay çalıştıktan sonra 15 Temmuz de naklen sözünü ettiğiniz göreve tayinim yapılmış oldu. M. ÖCAL: Peki Başkan Yardımcılığı görevine siz mi talip oldunuz, Lütfi Doğan Hoca mı istedi, yahut siyasiler mi devreye girdi? Kısaca nasıl atanmıştınız? T. ALTIKULAÇ: Benim herhangi bir talebim söz konusu olmadığı gibi bu görevi olağan üstü ısrar üzerine kabul ettim. Gümüşhaneli Lütfi Doğan Hoca bu görev için beni talep etmiş ve zamanın Devlet Bakanı Mehmet Özgüneş i benim ismim üzerinde ikna etmişti. Ancak daveti kabul etmediğimi öğrenen Bakan, bu defa kendisi beni Ankara ya çağırdı ve ısrar etti. Bu arada Ankara daki arkadaş çevrem de boş durmamış, beni ikna etmek için kulis yapmıştı. İstanbul daki bazı arkadaşlarım ise aksi görüş belirtiyor, eğitim ve öğretim hizmetinden kopmamam gerektiğini söylüyorlardı. Nihayet Ankara nın ve özellikle Lütfi Doğan hoca ile Mehmet Özgüneş in ikinci defa beni Ankara ya çağırarak yaptıkları ısrar, kararım üzerinde etkili oldu ve bu görevi böylece kabul etmiş oldum. M. ÖCAL: Siz Başkan Yardımcılığı görevine başladıktan bir yıl sonra Lütfi Doğan görevden alınmış veya ayrılmış, bu sefer öncekinin adaşı Dr. Lütfi Doğan asaleten Başkanlığa atanmış. Onunla da yaklaşık dört yıl görev yapmışsınız. Dr. Lütfi Doğan ın görevden alınması (veya ayrılması) üzerine bu sefer Doç. Dr. Süleyman Ateş Başkan olarak atanmış. Fakat siz Süleyman Ateş in göreve başlamasından bir buçuk ay gibi kısa bir süre sonra görevden ayrılıp

25 Milli Eğitim Bakanlığı Din Eğitimi Genel Müdürlüğüne atanmışsınız. Genel Müdürlük döneminizle ilgili ayrıca konuşmamız gerekecek ama burada sizden Başkan Yardımcılığı döneminizde yaptığınız ve önemli kabul ettiğiniz hizmetleri birer cümle halinde sıralamanızı istesem?.. T. ALTIKULAÇ: Bu uzun bir iş. Ancak yanlış anlaşılmamak ümidiyle şu kadarını söyleyebilirim: Ben Başkan Yardımcısı olarak göreve geldiğimde Diyanet İşleri Başkanlığı sanki bir kamu kuruluşu değil, kamunun dışında çok çok alaturka usûllerle yönetilen sivil bir kuruluş görüntüsünde idi. Veya benim üzerimdeki etkisi böyle olmuştu. Koridorlarda insanlara çarpmadan yürümeniz mümkün olmuyordu. İş takibi için taşradan bir hayli insan kuruma geliyor, gelenin işleri yürüyor, gelip işini takip etmeyenlerle ilgili işlemler aylarca masalarda bekliyordu. Yazışma usûlünü bilen yetişmiş eleman yok denecek kadar azdı. Dosyalama sistemi felçli idi. Aradığınız bir personel dosyasına ulaşmanız bazen günler alıyordu. Arşiv güvenliği son derece yetersizdi. Hatta bir gün mesai saati içinde bizzat kendim dosya arşivinden dosyayı gizlice almıştım da arşive girip çıktığımdan kimsenin haberi olmamıştı. Sonra bu dosyaları istemiş ve görevlilere bir iki gün aratmıştım. Özetle söylemek gerekirse Başkanlık bürokrasisini sil baştan deyip yeniden ele almak gerekiyordu. Biz de öyle yaptık ve bir grup fedakâr arkadaşımla birlikte sürdürdüğümüz çalışmalarla bu kurumun bu konulardaki yetersizliğini gidermeye çalışmıştık. Türkiye Diyanet Vakfının (TDV) kuruluşu M. ÖCAL: Hocam, bildiğim kadarıyla Türkiye Diyanet Vakfının (TDV) kuruluşu Dr. Lütfi Doğan ın Diyanet İşleri Başkanı ve sizin de Başkan Yardımcısı olduğunuz dönemde gerçekleşti değil mi?.. Uygun görürseniz mülakatımızın burasında T. Diyanet Vakfının kuruluşu üzerinde sohbetimizi sürdürelim. Burada öncelikle öğrenmek istediğim husus şudur: Türkiye Diyanet Vakfının kuruluş fikri kime aittir? Hangi tarihte, kimlerin öncülüğünde ve hangi amaçla kuruldu? Kısaca açıklar mısınız? T. ALTIKULAÇ: Türkiye Diyanet Vakfı nın kuruluş fikri Dr. Lütfi Doğan, Tayyar Altıkulaç, Yakup Üstün, Ahmet Uzunoğlu ve Başkanlığın diğer üst düzey yetkililerinin müşterek değerlendirmeleri sonunda ortaya çıkmış ve gelişmiştir. Kuruluş yılında adlarını zikrettiğim isimler tarafından gerçekleştirilmiştir. Kuruluş safhasında bürokratik işlemleri yürütmek anlamında en büyük emek Hukuk Müşaviri Ahmet Uzunoğlu na aittir. M. ÖCAL: Vakfın tüzüğü gereği herhalde Vakıf Mütevelli Heyeti Başkanı Diyanet İşleri Başkanı oluyordu değil mi? T. ALTIKULAÇ: Evet. M. ÖCAL: Vakfın ortaya çıkış veya kuruluş amacı neydi? Yani neden böyle bir vakıf kurma lüzumu hissetmiştiniz? Vakıf kanalıyla ne tür hizmetler yapmayı hedeflemiştiniz? Kısaca özetler misiniz? T. ALTIKULAÇ: Bir tarihte Arap ülkelerinin birinden bir misafir gelmiş ve onu gün Ankara da misafir etmemiz gerekmişti. Adam gitmişti, ancak otel masraflarının nasıl ödeneceğine bir çözüm bulunamamıştı. Başkanlığın temsil ve ağırlama bütçesi, makamın misafirlerine ikram ettiği ıhlamur ve çay masraflarına ancak yetiyordu. Rahmetli Ahmet Hamdi Kasapoğlu na: - Hoca, sen Ankara da çok eskisin. Bu parayı bir yerlerden bulmalısın, dedik. Kasapoğlu; - Ben bi dolaşam gelem, diyerek gitti ve bir gün sonra paranın ancak bir miktarını bulabildiğini söyleyerek geri döndü. Kalanını da aramızda paylaşarak otel borcunu ancak ödeyebilmiştik. Bunlar çok düşündürücü şeylerdi. Hizmet edebilmek için hem paraya hem de sivil bir organizasyona ihtiyaç vardı. Amacımız Başkanlık hizmet ve faaliyetlerini daha etkin

26 hale getirmek, bütçe imkânlarıyla yerine getirilemeyen hizmetler için destek sağlamak gibi şeylerdi. M. ÖCAL: Ve bu tür olaylar ve sıkıntılar neticesinde Türkiye Diyanet Vakfının kuruluşu gerçekleşti T. ALTIKULAÇ: Evet. Ve bu Vakıf kanalıyla bugüne kadar çok büyük hizmetler gerçekleştirildi. M. ÖCAL: Hocam, isterseniz Vakıf hizmetleri konusuna Diyanet İşleri Başkanlığınız dönemini konuşurken girelim. Uygun görürseniz mülakatımızı kronolojik sıraya göre devam ettirmek ve Milli Eğitim Bakanlığı Din Eğitimi Genel Müdürlüğünüz dönemine geçmek istiyorum. T. ALTIKULAÇ: Peki, nasıl isterseniz Türkiye Diyanet Vakfı ilk Mütevelli Heyeti () Soldan sağa: Celal Yıldırım, İsmet Karaokur, Lütfi Şentürk, Yakup Üstün Dr. Lütfi Doğan (DİB), Tayyar Altıkulaç, Ahmet Uzunoğlu MEB DİN EĞİTİMİ GENEL MÜDÜRLÜĞÜ DÖNEMİ MEB Din Eğitimi Genel Müdürlüğüne atanması M. ÖCAL: Sayın Hocam, siz Diyanet İşleri Başkan Yardımcılığı görevinden Milli Eğitim Bakanlığı Din Eğitimi Genel Müdürlüğü görevine atandınız. (Biliyorsunuz Anayasasından sonra adı Din Öğretimi Genel Müdürlüğü olarak değiştirildi.) Genel Müdür olarak hangi tarihte atandınız? Ayrıca böyle bir görev değişikliğini siz mi arzu etmiştiniz yoksa o günkü siyasi irade mi istedi? Yani dönemin Milli Eğitim Bakanı Ali Naili Erdem ve Başbakan Süleyman Demirel mi istemişti? T. ALTIKULAÇ: Milli Eğitim Bakanlığı Din Eğitimi Genel Müdürlüğüne tarihinde atandım ve tarihine kadar bu görevi yürüttüm. Atanma şekline gelince; şahsımla ilgili bazı tavsiyeleri dikkate alan Milli Eğitim Bakanı Ali Naili Erdem, herhalde Başbakan Süleyman Demirel&#;in onayını da önceden almak suretiyle bu atama işlemini ele almıştı. Ben talepte bulunmamıştım ama böyle bir değişikliğe sıcak baktığımı bu konuyu benimle görüşenlere söylemiştim. Nihayet üçlü kararname Cumhurbaşkanı merhum Fahri Korutürk tarafından imzalandı. Burada ilginç bir ayrıntı var, herhalde onu da zikretmeliyim. Başbakanlık Cumhurbaşkanlığı ndan gelen kararnameyi Milli Eğitim Bakanlığına göndereceği yerde yanlışlıkla Diyanet&#;e gönderdi ve kararname benim önüme kondu. Ben kararnamenin üzerine "Tebellüğ ettim" deyip imzalasaydım iş bitmiş, aynı gün gidip Bakanlıktaki görevime başlamış

27 olacaktım. Ama böyle yapmadım, bunun bir yanlışlık olduğunu düşünerek kararnameyi bir görevli ile geri gönderdim. Düşündüm ki kararnameyi Milli Eğitim Bakanlığı nasıl olsa bana gün içinde tebliğ eder ve ben yeni görevime o zaman başlamış olurum. Ama aradan gün geçmesine rağmen herhangi bir gelişme olmadı. Hafta geçti, on gün oldu derken konuyu soruşturmaya başladık. Ama gördük ki kimse bir şey söylemiyor, ilgili bürokratların ağzını bıçak açmıyor. Derken kararnamenin Süleyman Demirel tarafından buzdolabına konduğunu, çünkü bazı cemâî örgütlerin temsilcilerinin bir araya gelip Süleyman Demirel&#;e çıktıklarını, "biz bu adamı şu andaki görevde tutmanızı dahi istemiyorken siz daha önemli bir yere getiriyorsunuz?" diye bu atamayı engelleme girişiminde bulunduklarını öğrendik. Bu kararname buzdolabında bir yıldan fazla kaldı ve nihayet bu konu ile benim lehime ilgilenenlerin takibi sonunda kararname buzdolabından çıktı ve bana tebliğ edildi. İlginç değil mi? M. ÖCAL: Gerçekten çok ilginç. Hocam, her ikisi de dini hizmetler yürüten, örgün ve yaygın din eğitimi öğretimi yaptıran kurumlar olmakla birlikte, sizin Diyanet İşleri Başkan Yardımcılığından MEB Din Eğitimi Genel Müdürlüğüne atanmanız kurum içinde ve kurum dışında nasıl karşılanmıştı? Normal ve olağan bir atama olarak mı karşılanmıştı, yoksa yadırganmış mıydı? T. ALTIKULAÇ: Gayet iyi karşılandı, ben şahsen herhangi bir yadırgama hissetmedim. M. ÖCAL: Sayın Hocam, hoşgörünüze sığınarak burada bir hususu ifade etmek istiyorum: Siz kendinizi nasıl değerlendiriyorsunuz bilmiyorum ama sizinle çalışanların kanaatlerine ve uzaktan edinilen izlenimlere göre; çok otoriter bir yapınız var. Emriniz altında çalışanlardan her zaman ciddiyet içerisinde olmalarını istediğiniz, iş ve çalışma esnasında kesinlikle tavizsiz olduğunuz anlatılır. En ufak da olsa laubaliliğe ve -biraz argo olacak amakaytarmaya karşı hiç müsamaha göstermediğiniz söylenir. Elbette ki sizin bu tutumunuz ciddiyetle çalışmak isteyenler için bir problem teşkil etmemekle birlikte biraz rahatı seven ve fazla çalışmaktan hoşlanmayanları rahatsız edici niteliktedir. Özellikle ikinci gruptakiler sizin bu yönünüzü zaman zaman öne çıkararak eleştirmektedirler. Bu konuda neler söylemek istersiniz? T. ALTIKULAÇ: Hiçbir şey söylemek istemem. Değerlendirmeyi tarih yapacak, en doğru kararı umarım ve dilerim o verecektir. Din eğitimi ve öğretimi yaptıran kurumlarda kemiyet (sayı) ve keyfiyet (kalite) meselesi M. ÖCAL: Bildiğiniz gibi, Türkiye de orta ve yüksek öğretim seviyesinde din eğitimi ve öğretimi yaptıran kurumlar olan İHL ile yılına kadar adları YİE olan bugünün İlâhiyat Fakülteleri mensupları ve sevenleri ile bu müesseselere soğuk bakan ve karşısında olanlar arasında yıllardır süregelen tartışmalar yaşanmaktadır. Ancak tartışma sadece karşıt görüşlüler arasında değildir. Burada karşıt görüşlülerin düşüncelerine girmeksizin, yıllardan beri taraftarları arasında sürmüş olan ve zannediyorum hâlâ da devam eden bir tartışma ile ilgili bir sorum olacak. Şöyle ki; Bazıları baştan beri; din eğitimi ve öğretimi yaptıran okul ve öğrenci sayısı az fakat kaliteli eleman yetiş(tiril)sin tezini savunurken, Buna karşılık bazıları (bekli de çoğunluk) ise; okul da, öğrenci de çok olsun. Çok sayıdaki mezunların içinden kaliteli elemanlar seçilerek onlara görev verilsin düşüncesindedirler. Bu ikinci gruptakiler, okuldan mezun olduğu halde görev verilmeyenler (veya alamayanlar) için ise; Hiç olmazsa günlük hayatında lazım olacak dinî bilgiler edinmiş olurlar demektedirler.

28 Yanlış bilmiyorsam siz baştan beri birinci grupta yer aldınız. Yani okul ve öğrenci sayısının artırılması yerine daha az sayıdaki okulda daha kaliteli elemanlar yetişsin tezini savundunuz. Hâlâ aynı kanaatte misiniz?.. Yoksa sizin hakkınızdaki benim düşünce ve kanaatim yanlış mı? Eğer hakkınızdaki düşüncem doğru ise; son yıllarda yaşanan olaylarla teziniz arasında bir paralellik kurabiliyor musunuz? Okul, öğrenci ve mezun sayıları çoğaldığı için bazı kesimlerce İHL hedef seçildi. Eğer sayı bu kadar çoğalmasaydı günümüzdeki olaylar yaşanmazdı diyebilir misiniz? T. ALTIKULAÇ: Kemiyet (sayı) ve keyfiyet (kalite) ile ilgili olarak hakkımda edindiğiniz kanaatte bir yanlışlık yok. Ancak bu, kemiyete karşı olduğum şeklinde anlaşılmamalı. İsterseniz bunu şöyle ifade edelim: Mutlaka keyfiyet ve bundan taviz verilmemek kaydıyla ve mümkün olduğu, şartlar elverdiği ölçüde de kemiyet. Bu anlayışımız sebebiyledir ki ortaokul açar gibi Yüksek İslâm Enstitüsü açmak isteyenlere bir grup arkadaşımızla birlikte karşı çıkmış, bu konuda siyaset adamlarıyla görüşerek engelleme çalışmaları yapmış ve meselâ Erzurum Yüksek İslâm Enstitüsü nün açılmasını bir yıl geciktirmeyi de başarmıştık. Ayrıca daha önce sorduğunuz bir soruya verdiğim cevapta sözü edilen ve zamanın Milli Eğitim Bakanı na bu Enstitülere ortaokullara öğretmen tayin eder gibi öğretim elemanı tayin edilmesin diye sunduğumuz arîza * da aynı anlayışın ürünü. Biz bu Enstitülerin öğretim elemanı ihtiyacının asistanlar alınarak öğretim elemanı ihtiyacının bunların yetiştirilmesi suretiyle veya dışarıdan en az doktora yapmış olan elemanlar marifetiyle karşılanmasını hep savunduk. Bütün bunlar niteliğe verdiğimiz önemin bir sonucu idi. Çünkü çok iyi bildiğiniz gibi yetişmiş öğretim elemanı meselesi, bir yüksek öğretim kurumu için en önemli meseledir. Öğretimi gerektiğinde çadırda da yapmak mümkündür. Bu kanaatimi bugün de koruyorum. Gerek TBMM nin döneminde bir araştırma vesilesiyle, gerekse döneminde son 15 üniversitenin ( da) açılışı ile ilgili kanunun müzakereleri sırasında TBMM nde yaptığım konuşmaları tutanaklardan alıp incelerseniz bu konudaki yaklaşımımın değişmediğini açıkça görmeniz mümkündür. Son yıllarda bu okullarla ilgili olarak yaşanan gelişmeleri sadece onların çokluğuyla açıklamak kanaatimce yeterli olmaz. Bu okullarda görülen niteliksiz çokluğu, yapılan yanlışlarla birlikte değerlendirmek gerekir. Bu yanlışları sadece siyasî kadrolara fatura etmek de doğru değildir. Bu konu üzerinde konuşulacak çok şeyler var. Burada bu kadarıyla iktifa edelim. Din Eğitimi Genel Müdürlüğü döneminde 33 yeni İHL nin açılışına imza koymasının gerekçesi M. ÖCAL: Peki Hocam, -yapabildiğim tespitlere göre- sizin Genel Müdürlüğünüz, Ali Naili Erdem in Milli Eğitim Bakanlığı ve Süleyman Demirel in de Başbakanlığı döneminde, Türkiye de ün üzerinde İHL var iken 33 yeni İHL nin açılışına imza koymuşsunuz. 2 Bu konuda ne dersiniz? O günün şartları gereği bu kadar İHL açılması gerekli miydi? Yoksa dönemin iktidar (koalisyon) partilerinin zorlamalarıyla mı bu kadar okul açılmasına imza koydunuz?.. Yahut da başka bir maksatla mı? T. ALTIKULAÇ: O günün şartları ve ihtiyaçları açısından baktığımızda ben bu okulların sözünü ettiğiniz açılış onaylarına kerhen ve siyaset istediği için değil, isteyerek imza koyduğumu açıkça söyleyebilirim. Siyasî zorlamalar da elbette vardı. Ama bu zorlamalara karşı koymaya gerek yoktu. Zira benim Genel Müdür olduğum ve yılları itibariyle okul sayısı yeterli olmadığı gibi mevcut durumda Diyanet İşleri Başkanlığının ihtiyaçlarının yakın bir gelecekte karşılanması da mümkün görünmüyordu. Zira yeni açacağınız okullar da ancak yedi yıl sonra mezun verecek, acil imam-hatip ihtiyacı daha yıllarca sürecekti. * arîza: küçükten büyüğe yazılan yazı, istirham-nâme. 2 Bk. Öcal, Mustafa, Kuruluşundan Günümüze İmam-Hatip Liseleri, Din Eğitimi Araştırmaları Dergisi, İstanbul, yıl , sayı 6, sh (Sh deki Tablo 7.)

29 İHL ler halkın beklentilerine cevap verebildi mi? M. ÖCAL: Size göre, açılışlarının üzerinden yarım asırdan fazla geçen İmam-Hatip Okulları / Liseleri veya mezunları memleketimizin dinî, millî ve kültürel hayatına nasıl veya ne kadar katkıda bulundular? Bu okullar insanımızın beklentisine yeterince cevap verebildiler mi? Yahut bir halk deyimiyle söylersek; halkın yarasına merhem oldular mı? Şayet İHL halkın beklentisine cevap verememişlerse, bu halleriyle az sayıdaki okulda kaliteli eleman yetiştirme teziniz doğrulanmış mı olmaktadır? Yoksa başka sebeplerden dolayı mı halkın beklentisine cevap veremediler? T. ALTIKULAÇ: Kaliteli meslek adamı yetiştirme açısından baktığımızda bu okulların mezunları -istenilen seviyede ve nitelikte olmasa da- Türkiye de önemli bir boşluğu doldurmuş ve onlar sayesinde mihraplarımız imamsız kalmamıştır. Bu gençlerin içerisinde sayıları az da olsa mihrabı dolduracak nitelikte yetişenler olmuşsa da, çoğunluğun meslekteki yetersizlikleri ve pratik noksanlıkları Diyanet İşleri Başkanlığınca açılan hizmet içi eğitim programlarıyla giderilmeye çalışılmıştır. Bu uygulama bugün de devam etmektedir. Din eğitimi ihtiyacının karşılanması açısından baktığımızda da, bu okulların bu ülkeye çok şeyler kazandırdığını kabul etmemiz gerekir. Bu okulların alttan budandığı ve üstten önlerinin tıkandığı dönem öncesi tarihler itibariyle öğrenci sayılarının binli rakamlara ulaşmasının arkasındaki gerçek de sözünü ettiğim bu yeterli din eğitimi ihtiyacıdır. Ve bu okulların gerçekten toplumumuza iyi nesiller kazandırdığında ve vatanına, bayrağına, milli ve manevi değerlerine bağlı idealist gençler yetiştirdiğinde şüphe yoktur. İHL ine kız öğrenci alınması konusundaki mücadelesi M. ÖCAL: Bildiğiniz gibi, İHO na ilk yıllarda kız öğrenci alınmıyordu lı yıllarda ise birkaç İHO na kız öğrenci de alınmıştı. Eğer yanlış bilmiyorsam Türkiye de ilk kız öğrenciler Yozgat İmam-Hatip Okuluna kayıt yaptırmışlardı. Bu okula iki kız öğrenci , iki tanesi de öğretim yılında kayıt yaptırmıştı, (ikisi 2. sınıfta, ikisi 1. sınıfta olmak üzere öğretim yılında) toplam 4 kız öğrenci vardı. Ben de de kayıt yaptıranlardan idim yeni kayıt yaptıran iki kız arkadaşla aynı sınıfta idik öğretim yılında 3 tanesi okuldan ayrılmış, sadece ikinci sınıfa geçen bir tek kız öğrenci kalmıştı. O yıl bendeniz 2. sınıfta idim ve o kız arkadaşımız ve Mehmet isimli bir arkadaşımla birlikte - herhalde sınıfın en küçüklerinden olduğumuz için- üçümüz öğretmen kürsüsünün önündeki ilk sırayı paylaşmıştık. Ertesi yıl o arkadaşımız da okuldan ayrıldı ve kız öğrenci kalmadı lı yılların sonuna doğru başka bazı İHO na kız öğrenciler alınmaya başladı fakat de çıkarılan İmam-Hatip Okulları Yönetmeliği ile bu okullara da kız öğrenci alımı durdurulmuştu. Bildiğim kadarıyla sizin Genel Müdür olduğunuz dönemde kız öğrencilere de bu okulların kapısı yeniden açıldı. Bu nasıl oldu, açıklar mısınız? T. ALTIKULAÇ: Evet, sizin de belirttiğiniz gibi -birkaç istisnası hariç- yıllarca bu okullara kız öğrenci kabul edilmedi. Ancak yanılmıyorsam bunun, Kayseri ve Isparta illerinde bir elin parmaklarını doldurmayacak sayıda istisnası vardı. Bunlardan biri de bir okul müdürünün kızı idi. M. ÖCAL: de yürürlüğe konulan İmam-Hatip Okulları Yönetmeliğine kadar Çorum, Isparta ve Gaziantep te bir grup kız öğrenci vardı. Kayseri de ise ifade buyurduğunuz gibi yalnızca okul müdürü Celaleddin Karakılıç ın -bir değil- iki kızı öğrenim görüyordu. T. ALTIKULAÇ: Doğrudur. Düzeltmeniz için teşekkür ederim. İşte bu birkaç veya bir grup kız öğrenci örneğinin okul idarelerini kız öğrenci kaydı konusunda zor durumda bırakması ve Bakanlığın da bu konuya olumlu bakmaması üzerine de yönetmelikte yapılan bir değişiklikle bu okullara kayıt kabul şartları arasına erkek olmak şartı getirilmişti. Bir kız öğrenci velisinin başvurusuna bu şarttan söz edilerek bir okul idaresinin verdiği olumsuz cevap üzerine bu veli konuyu Danıştay nezdinde dava konusu yaptı. Danıştay ( yılında) davayı

30 haklı bularak bu öğrencinin kaydının yapılması gerektiğine karar verdi. Dava dilekçesinin gerekçesini okul idaresinin verdiği olumsuz cevap yazısı oluşturduğundan Danıştay ın kararı da bu cevabın geçersizliği üzerine bina edilmiş oldu. Yani Yönetmeliğin sözünü ettiğimiz hükmü iptal edilmemişti. Bu karar uyarınca davayı kazanan öğrencinin kaydı yapılmış olmakla birlikte Bakanlık kız öğrencilerin bu okullara kaydını uygun görmediğinden yönetmelik hükmünün yürürlükte olduğunu ileri sürerek kız öğrencilere bu okulların kapılarını açmamakta ısrar ediyor, kararın kişi ile sınırlı olduğunu ileri sürüyor, talepte bulunanlara Danıştay yolunu gösteriyordu. Kanaatimce bu doğru bir yaklaşım değildi. Yorgunu yokuşa sürmekti. Ben Genel Müdür olarak göreve başladığımda yardımcılarımdan bu yargı kararını istedim. Bunu genellememiz gerektiğini söyleyerek görüşlerini sordum. Üç yardımcım da karşı görüş belirtti. İkna olmadığım için yargı kararından ve görüşünden bahisle kız öğrencilerin bu okullara kabul edileceğine dair bir genelge hazırlayıp zamanın Milli Eğitim Bakanı Mustafa Üstündağ a götürdüm. İnceleyeceğini söyleyerek genelgeyi alıkoydu ve birkaç gün sonra imzalamadan geri gönderdi. Mumlu kağıda yazılmış bu genelge birkaç ay benim sümenimde bekledi. Bu arada Hükümet değişikliği oldu ve Milli Eğitim Bakanlığı görevine Nahit Menteşe getirildi. Uygun bir zemin ve zaman kollayarak aynı genelgeyi Sayın Menteşe ye götürüp sözlü bilgi de verdikten sonra imzasını aldım ve bütün İHL ne gönderdim. Böylece kız öğrenci kaydı konusunda yıllarca devam eden veli-idare sürtüşmesi bu okulların gündeminden çıkmış, kız öğrencilere İHL nin kapıları açılmış oldu. Daha sonraki bir yönetmelik düzenlemesi sırasında da -yargı kararı dikkate alınarak- erkek olmak şartı metinden çıkarıldı. İHL ler bir siyasi partinin arka bahçesi mi oldu? M. ÖCAL: Sayın Hocam, bildiğiniz gibi İHL ler Türkiye nin en tartışmalı okullarının başında gelmektedir. Geçmişte bir siyasi parti liderinin; * İHL ler bizim arka bahçemizdir dediği iddiası ortaya atıldı. O parti mensupları ise; Böyle bir sözün liderlerinin ağzından çıkmadığını, bir başka siyasi parti liderinin; ** İHL lerini arka bahçesi olarak görmektedir dediğini ve dolayısıyla bu sözün sonradan dedi şeklinde kendi liderlerine yakıştırıldığını, yani liderlerinin söylemediği bir sözü söylediğini iddia ettikleri gerekçesiyle reddetmektedirler. Siz ise Genel Müdürlüğünüz döneminde sadece İHL lere değil, din eğitimi ve öğretimi yaptıran bütün kurum ve kuruluşlara siyasetin girmemesi konusunda hassas davrandınız. Benim burada size yöneltmek istediğim soru şu: Söz konusu siyasi parti lideri gerçekten böyle bir söz söyledi mi? Bu konuda bilginiz var mı? Söylememiş olsa bile, parti zihniyeti olarak bu okullara karşı tavır ve davranışlarıyla İHL lerini gerçekten arka bahçe gibi gördüklerini söyleyebilir misiniz? T. ALTIKULAÇ: Sözünü ettiğiniz siyasi parti liderinin böyle bir söz söyleyip söylemediği konusunda sizden farklı bilgim yok. Ancak bu sayın liderin gerek bu okulları gerekse Diyanet camiasını kendi siyasi programının tabii üyeleri gibi gördüğünden ya da öyle olmaları gerektiğine inandığından, buna bağlı olarak siyasetini buna uygun olarak yürüttüğünden hiç şüphem yok. Yüksek İslâm Enstitülerine asistan kadroları tahsis ettirmesi * de kurulan Milli Selâmet Partisi (MSP) lideri Prof. Dr. Necmettin Erbakan. Bu siyasi parti diğer bütün siyasi partilerle birlikte 12 Eylül ihtilali sonrasında kapatılmış, liderleri de siyaseten yasaklı hale getirilmiştir. Bir müddet sonra Erbakan a yakın isimlerce Refah Partisi (RP) kurulmuştur. Erbakan ın siyasi yasağının kalkması üzerine önce bu partiye üye olmuş ve bir müddet sonra yapılan kongrede parti liderliğine getirilmiştir. Söz konusu sözü RP liderliği döneminde söylediği iddia edilmiştir. (M. ÖCAL) ** Dönemin Anavatan Partisi (ANAP) lideri Mesut Yılmaz.

31 M. ÖCAL: Bildiğiniz gibi, Din Eğitimi Genel Müdürlüğünüz döneminde 7 tane Yüksek İslâm Enstitüsü vardı yılında, 7 YİE tarafından 15 er kişi paylaşılmak suretiyle kullanılmak üzere (yüz) civarında asistanlık kadrosu hazırlatarak Milli Eğitim Bakanı Ali Naili Erdem e onaylattınız. Bu konuda önce şunu öğrenmek istiyorum: Daha evvel Milli Eğitim Bakanlığına bağlı başka bazı yüksek okullarda asistanlık kadroları vardı da, siz onları emsal göstererek mi Bakana bu kadroları onaylattınız? Yoksa ilk defa siz mi böyle bir yola girdiniz? T. ALTIKULAÇ: Yine ben li bir cevap olacak ama, Yüksek İslâm Enstitüleri için asistanlık kadrolarının ihdası, Devlet Personel Dairesi Başkanlığı&#;nın orta düzeydeki bürokratlarının ayaklarına Genel Müdür olarak bizzat gitmek suretiyle yaptığım ziyaretler ve kulisler sonunda Bakanlar Kurulu kararıyla ihdas edilmiştir, bu bir. İkincisi; o tarihler itibariyle asistanlık uygulaması yapılan herhangi bir yüksek okul bulunmuyordu. Yüksek İslâm Enstitülerine siyasi mülahazalarla sıradan öğretmen tayin edilmesi bizi üzüyor, daha önce de belirttiğim gibi bu kurumlardaki öğretim elemanı ihtiyacının asistanlık kadrolarında yetiştirilecek elemanlarla veya asgari doktorasını yapmış akademisyenlerle karşılanması gerektiğine inanıyorduk. Eğitim ve öğretim seviyesinin yükseltilmesi ve bu Enstitülerin gerçekten birer yüksek okul olabilmeleri için bunu zorunlu görüyorduk. Bu inancımızın gereği olarak çözümü asistanlık kadrolarının ihdasında gördük. Ancak iş bununla bitmedi; bu yolu uygulamaya koymamıza rağmen ortaokullara öğretmen tayin eder gibi bu kurumlara öğretim elemanı tayini yapılması için en üst düzeyden siyasi baskılar sürdü. Şükranla belirtmeliyim ki zamanın Milli Eğitim Bakanı Ali Naili Erdem, bizim bu konudaki samimi ve ısrarcı tutumumuzu doğru anlamış bir devlet adamı olarak programı yaralamak isteyenler karşısında bizi korumuştur. İlgililerin zamanın Başbakanı Süleyman Demirel e ulaşmalarına ve bu düzeyde Bakan üzerinde baskı kurmayı başarmalarına rağmen Ali Naili Beyin bize ve projeye olan inancı sayesinde uygulama yara almadan korunabilmiştir. M. ÖCAL: YİE lere verilen asistanlık kadrolarının zamanla ne kadar isabetli ve faydalı olduğunu en iyi bilenlerden birisi mutlaka sizsiniz. Ayrıca konuyu epeyce bilen de var ama bilmeyenler ve özellikle genç nesiller için -müsaadenizle- bir açıklama yapmak istiyorum: Sizin o dönemde çıkarttırdığınız civarındaki asistanlık kadrosuna atananların hepsi bir hocanın danışmanlığında doktora seviyesinde birer tez çalışması yapmışlardı. Ama mevzuat gereği Dr. unvanı alamamışlardı. Onların bu tezleri, YİE nin yılında İlâhiyat Fakültesine dönüşmesinden sonra yılında Üniversitelerarası Kurul un aldığı bir karar gereğince Üniversite Rektörlüklerince yeniden kurulan jüriler tarafından tekrar incelenmek suretiyle her biri Dr. unvanını aldılar. Zamanla Doç.lik ve funduszeue.info payesini kazandılar. Şu anda içlerinden bazıları emekli olmaya başladılar bile, ama halen büyük çoğunluğu İlâhiyat Fakültelerinin hocalığını başarıyla sürdürmektedirler. (Siz de zannediyorum aynı haktan yararlanarak Dr. unvanını almıştınız.) Allah u a lem siz yaptığınız bu önemli hizmetten dolayı sevap kazanmaya devam ediyorsunuz Allah sizden razı olsun. Bu açıklamadan sonra, belki konumuzla doğrudan ilgili olmamakla birlikte o dönemlerde duyduğumuz bir şeyin doğru olup-olmadığını öğrenmek istiyorum. Malum olduğu üzere, sizin Genel Müdürlüğünüz döneminde Ayvaz Gökdemir Bey de Öğretmen Okulları Genel Müdürü idi. Siz, kendisine; Ayvaz Bey, siz de Genel Müdürlüğünüze bağlı olan Eğitim Enstitüleri ve öğretmen yetiştiren diğer yüksek öğretim kurumları için asistanlık kadroları çıkarttırın. Re sen atamalar yapmak yerine imtihanla asistanlar alın. Ciddi çalışmalar yapsınlar, kaliteli hocalar yetişsin demişsiniz. Ayvaz Bey ise; Bizim o kadar zamanımız yok. Biz hızlı bir şekilde ve çok sayıda milliyetçi öğretmen yetiştirmek istiyoruz vb. demiş ve teklifinizi kabul etmemiş yılında YÖK yasası ile bütün yüksek okullar fakülteleştirilerek üniversitelere bağlandı. Yüksek İslâm Enstitüleri İlâhiyat Fakültesi haline getirilirken, Eğitim Enstitüleri ise - ki son zamanlarda adı Yüksek Öğretmen Okulu olarak değiştirilmişti- Eğitim Fakültesi ismini alarak üniversitelere bağlanmıştı. Bu gelişme üzerine, İlâhiyat Fakültelerinin gerek önceden

32 öğretim üyesi olarak atanıp yeterlik tezi yapan ve gerekse asistan olarak göreve başlayıp asistanlık tezi yapan öğretim elemanları -birkaç istisnası hariç- yerlerini koruyup Fakültede görevlerini sürdürmüşlerdir. Buna karşılık Eğitim Fakültesine dönüştürülen Eğitin Enstitülerinin / Yüksek Öğretmen Okullarının öğretim elemanlarının büyük çoğunluğu ise daha önce bilimsel çalışma yapmadıkları gerekçesiyle ve biraz da ideolojik iddia ve ithamlarla öğretmen olarak Milli Eğitim Bakanlığına iade edilmişlerdir. Bu gelişmelerden sonra bir ara kendisi ile görüştüğünüz Ayvaz Gökdemir Beyin size: - Tayyar Bey, siz haklı çıktınız. Keşke biz de asistanlık kadrosu ihdas etseymişiz!.. demiş. Doğru mu bu olay? T. ALTIKULAÇ: Sayın Gökdemir o tarihlerde Bakanlık içinde işbirliği yaptığımız değerli bürokratlardan biri idi. Onunla bu konularda görüşmelerimiz ve değerlendirmelerimiz de muhakkak ki olmuştur. Sizin bahsettiğiniz türden şeyleri de görüştüğümüzü hatırlıyorum. Ancak sizin naklettiğiniz netlikte ve ayrıntıda değil. MEB TALİM VE TERBİYE KURULU ÜYELİĞİ DÖNEMİ Talim ve Terbiye Kurulu Üyeliğine atanması M. ÖCAL: Sayın Hocam, MEB Din Eğitimi Genel Müdürlüğünden tarihinde aynı Bakanlığın bir başka birimi olan Talim ve Terbiye Kurulu (TTK) Üyeliğine atanmışsınız ve bu görevinizi tarihine kadar sürdürmüşsünüz. Yani üç aylık bir TTK üyeliğiniz olmuş. Bu seferki atanma döneminizde Milli Eğitim Bakanı Nahit Menteşe, Başbakan ise yine Süleyman Demirel. Talim ve Terbiye Kuruluna atanmanız nasıl gerçekleşmişti? Kısaca açıklar mısınız? T. ALTIKULAÇ: Genel Müdür olarak çalıştığım dönemde boğazımda bir rahatsızlık meydana geldi ve tedavi görmeme rağmen iyice kısılan sesime bir çare bulunamadı. O kadar ki, dairede arkadaşlarımla anlaşabilmek için maksadımı bir kağıda yazıyor, onlar yazılanı okuyarak bana cevap veriyorlardı. Aynı şeyi evde yaşıyorduk. Çocuğa kapıyı kapat diyemiyor, el çırparak ona kendimi duyurabiliyor, işaretle kapıyı kapatmasını isteğimi ifade edebiliyordum. M. ÖCAL: Bu derece mi? T. ALTIKULAÇ: Evet bu derece. Üstelik bu arada boş bulunan Bakanlık Sağlık İşleri Genel Müdürlüğü görevine de vekâlet ediyordum. Aylar süren tedavi sonuç vermemiş, ben huzursuz hale gelmiştim. Ve nihayet tedavi için Londra&#;ya gittim. Beni muayene eden hoca herhangi bir ilaç vermeden beni özel konuşma egzersizleri ve boyun jimnastikleri ile tedavi etmeyi denedi ve bir haftalık seanslar sonunda yavaş yavaş konuşmaya başladım. Bir gün bana; ne iş yaptığımı sordu. Verdiğim cevap üzerine; bu işe siyasetin karışıp karışmadığını öğrenmek istedi. Ben; karıştığını söyledim. Din ve siyasetin iç içe olduğu bir idari yapıda bu hastalığın normal olduğunu belirtti ve bana; bu görevi bırakmamı tavsiye etti. Ben de Ankara&#;ya döner dönmez önce Bakanlık müsteşarıyla, daha sonra Bakan Sayın Nahit Menteşe ile görüşerek beni bu görevden almalarını rica ettim. Şaşırdılar ve kendilerinin beni; Müsteşar Yardımcılığına terfi ettirmeyi düşündüklerini söyleyerek bu konuyu gerçekten iyi düşünüp düşünmediğimi sordular. İyi düşündüğümü ve idari görevden ayrılmam gerektiğini anlattım. Ne görev verebileceklerini benim yanımda istişare ettiler ve bana; bir isteğim olup olmadığını sordular. Mümkünse Talim ve Terbiye Kurulu üyeliğini tercih edeceğimi söylemem üzerine mümkün olduğunu belirttiler. Ancak bu görevin aylığı genel müdürlerden 50 lira eksik olduğundan dilekçe vermem gerektiğini söylediler. Ben derhal dilekçeyi orada yazıp imzaladım ve Müsteşar Abdurrahman Demirtaş a takdim ettim. Böylece bir iki gün içinde yeni görevime intikal etmiş oldum. M. ÖCAL: Statü olarak Talim Terbiye Kurulu Üyeliği Genel Müdürlüğün üzerinde mi, denk mi, yoksa altında bir görev midir?

33 T. ALTIKULAÇ: Talim ve Terbiye Kurulu Başkanlığı görevinin Genel Müdürlükten üstün bir görev olduğunda şüphe yok. Kurul üyeliğinin ise Genel Müdürlüğe denk bir görev olduğu söylenebilir. Ancak Genel Müdürlük idari bir görev olduğu için herhalde idari sorumluluk (makam) tazminatı sebebiyle aylıkta 50 liralık bir fark meydana geliyormuş, onu da bu vesile ile öğrendim. Talim ve Terbiye Kurlu Üyeliği döneminde YİE nde bölümleşmenin gerçekleşmesi konusundaki gayreti M. ÖCAL: Kısa süren Talim ve Terbiye Kurulu Üyeliğiniz döneminde kayda değer bir karara imza attınız mı? Neler yapabildiniz, kısaca açıklar mısınız? T. ALTIKULAÇ: Kısa süren bu görev döneminde elbette bazı önemli kararlara imza atmışımdır. Çok iyi hatırladığım birini burada zikredebilirim. Genel Müdür olduğum dönemde ele aldığımız ilk işlerden biri Yüksek İslâm Enstitülerinde Tefsir-Hadis, Fıkıh-Kelâm, İslâm Dini Esasları gibi bölümler oluşturma konusu idi. Şahsen önemsediğim bu projeyi Talim ve Terbiye Kurulu&#;na sunmuş ve üzerinden aylar geçmiş olmasına rağmen Kurul bu projeyi bir türlü ele almamıştı. Ben Kurul da görev aldıktan sonra bu projenin gündeme alınmasını sağladım ve kurduğumuz bir alt komisyonda projeyi olgunlaştırmaya çalıştık ve nihayet Kurul un onayından geçirmeyi de başardık. Ancak bu karar imzalanmadan ben Diyanet İşleri Başkanlığı&#;nı tedvirle görevlendirilmiş oldum. Bu defa tüm Kurul üyeleri bir jest olarak topluca bana yaptıkları tebrik ziyareti vesilesiyle bu kararı da getirmişler, ilk imzasını bana attırmayı planlamışlar. Yani bir bakıma Talim ve Terbiye Kurulu bir toplantısını Diyanet İşleri Başkanlığı&#;nda yapmış, bu vesile ile daha önceki toplantısında aldıkları bir kararı burada imzalamış ve ilk imzayı da makam masasında bana attırmış oldular. DİYANET İŞLERİ BAŞKANLIĞI DÖNEMİ Diyanet İşleri Başkanlığı görevine atanması M. ÖCAL: Sayın Hocam, siz hayatınız boyunca çok önemli görevler ifa ettiniz ama zannediyorum Diyanet İşleri Başkanlığındaki gerek Yardımcılık ve gerekse Başkanlık döneminin hayatınızda ayrı bir yeri olmalı. Çünkü özellikle Başkanlık görevi, insanlar içinde çok ender kişiye nasip olacak görevlerden birisi. Uygun görürseniz biraz da bu görev döneminizle ilgili sohbetimizi sürdürelim. MEB Talim ve Terbiye Kurulu Üyeliğinden, tarihinde Başkan sıfatıyla Diyanet İşleri Başkanlığına dönmüşsünüz. Buradaki görevinizi tarihine kadar sürdürmüşsünüz ve bu tarihte kendi isteğinizle emekli olmuşsunuz. Toplam 8 yıl 9 ay Diyanet İşleri Başkanlığı göreviniz var. Elimdeki kaynakları, hükümetlerin kuruluş tarihlerini ve görev sürelerini inceledim, bu seferki atanmanız III. Ecevit Hükümeti dönemine denk gelmektedir. Bu hükümet döneminde Diyanetten sorumlu Devlet Bakanı daha önce Yardımcılığını yaptığınız eski Diyanet İşleri Başkanı Dr. Lütfi Doğan gözüküyor. MEB Talim ve Terbiye Kurulu Üyeliğinden Diyanet İşleri Başkanlığı görevine atanmanız konusunda aklıma iki ihtimalli soru gelmektedir: Birincisi; sizin gibi İmam-Hatip Okulu ve Yüksek İslâm Enstitüsü çıkışlı birinin sol görüş ve söylemli bir siyasi parti olan Cumhuriyet Halk Partisinin (CHP) Milli Eğitim Bakanı olan Necdet Uğur tarafından Talim ve Terbiye Kurulu Üyeliğinden uzaklaştırma taktiği, İkincisi ise; daha önce Dr. Lütfi Doğan ın Diyanet İşleri Başkanlığı döneminde onun yardımcısı olarak dört yıl birlikte çalışmış olmaktan dolayı sizi tanıdığı için bu makama layık görmüş ve onun isteği ile Diyanet İşleri Başkanlığına getirtilmiş olmanız Hangisi doğru?.. Yahut da bir üçüncü ihtimal mi var? T. ALTIKULAÇ: Burada öncelikle Başkanlık görevine başlamam ve görev süremle ilgili bir hususu açıklamak isterim: Başkanlık görevim önce, Ocak in başlarında Devlet

34 Bakanı Dr. Lütfi Doğan la Milli Eğitim Bakanı Necdet Uğur un müşterek imzalarını taşıyan teklifin Başbakan Bülent Ecevit tarafından onaylanmasıyla tedvîren başlamıştı. Asaleten tayinim ise, Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk ün onayladığı Bakanlar Kurulu Kararı nın Resmi Gazete de yayımlanmasıyla de gerçekleşmiştir. Yaklaşık iki ay süren vekâlet günlerim dikkate alınacak ve tarihinde emekliye ayrıldığım göz önünde bulundurulacak olursa Başkan olarak görev yaptığım sürenin 8 yıl 9 ay değil, 8 yıl 11 ay olduğu görülecektir. Atanmamla ilgili sözünü ettiğiniz ihtimallere gelince, hiç şüphem yok ki bunlardan ikincisi geçerlidir ve başka bir ihtimal de yoktur. Aslında bu atama öncesinin kısa hikâyesine de ilgililerden bir kısmı hayatta iken kısaca değinmeliyim. Diyanet in eski yayın müdürü ve o tarih itibariyle Devlet Bakanı müşaviri merhum Tevfik Ersen, Dr. Lütfi Doğan ın çok güvendiği ve sözüne çok itibar ettiği bir zattı. Başkanlık görevine kimin getirileceği konusu üzerinde konuşulurken ön plana üç isimin çıktığı görülüyor: Eski Diyanet İşleri Başkanlarından Tevfik Gerçeker, Hüseyin Atay, Tayyar Altıkulaç. Önce yaşlı oluşu sebebiyle birinci isim eleniyor. Sayın Bakan ikinci isim üzerinde duruyor ama, bu zatın yani Sayın Atay ın mizacı itibariyle bu görev için uygun olmadığı değerlendiriliyor. Kala kala müzakereler üçüncü isim, yani benim ismim üzerinde yoğunlaşıyor ve nihayet Bakan bu noktada ikna ediliyor. Bu kulislerin ve ikna çalışmalarının içinde Diyanet in hukuk müşaviri Hamdi Mert de var. Nihayet konu bana getiriliyor ve ben hiç beklemediğim ve uygun da görmediğim bir teklifle karşılaşıyorum. Herhalde ayrı ayrı ve mükerrer olarak yaptıkları ziyaretlerle MEB Talim ve Terbiye Kurulu ndaki odamda bana teklif getirenler Tevfik Ersen ve Hamdi Mert. Benim cevabım ise her seferinde hayır oluyor. Diyanet İşleri (eski) Başkanları ndan Tevfik Gerçeker ve Din İşleri Yüksek Kurulu Başkanı Ahmed Hamdi Kasapoğlu ile Soldan sağa: Tevfik Gerçeker, T. Altıkulaç (DİB), Ahmed Hamdi Kasapoğlu M. ÖCAL: Türkiye de birçok insan öyle bir makama oturmak için adeta can atıp kendisini o makama herkesten daha çok ehil ve yetkili görürken siz niçin böyle bir teklife hayır dediniz? T. ALTIKULAÇ: Evvela yakın bir geçmişte sağlık problemi yaşamış olmam, ikincisi ve daha da önemli olanı o makama kendimi layık görmemem. Evet, bütün samimiyetimle tekrar ifade edeyim ki o makama kendimi layık görmemem.

35 Nihayet ben bu teklifi yakın arkadaşlarımla bir araya gelerek istişare ediyorum ve bu istişareden çoğunlukla evet cevabı çıkması üzerine merhum Tevfik Ersen e olumlu cevabımı bildiriyorum. İş burada bitiyor mu? Hayır, bitmediğini sonra öğreniyorum. Kısa bir süre birlikte çalıştığımız eski Milli Eğitim Bakanı ve CHP Genel Sekreteri Mustafa Üstündağ benim bu göreve getirilmeme karşı çıkmış. Gerekçesi ne? Bana nakledilene göre; Benim Genel Müdürüm iken ben bu adama dediklerimi yaptıramıyordum vs.. Çok iyi hatırladığıma göre Üstündağ bana bir personel konusunda istekte bulunmuş ve ben gerekçelerini de açıklayarak buna olumsuz cevap vermiştim. Herhalde ısrar etmesi üzerine; Efendim benimle çalışmak istemeyebilirsiniz, bunu öğrenmem durumunda size yardımcı da olur, gereken şekilde hareket ederim. Ve size sıkıntı da olmam, yani yargıya falan da gitmem demek istediğimi de hatırlıyorum. Bunun dışında Bakanla aramızda olumsuz bir şey de geçmemişti. Demek ki o davranış hatırından çıkmamış ve benim ileride kendilerine problem olabileceğini düşündürmüştü. Sonuçtan anlaşılıyor ki, Üstündağ engeli de aşılmış ve benim görevlendirilmem gerçekleşmiş oldu. Atanma kararnamesinde imzası bulunan Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk ün Diyanet İşleri Başkanlığı nı ziyareti. Soldan sağa: Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk, DİB. Tayyar Altıkulaç ve Devlet Bakanı Dr. Lütfi Doğan (sakallı). Çocukluğundan beri Başkanlık görevi üstlenmeyi hayâl etmiş mi? M. ÖCAL: Türkiye Cumhuriyeti nin en uzun süreli Diyanet İşleri Başkanı (ilk Başkan) Rıfat Börekçi ( arasında) yaklaşık 17 yıl süreyle bu görevi ifa etmiş. İkinci olarak Mehmet Nuri Yılmaz ( arasında) 11 yıl ikibuçuk aylık bir süre ile, üçüncü olarak da Eyüp Sabri Hayırlıoğlu ( ) 9 yıl 2 ay görev yapmış. Sizin Başkan olarak görev süreniz ise -vekâlet döneminizle birlikte- 8 yıl 11 aydır. Bu durumda siz en uzun süreli Diyanet İşleri Başkanları arasında dördüncü sıradasınız. Ayrıca, tarihleri arasındaki beş seneyi aşkın Başkan Yardımcılığı görevinizi de buna eklersek 14 yıl civarında Diyanetin en üst seviyesinde hizmet ifa etmişsiniz. Bu tespiti yaptıktan sonra -kendinizi başlangıçta bu göreve layık görmediğinizi söylemiş olsanız da- size şöyle bir soru yöneltmek istiyorum: Çocukluk veya gençlik döneminizden itibaren yahut daha sonraki yıllarınızda Diyanet İşleri Başkanlığı görevini üstlenmek ve bu

36 yolla hizmet etmek gibi kendi kendinize düşündüğünüz dönemler olmuş muydu? Başkanlık görevine atandıktan sonra neler hissettiniz? O günlerde yaşadığınız duygularınızı kısaca anlatır mısınız? T. ALTIKULAÇ: Biraz önceki açıklamalarımdan da anlaşılmış olmalı ki, bu göreve gelmeyi hiç düşünmedim, aklımın ucundan geçirmedim ve sözü edildiği meclislerde samimiyetle böyle bir şeyi hiç arzu etmediğimi ifade ettim. Pek çok arkadaşım bunun şahididir. Çünkü bu görevin manevi sorumluluğunun çok büyük ve o sarığı taşımanın çok zor olduğunu biliyor ve görüyordum. Devlet Bakanı Sayın Dr. Lütfi Doğan&#;ın danışmanı ve bir bakıma kader dostu Tevfik Ersen&#;in mükerrer teklifleri ve benim yakın arkadaşlarımdan bazılarının da ısrarlı tutumları karşısında o günkü Türkiye şartlarında bu teklifi kabul etmenin bir mecburiyet olduğunu düşündüm ve kabul ettim. O tarih itibariyle neler hissettiğime gelince; sadece görevin ağırlığı altında ezildiğimi, bunun dışında birkaç gün hiçbir şey düşünemediğimi hatırlıyorum. Ancak tedvirle görevlendirme onayının bana bir Cuma günü akşam üzeri tebliğ edilmesine ve işe ancak pazartesi sabahı başlamamın mümkün olmasına rağmen aldığım bazı duyumlar sebebiyle Cumartesi ve Pazar günleri için Başkanlıkta bazı tedbirler uygulama ihtiyacı duyduğumu ve de uyguladığımı bugün gibi hatırlıyorum. M. ÖCAL: Ne gibi tedbirler, bu konuyu biraz açar mısınız? T. ALTIKULAÇ DİB sıfatıyla yaptığı ilk hizmetlerden birisi; işçilerimizin bulunduğu Avrupa ülkelerine din görevlisi göndermeye başlamaları M. ÖCAL: Sayın Hocam, yanlış bilmiyorsam Diyanet İşleri Başkanlığınız dönemindeki ilk icraatlarınızdan birisi; Almanya başta olmak üzere işçilerimizin bulunduğu Avrupa ülkelerine din görevlileri göndermeniz olmuştur. Zât-ı âliniz başta olmak üzere bu işi başlatıp devam ettirenlerin bir çığır açtıklarını ve büyük hizmet yaptıklarını ve sevap kazandıklarını düşünüyorum. Allah razı olsun. Bu işi hangi tarihte ve nasıl bir ihtiyaçtan hareketle veya hangi gerekçe ile başlatmıştınız? T. ALTIKULAÇ: Evet, bu uygulamayı ben göreve gelir gelmez başlattığımızı söylemek zorundayım. Yine ben li bir cevap oldu ama sorunuzun başka türlü cevaplandırılması ne yazık ki mümkün değil. Bildiğiniz gibi lı yıllardan itibaren Avrupa ülkelerine işçiler gönderilmiş, ancak onların dini ihtiyaçlarının karşılanması için -Çalışma Bakanlığı tarafından Çalışma Ataşelikleri emrine sosyal yardımcı unvanı ile gönderilen ve toplam sayıları bütün Avrupa ülkeleri için kişiyi geçmeyen görevliler istisna edilecek olursa- ciddi hiçbir adım atılmamıştı. Sayıları milyonlarla ifade edilen insanlarımız bu konuda kendi kaderlerine terk edilmişti. Ancak zamanla bu ihtiyacı karşılamak üzere sivil bazı organizasyonlar bu ülkelerde dernekler kurdular, mescitler açtılar. Çoğunlukla uzman kişiler tarafından yönetilmeyen bu hizmetler birtakım siyaset ve cemaat bölünmelerini de beraberinde getirdi. İnsanımızın huzur bulmak için gittiği mescitlerden en azından bazıları kavganın ve tefrikanın merkezleri haline geldi. Ben göreve geldiğimde önümüzdeki manzara özetle bu idi. Bu ülkelerdeki insanımıza hizmet götürmek için elimizde kadro imkânlarımız ise sıfır mertebesinde idi. O günleri hatırlayınız, devletin 70 sente muhtaç olduğu günleri yaşıyorduk. Önce işçi dernekleriyle işbirliği yaparak mütevazı miktardaki ücretleri ( DM kadar) bu dernekler tarafından karşılanmak suretiyle din görevlileri göndermeye başladık. Daha sonra arkadaşlarımın Maliye Bakanlığı bürokratlarıyla sessizce yaptıkları kulislerle kadro kararnamesine 5 adet Din Hizmetleri Müşaviri kadrosu koydurarak Batı Almanya, Hollanda, Belçika, İsviçre ve Avustralya ya müşavirler gönderdik. Bu arkadaşlarımızın bu ülkelerde göreve başlamasıyla işçi dernekleriyle ilişkilerimiz daha verimli bir sürece girdi.

37 Ardından Belçika daki Belediyelerle anlaşarak aylıkları onlar tarafından ödenmek şartıyla bu ülkelerdeki okullara Din Bilgisi Öğretmenleri göndermeye ve bu öğretmenlerden ayrıca cami ve mescitlerde yararlanmaya başladık. Bu arada Mekke deki Râbıtatü l-âlemi l- İslâmî kuruluşundan bir miktar kadro sağlayarak çeşitli Avrupa ülkelerine din görevlileri gönderdik. Yani 70 sentin yokluğunun konuşulduğu Türkiye de yoktan yonga çıkarmaya çalışarak bir şeyler yapmanın gayreti içinde olduk, Avrupa ülkelerinde yaşanan bir yangını söndürmeye çalıştık. Daha sonra devletimizin tahsis ettiği kadrolar dönemine gelindi ve bugün çok şükür bu kadrolarda yüzlerce meslektaşımız bu ülkelerdeki işçi kardeşlerimize hizmet sunmayı sürdürmektedir. Başbakan Süleyman Demirel in Diyanet İşleri Başkanlığı nı ziyareti. Soldan sağa: Antalya Senatörü Remzi Yılmaz, Başbakan Süleyman Demirel, DİB. Tayyar Altıkulaç ve Erzurum Milletvekili Osman Demirci (sakallı). Başkanlığı döneminde Hac organizasyonuna girilmesi M. ÖCAL: Sayın Hocam, uygun görürseniz biraz da Hac organizasyonu ile ilgili konuşalım. Ama müsaadenizle önce bir açıklama yapmak istiyorum: Bildiğiniz gibi, Cumhuriyetin ilk döneminde yani tek partili dönemde ( lu ve lı yıllarda) Hacca gidiş yasaklanmıştı. (Yasaklamanın kesin tarihini ve sebebini bilmiyorum şayet siz biliyorsanız bunu da lütfen açıklayınız.) Yasak sebebiyle Hacca gitmek kolay kolay mümkün değildi. O yıllarda Hacca gitmek isteyen bir kişi -asıl niyetini gizleyerekbirtakım dolambaçlı yollardan geçmek zorundaydı. Halen yaşayan yaşlı bazı zatların anlattıklarına göre; o dönemde Hacca gitmek isteyenler Hac mevsiminden aylar önce; Mısır da akrabalarım var, onları ziyarete gideceğim, Bağdat ta, Şam da yakınlarım var onları görmek istiyorum diye ister istemez bir hileli yola başvuruyorlarmış. Uzun bir mücadele sonucunda o dönemin bürokratlarını inandırıp ikna edebilirse turist olarak resmi izin ve pasaport alıp aylar önce yurt dışına çıkıp Hac ibadetini yaptıktan aylar sonra da dönebiliyorlarmış. Tabii bu o kişiye çok pahalıya mal oluyormuş. Hem izin alma zorluğu ve hem de çok pahalıya mal olduğu için hacca gidenlerin sayısı çok çok nadirmiş. Ancak çok partili sisteme (demokrasiye) geçiş aşamasında Cumhuriyet Halk Partisinin (CHP) yılında toplanan 7. Kurultayından sonra, daha önce yasakladıkları din eğitimi ve öğretimi faaliyetlerine kısıtlı da olsa serbestlik tanırken Hacca gidişe de çok sınırlı sayıda izin vermek mecburiyetinde kalmıştı. Sonradan Demokrat Parti (DP) zamanında Hacca gidiş epeyce kolaylaştırıldı. Takip eden yıllarda Hacca gidenlerin sayısı devamlı artış gösterdi. Bu durum yani Hacca gidenlerin sayısının artışı doğal olarak gidiş-dönüş organizasyonları

38 açısından birtakım sıkıntıların ortaya çıkmasına sebep oldu. Nihayet bir gün geldi Diyanet İşleri Başkanlığı Hac organizasyonuna girmek durumunda kaldı. Bu açıklamadan sonra sizden öncelikle öğrenmek istediğim husus şudur: DİB lığı Hac organizasyonuna el atmadan gidiş-dönüş nasıl oluyordu? İnsanlar herhangi bir ülkeye turist olarak gezmeye gider gibi kendi başlarına mı gidiyorlardı yoksa resmi veya özel bir organizasyon söz konusu muydu? T. ALTIKULAÇ: O yıllarda Hacla ilgili olarak yurtiçi koordinasyondan İçişleri Bakanlığı sorumlu idi. Yurtdışı için ilgili ülkelerdeki Büyükelçilikler dışında konunun sahibi hiç yoktu. Her yıl hac mevsimi öncesinde İçişleri Bakanlığında bir Daire Başkanının başkanlığında ilgili kurumların temsilcileriyle bir toplantı yapılır ve bazı kararlar alınırdı. Ve ne yazık ki bu kararlar orada kalırdı. Bir yaptırım gücü olmadığı gibi ondan sonra konunun takipçisi de yoktu. Hacı adayları kendi başlarına, hatta özel otomobilleriyle bu yolculuğa çıkabildikleri gibi özel şirketlerin organizasyonu ile de hacca gidiyorlardı. Hacı adaylarının vizelerini almadıkları için gümrük kapılarında onları günlerce bekleten, hatta ortadan kaybolan, çeşitli adlar altında yol boyunca onlardan para toplayan, hiçbir sağlık tedbiri almadan yolcularını yollarda perişan eden, mukaddes topraklarda onlarla hemen hiç ilgilenmeyen şirketler sorunu her yıl yaşanan sıradan olaylar haline gelmişti. Arafat&#;a çıkmadan hacdan dönenlerle dahi karşılaştığımız olmuştur. Bu konuya en duyarlı ilgiliyi başında kurulan Ecevit Hükümetinin CHP&#;li Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı rahmetli Orhan Eyüpoğlu gösterdi. Devlet Bakanları Dr. Lütfi Doğan ve Enver Akova ile toplantılar yaparak alınacak tedbirler konusunu tartışmışlar, ancak somut bir çözüm üretememişlerdi. Sayın Eyüpoğlu, Dr. Lütfi Doğan&#;a; yeni Diyanet İşleri Başkanı ile tanışmak ve kendisiyle (benimle) bu konuyu konuşmak istediğini söylemiş. Ben kendisini ziyaret ederek bu konudaki düşüncelerimi, alınacak tedbirlerle ilgili somut önerilerimi kendisine anlattığımda Sayın Bakan bu önerileri ilginç bularak: - Sayın Başkan, inanıyorum ki sen bu konuyu çözüme kavuşturacaksın. Söyle, ne istiyorsan yapayım. Bu görevi kurum olarak alıp yürütün. İstersen hemen bir kararname çıkaralım ve bu yıl bu organizasyonu sadece siz yapın, dedi. Ben de kendilerine; kurum olarak bu işi yapabileceğimizi, ancak kararname işinin tecrübî bir uygulamadan sonra ele alınmasının daha uygun olacağını ifade ettim. Ve biz Diyanet olarak ilk defa hac mevsiminde diğer şirketlerle birlikte hac seyahati organize ettik. Yaklaşık hacı adayı ile çıktığımız bu yolculukta ve mukaddes topraklarda oldukça çetin bir hac mevsimi yaşadık. Gerek gümrük kapılarında gerekse çeşitli zorluklarla karşılaştıklarında şirketler ellerini ceplerine sokup banknotları konuşturabiliyor, biz bunu yapamadığımız için onlar bizi sollayıp gidiyorlardı ve benzeri pek çok uygulamalar. Hac sonrası Sayın Eyüpoğlu&#;na bir brifing verdik; bu işi tek elden götürebileceğimizi ve organizasyona getireceğimiz düzenlemeleri anlattık. Sayın Bakan bu işin çilesini aynı zamanda bir emniyetçi kimliğiyle yıllarca yaşamış bir kişi olarak anlattıklarımız karşısında olağan üstü bir sevinç yaşadı ve bunu bize ifade etti. Derhal bu konuda Diyanet İşleri Başkanlığı&#;nın Türkiye Diyanet Vakfı ile işbirliği içinde bu işi yürütmesini amaçlayan Hac Kararnamesi hazırlandı ve yürürlüğe konularak görev Diyanet&#;e verilmiş oldu. Artık &#;dan itibaren hac organizasyonunu sadece biz düzenledik ve bu uygulama ben görevi bırakana kadar bu şekilde devam etti. Rahmetli Özal, başbakanlığı döneminde bu kararnameyi delmeyi düşünüyordu. Bunu bana açtığında karşı çıktım. Ancak benim görevi bırakmamdan sonra uygulamada çeşitlilik anlayışına yer verecek şekilde Özal Hükümeti kararnameyi deldi ve belli oranda şirketlere de kontenjanlar verilerek ikili uygulamaya geçildi. Bu uygulama bugün de sürdürülmektedir. M. ÖCAL: Sizinle başlayan ve günümüze kadar devam eden Hac organizasyonunda Diyanet İşleri Başkanlığı ve T. Diyanet Vakfı ciddi tecrübeler kazandı ve bu işi başarı ile yürütmektedir. Siz hem Türkiye deki Hac organizasyonunu hem de diğer İslâm ülkelerinin

39 organizasyonlarını iyi bilirsiniz. Bir mukayese yapma imkânınız oldu mu; diğer İslâm ülkelerinin Hac organizasyonuyla Türkiye nin organizasyonu nasıldır? T. ALTIKULAÇ: Suudi Arabistan Hac Bakanlığı&#;nın bizim organizasyonumuzu birkaç defa birinci derecede başarılı bulduğunu kamuoyuna açıkladığını hatırlıyorum. Az sayıda da olsa bu işi güzel yürüten bazı ülkeler bulunmakla birlikte Türkiye hac organizasyonunun birçok ülke ile mukayese edilemeyecek kadar başarılı olduğu söylenebilir. M. ÖCAL: Siz ilk defa hangi yıl Hacca gitmiştiniz? T. ALTIKULAÇ: Ben ilk defa Diyanet&#;te Başkan Yardımcısı iken yılı hac mevsiminde bu görevi yerine getirmiştim ve bu vesile ile hac konusu hakkında Mehmet Kervancı isimli arkadaşımla birlikte inceleme de yapmıştık. M. ÖCAL: Siz göreviniz gereği sonraki yıllarda da defalarca Hacca ve Umreye gitmişsinizdir, hatırlıyor musunuz kaç defa Hacca, kaç defa Umreye gittiniz? T. ALTIKULAÇ: On defa hacca gittiğimi iyi biliyorum. Kesin değil ama herhalde bir o kadar da umre yapmak nasip olmuştur. Arafat ta Türk hacılarına hitap ederken. Unutamadığı bir Hac hatırası: Arafat ta yakalandıkları fırtına M. ÖCAL: Hac ve Umreleriniz esnasında yaşadığınız ve unutamadığınız bir hatıranız var mı, anlatır mısınız? T. ALTIKULAÇ: Birini anlatayım. Hangi yıl olduğunu şu anda iyi hatırlamıyorum. Hacıları Arafat&#;a çıkaracağımız akşamın gündüz saatlerinde Arafat Dağı&#;nda yağmurla karışık müthiş bir fırtına yaşadık. Ben o sırada Arafat&#;taki çadır hazırlıklarını denetlemek üzere yolda idim. Fırtına o kadar müthişti ki, arabamızı bir kenara çekip fırtınanın dinmesini beklemek zorunda kalmıştık. Fırtına dinmiş ve biz Arafat&#;a varmıştık ki, aman Allah ım bir de ne görelim, bütün çadırlarımız yerle bir olmuş. Çadırlar hem ıslanmış, hem de kumla karıştığı için ağırlaşmış, yerden kaldırılmaları nerede ise imkânsız hale gelmişti. Akşam saatlerinden itibaren sabaha kadar hacılarımız Arafat&#;a çıkarılacak, ama başlarını sokacak bir tek çadırımız dahi olmayacaktı. Ve hele ertesi gün güneşin altında bu insanların hali ne olacaktı? Çıldırmak işten değildi. Çadırları bu kadar kısa sürede Suudi yetkililerinin kurması da mümkün değildi. Çünkü bütün ekipler zaten dağılmıştı. Derhal genç hacılarımızla oldukça kalabalık ekipler oluşturduk. Büyük mücadelelerle çadırları yeniden kurmaya çalıştık. Sabaha kadar bir taraftan hacı

40 kafilelerimiz Arafat&#;a akıyor, bir taraftan ekipler çadır kurmayı sürdürüyordu. Kuruluşu tamamlanmış çadırların yetişmediği durumlarda hacılarımız genciyle yaşlısıyla bu çalışmaya katılıyordu. Çok şükür, güneş bastırmadan biz bu işi tamamlamış, bütün hacılarımızı çadırlar altına almayı başarmış ve ancak rahat bir nefes alabilmiştik. Umre ziyareti vesilesiyle Cebel-i Nur da. Soldan sağa: Tayyar Altıkulaç ın oğlutaha (önde), Tayyar Altıkulaç (gözlüklü), Hayrettin Karaman ve Bekir Topaloğlu. Rü&#;yeti-i Hilâl Konferansı M. ÖCAL: Sayın Hocam, sizi tanıyabildiğim kadarıyla hızlı çalışan ve zaman kaybetmekten hoşlanmayan bir yapınız var. Bu anlayışınızın gereği olarak sanıyorum başkanlığınızın daha ilk aylarında Rü&#;yeti-i Hilâl Konferansı (Ramazan hilâlini gözetleme ile ilgili konferans) düzenlediniz. Bu konferansla ne yapmak istediğinizi biz biliyoruz ama kamuoyunun ve özellikle gelecek kuşakların bilgilenmesi bakımından uluslararası düzeyde ele aldığınız ve çok önem atfettiğiniz konferans hakkında biraz bilgi verebilir misiniz? T. ALTIKULAÇ: Diyanet İşleri Başkanı olarak görev yaptığım süre içinde beni en çok yoran konulardan biri hiç şüphesiz minare doğrultma olarak gördüğüm bu konu olmuştur. Şöyle ki: Göreve başladığım yılın Ramazan ayı öncesi günlerde ekmeğini veya itibarını bu konuları kurcalayıp istismar etmekte arayan birileri sağda solda, bazı basın organlarında ve hatta bazı meslek dersleri öğretmenleri İmam-Hatip Okullarındaki derslerinde; Bu rejimin, Diyanet&#;inin dediği ile Ramazana başlanmaz, bayram yapılmaz şeklinde özetleyebileceğim propagandalarını başlattılar. Hatta sizin görevli olduğunuz Bursa ilinde Ulu Cami yakınında ana caddeye kocaman bir bez asarak buna benzer sloganlarla halkın kafasını karıştırdılar, arefe günü Ulu Cami önünde simit yediler. Fitne büyüktü ve daha da büyüme istidadı vardı. Derhal harekete geçerek aynı yıl sözünü ettiğiniz konferansı düzenledik. Çeşitli İslâm ülkelerinden yetkili din otoriteleriyle astronomi alanlarında uzman kişileri davet ederek gerçekleştirdiğimiz bu konferansta ihtilafın nedenlerini ve birliği sağlamanın metotlarını tartışarak kararlar aldık. Daha sonra biz bu kararları ilgili bütün ülke ve kurumlara göndererek bu konuda birliği sağlamaya çalıştık. M. ÖCAL: Peki bu birlik sağlandı ve konferans amacına ulaştı mı? T. ALTIKULAÇ: Büyük ölçüde ulaştığı söylenebilir. Bazı ülkeler ve özellikle bazı Afrika ve uzak doğu ülkeleri bu kararlara titizlikle uydular ve konunun takipçisi de oldular. Problemimiz Suûdî Arabistan&#;ın yanlış uygulamasıydı. Çevre Arap ülkeleri yetkilileri bu ülkeden yükselen anonslar karşısında kendi halkları karşısında zor duruma düşüyor, bu

41 anonsların yanlış olduğunu bile bile onlara uymak zorunda kalıyor ve bu durumu bize de itiraf ediyorlardı. Türkiye&#;deki bazı siyasi ve cemâî çevrelerin bunu bir muhalefet konusu gibi ele alıp işlemeleri de ayrı bir sorunumuzdu. M. ÖCAL: Peki hocam, hem Suûdî yetkilileriyle ve hem o siyasi çevrelerle özel olarak bu konuyu hiç mi tartışmadınız? T. ALTIKULAÇ: Tartışmaz olur muyuz? Tartıştık. Hatta bir Ramazan bayramı öncesinde Suûdî Arabistan&#;a giderek: "- Biz sizin görevlendireceğiniz kişilerle hilâl gözlemeye geldik. Bu işi kim yapıyorsa bizi onlarla buluşturun, yapacakları gözleme biz de katılmak istiyoruz" dedik. Buna karşılık: "- Biz kimseyi görevlendirmiyoruz. Görenler bize ulaşıp gördüklerini söylerler, biz de ona göre bayramı ilân ederiz" dediler. Dünyanın bu kadar küçüldüğü, konunun İslâm Dünyasında bu kadar tartışıldığı bir dönemde bu işi sorumsuz insanların verecekleri bilgiye bırakmanın doğru olmadığını söylemeye çalıştık ise de muhatabımızı ikna edemedik. M. ÖCAL: Muhatabınız kimdi ve gerçekten yetkili biri mi idi? T. ALTIKULAÇ: Muhatabımız Abdülaziz b. Bâz idi. Görme özürlü olan bu zat, Suûdî Arabistan&#;ın Diyanet İşleri Başkanı mevkiinde ve hatta ondan da öte bu ülkede otoritesi olan bir kişiliğe sahipti ve verdiği fetvaların, aldığı kararların bu ülkede tartışılmazlığı söz konusu idi. M. ÖCAL: Peki, sonra ne oldu hocam? T. ALTIKULAÇ: Biz heyet olarak bir akşam Taif&#;in de doğusundaki Cebel-i Şefâ (Şefâ Dağına) çıkarak elimizde dürbünlerle hilâl gözledik. O akşam görülemeyeceği bilimsel hesaplamalara göre kesindi. Hatta bir gün sonra dahi batı ufkunun çok berrak olması şartıyla 4 dakika gibi çok kısa bir süre görülebilecek ve batacaktı. Ama biz "adem"i (görülmediğini) tesbit etmek istiyorduk ve onun için bu gözlemi yapmıştık. Nitekim Tayyar Altıkulaç, Arif Çöklü, Ahmet Uzunoğlu ve Ali Serter&#;den oluşan heyetten hiç kimse o akşam yani günü hilâli görmedi. Ama biz birkaç saat sonra Mekke&#;ye indiğimizde yarının bayram olacağı çoktan ilan edilmişti. Biz onlara göre bayramın birinci günü de gözlemimizi tekrarlamak üzere bu defa Mekke ile Taif arasındaki Cebel-i Hedâ&#;ya (Hedâ Dağına) çıktık. Bu defa heyetimize Mekke&#;deki Türk mühendis ve iş adamları da katıldığından sayımız kişi olmuştu. Hep birlikte pür dikkat gözlemlerimizi yapmış olmamıza rağmen hesabın bize verdiği 4 dakika çok az bir zaman olduğu ve batı ufku bu süre içinde görebilmeyi mümkün kılacak kadar berrak olmadığı için hiç birimiz hilâli o akşam da göremedik ( ). Buradan çıkarılması gereken önemli sonuç şudur: Şayet hilâl bir gün önce görülmüş olsaydı, bir gün sonra bizim onu batı ufkunda güneşin batışından sonra dakikalarca rahat rahat ve dürbünsüz olarak çıplak gözle görmemiz gerekirdi. Nitekim o tarihte Mekke&#;de bulunan Konya&#;lı Tahir Büyükkörükçü hocanın benzer bir değerlendirme yaptığı, yani; Bir gün önce hilâl görülmüş olsa idi benim onu kaldığım evde yattığım yerden görmem gerekirdi dediği bize nakledildi.

42 Suûdi Arabistan da Taif&#;in doğusundaki Cebel-i Şefâ (Şefâ Dağında) Hilâl gözetlemesi yaparken. ( ) Ahmet Uzunoğlu ve Tayyar Altıkulaç M. ÖCAL: Tekrar düzenlediğiniz Rü yet-i Hilâl Konferansına dönersek, bu konferans sonunda Türkiye deki siyasi kanadın olaya bakış açısında bir değişiklik oldu mu? T. ALTIKULAÇ: Genellikle oldu, diyebilirim. Çünkü biraz önce anlattığım gözlem olayından ve Tahir Büyükkörükçü hocanın değerlendirmesinden sonra bu kanadın tutumunda önemli yumuşama görüldü. Daha sonraki yıllar bizi te&#;yid eden açıklamalar yapmak muhaliflerin içinden gelmedi, ama en azından seslerini kestiler. M. ÖCAL: Minare doğrultmaktan söz etmiştiniz. Bunu biraz açmanız mümkün mü? T. ALTIKULAÇ: Tabi. Hikâyeyi anlatmama gerek yok. Siz bilirsiniz. Oynadıkları oyun sırasında başları dönen ve minareyi bu yüzden eğri gören çocuklara, minareye urgan bağlayarak onlara doğrultturmakla ilgili bir hikâyedir bu. Aslında olmayan, ancak zihinlerde oluşan eğriliği doğrultmak için yapılan bir uygulamayı bize anlatır. Bizim hilâl gözleme işimiz de, özellikle bu işin bilimsel yanını biraz da tecrübeye dayalı olarak öğrendikten sonra kamuoyunu ikna etmek için yıllarca dağlarda sürdürdüğümüz çalışma da bunun gibi bir şeydir. Amaç, başlangıçta yaptığımız uygulamanın doğru olup olmadığını test etmek iken, daha sonraki yıllarda kendimizin yüzde yüz doğruluğundan emin olduğumuz bir konuda kafalardaki eğriliği gidermek, milletin huzurlu bir ramazan ve bayram yaşamasını sağlamaktı. Türkiye de bu amaca ulaşılmıştır. Pek çok ilde görevli heyetler tarafında arzu eden herkesin de katıldığı yıllar süren gözlemler sonuç vermiş, Türk kamuoyu Diyanet İşleri Başkanlığı nca hazırlanan takvimlerdeki tespitlerle gözlemlerin örtüştüğünü görmüş ve ikna olmuştur. Yani minare doğrultulmuş, Türkiye&#;de yakışıksız tartışma ve suçlamalar sona ermiştir.

43 Başkanlık makamında çalışırken. DİB APK Dairesinin kurulması ve İstatistik tutulmaya başlanması CHP Milletvekili tarafından Başkanlık makamında silahla tehdit edilmesi ve olayın mahiyeti M. ÖCAL: Sayın Hocam, CHP nin o dönemdeki Genel Sekreteri Mustafa Üstündağ ın sizin Diyanet İşleri Başkanlığı görevine getirilişinize karşı çıktığından bahsetmiştiniz. Onun, Başkanlığa atanmanız konusuna karşı çıkma gerekçesinin, -Din Eğitimi Genel Müdürlüğünüz dönemindeki tecrübeden hareketle- size istedikleri her şeyi yaptıramama endişesinden kaynaklandığını ifade etmiştiniz. Bu durumu öğrenince ister istemez aklıma bir olay geldi. Önce o günün gazetelerinden hareketle olayı kısaca özetlemek istiyorum: Diyanet İşleri Başkanı olduğunuz dönemde CHP li bir milletvekili -gazetelerde yer alan haberlere göre adı Halil Şirintepe olan- bir yakınının Urfa ya Müftü Yardımcısı olarak atanmasını istemiş. Siz ise usûlsüzlüğü nedeniyle reddetmişsiniz. Bunun üzerine, müftü yardımcısı olarak atanması söz konusu olan gencin yakını olması muhtemel yahut en azından hemşerisi ve aynı ilin CHP li milletvekilli Celal Paydaş makamınıza girerek size silah çekmiş ve küfürler ederek ağır hakaretlerde bulunmuş. Bu konu günlerce basının gündeminde kalmıştı. Bu olay sanıyorum hafızalardan silinmiş olamaz. Ben size yapılan o çirkin saldırı üzerine çok sayıda gazeteden haber ve köşe yazılarını kesip dosyalamıştım. Onları yeniden gözden geçirdim. Müsaade ederseniz o günlerin gazetelerinden olayla ilgili bazı bilgiler ve haberler aktarmak istiyorum. Zannediyorum ilk haber 29 Mart tarihli Hürriyet gazetesinde yer almış. Gazete olayı: CHP Milletvekili Paydaş ın Diyanet İşleri Başkanına tabanca ile hücum etmesi teessürle karşılandı. ALTIKULAÇ AYRILIYOR manşetiyle vermiş. Aynı gazetenin manşetinin altındaki ifadede ise siz Başbakan Bülent Ecevit e çektiğiniz telgrafta; Makamımın ve mukaddes dinimizin uğradığı çirkin saldırı karşısında tahammül gücümü kaybettim demişsiniz. Bu manşetin altında devam eden haberi aynen aktarmak istiyorum: Urfa CHP Milletvekili Celal Paydaş ın Diyanet İşleri Başkanı Tayyar Altıkulaç a silah çekmesi ve küfretmesi üzerine olaya müdahale eden koruma görevlisi Safi Turan ın elinden ve başından yaralanması ile sonuçlanan olay yurt çapında tepki uyandırırken, Altıkulaç Başbakan Bülent Ecevit e Lüks yıldırım bir telgraf çekerek ayrılmak istediğini bildirdi. Altıkulaç ın sağlık nedenleriyle 19 Nisan günü görevinden ayrılması bekleniyordu. Ancak, dün üzücü olay üzerine Başbakan Ecevit e bir telgraf çeken Altıkulaç şunları yazdı:

44 27 Mart () Salı günü saat de bir iş takibi için makam odama gelen CHP Urfa Milletvekili Celal Paydaş ın çok çirkin ve Diyanet tarihinde benzeri görülmemiş sözlü ve silahlı saldırısına uğramış bulunuyorum. Adı geçen parlamenter sakin olmaya ve bulunduğu makamın bütün yurttaşlarımızın saygı duyduğu kutsal makam olduğunu hatırlamaya davet edilmişse de silahlı ve küfürlü saldırısına devam etmiştir. İşi daha da ileri götürerek saldırısını görevli arkadaşlarıma da yöneltmiş, huzurumda bir müdürümü tokatlamış, koruma polisimi yaralamıştır. Üzüntümüzün bütün bunlardan önemli olan nedeni; bu kişinin yüce dinimizi ve en kutsal değerlerimizi de çirkin ve ısrarlı küfürleri arasında anmış olmasıdır. Diyanet İşleri Başkanlığı Makamının ve mukaddes dinimizin uğradığı bu çok ağır ve çirkin saldırı karşısında kutsal saydığım görevimi yürütmek için sabır ve tahammül gücümü kaybetmiş bulunuyorum. Gereğinin işarını takdirlerinize arz ederim. Aynı gazetede yer alan bir alt sütunda ise size saldırıda bulunan Celal Paydaş için: Bu, Paydaş ın funduszeue.infoü Olayı başlığı altında bir açıklama yer almaktadır. Buna göre Paydaş, Urfa doğumlu ve İ. Ü. Hukuk Fakültesi mezunu ve Milletvekili seçilmeden önce Avukatlık yapan birisi imiş. Paydaş daha önce de bir bankanın şube müdürünü tokatlamış ve TBMM nde de Adalet Partisi Bursa Milletvekili Ali Elverdi yi yumruklamış Keza aynı gazetenin birinci sayfasının sağ üst köşesinde ise; İşte 17 İmzalı Tutanak başlığıyla olayın görgü şahitlerinin imzasıyla kaleme alınan tutanak yer almaktadır. Tutanakta olay aynen anlatılmakta ve saldırgan Celal Paydaş ın galiz küfürlerine yer verilmektedir ki orada yer alan ifadeleri aynen buraya almakta hayâ ettim. Sayın Hocam bu kadar açıklama ve nakillerden sonra bu olayı bir de sizin anlatmanızı istirham edeceğim. Arkasından da; bu olayın Mustafa Üstündağ ın sizin bu göreve getirilişinize karşı çıkmasında onun haklı çıktığını gösterip-göstermediği konusundaki kanaatinizi almak istiyorum. T. ALTIKULAÇ: Peki, önce olayı kısaca bir de ben anlatayım. İlâhiyat Fakültesi mezunu ve gazetede adı geçen genç (Halil Şirintepe), öğretmen olmak üzere Milli Eğitim Bakanlığında kur aya katılmış ve Adana nın Bahçe ilçesini çekmiş. Ama Urfa (Şanlıurfa) ilinin merkezinde görev almak istediği için bu görevi kabul etmemiş, söz konusu ilde müftü yardımcısı olmak üzere bize müracaat etmiş. Biz de Atama Yönetmeliğimize aykırı olduğu için Urfa merkezinde müftü yardımcısı olarak görev veremeyeceğimizi, ancak bu ilin ilçeleri dâhil olmak üzere pek çok ilçede görev kabul etmesi durumunda müftü veya vâiz olarak görev verebileceğimizi söylemişiz. Araya CHP Urfa milletvekili Celal Paydaş girerek konuyu Devlet Bakanı Dr. Lütfi Doğan a götürmüş. Gereken cevaplar yardımcılarım tarafından Bakan a da verilmiş olmasına rağmen ısrar sürdürülmüş. Nihayet bir gün Sayın Bakan Dr. Lütfi Doğan beni arayarak; Bu genci dinlememi rica etti. Ben; konuyu bildiğimizi ve bu gencin isteğini ancak Şanlıurfa ili dışında yerine getirebileceğimizi söylemiş isem de; Ben rica ediyorum, lütfen bir de sen dinle diye ısrar etmesi üzerine; gelsin dedim. Bir müddet sonra gelen bu genci dinlememin ardından isteğinin niçin yerine getirilemediğini bir de ben izah ettim ve kendisine; işin başında olduğunu, mevzuata aykırı bir istek üzerinde ısrar etmesinin ve bu maksatla siyaset ve devlet adamlarını meşgul etmesinin doğru olmadığını izah ederek kendisine nasihatte bulundum. Genç ayrıldıktan yaklaşık 15 dakika sonra Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) Urfa milletvekili Celal Paydaş çıkageldi. Bu isteği niçin yerine getirmediğimizi biraz da öfkeli olduğu her halinden belli bir ifade ile sordu. İzah ettim. Bunu üzerine bana; Bu göreve seni biz getirmedik mi, niçin bizim isteklerimizi yerine getirmiyorsun? diyerek üslûbunu biraz daha sertleştirdi ve saygısızlaştı. Bunun üzerine ben de; - Sayın milletvekili, burası CHP Genel Merkezi değil, ben de parti memuru değilim. Şu anda bulunduğunuz yer Diyanet İşleri Başkanlığı. Burada işler yasalara, yönetmeliklere ve

45 kurallara göre yapılır, siyasi düşüncelere göre değil şeklinde karşılık verince bu kişi belinden silahını çekerek bana yöneltti. Tabi bu sırada hakaret ifade eden ve şu anda net hatırlamadığım bazı ağır sözler de sarf ediyordu. Ben kendisine cevabımı; - Size nerede olduğunuzu hatırlatıyorum, burası Diyanet İşleri Başkanlığı şeklinde tekrarlıyordum. Bu arada seslerimizi karşılıklı olarak yükselttiğimiz için koridordan ve özel kalemden duyanlar kapıyı açıp müdahale etmek istediler. Onlara engel oldum ve içeri girmelerine izin vermedim. Nihayet bu kişi, bana yönelttiği silahını beline sokarak anî ve hızlı bir hareketle odadan çıktı. Bu arada koridorda kendisi ile tartışan görevlilere de silah çekmesi üzerine benim koruma polisim elinden silahını almış ve silahsız olarak çekip gitmiş. Daha sonra bu silah kendisine iade edildi tabi. Bu vesile ile şunu da belirteyim ki, bu kişi ile aramızda geçen tartışma ve silahlı tehdit sırasında bana karşı herhangi bir fiili durum, darp vs. olmadı. Beni çok seven Bursalı bir dostumun hatıralarını kaleme aldığı ve sizin tarafınızdan yayına hazırlanan kitapta bilgi eksikliği sebebiyle böyle bir ifade kullandığını gördüğüm için bu küçük ayrıntıyı da zikretmiş oldum. * M. ÖCAL: Peki, sonra ne oldu Sayın Başkanım? T. ALTIKULAÇ: Ertesi gün Hürriyet Gazetesi -sizin de nakiller yaptığınız gibi- 8 sütün üzerine bu silahlı olayı manşet yaptı. Hatırladığım kadarıyla hafta boyu nin üzerinde köşe yazarı tarafından bu milletvekilini kınayan yazılar yazıldı. Konu yargıya intikal etti ve bu kişi -yanılmıyorsam- 5 ay ceza aldı. Ayrıca PKK lı olmasıyla ilgili olarak da 5 yıl ceza aldığını öğrendik. Sonra toprağı bol olsun diyelim, öldüğünü duyduk. İkinci sorunuz olan Mustafa Üstündağ ın, benim bu göreve getirilişime karşı çıkmakta haklı çıkıp çıkmadığına gelince, onun bu tepkisinin Paydaş ve benzerlerinin olur olmaz isteklerini yerine getirmeyeceğim endişesinden kaynaklanmış ise elbette bu olayın onu haklı çıkardığını söylemek gerekir. M. ÖCAL: Evet, anlaşılıyor Sayın Hocam. Uygun görürseniz şimdi de o günlerin gazetelerinden konu ile ilgili bazı manşet veya haberlere bir göz atalım: * Söz konusu kitap Bursalı Bayram Sarıcan isimli zatın lardan günümüze Bursa da Dinî Hayat adını taşıyan hatırat kitabıdır. Kitap tarafımızdan yayına hazırlanmış ve Düşünce Kitabevi Yayınevi tarafından yayınlanmıştır. Tayyar Beyin atıfta bulunduğu bilgiler kitabın 2. baskısının (İstanbul ) sayfalarında yer almaktadır. Bayram Sarıcan ın kitabında o günün gazetelerinde yer alan haberlere istinaden Tayyar Beyin başından geçen olay: Bazı yanlış işlere alet olmamak için direndiğinden dolayı Celal Paydaş isimli bir Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) milletvekili tarafından makamında yumruklandığı halde görevini vakarla yürütmüştür. Kendisine yumruk atan o milletvekili halkımız tarafından lanetlenirken, Tayyar Bey takdirle anılmış ve herkes ona sahip çıkmıştır, şeklinde ifade edilmektedir. (M. ÖCAL)

46

47 Topkapı Sarayı Müzesinde devamlı Kur ân tilaveti programının yeniden başlatılması M. ÖCAL: Sayın Hocam, Osmanlı Devleti döneminde başlatılmış bir güzel gelenek vardı. Topkapı Sarayı Müzesinde bulunan Kutsal Emanetler bölümünde asırlarca günün her saatinde (24 saat) hâfızlar tarafından Kur an okunurdu. Ancak Cumhuriyet döneminde bu geleneğe son verilmişti. Bu konuda da birkaç sorum olacak. Öncelikle öğrenmek istediğim husus şu: Topkapı Sarayı Müzesinde devamlı Kur an okuma geleneği ilk defa ne zaman ve kimin (hangi Padişahın) zamanında başlatılmıştı, ne zaman hangi gerekçe ile bu uygulamaya son verilmişti? Bu konuda bilgi verirseniz memnun olurum. T. ALTIKULAÇ: Bunun tarihçesi bildiğim bir konu değil. Daha doğrusu iyi bilen de yok. Yavuz Sultan Selim&#;in Mısır seferi dönüşünde başlattığını söyleyenler olduğu gibi bunu kesinlikle reddedenler de var. Gerçekten 24 saat okunmuş mu? O da kesin değil. Söylentiye veya söylenti değerinde yazılıp çizilenlere göre okunmuş. Bu bilgiyi dayandırabileceğimiz güvenilir bir kaynak var mı? Yok. Kültür Bakanı Tevfik Koraltan * zamanında rahmetli Alparslan Türkeş&#;le Temmuz &#;de bizim yaptığımız başlangıçtan önce ne zaman kesintiye uğradı, bu da belli değil. Müze idaresinde yararlanabileceğimiz bir doküman ve sağlıklı bir tarihçe mevcut değil. Ancak mesmûatımıza ve İstanbul il ve Eminönü ilçe Müftülüklerinden aldığımız bilgilere göre bizim yaptığımız bu başlangıç da maya tutmamış, süresini bilmediğim bir tarihte herhalde bir başka sayın Bakanın emriyle kesinti yeniden başlamış. Kültür Bakanı Namık Kemal Zeybek&#;in talimatıyla (Sn. Zeybek in bakanlık dönemi: ) bu defa Müze&#;nin açık olduğu günlerde saat saatleri arasında tilâvet yeniden başlatılmış, yine bilemediğimiz bir tarihte inkıta olmuş. Son olarak Ekim da zamanın Kültür Bakanı İsmail Kahraman&#;ın emriyle 24 saat okuma uygulaması tekrar devreye girmiştir. Uygulama halen devam ediyor ama bana sorarsanız bu günkü şekliyle devam edecekse hiç etmese daha iyi olur, diye düşünüyorum. Çünkü bu tilâvetin yapıldığı mekân, mesai saatleri içinde ziyarete açık, yerli-yabancı her çeşit insanın girip çıktığı bir yer. Gördüğünüz manzaranın ve girip çıkanların kıyafetlerinin Kur an a saygı anlayışımızla bağdaşır bir yanı hiç yok. Okunanı dinleyen ve onunla ilgilenen zaten söz konusu değil. Yani Yavuz Sultan Selim zamanındaki saray değil bu günkü saray. Yavuz&#;un böyle bir uygulamayı başlattığı ve imparatorluk döneminde hep devam ettiği doğru ise bunu o dönemin şartları içinde değerlendirip makul görmek mümkün. Bugün orası saray değil, müze. Cumhurbaşkanı farz-ı muhal Çankaya Köşkü&#;nde bu uygulamayı sürdürmek istese -ki bizdeki lâiklik anlayışıyla bu imkânsız bir şey- bunu anlamak mümkün. Ama olağan üstü rahat kıyafetleriyle ve bir müze ziyareti anlayışıyla her gün bu mekânı doldurup taşıran turistlere fon müziği dinletir gibi Kur&#;an dinletmeye ben bir anlam veremiyorum. Kanaatimce bu uygulamaya ya son verilmeli, ya da en azından bu işe saygısızlığı ortadan giderecek başka bir çözüm bulunmalıdır. Kimse merak etmesin, son verilmesi durumunda günah filan olmaz. Sanıyorum asıl günahı bu günkü durumuna göz yumarak işlemeye devam ediyoruz. Meselâ; böyle bir manzaraya ve bu kadar kontrolsüz kıyafetlerle içeri girmeye kiliselerde izin vermezler. Mukaddes kitabımız bu şartlarda ve ortamlarda okunmamalı. Tekrar ediyorum, bugünkü uygulama ile mübarek kelâm fon müziği haline getirilmiş. Ben daha da ileri gideceğim: Mukaddes kitabımız böyle anlamsız uygulamalar için gönderilmedi. Filan padişah böyle bir şey istemiş olabilir. Onun yaptırdığı bu uygulamanın o günkü şartlarda güzel ve anlamlı olduğu da söylenebilir. Ama bu uygulamaya kutsiyet atfederek ve onun değişmezliği anlayışıyla hareket ederek kemâl-i edeple dinleyen olsun * Tevfik Koraltan, 12 Kasım Eylül tarihleri arasında görev yapan VI. Süleyman Demirel Hükümetinin Kültür Bakanıdır. (M. ÖCAL)

48 olmasın, okunduğu ortam ne olursa olsun onu okumaya kalkmak hiç hoş bir şey değil. Aksine - kastımız olmasa da- ortaya koyduğu manzaranın saygıyla bağdaşır bir yanı kesinlikle yok ve yapılan iş çok anlamsız ve mantıksız. Geleneksel değerinden söz edilebilirse de o takdirde bunun ortamının hazırlanması ve uygulamanın daha anlamlı ve mantıklı hale getirilmesi, yeni bir düzenleme yapılması gerekir. Herhalde bu mülakatımızı vesile yaparak bu konuyu Kültür ve Turizm Bakanı Sayın Atilla Koç la görüşmemiz, düşünce ve önerilerimizi kendisine sunmamız gerekecek. M. ÖCAL: Sayın Hocam, konu ile ilgili açıklamalarınızdan ve görüşlerinizi ortaya koymanızdan dolayı size teşekkür ediyorum. Bahsettiğiniz gibi Kültür Bakanı Sayın Atilla Koç ile konuyu görüşmenizde ve makul bir çözüm bulmanızda fayda olabilir. Burada öğrenmek istediğim bir husus daha var; Temmuz &#;de Topkapı Sarayı müzesinde yeniden Kur an okunmaya başlandığında ilk okumayı herhalde bizzat kendiniz başlatmıştınız değil mi? T. ALTIKULAÇ: Evet, bu başlangıç vesilesiyle yapılan törene davet edilmiştim, yeniden başlatılan bu uygulamanın ilk okuyucusu da ben olmuştum. O gün Fatiha sûresi ile Bakara sûresinin ilk sayfalarını okumuştum. Bu esnada hemen yanımda oturan Sayın Türkeş&#;le orada hazır bulunanlar da kemâl-i edeple beni dinlemişlerdi. M. ÖCAL: Şu son ifadelerinizden yeniden böyle bir başlangıcın yapılması yani Topkapı Sarayı Müzesinde 24 saat Kur an okunmaya başlanması teklifi ve kararı Zat-ı âlinizden değil, dönemin hükümetinin veya Kültür Bakanlığının kararıyla olmuş olduğu anlamı çıkıyor. Yoksa ben mi yanlış anladım, lütfen açıklar mısınız? T. ALTIKULAÇ: Siz doğru anladınız. Benim bu uygulamanın başlatılmasıyla ilgili kararla bir ilgim yok. Karar tamamen siyasi makama aittir ve karar öncesinde benim görüşüm de alınmamıştır. Davet edildiğim bir tören için orada hazır bulundum. Törenin içeriğini de bilmiyordum. Bu içerikte benim okumamın söz konusu olmadığını da sonradan öğrendim. O anda yapılan teklifi kabul ederek başlangıcı yapmış oldum. Uygulama ile ilgili olarak ne geçmişi hakkında bir bilgim vardı, ne de geleceğinin bugünkü şekilde icra edileceğini düşünmüştüm. M. ÖCAL: Konu ile ilgili son sorum şöyle olacak; biraz önce müzeyi ziyarete -sizin kullandığınız ifadeyi tekrar edersem- olağan üstü rahat ve kontrolsüz kıyafetlerle gelenler tarafından Kur an ın dinlenmemesinden bahisle bunu kutsal kitabımıza bir saygısızlık olarak değerlendirmiştiniz. Peki siz yılının Temmuz ayında (yeniden) ilk defa Topkapı Sarayı Müzesinde Kur an okumaya başlarken (veya okumayı başlatırken) bunun böyle olabileceğini düşünememiş miydiniz? Yoksa o dönemde ziyaretler Kur an a saygı çerçevesinde yapılıyordu da sonradan mı -deyim yerindeyse- bir bozulma veya değişme oldu? T. ALTIKULAÇ: Biraz önce de belirttiğim gibi uygulamanın daha öncesi hakkında hiçbir bilgiye sahip değildim. Daha önce nasıldı, ne zaman ne tür değişiklikler oldu, doğrusu bu konu ile ilgilenmemiştim. Uygulamanın bugünkü gibi olabileceğini de aklımın ucundan geçirmemiştim. Tekrar ifade edeyim ki bu uygulama böyle devam edemez. Etmemelidir.

49 Topkapı Sarayı Müzesinde devamlı Kur ân tilaveti programının başlatılması vesilesiyle ilk okuyucu olarak Fatiha Sûresiyle Bakara Sûresinin ilk ayetlerini tilavet ederken (Temmuz ). Diyanet İşleri Başkanlığının inceleme konusu yapılması M. ÖCAL: Sayın Hocam, malum olduğu üzere 12 Eylül ihtilalinde askerler yönetime el koyduktan sonra yeni bir devir başladı. Devlet Başkanlığını üstlenen Genel Kurmay Başkanı Orgeneral Kenan Evren ve Milli Güvenlik Konseyi üyeleri olarak ilân edilen dört kuvvet komutanının onayıyla emekli Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Bülent Ulusu nun Başbakanlığında asker-sivil bürokratlar karışımı bir hükümet kurulmuştu. Böyle bir dönemde siz Diyanet İşleri Başkanlığını başarıyla yürüttünüz. Ancak, yine malum olduğu üzere böyle dönemlerde kraldan çok kralcı birtakım işgüzarlar ortaya çıkar, kendilerince beğenmedikleri veya hoşlarına gitmeyen birtakım kişi, kurum ve kuruluşları hedef olarak seçerler, eğer yetkileri varsa soruşturma açar veya açtırırlar yahut soruşturma açılması için birtakım dolambaçlı yollarla etkili ve yetkili kişileri tahrik ederler. Askerlerin sivil hayata müdahale ettikleri her dönemde hedef seçilen kurumların başında da -maalesef- Diyanet İşleri Başkanlığı, İmam-Hatip Liseleri, İlâhiyat Fakülteleri, Kur an Kursları gibi dinî niteliği olan ve hizmet yapan bazı kurum ve kuruluşlar gelir. Bu dönemde hedef olarak gösterilen ve -yanlış bilmiyorsam civarında soru başlığı altında- inceleme ve soruşturma konusu yapılan kuruluşlardan birisi de Diyanet İşleri Başkanlığı olmuştu. Sayın Hocam bu açıklamadan sonra bu konuda size birkaç soru yöneltmek istiyorum. İlk sorum şu; o dönemde Diyanetten sorumlu Devlet Bakanı Mehmet Özgüneş miydi? T. ALTIKULAÇ: Evet, Özgüneş&#;ti. Ancak şunu da belirteyim, bu bir soruşturma değil, inceleme idi ve iddiayı kapsıyordu. M. ÖCAL: Peki inceleme şahsınızla ilgili olarak mı yapılmıştı, yoksa Diyanetin bazı alt birimleri hakkında mı? T. ALTIKULAÇ: Geneldi. İnceleme, Başkanlığın pek çok hizmet ve faaliyet konularıyla ilgili idi. M. ÖCAL: İncelemede ne ile veya nelerle itham edildiniz yahut şahsınız veya başında bulunduğunuz kurum adına ne tür suç isnadında bulunuldu? T. ALTIKULAÇ: Özetle söylemek gerekirse, mevzuata aykırı idari işlemler yapıldığı, siyasi düşüncelerle kadro dağıtıldığı ileri sürülüyor, Başkanlık yayınlarında Atatürk ilkelerine ve özellikle lâikliğe aykırı görüşlere yer verildiği vs. saçma sapan şeyler. Olağan üstü dönemlerde hizmet ehlini karalamak için Cumhuriyet tarihimiz boyunca hangi karalama yöntemleri uygulanmışsa çoğunlukla o çeşit tezvirat.

50 M. ÖCAL: Tahmin ediyorum bu inceleme çok uzun sürmüştür, ne kadar devam etti ve nasıl sonuçlandı? T. ALTIKULAÇ: Herhalde ay sürdü. İddiaların tamamına yakınında inceleme heyeti Başkanlığı akladı. Bir iki idari işlemde aşağı kademelerde sanıyorum iki personelimize uyarma cezası verilmesini teklif ettiler. Bu rapor üzerine Devlet Bakanlığı&#;nca, müfteri ve müddeiler hakkında önce yargıya gidilmesi düşünüldü ise de sonra bundan vazgeçildi. M. ÖCAL: Peki bu inceleme sonucunda gerek şahsınız ve gerekse başında bulunduğunuz kurum adına itibar kazancı mı yoksa kaybı mı oldu? T. ALTIKULAÇ: İtibar kaybı olur mu? Tam tersine, bu inceleme sonunda gerek şahıslarımıza gerekse kuruma karşı üst makamların güveni elbette arttı. Hatta ben Sayın Cumhurbaşkanı Kenan Evren e hesabımızı verdiğimizden bahisle artık bana izin verilmesini rica ettim. Ancak iki elini havaya kaldırarak; olmaz öyle şey diye tepki göstermişti. Devlet Başkanı Kenan Evren in 30 Ağustos kutlamalarını kabulü sırasında. Diyanet İşleri Başkanı sıfatıyla Milli Eğitim Bakanı Hasan Sağlam tarafından İHO nın sayılarının azaltılma teşebbüsüne karşı tavrı M. ÖCAL: Sayın Hocam, 12 Eylül ihtilâlini gerçekleştiren askerlerin İmam-Hatip Okulları (İHO) na bakış açıları nasıldı? Onlarda bu okulları kapatmak veya sayılarını azaltmak gibi bir niyet var mıydı veya bir teşebbüs oldu mu? Siz o yıllarda Diyanet İşleri Başkanı sıfatıyla gelişmeleri yakından takip etmiş olmalısınız T. ALTIKULAÇ: 12 Eylül ihtilâli sonrasında bu okulların kapatılması değil de sayılarının azaltılması konusu ciddi şekilde gündeme geldi. Şöyle ki: Zamanın Din Eğitimi Genel Müdürü merhum Necati Öztürk telefonla beni arayarak o tarihlerde sayıları olan İmam-Hatip Okullarının bir kısmının kapatılması için gerekli hazırlıkları yapmak üzere Milli Eğitim Bakanı Hasan Sağlam dan talimat aldığını söylemiş, bu durum karşısında ne yapması gerektiğini benimle istişare etmişti.

Yeşil Vadi Dizi Oyuncusu Aslı Altıkulaç Saçar Bakın Kaç Yaşında… Partneri Beren Gökyıldız İle Arasındaki Yaş Farkı Dikkat Çekti…

Yeni bir uyarlama hikayeyle seyirci karşısına çıkacak olan Yeşil Vadi’nin Kızı dizisi, FOX TV ekranlarından seyircisinin karşısına çıkmak için çekimlerine başladı. Önümüzdeki günlerde seyircisinin karşısına çıkacak olan Yeşil Vadi’nin Kızı isimli dizi, şimdiden merak edilen diziler arasındaki yerini de aldı. Başrollerine sevilen isimlerinden birini seçen Yeşil Vadi’nin Kızı isimli dizi, geçtiğimiz günlerde Aslı Altıkulaç Saçar ile anlaştı. Öte yandan bu haber üzerine Aslı Altıkulaç Saçar’ı yakın takibe alan televizyon izleyicisi, ünlü ismin yaşına bir hayli şaşırdı! Peki, Yeşil Vadi dizi oyuncusu Aslı Altıkulaç Saçar kaç yaşında? Aslı Altıkulaç Saçar kaç yaşında, aslen nereli? İşte, detaylar…

Klavye ile galeriyi gezebilirsiniz

#aslı altıkulaç saçar, aslı altıkulaç saçar aylık kazancı, aslı altıkulaç saçar nereli, aslı altıkulaç saçar kiminle evli, aslı altıkulaç saçar yeni proje, aslı altıkulaç saçar nereli, aslı altıkulaç saçar kim, aslı altıkulaç saçar hangi dizide oynuyor, aslı altıkulaç saçar kaç yaşında, aslı altıkulaç saçar sevgilisi kim





HABERLER

Erzurum Güncel- Türkiye gazetesi yazarı Dr. Ahmat Akışık, Vahhabilerin ve Suudilerin Mushaflarda kullandığı imla ve yazım tekniğinin, Kur’an okumayı neredeyse imkansız kıldığı konusunu kaleme aldı:

Türkiye’mizde Mushaflarda uygulanan hattın/imlânın eldeki verilere göre, senelik bir geçmişi vardır. Fakat şu anda Suûdi Arabistan ve Mısır başta olmak üzere Arap dünyasında, Pakistan’da, Okyanus Ülkelerinde ve Afrika’da Müslüman ülkelerin çoğunda Resm-i Osmanî (!) denilen Fehd (Vehhabî) hattı yaygındır.

1. Ticarette engelleme: Türkiye’de basılan Mushafları, Mısır’a, Arabistan’a, diğer Arap ülkelerine gönderemiyoruz. Niçin, çünkü mushaflarımız arasında yazılım, hat ve imlâ birliği yok. Hepsi, geri çevriliyor. T. Altıkulaç aynen şöyle diyor:

Eğer İslam dünyasıyla imlâ birliğini sağlarsak, matbaalarımız İslam ülkelerine Mushaf basarlar, siparişler alırlar ve galiba en güzel baskıyı da biz yaparız. Çünkü en güzel ve en usta hattatlar bizde. Suudiler (Vehhabîler), bizim hattatlarımızı ülkelerine çağırıp mescitlerinin duvarlarını, levhalarını ve istedikleri yerleri yazdırıyorlar (Tayyar Altıkulaç, CD/1).   

Ben şahsi tercihimi söylüyorum. Müslümanların bu ihtilafı şahsen beni rencide ediyor. bin adet Mushaf, Kuveyt gümrüğünden geri dönüyor. Ne demek bu? Bir yayınevimiz anlaşıyor Kuveytlilerle, ’li yıllarda, Mushafları da basıyor, oraya kadar da götürüyor, gümrükten geri dönüyor, “Bu tahrif edilmiş bir imlâ” diye. Ve bu arkadaşımız büyük ölçüde zarar görüyor (Tayyar Altıkulaç, CD/3).

Hayır, sadece kargo masrafından zarar görmüştür. Mushaflar, ülkemizde uygulanan imlâya göre basıldığı için iç piyasada tüketilmiştir. O basımevi, Arap dünyasında farklı bir imlâ kullanıldığını bilebile veya bilmeyerek böyle bir ticarete girişmiştir. Her yönden kendi hatasıdır! Ticaretin kendine göre bazı kuralları vardır. Türkiye’den gönderilen bazı ürünlerin KKTC gümrüğünden geçmediğini hatırlayalım.

KARIŞIK VE OKUNMAZ HALE GETİRDİLER

2. Mushaflardaki tutarsızlıklar: Tayyar Altıkulaç, Ülkemizde basılan Mushaflarda bazı kelimelerin yazılışı/hattı, diğer bir ifadeyle imlâsı konusunda aynı kelimenin farkı âyetlerde ve farklı şekillerde yazılışını bir tutarsızlık olarak görüyor ve bunu açıkça eleştiriyor. Hatta İslam dünyasında ilgili kişi ve kurumlarla bir araya gelerek bir imlâ birliğine varılması gerektiğini söylüyor ve bu konuda geç kalındığını şiddetle vurguluyor. Bir Müsteşrik gibi bazı iddialarda bulunuyor.

Ancak bu iddialara geçmeden önce Mushaf-ı Şerif’in hattı ve imlâsı ile ilgili bazı kavramların açıklanması, faydalı olacaktır. Şöyle ki:

Türkiye’de Mushafların imlâsı: Ülkemizde basılan Mushafların hat ve imlâsı, ve asra dayanmaktadır. Hat uzmanlarına göre şu anda uygulanan imlâ, yüz yılda yaşamış olan Aliyyül Karî’nin (ö) hattıdır. Bu hat, zamanımıza kadar gelmiştir. Çok bilinmeyen bir husus da Aliyyül Karî’den yaklaşık yüz sene önce yaşayan Şeyh Hamdullah’ın (ö) yazdığı Mushaf’ta aynı imlâ görülmüştür (Bir Katılımcı, CD/2. Tutanakta katılımcının ismi yer almıyor. Ayrıca bkz. M. Uğur Derman, DİA, Hat mad.).

Hiçbir şey birden neş vü nemâ bulmaz. Her şeyin bir gelişme süreci vardır. Biz bu hattı, tâ Selçuklulara dayandırabiliriz. Bu durumda Türkiye’mizde Mushaflarda uygulanan hattın/imlânın eldeki verilere göre, senelik bir geçmişi vardır.

Aliyyül Karî, âlim bir zât olmasına rağmen Ehl-i Sünnet’e aykırı bazı beyanları olduğu için (DİA, Ali el-Kârî mad.) Sünnî ulemaca makbul addedilmez. Ancak bütün hat kaynaklarında Osmanlı döneminde Mushaflarda uygulanan imlâ, onun ismiyle alem olmuş ve bu hatta, Aliyyül Karî hattı denilmiştir.

Şimdi bu konuda şu soru ile karşılaşabiliriz:

Aliyyül Karî imlâsının özelliği nedir?

Bu hattın/imlânın en önemli özelliği, % elif’in kullanılmasıdır. Bütün sülâsî ism-i fâillerde, cemi müennes sâlimlerde ve bazı isimlerde elif yazılır. Bu okuyucuya kolaylık ve doğru telaffuz sağlamaktadır.

Bazı örnekler verecek olursak, şöyle diyebiliriz:

Hâlid, kitâb, sâlihât, yâbenî, isrâîl, âyât, iyyâye, nasâra, sâbiîn, hâsirîn, el’âne, ehâtat, eshâb gibi kelimeler elif ile yazılır.

Arap dünyasında Mushafların imlâsı: Şu anda Suûdi Arabistan ve Mısır başta olmak üzere Arap dünyasında, Pakistan’da, Okyanus Ülkelerinde ve Afrika’da Müslüman ülkelerin çoğunda Resm-i Osmanî (!) denilen Fehd (Vehhabî) hattı yaygındır. Ancak Türk Cumhuriyetlerinde ve bazı Müslüman ülkelerde Türkiye’nin gönderdiği hediye Mushaflar vardır. Bu Mushaflar, ofset baskı ile çoğaltılmakta, böylece Türkiye Mushaflarında uygulanan hat, yaygınlaştırılmaktadır. Çoğunlukla Vehhabîlerin veya onların etkisinde kalanların kullandığı:

Resm-i Osmanî (!) denilen Fehd (Vehhabî) hattının özelliği nedir?

Bu hattın özelliği, bütün sülâsî ism-i fâillerde, cemi müennes sâlimlerde ve bazı isimlerde elif yazılmaz.

Suûdîler/Vehhabîler, sözde Resm-i Osmanî dedikleri hatta/imlâya, tecvid kaidelerini de yükleyerek, Allah’ın mübarek kelâmı’nı tamamen karışık ve okunamaz hâle getirmişlerdir.

Şimdi burada çok önemli bir soruyla karşılaşıyoruz. Peki bu gizli toplantıda çok telâffuz edilen, İslam dünyasında kullanılan ve Hazret-i Osman’a kadar nispet edilen Resm-i Osmanî, gerçekten vahiy kâtiplerinin yazdığı ve 6 yerleşim merkezine gönderilen İmam Mushaflar’da uygulanan hat/imlâ mıdır?

Tayyar Altıkulaç bu konuda şöyle diyor:

Hazret-i Osman’ın Mushaflarında kullanılan imlânın yüzde , bire bir tespiti mümkün müdür? Hayır değil, onu da bilelim.

Demek ki, Hazret-i Osman’ın Mushaflarındaki imlâyı, Resm-i Osmanî’yi yüzde tespit etmek ne yazık ki, mümkün değil. Ne zamana kadar? O Mushaflardan (6 Mushaf’tan), en azından birine, ikisine kavuşuncaya kadar. Henüz o Mushaflara ne yazık ki, kavuşmuş değiliz (Tayyar Altıkulaç, CD/1).   

T. Altıkulaç kendine göre bazı gerekçeler ileri sürerek; “Topkapı Sarayında muhafaza edilen ve Hazret-i Osman’a izafe edilen kan lekeli Mushaf’ın ona âit olduğuna inanmıyorum” diyor (CD/1).

Ancak iyi düşünmek lâzımdır, o Mushaf-ı Şerif, Tahtakale’de işportacılardan alınan bir kitap değildir. Türk hakanı Yavuz Sultan Selim’in ’de Mısır’ın zaptından sonra İstanbul’a getirilen birçok Mukaddes Emanetler içinde yer alıyordu.

İDDİALAR VE BATIL GEREKÇELER
Tayyar Altıkulaç, Türkiye’de basılan Mushaflarda uygulanan imlâ, bazı kelimelerin farklı yazımını karşımıza çıkarıyor. Bu bir tutarsızlıktır, diyor ve şu örnekleri veriyor:

1. Se’av (Sebe’, 5) elifsiz yazılmış. Fakat se’av (Hac,51)’de elifli yazılmıştır.

Fehd/Vehhabî hatlı Mushaflar da aynı, Türkiye’de olduğu gibi.

2. Teştehî (Fussılet,31) kelimesi, Zuhruf,71’de Teştehîhi şeklinde yazılmıştır.

Fehd/Vehhabî hatlı Mushaflar da aynı, Türkiye’de olduğu gibi.

Vahiy kâtipleri bu kelimeleri yazarken T. Altıkulaç’a mı soracaklardı?

3. Hayran minhâ (Kehf,36) kelimesi, Kehf,81’de Hayran minhü şeklinde yazılmıştır.

Fehd/Vehhabî hatlı Mushaflar da aynı, Türkiye’de olduğu gibi.

Vahiy kâtipleri bu kelimeleri yazarken T. Altıkulaç’a mı soracaklardı?

4. T. Altıkulaç şöyle diyor: Şam’a giden Mushaf’la Kufe’ye giden Mushaf ya da Basra’ya giden Mushaf'ın imlâsında da bazı esasa müteallik olmayan, mana ile ilgisi bulunmayan farklılıklar vardır. Bu daha çok elifle yazılması ya da elifsiz yazılmasıyla ilgilidir. Ama yine bu Mushaflar arasında okuyuşta da farklılığa sebep olan yazımlar vardır. Benim tespitlerime göre, bunlar 44 adet kelimedir. Diğerleri daha çok elifle yazılması ya da elifsiz yazılmasıyla ilgilidir (Tayyar Altıkulaç, CD/1).

Tayyar Altıkulaç, bu tespitleri yaparken, Müsteşrik veya Müsteşrik temsilcilerinin kitaplarından büyük ölçüde yararlandığı veya onların etkisi altında kaldığı anlaşılmaktadır. Çünkü onlar, hayatlarını İslam ve Kur’an’da çelişki ve hata bulmaya adamışlardır.

Bu konuda çalışma yapanlardan bazıları şunlardır:

1) Alman oryantalist Nöldeke (), Kur’an Tarihi.

2) Mısırlı Taha Hüseyin (Kur’an’da bazı kelimelerin Arap gramerine aykırı olduğunu iddia etmiş ve âyetleri eleştirmiştir. Sünnî ulema da, onun mürted olduğunu ilân etmiştir.)

3) Mustafa Öztürk (Cihad âyetleri arasında çelişki olduğunu iddia etmiş ve Almanya’ya kaçmıştır).

4) T. Erpenıus, A. Jeffery, M. Watt, R. Paret, O. Pretzl, F. Buhl gibi Müsteşrikler, Kur’an ve Kur’an Tarihi üzerinde çalışma yapmışlar ve Kur’an’ı eleştirmişlerdir.

5) M. Hamidullah (Müsteşrik temsilcisi), Kur’an-ı Kerim Tarihi.

Mecid-i Aksa’nın Kudüs’te değil, göklerde olduğunu iddia ederek, kıble ile ilgili âyetleri inkâr etmiştir. Hazret-i Peygamber’in gençliğinde puta kurban kestiğini ve Resûlüllah’ın âyetlere aykırı olarak ümmi olmadığını iddia etmiştir.

6) İzmirli, İsmail Hakkı (Camilere sıra konulması ile ilgili imza verenler arasında yer almıştır), Tarih-i Kur'ân.

Değerlendirme

Ülkemizde Mushaflarda uygulanan Aliyyül Karî isimli imlânın terk edilerek, genelde İslam dünyasında uygulanan Resm-i Osmanî’ye geçilmesiyle ilgili yapılan toplantı, şu şekilde değerlendirilebilir:

1. Resm-i Osmanî, Vehhabî dünyasının verdiği aldatıcı bir kavramdır. İmam Mushaf hattı/imlâsı ile ilgisi yoktur.

2. Resm-i Osmanî, Suûdilerin Arabistan’da ve Vehhabîliğin etkili olduğu ülke ve toplumlarda yaygın şekilde kullanılmaktadır.

3. Resm-i Osmanî ile yazılan Mushaflar, okunması zor ve son derece karmaşıktır.

4. Türkiye’de Mushaflar, Aliyyül Karî isimli hat/imlâ ile basılmaktadır. Okunuşu kolaydır. Bu imlânın senelik bir mazisi vardır. Bu konuda icma oluşmuştur. Resm-i Osmanî denilen Fehd/Vehhabî imlâsının ise senelik bir geçmişi vardır. Sonradan ortaya çıkmış, icmaya karşı, gayri ilmî ve Batı destekli bir ideolojinin mahsulüdür.

Ahmet Akışık'ın Türkiye gazetesindeki yazısının tamamı için

nest...

çamaşır makinesi ses çıkarması topuz modelleri kapalı huawei hoparlör cızırtı hususi otomobil fiat doblo kurbağalıdere parkı ecele sitem melih gokcek jelibon 9 sınıf 2 dönem 2 yazılı almanca 150 rakı fiyatı 2020 parkour 2d en iyi uçlu kalem markası hangisi doğduğun gün ayın görüntüsü hey ram vasundhara das istanbul anadolu 20 icra dairesi iletişim silifke anamur otobüs grinin 50 tonu türkçe altyazılı bir peri masalı 6. bölüm izle sarayönü imsakiye hamile birinin ruyada bebek emzirdigini gormek eşkiya dünyaya hükümdar olmaz 29 bölüm atv emirgan sahili bordo bereli vs sat akbulut inşaat pendik satılık daire atlas park avm mağazalar bursa erenler hava durumu galleria avm kuaför bandırma edirne arası kaç km prof dr ali akyüz kimdir venom zehirli öfke türkçe dublaj izle 2018 indir a101 cafex kahve beyazlatıcı rize 3 asliye hukuk mahkemesi münazara hakkında bilgi 120 milyon doz diyanet mahrem açıklaması honda cr v modifiye aksesuarları ören örtur evleri iyi akşamlar elle abiye ayakkabı ekmek paparası nasıl yapılır tekirdağ çerkezköy 3 zırhlı tugay dört elle sarılmak anlamı sarayhan çiftehan otel bolu ocakbaşı iletişim kumaş ne ile yapışır başak kar maydonoz destesiyem mp3 indir eklips 3 in 1 fırça seti prof cüneyt özek istanbul kütahya yol güzergahı aski memnu soundtrack selçuk psikoloji taban puanları senfonilerle ilahiler adana mut otobüs gülben ergen hürrem rüyada sakız görmek diyanet pupui petek dinçöz mat ruj tenvin harfleri istanbul kocaeli haritası kolay starbucks kurabiyesi 10 sınıf polinom test pdf arçelik tezgah üstü su arıtma cihazı fiyatları şafi mezhebi cuma namazı nasıl kılınır ruhsal bozukluk için dua pvc iç kapı fiyatları işcep kartsız para çekme vga scart çevirici duyarsızlık sözleri samsung whatsapp konuşarak yazma palio şanzıman arızası