mihr vakfı zikir / İskender Evrenesoğlu: Özal'ın iktisatçısı nasıl 'peygamber' oldu?

Mihr Vakfı Zikir

mihr vakfı zikir

Tasavvuf ve Tarikat konusunda en çok merak edilenler

1 Hallac-ı Mansur "Ene'l-Hak" demesiyle ne demek istemiş ve bunu demekle küfre mi gitmiştir? Hallac-ı Mansur'u öldüren kimseler iyi bir şey mi yapmışlardır?

Allah Teâlâ'nın aşkı ile kendinden geçtiği bir sırada; "Ene'l-Hak" dedi. Bu sözün anlamı, (Ben Hakkım) demek ise de, (Haktan başka hiç kimse yok) demek istemişti.

Kalbin masivadan arınarak Hakk'ın esma, sıfat ve zılâl nûrlarına ayna olması sonucu meydana gelen şiddetli sevgi ve aşk sebebiyle salik, akis ve gölgeleri Hakk'ın kendisi zanneder. Hallac'ın "Ene'l-Hak" dediği makam burasıdır. Elini ateşe sokan kişinin yandığında can havliyle: "Yandım, ateş oldum." demesi nasıl mecazi bir hakikati ifade ediyorsa ve bu söz; söyleyenin gerçekten ateş olduğunu göstermiyorsa "Ene'l-Hak" sözü de böyle bir mecazi idraktir. Kulun kendi fiil ve davranışlarını görmez olup kendisinde olan fillerin Allah'a aid olduğunu idrak etmesidir.

"Sen çekilince aradan- Kalır seni Yaradan" bu anlamda söylenmiştir. Bu anlamda söylenmiş bir söz, elbette küfür değildir. Ancak iltibasa müsaid olduğundan bu tür sözleri, sadece beşerî sıfatlardan soyutlanıp ilahî sıfatlarla muttasıf olanlar söyleyebilir. "Ene'l-Hak" sözünün söylendiği makam Cenab-ı Hakk'ın sıfatlarıyla idrak olunduğu makamdır. "Hak" ismi, esma ve sıfat tecellîsidir. Bu yüzden sûfîlerden "Ene'l-Hak" diyenler çıktığı halde "Enallah" diyenler çıkmamıştır.

* * *

Konunun Tahlili:

Hallâc-ı Mansûr, "Ene'l-Hak" sözünü söyleyince tasavvuf ilmine vâkıf olmayan zâhir ulemâ bu söze şiddetle karşı çıktı. Sözünü Halîfe Mu'tasım'ın yanına götürerek fesâd çıkardılar. O sırada vezir olan Ali bin Îsâ'yı ona karşı kışkırtarak aleyhine çevirdiler. Halîfe, Hallâc'ın bir sene zindana atılmasını emretti. Fakat halk yine ona gidip bâzı meseleler soruyordu. Daha sonra, insanların onu ziyâreti de yasaklandı. İbn-i Atâ'nın ve Ebû Abdullah bin Hafîf'in yaptıkları ziyâretler müstesnâ beş ay müddetle kimse onu ziyâret edemedi.

Nakledilir ki; bir gece Mansûr Hazretlerini zindanda bulamadılar. İkinci gece ne zindan vardı ne de Mansûr Üçüncü gece, zindan da Mansûr da yerindeydi. Kendisine bunun hikmeti suâl edildiğinde; "İlk gece O'nunlaydım, beni bulamadınız. İkinci gece, O benimleydi, ne beni ne de zindanı görebildiniz. Üçüncü gece, her şey yerli yerindeydi. Tâ ki mukaddes dînimizin emrini yerine getiresiniz. Beni idâm edesiniz diye." buyurdu.

Hallâc-ı Mansûr'un idâmına sebeb olan "Ene'l-Hak" sözü, onun tasavvuf yolunda sâhib olduğu kendi hal ve derecesine uygun ve kendi aşk sarhoşluğu içinde söylediği doğru bir sözdür. Zâhiren kelime mânâsı; "Ben Hakk'ım" demek olan bu sözün hakîki mânâsı: "Ben yokum. Hak vardır." demektir. Nitekim İmâm-ı Rabbânî Hazretleri Mektûbât kitabının 2. cild mektûbunda bu husûsu şöyle açıklamaktadır:

"O büyüklerin "Her şey O'dur" demeleri, hiçbir şey yoktur. Yalnız O vardır demektir. Meselâ, Hallâc-ı Mansûr Enel-Hak (Ben Hakk'ım) dedi. Böylece, ben Hakk'ım, Hakk Teâlâ ile birleştim, demek istemedi. Böyle diyen kâfir olur ve öldürülmesi lâzım olur. Onun sözünün mânâsı "Ben yokum, Hakk Teâlâ vardır." demektir. İşte sofiyye her şeyi Hakk Teâlânın isimlerinin ve sıfatlarının görünüşü, onların aynası bilir. Zâtın (kendisinin) bunlarla birleştiğini, zâtında değişiklik olduğunu söylemez. Meselâ, bir insanın gölgesi, kendinden hâsıl oluyor. Gölge, o kimse ile birleşmiş, onun aynıdır veya o kimse o gölge şekline girmiştir, gibi şeyler söylenemez. O kimse, kendi kendinedir. Gölge, onun bir görünüşüdür. Bu kimseyi aşırı seven, gölgeyi filân görmez. Ondan başka bir şey görmez. Gölge, o kimsenin aynıdır, diyebilir. Yâni gölge yoktur, yalnız o insan vardır, der. Bundan anlaşıldı ki, sofiyye, eşyâya, Hakk Teâlâ'dan meydana gelmiştir. Hakk Teâlâ değildir, diyor. O halde, sofiyyenin; "Her şey O'dur." sözleri; "Her şey O'ndandır." demektir ki, âlimler de böyle söylemektedir. İki taraf arasında bir fark yoktur. Yalnız şu fark vardır ki, sofiyye, eşyâya, Hakk'ın görünüşü diyor. Âlimler bunu söylemekten çekiniyor. Eşyâ ile birleşmek, eşyânın içinde bulunmak anlaşılmasın diye, bu sözü söylemiyor."

BİR KISSA BİN HİSSE

Hallac-ı Mansur “Ene’l-Hak!.. Ene’l-Hak!.. Ene’l-Hak!..” (Ben Hakkım!) diye diye inlerdi.

Halk ikiye bölündü. Bir kısmı zâhire göre hükmetti, Hallac-ı Mansur’u inkâr etti ve sözüyle dinden çıktığını ileri sürdü. Bir kısmı da Hallac-ı Mansur’un bu sözüyle benliğini reddettiğini ve Hakkı dilediğini savundu.

Hallac-ı Mansur mahkemeye çıkarıldı, hapse atıldı, kendisine işkence edildi. “Ene’l-Hak deme! Hüve’l-Hak (Hak Odur) de!” dediler.

Hallac, “Bizim için de Hak Odur!” dedi.

İbn-i Atâ haber gönderdi:

“Özür dile ki zindandan çıkarsınlar!”

Hallac, “Ben ne dedim ki özür dileyeyim? Ben Halık’ı bırakıp halka yalvarmam!” dedi. Bir yandan da “Ene’l-Hak! Ene’l-Hak!” diye feryat ediyordu.

Bağdat uleması Hallac’ın katledilmesi için fetva verdi. Nihayet fetva gereğince Hallac idam edildi.

Şiblî, Hallac-ı Mansur’u rüyasında gördü ve sordu:

“Sana azap eden ve seni asan halka Cenab-ı Hak nasıl muamele eyledi?”

Hallac:

“Benim hakkımda halk ikiye bölünmüştü. Bir kısmı benim hâlimi bilirdi. Bana şefkat ederdi. Bir kısmı da benim hâlimi bilmezdi. Şeriatı muhafaza ve Cenab-ı Hakk'ın emrini yerine getirmek için bana azap ederdi. Cenâb-ı Hak her iki bölüğe de rahmet eyledi. Çünkü her ikisi de masumdu!”

Bir derviş rüyada gördü ki, şeytan Hallac-ı Mansur’u görünce şaşırdı ve şöyle dedi:

“Sen ‘Ene’l-Hak’ (Ben Hakkım!) dedin. Ben ‘Ene’l-Hayr’ (Ben hayırlıyım!) dedim. Sana rahmet olundu, bana lânet edildi. Bunun hikmeti nedir?”

Hallac-ı Mansur şu cevabı verdi:

“Sen enaniyetine güvendin ve benlik eyledin. Ben ise enaniyetimi inkâr ettim, benliği kendimden uzak eyledim. Benliğimi Hak'ta gördüm!”

Kaynaklar:

1) Tezkiret-ül-Evliyâ; II/
2) Kuşeyrî Risâlesi; s, 43
3) Nefehât-ül-Üns Tercümesi; s
4) Vefeyât-ül-A'yân; II/
5) Târih-i Bağdâd; VIII/
6) Hikâyetü'l- Mansur; IV/
7) Hallâc-ı Mansûr; Ali Emirî,
8) Tabakât-ı Ensârî; s
9) Tabakâtü'l-Evliyâ; s

İlave bilgi için tıklayınız:

Vahdet-i Vücut hakkında biraz bilgi verir misiniz?

2 Üçler, yediler, kırklar şeklinde söylenen şeyin anlamı nedir? Şirk konusu ile bu hiyerarşiyi birlikte değerlendirir misiniz?

Hadis rivayetlerinde konuyla ilgili bilgiler vardır:

“Bu ümmetin Ebdalleri otuzdur. Hepsi de Halilu’r-Rahman gibidir (yani Allah’a olan sevgi ve dostluğunda çok samimidirler). Her ne zaman onlardan biri ölse, Allah onun yerine bir başkasını getirir.”(Mecmau’z-zevaid, X/62).

Diğer bir rivayet de şöyledir. Hz. Ali (ra) Irak’ta iken, bir gün yanında Şam halkından bahsedildi. Bazıları, onları lanetlemesini istediler. Bunun üzerine Hz. Ali (ra) Resulüllah (a.s.m)’tan şunları işittiğini söyledi:

“Ebdaller kırk kişi olup Şam’da ikamet ederler. Onlar sayesinde yağmur yağar, onlar sayesinde düşmana karşı zafer kazanılır ve onlar sayesinde Şam halkından azap uzaklaştırılır.”(Ahmed b. Hanbel, I/).

Bu rivayetler, hadis otoriteleri tarafından sahih olarak değerlendirilmiştir.(bk. Avnu’l-Mabud, Ebu Davud’un ilgili hadis şerhi).

Ebdal; onlardan biri öldüğünde yerine başka birisi -onun bedeline- getirildiği için bu adı almıştır.(Avnu’l-Mabud,  VI/Şamile). Istılah olarak ebdal, bütün nefsanî arzularından tamamen sıyrılmış tertemiz veliler manasına gelmektedir.

Bu konuda Kütüb-ü Sitte'den yalnız Ebu Davud’da “Şam’ın Ebdalleri” ifadesi yer almıştır(Ebu Davud, Mehdi, 1).

Bu cemaatlerin varlığı, daha çok keşfî tecrübeye dayalı olarak bilindiği görünüyor.

Manevî alemleri velilerin idare etmesi diye bir şey olmaz. Çünkü, manevî alemlerde cereyan eden hadiselerin geneli, maddî alemlerde olduğu gibi, yaratmaya ihtiyaç duyan olaylardır. Yaratmak ise, yalnız Allah mahsustur.

Ebdallerin oluşturduğu kırk kişilik bir cemaat, küçük çapta manevî bir organize olduğu için, -hiyararşik bir düzen içerisinde- birbirlerini tanımaları mümkündür. Bu konuda -bu tarz bir düzende organize olmamış- sahabeye benzemez.

Genel olarak bazı evliyalar için söz konusu edilen, tasarruf, hiçbir zaman bir yaratma anlamında değildir. Yukarıdaki hadiste geçen, tam doğru bir ifadeyle “onların sayesinde yağmur yağdırılır, zafer kazandırılır” ifadesinden anladığımız şudur:

Allah, salih amelleri şefaatçi kabul ettiği gibi, salih amel sahiplerini de şefaatçi kabul eder. “Üç mağara arkadaşlarının iyi amellerini şefaatçi kılarak kurtuldukları”na dair sahih hadisler vardır.(bk. Buhârî,  Enbiya, 53, Büyû,98; Müslim, Zikr,).

Yukarıda da ifade edildiği üzere, velilerin tasarrufu, yaratmaya ait olmayan işlerle ilgilidir. Onların Allah’a yalvarmasıyla bazı şeyler meydana geldiği gibi, Allah’ın izin ve inayetiyle, sevdiklerine yardım eder, onları himaye edebilirler.Kur’an’la sabit olan koruyucu meleklerin varlığı Allah’a şirk anlamına gelmediği gibi, insanlık camiasının bir çeşit melekleri olan velilerin himaye ve korumaları da şirk anlamına gelmez.

* * *

Bedel'in çoğulu olan "büdelâ", sofîler arasında ricâlullahtan yedi önemli kimsenin müşterek unvan-ı mahsusu olarak bilinmektedir. Bunlar, yerinde tayy-ı mekân eder ve yerinde de nûraniyet sırrıyla bir anda farklı bölgelerde bulunabilirler. Bu intikal ve bulunuşlar dublelerin ve misalî vücudların aksi mi, yoksa, bizzat vücudun "tayy-ı mekân" etmesi mi, konu net değildir.

Aslında, bazen büdelâ, kendileri bile böyle esrarlı bir intikalin farkına varamayabilirler. Fütühât-ı Mekkiyye sahibi büdelâyı yediler diye kaydeder ve yaklaşık olarak şu mütalâada bulunur: Büdelâ, yedi ayrı iklimde Cenâb-ı Hakk'ın icraatının nezâretçileridirler.

Bunlar, Cenâb-ı Hakk'ın şuunât-ı Sübhaniyesini temâşâ eder ve insan ufku itibarıyla hem o icraata perdedâr görünürler hem de alkışlarlar. Bunların hepsi üveysiyyü'l-meşrebdir; dolayısıyla da herhangi bir pîrin daire-i irşadına girmeleri söz konusu değildir.

Sofîyeye göre ebdâl, velâyet mertebesini ihraz ettiği hâlde, çok defa görünüp bilinmeden hayır işlerinde koşan hak erleri demektir. Ve bunlar, birbirinden farklı iki grup teşkil etmektedirler:

Birinci grup itibarıyla ebdâl, bütün kötü hasletlerden sıyrılmış, mesâvi-i ahlâkını mehâsin-i ahlâka çevirebilmiş ve her türlü şekavete karşı duran süedâ zümresinin müdavimi olmuş hak erlerine,

İkinci grup itibarıyla da, üç yüzler ya da kırklar, yediler gibi "evliyâullah"dan muayyen bir misyonu olan belli sayıdaki kimselere denir. Bunların sayılarının, kırk, yedi ya da daha çok ve daha az olması hiç de önemli değildir; önemli olan onların Hak nezdindeki yerleri, pâyeleri, vazifeleri ve hususiyetleridir.

Ebdâldan biri vefat edince ondan boşalan yer, hemen alt tabakadan biri ile doldurulur. Bunlardan herhangi biri, bir hizmet münasebetiyle yerinden ayrılmak istediğinde, ya dublesiyle ayrılır ve kendi olduğu yerde kalır veya kendi gider dublesini bedîl olarak orada bırakır.

Parapsikolojide, insanın perispirisi veya dublesiyle alâkalı benzer şeyler nakledildiğini hatırlamakta yarar var Konumuzun dışında olduğu için biz şimdilik o hususa temas etmeyeceğiz.

Bazıları, evtâd, iki imam ve kutbu bunlardan tamamen ayrı ve bir üst tabaka kabul ettiklerinden, ebdâla hâl ehli, ikincilere de makam sahibi nazarıyla bakmaktadırlar. Birincileri "seyr ilallah" yolcuları olarak görmekte, ikincileri de "seyr fillah", "seyr anillah" müntehîleri farz etmektedirler.

İlave bilgi için tıklayınız:

- Gaybı bilmek, levh-i mahfuzdan haberdar olmak ve rical-i gayb hakkında bilgi verir misiniz?..

3 Tarikat nedir?

Tarikat, tasavvufun sistemleşmiş şeklidir. Tarîkatlar, hakikatlerin yollarıdır.(1)

Tarîkatlar, şeriatın birer delili, ab-ı hayat dağıtan bir kevser kaynağıdırlar.(2) Asırlardır nice ehl-i iman, bu menba’dan içmiş, bu muazzam hazineden istifade etmiştir.

Tarîkat, Resulullah’ın miracının gölgesinde kalb ayağıyla ruhanî bir seyrü sülûktur.(3)

Tarîkat, hakîkate giden bir yol olmakla beraber, tek yol değildir. Bütün hak tarikatlar, esaslarını Kur’ân'dan almışlardır.

Tarîkatı kabul etmek istemeyen bazı kimselerin, “Hz. Peygamber devrinde tarikat mı vardı?” şeklindeki soruları, bir cerbezeden ibarettir. Zira, tarîkatın bütün esasları, zaten Resulullah’ın tatbikatına dayanmaktadır. Yani, uygulama vardır, fakat adı tarikat değildir.

Tarikatın belli bir sistem içinde ortaya çıkması , hicri III. asra dayanır. Cüneyd-i Bağdadî, Bayezid-i Bistami gibi zatlar, tarîkatın ilk önderlerindendir. Daha sonraki dönemlerde gelen Şah-ı Nakşibend, Abdülkadir-i Geylanî, Mevlâna Celaleddin-i Rûmi, İmam-ı Rabbani gibi zatlar ise, tarîkatın en meşhur kahramanlarıdırlar.

Kaynaklar:

1. Nursi, Sözler, s
2. bk. Nursi, Mektubat, s.
3. bk. age., s.

4 Hasan-ı Basri kimdir?

Hasan-ı Basri, tâbiînin büyüklerinden. Zâhid, muhaddis, fakîh ve müfessir.

Adı, Ebû Sâid el-Hasan b. Ebi'l-Hasan Yesâr el-Basrîdir. Babası Yesâr, Irak'ın bir kasabası olan Meysânlıdır. Yesâr, Meysan'ın fethedilmesi sırasında esir düşmüş ve buradan efendisinin kendisini âzâd ettiği, daha sonra da Hasan-ı Basrî'nin annesi Hayrâ ile evlendiği Medine'ye götürülmüştür. İste, Hasan-ı Basrî, burada Hazreti Ömer'in halifeliğinin son ikinci yılı olan Hicrî 21 senesinde doğmuştur. (21/).

Annesi Hayrâ, Peygamberimizin hanımı Ümmü Seleme'ye hizmette bulunmuştur. Bu arada, Ümmü Seleme'nin Hasan’ı emzirdiği ve ondaki hikmet ve belâgatın bundan dolayı olduğu söylenir. Ayrıca, Ümmü Seleme'nin, kendisini Ömer'e götürdüğü ve onun için şöyle dua ettiği de rivâyetler arasındadır; "Yâ Rabbi, onu dinde fakîh kıl ve insanlara sevdir." (İbn Sa'd, Tabakât, VII, I, ).

Hasan, Vâdi'l-Kurâ'da büyümüş ve çocukluğu orada geçmiştir. Gençliğinde Doğu İran’ın fethine (43/) katılmış, bundan kısa bir müddet sonra, Horasan vâlisi Rebi' b. Ziyâd'ın kâtipliğinde bulunmuştur. Bundan sonraki hayatının geri kalanını çoğunlukla Basra'da geçirmiştir. En son vefât edenleriyle birlikte üç yüz sahâbe ile görüştüğü rivâyet edilir. Bu bakımdan tâbiînin önde gelenlerinden olup ilim ve fazileti, zühd ve takvâsı ile meşhurdur. Ebû Tâlib Mekkî, Hasan-ı Basrî'nin tasavvuf yolunda imamları olduğunu söylemiştir. Enes b. Mâlik, kendisine bir mesele sorulduğunda, onun Hasan-i Basrî'ye de sorulmasını, onun derin ilim sahibi olduğunu söylerdi (İbni Sa'd, Tabakât, s. ).

İnsan da bir irade hürriyetinin mevcudiyetini, buna bağlı olarak da hayır ve şerrin işlenmesinde kişinin tamamen hür olduğunu kabul eden zühd ve takvâ önderi Hasan-ı Basrî, perşembe akşamı vefat etmiş ve cuma günü defnedilmiştir (/). Halkın cenazesine katılması muhteşem olmuş ve rivâyete göre o gün camide ikindi namazı kılınamamıştır (Osman Karadeniz, Hasan el-Basrî ve Kelâmî Görüşleri, D.E. Ü. İlâhiyat Fak. Dergisi, II, İzmir- ).

Hasan-ı Basrî'nin çeşitli konulardaki görüşlerini şöylece özetleyebiliriz:

Hasan-ı Basrî, "Allah, mahlûkatı ve tabiatı yarattı. Her şey yaratılışına uygun olarak hareket eder." demekle kadere inancını açıklayıp, Kaderiyye gibi düşünmediğini belirtir ve günâhkâr mü'minin, münâfik olmadığını söyler.

İbâdet hayatında bütün kaide ve emirlerin sıkı sıkıya tatbik edilmesini ister. Nifak ve riyâya şiddetle düşman olup, amelde ihlâsın bulunması gerektiğini söyler. "Biz insanın dindarlığını sözleriyle değil, fiiliyatıyla anlarız." diyerek de uygulamaya önem verdiğini belirtir.

Onu da "eski"ye özlem içinde görmekteyiz. "Eskiden dünya ehli fânî mallarını, ilimleri için âlimlere sarfediyorlardı. Bugün âlimler, ilimlerini ehl-i dünyanın menfaati, onların fânî malları için kullanıyorlar. Dünya ehli mallarıyla, alimlerden yüz çevirdi ve onların ilimlerinden mahrum kaldı. Çünkü alimlerin verdiği hükümlerde talihsiz sonlarını gördüler." der.

Gerçek fakîhin, takvâ sahibi olduğunu, kimseden himmet beklemediğini, kimseye hakaret nazarıyla bakmadığını, ilmine karşılık bir dal bile beklemediğini, çeşitli sözlerinde belirtmektedir.

Hasan-ı Basrînin zühd anlayışı, tefekkür, nefs muhasebesi, dünyadan uzaklaşma ve Allah aşkına dayanmaktadır. "Tefekkür, sana iyi ve kötü fiillerini gösteren bir aynadır."; "Mü'min, daima nefsinin hâkimidir. Onu Allah için inceler. Dünyada nefsini murâkabe edenlerin hesabı, âhirette kolay olacaktır. Kendilerini murâkabe ve muhâsebe etmeyenlerin hesabi da zor olacaktır." dediği bilinmektedir.

O, karsısındakileri eğitmek için sorular sorar, gerçekleri bizzat kendilerinin bulmasını isterdi. Çünkü kişilerin yalnız ölüp, yalnız gömüleceklerini, yalnız dirilip, yalnız baslarına hesap vereceklerini beyanla herkesin kendisine dönmesinin önemine işaret ederdi. Ona göre, düşüncesini âhiret üzerine yoğunlaştıranların, dünyadan ve fânî şeylerden sevgisini kesmeleri ve her işte Hazret-i Peygamber'in (asm) yolunu izlemeleri şarttır.

Hasan-ı Basrî, hüzünlü olmayı kendine şiâr edinen bir sûfi olarak temayüz etmiştir. Dünyadan kaçış, zahidane bir hayat, nefsinden hiçbir zaman emin olmama, iste bunların hepsi, O'ndan hükmün kaynağını teskil etmektedir. Hüznü savunan bir sözünde "uzun hüzün, iyi amellerin kaynağıdır" demektedir. "Yaptıklarının cezası olarak, bundan böyle az gülsünler, çok ağlasınlar."(Tevbe, 9/82) âyetinin işaret ettiği emir çerçevesinde fazla gülmemeyi öğütler, fazla gülmenin kalbi öldürdüğünü söylerdi. Kişi bir bütün olarak Kur'ân-ı Kerîm'e uygun hareket ederken, en küçük kötülükten çekinir, her konuda çok titiz olursa o, verâ sahibi olmuş olur. Bunu, Hasan-ı Basrî'de şu ifadelerle billurlaşmış görüyoruz.

"Amellerine bak, onları incele. Çünkü birbirinden kesin sınırlarla ayrılan hayır ve şer tartılacak. En küçük bir hayırı değersiz bulma, âhirette o sana fayda verecek. En küçük bir kötülüğü zararsız sayma, ahirette aleyhinde olacaktır."

Hasan-ı Basrî'de Allah aşkı (muhabbettullah) zirvededir. Bunu, hadîsi kudsîden aldığı güçle sağlamıştır.

"Bana, kendilerine farz kıldığım şeyleri edâ ettiği gibisi ile yaklaşanı yoktur. Eğer kul, bana nâfile ibadetlerle yaklaşırsa ben onu severim. Ben onu sevince de onun kulağı, gözü, eli, dili ve ayağı olurum. Benimle duyar, benimle görür, benimle konuşur, benimle tutar ve benimle yürür."(Buhârî, Rikak, 38).

O'na göre Allah aşkı manevî hayatin en yüksek noktasıdır. Çünkü bu aşk, Allah'a doğru yükselisin meyvesidir.

Cennette Allah’ın zâtinin ihatasız olarak görülebileceğini kabul eder. iyiliği emir kötülüğü nefyetmek kuralı, onun hareket noktasını oluşturmaktadır.

Tefsîr ve hadîste tenkid edici fakat gerçekçi bir görüşe sahiptir. Müslümanların ibâdetlerinde mevcut Israiliyyat'ı biliyor ve onları bu yanlış inançlardan kurtarmak için, korkusuzca mücâdelesini sürdürüyordu. Bunun yanında isyan etmeden, halifelere bile açıkça hatalarını söylemekle, cesaret örneğini göstermiştir. Haccâc b. Yûsuf'un zulmüne karşı, ona kafa tutmuştur. Rûhu şâd olsun..

Hasan-ı basri Hazretlerinin hayatının sonları Basra'da geçtiği, orada vefat edip, orada defnedildiği de bilinmektedir.

5 Rabıta ne demektir? Bayanlar da rabıta yapabilir mi?

Rabıta, “bağ, münasebet ilgi, alâka, bağlılık, mensub olmak” gibi anlamlara gelir. Kendi şahsiyetinden sıyrılıp, söz gelimi şeyhin veya Resulullah’ın şahsiyetiyle bütünleşme, bir bağ kurma şeklinde uygulanır.

Malum olduğu üzere, seven sevdiğini hayal eder. Onu kendine yakın hisseder. Hatta rüyalarında bile onunla olur. Onunla aynîleşmek ister. Usta-çırak, hoca-öğrenci münasebetleri de rabıtayla alakalıdır. Çırak ustasının hareketlerini, öğrenci hocasının söylediklerini hatırlamaya, sanki tekrar o ana dönmeye gayret eder.

İşte, bir müridin mürşidini hatırlaması da böyle bir rabıtadır. Bu rabıta, mürşidin suretine değil, o vücudda sergilenen İslamî özellikleredir. Daha doğrusu, öyle olmalıdır.(1) Böyle bir rabıta, mürşitteki kemâl vasıflarının müride yansımasına sebebiyet verecektir. Buna, “fena-fişşeyh” denir. Fakat mürid orada kalmamalı, “fena-firrasul” ve “fena-fillah” makamlarına yükselmeye gayret etmelidir. Yani, şeyhinde fâni olan bir mürid, ondaki güzel özellikleri kazanıp, ondan Peygamber'de fâni olmaya yönelmeli, daha sonra da Allah’ta fâni olmalıdır.(2)

Bu fena (fani olma) hâlleri zevkî birer mesele olmakla birlikte, herkes için şu manada uygulanabilir: Bir insan kendi reyini, fikrini bırakıp hocasının, üstadının yahut şeyhinin iradesini kendi iradesine tercih ederse, bu zatlarda fani olmuş olur. Aynı şekilde, bütün işlerini, hâllerini ve sözlerini Allah Resulünün sünnet çizgisine göre ayarlarsa Peygamberimiz'de fani olmuş olur. Allah’ın emir ve yasaklar manzumesini çok iyi kavrayıp, hayatının bütün safhalarının buna göre yönlendirdiği taktirde de fena-fillah makamından bir pay elde etmiş olur.

Bayanlar da rabıta yapabilirler.

Kaynaklar:

1. bk.. Eraydın, Tasavvuf ve Tarikat, s.
2. Eraydın, Tasavvuf ve Tarikat, s.

 

6 Zikir nedir, nasıl çekilmelidir?

Kavram olarak "zikir"; Allah’ı anmak üzere söylenmesi ve yapılması tavsiye edilen, sözlü ve ameli eylemleri kapsayan davranışların tümüdür1.

Çok geniş bir anlam alanına sahip olan zikir kavramının manası, günümüzde daraltılmış ve sadece Allah'ın adını dil ile anmakla sınırlandırılmıştır. Oysa "zikir",insana sevap kazandıran her türlü amelin genel adıdır2. Çünkü "zikir", Allah’a itaattir. Bütün ibâdetlerin özü ve aslı, Allah Teâlâ’yı hatırlamak ve ona itaat etmektir. Allah’a itaat ise, Kur’ân veya hadislerde yer alan bir takım güzel sözleri sadece söylemek veya tekrarlamak değil; bilakis her halükârda Allah’a kulluk şuuru içerisinde bulunmak ve tam bir teslimiyet göstermek, her hal ve şartta onun sürekli bizi gözetlediğini zihnimize yerleştirmektir.

Zikir, şükür kavramında olduğu gibi hem dil, hem kalb ve hem de bedenen yani amellerle olmalıdır.

1. Dil ile zikir: Allah'ı isimleriyle anmak, hamd etmek, tesbih etmek, Kur'an okumak, Kur’ân’ı dinlemek ve dua etmektir. Dil ile yapılan zikir, kalbi zikre yol açmalıdır.

2. Kalp ile zikir: Kalbi zikir, bedenin zikrine yani ameli zikre zemin hazırlamalıdır. Ameli zikirden kastımız, Allah’ın yapmamızı istediği kulluk vazifeleri, bir başka ifadeyle ibadetlerdir.

Kalb ile zikir, Allah'ı gönülden anmaktır. Bu da üç çeşittir:

a) Allah'ın varlığına delalet eden delilleri düşünmek, onun isim ve sıfatlarını tefekkür etmektir. Allah'ın varlığına delalet eden deliller, başta Kur’ân ayetleri ve kâinattır. Kur’ân’da ve kâinatta yer alan ayetlerin tümünde, Yüce Yaratıcıya götüren, onun varlık ve birliğini haykıran, kuvvet ve kudretini gözler önüne seren sayısız alamet ve deliller mevcuttur.

b) İlahi hükümleri yani Allah'ın emir ve yasaklarını ve kulluk görevlerimizi ve bunlarla ilgili delilleri düşünmek. Yani bir gönül ve vicdan muhasebesi yapmak gerekir. Ne ile mükellefim, neyi ne kadar yapmam gerekir? İlahi teklifler benim için ne ifade ediyor? Sorularının cevaplarına kafa yormak…

c) Benliğimizdeki ve evrendeki varlıkları ve bunların sırlarını tefekkür ederek, her zerrenin, "yücelikler âlemi”ne ve Allah'ı gereği gibi bilmeye götüren birer ayna olduğunu görmek, idrak etmektir. Böyle bir zikirden alınacak zevkin bir göz açıp kapamak kadar olan zamanı bile cihanlar değer. İşte bu noktada insan kendinden ve âlemden geçer3.

3.Bedeni zikir: Vücudumuzdaki bütün organların, sorumlu oldukları vazife ile meşgul ve yasaklandıkları şeylerden de kaçınmalarıdır4. Bu noktada hem Allah ile ve hem de insanlarla olan muamelemizin dürüst ve samimi olması gerekir. Dolayısıyla yaptığımız her işi, ibadet şuuru içerisinde yapmalı ve aksi durumda hesaba çekileceğimiz endişesini taşımalıyız.

Zikir, dil ve beden ile yapılan kalbî bir uyanıklık içinde gerçekleştirilmelidir. Zira zikir, gaflet ve nisyanın yani unutmanın gafletin zıddı demektir. Bu anlamda zikir, Allah’ı unutmamak yani hiçbir hal ve şartta ondan gafil olmamaktır. Dolayısıyla gafleti gidermeyen zikir, hakikatte zikir değildir.

Zikir, bütün kısımlarıyla birlikte kalple, ruhla doğrudan ya da dolaylı olarak ilgilidir. Zira yapılan ameller, kalbi, ruhu müsbet ya da menfî bir şekilde etkileyecektir. Çünkü insanın maddî ve mânevî yönü arasında bir ilişki vardır. Bu ilişki sebebiyledir ki ruhta meydana gelen bir eserin, eylemin bedene birtakım etkileri olur. Aynı şekilde bedende birtakım fiil ve davranışın tekrarından da nefiste kuvvetli bir meleke meydana gelir ki bu da bedenden ruha çıkan eserler, etkilerdir Bu yüzden insanda hüsn-i tefekküre engel olmayacak şekilde ve kendisine işittirecek kadar dil ile zikir yapıldığı zaman, bu dil ile yapılan zikirden dolayı hayalde bir etki oluşur. Ve bundan ruha bir nûr yükselir. Sonra bu nurlar, ruhtan dile, lisandan hayâle, hayalden akla yansır. Karşılıklı aynalar gibi birbirini takviye ve biri diğerini geliştirerek kemal noktasına eriştirir. Bunun mertebelerine son yoktur. Ma’rifet yolculuğu, işte bu nihayetsiz deryada Hakk’ın isteğine doğru yürümektir

Zikir, dil ve beden ile yapılan kalbî bir uyanıklık içinde gerçekleştirilmelidir. Zira zikir, gaflet ve nisyanın yani unutmanın gafletin zıddı demektir. Bu anlamda zikir, Allah’ı unutmamak yani hiçbir hâl ve şartta ondan gafil olmamaktır. Dolayısıyla gafleti gidermeyen zikir, hakikatte zikir değildir. Nitekim Allah'ı zikir için farz kılınan namazı gafletle edâ edenler kınanırken (Mâûn, / ), onu huşû içinde yerine getirenler övülmüştür (Mü'minûn, 23/). Yine aynı şekilde

"Gerçek müminler ancak o kimselerdir ki yanlarında Allah zikredilince kalpleri ürperir, kendilerine onun ayetleri okununca bu, onların imanlarını artırır ve yalnız Rabb’lerine güvenip dayanırlar"(Enfâl, 8/2)

âyeti, zikrin gönlü titretecek derecede bir şuur ve uyanıklık içinde yapılması gerektiğine dikkat çeker.

Mü’minler, inandıkları, her an tesbih ettikleri ve önünde kulluk yaptıkları Rablerini hiç bir zaman unutmaz ve ondan gafil olarak hareket etmezler. Yüce Allah’a karşı duydukları sevgi ve takva duygusu, sürekli onların içindedir. Onlar devamlı bir şekilde Allah’ı zikrederler. Bu zikir (anma), sadece unutulan şeyin tekrar akla getirilmesi değil, bilakis; sürekli kalpte ve benlikte olan Allah’ın varlığını tekrar hatırlamak, onun nimet verici olduğunu itiraf etmek, onun büyüklüğünü ve yüceliğini dile getirmek ve ibadeti yalnızca ona yaptığını amelleriyle göstermektir.

Kur’ân, zikrin her durumda yapılabileceğini belirtmektedir:

“Onlar ki ayakta dururken, otururken ve uyumak için uzandıklarında Allah'ı zikrederler ve göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde tefekkür ederler:'Ey Rabbimiz! Sen bunlarıın hiçbirini anlamsız ve amaçsız yaratmadın. Sen yücelikte sınırsızsın! Bizi ateşin azabından koru!' ”(Âl-i İmrân, 3/).

Ayette görüldüğü gibi zikir, belirli bir zaman, mekân veya ibadete özgü değildir. Yüce Yaratıcı, her halimizde O’nunla birlikte olmamızı emretmektedir. Çünkü Allah'ı anmak demek, ona kalpten bağlanmak, sürekli olarak onun gözetimi ve denetimi altında yaşadığımızın farkında ve şuurunda olmaktır.

Ayetlere baktığımız zaman, en büyük zikir olarak Kur’ân’ın gösterildiğini görmekteyiz.

"İşte bu (Kur'ân), bizim indirdiğimiz bir zikirdir. Şimdi onu inkâr mı ediyorsunuz?"(Enbiya, 21/50).

“Hiç şüphesiz Zikr’i (Kur’ân’ı) biz indirdik biz; onun koruyucuları da gerçekten biziz.”(Hicr, 15/9).

Kur’ân, kendisine ‘zikir’ demektedir ki, o, baştanbaşa bir öğüt, hatırlatma, insanlarla ilgili her önemli şeyi açıklayan bir ilâhî bildiridir6. O, aynı zamanda sürekli Allah’ı hatırlatan ayetlerden meydana gelmektedir. Bu manada kalpler, Kur’ân ile huzur ve sükûn bulur. İnsanlar, onun ayetlerini tefekkür ve tedebbür7 etsinler ve dosdoğru yolda hidayet üzere yaşasınlar diye Kur’ân gönderilmiştir.

Allah’a gereği gibi kul olma inancıyla hareket eden kişinin, yaptığı her meşru iş ve söylediği her güzel söz nerede ve ne zaman olursa olsun zikirdir, ibadet niteliğindedir. Bize Allah’ı hatırlatan, ona davet eden her şahıs, ders, faaliyet, gayret, konuşma ve çalışma da zikirdir. Caddede yürürken, ahlâki kurallara riayet eden, ticaretinde dürüst davranan, insani ilişkilerinde kul hakkına riayet edenler zikir halindedir ve onlar zikir ehlidirler… Çünkü onlar, “zikr”i benimsemiş ve ona uygun olarak hareket etmişlerdir.

İnsan her durumda Allah’ı zikretmekle mükelleftir. Bir kulu, Allah’ı zikirden alıkoyacak hiçbir sebep olmamalıdır. Mü’min, rahatlık ve afiyette Allah’ı zikrettiği ve şükrettiği gibi; musibet, afet ve felâketler zamanında da Allah'a sığınmak, onun yardımını istemek mecburiyetindedir. Mü’minin bu sığınışı ve yapmakla Allah'ın rızasını kazanacağı her ameli, bir zikirdir.8

Kur’ân ayetlerine baktığımızda zikir kavramının oldukça geniş bir anlam sahası mevcuttur9. Bu çalışmada gördüğümüz gibi “zikir” kavramı ile “zikrullah” terimi, sadece dil veya kalple Allah’ı hatırlamak veya bazı zikir ifadelerini belirli sayılarda söylemek değildir. Zikretme ibadetini bu şekilde anlamak, Kur’ân’ın “zikir” ve “zikrullah” terimlerinin anlamını oldukça daraltmak olur.

Hakikate ulaşmak, cüz’î veya kısmî bakış açısıyla değil, ancak bütüncül olarak bakmakla mümkündür. Binaenaleyh, namaz kılmak, namazda ve namaz dışında Kur’ân okumak, Kur’ân’da ve evrende mevcut olan ayetleri tefekkür ve tedebbür etmek, Allah’a itaat etmek; Kur’ân’ın hükümlerini öğrenmek, öğretmek, yaşamak, yaşanmasına yardımcı olmak gibi dil, kalp ve bedenle yaptığımız ibadetlerin tümü zikirdir.

Kısaca her halimizde Allah’ı hatırlama ve hatırlatmaya yönelik olarak gerçekleştirdiğimiz bütün davranışlar, zikir kavramının anlam alanı içerisindedirler.

Dipnotlar: 

1. bk. Elmalılı, I,
2. bk. Elmalılı, I,
3. Elmalılı, I,
4. Elmalılı, I,
5. Elmalılı, IV,
6. Kur’ân’ın zikir olduğunu ifade eden ayetlere ilişkin olarak bkz. Al-i İmran, 3/58; Maide, 5/91; A’raf, 7/63; Yusuf, 12/; Hicr, 15/ 6, 9; Nahl, 16/43,44;Enbiya, 21/2,24,36,50; Tâhâ, 20/ 99;Furkan, 25/18,29; Şuara, 26/5; Yâsin, 36/11; Sad, 38/1,8,87;Fussilet, 41/41 Necm, 53/ 29; Zuhruf, 43/5,36,44; Kamer, 54/25; Kalem, 68/51,52; Mü'minûn: 74/71;Tekvir, 81/27; Talâk: /
7. Tefekkür, tedebbür ve diğer ilim ifade eden Kur’ânî kavramlar için bkz. Musa Bilgiz, Kur’ân’da Bilgi Kavramsal Çerçeve ve Bilgi Türleri, İnsan Yay. İst.
8. Ali Ünal, Kur’ân’da Temel Kavramlar, s. 21; Resul Bozyel, “Zikir Üzerine”, Haksöz Sayı: 8 (Kasım 91), s. 7.
9. Zikr kavramıyla ilgili bazı ayetler için bkz. (Bakara, 2/,, , ; Âl-i İmrân, 3/41, , ; Nisâ, 4/; A'râf, 7/, ; Enfâl, 8/2, 45; Ra’d, 13/28; İsrâ, 17/44; Kehf, 18/24, 28; Tâhâ, 20/, ; Hacc, 22/)

(Yrd. Doç Dr. Musa Bilgiz)

7 Tasavvuf nedir?

İslâmiyet, ana hatlarıyla iman,ibadet ve ahlaktan ibarettir. Kelâm ilmi imanı, fıkıh ilmi ibadeti, tasavvuf ilmi de ahlakı ele alır.

Tasavvuf, İslâmı derûnî bir şekilde yaşamaktır. Ruhî ve vicdanî bir duyuşun mahsulüdür. Şekilden mânâya geçmek, kabuktan öze ulaşmaktır. Kâlin hâl olmasıdır.(1)

İnsanın aklı, kâinatın binler hazinelerini açan pırlanta gibi bir anahtardır. Nuranî bir cevherdir. Akl-ı selîm mertebesine ulaştığında, Rabbanî bir mürşittir. Hakikat güneşine açılan bir penceredir.

Kalb dahi, insanın manevî hayatının merkezidir. Binler âlemin manevî bir haritasıdır. Kâinatın hadsiz hakikatlerinin mazharı, medarı, çekirdeğidir.(2) Cenab-ı Hakk'a parlak bir aynadır. Gayb âlemlerine karşı bir penceredir. Rabbanî bir latifedir.

İşte, aklın işletilmesiyle pek çok ilimler ve fenler otaya çıktığı gibi, kalbin işletilmesiyle de tasavvuf ilmi ortaya çıkmıştır.

İslâm tasavvufunun menşeini inceleyen bazı zâtlar, İslâm öncesi tasavvufî akımlarda da benzeri esasları gördüklerinden, onu ya Hint’te, ya İran’da, veya daha başka yerlerde aramışlardır. Halbuki, İslâm tasavvufunu doğrudan doğruya Kur’ân'da ve Resulullah’ın (asm.) hayatında aramak lâzım gelir. (3)

Çünkü tasavvufta yer alan “zikir, fikir, nefis terbiyesi” gibi esaslar, Kur’ân'da çokça bahsedilen konulardır. “Yaşayan Kur’ân” durumunda olan Resulullah ise, tasavvufî hayatın en zirve tatbikini göstermiştir.

Kaynaklar:

1. Selçuk Eraydın, Tasavvuf ve Tarikat, Marmara Ün. İlahiyat Fak. Yay. İst. , s.
2. Said Nursî, Mektubat, Envar Neş. İst. , s.
3. Eraydın, Tasavvuf ve Tarikat. s.

8 Tasavvufi anlamda aşk nedir?

Aşk, şiddetli sevginin adıdır. Tasavvuf dilinde, Allah’a muhabbet anlamında kullanılır.(1)

İnsan, aşkı ya mecazi kullanır ya da hakîkî.Mecazî aşk, fanilere gönül bağlamaktır. Hakiki aşk ise, Allah’ı sevmektir. Bazen mecazî aşk, hakîkî aşka vesile olur.(2)

Bu konunun en çarpıcı misali, Leyla-Mecnun kıssasıdır denilebilir. Mecnun, Leyla’ya sevgisinden deli-divane olur. Çöllere düşer. Gözleri Leyla’ya benziyor diye, çölde ceylanlarla arkadaş olur. Bir gün bulunduğu yere bir köpek gelir. Kimse ilgilenmezken, Mecnun köpeğe büyük ilgi gösterir. Niye böyle yaptığını sorarlar, “Siz bilmiyorsunuz, bu köpek Leyla’nın diyarından gelmiştir.” der. Neticede, Leyla’yla bir araya geldiğinde, hayır, der, Leyla sen değilsin. “Sen yürü Leyla ki ben Mevla’yı buldum.” der. Böylece kendisindeki mecazî aşk, gerçek aşka inkılap eder.

Yunus Emre’ye “Bana seni gerek seni” dedirten de, aynı İlâhi aşktır. Yunus Emre ve Mevlâna gibi Hak aşığı olan zatlar, aşktan bahsettiklerinde “İlahî aşkı” kastederler. Bundan sonraki “aşk” ifadelerine bu noktadan bakmak gerektir.

Her şeyden evvel “aşk” fikrî bir mesele değildir; hâlî ve vicdanîdir. Yani, matematiğin, kimyanın meseleleri gibi, net ifadelerle anlatılması ve anlaşılması mümkün olmayıp, ancak hâen ve vicdanen bilinir. Bu noktada aşk, sübjektif bir karakter arz eder. Mevlâna, bunu şöyle dile getirir:

"Biri 'Aşıklık nedir?' diye sordu. 'Benim gibi olursan anlarsın.' dedim. Kalem ki, çarçabuk yazıp gidiyordu. Aşkın tefsîri bahsine gelince, tahammül edemeyerek yarıldı. Akıl, aşkın şerhinde çamura batmış merkep gibi aciz kaldı."(3)

Mevlâna’nın verdiği şu misalden hareketle, aşık olmayı manevî bir sarhoşluk olarak anlayabiliriz.

“Bir sarhoş meyhaneden çıkıp da yolunu şaşırınca, çocukların maskarası ve eğlencesi olur. O sarhoş, böylece sekr hâlinde bulunur. Çocuklar ise, onun şarap zevkinden ve sersemlik neşesinden habersiz olarak arkasına takılır. Allah’ın aşkından sarhoş olanlardan başka, bütün halk çocuk mesabesindedir. Heva ve hevesten kurtulmuş olanlardan başkası, büluğa ermiş değildir.”(4)

Şu sözler ise, İlahî aşktan nasibini almayan ve dünyanın fani işleri içinde boğulup gidenlerin halini anlatır:

“O çocuklar bir kamışa binerler ve ‘Bu bizim burağımız veya mübarek gidişli düldülümüzdür.’ derler. Yüklenmiş oldukları kamışı taşıdıkları halde, cehillerinden böbürlenirler ve kendilerini ata binmiş vehmederler.”(5)

Üstteki ifadelerde olduğu gibi, tasavvuf ehli divanlarında “şarap-meyhane” gibi mazmunlara sıkça yer vermişlerdir. Mânâdan nasibini almayanlar bu ifadeleri zahirine göre değerlendirmişler, o büyük zatları yanlış tanımış ve anlatmışlardır.

Nitekim yüce Allah,

“Onların Rabbi, onlara tertemiz bir şarap takdim eder.”(Dehr, 76/21)

buyurmaktadır. Ayette geçen “şarab” kelimesi, şu anda Türkçemizde kullandığımız “içki” anlamında olmayıp, “temiz içecek” mânâsındadır.

Şu muhavere aşıklar arasındaki mertebe farklılığına işarettir:

İlahî aşk mensublarından Yahya b. Muaz, Bayezid-i Bistami’ye şöyle der:

“Muhabbet kadehinden o kadar içtim ki, sonunda mestoldum.”

Bayezid, şu anlamlı cevabı verir:

“Muhabbet şarabını kase kase içtim. Lakin ne şarap bitti, ne de benim hararetim geçti.”(7)

Evet, Hak aşığı olan zat, her şeyi “Mevla’nın diyarından” gelmiş olarak görür. Daha önce ifade ettiğimiz gibi, Mecnun her vesileyle Leyla’yı hatırladığı gibi; âşık da “Her şey bana seni hatırlatıyor.” der, varlıklardan Allah’ı bulur, Allah’ta fani olur. Hatta, Hallac-ı Mansur gibiler, kendilerini tamamen yok farz edip “Ene’l-Hak” bile derler.

Şüphesiz, böyle aşıkların bu gibi sözleri, şerîatın zahirine aykırıdır. Manen sarhoş iken böyle söylemişlerdir. Mevlâna, böylelerin halini, kıpkızıl hâle gelen demirin “ben ateşim” demesine benzetir.(8) Ancak, şu mühim hatırlatmayı da yapmadan edemez:

“Sen, sarhoş olanlardan kılavuzluk arama!..”(9)

Yani, böyle zatlar, hidayet üzere olmakla beraber, peşinde gidilecek kimseler değildir.

Tekrar aşığın dünyasına dönecek olursak Evet, aşık bu dünyada kendini gurbette görür.

“Vatan sevgisi imandandır.”(10)

hadisini tasavvufî mânâsıyla değerlendirir. Gerçek vatanı “Bezm-i Elest” olarak kabul eder. Şu dünya zindanındaki günlerini tamamlayıp, İlahî huzura vuslatı en büyük gaye bilir.(11)

“Aşık, gamdan da sürurdan da hâlîdir. Baharsız, hazansız daima yeşil ve tazedir.”(12)

Onun hâli, şu manaları terennüm eder:

“Hoştur bana Senden gelen
Ya gonca gül, ya da diken
Ya hil’atu ya da kefen
Narın da hoş, nurun da hoş.”

Aşık, Allah’tan gelen lütfu ve kahrı lütuf olarak görür. Mevlâna, buna şöyle dikkat çeker: “Gerek âlim olsun, gerek cahil olsun, isterse aşağılık biri bulunsun, herkes lütuf ile kahrı fark eder. Lakin, kahırda gizlenmiş lütfu, yahut lütuf içindeki kahrı az kimse bilir.” (13)

Kaynaklar:

1. Nursî, Mektubat, s.
2. Eraydın, Tasavvuf ve Tarikat, s.
3. Mevlana, I,
4. Mevlana, V,
5. Mevlana, V,
6. Mevlana, VI, 54 (İzbudak).
7. Tahiru’l-Mevlevi, 1, 72
8. Mevlana, VII,
9. Mevlana, VII,
Aclunî, I,
bk. Mevlana, XI,
Mevlana, III,,
Mevlana, IX,

9 İmam-ı Rabbani Hazretlerinin hayatı hakkında bilgi verir misiniz?

İmam-ı Ahmed Rabbani Hazretleri, Hindistan'da yetişen en büyük veli ve alim. "Silsile-i aliyye" denilen İslam alimlerinin yirmi üçüncüsüdür.

İsmi, Ahmed bin Abdülehad bin Zeynel'abidin'dir. Lakabı Bedreddin, künyesi Ebü'l-Berekat'dır. (H) senesinde Hindistan'ın Serhend (Sihrind) şehrinde doğdu.

İmam-ı Rabbani ismiyle tanınmıştır. İmam-ı Rabbani, Rabbani alim demek olup, kendisine ilim ve hikmet verilmiş, ilmi ile amel eden, ilim ve amel bakımından eksiksiz ve kamil, olgun alim demektir. Hicri ikinci bin yılının müceddidi (yenileyicisi) olmasından dolayı "Müceddid-i elf-i sani", ahkam-ı İslamiye ile tasavvufu birleştirmesi sebebiyle, "Sıla" ismi verilmiştir.

Hazret-i Ömer'in soyundan olduğu için ,"Faruki" nesebiyle anılmış, Serhend şehrinden olduğu için de oraya nisbetle, "Serhendi" denilmiştir. Bütün bu vasıflarıyla birlikte ismi, İmam-ı Rabbani Müceddid-i elf-i sani Şeyh Ahmed-i Faruki Serhendi'dir. (kuddise sirruh)

İmam-ı Rabbani Hazretleri ilk tahsiline, babasından ders alarak başladı. Babasından okuyup Arapçayı öğrendi. Küçük yaşta Kur'an-ı Kerimi ezberledi. Sesi güzel olduğundan, Kur'an-ı Kerimi bülbül gibi okurdu. İlminin çoğunu babasından, bir kısmını da zamanının meşhur alimlerinden öğrendi. Babasından ders aldığı sırada, çeşitli ilimlere ait küçük kitapları ezberledi. Babasından aldığı dersleri tamamlayınca, Siyalkut şehrine gidip orada, Mevlana Kemaleddin Keşmiri'den ilim öğrendi. Mevlana Kemaleddin meşhur alim Abdülhakim-i Siyalkuti'nin de hocası olup, zamanının en yüksek alimi idi. Bazı hadis kitaplarını da Şeyh Yakub-ı Keşmiri'den okudu. Kadı Behlul-i Bedahşani'den; hadis, tefsir ve bazı usul ilimlerinde icazet, diploma aldı. On yedi yaşında iken tahsilini tamamlayıp, bütün ilimlerden icazet aldı. Tahsili sırasında, Kadiri ve Çeşti büyüklerinin kalblerindeki feyz ve lezzeti babasından aldı. Babası hayatta iken, talebelere ilim öğretmeye başladı.

Bu sırada; Risalet-üt-Tehliliyye, Redd-i Revafid, İsbat-ün-Nübüvve adlı eserlerini yazdı. Edebiyata çok meraklı olup, fesahatı ve belagatı, sür'at-i intikali, zekasının şiddeti herkesi hayrette bırakıyordu.

İmam-ı Rabbani Hazretleri, memleketinde ilim ve edep öğretmeye isteklileri yetiştirmeğe ve yükseltmeğe başladı. Şöhreti her yere yayılıp, her taraftan aşıkları, onun ilminden ve feyzinden faydalanmaya geliyordu. Talebelerine Beydavi Tefsiri, Sahih-i Buhari, Mişkat-i Mesabih, Avarif-ül-Me'arif, Üsul-i Pezdevi, Hidaye ve Şerh-i Mevakıf gibi bazı din kitaplarını ders olarak mükemmel bir şekilde okuturdu. Ömrünün son zamanlarında dahi talebelerine ilim tahsilini sıkı sıkı emreder, buna çok önem verirdi. Herkesin kalbini ilim ve nur ile dolduruyor, Muhammed aleyhisselamın dinini canlandırıyor ve kuvvetlendiriyordu. Zamanının padişahlarını, vali, kumandan, alim ve hakimlerini, çok tesirli mektupları ile, dine, sünnetiseniyyeye teşvik ediyor, çok alim ve veli yetiştiriyordu. Allahuteâlâ ona öyle manevi ilimler ihsan etmişti ki hocası Baki-billah da bu yeni ilimlere kavuşmak için huzuruna gelir, hürmetle otururdu. Hatta bir gün geldiği zaman, İmam-ı Rabbani'yi kalbi ile meşgul görüp, odaya girmedi, hizmetçiye de haber verip; "Rahatsız etme!" dedi ve sessizce kapıda bekledi. Bir müddet sonra İmam-ı Rabbani hazretleri kalkıp; "Kapıda kim var?" deyince üstadı; "Fakir Muhammed Baki." dedi. Bu ismi duyunca kapıya koşup, edep ve tevazu ile karşıladı.

İmam-ı Rabbani Hazretleri, benzeri az yetişen, müstesna bir İslam alimi ve büyük bir mürşid-i kamildir. Peygamber Efendimiz (asm)'in vefatından bin sene sonra da İslam düşmanları dine, imana insafsızca saldırmışlardı. Allahuteâlâ kullarına acıyarak, İmam-ı Rabbani gibi bir müceddid yarattı. Ona derin ilimler ihsan eyledi. Onun vasıtasıyla din düşmanlarının korkunç saldırısını durdurdu. Hakkı batıldan ayırıp, çok kalblerden batılı kaldırdı. Bu yüce İmam'ın mektup ve kitapları, insanları gafletten uyandırdı. Dünyaya ışık saldı. Yani Allahuteâlâ onu, Peygamber efendimizden bin sene sonra, din-i İslamı yenilemek ve kuvvetlendirmek için göndermişti.

İmam-ı Rabbani Hazretlerinin dine yıllarca yaptığı bu büyük hizmetleri, sağlam, ikna edici delillerle sapık fikirlerinin çürütüldüklerini, Ehlisünnet itikadının ve doğru din bilgilerinin yayıldığını, bid'atlerin kalktığını gören bazı sapık kimseler, ona cephe aldılar hased ve iftira etmeye başladılar.

Bunun için bazı kimselerin cefa oklarına, eziyet ve iftiralarına hedef oldu. Nice alimlerin, fadılların, kamillerin kendi yollarından ayrılıp, rehberlerini bırakıp, etrafına ve hizmetine koşuşmaları ise, hasedlerini daha da artırdı. İmam'ı tehlikeye düşürmek için, hilelere başladılar. Mesela, Cüneyd-i Bağdadi, Bayezid-i Bistami gibi büyük meşayihi aşağı görüyor diyerek, cahil tabakayı aldattılar.

İmam-ı Rabbani Hazretlerinin fıkıh meselelerinde ilmi çoktu ve her meseleye anında cevap verebilecek bir derecedeydi. Usul-i fıkıhta da tam bir maharet sahibiydi. Fakat ihtiyatının çokluğundan, çoğu zaman kıymetli fıkıh kitaplarına başvururdu. Seferde ve hazarda bazı kıymetli fıkıh kitaplarını yanında bulundururdu. Onların bütün gayreti, müftabih yani fıkıh alimlerinin üzerinde ittifak ettikleri fetvalara, daima uymaktı. Bazı fıkıh alimlerinin caiz dediği, bazılarının mekruh dediği bir işte, o kerahet tarafını tercih eder ve o işi yapmazdı. "Bir meselenin yapılmasında ve yapılmamasında, helal ve haram olmasında ihtilaf olursa, yapılmaması ve haram tarafını tercih etmeği mümkün olduğu kadar elden kaçırmamalıdır." buyururdu.

İmam-ı Rabbani Hazretleri (H) senesinde, elli üç yaşlarında iken, talebelerinden çok sevdiklerine; "Benim ömrüm ve hayatım hakkındaki kaza-yı mübremin altmış üç sene olduğunu ilham ile bana bildirdiler." buyurdu. Ve buna çok sevindi. Çünkü Peygamber Efendimize (asm) tabi olmasının çokluğu, yaş bakımından da uymakla belli oluyordu. Aynı zamanda bu hususta Hazret-i Ebu Bekr'e, Hazret-i Ömer'e ve Hazret-i Ali'ye de uymuş oluyordu.

(H) senesinde Ecmir'de iken; "Vefat etmemin yakın olduğuna dair işaretler, alametler görülmeğe başladı." buyurdu. Serhend'de bulunan kıymetli oğullarına mektup yazıp; "Ömrümüzün sona ermesi yakındır." buyurdu. Babalarının hasreti ve ayrılığı ile yanan, evliyanın gözlerinin nuru kıymetli oğulları, bu mektubu alınca, babalarının bulunduğu yere hareket ettiler. Huzuruna kavuşunca, bir gün, bu yüksek oğullarını hususi odaya çağırdı. Buyurdu ki: "Kıymetli oğullarım, bu dünyaya hiçbir şekilde nazarım ve bağlılığım kalmadı. Öbür dünyaya gitmek icab ediyor, gitme ve yolculuk alametleri görünmeğe başladı."

 Vefatı (H) senesi, Safer ayının yirmi sekizi, kuşluk vakti vaki oldu.

Eserleri:

1)Mektubat: Mektubat, üç cild olup, beş yüz yirmi altı mektubunun toplanmasından meydana gelmiştir. Kelam ve fıkıh bilgilerini, tasavvufun marifetlerini açıklayan uçsuz bir derya gibi eşsiz bir eserdir.

Mektubat'ın birinci cildi (H) senesinde talebelerinin meşhurlarından Yar Muhammed Cedid-i Bedahşi Talkani tarafından toplanmıştır. Birinci cildde üç yüz on üç () mektup vardır. Bu cildin son mektubu, Muhammed Haşim-i Keşmi'ye yazılmıştır. İmam-ı Rabbani Hazretleri birinci cildin son mektubunu yazınca; "Muhammed Haşim'e gönderilen bu mektupla resullerin, din sahibi peygamberlerin ve Eshab-ı Bedr'in sayısına uygun olduğundan, üç yüz on üç mektupla birinci cildi burada bitirelim" buyurmuştur.

İkinci cildi ise (H) senesinde yine talebelerinden, Abdülhay Pütni tarafından toplanmıştır. Bu cildde Esma-i Hüsna yani Allahuteâlânın Kur'an-ı Kerim'de geçen doksan dokuz ismi sayısınca doksan dokuz (99) mektup vardır.

Üçüncü cild de İmam-ı Rabbani Hazretlerinin vefatından sonra (H) senesinde talebelerinden Muhammed Haşim-i Keşmi tarafından toplanmış olup, bu cildde de Kur'an-ı Kerim'deki surelerin sayısınca yüz on dört () mektup vardır. Her üç cildde toplam beş yüz yirmi altı () mektup vardı. İmam-ı Rabbani Hazretlerinin vefatından sonra on mektubu daha üçüncü cilde ilave edilmiştir. Böylece toplam mektup adedi beş yüz otuz altı () olmuştur.

Mektubat'daki mektupların birkaçı Arabi, geri kalanların hepsi Farisidir. Çeşitli zamanlarda basılmıştır.

2) Redd-i Revafıd: Farisi olup, Rafızileri reddeden eserdir. Arapça'ya da tercüme edilmiştir.

3) İsbatün-Nübüvve: "Peygamberlik nedir?" adı ile Türkçeye tercüme edilmiştir Ayrıca Arapçası, İngilizceye ve Fransızcaya da tercüme edilmiştir.

4) Mebde' ve Me'ad,
5) Adab-ül-Müridin,
6) Ta'likat-ül-Avarif,
7) Risale-i Tehliliyye,
8) Şerh-i Ruba'ıyyat-ı Abd-il-Baki,
9) Mearif-i Ledünniye,
10) Mükaşefat-ı Gaybiyye,
11) Cezbe ve Süluk Risalesi.

10 "İlm-i Ledün" nedir?

Ehl-i tasavvuf, duyu, akıl ve tecrübe dışında, bir de ilm-i ledün kabul ederler. İlm-i ledün, vehbî bir ilimdir. Hz. Hızır’ın ilminden bahseden ayetteki “Ledün” kelimesinden hareketle, bu isim verilmiştir.(Kehf, 18/65). Böyle bir bilgi, özel bir bilgidir. Bu bilgi, olayların içyüzüne vukufiyeti sağlar. Bir çeşit gayb bilgisi, sırlar bilgisidir.

İnsan kalbi, çok hassas alıcılar manzumesidir. Zikir, fikir, riyazet gibi esaslarla kalp şeffaflık kazanır, letafet kesb eder. Hakikatler âlemine parlak bir ayna haline gelir. Böylece, bir kısım hakikatler, sırlar o kalbe akseder. Hassasiyeti ve şeffafiyeti nispetinde bazı tecellilere mazhar olur. (1)

Fakat şu nokta unutulmamalıdır ki; insan kalbi, Rahmanî ilhamlara alıcı olduğu gibi, şeytanî vesveselere de açıktır. İkisini birbirinden ayırt edemeyen aldanır ve aldatır. “Keşfiyat te’vîle, rüyalar tabire muhtaçtır.”(2) esasını bilmeyen, bu vâdide çok yanılır. Kur’an hakikatlerine ters düşen rüyalarla amel edilmez, bu tür keşifler mutlaka tevil edilmelidir.

Sözgelimi, rüyada oğlunu kurban ettiğini gören birisi, rüyanın zahiriyle amel edecek olursa, evlat katili olur. Bu noktada, kendini Hz. İbrahim’e kıyas etse, yanlış bir kıyas yapar. Zira peygamberlerin rüyası vahiydir.(3) İlgili olaydaki murad-i İlâhi, Hz. İsmail’in kurban edilmesi değil, baba ve oğulun imtihan edilmesidir.

İlham yoluyla gelen bilgide şu özelliklerin tamamını veya bir kısmını görürüz:

1. Teselli.
2. Yönlendirme.
3. Gaybdan haber.

Bu tür bilgi, subjektif bir karakter arzeder. Başkasını bağlayıcı bir özellik taşımaz. Mazhar olan kişi açısından ise, bir kanaat verir. Sıkıntıda olanı ferahlatır. Darda olanı rahatlatır. Arayış içinde olana yol gösterir. Arif olanın marifetini artırır.

Kaynaklar:

1. İmam-ı Gazali, İhyau Ulûmi’d-Din isimli eserinin üçüncü cildinde yer alan “Acaibul- kalb” bölümünde, bu bilgi türüyle ilgili geniş açıklamalara yer vermiştir. Ayrıntılar oradan görülebilir.

2. Nursî, Kastamonu lahikası, s.
3. Buharî, Vudu, 5.

11 Mürşid-i kâmil nedir?

Mürşid-i kâmil, sırat-ı müstakimi (dosdoğru yol, yani İslam’ı) gösteren, dalaletten hidayete sevkeden kişidir. Mürşid-i kâmil, tasavvufta seyr-i sülûkunu tamamlayıp, irşada ehliyetli ya da icazetli olan kişiler için kullanılan bir tabirdir. Şeyh ile aynı manaya gelir.

Mutasavvıflara göre üç türlü şeyh vardır: Bunlara şeyh-i talim, şeyh-i sohbet ve şeyh-i tarikat denir. Şeyh-i talim, ilim sahibi bir öğretici, tasavvufi konularda bilgi verip, insanları aydınlatmakla yetinen mutasavvıftır. Şeyh-i sohbet, her isteyenin sohbetine katıldığı, sözlerini dinlediği, hâl ve hareketlerini örnek aldığı mutasavvıfa denir. Şeyh-i terbiye, şeyh-i irşad, şeyh-i taslik de denilen şeyh-i tarikat ise mürid ve müntesiblerini tasavvuf yolunda eğitip yetiştirerek Allah'a ulaştıran önderdir.

Şeyhin uyması gereken kimi kurallar da vardır. Her şeyden önce diğer şeyhler arasında sivrilmek, öne çıkmak için çalışmamalı, müridlerinin çoğalması için gösteriş yapmamalıdır. Nefsini bütünüyle altettiği, nefsinin tehlikelerini tamamen yok ettiği düşüncesine kapılmamalı; halkın arasına karıştığında tüm varlıklarla ilişkisini kesebileceği özel bir halvet yeri ve zamanı olmalıdır. Kendisine bağlanan müridlere iyi davranmalı, diğer şeyhlere saygı göstermelidir. Müridlerini sevmeli, onları sağlık ve hastalıklarında yalnız bırakmamalı, haklarını yerine getirmelidir. Nefislerine karşı verdikleri savaşta zaaf gösteren müridlere hoşgörülü davranmalı; müridlerinden gelecek herhangi bir fayda ve hizmete tenezzül etmemelidir. Müridlerin kusurlarını yüzlerine vurmamalı, onları dolaylı biçimde uyarmalıdır. Müridlerinde gördüğü değişiklikleri başkalarına açıklamamalıdır.

Tasavvuf kaynaklarında, tasavvufî hayata girmek, bir mürşide bağlanmak isteyenler için gerçek bir şeyhte aranması gereken niteliklerin dökümü yapılır. Bunların başlıcaları şöyle özetlenebilir:

Şeyh ilim, irfan ve eserleriyle temayüz etmiş olmalıdır. Veli olması yeterli değildir, aynı zamanda mürşid olmalıdır. Günlük hayatı müstakim olmalıdır. Belli bir tarikatın kuralları doğrultusunda tasavvufi eğitimini (seyrü sülûk) tamamlamış olmalıdır. Müridlerini yetiştirmekteki yeteneği kabul edilmiş olmalıdır. Dini görevleri yerine getirmede ciddiyet sahibi olmalıdır. Tekelci olmamalı; kendi dışındaki şeyhleri kötülememeli, küçük görmemelidir. İnsanları eğitmek bir yetenek işidir. Öğretmek ve eğitmek herkesin yapabileceği bir iş değildir. Bu nedenle şeyh, Allah vergisi bir kabiliyete sahip olmalıdır.

12 Tarikatta şeyhten tövbe (el alma) hakkında bilgi verir misiniz?

"El almak / el vermek" hadisesi tarikatlar ile ilgili bir adaptır. Şöyle ki:

Bir havalide tarikatın bir kolunu temsil eden bir şeyh veya efendi olur. Bu zata intisap edip takip etmek ve ondan ve tarikatın feyizlerinden istifade etmek isteyenler olabilir.

Bu kişiler, şeyhin elini tutup hem tarikat alma hem de günahlarından tövbe / istiğfar etme ve bir daha günah işlememeye niyet etme anlamında bir manevi bağ teşkil ederler. Bu durumda şeyhin kuvvet ve dirayeti ne kadarsa, kendi müritlerine tasarruf eder. Mürit de “beni nezaret ve takip ediyor” diye şeyhinden çekindiği için, günah işlememeye azami dikkat eder.

Yüz yıllarca hükmünü bu şekilde icra etmiş olan tarikat ve el alma faaliyetleri, insanları Allah’a ulaştırmanın ve Allah’a sevdirmenin müessir bir yolu idiler. Fakat şimdiki zamanlarda, bu manada bir efendi ve müritlerine nezaret edecek kapasitede bir şeyh bulmanın biraz zor olacağı kanaatindeyiz. Çünkü çoğunlukla bu zamanın insanlarına ve bu asrın ruhuna uygun bir hareket tarzı sergilenmemektedir.

Bu noktadan asrımızın ruhuna uygun bir İslamı yaşama tarzı olarak, ilim ve sohbet üzerine tesis edilmiş ve “birlikten kuvvet doğar” hakikatini ciddi bir şekilde tesis eden, cemaatleri daha müessir görmekteyiz.

13 İslamiyet'te rabıta var mıdır? Şeyhe rabıta yapmak caiz mi?

Bir insanın herhangi bir durumda Allah’ın, Peygamberimiz'in (asm) veya bir veli zatın huzurundaymış gibi ya da ölüm anı gelmiş gibi yapılan düşünce ve his alemine rabıta deniliyor. Bu işin esas gaye ve hedefi, her an Allah’ın huzurunda olma şuuruna ermek ve bu vesile ile Onun rızasına uygun yaşamaktır.

Peygamber Efendimiz (asm) sürekli bu hâl üzereydi. O, her an Allah’ın huzurunda olma şuurunda olarak yaşadı. Bu anlamda bir rabıta Peygamberimiz (asm)'in en büyük sünnetlerinden biridir.

Tarikattaki rabıtaya gelince: Tasavvuf tarihinde önceleri şeyhi sevmek, kalbini ona bağlamak, bu sayede ondan feyiz almak ve davranışlarını taklit etmek gibi uygulamalar bulunurken zamanla bunlar şeyhin sûretini düşünme şeklini almıştır. Tarikata giren bir mürit rabıta vasıtasıyla şeyhini düşünür ve onun yanındaymış gibi kalp bağı kurmaya çalışır.

Rabıta ile şeyhe olan muhabbet Allah namına olduğundan yapıldmasında bir mahzur yoktur.

Kişi şeyhine rabıta yapmadan doğrudan Allah’a rabıta etmesi en güzelidir. Ancak kalbi masivadan çevirip Allah'a yöneltmek kamil manada kolay olmadığı için müridin şeyhine nazar ederek bütün dikkatini onda toplaması ve Cenâb-ı Hak’tan şeyhi üzerine gelen tecellîleri seyre dalması tavsiye edilir. Hatta bu rabıtanın her mürid için değil sadece kabiliyeti olanın yapması istenmiştir. Aksi bir görüş ise râbıta uygulamasının tasavvufî eğitimin sadece başlarında gerekli olduğu şeklinde ifade edilir. Zira kalben Allah’a yönelebilecek seviyeye gelen mürid için lüzumsuz ve mâsivâ olarak telakki edilmektedir.

Rabıta; şeyh ile mürid arasındaki muhabbet ve şeyhten müride manevi halin sirayet etmesi olarak da tarif edilir. 

Rabıtaya eleştiri yöneltenler onun bidat veya şirk olduğunu ileri sürmüşlerdir. Bu eleştirilere karşılık sûfîler râbıtayı bir ibadet değil şeyh ile mürid arasında sevgi ve feyiz alışverişine vasıta olacak bir metot olarak görülmesi gerektiğini savunmuştur. 

Şeyhe yapılan rabıtanın Allah ile mürid arasında bir aracı olarak görülmesi eleştirisi de yanlış bir değerlendirme olarak görülmüştür. Zira sûfîler rabıtayı tabii bir hal olarak nitelendirmişler, râbıtada şeyhin sûretini düşünmek için özel bir gayrete gerek olmadığını, muhabbetin yeterli olduğunu, zaten seven kişinin sevdiğini düşüneceğini belirtmişlerdir. 

Ölümü düşünüp, "Bir gün bende öleceğim!.."diye rabıta yapmak da güzeldir. Kabir, ahiret, haşir, sırat, cehennem gibi alemleri de rabıta yaparak daha dikkatli yaşamaya çalışmak da tavsiye edilebilir.

İlave bilgi için tıklayınız:

- RABITA

14 Nakşi tarikatının silsilesi Hz. Ebu Bekir'e mi dayanıyor? Tarikat sahabe döneminden beri var mı?

Nakşibendîlerin, «Silsile-i Sâdâtı»

1. Hz. Ebubekr-i Sıddık (ra)
2. Selmân-ı Fârisî (ra)
3. Kâsım b. Muhammed (ra)
4. İmam Câfer'us-Sâdık (ra)
5. Ebu Yezîd-i (Bayezid) Bestâmî
6. Eb'ul-Hasan el-Harakânî
7. Ebu Ali Farmedî
8. Yusuf Hemedânî
9. Abdulkhâlık-ı Guncduvanî
 Ârif-i Rîvegerî
 Mahmûd-i İncirfağnevî
12 Aliy'y-i Râmitenî
 Muhammed Baba Semmâsî
 Emîr Kulâl
 Muhammed Bahâuddîn Buhârî
 Alâuddîn-i Attâr
 Ya'kûb-i Çarhî
 Nâsıruddîn Ubeydullah-ı Ahrâr
 Kâdı Muhammed Zâhid Bedakşî
 Derviş Muhammed Semerkandî
 Muhammed Emkenegî
 Muhammed Bâkı-Billâh
 Ahmed Fârûkıy-i Serhindî
 Muhammed Ma'sûm Fârûkı
 Seyfuddîn Fârûkı
 Nur Muhammed Bedevânî
 Şemsuddîn Habîbullah Mirza Mazhar Cân-ı Cânân
 Gulâm Ali Abdullah-ı Dehlewî
 Halid Bağdâdî
 Tâhâ-yi Hakkârî (Nehrili Seyyid Tâhâ)
 Sıbğatullah Arvâsî (Kuşağı ve halefleri)

Tarikat, tasavvufun sistemleşmiş şeklidir. Tarîkatlar, hakikatlerin yollarıdır.(1)  Tarîkatlar, şeriatın birer delili, abıhayat dağıtan bir kevser kaynağıdırlar.(2) Asırlardır nice ehl-i iman, bu menbadan içmiş, bu muazzam hazineden istifade etmiştir.

Tarîkat, Resulullah (asm)'ın Mirac'ının gölgesinde kalb ayağıyla ruhanî bir seyrü sülûktur.(3)

Tarîkat, hakîkate giden bir yol olmakla beraber, tek yol değildir. Bütün hak tarikatlar, esaslarını Kur'ân'dan almışlardır.

Tarîkatı kabul etmek istemeyen bazı kimselerin, "Hz. Peygamber devrinde tarikat mı vardı?" şeklindeki soruları, bir cerbezeden ibarettir.

Zira, tarîkatın bütün esasları, zaten Resulullah (asm)'ın tatbikatına dayanmaktadır. Yani, uygulama vardır, fakat adı tarikat değildir. Tarikatın belli bir sistem içinde ortaya çıkması, hicri III. asra dayanır. Cüneyd-i Bağdadî, Bayezid-i Bistami gibi zatlar, tarîkatın ilk önderlerindendir. Daha sonraki dönemlerde gelen Şah-ı Nakşibend, Abdülkadir-i Geylanî, Mevlâna Celaleddin-i Rûmi, İmam-ı Rabbani gibi zatlar ise, tarîkatın en meşhur kahramanlarıdırlar.

Kaynaklar:

1. bk. Nursi, Sözler, s
2. bk. Nursi, Mektubat, s.
3. bk. Nursî, Mektubat, s.

(Şadi Eren, Doç. Dr.)

15 İslamı yaşamak için bir tarikata girmek, bağlanmak şart mıdır?

Bir Müslümanın gerçek mürşid ve rehberi Kur’ân-ı Kerim ve Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmdır. Bir Müslüman bu iki mukaddesi kendisine rehber alıp kılavuz edinirse, sırat-ı müstakimi bulmuş, kendisine doğru bir yol çizmiş olur. Zaten bunları rehber almayan insanın olsa olsa rehberi ve yol göstericisi şeytandır. Çünkü kâinatta iyi ve kötülerin temsilcisi vardır. Üçüncü bir yol yoktur. Bir insanın rehberi, ya iyi ve iyilerin temsilcisi olan Peygamber Efendimiz (asm)'dir; ya da kötü ve kötülüklerin temsilcisi olan şeytan ve onun fahrî yardımcılarıdır.

Bununla birlikte, başta sahabiler olmak üzere müçtehidler, veliler İslâm ulemâsı da insanlara hak ve hakikatı gösteren, doğru yolu işaret eden rehber ve kılavuzlardır. Bunlar zaten ilim ve irfanlarını Kur’ân’dan, Peygamberden (a.s.m.) almaktadırlar. Ve birçokları yüzlerce, binlerce insanın hidâyete ermesine vesile olmuş, hizmet etmiş, dünya ve âhiret saadetine ermesine yardımda bulunmuşlardır.

Mesela, İmam-ı Âzam,  İmam-ı Şâfii,  İmam-ı GazâlîAbdülkadir Gaylânî,  İmam-ı Rabbanî,  Şah-ı NakşıbendMevlâna ve asrımızda da Bediüzzaman Said Nursî bu mürşid ve rehber şahsiyetlerden bir kısmıdır. Bu mübarek zatların hayatları, hizmetleri incelenirse, büyüklükleri ve İslâm tarihindeki yeri kolayca görülecektir.

Evet, bir Müslüman bu zatların sözlerini, kitaplarını, hâl ve hareketlerini, devam etmiş oldukları zikir ve evradı okuyabilir, taklid edebilir ve böylece İslâmî yaşayışını zenginleştirip nurlandırabilir. Böylece bu zatlar insana mürşid olur, rehber olur.

Bu zatları kötü gören, bir peygamber mirasçısı oldukları için imkân nisbetinde taklid etmeyen, tanımayanların da olsa olsa yol göstericisi şeytan ve kötü kimseler olur. Çünkü bir Müslüman onları Kur’ân’a ve Peygambere uydukları için sevmekte, kitaplarını okumakta, istifâdeye çalışmaktadır.

İnsanın illa da bir tarikata bir cemaate girmesi, bir şeyhe intisap etmesi şart değildir. "Bir tarikat şeyhine veya cemaate bağlı değilse, İslamiyeti yaşayamaz." diye iddiada bulunmak doğru değildir.

İlave bilgi için tıklayınız: 

- Tarikat nedir?

16 Sadat-ı Kiram ne demektir?

“Sadat” seyyid kelimesinin çoğuludur. Sözlükte; efendi, reis, büyük gibi anlamlara gelir. Şöhret bulmuş terim olarak, ehlibeytten olanlar,  tarikat büyükleri ve şeyhleri anlamında kullanılır. Kiram ise, kerim kelimesinin çoğuludur, cömert, şerefli, mümtaz şahsiyet anlamına gelir. Buna göre, “sadat-ı kiram” terkibi, şerefli büyükler anlamına gelir. Bu itibarla, bu terkip, belli bir tarikatın büyükleri için değil, herhangi bir tarikatın büyükleri, şeyhleri için kullanılabilen bir tamlamadır. Her grup kendi büyükleri için bunu kullanabilir ve kullanıyorlar..

- Şüphesiz, İslam’da Ehl-i beyt sevgisi çok büyük önem arz etmektedir. Nitekim, Kur'an’ı Kerim’de, Hz. Peygamber (a.s.m)’in -insanlara hitaben-:  “Ben peygamberlik hizmetime mukabil sizden bir ücret istemiyorum, yalnız sizden ehl-i beytimi sevmenizi bekliyorum.” (bk. Şura, 42/23) demesi istenmiştir.

- Zeyd b. Sabit, Hz. Peygamber (a.s.m)’in şöyle dediğini bildirmiştir: “Ben size iki halife (benden sonra benim görevimi devam ettiren iki şey) bırakıyorum. Bunlardan biri; gökten yere uzatılmış Allah’ın kitabı, diğeri de ehl-i beytimdir. Bu ikisi (kıyamet günü) (Kevser) havuz(u) başına gelinceye kadar birbirinden ayrılmazlar.” İmam Ahmed b. Hanbel’in rivayet ettiği bu hadis hasendir. (bk. Mecmau’z-zevaid, 9/).

Bununla beraber, ehl-i beytten olanlar sadece tarikattakiler değildir. Tarikatların dışında olanlar daha çoktur. Bu sebeple, onları yalnız belli bir kalıba oturtmak doğru değildir.

İlave bilgi için tıklayınız: SEYYİD.  ve  EHL-İ BEYT.

17 Bekabillah makamının manasını ve ve hallerini açıklar mısınız?

Fena fillah,beka billah tabirleri genellikle beraber açıklanır. Bu açıdan ikisini beraber açıklamayı uygun görüyoruz.

Fenâ, yok olma, zevâl, bekâsızlık anlamlarına gelir. Tasavvufta ise, insanın kendinden ve bütün mâsivâdan geçip deryâ yı ehâdiyette müstağrak olmasıdır. (2)

Zâhirde fenâ, kuldan her türlü kötü huyun gitmesi, bekâ da her türlü iyi huyun kalmasıdır. Hakîkatte ise fenâ, kulun kendi sıfatlarından yok olup, Allah'ın kendisinden istediği şeyde bâkî olmasıdır. Fenâ, kulun kendi hâllerinden geçip, hâlleri evirip çeviren Allah ile bâkî olmasıdır. (Sülemî, Tasavvufun Ana İlkeleri, s)

Fenâ,
kulun nefsânî ve behimî haz ve arzularından fânî olması, kendinden geçerek temyîz özelliğini kaybetmesi, daima içinde kendini yok ettiği varlıkla meşgul olduğu için eşyâdan da fânî olması manasına gelmektedir. Fenâdan sonra gelen bekâ, kulun nefsine ait şeylerden fânî, Hakk'a ait olan şeylerle bâkî yani nefsinden fânî, Hak ile bâkî olmasıdır. (2)

İnsânı kâmil, fenâ fillâh mertebesine eren insana denir. Fenâ fillâh olmak tabiri "başerî irâdeyi Yaratıcı'nın irâdesinde eritmek" manâsına gelir.

Cüneydi Bağdâdî (k.s.) fenâyı üç mertebeye ayırır:

Birincisi: Amellerini yaparak, cehd ve gayret sarfederek, nefsine muhâlefet ederek ve onu istemediği amelleri yapmağa zorlayarak kötü sıfatlardan, huylardan ve tabiî özelliklerinden fânî olmaktır.

İkincisi: Hakk'ın senden istediği şeye uymak, seninle onun arasında hiç bir vasıta kalmamak, her şeyden kesilip sırf O'na teveccüh etmek için ibâdet ve taatlardaki zevk alma düşüncelerinden fânî olmaktır.

Üçüncüsü: Vecdin mertebesinde Hak şahidi (nuru) galebe edince, artık Allah'ı müşâhedeye ermenin farkına varmaktan da fânî olmaktır. İşte o zaman sen fânî bâkîsin. Fizikî varlığın (resmin) kalır, ama ismin (ferdiyetin) kalkar, artık sen başkasıyla var olursun. (3)

Fenâ sâlikin noksanının zevâli, bekâ ise sâlikin kemâlinin kıyâmıdır. (İz, a.g.e., s)

"Sizin yanınızda olan fânîdir, Allah'ın nezdinde olan ise bâkîdir." (Nahl, 16/96).

"Yeryüzünde olan her şey fânîdir. Zü'l celâl ve'l ikrâm olan Rabb'ının yüzü ve zatı ise bâkîdir." (Rahmân, 55/26, 27).

Fenâ, yokluk, hiçlik ve geçici olmaktır. Bekâ ise kalıcı ve daimî olmaktır. Fenâ kötü sıfatların zail olması, bekâ da iyi sıfatların kalmasıdır. Kötü fiilleri terk eden kimsenin şehevî ve nefsanî arzuları fenâ bulmuş, ihlâs ve hüsn i niyyet bâkî kalmış olur. Dünyâdan kalbî râbıtayı koparan kimsenin kalbi, dünyâ tutkusundan fenâ bulmuş demektir. Dünyâ tutkusu ve kötü niyyetler fenâ bulunca fütüvvet ve doğruluk bâkî kalır.

Fenâ kulun fâiliyyet şuurunu kaybetmesi, "abd"in yerine fâil olarak Allah'ın geçmesidir. Kulun fiilini görmemesi diye de ifâde edebileceğimiz; bu hâl'de, kulun yerine Allah kâim olur; Allah görür, duyar ve tutar. Bu suretle "Ben kulumu sevince onun gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı olurum." (Buhârî, Rikak, 38) hadîsi kutsîsi gerçekleşmiş olur. Kul Allah ile o kadar meşgul olur ki nihâyet "benlik" şuûrunu kaybeder. O şuûrunun yerine yine Allah geçer. Bu hâle zikirle erişilirse buna: "el fenâ fi'l mezkûr"; muhabbetle erişilirse "el fenâ fi'l mahbûb" denilir. Fenânın en yüksek derecesi "fenâ ani'l fenâ"dır. Bu da fenâ hâline erme şuûrundan da fânî olmaktır. Bu hâle "fenâ ender fenâ" hâli de denir. Fenâ hâlindeki kul, bazı beşerî sıfatlardan kurtulursa da, beşeriyyet sıfatından tamamen çıkmaz. Böyle bir iddia yanlış olur, küfrü gerektirir.

Tasavvufta fenâ kavramı, değişik açılardan belli tasniflere tâbi tutulmuştur.

a. Fenâ yı zât: Bir kimsenin kendini yok kabul etmesi, kendinde varlık görmemesi, hakîkî varlığın Allah olduğunu düşünmesidir.

b. Fenâ yı sıfât: İnsanın beşerî sıfatlardan sıyrılmasıdır.

c. Fenâ yı efâl: Kulun fiil ve hareketlerinde adem-i şuûrdur. Bu sebepten tasavvuf kitaplarında fenâ, fakr kelimesiyle bir arada ve eş anlamlı olarak kullanılmıştır.

Fenânın bir de seyru sülûk sırasındaki eğitim sürecine göre sıralanan çeşitleri vardır.

a. Fenâ fi'l ihvân: Tarîkatta ihvân ve kardeşlik sevgisini gönüle yerleştirip arzu ve isteklerini kendi arzu ve isteklerinin önünde tutmak, onlarla sevgiyle kaynaşmaktır.

b. Fenâ fi'ş şeyh: Sâlikin şahsî irâde ve arzularını şeyhinin arzu ve iradâsinde yok etmesi, kendi arzu ve irâdesinin yerine şeyhinin arzu ve irâdesini koymasıdır.

c. Fenâ fi'r Rasûl: Sâlikin şeyhinde fenâyı yaşadıktan sonra Hz. Peygamber (asm)'in şahsında sevgi ve aşkla erimesi, onun şahsiyetinde fenâ bulmasıdır. Rasûlullah (asm)'ın sıfat ve ahlâkını benimseyip onunla bezenmesidir.

d. Fenâ fillâh: Sâlikin kendi sıfat ve vasıflarından sıyrılıp Allah'ın sıfatlarıyla bezenmesidir.(4)

Bu konu ile ilgili olarak Hucvirî şunları ifade etmektedir: Ma'lum olsun ki, fenâ ve bekâ ilim dilinde (zâhir uleması arasında) bir manâya, hâl dilinde (sûfiler arasında ) ise başka bir manâya gelir. Zâhir ehli bu tabirde hayret ettikleri kadar başka hiç bir tabirde hayrete düşmüş değillerdir.

Lügatin gereğine göre ve ilim dilinde bekâ kelimesinin üç manâsı vardır: Birincisi: Baş tarafı da son tarafı da fenada olan şeydir; bu dünyâ gibi. İkinci bekâ: İlk önce kesinlikle mevcut olmayan, fakat sonradan var olan ve hiç bir zaman fânî olmayacak olan varlıklar. Âhiret, cennet, cehennem ve orada bulunanlar gibi. Üçüncü manadaki bekâ: Mevcudiyeti hiç yok olmamış ve asla yok olmayacak olan varlık. Şânı yüce olan Hakk'ın ve sıfatlarının bekâsı böyledir. Fenâ ilmi dünyânın fânî olduğunu bilmen, bekâ ilmi de âhiretin bâkî olduğunu bilmendir. Zîrâ Hak Teâlâ "Âhiret daha hayırlı ve daha bâkîdir." (A'la, 87/17) buyurmuştur.

Hâldeki bekâ ve fenâ (tasavvufî manâdaki bakâ ve fenâya gelince) şudur: Cehâlet fânî olunca ilmin bekâsı zaruridir, bilgisizlik yok olunca, mutlaka bilgi var olur. Asilik hâli fânî olunca, itaat hâli bâkî olur. Kul için ilim ve taat hasıl olunca, o zaman zikrin bekâsı ile de gaflet fânî olur. Yani kul Allah katında ilim sahibi olur ve bu ilmi de bâkî ve daimî olursa, onunla cehâlet fânî olur. Gafletten fânî olunca O'nun zikri ile bâkî olur. Güzel vasıfların kâim olması ile kötü vasıfların iskatı budur. Ebû Saîd Harrâz (r.a) bu mezhebin sahibi olarak;"Fenâ, kulun ubûdiyeti görmesinden fânî olmasıdır, bekâ ise kulun, ulûhiyetin şahidi (ve tecellilerini temâşâ etmesi) ile bâkî olmasıdır." Fenâ ve bekâ hâlinden ilk önce bahseden odur. (5)

Fenâ-fillâh: Kulun kendi fiil ve davranışlarını görmekten fanî olup gerçek kul olma noktasına ulaşması anlamında bur tasavvuf terimidir. (Mustafa Kara, "Fenâ", DİA., XII, ) Bekâ-billâh ise: Kötü huy ve sıfatlardan arınan salikin iyi huy ve sıfatlar edinmesi, kendisinden fanî olup Hak ile beraber olması anlamına gelen bir tasavvuf terimidir. ("Bekâ", DİA., V, )

Allah'ta yok olma anlamında tasavvûfi bir tabir. Fenâ; yok olma, varlığın sona ermesi manalarına gelir. Tasavvufta fenâ, Allah'ın zatî hariç onun bütün sıfatları ile muttasıf olmak anlamına gelir. Kul, kulların sıfat ve fiillerini terkettikçe Allah'ın sıfatlarıyla yani Allah'ın görme, işitme vs. gibi sıfatlarıyla muttasıf olur. Kul Allah'a yönelip ona teslim olunca "Ben onun gözü ve kulağı olurum" hadis-i şerifinde belirtildiği gibi olaylara Allah'ın nazarı ile bakmaya başlar.

Ayrıca fenâ; kötü huy ve özelliklerin terkedilip güzel olan sıfat ve özelliklere sahip olmak demektir. (Tehânevî, Keşşâfu Istılâhâti'l-Funûn, İstanbul , I, ).

Ebu Saîd Harrâz'a göre "Fenâ fillah; kulun kulluğunu görmekten fânı olması, bekâ billah ise; kulun Allah'ın huzurunda bâki ve var olmasıdır."

Fenâ'yı mahv, bekâ'yı da isbat ile yakından alâkalı görmek mümkündür. Bunlar, Kur'an-ı Kerîm'de:

"Yeryüzünde bulunan her canlı yok (fânı) olacak. Ancak, azâmet ve ikrâm sahibi Rabbinin zatî bakî kalacaktır." (Rahman, 55/).

Fenâ hali, bekâ halinin varlığıyla sona erer. Buna Fenâü'l-Fenâ denir.

Kaynaklar:

(1) bk. Şemsettin Sâmî, Kâmûs u Türkî, İkdâm Matbaası, İst., ; Ofset 3. bs., Çağrı Yayınları, İst., , s

(2) bk. Ebûbekir Muhammed Kelâbâzî, et Ta'arruf li Mezhebi Ehli't Tasavvuf, Tahkîk, Mahmûd en Nevâvî, 2. bs., Mektebetü'l Külliyyâti'l Ezheriyye, Kahire, , s; funduszeue.info, Doğuş Devrinde Tasavvuf: Ta'arruf, haz. Süleyman Uludağ, Dergâh Yayınları, 2. bs., İst., , s

(3) bk. Süleyman Ateş, Cüneyd i Bağdâdî (k.s) Hayatı, Eserleri ve Mektupları, Sönmez Neşriyat, İst., , s.

(4) bk. H. Kamil Yılmaz, Ana Hatlarıyla Tasavvuf ve Tarikatlar, Ensar Neşriyat, İst. , s

(5) bk. Ali b. Osman el Hucvirî, Keşfü'l Mahcûb, İngilizceden Arapçaya trc. İsmail Mâzî Ebu'l Ğarâim, Tah. İbrahim Düsûkî, Daru't Turasi'l Arabî, Kahire, , s ; funduszeue.info, Keşfü'l Mahcûb: Hakikat Bilgisi, haz. Süleyman Uludağ, Dergâh Yayınları, İst., , s

18 Cemaatler ve tarikatlar İslam'da gerekli olan müesseseler mi?

Dünyadaki birlik ve beraberlikleri bir gözden geçirelim. İnsanın her tarafı göz olsa faydasız olur. Farklı farklı uzuvlar bir araya gelmiş ve hayat denen mu'cize ortaya çıkmıştır. Şimdi göz dese: "Gelin hep benim gibi olun."Bu söz hem zarardır, hem de imkânsızdır. O halde bütün organların“Hedefimiz bir olsun. Herkes kendi gücü nisbetinde vücuduna ve hayatının devamına hizmet edelim.” demesi en uygunudur.

Ayrıca toplumdaki farklı meslekler; ordudaki hava, kara, deniz gibi farklılıklarla aynı şekilde değerlendirilebilir.

Cemaat, tarikat, mezhep farklılıkları da bunun gibi düşünülebilir. Hepsi vücudun farklı azaları gibidir. Ama tek amaçları olmalı: "Allah rızası için şu insanlığa hizmet etmek." Hedef bir olunca isimlerin farklı olması önemli değildir.

Diğer önemli bir husus da birbirimizi tenkit etmek meselesi. Hani sorsanız birisine:"Dünyanın en iyi annesi kimdir?" Şüphesiz "Benim annem." diyecektir. Kendine göre bu cevapta haklıdır. Ama bu cevap dünyada başka annelerin güzel olmadığı manasına gelmez.

Bize de"En güzel meslek, meşrep ve mezhep hangisidir?" diye sorulsa,"En güzel benimkidir." diyebiliriz. Diğerleri de böyle düşünebilir. O zaman aradaki ayrılıklar düşmanlıklar kalkar.

Cemaatler toplumun manevi hayatını devam ettirmeye çalışan uzuvlar gibidir. Hedefleri bir olduğu müddetçe, bu vazife taksiminden inşallah Allah’ın rızası çıkacaktır.

Bizim hayatımız Allah’tan olduğu gibi hayatımızın istikameti de yine Allah tarafından belirlenir. Yani insanın insan olması için ne gerekli ise yine Allah tarafından ortaya konulur. Bunun için ayrı bir otoriteye ihtiyaç yoktur. Bu nedenle Allah’ımızın koyduğu kaideleri sistemleştiren ve mücessemleştiren peygamberlik müessesesi de elbette Allah tarafından kurulmakta ve idare edilmektedir.

Demek ki, başta Kur’an sonra sünnet-i Peygamberi bizim önderimizdir. Bu iki menbadan istifade eden hak mezheplerimizde yine bizi Allah’a yaklaştıran dini müesseselerdir. Bunların ortaya koyduğu esas ve prensipler, tamamıyla Kur’an ve hadis kaynaklıdır. Bundan dolayı bunlarda dinin ve İslam'ın vazgeçilemez unsurlarıdır. Çünkü bir müçtehid bir söz söylediği vakit kendi namına değil, tamamıyla “Ben Kur’an'dan şunu böyle anladım.” dengesi üzerinde kurduğundan, Allah namına konuşur ve fetva verir.

Cemaatlere gelince, bunlarda tamamıyla ihlası ve rıza-i ilahiyi esas tutmak şartıyla, yine dinden kabul edilmektedir. Zira bunların başında bulunan alim büyüklerimiz hayatlarının her safhasında Ben Allah’ın rızasını nasıl kazanırım? Bu insanları nasıl Allah ile barıştırabilirim?” muhasebesi hakimdir. Bu yüzden bu gibi insanların verecekleri her talimatta, Allah’ın koyduğu prensipler doğrultusunda Allah rızası olduğundan bunları da yine dinden kabul etmek gerekir.

Çünkü anlattıkları şeyler, genellikle Kur’an ve hadis kaynaklıdır. Madem bu gibi insanlar ve cemaatler kendilerinden değil dinden konuşuyorlar. Elbette şefkat tokatları gibi mü’minleri lakaytlıktan kurtaran ve ciddiyete sevk eden bazı ilahi kanunlardan bahs edecekler. Ve insanların başına gelen musibet ve sıkıntıların bazılarının, din hizmetindeki tembellikten kaynaklandığını ifade edecekler.

Zaten Kur’an ve şeriatın bir kısmı mükafatı anlatırken, bir kısmı da yapılan günahlara karşı mücazatı, yani cezayı anlatmaktadır. Bunu bir İslam alimi anlatsa ve dindarların tembelliklerinden dolayı, musibetlere giriftar olacağını belirtse ve haber verse, bu tamamıyla şeriatın tarzı olur

19 Zikir ne demektir?

Zikir, Allah’ı anmaktır. Kur’ân’ın sarih emirlerindendir.

“Beni anın, ben de sizi anayım.”(Bakara, 2/),

“Allah’ı çokça zikredin ki, felaha eresiniz.”(Enfal, 8/45)

ayetleri, bu konudaki pek çok ayetten sadece ikisidir.

Zikir iki türlü olur: 1. Lisan ile. 2. Kalb ile.

Asıl olan kalbin zikretmesidir; dil buna sadece bir tercümandır. Yalnız dilde kalan evrad, kalbe intikal etmedikçe, zikir sayılmaz.(İz, Tasavvuf, ) Tarlada çalışan çiftçinin, dairede çalışan memurun, fabrikada çalışan işçinin Allah’ı hatırlaması, bir zikirdir. Kur’ân-ı Kerîm bu kimseleri şu şekilde metheder:

“Öyle insanlar vardır ki, ne bir ticaret, ne bir alışveriş onları Allah’ı zikirden, namazı kılmaktan, zekatı vermekten alıkoyamaz.”(Nur, 24/37)

Bunlar, “dışı sahra-yı kesrette, içi umman-ı vahdette” olan kimselerdir. Dış dünya ve bununla meşguliyet, onların gönül âlemlerini bulandırmaz. İç âlemlerinde vahdet ile teneffüs ederler.

Bütün tarîkatların üssü’l-esası olan zikir, kalbi şeffaflaştırır. Ona letafet kazandırır. O kalbi, ilham esintilerine duyarlı bir alıcı haline getirir.

İlave bilgi için tıklayınız:

- ZİKİR

- Allah katında en iyi zikir nedir?

- Kur'an-ı Kerimde “Kalpler ancak Allah'ın zikriyle tatmin olur.” buyrulmaktadır. Zikirden kasdedilen nedir? Kalbi nasıl tatmin eder?

- Bir ayette namazın zikir olduğu haber verilmektedir. Namaz nasıl zikir olur?

20 Cezbe nasıl olur?

Cezbe hâli, genellikle aklın hakimiyetini kaybettiği, kişinin coşkun duygu seline kapıldığı, dolayısıyla da bazen aklıselimin dışına çıkılabildiği, kişinin kendinden geçtiği bu ruhî dengesizliğin sonucu olarak, fizikî organlarda da anormal hareketlerin görüldüğü bir durum şeklinde algılanmaktadır. Sahabelerde bu anlamda bir cezbenin olmadığını söyleyebiliriz.

Fakat cezbe sözlük anlamı itibariyle bir şeye kapılmak, onun cazibesinin etkisine girmek, bütün benliğiyle onda hemhâl olmak anlamına gelir. Bu manadaki cezbe, sahabelerde de vardı. Bu hususu, Hz. Peygamber (a.s.m)’in vahiy kâtiplerinden Hz. Hanzala’nın şu ifadelerinden kolaylıkla anlayabiliriz:

Hz. Hanzala, Hz. Peygamber (a.s.m)’in yanında iken bulunduğu ruh haliyle, ondan ayrı olduğu zamanki ruh halinin farklı olmasından rahatsızlık duyar, bu durumun bir münafıklık alameti olabileceğinden endişe eder. Böyle bir halet-i ruhiye içerisinde evinden dışarı çıkıp Hz. Ebu Bekir (ra) ile karşılaşır ve ona “Hanzala münafık oldu.” demeye başlar. Konuyu açıklayınca da Hz. Ebu Bekir aynı şeylerin kendisi için de söz konusu olduğunu söyler. Nihayet Hz. Peygamber (a.s.m)’in huzuruna gider ve aynı şeyleri orda da tekrarlar. Gerekçe olarak da

“Ya Resulallah! Sizin huzurunuzda olduğumuz zaman bize cennet ve cehennemi hatırlatıyorsunuz, biz de her şeyi gözle görür gibi oluyoruz. Yanınızdan çıkıp gittiğimizde, çoluk çocuğa, dünyaya karışır da çok şeyleri unutuveririz.” der.

Bunun üzerine Hz. Peygamber (a.s.m):

“Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, eğer yanımda iken içinde bulunduğunuz ruh haletinizi ve zikri dışarıda da devam ettirseydiniz, muhakkak ki, melekler yataklarınızda ve yollarınızda sizinle musafaha ederlerdi…” buyurur. (bk. Müslim, Tevbe, )

İlave bilgi için tıklayınız: 

CEZBE.

21 Evliyaların kerametleri sırrı teklifi kaldırıp, imtihan sırını bozmaz mı?

İmtihan sırrının bozulması, ancak aklın iradesini elinden alacak şekilde bir atmosferin oluşmasıyla mümkündür. Bu da süreklilik arz eden harikaların varlığıyla olur. Örneğin; gök yüzünde “La ilahe illalah”ın yazılması imtihan sırrına aykırıdır. Çünkü böyle sürekli, başka bir ihtimale imkân bırakmayacak şekildeki harikalıklar, aklın özgür iradesini elinden alır, zorunlu bir istikamet göstermiş olurlar.

Peygamberlerin gösterdiği mucizeler, evliyanın gösterdiği kerametler, imtihan sırrını bozacak seviyede değildir. Çünkü bunlar süreklilik arz eden şeyler değildir. Yalnız belli birkaç kişinin göreceği şeylerdir. Sonra, başka ihtimalleri ortadan kaldıracak durumları yoktur. Nitekim Ay’ın ikiye bölünmesini gören müşrikler bunun bir sihir olduğunu söylemişlerdir. Kerametler için de aynı şeyler söz konusudur.

Ayrıca insanın içinde, görülen harikaları başka yöne çekebilecek alternatif dürtüler vardır. Bizzat kerameti gösteren kişi bile bazen bu gördüklerinde şüpheye düşecek telkinlere maruz kalabilir. Bunlar da imtihan sırrının bozulmamasına hizmet eden unsurlardır.

Diğer taraftan, mucize ve kerametlerin -zannedildiği gibi- çok değil, nadir olarak gösterilmesi de bu sırr-ı imtihana uygunluğunu sağlamaya yöneliktir.

Mucize ve kerametlere, alternatif olacak şekilde, sihir gibi değişik gözbağcılığı türünden harikaların ortaya konmasına izin verilmesi de bu sırr-ı imtihana hizmet etmektedir. Onun içindir ki, alimler kerametlere değil, istikamete önem vermişlerdir. “Bir tek istikamet, bin kerametten daha kıymetlidir” demişlerdir.

22 Bazıları “şeyhi/mürşidi olmayanın şeyhi şeytandır” diyorlar. Bu sözü nasıl anlamak gerekir?

Bazı tarîkat kahramanlarına nispet edilen bu söz, zaman zaman yanlış kullanılmaktadır. Şöyle ki:

Bu söz, bir mürşide bağlanmayı ifade eder. İnsan o sınırlı aklıyla gerçekler aleminin bütünüyle kavrayamaz. Kendisinin bir yaratıcısı olduğunu bilse bile, o yaratıcının kendisinden neler istediğini, emir ve yasaklarının neler olduğunu, önündeki ölüm yolculuğunun ötesinde ne gibi alemler bulunduğunu, hangi hâllerin, fiillerin ve sözlerin onu cennete, hangilerin cehenneme götüreceğini bilemez. Bu noktada Kur’an'ın ve o İlâhî fermanı insanlara tebliğ eden Resulullah’ın irşadına muhtaçtır.

“Âlimler peygamberlerin varisleridir.” (Aclûnî, II/64)

hadisinin hükmünce, âlimler mürşittirler. Onlara uymayıp derslerini dinlemeyen bir kişi, hocadan uzak duran bir öğrenciye benzer. Bu öğrencinin cahil kalması ve kötü yollara düşmesi kaçınılmazdır.

Nefsin terbiye edilmesi ve kalbin tasfiyesi, yani bütün kötülüklerden arındırılması için de büyük mürşitlerin keşfe dayalı olarak ortaya koydukları bir takım esaslar vardır. Bir kişi o büyük zatları dikkate almadan bu yola kendi başına girdiği taktirde, bir takım yanlışlıklar yapabilir ve kendisine bilmeyerek zarar verir. Tıpta bir kişi nasıl diyeti kendi aklınca yapmıyor, onu bir doktorun gözetimi altında ve belli kurallara uyarak icra ediyorsa, bir kişi tarikat yoluna kendi başına girmemeli ve o yolun bir safhası olan riyazeti de kendi kendine uygulamaya kalkışmamalıdır.

Bu gerçeğe ters hareket eden bazı kimselerin "riyazet yoluyla kalben terakki edeyim" derken, bir takım ruhî hastalıklara maruz kaldığı çok görülmüştür. Yukarıdaki sözü, gerek cehaletten, gerekse tarikat yolundaki bu gibi tehlikeli sonuçlardan kurtulmak için “insanın kendi aklına güvenerek yalnız başına hareket etmekten kaçınması, alimlerin ve mürşitlerin tavsiyelerine uyması” gerektiği şeklinde anlamak lazımdır. Yoksa, bu ifadeyi “İlla bir tarikat şeyhine bağlanmak lazım. Yoksa, şeyhin şeytandır.” şeklinde kullanmak, çok yanlış olur.

23 Günümüzde evliya ya da veli var mıdır?

Her dönemde olduğu gibi günümüzde de evliyalar bulunmaktadır.

Allah Teala bir ayette:

“Allah inananların dostudur, ” (Bakara, 2/)

buyurarak her mü’minin veli olduğunu bildirir.Veli,dost, yani Allah dostu demektir. Her mümin için velilik kapısı açıktır. Bu sebeple Allah’ın rızasını kazanmak niyetiyle onun emir ve yasaklarını yerine getiren herkese veli diyebiliriz.

Allah, peygamberlerini insanlar içinden o makama layık olanlarını kendi seçer. Bu sebeple hiç kimse çalışarak veya ibadet ederek o makama çıkamaz. Ancak veli olmak her mümin için mümkündür. Ayrıca bir peygamberin kendini gizlemesi caiz olmadığı hâlde, bir veli kendini gizleyebilir. Hatta Allah’ın en makbul velisi insanlar içinde gizli olarak kalmıştır.

Bununla beraber bir insanın çocukluğundayken ileride Allah’ın sevgili bir kulu olacağı bilinebilir. Ancak bunu bilenler de yine Allah’ın sevgili kullarıdır. Bu sebeple özel işaretlerin neler olduğunu bilmek ve söylemek veli işidir. Bizim vazifemiz, her mümine veli olması ihtimaliyle saygı ve sevgi göstermektir. Kalplerin içinde olanları en iyi Allah bilir.

Şunu kesin olarak bilmek lazımdır: Bir mümin imanına ve ameline güvenip gurura düşmemelidir.

Sonumuzun ne olacağını bilemeyiz. En büyük âlim ve evliyalar, imansız ve amelsiz ölmekten korkup Allah’a sığınmışlardır. Bu yüzden önceden iyi ve değerli bildiğimiz birisinin sonu kötü ve bozuk olabilir.

Bizim görevimiz, iyi bildiklerimizi sevip saymak, dualarını almak; kötü bildiklerimizin ise zamanla düzelip Allah’ın sevgili kulları arasına girebileceğini ümit ederek asla dışlamamak, ilgi ve alakayı kesmemektir.

24 Tasavvufa göre "şeyh" ve "mürid" kavramlarına açıklık getirir misiniz?

Şeyh, yol gösteren arif kişi,(1) mürid ise, şeyhe bağlı kimse anlamındadır.(2) Şeyh (mürşid), insanları halktan Hakka ulaştırmada bir rehber, bir kılavuzdur. Okulda hoca ne ise, dergâhta mürşit de odur. Hoca, daha çok akla hitap eder. Mürşit ise, ruhla meşgul olur. Mürşidin yüzü nuranî, sözü Rabbanîdir.(3)

Mürşide, şu zâviyeden bakmak isabetli olacaktır:

“Üstad ve mürşid, masdar ve menba telakki edilmemek gerektir. Belki mazhar ve ma’kes olduklarını bilmek lazımdır. Mesela, hararet ve ziya, sana bir ayine vasıtasıyla gelir. Sende, güneşe karşı minnettar olmaya bedel, ayineyi masdar telakki edip, güneşi unutup, ona minnettar olmak divaneliktir. Evet, ayine muhafaza edilmeli, çünkü mazhardır."

"İşte, mürşidin ruhu ve kalbi bir ayinedir. Cenab-ı Hakk'tan gelen feyze ma’kes olur. Müridine aksedilmesine de vesile olur. Vesilelikten fazla feyiz noktasında makam verilmemek lazımdır.”(4)

“Vesile” kelimesi üzerinde kısaca durmakta yarar görüyoruz. “Allah’a bir vesile arayın.”(Maide, 5/35) ayeti vesileyi emreder. Vesile, Allah’a kurbiyete (yakınlığa) sebep olacak şeylerdir. Mesela, İlâhi emirleri yapmak, günahları terk etmek gibi (5) Keza, salavat Resulullah’a ulaşmaya bir vesile, Resulullah ise, Rahman’ın rahmetine bir vesiledir.(6)

Doktor, nasıl şifaya vesiledir, fakat şifa Allah’tandır. Onun gibi, mürşid dahi İlâhi feyiz ve hidayete bir vesiledir. Hidayet Allah’tandır.(7) Müridin şeyhine kalbini bağlaması, onda fâni olması, tasavvufî ifadesiyle fena fiş-şeyh; fena fir-resul ve fena-fillaha vasıta olmalıdır.(8) Yani mürid, şeyhinde fani olmak halinden Resulullah’ta fani olmaya yükselmeli, o makamdan da Allah’ta fani olma derecesine çıkmalıdır.

İlim ehli insanlardan istifade, irfan sahibi mürşitlerden ise, istifaza edilir, feyz alınır. Kâmil mürşitlerin huzurunda duyulan huzur, bir feyz tecellisinden ibarettir.

“Onların nefesi, gayb âleminin baharındandır. Onun tesiriyle, gönülde ve canda yeşillik ve tazelik husule gelir.”(9)

Bir üstada merbutiyet, bir şeyhe bağlılık güzel olmakla beraber, bu bağlılık insanı, “şeyhim beni kurtarır” şeklinde bir tembelliğe sevk etmemelidir. Nitekim, peygamber hanımı olmak Hz. Nuh ve Hz. Lut’un hanımlarına yetmemiş (Tahrim, 66/10), peygamber oğlu olmak Nuh’un oğullarından birisi için fayda sağlamamıştır.(Hud, 11/). Cenab-ı Hak, Nuh’un oğlu için “O senin ehlinden değil.” demektedir. Şüphesiz bu, neseb itibariyle değil, inanç yönündendir.

Hz. Peygamberin, kızı Fatıma’ya, 

“Ey Fatıma! Amelinle kendini ateşten kurtar. Yoksa ben de seni kurtaramam!”(10)

şeklindeki hatırlatması, cidden anlamlıdır.

Beyazid-i Bistami, “Kürkünüzden bir parça verseniz de, teberrüken üzerimde taşısam.” diyen müridine şöyle der:

“Evladım, sen adam olmazsan, değil Bayezid’in kürkü, belki derisini yüzüp de içerisine girsen, yine fayda etmez.”

Verilen bu örnekler, şefaati reddetmek anlamında değildir. Peygamberlerin, kâmil mürşitlerin elbette şefaati olacaktır. Fakat buna layık olabilmek için, belli bir amel ve ihlas seviyesini yakalamak lazımdır.(11)

Kaynaklar:

1. İz, Tasavvuf, s
2. Eraydın, Tasavvuf ve Tarikat, s.
3. Eraydın,Tasavvuf ve Tarikat, s.
4. Nursî, Lem’alar, s.
5. Alûsi, Ruhu’l- Meâni, Vl,
6. Nursî, Lem’alar, s.
7. Eraydın, Tasavvuf ve Tarikat, s.
8. Eraydın,Tasavvuf ve Tarikat,. s.
9. Mevlana, IV,
Müslim, İman,
Tahiru’l-Mevlevi, VII,

25 Kenan Rifai kimdir?

Verilen bilgilere göre, tarihinde Selanik'te dünyaya gelen Kenan Rifai, Filibe hanedanından Hacı Hasan Bey'in oğlu Abdülhalim Bey'le Hatice Cenan Hanım'ın oğludur.

İstanbul'da Galatasaray Lisesini bitirdikten sonra Babıali Hariciye Kaleminde vazife almıştır.

Onun ilk mürşidi annesidir. Kendisine manevi dünyanın, Allah yolunun kapılarını açan annesi Hatice Cenan Hanım, daha sonra onu kendi mürşidi Şeyh Ethem Efendi'ye teslim etmiş, bu suretle Kenan Rifai'nin manevi şahsiyeti bu iki mürşid tarafından oluşturulmuştur.

Madde ve mana dünyasını et ve tırnak bilen Kenan Rifai, günün birinde kendini maarif çatısı altında bularak sırası ile Balıkesir İdadisi, Adana, Manastır, Üsküp, Trabzon Maarif Müdürlükleri, daha sonra Numune-i Terakki ve Medine-i Münevvere İdadi-i Hâmidi Müdürlükleri yapmıştır. Tekrar İstanbul'a döndükten sonra Erkek Muallim Mektebi Fransızca hocalığı, Tedkikat-ı İlmiye Encümen Azalığı, Darüşşafaka Müdürlüğü ve Meclis-i Maarif Azalığı vazifelerinde bulunmuş, emekliliğinden sonra da on üç sene Fener Rum Lisesi'nde Türkçe hocalığı yapmıştır.

Medine-i Münevvere'de İdadi-i Hamidi müdürlüğü yaptığı dört sene zarfında Şeyhü'l-Meşayih Seyyid Hamza Rifai’den -dört sene hizmetlerinde bulunduktan sonra- icazet almıştır.

İstanbul'a döndükten sonra, annesi Hatice Cenan Hanımefendi'nin inşa ettirdiği Altay Dergah-ı Şerifi'nde irşad vazifesine başlamıştır.

Rivayete göre, Kenan Rifai, Fransızca, Almanca, İngilizce (80 yaşından sonra öğrenerek), Arapça, Farsça, Rumca, Çerkezce'yi ana dili gibi biliyordu.

Şunu belirtelim ki, İslam’ın hükümleri şahısların tutum ve davranışlarına bağlı olarak şekillenmez, Kitap ve Sünnet çerçevesinde şekillenir. Bu çerçeveyi bize anlatan kaynak ise, Asfiya makamında olan mezhep imamları ve onları takip eden Ehl-i sünnet alimlerinin cumhurudur ki, buna ümmetin icmaı da denilir. Bu alimlerin bildirdiğine göre, bazı sufi meşreplerin müsamaha gösterdiği erkek-kadın karışımına İslam şeriatı izin vermez.

26 Bir tasavvuf kavramı olarak "çile" ne demektir?

Tasavvuf yolu, bir çile yoludur. Kaba demir kızgın ateşe sokulmadan şekillendirilemez. Öyle de, çilesiz nefsi arıtmak mümkün değildir. Saadet sarayına meşakkat yolundan varılır.

Tasavvuftaki “çile” ifadesi “kırk gün” anlamında Farsça bir kelime olup, Hz. Musa’nın Tur-i Sina’da Tevrat’ı almak için kırk gün riyazette kalmasından alınmıştır. (Resulullah’ın nübüvvet öncesi Hira’da itikafı da bu tarz bir durumdur.) (Eraydın, Tasavvuf ve Tarikat, s. )

Tefekkürde, tezekkürde yoğunlaşmak için böyle bir uzlete ihtiyaç vardır. Aslında her talib-i hakîkatin, her sene hiç olmazsa bir ay münzevî kalması ve bu bir ayı tefekkür, tezekkür, nefis muhasebesi, ilim gibi yüce şeylerle değerlendirmesi, son derece yerinde olacaktır.

Çile dönemi, aynı zamanda bir riyazet dönemidir.Riyazet, şehvetlerle ve nefs-i emmâre ile mücadele planı, az yemek, mideyi doldurmamak ve bu suretle ruhu inceltmek ve rahat çalışabilmek için yapılan beden ve ruh terbiyesidir.(İz, Tasavvuf, s. 10)

Tasavvufta, “kıllet-i taam, kıllet-i menam, kıllet-i kelâm” (az yemen, az uyumak, az konuşmak), riayet edilmesi gereken esaslardandır. Bunlara riayet, ruh sultanının beden ülkesinde hâkimiyetini sağlayacaktır. Yoksa, çok yiyen, çok uyuyan ve lüzumsuz çok konuşan bir kişide, ruh sultanı zindanda kalacaktır.

Maddiyatın kanunları olduğu gibi, maneviyatın da kanunları vardır. Mesela, cılız bir insan halter çalışmakla güçlü bir hale gelir. Onun gibi, riyazete riayet eden bir kişi de, ruhen güçlenir. Hemen her mistik akımda riyazet temel bir esastır. Öyle ki, bu riyazete riayet eden Hint fakirlerinde, şeklen keramete benzeyen harika haller görülebilmektedir.

Çilelere sabredenler, Allah’tan gelen her şeyin güzel olduğunu görürler. Şu dörtlük, onların dünyasını güzel tasvir eder:

"Hoştur bana senden gelen.
Ya gonca gül ya da diken.
Ya hil’atu ya da kefen.
Narın da hoş, nurun da hoş."

27 "Kalpler ancak Allah'ın zikriyle tatmin olur." buyuruluyor. Zikirden kastedilen nedir; kalbi nasıl tatmin eder?

Günlük hayatımızda, yer yer, “falanın kalbi bozuk” yahut “filânca kalp ameliyatı geçirmiş” gibi sözler ederiz. Bu konuşmalarımızda, kalbi, iki ayrı mânâsıyla kullanırız. Bunlardan biri maddî, diğeri ise mânevîdir. Bir başka ifadeyle, biri zâhirî, diğeri bâtınî

Her ikisinin de aynı isimle yâd edilmesine değişik açıklamalar getirilmiş. Bunlardan birisine göre, insan ruhunun bedenle ilk alâkası kalpte başlıyor. Bir diğerine göre, kalbe bu ismin verilmesi mecazdır: “Maddî kalbin bedendeki rolü ne kadar önemli ise, mânevî kalbin de insanın ruhî hayatında öyle büyük bir vazifesi vardır.” Bazı zâtlar da, kalbi, ruh mânâsında kullanmışlardır.

Maddî kalp, bedenin her yanına kan ulaştıran ve dakikada ortalama beş kilo kadar kan pompalayan harika bir cihaz. Bu kalp bütün bir kâinata muhtaçtır. Kâinat fabrikasında kan üretilecek ki kalp de o kanı bedenin her köşesine pompalasın. Kâinattan insanı süzen ve insan fabrikasında gıdaları ete, kemiğe, kana, iliğe çeviren bir kudret, o kalbi çalıştırmakta ve o kanı bedenin her köşesine sevk etmektedir.

Evet, kalbin zâhiri bütün kâinata muhtaç. Ve kalp bu hâliyle Allah'ın Samed ismine âyine. Maddî kalbin kâinata ve içindeki eşyaya olan ihtiyacını, ancak her muhtacın ihtiyacını gören ve hiçbir şeye muhtaç olmayan Allah yerine getiriyor, Samed isminin tecellisiyle Kalp bu yönüyle bir ağaçtan, bir çiçekten pek fazla ileri değil. Onlar da kâinatın her şeyine muhtaç. Onlar da bu ihtiyaçlarının görülmesiyle Samed ismine ayna oluyorlar.

Kalbin bâtınına gelince, samediyete asıl âyine o “Bâtın-ı kalp âyine-i sameddir.”

Bu hakikati:

“ Kalpler ancak Allah'ın zikriyle mutmain olur.” (Ra'd, 13/28)

âyet-i kerimesi ders verir.

Bedendeki her organın kendine göre bir çeşit tatmini söz konusudur. Göz görmekle, kulak işitmekle tatmin oluyor. Dilin tatmini tat ile mideninki gıda ile. Kalbin ise en büyük ihtiyacı, iman.

- Ben kimin mahlûkuyum?
- Şu âlem kimin mülkü?
- Bu dünyada kimin misafiriyim?
- Daha sonra nereye gideceğim?
- Beni misafir eden zât, benden ne istiyor? 

İşte kalbin bâtını, bu gibi soruların cevaplarıyla tatmin oluyor. Onun talebi marifetullah (Allahı tanıma) olunca, elbette, Samediyete en büyük âyine o olacaktır. Diğer mahlûklar bu kâinatın maddesine muhtaç. O ise, bu âlemin sahibini tanımaya, bilmeye, Ona iman ve itaat etmeye muhtaç.

Bunu anlamayan ve kalplerinin gıdasını ihmal eden insanlarda, bu ihmâlin peşin cezası olarak, hemen huzursuzluk, sıkıntı, tatminsizlik, korku, endişe gibi hastalıklar kalbi sarar.

Midenin açlığını elbisenin güzelliği, yahut gömleğin kalitesi gideremiyor; o ancak rızık istiyor. Kalbin boşluğunu da hiçbir rütbe, hiçbir içtimaî makam, hiçbir beşerî teveccüh ve hiçbir fâni hedef doyuramıyor.

Kalbin Rabbi, onun ancak zikirle tatmin olacağını bildiriyor bize.

- Nedir zikir?

Kelime mânâsıyla hatırlama. Allah'ı hatırlatan her hâdise, her levha, her ilmî eser birer zikir vesilesi. Kalp, bir fabrika, bir saray, bir misafirhane olan şu muhteşem kâinatın ancak Allahın emir ve iradesiyle var olduğunu bilmekle tatmin olur.

Beden ruhun hanesi ise, kâinat da onun şehridir. Kalp hem bu haneyi sever, hem de o şehri. İkisini de Allah'ın mülkü bilir. Onun kutsi sıfatlarının bütün eşyayı ihata ettiğine inanmakla hem bedende rahat yaşar, hem kâinatta. Bedeni de huzurla terk eder, kâinatı da. Çok iyi bilir ki, bunların ikisi de kendi mülkü değildir. Böylece ikisinden de geçer, onların hakiki sahibine iltica eder. Dileyeceğini Ondan diler. Hiçbir hâdiseden sarsılmaz, hiçbir musibetten korkmaz. Çok iyi bilir ki, mutlak kudret ve irade ancak Allah'ındır. Onun izni olmadan ne karınca bir adım atabilir ne hava deprenebilir ne kan deveran edebilir ne güneş ışık saçabilir.

İşte kalp bu iman ve bu marifet ile tatmin olur.

Yediğimiz bir meyvenin ne rengi ne güzelliği ne kokusu ne tadı kalbe ulaşır. Ve kalp bunların hiçbiriyle tatmin olmaz. Ama, insan o renge hayran kaldı mı, o nimete minnettarlık hissetti mi, o tada meftun oldu mu, işte o zaman bu mânâlar kalbe yerleşir. Bu hayret, şükrü getirirse kalp gıdasını almaya başlamış demektir.

Kalp, bu kâinatın özüyle beslenir, mânâsıyla ilgilenir. Onun işi bu âlemle değil, onda tecelli eden ilâhî isimlerledir. Göz elmaya bakarken, kalp onda tecelli eden Allahın isimlerine nazar eder ve ancak böyle bir nazarla tatmin olur.

28 Hz. Mevlana hakkında bilgi verir misiniz?

Mevlâna, 30 Eylül yılında bugün Afganistan sınırları içerisinde yer alan Horasan'ın Belh şehrinde doğmuştur. Mevlâna'nın babası Belh Şehrinin ileri gelenlerinden olup, sağlığında "Bilginlerin Sultânı" ünvanını almış olan Hüseyin Hatibî oğlu Bahâeddin Veled'tir. Annesi ise Belh Emiri Rükneddin'in kızı Mümine Hatun'dur.

Sultânü'I-Ulemâ Bahaeddin Veled, bazı siyasi olaylar ve yaklaşmakta olan Moğol istilası nedeniyle Belh'den ayrılmak zorunda kalmıştır. Sultânü'I-Ulemâ veya yılllarında aile fertleri ve yakın dostları ile birlikte Belh'den ayrıldı.

Sultânü'I-Ulemâ'nın ilk durağı Nişâbur olmuştur. Nişâbur şehrinde tanınmış mutasavvıf Ferîdüddin Attar ile de karşılaştılar. Mevlâna burada küçük yaşına rağmen Ferîdüddin Attar'ın ilgisini çekmiş ve takdirlerini kazanmıştır.

Sultânü'I Ulemâ Nişabur'dan Bağdat'a ve daha sonra Kûfe yolu ile Kâ'be'ye hareket etti. Hac farîzasını yerine getirdikten sonra, dönüşte Şam'a uğradı. Şam'dan sonra Malatya, Erzincan, Sivas, Kayseri, Niğde yolu ile Lârende'ye (Karaman) geldiler. Karaman'da Subaşı Emir Mûsâ'nın yaptırdıkları medreseye yerleştiler.

yılında Karaman'a gelen Sultânü'l-Ulemâ ve ailesi burada yedi yıl kaldılar. Mevlâna yılında Şerefeddin Lala'nın kızı Gevher Hatun ile Karaman'da evlendi. Bu evlilikten Mevlâna'nın Sultan Veled ve Alâeddin Çelebi adlı iki oğlu oldu. Yıllar sonra Gevher Hatun'u kaybeden Mevlâna bir çocuklu dul olan Kerrâ Hatun ile ikinci evliliğini yaptı. Mevlâna'nın bu evlilikten de Muzaffereddin ve Emir Âlim Çelebi adlı iki oğlu ile Melike Hatun adlı bir kızı dünyaya geldi.

Bu yıllarda Anadolunun büyük bir kısmı Selçuklu Devleti'nin egemenliği altında idi. Konya'da bu devletin baş şehri idi. Konya sanat eserleri ile donatılmış, ilim adamları ve sanatkarlarla dolup taşmıştı. Kısaca Selçuklu Devleti en parlak devrini yaşıyordu ve Devletin hükümdarı Alâeddin Keykubâd idi. Alâeddin Keykubâd Sultânü'I-Ulemâ Bahaeddin Veled'i Karaman'dan Konya'ya davet etti ve Konya'ya yerleşmesini istedi.

Bahaeddin Veled Sultanın davetini kabul etti ve Konya'ya 3 Mayıs yılında ailesi ve dostları ile geldiler. Sultan Alâeddin kendilerini muhteşem bir törenle karşıladı ve Altunapa (İplikçi) Medresesi'ni ikametlerine tahsis ettiler.

Sultânü'l-Ulemâ 12 Ocak yılında Konya'da vefat etti. Mezar yeri olarak, Selçuklu Sarayının Gül Bahçesi seçildi. Halen müze olarak kullanılan Mevlâna Dergâhı'ndaki bugünkü yerine defnolundu.

Sultânü'I-Ulemâ ölünce, talebeleri ve müridleri bu defa Mevlâna'nın çevresinde toplandılar. Mevlâna'yı babasının tek varisi olarak gördüler. Gerçekten de Mevlâna büyük bir ilim ve din bilgini olmuş, İplikçi Medresesi'nde vaazlar veriyordu. Vaazları kendisini dinlemeye gelenlerle dolup taşıyordu.

Mevlâna 15 Kasım yılında Şems-i Tebrizî ile karşılaştı. Mevlâna Şems'de "mutlak kemâlin varlığını" cemalinde de "Tanrı nurlarını" görmüştü. Ancak beraberlikleri uzun sürmedi. Şems aniden öldü.

Mevlâna, Şems'in ölümünden sonra uzun yıllar inzivaya çekildi. Daha sonraki yıllarda Selâhaddin Zerkûbî ve Hüsameddin Çelebi, Şems-i Tebrizî'nin yerini doldurmaya çalıştılar.

Yaşamını "Hamdım, piştim, yandım" sözleri ile özetleyen Mevlâna, 17 Aralık Pazar günü Hakk' ın rahmetine kavuştu. Mevlâna'nın cenaze namazını Mevlâna'nın vasiyeti üzerine Sadreddin Konevî kıldıracaktı. Ancak Sadreddin Konevî çok sevdiği Mevlâna'yı kaybetmeye dayanamayıp cenazede bayıldı. Bunun üzerine, Mevlâna'nın cenaze namazını Kadı Sıraceddin kıldırdı.

Mevlâna ölüm gününü yeniden doğuş günü olarak kabul ediyordu. O öldüğü zaman sevdiğine yani Allah'ına kavuşacaktı. Onun için Mevlâna ölüm gününe düğün günü veya gelin gecesi manasına gelen "Şeb-i Arûs" diyordu ve dostlarına ölümünün ardından ah-ah, vah-vah edip ağlamayın diyerek vasiyet ediyordu.

"Ölümümüzden sonra mezarımızı yerde aramayınız! 
Bizim mezarımız âriflerin gönüllerindedir."

Her türlü kemale erişi aşkta gören Mevlana'nın bütün eserleri aşka dairdir. Zira aşk hayatın aslıdır, özüdür. Kainatın yaratılış sebebi aşktır. 'Sen olmasaydın bu gökleri yaratmazdım.' kudsi hadisiyle; varlık alemlerinin yaratılmasındaki yegane maksadın, Cenab-ı Hakk'ın Hazreti Peygambere (asm) duyduğu sevgi olduğu belirtilir. Mademki varlığın mayası aşktır, aşkın en ileri noktası olan Allah aşkı ve muhabbeti her şeyin üzerinde değere sahiptir. Mevlana bu düşünceden hareketle, binlerce beyitte ilahi aşkı söylemiştir. Onun aşka dair düşüncelerini dört grupta toplamak mümkündür. Akıl ve aşk mukayesesi, aşkın üstünlüğü ve değeri, fanilere duyulan aşkın geçersizliği, aşktan nasibi olmayanların zavallılığı

Mana Padişahı Mevlana'ya göre akıl ve ilim, gayb aleminin gerçeklerini kavramada yetersizdir. Bunlar insanı bir noktaya kadar götürür, ancak hedefe ulaştıramaz. Fakat insan aşktan kanatlara sahipse , ilim ve aşkın hayal edemeyeceği kadar yücelir. Tıpkı Miraç Gecesi olduğu gibi. O kutlu gecede Hazreti Peygamber (asm) ve Cebrail (as) gök katlarında yükselirken, Sidre-i Müntehaya gelince; Cebrail (as) "Bir parmak ucu daha ilerlersem, yanarım." diyerek kalmış, Hazret-i Peygamber (asm) ise Sidre'yi geçerek Cenab- Hakk'a yakınlığın son derecesine ulaşmıştır. Sidre-i Münteha denen yer; gerek melek gerekse peygamber, bütün varlıkların ulaşabildiği son noktadır. Bir başka deyişle emr-i İlahiden başka her şeyin son bulduğu yerdir. Mutasavvıflar buradan hareketle, Cebrail (as)'i beşer idrakin , ilim ve aklın sembolü, Hazret-i Peygamber (asm)'i ise gönül ve aşkın timsali olarak görürler.

Hazret-i Mevlana bu hususa işaret eder:

"Gerçi başlangıçta akıl muallimdi. Sonra akıl üstatken ona talebe olur.
Akıl, Cebrail gibi ; ' Bir adım daha gitsem; bu kol, kanat yanar.
Sen bana bakma, yürü, geç! Benim için daha ileri yer yok."
der. (Mesnevi, I/)

Bu yüzden Mevlana; aşkı, her sufinin yaşaması gerekli bir hal olarak görür. Ona göre ancak aşkla sevgiliye, Hakk'a bağlanan gönül muteberdir. (Mesnevi,I / ). Cebrail (as) gibi, akıl ile insan Allah'a ulaşamaz; yarı yolda kalır. İnsanla Allah arası bir deniz mesafesi ise; akıl bu denizde bir yüzücü, aşk ise bir gemidir. Yüzmek güzeldir, ama uzun bir yolculuk için yeterli değildir. İnsan yüzerken yorulabilir, boğulabilir. Ama gemiye binen hedefine ulaşır. (Mesnevi IV/ )

Bu aşkın mahiyeti ise sözle anlatılmaz, satırlara sığmaz. Ancak tadanlar bilir:

"Birisi sordu: 'Aşıklık nedir ?'
Dedim ki : 'Benim gibi olursan bilirsin!..'"
(Mecalis-i Sab'a, 82)

Yüce Sultanın "Ben ol da bil!" sözü Cenab-ı Hakk'a ulaşma yolundaki , "bilmek, bulmak, olmak merhalelerinin son derecesinin aşk ile gerçekleştiğini ifade eder. İlim ve akıl ise sadece bilmeyi sağlar. Yine Mesnevide:

"Aşk; her ne şekilde açıklasam da anlatsam da onu tarifte insan dilsiz kalır.
Kalem, gerçi her şeyi yazar ama , aşka gelince başı döner."

"Akıl, aşkı anlatmada çamura batmış eşek gibidir. Aşkı ve aşıklığı yine aşk izah eder."

"Güneşe delil, yine güneştir. Sana delil lazımsa, güneşten yüzünü çevirme."(Mesnevi, I/)

beyitleriyle aşkın tarife sığmadığı söylenilirken , aklin acizliği bir kere daha dile getirilir.

Aşk yüzünden elbisesi yırtılanın, hırstan ve ayıptan temizlendiğini, aşkın bütün hastalıkların hekimi, kibir ve azametin ilacı olduğunu, topraktan yaratılan bedenin aşkla yüceldiğini (Mesnevi, I/) söyleyen Mevlana; insanların hırs, tamah, kibir, kıskançlık ve kin gibi kötü huylardan ancak İlahi aşk ile arındığını belirtmek ister. Toplumda İlahi sevgi ile manevi alemi tanıyanlar çoğunlukta olursa aksaklıklar düzelir, huzur hakim olur. Diğer yandan insanın dünyadaki geçimi için bir sanat öğrendiği gibi, ahireti kazanmak için de bir sanat öğrenmesi, bu din sanatının, kazancının da aşk olduğu öğütlenir. (Mesnevi, II/)

Mevlana şöyle diyor;

"Anam aşk, babam aşk,
Peygamberim aşk, Allah'ım aşk,
Ben bir aşk çocuğuyum,
Bu aleme aşkı ve sevgiyi söylemeye geldim."

Buradan anlaşılan şudur ki , yalnızca dinin kurallarına uymakla yetinenler, dinin özünü tanımayıp , kabukta kalanlardır. Asil olan insanin ibadetlerine Allah aşkını katması, tam bir ihlas ve samimiyetle kulluk etmesidir.

Hazret-i Mevlana, Allah aşkının dışındaki sevgilere aşk denemez;

"Aşk, renge ve kokuya bağlı olursa, o aşk değildir, kişiye bir utançtır." (Mesnevi, I/)

"Faniye olan aşk ebedi değildir. Çünkü insan bu düzenin hükmüne, ebediliğe müsait değildir.
Her an gönüle feyizler veren, goncadan daha taze olan, gözün ve ruhun safası olan İlahi aşk bakidir.
Daima diri ve ebedi olana aşık ol, Sırrını o nura kavuştur.
Onun aşkını iste, çünkü bütün peygamberler, veliler bu aşkı, iksirin ta kendisi bildiler.
'Bu aşka bende kabiliyet yok' deme. Kerem sahibinin ihsan etmediği bir nesne yoktur."
(Mesnevi, I/)

"Külle aşık olanlar, cüz' e itibar etmez. Cüz' e meyleden, küllün isteyicisi değildir."(Mesnevi, I/ )

beytiyle Mevlana, Allah aşıklarının Cenab-ı Hak dışında, başka hiçbir şeye değer vermediğini, sevgisini fani unsurlara yöneltenin ise Allah aşkından yoksun olduğunu belirtir. Ancak bazen istisnai durumlar olabilir. İnsan faniye duyduğu aşkta kararlı, vefalı ve sadık ise, bu mecazi aşk onu gerçek sevgiye, ilahi aşka götürebilir:

"Vehme, hevese aşık olan sadıksa ; bu mecaz onu hakikate götürür."(Mesnevi, I /)

Mecnun, Leyla'nın aşkıyla yola çıkmış, neticede Mevla'nın aşkına ulaşmıştır. Ama insanın ne mecazi, ne hakiki aşktan nasibi yoksa Hazret-i Mevlana, bunlara sert bir dille çatar:

"Mademki aşık olmuyorsun, git yün ör, iplik eğir.
Yüz işin var, yüz renge boyanmışsın, yüz rengin var, yüz alacan
Mademki kafatasında aşk şarabı yok,
Var, geliri bol kişilerin mutfağında kase yala"
(Rubailer, s)

"Her kim aşk ile yanıp tutuşmamışsa; o, uçmayan, kanatsız kuş gibidir." (Mesnevi, I/31)

Yaradılışın özünü ve insanın fani benliğinden yükselişini aşkta bulan Mevlana; aşksız geçen ömrü, ömür saymaz:

"Baht sana yar olur, yaver kesilirse;
Aşk, seninle işe güce girişir.
Aşksız ömrü hesaba sayma;
O sayıdan dışarda kalacaktır çünkü"
(Mecali-i Saba, 43)

29 "Ah minel aşki ve hâlâtihi, / Ahraka kalbî bi-harârâtihî." beyti kime aittir, ne demektir?

“Âh mine'l aşkı ve hâlâtihî,
Ahraka kalbî bi-harârâtihî.”

“Âh(lar olsun)! Hararetiyle kalbimi yakıp kavuran aşkın elinden ve onun (türlü) hâllerinden (çektiklerim)”

Âh mine'l aşk“Âh aşkın elinden…" anlamına gelir.

Bu söz Arap edebiyatında meşhur bir ibaredir. Edebiyatımızda da Fatih Sultan Mehmet (ö. , Avnî) ’in benzer kullanımına şahit oluyoruz:

"Âh min azmatin bi-gayr-i iyab,
Âh min hasretin ale’l-ahbab."
[Muhammed Nur Doğan, Fatih (Avnî) Divanı ve Şerhi, (Metin, Nesre Çeviri ve Şerh) , Eminönü Belediyesi, , s, ]

Bu beyit de “Ah, dönüşü olmayan gidişten! Ah, dostlara hasret çekmekten!” anlamına gelmektedir.

Âh mine'l aşk “Ne gelmişse aşktan gelmiştir.” gibi bir anlamla sözü kısaca anlatmak için kullanılır.

Buradaki aşkı mecazi alabileceğimiz gibi, ilahi olarak da düşünebiliriz. O zaman “Cenab-ı Hakk’ın sevkiyle olmuştur.” şeklinde bir anlamla “Ne yapalım, takdir-i Huda!” deyip işin içinden çıkılmış olur.

Söz “Ah minel aşk ve minel garaib" veya “Ah minel aşk ve’l-garaip” (Ah, aşkın elinden ve garipliklerden) şeklinde de kullanılır.

Âh mine'l aşk adıyla Prof. Dr. İskender Pala'nın ve Ada Yayınevi yayınlarından Ferit Edgü'nün yıllarındaki şiirlerinin olduğu birer kitabı vardır.

“Mine’l-aşk” sözü Şeyh Galip (ö. )’in bir terci-i bent’inin vasıta beyti olarak (Âh mine'l aşkı ve hâlâtihî / Ahraka kalbî bi-harârâtihî) şeklinde geçmektedir. Bu terci-i bent altı bentten oluşmaktadır. Her bentte sekizer beyit (16 mısra) bulunmakta, her bendin ilk altı beyti hane beyti, son iki beyti ise vasıta beytidir. Vasıta beyti terci-i bentlerde dekrarlanır. Dolayısıyla Galip Dede’nin terci-i bendinde bu beyit altı kez tekrarlanmıştır.

Bahsi geçen terci-i bent Hazret-i Mevlana’nın bulunduğu yere atfen kaleme alınmıştır. Şeyh Galip Mevlevi’dir ve post-nişin olduktan sonra ölünceye kadar Galata Mevlevihanesi şeyhliği görevini ifa etmiştir.

“Ah” sözü gerek Osmanlı alfabesi ile gerekse Latin alfabesi yazımında “Allah” lafzının ilk ve son harfleridir

Şeyh Galip’in altı bentlik terci-i bendinin ilk ve son bendiyle ikinci bendi şöyledir:

Terci-i bent

Terci-i Bend-i Beyt-i Şerif-i Meşhur li-Cenab-ı Hazret-i Pir

I
"Ey ruh-ı pâkinde ayân nûr-ı zât
Sînesi âyîne-i vech-i sıfât
Pertev-i hüsnünde nümâyan tamâm
Sırr-ı Hudâ mâ hasal-ı kâinat
Sen urıcak vakt-i semâ' içre çarh
Şem'ine pervâne olur şeş cihât
Şevk ile cân tâzelenir ben desem
Nutk-ı safâ-bahşına rûhü’l-hayât
Pertev-i envârı cemâlin senin
Aşk ile verdi dü cihâna sebat
Doldu tecellî-i Hudâ'dan sivâ
Şems-i muhabbet edicek iltifât
Yandı o âteşle dil ü canımız
Etti cemâlin velî keşf-i simât
Âh mine'l aşkı ve hâlâtihî
Ahraka kalbî bi-harârâtihî."

Bu bendi şu şekilde anlamlandırabiliriz:

"Ey tertemiz yanağında Cenab-ı Hakk’ın nurunun açıkça görüldüğü, göğsünde Cenab-ı Hakk’ın vechine dair sıfatların bulunduğu; senin güzellik ışıltında Huda’nın sırrı, kâinatın özü tastamam görülmektedir."

"Sen semaa başlayıp da döndüğünde, altı cihet senin mumunun pervanesi olur. Ben, mutluluk veren konuşmanla, hayatın ruhuyla, coşku içinde canlar tazelenir desem, yeridir. Senin güzelliğinin nurlu ışıltısı iki cihanı aşk ile sabit kıldı."

"Muhabbet güneşi, Şems’i iltifat edince Allah’tan gayrı olanlar Huda’nın tecellisiyle doldu. O ateşle gönlümüz ve canımız yandı, yüz güzelliğin her tarafı açıklığa kavuşturdu (Bilinmeyenleri bildirdi.)."

"Âh(lar olsun! )! Hararetiyle kalbimi yakıp kavuran aşkın elinden ve onun (türlü) hâllerinden (çektiklerim)"

II
"Görmeği istersen eğer mahşeri
Çerhte seyreyle o meh-peykeri
Aşk ile galtîde olup mihr-veş
Salmada âlemlere nûr u feri
Etmede nüh kubbeyi envâra gark
Düpdüz edip bâhter ü hâveri
Kûy-sıfat pey-rev olup sen dahi
Düş yola fark eyleme pâ vü seri
Def ü celâille semâ’ et hemân
Alma kola bu felek-i çenberi
Tutma kulak devrine ahkâmına
Serserîdir serserîdir sirserî
Be hele gayb eylemişim kemidimi
Âteş-i sevdâya düşelden berî
Âh mine'l aşkı ve hâlâtihî
Ahraka kalbî bi-harârâtihî."

VI
"Çeşmi elâ gamzesi mestânedir
Yâ da biliş âşıka bîgânedir
Bâz-ı nigeh sayddan etmez ferâğ
Cân evi hâlâ ki ona lânedir.
Her ne kadar nâza çekerse sezâ
Bahtı yüce meşrebi şâhânedir
Söz tükenir kim diye Monla Celâl
Şems dahı şem’ine pervânedir
Hakk bu ki memnûnuyum ihsânının
Âlemin ikrârı o sultânadır
Sâye-i lütfunda neler gördüğüm
Ben bilirim ellere efsânedir
Gâlip eğer eylese dâvâ-yı aşk
Kim inanır kavline dîvânedir
Âh mine'l aşkı ve hâlâtihî
Ahraka kalbî bi-harârâtihî."

30 Şeyh nedir, peygamber varisi midir? Rabıta, mürşid, evliya hakkında bilgi verir misiniz? Rabıta yapmak neden önemli?..

Her mümin Peygamberimizin (asm) varisidir. Peygamber varisliğini bazı isim ve sıfatlar altında sınırlamak yanlıştır. Bu tür konularda ölçümüz, kişinin İslami yaşantısı olmalıdır. Bir kimsenin yaşantısı, söylemleri İslamiyete muhalif ise, o kimseye itimat etmemek gerekir.

İlave bilgi için tıklayınız:

Tasavvufa göre “şeyh” ve “mürid” kavramlarına açıklık getirir misiniz?

İslamiyette rabıta var mıdır? Şeyhe rabıta yapmak caiz mi?

31 "Şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır." sözü doğru mudur?

“Şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır.” diye bir hadis mevcut değildir. Bu ifade ileriden beri duyulan ve söylenegelen bir sözdür; bir esasa, bir hakikate dayanıyor değildir. Şayet ifadede yer alan “şeyh”, mürşit, rehber ve kılavuz olarak düşünülürse, mesele daha iyi anlaşılabilir. Bir Müslümanın gerçek mürşid ve rehberi Kur’ân-ı Kerim ve Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmdır. Bir Müslüman bu iki mukaddesi kendisine rehber alıp kılavuz edinirse sırat-ı müstakimi bulmuş, kendisine doğru bir yol çizmiş olur.

Zaten bunları rehber almayan insanın olsa olsa rehberi ve yol göstericisi şeytandır. Çünkü, kâinatta iyi ve kötülerin temsilcisi vardır; üçüncü bir yol yoktur. Bir insanın rehberi, ya iyi ve iyilerin temsilcisi olan Peygamber Efendimiz (asm)'dir ya da kötü ve kötülüklerin temsilcisi olan şeytan ve onun fahrî yardımcılarıdır.

Bununla birlikte başta sahabiler olmak üzere müçtehidler, veliler İslâm ulemâsı da insanlara hak ve hakikatı gösteren, doğru yolu işaret eden rehber ve kılavuzlardır. Bunlar zaten ilim ve irfanlarını Kur’ân’dan, Peygamber (a.s.m.)'den almaktadırlar. Ve birçokları yüzlerce, binlerce insanın hidâyete ermesine vesile olmuş, hizmet etmiş, dünya ve âhiret saadetine ermesine yardımda bulunmuşlardır.

Meselâ İmam-ı Âzam, İmam-ı Şâfii, İmam-ı Gazâlî, Abdülkadir Gaylânî, İmam-ı Rabbanî, Şah-ı Nakşıbend, Mevlâna ve asrımızda da Bediüzzaman Said Nursîbu mürşid ve rehber şahsiyetlerden bir kısmıdır. Bu mübarek zatların hayatları, hizmetleri incelenirse, büyüklükleri ve İslâm tarihindeki yeri kolayca görülecektir.

Evet, bir Müslüman bu zatların sözlerini, kitaplarını, hâl ve hareketlerini, devam etmiş oldukları zikir ve evradı okuyabilir, taklid edebilir ve böylece İslâmî yaşayışını zenginleştirip nurlandırabilir. Böylece bu zatlar insana mürşid olur, rehber olur.

Bu zatları kötü gören, bir peygamber mirasçısı oldukları için imkân nisbetinde taklid etmeyen, tanımayanların da olsa olsa yol göstericisi şeytan ve kötü kimseler olur. Çünkü, bir Müslüman onları Kur’ân’a ve Peygambere uydukları için sevmekte, kitaplarını okumakta, istifâdeye çalışmaktadır.

Yukarıda sözü edilen cümle bu mânâ çerçevesinde anlaşılırsa yanlış olmaz. Yoksa "İnsan illa bir tarikata girmelidir, bir şeyhe intisap etmelidir; eğer bir tarikat şeyhine bağlı değilse, onun şeyhi şeytandır." şeklinde anlamak, insanı izahında güçlük çekeceği bir duruma sokar.

(Mehmed Paksu, Aileye Özel Fetvalar)

32 Emir Sultan Hazretleri hakkında bilgi verir misiniz?

EMİR SULTAN                 

Bursalı meşhur sûfî, Yıldırım Bayezid'in damadı. Buhara'da doğdu. Asıl adı Şemseddin Muhammed'dir. Emîr Sultan'ın () yılı civarında doğduğu tahmin edilmektedir. Çocukluk yılları hakkında bilgi bulunmamakla birlikte iyi bir tah­sil gördüğü söylenebilir. Bizzat kendi ifadesine dayanılarak yazıldığı söylenen menâkıbnâmelerin birçoğuna ve onlara da­yanan tarih ve biyografi kitaplarına gö­re, soyu yedinci kuşakta On İkinci İmam Muhammed el-Mehdî el-Muntazar'a ula­şır.

On yedi on sekiz yaşlarında iken ba­bası vefat eden Şemseddin Muhammed, muhtemelen bir süre çömlekçilik yaptıktan sonra Seyyid Usûl, Seyyid Nasır, Sey­yid Ni'metullah, Ali Dede, Baba Zâkir gi­bi mutasavvıflarla hacca gitmek üzere Buhara'dan ayrıldı. Birkaç yıl Medine'­de kaldıktan sonra Bağdat'a uğrayarak tezkire müellifi Âşık Çelebi'nin ceddi Sey­yid Muhammed en-Nattâ'nın misafiri ol­du. Ardından onunla birlikte Anadolu'­ya geçti. Karaman, Niğde, Hamîd-ili, Kü­tahya ve İnegöl yoluyla Bursa'ya gitti. Kafileye yol boyunca kandil şeklindeki bir nurun rehberlik ettiği, bu nurun söndüğü yere defnedileceğinin kendisine bildirildiği rivayet edilir.

Bursa'ya Yıldı­rım Bayezid zamanında geldiği biliniyor­sa da tarihi kesin olarak belli değildir. Menâkıbnâme müellifi Hüsâmeddin ile tarihçi Âlî, Niğbolu Muharebesi sırasın­da (/) Bursa'da bulunduğu ke­sin olan Şemseddin Muhammed'in ev­lenmesinden bahsederken Yıldırım Ba­yezid'in bu sırada Eflak seferinde oldu­ğunu söylerler ki bu takdirde 'ten önce Bursa'ya gelmiş olmalıdır. Bursa'­da ilk olarak Pınarbaşı'na veya Gökdere civarındaki bir mağaraya ya da bir savma(ibadet yeri, hücre)aya  yerleştiğine dair farklı rivayetler vardır. İlk ikamet yerinin türbesinin bulunduğu mahal olduğu da söylenir.

Bursa'da şöhreti kısa zamanda yayılan Şemseddin Muhammed giderek şehrin en çok saygı gören şahsiyetlerinden biri ha­line gelir; Emîr Sultan veya Emîr Seyyid adlarıyla anılmaya, ulemâ ve meşâyih arasında da itibar görmeye başlar. Za­hir ilimleri sahasında kendisini imtiha­na çekmek isteyen Molla Fenârî, Molla Yegân, Alî-i Rûmî gibi âlimlerin onun ma­nevî gücü karşısında bir süre ağız aça­madıkları ve onlarla giriştiği tartışma­dan başarıyla çıktığı şeklindeki rivayet­lerden, onun bu âlimlerle yakın müna­sebeti olduğu anlaşılmaktadır. Emîr Sul­tan bu yıllarda Molla Fenâri'den Sadreddin Konevî'nin Miftâhu'l-ğayb'ını oku­yup istinsah etmiş ve bu nüshaya Molla Fenârî bir icazetname yazmıştır.(Taşköprîzâde, s. 55)

Emîr Sultan'ın Yıldırım Bayezid'in kızı Hundi Hatun ile evlenmesi kaynaklarda farklı şekillerde anlatılmaktadır. Menâkıp kitaplarına göre Hundi Hatun rüya­sında gördüğü manevî işaretler üzeri­ne, Rumeli taraflarında seferde bulunan babasının rızâsını almadan Emîr Sultan ile evlenmiş, dönüşte durumu öğrenen padişah gazaba gelerek kızıyla damadı­nı öldürmek üzere Süleyman Paşa mai­yetinde kırk kişilik bir kuvvet göndermiş, ancak Emîr Sultan'ın kerametiyle bun­lar birer "kadîd" kesilmiştir (kurumuş et gibi hareketsiz kalmışlar). Bursa'nın Yıldırım semtindeki Kaditler Mezarlığı'nın adının bu olaydan kaynaklandığı ri­vayet edilmektedir.

Bunun üzerine Mol­la Fenârî Yıldırım'a, öldürülmesini em­rettiği zatın peygamber soyundan bir ki­şi olduğunu, Anadolu'ya şimdiye kadar böyle değerli bir zatın ayak basmadığı­nı, onun kayınpederi olmasının kendisi için büyük bir şeref vesilesi olduğunu, kendisini öldürmek için gönderdiği adam­ların bir anda kadîde dönüştüğünü be­lirten, kendisine bir daha tecavüz edilir­se bütün şehrin helâk olacağını bildiren bir mektup göndermiştir. (Metni için bk. Baldtrzâde, Ravza-i Evliya, vr. 9b- 10d; Mehmed Şemseddin, s. 6). Molla Fenâriyi Emîr Sultan'ın kerametine şahit göstermek isteyen bu mektubun tarihî bir vesika olma ihtimali zayıf bulunmakla birlikte, onunla münasebetlerinin iyi olduğunu göstermesi bakımından önemlidir. Öte yandan Mecdî ve Belîğ, padişahın çok sevip saydığı Emîr Sultan'la kızını kendi rızasıyla evlendirdiğini söylerler de vardır ki doğ­rusu da bu olmalıdır.

Molla Fenârî gibi bazı büyüklerin de yardımıyla Emîr Sultan, Yıldırım Bayezid'in Timur tarafından gönderilen elçi­leri öldürtmesine engel oldu. Ankara Savaşı'nın ardından Bursa'nın Timur ordu­su tarafından işgali sırasında Molla Fe­nârî ve İbnü'l-Cezerî ile birlikte Emîr Sul­tan da Kütahya'da bulunan Timur'un hu­zuruna götürüldü. Bir süre sonra ser­best bırakılarak yine Molla Fenârî ile bir­likte Bursa'ya döndü. II. Murad'ın, am­cası Mustafa Çelebi'ye karşı sürdürdü­ğü mücadelede hükümdarın yanında yer aldı. Mustafa Çelebi büyük bir kuvvetle Bursa'ya yaklaşırken padişahın Emîr Sultan'a başvurup amcasına karşı yürüttü­ğü mücadelede onun sözlerinden cesa­ret aldığı, olaydan sonra kendisine da­ha çok bağlandığı, huzurunda diz çöküp oturduğu rivayet edilir.

II. Murad tarafından de yapılan İstanbul kuşatmasına Emîr Sultan da katıldı. Bu kuşatmanın tarihini yazan Bi­zans tarihçisi loannec Kananoc, Emîr Sul­tan'ın kadar dervişiyle birlikte bü­yük bir debdebeyle padişahın ordugâhı­na geldiğini, hücum vakti olarak tayin ettiği 24 Ağustos Pazartesi günü öğle­den bir saat sonra dervişlerinin başın­da at üstünde kılıç ve kalkanıyla surla­ra yaklaşıp kılıcını çekerek üç kere sal­ladıktan sonra hücuma geçtiğini, bu işa­ret üzerine Türk ordusunun taarruza kalktığını anlatır.

Emîr Sultan'ın vefat tarihi kesin ola­rak bilinmemektedir. Bu konuda , ve yılları verilmekteyse de en kuvvetli ihtimal () tarihidir. Bursalı Ahmed Paşa'ya ait olduğu söy­lenen

"İntikâl-i Emîr Sultân'a / Oldu tâ­rih İntikâl-i Emîr"

beytindeki "intikâl-i Emîr" terkibi () yılını vermekte­dir. Ancak bu beyit Ahmed Paşa'ya ait ise Emîr Sultan'ın vefatından oldukça sonra yazılmış olacağından yılının kesin olarak Emîr Sultan'ın vefat tarihini gösterdiği söylenemez. Emîr Sultan'ın vefat tarihi hakkında bilgi vermeyen es­ki kaynaklar, onun Bursa'da çıkan bir veba salgınında öldüğünü kaydetmekle yetinirler. Cenaze namazı o sırada Bur­sa'da bulunan Hacı Bayrâm-ı Velî tara­fından kıldırılan Emîr Sultan bugün tür­besinin bulunduğu yere defnedildi.

Bütün kaynaklar Yıldırım Bayezid, Çe­lebi Mehmed ve II. Murad'ın Emîr Sultan'a saygı gösterdiklerini, sefere gider­ken onun eliyle kılıç kuşanıp duasını al­dıklarını belirtir. Padişahlara kılıç kuşat­ma geleneği, Emîr Sultan'ın Hammer'e göre Yıldırım Bayezid'e, Atâ Bey'e göre ise II. Murad'a kılıç kuşatmasıyla başla­mıştır. Osmanlı padişahları Emîr Sul­tan'ın vefatından sonra da ona hürmet göstermeyi sürdürmüşler, Bursa'ya gel­diklerinde türbesini mutlaka ziyaret etmişlerdir. II. Bayezid ile Yavuz Sultan Selim'in Emîr Sultan'ın sandukasının örtüsü altına girip uzun süre dua ettikleri bilin­mektedir.Menâkıbnâme müellifi Ni'me-tullah'ın "eimme-i ma'sümîn"den "is­met-i kesbiyye" sahibi olarak tanıttığı ve muhtemelen İmâmiyye mezhebine mensup olan Emîr Sultan'ın Sünnî Os­manlı muhitinde bu kadar büyük itibar kazanması, üzerinde durulması gereken bir husustur.

Emîr Sultan'ın mensup olduğu tarikat konusunda kaynaklarda verilen bilgiler oldukça çelişkilidir. Bazı kaynaklarda Halvetiyye'nin (Mehmed Şemseddin, s. 4), bazılarında da Nakşibendiyye'nin Nurbahşiyye (Mecdî, s. 77) koluna mensup olarak gösterilirse de, Nakşibendiyye'nin Nurbahşiyye adlı bir kolu bulunmadığın­dan son bilgi yanlıştır. Halvetiyye'nin ise silsilesi Kübreviyye'ye ulaşan Nurbahşiy­ye adlı bir şubesi vardır. Ancak bu şube­nin kendisine nisbet edildiği Seyyid Mu­hammed Nurbahş'ın Emîr Sultan'ın ve­fatından yaklaşık otuz beş yıl sonra (/ ) öldüğü bilindiğine göre (Harîrîzâde, III, vr. b) ona mensup olması da çok uzak bir ihtimaldir. Atâî'nin Zeyl-i Şekâik'te kaydettiği silsileyi dikkate ala­rak Emîr Sultan'ın babası Seyyid Ali'den, onun da Hâce İshak-ı Huttalâniden (ö. /) tarikat aldığını ve tarikatın Ali el-Hemedânî (ö. /), Muham­med Mazdekânî, Alâüddevle-i Simnânî (ö. /), Nûreddin İsferâyînî, Ah­med Zâkir-i Curfânî, Ali Lala şeklinde yü­rüyerek Necmeddîn-i Kübrâ'ya (ö. / ) ulaştığını ve dolayısıyla Emîr Sul­tan'ın Kübreviyye tarikatına mensup ol­duğunu söylemek mümkündür. Öte yandan halifelerinden Hasan Efendi Mûzî-lü'ş-şükûk, Lutfullah Efendi de Cenâhu's-sâlikîn adlı eserlerinde, bizzat ken­disinden işitmiş olduklarını söyleyerek şeyhin tarikat silsilesini babadan oğula intikal ettirip On İki İmam kanalıyla Hz. Ali (ra)'e ulaştırırlar.

Kaynaklarda uzun boylu, güzel yüzlü, seyrek sakallı olarak tanıtlan Emîr Sultan'ın on iki terkü taç üstüne yeşil ima­me sardığı, ömrünü derin bir zühd ve takva içinde ibadet ve irşadla geçirdiği rivayet edilir. Şöhreti Bursa'dan sonra Osmanlı hâkimiyeti altındaki topraklar­da giderek yayılmış ve hakkında birçok menkıbe teşekkül etmiştir. Bunların en meşhuru, Bursa'da Yıldırım Bayezid ta­rafından Emîr Sultan'ın tavsiyesiyle yap­tırılan Ulucami ile ilgili olanıdır.

Vefatından sonra Emîr Sultan'ın ye­rine halifelerinden Hasan Hoca şeyh ol­muş ve XIII. Halife İbrahim Efendi'ye kadar (ö. /) dergâhta Emîr Sultan'ın silsilesi devam etmiştir. İbrahim Efendi'den sonra Emîr Sultan Dergâhı'nın şeyhliği Celvetî meşâyihinden Selâmı Ali Efendi'ye intikal etmiş­tir. Dergâh () yılına kadar Cel­vetî olarak faaliyet göstermiş, bu tarih­te Hacı Ahmed Efendi'nin şeyh olmasıy­la Nakşibendî dergâhına dönüşmüştür. Emîr Sultan'ın takip ettiği irşad usulü bilinmemektedir. Kaynaklarda dergâhta "Usûl-i Emîr" üzere âyin yapıldığı söylenmekteyse de bu âyinin uygulama tar­zı hakkında bilgi verilmemiştir.

Emîr Sultan'ın halifeleri daha şeyhin sağlığında Bursa, Balıkesir, Edremit ve Mihaüç'e, Karaman sınırlarına, Aydın ve Saruhan sancaklarına kadar yayılmışlar­dı. Kendisine mensup şeyh ve dervişler Rumeli yakasına geçip mürşidlerinin âdet ve menkıbelerini Gelibolu'dan başlayarak sınır boylarına kadar götürmüşlerdir. Os­manlı ordusunun bazı seferlerine bizzat katıldığı gibi mürldlerini de gazaya teş­vik eden Emîr Sultan'ın öldükten sonra da asırlarca Osmanlı ordusundan him­metini esirgemediğine inanılmıştır. Hak­kında yazılan menâkıbnâmelerin çoğun­da, sağlığında gösterdiği kerametler yanında vefatından sonra da özellikle dar­da kalmış askerlere himmeti hakkında anlatılanlar geniş yer tutmaktadır. Bü­tün bunlar Emîr Sultan'ın Türk halkı üze­rindeki tesirini göstermesi bakımından önemlidir.

Türk edebiyatında Emîr Sultan hak­kında yazılmış birçok manzume bulun­maktadır. Bunlardan, şiirleri Yûnus Emre'nin şiirleriyle karıştırılan Yûnus adlı bir şairin manzumeleri Emîr Sultan hak­kındaki menâkıbnâmelerde yer almak­tadır. Emîr Sultan'a dair yazılan şiirlerin en meşhuru Bursalı Ahmed Paşa'nın,

"Ey âlem-i velayete sultân olan Emîr / Vey mülk-i Rûm'a rahmet-i rahman olan Emîr"

mükerrer beytini ihtiva eden ter­ciibendidir.

Emîr Sultan'ın sağlığında Bursa'dan uzak yerlerde oturan dervişler yılda bir defa kafile halinde yola çıkarak mürşidlerini görüp duasını almaya gelirlerdi. Bu ziyaretler ölümünden sonra bir ge­lenek halini alarak asırlarca devam et­miştir. Bursalılar'ca bir bereket vesilesi sayılan bu gelenek XX. yüzyılın başların­da terkedilmişse de Ramazan ve Kurban bayramlarının ikinci günlerinde Eşrefî şeyh ve dervişlerinin zikrederek Emîr Sultan türbesine yaptıkları ziyaret ve Eşrefıyye usulüne göre icra ettikleri âyin şeklindeki geleneği bir süre daha devam etmiştir. Emîr Sultan'la birlikte Anado­lu'ya gelen sûfîlerin bir kısmı Bursa'nın çeşitli yerlerinde zaviyeler açmışlardır. Bunlardan Seyyid Nasır Bursa Pınarbaşı'nda, Ali Dede İncirli Hamamı civarın­da, Seyyid Usûl Kuruçeşme mahallesin­de, Seyyid Nattâ da Ebû İshak Kâzerünî zaviyesinde tarikat faaliyeti göstermiş­lerdir.

Yakın zamanlarda yayımlanan bir ma­kalede, Emîr Sultan'ın Alaşehir'de fa­aliyet gösteren halifesi Şeyh Sinan ile meşhur Osmanlı şairi Şeyhinin aynı kişi olduğu öne sürülmüştür.(Bilgin, s. ). Ancak sağlam delillere dayanma­yan bu iddianın doğru olma ihtimali ol­dukça zayıftır.

Emîr Sultan hakkında çeşitli menâkıbnâmeler kaleme alınmıştır. Bunların iki­si, kendisinden sonra dergâhına şeyh olan Hasan Efendi'nin Müzîlü'ş-şükûk'ü ile (Bursa Eski Yazma ve Basma Eserler Ktp., Ulucami, nr. ) üçüncü şeyh Lut­fullah Efendi'nin Cenâhu's-sâlikîn ad­lı eserleridir. Diğer menâkıbnâmelerin önemlileri şunlardır: İbrahim b. Zeynüddin. Vesîletü'l-metâlib fî cevahiri'l-menâkıb (Emîr Sultan'ın on yedi menkıbesini ihtiva eden Arapça eserin [Keşfü'z-zunûn, II, ] Türkçe tercümesi Millet Kütüphanesi'ndedir [Ali Emîrî, nr. ]); Yahya b. Bahşî, Menâkıb-ı Cevahir (Ha­cı Selim Ağa Ktp., Kemankeş, nr. /1): Ni'metullah. Menâkib-ı Emîr Sultan (Süleymaniye Ktp., Hacı Mahmud, nr. ); Müdâmî, Dîvân-ı Müdâmî der Vasf-ı Emîr Sultan(İÜ Ktp., TY, nr. ); Hüsâmeddin, Târih-i Emîr Sultan (Millet Ktp., Pertev Paşa, nr. ); Senâî, Menakıb-ı Emîr Sultan (İstanbul ). Emîr Sultan hakkında bazı müstakil kitaplar da yayımlanmıştır. (Gazalî Saltık. Bursa'­da Emîr Sultan ve Kerametleri, Bursa ; Şinasi Çoruh, Emîr Sultan, İstanbul, ts. ; Hüseyin Algül, Bursa'da Medfun Osmanlı Sultanları ve Emîr Sultan, İstanbul )

(bk. Diyanet İslam Ansiklopedisi, Emir Sultan Md.)

33 Letaif-i Aşere nedir; nelerden oluşur?

Ayet ve hadislerde doğrudan kalbin mertebelerini ifade eden bir bilgi bulunmamakla birlikte ayet ve hadislerde geçen kalbin niteliğine dair ifadeler tasavvuf ehli tarafından yorumlanmıştır. Kalbin çeşitli mertebelerinden, bu mertebelerden her birinin nitelik ve hükümlerinden bahseden mutasavvıflar böyle bir ayırım yaparken âyet ve hadislerden esinlenmişlerdir. Müminlerin kalblerinin ihlâs, amel, ibadet ve yeteneklerine göre farklı mertebelerde olduğunu söyleyen mutasavvıflar bunlara atvâr-ı dil veya atvâr-ı seb‘a adını vermişlerdir. Nakşibendiyye’de ise letâif-i hamse denilen bu tavırlar kalb, ruh, sır, hafî, ahfâ olarak sıralanmaktadır.

İnsanda bulunan çeşitli latifelerden on tanesi değişik tasniflerle zikredilmektedir. Bir kısım âlimler beş duyu ile birlikte ayrıca; kalb, ruh, sır, hafi ve ahfa diye beş latifeyi de ilave etmek suretiyle ona tamamlamışlardır.

Aynı şekilde Bediüzzaman Said Nursi de bu on latifeyi şu şekilde saymaktadır: Vicdan, asab, his, akıl, heva, kuvve-i şeheviye, kuvve-i gadabiye, kalb, ruh ve sır.

“Aziz, sıddık, meraklı kardeşim Refet Bey"

"Mektubunda letâif-i aşereyi sual ediyorsun. Şimdi tarikati ders vermek zamanında olmadığımdan, tarik-i Nakşî muhakkiklerinin letâif-i aşereye dair eserleri var. Şimdilik vazifemiz ise, istihrac-ı esrar olduğundan, mevcut mesaili nakil değildir. Gücenme, tafsilât veremiyorum. Yalnız bu kadar derim ki:"

"Letâif-i aşere, İmam-ı Rabbânî kalb, ruh, sır, hafî, ahfâ, insanda anâsır-ı erbaanın her bir unsurdan o unsura münasip bir lâtife-i insaniye tâbir ederek, seyr-i sülûkta her mertebede bir lâtifenin terakkiyatı ve ahvâlinden icmâlen bahsetmiştir."

"Ben kendimce görüyorum ki, insanın mahiyet-i câmiasında ve istidad-ı hayatiyesinde çok letâif var; onlardan on tanesi iştihar etmiş. Hattâ hükemâ ve ulemâ-yı zahirî dahi, o letâif-i aşerenin pencereleri veyahut nümuneleri olan havass-ı hamse-i zahirî, havass-ı hamse-i bâtına diye, o letâif-i aşereyi başka bir surette hikmetlerine esas tutmuşlar."

"Hattâ avâm ve havas beyninde teâruf etmiş olan insanın letâif-i aşeresi, ehl-i tarikin letâif-i aşeresiyle münasebettardır. Meselâ vicdan, âsab, his, akıl, hevâ, kuvve-i şeheviye, kuvve-i gadabiye gibi letâifi, kalb, ruh ve sırra ilâve edilse letâif-i aşereyi başka bir surette gösterir. Daha bu letâiften başka sâika, şâika ve hiss-i kablelvuku gibi çok letâif var. Bu meseleye dair hakikat yazılsa çok uzun olur. Vaktim de kısa olduğundan, kısa kesmeye mecbur oldum.” (Barla Lahikası, Mektup, s)

Bediüzzaman, İmamı Rabbani'ye dayanarak şu on latifeyi nazara verir:

1. Kalp
2. Ruh
3. Sır
4. Hafi
5. Ahfa
6. Heva
7. Anasır-ı Erbaa [1. Nur (Akıl ), 2. Hava (İrade), 3. Su (Rahmet), 4. Toprak (Hıfz ve Himaye)]

Bu dört unsurdan da bunlara münasip ve mümasil, insandaki mahiyet ve özelliklere işaret edilmiştir.

34 Seyr-u sülûk ne demektir?

Seyru sülûk, tasavvufta bir terbiye disiplinini ifade eder. Okumadan âlim, gezmeden seyyah olunamadığı gibi, mücadele ve murakabe olmadan tasavvufta yol alınamaz.(Eraydın, Tasavvuf ve Tarikat, s. 30) Talebelik, ilimde bir seyru sülûktur. Sekiz yıl ilk öğretim, üç yıl lise ve dört yıl üniversite tahsilinden sonra öğrenci, belli bir alanda yetişmiş olur. Bu on beş yıllık tahsil, ona hayli seviye kazandırır.

Onun gibi, tasavvuf yolunda ilmî, fikrî, riyazî bir seyru sülûktan geçen mürid, zamanla bir mürşit hâline gelebilir. Bu seyru süluk, kişiden kişiye farklılık arzeder. Bazıları kırk günde hakîkate ulaşır. Bir kısmı ise, kırk yılda Elindeki demire şekil vermek isteyen birisi, hafif bir ateşte onu yumuşatmaya kalksa, belki de yıllarca bekleyecektir. Fakat bir başkası, o demiri altı bin derecelik fırına attığında, hemen ona şekil verebilecektir.

Akıl ve kalbin seyru sülûkleri çok mühimdir. Bu ikisi birbirine yardımcı olsalar, hakîkate çabuk ulaşırlar. Fakat, sadece birisinde ileri gidilse, hakikatin semasına kolayca kanat açamazlar.

Seyru sülûkun en ileri mertebelerine Peygamberimiz mazhar olmuştur. Onun mi’racının hakîkati, kemâlat mertebelerinde seyru sülûktan ibarettir.(Nursî, Sözler, s. ) Bütün evliyaullahın seyru sülûkleri, Resulullah’ın mi’racının gölgesinde ilerlemek ve Onun mazhar olduğu İlâhî isimlere, bir derece mazhar olmaya çalışmaktır.

35 Sıkıntı ve huzursuzluk mutlaka bir günahın cezası mıdır?

“Kim bir kötülük işlerse, onun karşılığını görür” (Nisa, 4/),

“Başınıza gelen her musibet, işlediğiniz günahlar (ihmal ve kusurlarınız) sebebiyledir, hatta Allah günahlarınızın çoğunu da affeder.” (Şura, 42/30)

Meallerini verdiğimiz ayetlerde ifade edildiği gibi, yapılan her kötülüğün -hatta her işin- bir karşılığı vardır. Bu ümmetin yaptığı kötülüklerin karşılığı -genellikle- bu dünyada -çeşitli sıkıntılar, ağır imtihanlar, musibetler şeklinde- verilir. Genel kural budur, ancak bazıları da ahirette cezalarını çekecekler.

“Ümmetim, merhamete uğramış bir ümmettir. Ahirette azap görmeyecektir. Onun azabı / cezası, dünyada başına gelen fitneler / ağır imtihanlar, depremler, masum yere öldürülmeler gibi felaketler şeklinde verilir.”(Ebu Davud, Fiten, 7)

mealindeki hadis-i şerife göre “sıkıntı ve huzursuzluk mutlaka bir günahın cezası”dır.

Alimlerin bildirdiğine göre, hadiste yer alan “Onlar için ahirette azap yoktur” sözünde gizli bir benzetme ve bir kıyaslama vardır. Yani: “Onlar için ahirette -diğer ümmetlerin azabı gibi ağır- bir azap yoktur.” demektir. Yoksa bu ümmetten de cehenneme gidip azap çekecek kimselerin olduğu bilinmektedir.

Hadiste asıl verilmek istenen mesaj, bu ümmetin diğer ümmetlerden daha fazla Allah’ın lütuflarına mahzar olduğu, dünyada başlarına gelen her musibetin, hatta ayaklarına bir diken bile batsa onun da günahlarına kefaret olacağı hususudur. Buna göre, eğer bir kimse bu dünyada -günahlarına karşılık- sıkıntılar çeker, musibetlere uğrarsa, artık  ahirette ceza çekmez.

Hz. Ebu Hureyre anlatıyor: Hz. Peygamber (a.s.m) şöyle buyurdu: 

“Bir Müslümana herhangi bir musibet, bir sıkıntı, bir keder, bir üzüntü, bir eziyet, bir gam dokunursa, hatta kendisine bir diken bile batarsa, mutlaka Allah bunları onun günahlarına kefaret yapar.” (Buharî, Marda,1; Müslim, Birr, 52)

Özetlersek; Allah’a itaat etmekte kalbin ve ruhun huzuru vardır. Bu huzur, itaatin mükâfatı olan cennetten haber vermektedir. Allah’a isyan edip günah işlemek ise kalbin ve ruhun sıkıntı çekmesine sebeptir. Bu sıkıntı ise, Allah’a karşı gelmenin cezası olan cehennemden haber vermektedir.

“İman bir manevi tûbâ-i cennet çekirdeğini taşıyor. Küfür ise manevi bir zakkum-u cehennem tohumunu saklıyor. Demek selâmet ve emniyet yalnız İslâmiyette ve imandadır.”(Nursi, Sözler, İkinci Söz)

36 Mevlana'nın mezhebi nedir; hangi mezhebe göre amel etmiştir?

Dini yaşantı olarak bakıldığında Hz. Mevlana bir Hanefi'dir. İtikatta ise Maturidiliği kendine ilham kaynağı olarak alıyordu. Yani Mevlana'nın mezhebi amelde Hanefi, itikadda ise Maturidi idi.

İslam’da hak olan mezhepler arasında bir ayrım yapılmaz. İslam’ın hiçbir döneminde aşırı derecede mezhepler arası sürtüşmeler, hatta savaşlar yaşanmamıştır.

Bir kimse İslam’da hangi hak mezhebe göre amel ederse etsin, o mezhebin kurallarına uyduğu zaman Müslümanlığı sahih bir Müslümanlıktır. Hiçbir şekilde aralarında seviye farkı olmamıştır, olamaz da.

Hakka giden yolların farklılığına takılıp kalmak, aynı gayedeki insanların birbirinden ayrılmalarına, birbirini ötekileştirmeleri, dışlamaları ve hatta düşman görmelerine kadar gidebilmektedir. Oysa farklılıkların öne çıkarılması ikiliği, ikilik de zayıf düşmeyi ve hatta yok olup gitmeyi doğurabilmektedir. Mevlana’nın ifadesiyle,

“Sırçaya bakarsan yiter gidersin; çünkü sırça yüzündendir ikilikle sayıya sığış.” (Mesnevî, 3/, )

Peki sırçaya, kandile, fitile, yani yolun biçimindeki farklılıklara takılmak; ikilik, ayrılık, düşmanlık, kavga ve savaş doğuruyorsa, ne yapmak gerekir? Cevap bellidir! Sırçaya değil ışığa bakmak, kaplar ve yollardaki farklılıklara değil, kaynaklar ve hedeflerdeki benzerliğe bakmak gerekir. Böyle baktığımızda önceden ötekileştirdiğimiz insanları ayrı değil bir görür, düşman değil dost görürüz. Mevlâna’nın deyimiyle, yollara değil de 

“ gayeye, maksada bakacak olursan hepsi birleşmiş, hepsinin kalbi Kâbe hakkında anlaşmış ve orada bir olmuştur.” (Mevlânâ, Fîhi Mâfih, çeviren: Meliha Ülker Tarıkâhya, (İstanbul: M.E.G.S.B. Yayınları, , s. )

Doğru yere bakmanın getirdiği bu birleşme ve anlaşma hâli de ikiliği, zayıflığı ve yok olma tehlikesini ortadan kaldırıp, sonu gelmez kavgalar ve savaşlardan kurtulmayı sağlar:

Nitekim Mevlâna, bu düşüncelerine pratik hayatında da uymuş ve aslında Şafii mezhebinden olan Çelebi Hüsameddin’in Mevlâna’nın mezhebi olduğu için Hanefiliğe geçmek isteyişini gerekli ve uygun görmeyip, sevgi ve aşk yolunu takip edip insanları da bu yola sevk ettiği sürece, kendi mezhebine uyup onu takip etmesinin daha uygun olacağını belirtmiştir.(A. Selahaddin Hidayetoğlu, Mevlana Mohammed Jelaleddin Rumi,  Konya Kültür ve Turizm Müdürlüğü Yayınları, , s. 42)

Görüldüğü gibi Mevlana -kendi kararından da anlaşıldığı üzere- belli bir gruba değil tüm Müslümanlara seslenmektedir. Hz. Mevlana Hanefilerin de Şafilerin de Mevlana’sı olduğu gibi, aynı zamanda Sünnilerin de Şiilerin de Mevlana’sıdır.

37 Tarikatlarda başlarını sallayarak zikrediyorlar, bu yanlış mıdır? Sebeb-i hikmeti nedir?

Tasâvvuf ehline göre, Hz. Muhammed (s.a.s) dört halifeye ayrı ayrı zikri öğretip tavsiye etmiştir. Hz. Ebu Bekir (r.a)'a hafî (gizli) zikri, Hz. Ömer ve Hz. Ali'ye'cehrî (sesli) zikri ve Hz. Osman'a da kalbî zikri öğretmiştir. (Mehmet Ali Aynî, Tasavvuf Tarihi, , vd). Ancak sahih hadis kaynaklarında böyle bir rivayet bulunmamaktadır. Sesli ve başı sallayarak zikretmenin de bir mahsuru yoktur.

Kur’an-ı Kerim ibadetlerin en câmii olan namaza zikir demektedir. Namaz kılan bir mü’min Allah’ı anmakta, zikretmektedir. Bu zikir abdestle başlar. O’nun huzuruna çıkacağının şuuru içinde, O’nun sevgili Habibinin (a.s.m.) öğrettiği biçimde hazırlık yapan insan, Allah’ı yâd etmekte O’nu zikretmektedir.

Kâbe’ye teveccüh ettiğinde zikirdedir. Niyet ve tekbir zaten zikirdir. Derken Allah’ı tesbih ile, hamd ile, O’ndan başka ilâh olmadığını ifade ile zikir sürdürülür. Namaz kılan bir mü’min bir taraftan da okuduğu sûrelerin mânâlarını düşünür. Kalbi okuduğu sûreye göre halden hâle girer.

Lisanen zikir namazdadır, kıraat sûretiyle. Kalben zikir namazdadır; tefekkür, haşyet, ümit, muhabbet sûretiyle.

İnsan, beden ve ruhtan ibaret olduğu gibi, âlem de şehadet ve gaybdan ibaret; yâni, görünen ve görünmeyen âlemler. İnsanın maddesi bu âlemin maddesinden süzüldüğü için, bedenen yaptığı zikir de kâinatın zikrini temsil eder.

Gök gürlemesinden şimşek çakmasına, yaprak hışırtısından kuş cıvıltısına kadar, bu âlemi dolduran bütün sesler bir nev’i kıraattir. Kudretin söylettiğini duyururlar bize. Ve biz namazda Kur’an okumak suretiyle bu cehrî zikirlere hem iştirak eder, hem de hepsinin önüne geçeriz.

Ehl-i tarikat kendilerinin mesleğini funduszeue.info Bekir (ra)'e, dolayısıyla sahabelere dayandırıken, bazılarıda sahabe mesleği tarikat değildi diyor. Bu meselenin şerhini yapar mısınız?

Peygamberimiz (a.s.m)’da mevcut olan iki kanat vardı.

1.Risalet cenahı (kanadı). Bu vecihle Peygamberimiz (a.s.m) Allah’ın emirlerini tebliğ eder, ilim dersi verir, talebe yetiştirirdi. Bu kanadına alimler varis olmuşlardır.

2. Velayet cenahı. Bu kanat ile Allah’a yaklaşacak ibadet, zikir ve tesbihat yapardı. Bu kanadına da veliler ve ehl-i tarikat varis olmuştur.

Peygamberimizin (a.s.m) bu iki hali her sahabede cüz’i külli vardı. Bilkhassa bu hususta Peyganmberimize (a.s.m) en fazla benzeyen Hz. Ebubekir-i sıddık idi. Fakat sahabelerin umumen tuttukları ve takip ettikleri yol; Peygamberimizin (a.s.m) risalet yönü idi.

İşte “tarikat ehlinin yolu sahabe mesleği değildir” diyenlerin sözü ile “tarikatın piri Hz. Ebubekir (r.a)’dır” diyenlerin sözü burada birleşmiş olur. Çünkü, tarikat Peygamberimizin (a.s.m) risalet yönünü değil, velayet yönünü esas almasıyla, genel anlamda sahabe mesleği değildir. Fakat Hz. Ebubekir (ra)'in tesbih, zikir ve ibadet şeklini esas tutup ona göre davrandıklarından Hz. Ebubekir (ra)’in dolayısıyla Hz. Peygamberin (a.s.m) yolundan gitmiş oluyorlar. Bu yönüyle tarikatın piri ve başı Hz. Ebubekir (r.a)’dır denilmektedir.

İlave bilgi için tıklayınız:

ZİKİR

38 Hiçbir velinin sahabelerin derecesine çıkamadığı yer yer tartışma konusu oluyor. Bu konuya açıklık getirir misiniz?

Her insanın dünyaya gelmesi, bir takdir ve hikmet iledir. İnsanlar kendi zamanlarını kendileri belirlemez. Allah bizim hakkımızda hangi zamanı takdir buyurmuşsa, bizim için en hayırlı zaman odur. Çünkü sahabeler döneminde gelmek mutlaka sahabe olacağımız anlamına gelmez ve gelemez. O günün Ebu Cehilleri olmak ihtimali de vardır. Acaba ayaklarından açılarak ikiye ayrılan Yasir Ailesi gibi olsaydık, ona sabredeceğimizin ve imanla öleceğimizin garantisi var mıdır?

Peygamber Efendimiz (s.a.v)'in ahir zamanda gelecek bazı kimselere "kardeşim" demesi ve onları övmesi ahir zamanın dehşetli fitnelerine dikkat çekmek ve o fitneler içerisinde imanını muhafaza edenleri övmek içindir. Sahabeleri geçme konusu ise bazı hususi fazilet hakkındadır. Yoksa külli fazilette sahabeler geçilemez.

Sahabelere külli fazilette neden yetişilemediğine gelince:

1. Risalet sohbetinin tesiri açısından sahabeler geçilemezler.

Evet, Rasulüllah'ın kendileri ile sohbet etmesi noktasından onlara yetişilemez. Çünkü Rasulullah'ın (s.a.v) nübüvvet sohbeti, nebi olmayan hiç kimsede bulunmayan bir özellik taşır. Rasulüllahın sohbeti bir iksirdir. Bir dakika o sohbeti dinleyen ve ona mazhar olan bir kimse, o iksirle değişir.(1) Sahabeleşir. Kömürken elmas olur. Senelerce seyr-u sülûkla kazanılacak hakikat nurlarına mazhar olur. Nübüvvet Güneşinin nuru ile renklenir. Çünkü her sohbette renk vurucu bir özellik vardır.

Rasulüllahın talebeleri olan sahabelerine, manevi rütbe bakımından, velayeti ve Peygamberliği ciheti ile peygamberlerin en büyüğünün manevi boyası vurulmuştur. Bu cihetten o manevi boya, o tarzda ve o özellikte risalet asrından sonra vurulamaz. Daha sonra gelenler mümin ve Müslüman da olsalar o özellikte olamazlar.(2) O özellikle kazanılan fazilette onlara yetişemezler.

Ayrıca, Rasulullah'ın sohbeti onların kalp aynalarında aksetmiş, O Güneş, perdesiz onlara, onların kalplerine, manevi latîfelerine sirayet etmiştir. Burada ilki yansıyan, ikincisi kendisinde yansıma tezahür eden iki taraf vardır. Yansıyanın özellikleri mazhar ve aynalarına geçmiştir. O Şems-i Risaletle onlar da bir nevi güneşleşmişler, peygamberlik güneşinin ışıklandırması ile aydınlanan yıldızlar, hakikat ışıkları hâline gelmişlerdir. Bu mazhariyetle, ayinedarlıkla, ona yüzünü dönüp tabi olmakla ve Nübüvvetin en büyük nuru ile sahabeler en büyük mertebelere çıkmışlardır.

Rasulüllah'ın vefatından sonra, Celaleddin Suyûti gibi bazıları, uyanık halde Rasulüllah'ı görmüşler, onunla konuşmuşlardır. Fakat bu konuşmaları nübüvvet itibarıyla değil, Velayet-i Ahmediye yönüyledir. Rasulüllah onlara velayeti ciheti ile temessül etmiş, görünmüştür. Çünkü Rasulüllah'ın ölümü ile vahiy bitmiş nübüvvet sona ermiştir. Ölümünden sonra onu nübüvvetle görmek, sahabe olmak mümkün değildir.

Şu halde nübüvvetin derecesi velayetin derecesinden ne kadar yüksekse, bir nebiyle sohbet ile bir veliyle sohbet arasında da o kadar fark vardır.

2. Risalet sohbetindeki meziyyet ve fazilet çok yüksektir.

Rasulüllah'ın ashabının en hayırlı oluşu Zeydilerin büyük alimlerinden es-Sanani (H. ) tarafından birkaç yönden şöyle anlatılır:

Birincisi, Rasulüllah'ın hadis-i şeriflerde kendi asrının en hayırlı asır (karn) olduğunu haber vermesidir. Bu ve benzeri hadis-i şeriflerde kastedilen kimselerin, Rasulüllah asrında yaşayıp, özellikle onun etrafında bir bunyan-ı mersûs gibi, bir insanın uzuvları, bir fabrikanın çarkları şeklinde sistemleşen cemaati, ümmeti olduğu anlaşılır. Ondan sonra gelenler de ashaba uyan "Tabiin" dir. Bunları da diğerleri takip eder.(3)

İkincisi; cumhuru ulemâ, fert fert sahabelerin üstün olduğu görüşündedirler. Bazıları da sahabenin hep birden, diğer asırlardaki ümmet fertlerinden daha faziletli olduğu görüşündedirler. Bedir'e katılanlar ve Hudeybiye'de bulunanlar, sahabe olsun olmasın kendilerinden sonrakilerden faziletlidirler. İkinci görüşe göre, sahabenin hepsi birden, kendilerinden sonra gelenlerin hepsinden daha faziletlidir.(4)

Buradan anlaşılan şu ki, fıkhi bakış açısı yönünden, hadisçiler, şerhçiler ve müfessirler açısından İslam alimleri sahabenin faziletinde müttefiktirler.(5)

3. Nübüvvet muhitinin kendilerini yetiştirmesi açısından geçilemezler.

İnsanların yetişmesinde çevrenin pek büyük etkisi vardır. Rasulullah'ın dava arkadaşları olan sahabeler ekseriyetle en yüksek kemaldedirler. Çünkü o zaman büyük bir inkılap olmuş, İslam inkılabı ile hayır ve hakkın bütün güzelliği ortaya çıktığı(6) gibi, kötülüklerin ve batılın da bütün çirkinliği açıkça kendini göstermiştir. Bu da hayır ve hak tarafı ile şer ve batıl tarafının iyice, belirgin şekilde birbirinden ayrılması ile mümkün olmuştur. Bir yanda Hak Peygamber, bir yanda ümmetin Firavunu Ebû Cehil ve peygamberlik iddiasında bulunan yalancılar; bir yanda olabildiğince şefkat ve merhamet, bir yanda kendi kızını hiç acımadan, gözünü kırpmadan gömebilme kasaveti(7) ve vahşiliği; bir yanda kemalatın en yüksek zirvesinde olan Peygamber (s.a.v) ve Onun sahabeleri, diğer yanda her türlü rezalet içindeki küfür liderleri ve esfel-i safilindeki müşrikler.

İşte böyle bir durumda misilsiz bir ahlak yüceliğine sahip sahabeler, elbette doğruluğun, hayrın, hakkın dellâlı ve davasının en güzel numunesi olan Rasulüllah'a koşmuşlar. Onun boyası ile boyanmışlardır. Çünkü böyle bir atmosferde yapılacak tek şey budur.

4. Asr-ı Saâdet; bol yağmurlu verimli toprak gibidir.

Rasulüllah (s.a.v) bir hadislerinde; fiziki çevrenin bazı özellikleri ile bir temsil getirerek nübüvvet muhitini anlatır: Ebû Musa (r.a)'tan: Rasulüllah (s.a.v) şöyle buyurdu:

"Allah'ın benimle gönderdiği hidayet ve ilim, toprağa yağan bol yağmur gibidir. Yağmur düşen yerlerden bir kısmı iyidir. Suyu kabul eder, içine alır ve çayırlar ve bol otlar bitirir. Yağış alan topraklardan bir kısmı da çoraktır. Suyu tutar, geçirmez. Böylece Allah o sularla insanlara fayda verir, o sulardan içerler, hayvanlarını sularlar, otlatırlar. Yağmur alan topraktan bir diğer kısmı vardır ki, orası ancak düz ve engin, suyu tutmayan ot bitirmeyen bir çöldür."

"İşte bu anlattığım temsil, Allah'ın dini hususunda ince anlayışı olan, Allah'ın benimle gönderdikleri kendisine fayda veren, onları öğrenen ve öğreten kimselerle, ilim ve hidayete başını kaldırıp bakmayan, benim kendisi ile gönderildiğim Allah'ın hidayetini kabul etmeyen kimselerin temsilidir."(8)

Kaynaklar:

1. bk. Tefsîru'l-Kurâni'l-Azîm, IV, ; Hayatu's-Sahâbe III, , , , (Nitekim Rasulüllah (s.a.v) iyi kimseyi misk satana benzetmiş, kişinin dostunun dini üzerinde olduğunu belirtmiştir. Sahabeler onun dostu, Nübüvvet miskinden koklan, onun sohbeti ile iksirlenen kimselerdir.) Ayrıca bk. Cevâhiru'l-Buhari s. ; Şerhu'l-Akideti't-Tahâviye II, ; Rasulüllah ile sohbet imtiyazının, ilk sahabeleri bile diğerlerinden öne çıkardığı belirtilmektedir. Çünkü bu hususta ilkler ikincilerle müşterek değillerdir. Hiç Onun sohbetinde bulunmayanların durumu ise daha açıktır) sahabe olmak, sohbet, arkadaşlık dostluk, mulazemet, itaat gibi manalara gelir. el-Kâmûsu'l-Muhit, I, 93; es-Savâiku'l-Muhrika s. ; Şerhu'l-Makâsıd, V,
2. İbn-i Abbas (RA) onların-peygamberle birlikte bir saati sizden birinizin kırk yılından hayırlıdır der bk. Şerhu'l-Akideti't-Tahâviye II,
3. Sübülüs-Selâm, IV,
4. a.g.e., IV, ; Ayrıca bk. el-Câmi'Li Ahkâmî'l-Kurân IV, , Şerhu'l-Akideti't-Tahâviye II, vd. İbnu Kuteybe, Abdullah b. Müslim, Te'vilu Muhtelifi'l-Hadîs, Beyrut, , s.
5. Kelamcılar, usulüddin alimleri de hilafetle ilgili konularda bu husustaki görüşlerini belirtmişlerdir.
6. Rasulüllah ümmetin gittikçe bozulacağını, müşrik toplumlara benzeyeceğini ilk devirdeki kemalini kaybedeceğini belirtir. Bk. Sünenu İbn-i Mâce II, , , , , , , , , ; Tefsîru'l-Kurâni'l-Azîm IV, ; ; Riyâzu's-Salihîn s. , ; Râmûzu'l-Ehâdîs no: , ; Şerhu'l-Akîdeti't-Tahâviye II, vd; Bahru'l-Muhît, III, ; Mustafa Muhammed Umare Cevahiru'l-Buhârî, terc. Alioğlu, Hasan, İstanbul, ty. s. , ; Şerhu Fıkhı'l-Ekber, s.
7. Nahl, , Çağatay, Neset, İslam Dönemine dek Arap Tarihi s. 86, , Tekvir, Mahmud Esad, Tarih-i Din-i İslâm, İstanbul, s. ; Berki Ali Himmet Keskioğlu Osman Hz. Muhammed ve Hayatı, Ankara, , s. Heyet, Doğustan Günümüze I-XIV, İstanbul, , I,
8. Riyâzu's-Sâlihîn, s. , no: ; Mecma'ut-Tefâsîr (Lübâbu't-Te'vîl). III,

39 Sufizm'in dinimizdeki yeri nedir?

Sufi; Allah için kalbini saflaştıran kişi.

Sûfî, pislikten arınan, tefekkür ile dolan, beşeriyetten Allah'a yönelen, yanında altın ile çamur eşit olan kişidir. Sûfî, kalbini Allah'ın saflaştırdığı, böylece kâlbi nurla dolan zikrullah lezzetini tadan kimsedir.
Sûfi (veya sofî) kelimesinin hangi kökten türediği hususunda çeşitli görüşler vardır. Bu kelimenin Hicretin ilk asrında kullanılmadığını da biliyoruz. İbn el-Cevzî'nin (öl. ) ifadesine bakılırsa, bu kelimeden türetilen "Tasavvuf" tabiri, hicri ikinci asırdan itibaren kullanılmaya başlanmıştır (Telbisu İblis, s. , Mısır ).

Bilindiği gibi sûfî tabiri aidiyet (ism-i mensup) ifade eden bir kelimedir. Tasavvuf ve mutasavvıf kelimeleri de aslı "S-V-F" olan bu kelimenin "tefe'ül" kalıbına nakli ile elde edilmiştir. Sûfî kelimesinin kökü ve türetilişi hakkında ileri sürülen görüşleri şu şekilde sıralamak mümkündür:

a. Ashâb-ı Suffa: Sûfi, Ashâb-ı Suffa'ya mensub, onlara benzeyen kimse demektir. Ashâb-ı suffa ise, Mescid-i Nebevî'nin sofasında oturan ve sürekli tedris, ibadet ve riyâzetle uğraşan sahabîlere verilen addır. Bizzat Hz. Peygamber (s.a.s) burada dersler veriyordu (M. Hamidullah, İslam Peygamberi, İstanbul , II, s. ). Bu sahabiler hayatlarını İslamı öğrenmeye ve Hz. Peygamber'in (s.a.s) hiç bir irşadını kaçırmamaya vakfetmiş kişilerdi. Daha sonra zuhur eden sütîlerin yaşayışları ile Ashâb-ı suffa'nın hayatları pek çok bakımdan birbirlerine benzerlik gösteriyordu. İşte bu benzerliğe dayanılarak onlara sûfi ismi verilmiştir. Ancak; Arap dilinin kuralları açısından bu görüşü desteklemek mümkün değildir. Zira, bu benzerliği ifade etmek için nisbet ifade eden "sûffi" kelimesinin kullanılması gerekirdi (Telbîsu İblîs, s. ; Avarifu'l-Maarif s. 65). Dolayısıyla tasavvuftaki Sufi kavramının Ashab-ı Suffa ile hiç bir ilişkisi yoktur. Bunu iddia etmek bir zorlamadan öteye gitmez.

b. Saff-ı Evvel: Sûfiler, Cenâb-ı Hakk'ın huzurunda ön safta bulunmaya özel bir önem verdikleri için, kendilerine bu ismin verildiği söylenmiştir. Çünkü onlar, kalpleri ile Cenâb-ı Hakk'a yönelmeye, iç dünyaları ile O'nun huzurunda bulunmaya büyük bir ehemmiyet vermektedirler (Avarif, aynı yer). Bu nisbet de dil bakımından uygun değildir. Zira, saf kelimesinin nisbeti "saffi"dir. Bu bakımdan sûfi'nin saff-ı evvel ile de hiç bir ilişkisi yoktur.

c. Benu's-Sufe: Cahiliyye devrinde, Kâbe'ye hizmet eden, Benü's-Sufe kabilesine nisbetle sufi isminin türetildiği kanaatında olanlar vardır. Adı geçen kabilenin reisi Gavs ibn Mürr Süfa lakabını taşırdı. Öyle anlaşılıyor ki bu lakap, o kabileye ad olmuştur. Ancak bu kabilenin İslam'dan sonra mevcut olmadığı bilinmektedir. İ. Hakkı İzmirli, bu kanaatın doğru olmadığı görüşündedir (M. 12, Tasavvuf, İstanbul , s. 40).

d. Safevî: Sufi kelimesinin aslının "safevî" olduğu, fakat telaffuzunun zorluğu sebebiyle, vav ve fâ harflerinin yer değiştirmeleri suretiyle sufi şekline dönüştüğü ileri sürülmüştür (A varif, s. 65).

e. Sufâne: Sufi kelimesinin sufane kelimesinden geldiği de ileri sürülmüştür. Sufane, bakliyat cinsinden olan bir çöl bitkisidir. Bu görüşe göre sûfiler, bu çöl bitkisinden yiyerek geçindikleri için bu isim verilmiştir. Bu görüşte kabule şayan değildir. Çünkü sûfiler sadece bu bitkiyle beslenmezlerdi. Kaldı ki dil bakımından da bu görüş tutarlı değildir. Zira bu kelimenin nisbeti sufi değil, sûfanîdir (Telbîs, s. ).

f. Savf: Tasavvuf kelimesinin (S-V-F) kelimesinden türetilmiş olduğunu ileri sürenler de vardır. Bu kelime, meyletmek, yüz çevirmek anlamına gelir. Abdulkadir Geylânî (), tasavvufun bu kökten türediği kanaatındadır. Ona göre, gerçek mutasavvıf, masivadan Mevlasına yüz çeviren, meyleden kişidir (A. Geylânî, el-Fethu'r-Rabbânî, Beyrut , s. 60).

g. Sofos-Sofia: Bazıları sûfî kelimesinin Yunanca "hikmet" anlamına gelen "sofos" veya "sofia" kelimesinden türetildiğini iddia etmişlerdir. Bazı müsteşrikler, el-Birrunî (öl: /), Ömer Ferit Kâm ve Şemsettin Sami bu görüşü savunmuşlardır. Müşteşriklerden Nöldeke, Lacy ve Massiğnon bu görüşe katılmazlar. "Batılı müellifler (bazıları) büyük bir yanlış yaparak kelimenin Yunanca "sophos"un Arapça yazılışı olduğunu kabul etmişlerdir. Zira bu görüşün tarihi açıdan desteklenmesi de oldukça zordur. İlk sufi ismini alan kişinin H. tarihinde vefat ettiği bilinmektedir. Oysaki ilk filozof ismini alan Kindî H. yıllarında vefat etmiştir." (Fazlur Rahman, İslâm, İstanbul , s. ).

h. Sûf: Sufi kelimesinin Arapça yün anlamına gelen "sûf" kelimesinden türediği görüşü daha çok taraftar bulmuştur. Her ne kadar, Kuşeyri sufi kelimesinin nereden türediğini gösteren ne bir iştikak kaidesi, ne de bir gramer kuralı yoktur diyor ise de, öyle görünüyor ki sufi ismi, mutasavvıfların zühdün ve dünyayı terk etmenin bir işareti olarak giydikleri yün elbiseden (süf) gelmektedir. İbn Haldun da aynı kanaattadır: "Sufi kelimesinin suf'tan gelmesi en doğru izah tarzıdır. Çünkü sûfiler çoğu zaman yün elbise giymişler ve böylece de fantezi elbise giyen halka muhalefet etmişlerdir." (Kuşeyrî, Risale, s. , Gümüşhânevî, Camiu'l-Usul, s. ; İbn-Haldun, Mukaddime, s. ).

Suff sözcüğünün kaynağı hakkında ileri sürülen bu kadar değişik görüşler, tasavvufun ve sufinin kuşatıcı tek bir anlama indirgenemeyeceğini, çok engin bir anlamlar bütünü içinde ele alınması gerektiğini ifade eder. Aslında, her iklimde ve illkede tasavvuf ve sufinin bilinen belli bir anlamı vardır. Fakat onun asla biçimler ve görüntülerle ilgisi olmasa gerek. Kelimenin etimolojisi ile ilgili tüm bu görüşler, sufiliğin İslam dünyasındaki doğuş ve gelişiminin geniş bir tabana oturduğunun ifadesi olarak değerlendirilmelidir. Buna göre tasavvufu gerçekleştirme çabasını veren kişileri gösteren bir terimdir. (Seyfullah SEVİM, Şamil İslam Ans.)

İslâmiyet, ana hatlarıyla iman, ibadet ve ahlaktan ibarettir. Kelâm ilmi imanı, fıkıh ilmi ibadeti, tasavvuf ilmi de ahlakı ele alır. Tasavvuf, İslâmı derûnî bir şekilde yaşamaktır. Ruhî ve vicdanî bir duyuşun mahsulüdür. Şekilden mânâya geçmek, kabuktan öze ulaşmaktır. Kâlin hâl olmasıdır. (Selçuk Eraydın, Tasavvuf ve Tarikat, Marmara Üni. İlahiyat Fak. Yay. İst. , s. 85)

İnsanın aklı, kâinatın binler hazinelerini açan pırlanta gibi bir anahtardır. Nuranî bir cevherdir. Akl-ı selîm mertebesine ulaştığında, Rabbanî bir mürşittir. Hakikat güneşine açılan bir penceredir.
Kalb dahi, insanın manevî hayatının merkezidir. Binler âlemin manevî bir haritasıdır. Kâinatın hadsiz hakikatlerinin mazharı, medarı, çekirdeğidir. Cenab-ı Hakka parlak bir aynadır. Gayb âlemlerine karşı bir penceredir. Rabbanî bir latifedir. (Said Nursî, Mektubat, Envar Neş. İst. , s. )

İşte, aklın işletilmesiyle pek çok ilimler ve fenler otaya çıktığı gibi, kalbin işletilmesiyle de, tasavvuf ilmi ortaya çıkmıştır.

İslâm tasavvufunun menşeini inceleyen bazı zâtlar, İslâm öncesi tasavvufî akımlarda da benzeri esasları gördüklerinden, onu ya Hint’te, ya İran’da, veya daha başka yerlerde aramışlardır. Halbuki, İslâm tasavvufunu doğrudan doğruya Kur’ân'da ve Resulullah’ın (asm.) hayatında aramak lâzım gelir. (Eraydın, Tasavvuf ve Tarikat. s. 60)

Çünkü tasavvufta yer alan “zikir, fikir, nefis terbiyesi” gibi esaslar, Kur’ân'da çokça bahsedilen konulardır. “Yaşayan Kur’ân” durumunda olan Resulullah (asm) ise, tasavvufî hayatın en zirve tatbikini göstermiştir."

40 İnsan tarikata girmeden de manevi olarak yükselebilir mi? Bir şeyhe bağlanmak doğru mudur? Zümer suresi 3. ayetin tefsirini yapabilir misiniz?

"İyi bilin ki halis din, yani bütün gönlüyle candan itaat, yalnız Allah’a yapılır. Allah’tan başka birtakım hâmiler edinerek: “Biz onlara sırf bizi Allah’a yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz.” diyenlere gelince, elbette Allah, onların hakkında ihtilaf ettikleri hususlarda aralarında hükmünü verecektir. Allah yalancılığı, nankörlük ve kâfirliği huy edinenleri hidâyet etmez, emellerine kavuşturmaz." (Zümer, 39/3)

"Katıksız (hâlis) din" deyimini, kelime-i şehadete dayalı din veya İslâm dini şeklinde açıklayanlar olmuştur. (1) Ancak bu deyimi, daha açık olarak "her türlü şirkten, batıl inanç ve hurafelerden uzak bulunan; vahye dayanan ve kutsal kitabıyla, inanç ve amellere dair hükümleriyle orijinalliğini koruyan din" şeklinde anlamak isabetli görünmektedir.

"Sadece bizi Allah'a yaklaştırsınlar diye onlara tapıyoruz." şeklindeki ifadelerinden de anlaşılacağı üzere Câhiliye putperestleri, Allah'ın varlığına ve yaratıcı gücüne inanmakla birlikte, putları aracı tanrılar kabul edip kendilerine şefaat edeceklerine inandıkları için onlara taparlardı. Görünür veya görünmez varlıklara tapan başka çok tanrılı din mensuplarıyla Hz. İsâ (as)'yı tanrı kabul eden Hristiyanlar da benzer bir anlayışa sahiplerdi.(2) Âyette, bu şekilde değişik bâtıl inanç guruplarıyla ilgili son hükmü Allah'ın vereceği, yani onları hak ettikleri şekilde cezalandıracağı belirtilmektedir. Yaratılmış ve sonlu, böyle olduğu için de eksik ve âciz varlıkları tanrı kabul etmek bir yalandan ibarettir, dolayısıyla bir küfürdür, yani gerçeği ters yüz etmek, inkâr etmektir; bu nedenle de hidayetten mahrum kalmayı gerektirir.(3) Bu suretle âyet şu gerçeği dile getirmektedir:

Melekler veya cinler gibi görülmez varlıklara, güneş vb. gök cisimlerine, Hz. İsâ (as) veya başka bir beşere, ata ruhlarına veya bu sayılanların sembollerine, heykellerine tapanlar ve Allah'ı bırakıp bunları koruyucu (veli) ve kurtarıcı kabul edenler, onlardan medet umanlar hak yoldan sapmışlardır; bunların inançları yalandan ve küfürden ibarettir. Yegâne hak din, tevhid inancıdır; kurtuluşu hak edenler de sadece muvahhid (tek tanrı inancını benimseyen) müminlerdir. (4)

Bir müslümanın mutlaka bir tarikata bir cemaate girmesi, bir şeyhe intisap etmesi şart değildir. "Bir tarikat şeyhine veya cemaate bağlı değilse, İslamiyeti yaşayamaz." diye iddiada bulunmak doğru değildir.

İlave bilgi için tıklayınız:

İslamı yaşamak için bir tarikata girmek şart mıdır?

Dipnotlar:
1. Zemahşerî, HI,
2. Taberî, XXIII,
3. Râzî, XXVI,
4. Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/

41 Veli / evliya kimdir, nasıl bilinir?

Lügatte veli; dost, arkadaş, itaatkar, komşu, işi üstlenen kişi anlamlarına gelmektedir. İslâmi ıstılahta; Allah dostları, Allah'ın sevgili kulları demektir:

"İyi bil ki, gerçekten evliyâullah için korku yoktur, onlar mahzun da olmazlar.''(Yûnus, 10/62).

Hz. Peygamber (asm.) de evliyayı şöyle tarif etmiştir: "Onlar görüldüğü zaman akla Allah Teâlâ gelir. Yüzleri nurludur. Onlarla beraber bulunanlar şaki olmaz."

Evliyanın kerâmeti haktır. Evliya, kerâmetini din için bir delil olarak kullanır.

Hak ve hakikati insanlara duyuran “kudsî mürşitler”den her birisi, kendilerine mahsus irşat metodları ile hizmet etmişlerdir. Bu zatlar gerek manevî makamları, gerekse tebliğ usulleri bakımından düşünülecek olursa şu şekilde tasnif etmek mümkündür:

Peygamberler, sahabîler, asfiyâ, müçtehidler, evliyâ, ulemâ.

Peygamber ve sahabîlerin manevî mertebeleri sadece kendilerine mahsus olmakla birlikte, hiçbir insan kendi gayreti ve hizmetiyle -hâşâ- ne peygamber olabilir ne de sahabî derecesine yükselebilir. Çünkü artık o yol ve kapı kapanmıştır.

Fakat, bunların dışındaki diğer mânâ büyükleri, Asr-ı saâdet'ten sonra her devir ve asırda görülmüş ve Müslümanların manevî imdadına yetişmişlerdir. Resul-i Ekremin (a.s.m.) irtihalini müteâkip asırdan sonra hak ve hakikat iki koldan yayılmıştır: Kalb ve akıl yoluyla. Kalbi esas alan ve keşif-kerâmet kanalıyla iman hakikatlerinin inkişafını temin eden mürşidlere “evliyâ“, ilham feyizlerini doğrudan Kitap ve sünnetten alan, akıl, fikir ve ispat yoluyla hakikatlerin künhüne vakıf olan iman rehberlerine de “asfiyâ” denmektedir.

Asfiyânın kimler olduğunu daha iyi anlayabilmek için Bediüzzaman‘ın bu husustaki tespitlerine bakmak icap eder. Asfiyâ“verâset-i nübüvvet muhakkikleri”(1), yani Hz. Peygamberin (a.s.m.) miras bıraktığı sünnet-i seniyye erbabı olarak tarif eden Üstad, Şuâlar’da ise “ulemânın ilmelyakin suretinde kat’î ve kuvvetli delillerle, enbiyaların Aleyhimüsselâm dâvâlarını ispat eden ve asfiyâ ve sıddîkîn denilen mütebahhir, müçtehid muhakkikler”(2) ifadeleriyle onların metodlarını anlatmaktadır. Onlar iman hakikatlerini ilmî olarak kesin ve kuvvetli delillerle ispata çalışırlar.

Yine aynı eserde enbiya, evliya ve asfiyânın bâriz hususiyetlerini de şu şekilde görmekteyiz:

“Bütün ervâh-ı neyyire ashabı olan enbiyalar ve kulûb-u nûrâniye aktabı olan evliyâlar ve ukûl-u münevvere erbabı olan asfiyâlar,..”(3)

Burada da görülmektedir ki, evliyada kalb hâkim durumda iken, asfiyâda akıl ve ilim başta gelmektedir. Yine Mektubat’ta İmam-ı Rabbanî’den nakille, velâyet-i suğrâ, vustâ ve kübrâ olarak üçe ayıran Bediüzzaman, veliliğin en yüksek makamı olan “velâyet-i kübrâ”yı,

“Verâset-i nübüvvet yoluyla tasavvuf berzahına girmeden, doğrudan doğruya hakikate yol açmaktır.”(4)

şeklinde ifade eder ki, asfiyânın takip ettiği yol bu olmaktadır.

Yine Mesnevî-i Nûriye’nin mukaddimesinde her iki irşad yolunu birleştiren bir izaha yer verilmektedir. Bu yolda, istiğrak ehli olan ve akıl gözünü kapayarak, hakikate sülûk eden zatların aksine, kalb, ruh ve akıl gözü açık olarak manevî ve ilmî mücâhede vardır. Zira “cadde-i kübrâ” adı verilen bu hakikat yolu “Sahabe ve tâbiîn ve asfiyânın caddesidir.” Bu yol İmam-ı Gazalî, Mevlâna ve İmam-ı Rabbanî ile gelmiş, asrımızda da Bediüzzaman’la devam etmiştir.(5)

Bütün ulemânın ittifak ettiği husus şudur ki: “Derece-i şühûd, derece-i îmân-ı bilgaybdan çok aşağıdır.”

Yani îman hakikatlerine gaybî olarak inanmak, bazı evliyânın tariki olan müşahede etmek sûretiyle îman etmekten ve îmanını kuvvetlendirmekten daha üstündür. Bakara Sûresinin 3. âyetinde “Onlar gaybe îman ederler” buyurularak bu hakikate işaret edilir.

Ancak bütün bunlarla birlikte, milyonları bulan evliyâ, îman hakikatlerini mânevî keşif, kerâmet yoluyla görüp tasdik ederken; milyarlarla gelip geçen ve asfiyâ denen tahkik ehli zatlar ise, bu hakikatleri kesin delillerle aklen, fikren ve kuvvetli bir şekilde ispat etmişlerdir.

Fakat evliya ve asfiyanın manevî makam ve derecelerini, fazilet ve üstünlüklerini ayırmak ve tayin etmek kesin hatlarla çizilecek şekilde mümkün olmaz. Ancak meşgul oldukları saha ve dayandıkları esas bakımından asfiyâya misal olarak verilen dört mezhep imamı ve diğer hadis, kelâm ve fıkıh ulemâsı “velâyet-i kübra” makamı olan “Peygamber vârisliğini” devam ettirdikleri için, sırf keşif ve keramet yoluyla hakikata ulaşan ve “velâyet-i suğra” sahibi olan Muhyiddin-i Arabî, Hallac-ı Mansur gibi zatlardan daha yüksek mertebededirler. Bunun için Risale-i Nur'un çeşitli yerlerinde geçen “yüz yirmi dört bin enbiya, yüz yirmi dört milyon evliyâ, yüz yirmi dört milyar asfiyâ” tabirlerine bakarak asfiyânın evliyâdan makamca daha aşağı olduğu manası çıkmamalı. Fakat Abdülkadir Geylâni Hazretleri gibi bazı zatlar, aynı zamanda birer müçtehid olduklarından, hususî fazilet bakımından daha parlak bir makam sahibi olsalar da manevî derece bakımından dört imam gibi asfiyânın sultanı olan zatlar sahabe ve Mehdi’den sonra en yüce makam sahibidirler.(6)

Mutasavvıflar veliliği genel (velayet-i amme) ve özel (velâyet-i hassa) diye ikiye ayırırlar. Genel anlamda her mümin Allah’ın dostudur ve O’nun veli kuludur. Özel anlamda velilik ise düzenli, devamlı, kararlı ve ihlaslı bir şekilde ibadet ve kulluk eden, başta peygamberler olmak üzere takva sahibi bütün salih müminlere mahsustur.(7)

Allah’a yakınlık ve dostluk mümine O’na ibadet ve kullukla sağlandığından müminlerin velayetteki dereceleri amel ve ibadetlerine, ihlaslarına göre farklılık gösterir. Genel velâyet özel velayete dönüştüğü oranda değer kazanır. Kulun amacı özel veliliğe ulaşmak ve evliyaullah arasına katılmaktır. Fakat her velinin Hakk’a yakınlığı aynı olmadığı için özel velayetin de pek çok mertebesi ve menzili vardır.(8)

Nitekim peygamberler ve sahabîler arasındaki fazilet farkı da Hakk’a yakınlıktaki farktan kaynaklanır.

Ebu Nuaym el-İsfahanî evliyanın ayırt edici niteliklerinden bahseder. Buna göre;

- Kendisiyle karşılaşıldığında Allah’ı hatırlatan,
- Zorluklara ve musibetlere katlanan,
- Az yiyecekle yetinen,
- Giyimine önem vermeyen,
- Dünya ziynetine aldanmayan,
- Hakk’ın yarattığı varlıklar üzerinde tefekküre dalıp ibret alan,
- Allah ile olan ahdine sadık kalan,
- Allah'a sevgiyle bağlanan,
- İbadetlerini eksiksiz yapan,
- Kul hakkını gözeten,
- İnsanların ihtiyaçlarına yardım eden,
- İhlaslı, faziletli ve adaletli, içi hüzünlü, yüzü mütebessim
kimseler evliyadır.(9)

Bir müminin velî olduğunu kendisinin bilip bilemeyeceği konusunda çeşitli görüşler vardır. Bazılarına göre velî mütevazi kimsedir. Kendisinden bir keramet zuhur etse bile bunun Allah’ın mekri olabileceğinden korkar, sonundan da endişe eder.(10)

Bazılarına göre ise bir müminin kendisinin veli olduğunu bilmesi mümkündür. Bir kimseye Hak tarafından velayetini tasdik eden bir haber gelirse o kimse veliliğine inanır. Alemde Allah’tan başkasının bilemeyeceği veliler de vardır. “Velîlerim kubbelerimin altındadır, onları benden başkası bilemez” rivayeti uyarınca Allah bu velîleri mahremiyet kubbelerinin altında gizlemiştir(11).

Dipnotlar:

1. Mektubat, s.
2. Şualar, s.
3. a.g.e. s.
4. Mektubat, s.
5. a.g.e. s.
6. a.g.e. s.
7. Kelabazi, et-Taarruf, s.
8. Gazali, İhya, 3/
9. Ebu Nuaym el-İsfahanî, Hilye, 1/
 Kuşeyri, er-Risale, s.
Necmeddîn-i Dâye, Mirsadü’l-ʿibad, s. , , ,

42 Tasavvufun gayesi nedir?

Tasavvuf, İslâm'ın bildirdiği hedeflere ulaşmada etkili bir yoldur. Bu hedeflerden bir kısmını şu şekilde sıralayabiliriz:

Allah’ın ahlakıyla ahlaklanmak.(1) Yani kalp ve ruhunu, Cenab-ı Hakk’ın razı olduğu sıfatlarla donatmaya çalışmak. İlahi ahlak, en kısa ifadesiyle, “Kur’an ahlakıdır:”

- Sünnet-i seniyyeye ittiba. Yani, Resulullah’ın hayatını örnek almak, Onun gibi yaşamaya çalışmaktır. Sünnete ittiba, velayet yolları içinde en güzeli, en müstakimi, en parlağı, en zenginidir.(2) Kur’ân’ın ifadesiyle Hz. Peygamber, “usve-i hasene”dir (Ahzab, 51) Yani, model insandır, en güzel örnektir.

- Nefsi terbiye. Tabiatında günahlara meyil bulunan nefis, terbiye ile güzel bir vaziyet kazanabilir. Nefis, ilk haliyle ham petrole benzer. Arındırılmazsa bir işe yaramaz, hatta zarar verir. Fakat iyi bir terbiyeden geçerse, ondan çok istifade edilir.

- Kesb-i kemal, seyr-i cemâl.(3) Bedenen büyüyen insan, ruhen de büyümelidir. “Büyük insan bedenen büyük olan değil, manen büyük olandır." Çekirdeğin ağaç olmaya çalışması gibi, insanın da hedefi, insan-ı kâmil derecesine ulaşmak olmalıdır. Bu dereceye gelen insan, İlâhi san’at eserlerini seyir ve temaşadan büyük bir haz ve lezzet alır. Kainat kitabının anlayışlı bir mütalaacısı olur.

- Allah’a kurbiyet. Yani, Allah’a yakınlık kazanmak. Şüphesiz, bu kurbiyet, mekanî bir yakınlık değildir.(4) Bir subayın rütbece ilerlediğinde padişaha daha yakın olması, veya bir talebenin ilimde ilerledikçe hocasına daha iyi muhatab olması şeklindedir.

- İhsan mertebesine ulaşmak. Hz. Peygamberin (asm.) tarifinde ihsan, “Allah’ı görür gibi ibadet etmektir.”(5) Bu mertebedeki mümin, kendini Allah’ın huzurunda görür, huzur içinde yaşar. Daha cennete gitmeden, iç aleminde cennetin lezzetlerini hisseder.

- İhlası elde etmek. İhlas, yapılan amelin Allah emrettiği için yapılmasıdır. Kurtuluş, ancak ihlas iledir. İhlasın zıddı, riyadır. Riya ise, yapılan işin gösteriş için yapılmasıdır. Kendi haline bırakılan nefis, riyaya yönelir. Terbiye edilen nefis ise, böyle aşağı şeylere tenezzül etmez; doğrudan doğruya Allah’a müteveccih olur.

Kaynaklar:

1. Nursî, Sözler, Sözler Yay. İst. , s.
2. Nursî, Mektubat, s.
3. Eraydın, Tasavvuf ve Tarikat, s.
4. Eraydın, Tasavvuf ve Tarikat, s.
5. Buhâri, İman, 37; Müslim, İman, 1.

43 Tarikata girmek şart mı? Tarikata girdikten sonra o dersleri takip etmemenin sorumluluğu var mı?

Bir Müslümanın gerçek mürşid ve rehberi Kur'ân-ı Kerim ve Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmdır. Bir Müslüman bu iki mukaddesi kendisine rehber alıp kılavuz edinirse sırat-ı müstakimi bulmuş, kendisine doğru bir yol çizmiş olur. Zaten bunları rehber almayan insanın olsa olsa rehberi ve yol göstericisi şeytandır. Çünkü, kâinatta iyi ve kötülerin temsilcisi vardır. Üçüncü bir yol yoktur. Bir insanın rehberi, ya iyi ve iyilerin temsilcisi olan Peygamber Efendimizdir (asm), ya da kötü ve kötülüklerin temsilcisi olan şeytan ve onun fahrî yardımcılarıdır.

Bununla birlikte başta sahabiler olmak üzere müçtehidler, veliler İslâm ulemâsı da insanlara hak ve hakikatı gösteren, doğru yolu işaret eden rehber ve kılavuzlardır. Bunlar zaten ilim ve irfanlarını Kur'ân'dan, Peygamber (a.s.m.)'den  almaktadırlar. Ve birçokları yüzlerce, binlerce insanın hidâyete ermesine vesile olmuş, hizmet etmiş, dünya ve âhiret saadetine ermesine yardımda bulunmuşlardır.

Meselâ İmam-ı Âzam, İmam-ı Şâfii, İmam-ı Gazâlî, Abdülkadir Gaylânî, İmam-ı Rabbanî, Şah-ı Nakşıbend, Mevlâna ve asrımızda da Bediüzzaman Said Nursî bu mürşid ve rehber şahsiyetlerden bir kısmıdır. Bu mübarek zatların hayatları, hizmetleri incelenirse, büyüklükleri ve İslâm tarihindeki yeri kolayca görülecektir.

Evet, bir Müslüman bu zatların sözlerini, kitaplarını, hal ve hareketlerini, devam etmiş oldukları zikir ve evradı okuyabilir, taklid edebilir ve böylece İslâmî yaşayışını zenginleştirip nurlandırabilir. Böylece bu zatlar insana mürşid olur, rehber olur.

Bu zatları kötü gören, bir peygamber mirasçısı oldukları için imkân nisbetinde taklid etmeyen, tanımayanların da olsa olsa yol göstericisi şeytan ve kötü kimseler olur. Çünkü, bir Müslüman onları Kur'ân'a ve Peygamber (asm)'e uydukları için sevmekte, kitaplarını okumakta, istifâdeye çalışmaktadır.

"İnsan illa bir tarikata bir cemaate girmelidir, bir şeyhe intisap etmelidir; eğer bir tarikat şeyhine veya cemaate bağlı değilse, İslamiyeti yaşayamaz."
şeklinde anlamak, insanı izahında güçlük çekeceği bir duruma sokar.

Tarikat derslerini bırakmak günah değildir; ancak devam etmenin sevabı vardır.

44 Hatemü'l-Evliya ne demektir? Bu veli kimdir?

- “Hatemu’l-Evliya” veya “Hatmu’l-Evliya” olarak kendisinden bahsedilen zat, velilerin sonuncusu olan bir şahıstır. Bu şahıstan, önce Hakim-i Tirmizî, “Hatmu’l-evliya” adlı eserinde bahsetmiş, daha sonra Muhyiddin İbn Arabî “Anka-u mağrib” adlı eserinde bu konuyu geniş bir şekilde incelemiştir. Fakat şunu söylemeliyiz ki, bu eserde, “Hatemu’l-Evliya”nın Mehdi olduğunu gösteren ifadeler yanında, onun farklı bir şahıs olduğunu gösteren ifadeler de vardır.

- Bununla beraber, İbn Arabî, Futuhat adlı eserinde daha açık bazı ifadelere yer vermiştir:

Buna göre; “Hatmu’l-evliya” makamı iki kısma ayrılır:

Birincisi,mutlak olan “Hatmu’l-velaye” makamıdır. Bu makam nübüvvet kanadından gelen bir velayettir. Bu velayetin sahibi, Hz. İsa (a.s.m)'dır. Kendisi, kendi döneminde bir peygamber olmakla beraber, âhir zamanda Hz. Muhammed (a.s.m)’in ümmetinden olup, onun şeriatiyle amel eder. Böylece, artık velayet-i nübüvvete hatime çeker. Kendisinden sonra nübüvvet kanadından gelen bir velayet artık söz konusu olamaz. 

İkincisi: “Hatmu’l-velayeti’l-Muhammediyye”dir. Bu makam, Hz. Muhammed (a.s.m)’in velayet yönünü temsil eder. Bu zat, Arapların en asil bir ailesine mensup olup, günümüzde var olan bir kimsedir. Bu makam sahibiyle hicri yılında görüştüm. Fas’da kendisini tanıdım ve gizli olan bu makamının nişanını müşahede ettim.” (bk. Futuhat, 2/49).

“Bu zat, Hz. Mehdi’den ayrı bir şahıstır. Çünkü Hz. Mehdi, soyca Al-i beyt'tendir. Hatmu’l-Evliya ise, manevî cephesiyle Âl-i beyt'ten sayılır.” (a.g.e, 2/50).

Kur'ân'a göre velâyet, Allah'a inanmak, emir ve yasaklarına titiz biçimde uymak demektir. Bir âyette Allah velilerine korku olmadığı, onların üzülmeyecekleri bildirilir. (bk. Yunus, 10/62). İzleyen âyette de bu velâyetin tanımı yapılır: İnanmak ve muttaki olmak (bk. Yunus, 10/63). Başka bir âyette de muttaki insanın nitelikleri açıklanır. Buna göre muttaki insan Allah'a, ahiret gününe, meleklere, kitaplara, peygambere inanan, sevdiği malını yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, kölelere harcayan, namaz kılan, zekat veren, yaptığı anlaşmanın gereklerini yerine getiren, sıkıntı, hastalık ve savaş zamanlarında sabreden müminlerdir (Bakara, 2/). Bu tanıma göre velâyet gerçek anlamdaki tüm mü'minlerin niteliğidir.

İlave bilgi için tıklayınız:

VELÂYET.

45 Bir kişinin seyyid olduğu nasıl anlaşılır?

Seyyidlerin genelde soy şecereleri bulunmaktadır. Bu şecerelerden kişinin seyyid olduğu anlaşılabilir.

Seyyid olmanın verdiği asıl şeref İslamı yaşamak ve İslam davasını dava edinip ona sahip çıkmaktır. İslama sahip çıkan ve onu yaymaya çalışan kimseler, peygamber soyundan gelmeseler de manevi seyyid sayılırlar.

İlave bilgi için tıklayınız:

SEYYİD

46 Sahabe mesleğinden sonra gelen tarikat mesleğini açan kimdir?

Cevap: 1

Tasavvuf Dönemi: Sufi ve tasavvuf kavramlarının kullanılmaya ve ilk sufi adlarının duyulmaya başladığı hicri II. Asrın sonundan, tarikatların ortaya çıktığı devre kadar olan üç, üç-buçuk asırlık dönemdir. Tasavvuf bu dönemde müessese haline gelmiş ve Cüneyd Bağdadî, Bayezid Bestamî gibi büyük sufi ve mutasavvıflar bu dönemde yetişmiştir.

SOHBETİN ADI: ZİKİR
TARİHİ:

Sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım! Allah’a sonsuz hamd ve şükrederiz ki; bir defa daha Allah’ın bir zikir sohbetinde birlikteyiz. Konumuz: Zikir yani zikrullah.
.
Zikir kelimesi her şeyden evvel “hatırlamak” anlamına gelir. Zikir kelimesi, bir ismin tekrarlanması istikametinde de kullanılır. “Yukarıda ismi zikredilen falanca” dediğimiz zaman gene zikir kelimesi kullanılıyor. Tezekkür, bir konunun etraflıca konuşulması, neticelere bağlanması istikametinde kullanılıyor. O da zikir kelimesinden gelen bir kelime.

Ama bu anlattığımız zikirlerin hepsinden daha önemli olan konu zikrullah’tır; Allah’ın ismini “Allah, Allah, Allah” diye tekrar etmek. Bu ya şimdi söylediğimiz gibi sesli zikir hüviyetinde olur veya “Allah, Allah, Allah” şeklinde sessiz zikir olur. Ne yaptı? Ağzımızda, dilimizle aynı kelimeyi tekrar ettik. Bir de dili de kımıldatmadan, insanın iç sesiyle içindeki sessiz sesle Allah’ı zikretmesi, dilini kımıldatmadan; bu da zikirdir. Dilini kımıldatmadan bir iç zikir, sessiz zikir, hafî zikir, gizli zikir. Eğer ses çıkarmadan, dilimizi kullanarak zikrediyorsak, bu sessiz zikirdir. Zikrettiğimiz dilimizin hareketinden belli oluyor ama sessiz zikrediyoruz. Ama eğer dilimiz de kımıldamıyorsa sesimizi de çıkarmıyorsak ama zikrediyorsak o hafî zikirdir, gizli zikirdir.
 
Bu zikirlerin daha ötesi kalp zikridir. Elinizi nabzınızın üzerine koyduğunuz zaman, bir noktada iki damarı birden yakalayabilirsiniz; hem atardamarı, hem toplardamarı. O zaman kalbinizin;

1- Atma yani vücuda kan yayma,
2- Vücuttaki kanı tekrar geriye toplama, olarak iki hamleyi ardarda yaptığını göreceksiniz. Bu, çift hecede “Allah” kelimesinin tekrarıdır. Gene gizli zikir yapacaksınız. Ama bu sefer kalbinizi düşünerek yapacaksınız. Kalbinizin attığını ve topladığını düşünerek, kalbinizdeki sesle kalbinizin çift atışına paralel olarak, çift heceyle Allah’ı zikredeceksiniz. Bu zikir, gizli zikrin en önemli olan hüviyetidir. Kalp zikri, bütün sahâbenin zikriydi. Onlar daimî zikrin, zikri daimin sahipleriydi, hem de kalp zikri olarak. Zikirlerini kalpleriyle yapıyorlardı. Ve bütün sahâbe bu zikirleriyle İslâm’ın 7 safhasını da yaşadılar.

Öyleyse zikir farz mıdır? Ölçümüz? Ölçümüz her zaman Kur’ân. Neden her zaman Kur’ân? Çünkü Kur’ân direkt olarak Allah’ın kelâmıdır. İnsanların onu teşhis ederken ve izah ederken katkılarını da ihtiva eder. Ama Allah’ın kelâmı Kur’ân-ı Kerim, değişmeyen Kur’ân’ın standartları içinde, asırlar ne kadar geçerse geçsin hüviyetini korur. İlâhi hüviyeti hep devam eder. Onun için Kur’ân asıldır. Allah’ın bu kâinat adı verdiğimiz sisteme son indirdiği, son peygamberine ait olan kitaptır ki; nübüvvet, Peygamber Efendimiz (S.A.V) ile kapanmıştır. Peygamberlik müessesesi, son şeriat kitabını almıştır. Ve kâinat varolduğu sürece, bu şeriat kitabıyla idare edilecektir, hüküm sahibi olacaktır.

Öyleyse bugün Kur’ânî tatbikata baktığımız zaman, bir de bakıyoruz ki; zikir, Kur’ân’ın farzları arasında mevcut değil. Ne 32 farzın içinde, ne 54 farzın içinde zikir mevcut değildir. Biz bunu defaatle söyledikten sonra bir aklı evvel, bilgisayarda kendi standartları içerisinde ilâve yapmış o farzlara, zikri de koymuş oraya.

Sevgili kardeşlerim, biline ki ne söylüyorsak, onu biz mutlaka Allah’tan alırız. Allah, Bize “O’nun azatsız köleliği”ni nasip etti. Biz O’nun azatsız kölesiyiz. O’nun esiriyiz. O, bizim Sahibimiz. Bizi konuşturan, sizlere dîni bizim ağzımızdan öğreten O’dur.

Öyleyse sevgili kardeşlerim, bu konuyu yıllar yılı incelemiş, A’dan Z’ye her noktasını kalbine yazmış olan birisi olarak konuşuyoruz. Yıllarca evvel bir müftü kardeşimizle Bursa’da yaptığımız konuşmada, konferans sonrası “zikrin farz olup olmadığı”nı sormuştuk. O da “Farz değildir.” demişti. Neye istinaden demişti? Demesinde haklı mıydı? Elbette haklıydı. Çünkü 32 farzı da biliyordu, 54 farzı da biliyordu. Ve dîni öğrendiği üniversite, ona zikrin farz olmadığını öğretmişti. Haklı mı? Tepeden tırnağa haklıydı. Ama herkesin içinde yaptığımız konuşma, zannediyorum kişilik bir grup oluşmuştu orada, konferanstan sonra bir başka yerde (Atatürk Caddesi üzerinde, Ticaret Bankası’nın üzerinde bir yerde, hatırlıyorum. İsmini hatırlayamıyorum ama yeri hatırlıyorum.); orada yapmıştık konuşmayı. Ve o da haklı olarak demişti ki: “Hayır, farz değildir.” Biz de o zaman âyetler vermiştik ona.

Sevgili kardeşlerim, şundan emin olunuz: Biz o zamanki Bursa müftüsü olan kardeşimizi çok taktir etmişizdir. Onu küçültmeyi hiçbir zaman aklımızdan geçirmeyiz. Sadece dînî öğretinin Kur’ân hakikatlerine uymadığını söylemek sadedinde bunu söylüyoruz. Ve onu haksız bularak değil, görevini yapmayan bir kişi olarak tanımlamak suretiyle değil, haklı görerek söylüyoruz konuyu. Çünkü ona öğretilmemişti. Okuduğu dîn ilmi, üniversitede ona bunu vermemişti. Vermediğine göre haklı mıydı? Elbette haklıydı.
 
Ve o zamandan bu tarafa, Kur’ân öğretisini devreye aldığımız zaman, net ve açık bir faktör görüyoruz, sevgili kardeşlerim! Zikir farzdır. İşte Muzemmil Suresinin 8. âyet-i kerimesi:

“Vezkurisme rabbike ve tebettel ileyhi tebtîlâ.”“Allah’ın ismiyle zikret ve her şeyden kesilerek Allah’a ulaş.”

73/MUZZEMMİL Vezkurisme rabbike ve tebettel ileyhi tebtîlâ(tebtîlen).

Ve Rabbinin İsmi'ni zikret ve herşeyden kesilerek O’na ulaş.


Allahû Tealâ burada “Allah’ın” değil de, “Rabbinin ismiyle zikret.” diyor. Rabbimizin ismi “Allah”. Onun için biz de “Allah’ın ismiyle zikret.” diyoruz. Neticenin değişeceği kanısında değiliz. Çünkü zikrimiz hep, Allahû Tealâ’nın bize yaptırdığı zikir “Allah, Allah, Allah” şeklindedir. “Rabbim, Rabbim” diye zikretmiyoruz. “Allah, Allah” diye zikrediyoruz. Ne gördük sevgili kardeşlerim? Zikir farz.
 
Peki, çok zikir farz mı? Yani 24 saatlik bir zaman parçasının yarısından fazlasını zikretmek farz mı? Yani başka bir ifadeyle zahid olmak farz mı? Zühd hayatını yaşamak farz mı? O da farz. Günün yarısından daha fazla zikir de farz. Ahzab Suresinin âyet-i kerimesi. Allahû Tealâ buyuruyor:

“Yâ eyyuhellezîne âmenûzkûrullâhe zikren kesîrâ.”“Ey âmenû olanlar! Allah’ı çok zikirle zikredin.”

33/AHZÂB Yâ eyyuhâllezîne âmenûzkûrullâhe zikren kesîrâ(kesîran).

Ey âmenû olanlar! Allah’ı çok zikirle (günün yarısından fazla) zikredin.


Kim bunlar? Bunlar çok zikirle zikredenler, zahid olanlar… Her gün 12 saatten daha fazla zikreden herkes, zühd makamının sahibi olur. Hem fizik vücudunu teslim etmek için hazır hale gelmiştir. Kısa bir zaman sonra bu kişi mutlaka fizik vücudunu Allah’a teslim edecektir. Önemli olan, yarım gün handikapını atlayabilmek. Öyleyse ne görüyoruz? Günün yarısından daha fazla zikir de farzmış. “Allah’ı günün yarısından daha fazla zikret.” emri var Kur’ân-ı Kerim’de.

Çok zikirle zikretmek, bir de bunun zıttı; az zikirle zikretmek. Az zikir. Azla çoğu birbirinden ayıracak olan faktör ne? Günün bütünü. Yarısından daha fazla zikreden, her gün çok zikir yapıyor, demektir. Günün yarısından daha çok zikir yapıyor, demektir. Günün yarısından daha az zikreden de günün yarısından daha az zikir yapıyor, demektir. Hak ve adalet mekanizması, 24 saatin 12 saatini ifade eder, ayrımı yapabilmek için.

Peki, daimî zikir farz mıdır? Evet sevgili kardeşlerim, daimî zikir de farzdır. Nisa Suresinin âyet-i kerimesi. Allahû Tealâ buyuruyor:

“Ayaktayken de otururken de yan üstü yatarken de, o takdirde Allah’ı zikredin.”

4/NİSÂ Fe izâ kadaytumus salâte fezkurûllâhe kıyâmen ve kuûden ve alâ cunûbikum, fe izatma’nentum fe ekîmus salât(salâte), innes salâte kânet alâl mu’minîne kitâben mevkûtâ(mevkûten).

Böylece namazı bitirdiğiniz zaman, artık ayaktayken, otururken ve yan üstü iken (yatarken), (devamlı) Allah'ı zikredin! Daha sonra güvenliğe kavuştuğunuz zaman, namazı erkânıyla kılın. Muhakkak ki namaz, mü'minlerin üzerine, "vakitleri belirlenmiş bir farz" olmuştur.


“Fezkurûllâhe:Hep Allah’ı zikredin. 
Kıyâmen: Ayaktayken,
Kuûden:Otururken,
Ve alâ cunûbikum:Ve yan üstü yatarken.” diyor Allahû Tealâ.

Bir insan 3 halde bulunabilir:

1-Ya ayaktadır.
2-Ya oturuyordur.
3-Ya da yatıyordur.

Ve yatarken Allahû Tealâ, yan üstü yatmanızı uygun görüyor. Yan üstü yattığınız zaman kıbleyi sağa alacak şekilde yattığınızda, yan üstü yattığınızda, yüzünüz ve göğsünüz kıbleye karşı gelir. Ve başka bir avantajınız oluşur. Kulağınızı yastığın üzerinde birazcık kımıldatırsanız, o zaman kulağınızda basınç sebebiyle kalbinizin atışlarını hissedeceksiniz. Ve uyuyana kadar kalbinizin atışlarına paralel olarak, dilinizi de kımıldatmadan “Allah” kelimesini tekrar edin. Başardıktan bir süre sonra, sabah uyandığınızda da -sabah namazı için veya teheccüd namazı için kalkarken uyandığınızda- bakacaksınız ki; aynı tempoyla aynı ses iç dünyanızda yankılanıyor. İşte o gece daimî zikrin ilk adımını attınız demektir. Yatarken zikirle yattınız ve uyandığınız zaman da hâlâ iç sesinizde o yankılanma devam ediyor: Kalbinizin her çift atışında “Allah” kelimesi…

Sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım! Zikir, ibadetlerin neresinde yer alır? Zikir, ibadetlerin en üstünde yer alır. Belki aranızda hâlâ o okullarda öğretilen o öğretiyi söyleyecek olanlar vardır. “Namaz dinin direğidir. En büyük ibadet namazdır.” diyecek olanlar vardır diye düşünüyoruz. Ama Kur’ân-ı Kerim hiç öyle söylemiyor.

Sevgili kardeşlerim, ne olurdu halimiz acaba bizim? Eğer Allahû Tealâ bize bu hakikatleri öğretmeseydi, biz de sizlere öğretemeseydik; o zaman hepimizin gideceği yer cehennem olacaktı, sevgili kardeşlerim! Çünkü dîn müessesesi, insanları kurtarabilecek olan bütün vasıflarını kaybetmiş 14 asırda; bu, İslâm dîni. Ondan evvel hristiyanlarda dînin kurtarıcı vasıfları kaybolmuş. Ondan evvel yahudilerde dînin koruyucu vasıfları, kurtarıcı vasıfları kaybolmuş.

Öyleyse sevgili kardeşlerim, Kur’ân-ı Kerim’ açıkça bunu söylüyor: Peygamber Efendimiz (S.A.V) zamanında, hristiyanların ve yahudilerin büyük kısmı Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e karşıydılar. Öğrettiği şeylerin bir değeri olmadığını iddia ediyorlardı. Hristiyanların da yahudilerin de büyük kısmının bu iddialarına karşın, hem yahudilerin hem de hristiyanların içinde birtakım küçük gruplar Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e âyetler indirildikçe, kendi yaşadıkları hayatla inen âyetlerin aynı şeyler olduğunu görerek, gözyaşı döküyorlardı, sevinç gözyaşları döküyorlardı. Kur’ân bunları açık açık anlatıyor.

Peki şimdi? Şimdi Peygamber Efendimiz (S.A.V) devrinde yahudilerin de hristiyanların da büyük çoğunluğunun dîni unutması gibi, Peygamber Efendimiz (S.A.V)’den 14 asır sonra İslâm âlemi de dînini unutmuş durumda. Sevgili kardeşlerim! Bütün dünyada bunu konferanslarla bütün dünyaya, Allah, bu canı bu tende bırakırsa mutlaka ulaştıracağız. Bu konuda Allah’ın gerektirdiği dizaynın hamdolsun ki sahibi olduk. Ve artık şartlar adım adım bizleri bir “dünya konferanslar dizisi”ne doğru yaklaştırıyor. Allahû Tealâ engelleri birer birer hamdolsun ki kaldırıyor.

Yani? Yani önce yahudiler, sonra hristiyanlar, sonra da İslâm büyük kitleler olarak dînlerini unutmuşlar. Hepsinin içinde küçük gruplar, dînlerini aynen yaşıyorlar: İşte biz ve bize tâbî olanlar; biz de bir büyük grup değiliz, henüz küçük bir grubuz. “Henüz” sözünün üzerinde durun, sevgili kardeşlerim! Çünkü şu anda dünya üzerinde bu konunun açıklama yetkisi, öğretilerek bize verildi. Biz dîni, kendimizden öğrenmedik. Biz dîni okullardan da öğrenmedik. Arapça’yı da doğru dürüst bilmeyiz. Ama dînimizi, kâinatın yegâne dînini iyi değil, çok iyi biliriz. Bunu ne kadar rahat söylüyorum. Neden? Çünkü bunu yapan ben değilim. Bunu Allah yaptırıyor. Onun için çok rahat bir standartta size söyleyebiliyorum ki; evet, şu anda dünya üzerinde kâinatın yegâne dînini bizim seviyemizde anlatabilecek olan bir kişi yaşamıyor. Öyleyse bir kısım saflar buna “övünme” diyebilirler. Neşeleri bilir. Ama sevgili kardeşlerim, övünen kişi kimdir? Kendisinde sahip olmadığı şeyleri vehmetmek suretiyle başkalarına caka satan kişi. Hamdolsun ki Allahû Tealâ bize tevazuyu öğretti. Allahû Tealâ bize vakur olmayı öğretti.

Öyleyse kim incelerse şunu görecektir ki; dünya üzerinde bütün dînleri birleştirebilecek olan bir kişi yaşıyor. Dînlerin birbirinden hiçbir ayrılığının bulunmadığını söyleyebilecek olan bir kişi yaşıyor. Öğretisi, Allah’tan olan birisi. Sevgili kardeşlerim! 30 yaşına kadar dînin dışında yaşamış olan birisi konuşuyor sizinle şu anda. Hem de solcu… Teftiş heyetinin en solundaki kişi. Entellektüel olmak için neler yapmaya çalıştı? Ukalâ Sırf ukalâlık etmek için ekonomiyi en iyi standartlarda öğrenmek mecburiyetinde hissetti kendisini. Ve Devlet Planlama Teşkilatı’nda uzun süre çalıştı. İşte o ukalâ, o benim! Herkese caka satmak için, etrafımdaki insanlara hadlerini bildirmek için hep ukalâlık ettim. Ama dînimi hiç mi hiç yaşamadım, hiç bilmedim. 30 yaşında Allah’ın dîninin ne olduğu konusundaki ilk izlenimlerim oluştu.

Sevgili kardeşlerim! Dayı Bey benim ilk mürşidimdi. 10 yıl sürdü beraberliğimiz. 10 yıl içinde, ben arkamda güvenebildiğim bir mürşidimin varlığı sebebiyle çok rahat bir insandım. İnsanlara caka satmak için, sevgili kardeşlerim, operayı sevebilmek için ne kadar gayret sarf ettim biliyor musunuz? Ama başaramadım.  Beethoven’i sevmek için -Chopen’i biraz seviyorum, o devre dışı- Mozart’ı sevmek için ne kadar gayret sarf ettiğimi bilemezsiniz? Ne zaman onları dinlersem, sanki karanlık bir mağaradayım ve etraftan mağaranın duvarları bana yaklaşıyormuş gibi hissettim. Kısaca entellektüel olamadım.

Sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım! Hanyayı Konya’yı, onu kaybettiğim zaman anladım. Onun değerinin ne büyük olduğunu, ancak onu kaybettiğim zaman anladım. Demişti ki: “Neden sen beni bulmadın da ben seni buldum. Bunu ilerde Allahû Tealâ sana söyleyecek.” Gerçekten de o zamanki havai ben, hiçbir zaman dîn konusunda bir ilmin, bir araştırmanın sahibi olamazdım. Olmam mümkün değildi. Oruç da tutmazdım, namaz da kılmazdım. Allah’ın emrettiği hiçbir şeyi yapmazdım. Ve de bunun bir marifet olduğunu zannederdim üstelik de.

Her şey onunla başladı sevgili kardeşlerim! Tam 30 yaşındaydım. Ve müfettiş imtihanlarına girişin son senesiydi. O zaman gittik, bir müfettişlik imtihanını kazandık. Vakıflar Bankası müfettişi olduk. Ve böyle başladık. Daha o devrede Dayı Bey’le tanıştık, tasavvufa adım attık. İşte o zaman hayatı öğrendim sevgili kardeşlerim! Hayatın yaşanmaya değer, harika bir şey olduğunu öğrendim. 10 sene boyunca da “mürşidim var” diye, en ufak bir gayretin sahibi olmadım hiçbir konuda. Tabiatıyla Allah’ın yardımı söz konusuydu.

İşte zikri Dayı Bey bana öğretti. Zikir müessesesi, hayatımın en kıymetli şeyi haline geldi. Onun gösterdiği fizik ötesi bütün olaylar beni, Allah’a her gün biraz daha, biraz daha, biraz daha bağladı. Bağladı ama ukalâlığım eksilmedi. Adım adım manevi hedefe doğru giderken, çok yavaş bir gidişti. Şu fizik standartlardaki ilimleri bir bir en iyi derecede öğrenmek için adım adım gayretlerin sahibi oldum. Özellikle iktisat üzerine çok çalıştım. Sonra bir gün Dayı Bey rahmetli oldu. Ondan sonra bir boşluk devresi geçirdim, birkaç sene. Hayatımdaki en hüzünlü devredir. Sonra Menzil’de Muhammed Raşit Hazretleri’ne tâbî olduk, evvelâ onun Ankara’daki bir yetkilisine; Zeki Hoca. Sonra da beraber Menzil’e gidip, Muhammed Raşit Hazretleri’ne tâbî olduk. Ve tasavvufun aslî hüviyetiyle yaşanması, o devrede teşekkül etti.

Sevgili kardeşlerim! Bunları niye anlatıyorum? Şunun için anlatıyorum: Bir defa daha tekrar ediyorum ki; biz orada da bir şey öğrenmedik. Çünkü mürşidimiz Türkçe’yi doğru dürüst konuşmazdı. Ve de öyle uzun sohbetler de yapmazdı. Zeki Hoca’dan da bir şeyler öğrenmek pek mümkün değildi. Ama Allahû Tealâ, bizi yetiştirmek üzere bize çok şeyler gösterdi, çok şeyler öğretti. Sevgili kardeşlerim! Neyi biliyorsak, onları hep Allah’tan öğrendik. Ve öğrendikçe, dînin insanlar eliyle hangi ölçüde dejenere olduğunu gördük. Zikrin değerini öğrendik. Ve bütün hedeflere gitmenin yegâne yolunun zikirden geçtiğini gördük.

Zikir, sadece kendisini sevdiren bir müessese değildir. Zikir, diğer ibadetlerin de sevgisini oluşturur. Diğer ibadetler zikir sevgisi oluşturamaz ama zikir, diğer bütün ibadetleri size sevdirir. İşte o zikir denilen müessesedir ki; Allahû Tealâ bizi aldı, zikrin başından sonuna kadar ulaştırdı: Daimî zikir… Ondan sonra da irşad makamına ulaştırmak ve zikrin tesbihe dönüşmesi… Ve manevî alanda Allah’ın bizim için uygun gördüğü merhaleler, ilerlemeler ve nihayet Devrin İmamlığı…

Sevgili kardeşlerim! Bunları bir övünç vesilesi olarak söylemiyorum. Samimi olarak varlığımı koyuyorum ortaya ki; ben bir hiçtim. Ve de o yıllarda gerçekten ukalâ bir insan olarak tanınırdım. Ama Allah bana öyle şeyler öğretti ki; başka insanlar onları bilmiyorlar. Sevgili kardeşlerim! Bütün bu hedeflere bizi götüren en kuvvetli vasıta zikirdi: Allah’ın ismini “Allah, Allah, Allah” diye tekrar etmek.

Gerçekten en büyük ibadet zikir midir? Bakınız ne diyor Allahû Tealâ Ankebut’te:

29/ANKEBÛT Utlu mâ ûhıye ileyke minel kitâbi ve ekımıs salât(salâte), innes salâte tenhâ anil fahşâi vel munker(munkeri), ve le zikrullâhi ekber(ekberu), vallâhu ya’lemu mâ tasneûn(tasneûne).

Kitaptan sana vahyedilen şeyi oku ve salâtı ikâme et (namazı kıl). Muhakkak ki salât (namaz), fuhuştan ve münkerden nehyeder (men eder). Ve Allah’ı zikretmek mutlaka en büyüktür. Ve Allah, yaptığınız şeyleri bilir.


“Utlu mâ ûhiye ileyke minel kitâbi:Onlara sana kitaptan öğrettiğimiz şeyleri oku, anlat, tilâvet et.”
“Ve ekımıs salât: Ve namaz kıl.”
“İnnes salâte tenhâ anil fahşâi vel munker:Çünkü namaz münkerden ve fuhuştan men eder. (Senin namazın: Daimî zikrin sahibi olan Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in namazı.)”
“Ve le zikrullâhi ekber: Ve muhakkak ki mutlaka, Allah’ı zikretmek; zikrullah ekberdir.”

“Kur’ân-ı Kerim tilâveti olan zikirden de daha büyüktür. Namaz kılmak olan zikirden de daha büyüktür. 3 zikirden en büyüğü zikrullahtır.” diyor Allahû Tealâ.

Bu zikrullah’ın namaz olduğunu iddia eden saflar var. Allahû Tealâ açık açık 3 tane zikirden bahsediyor Ankebut’te. Kur’ân-ı Kerim tilâveti bir zikirdir. Kur’ân’ın kendisi zikirdir. Namaz kılmak; o da bir zikirdir. Ama zikrullah, zikrullah da bir zikirdir. Ama zikrullah, diğer ikisinden daha büyük bir zikirdir. En büyük ibadet zikirdir.

Peki, bu zikir neme bir şeydir ki böyle, bu kadar büyük olarak değerlendiriliyor Allahû Tealâ tarafından? Eğer velâyet yolunu seçmişseniz sevgili kardeşlerim, Allah’a ulaşmayı dilemişseniz sizi hedefinize erdirecek olan, zikirden daha büyük bir silah mevcut değildir.

Ne yapar bu zikir? Allah’a ulaşmayı diledikten sonra mürşidinize ulaşacaksınız. Ve tâbî olacaksınız. Ve tâbî olduğunuz anda kalbinizin içine Allah îmânı yazacak. Başınızın üzerine devrin imamı gelip, sizin ruhunuzu Allah’a gönderecek. Kendisi gelip, başınızın üzerine yerleşecek. O zaman bizi tanıyacaksınız orada.

Sevgili kardeşlerim! Devrin imanının ruhunun başınızın üzerine gelip, yerleşmesi ve kalbinize îmân yazılması neyi ifade eder? Zikirle bütünlenen bir tamı ifade eder. “Allah, Allah, Allah” diye ister sesle, ister sessiz, ister kalpten, nasıl zikir yaparsanız yapın, bu noktadan itibaren yaptığınız zikir, sizin göğsünüze Allah’ın katından “rahmet-fazl ve rahmet-salâvât” adlı iki grup nur gönderir. İkisinde de rahmet nurları uçaktır, kargo uçağıdır. Fazıllarla salâvât nurları, yüktür, kargodur. Ve nurlar daima ikişer ikişer gelir. Zumer Suresinin âyet-i kerimesi gereğince:

39/ZUMER Allâhu nezzele ahsenel hadîsi kitâben muteşâbihen mesâniye takşaırru minhu culûdullezîne yahşevne rabbehum, summe telînu culûduhum ve kulûbuhum ilâ zikrillâh(zikrillâhi), zâlike hudallâhi yehdî bihî men yeşâu, ve men yudlilillâhu fe mâ lehu min hâd(hâdin).

Allah, ihdas ettiği (nurların) ahsen olanlarını (rahmet, fazl ve salâvâtı), ikişer ikişer (salâvât-rahmet ve salâvât-fazl), Kitab’a müteşabih (benzer) olarak indirdi. Rab’lerinden huşû duyanların ciltleri ondan ürperir. Sonra onların ciltleri ve kalpleri Allah’ın zikriyle yumuşar, sükûnet bulur (yatışır). İşte bu, Allah’ın hidayetidir, dilediğini onunla hidayete erdirir. Ve Allah, kimi dalâlette bırakırsa artık onun için bir hidayetçi yoktur.


Öyleyse ne olur? Bu nurlar: Madde Sadece zikirle gelir. Göğsünüze gelir. Göğsünüzden Allah’ın yardığı yarıktan geçerek kalbinize gelir. Sadece Allah’a ulaşmayı dileyenlerin göğüslerini Allahû Tealâ yarar. En’am Suresinin âyet-i kerimesi gereğince, göğüslerinden kalplerine nur yolu açar:

6/EN'ÂM Fe men yuridillâhu en yehdiyehu yeşrah sadrahu lil islâm(islâmi), ve men yurid en yudıllehu yec’al sadrahu dayyikan haracen, ke ennemâ yassa’adu fîs semâi, kezâlike yec’alûllâhur ricse alâllezîne lâ yu’minûn(yu’minûne).

Öyleyse Allah kimi Kendisine ulaştırmayı dilerse onun göğsünü yarar ve (Allah’a) teslime (İslâm’a) açar. Kimi dalâlette bırakmayı dilerse, onun göğsünü semada yükseliyormuş gibi daralmış, sıkıntılı yapar. Böylece Allah, mü’min olmayanların üzerine azap verir.


O zaman bu insanlar, mürşidlerine ulaştıktan sonra zikir yapmaya başlarlar, “Allah, Allah, Allah” diye. Ve bu zikir Allah’ın katından, rahmetle fazl ve rahmetle salâvât adlı bu iki grup nuru çeker, o kalbe ulaştırır. Göğüsten içeri giren nurlar, kalbe ulaşırlar. Ve kalbe ulaştıkları zaman, kalbin Rabbanî duhulunun içinde, menfezinin üstünde bulunan yuvarlak kapıyı aşağıya doğru iterler ve zulmanî menfezi kapatırlar.

Allah’ın katından gelen rahmet ve fazl, gene Allah’ın katından gelen rahmetle salâvât o kişinin göğsünden kalbine ulaşır, kalbe girer. Birkaç dakika içinde kalp bütünüyle rahmet, fazl ve salâvâtla dolar. Bütün karanlıklar kapı dışarı edilir. Ne olur böyle bir husus tahakkuk ederse? Böyle bir husus tahakkuk ederse, sevgili kardeşlerim, bakınız ne oluyor?

Allah mürşidinize ulaştığınız zaman kalbinizin içine “îmân” kelimesini yazıyor. Başınızın üzerine gelen devrin imamının ruhu, size ait ruhu Allah’a geri gönderiyor, Mu’min Suresinin âyet-i kerimesi gereğince:

40/MU'MİN Rafîud deracâti zul arş(arşi), yulkır rûha min emrihî alâ men yeşâu min ıbâdihî li yunzira yevmet telâk(telâkı).

Dereceleri yükselten ve arşın sahibi olan Allah, kullarından (Kendisine ulaştırmayı) dilediği kişinin (Allah’a ulaşmayı dilediği için Allah’ın da Kendisine ulaştırmak istediği kişinin) üzerine (başının üzerine) Allah’a ulaşma gününün geldiğini (o kişinin ruhuna) ihtar etmek için, emrinden (Allah’ın emrini tebliğ edecek) bir ruh (devrin imamının ruhunu) ulaştırır.


Ona ihtar ediyor ki: “Senin Allah’a mülâki olma günün, yevmet talâkın geldi. Vücudu terk edip, Allah’a doğru yola çık.” diyor. Ruhunuz vücudunuzdan ayrılıp, devrin imamının dergâhına ulaşacaktır.

İşte böyle bir olayda zikir yapmak, ruhunuzun Allah’a doğru olan yolculuğunun kesin kılavuzudur. Zikirsiz, hiç kimse ruhunu Allah’a ulaştıramaz. Oysaki üzerinize defalarca farz kılınmış olan bir husus. Ruhunuzu Allah’a ulaştırmakla mükellefsiniz. İşte Muzemmil

“Vezkurisme rabbike ve tebettel ileyhi tebtîlâ.”“Allah’ın ismiyle zikret ve her şeyden kesilerek Allah’a ulaş.”

73/MUZZEMMİL Vezkurisme rabbike ve tebettel ileyhi tebtîlâ(tebtîlen).

Ve Rabbinin İsmi'ni zikret ve herşeyden kesilerek O’na ulaş.


Ruhunuzun Allah’a ulaşması farz kılınıyor.

Zumer

“Ve enîbû ilâ rabbikum ve eslimû lehu min kabli en ye’tiyekumul azâbu.”“Üzerine azap gelmeden önce Allah’ yönel, Allah’a ulaşmayı dile ve O’na teslim ol.”

“Önce ruhunu, sonra fizik vücudunu, sonra nefsini, sonra da iradeni teslim et.” diyor Allahû Tealâ.

39/ZUMER Ve enîbû ilâ rabbikum ve eslimû lehu min kabli en ye’tiyekumul azâbu summe lâ tunsarûn(tunsarûne).

Ve Rabbinize (Allah’a) yönelin (ruhunuzu Allah’a ulaştırmayı dileyin)! Ve size azap gelmeden önce O’na (Allah’a) teslim olun (ruhunuzu, vechinizi, nefsinizi, iradenizi Allah’a teslim edin). (Yoksa) sonra yardım olunmazsınız.


Böyle bir olayın ruhumuzu Allah’a ulaştırmasını gerçekleştirebilmesi, sadece zikirle mümkündür. Başka hiçbir ilacı yok. Zikir yaptığınız zaman, Allah’ın katından gelen rahmetle fazl ve rahmetle salâvât nurlarından fazıllar, Allah’ın kalbinize yazdığı îmân kelimesiyle ters kutupların sahipleridir. Manyetik alan sahibidir ikisi de. Ve îmân kelimesi kalbinizin duvarına yazılmıştır. Îmân kelimesi fazılları kendisine çeker ve rapteder. Nefsinizin kalbi % afetlerle doludur, başlangıçta. Bu afetler, Allah’ın bütün emirlerine karşı çıkarlar, yasak ettiği bütün fiilleri de işlemek isterler. Ama gelen fazıllar, bunun tam zıttıdır. Allah’ın emrettiği şeyleri yapmaya programlanmışlardır, yasak ettiği fiilleri de işlememeye.

İşte nefsinizin kalbinde sizi Allah’a yaklaştıracak olan olaylar dizisi burada başlar. Adı nefs tezkiyesidir. Nefs tezkiyesinin anahtarı ise zikirdir. Zikirle Allah’ın katından gelen evvela rahmet, mürşidinize ulaşmadan evvel %2’lik bir bölümde, nefsinizin kalbinde yerleşir. Ondan sonra fazllar nefsinizin kalbi tarafından kabule başlanır. “Îmân” kelimesi fazlları kendisine çeker, çünkü zıt kutup fazllardadır.

Nefsinizin kalbinde ilk %7 nur birikiminde, fazl birikiminde ruhunuz zemin kattan 1. gök katına kadar yükselir. Nefs-i Emmare’desiniz. Yusuf Suresi âyet-i kerime:

”Ve mâ uberriu nefsî, innen nefse le emmâretun bis sûı illâ mâ rahime rabbî.”“Ben nefsimi beraat ettiremem” diyor Hz. Yusuf. “Çünkü nefs şerri emreder. Ama rabbimin rahim esmasıyla tecelli ettiği nefsler hariç.” diyor.

12/YÛSUF Ve mâ uberriu nefsî, innen nefse le emmâretun bis sûi illâ mâ rahime rabbî, inne rabbî gafûrun rahîm(rahîmun).

Ve ben, nefsimi ibra edemem (temize çıkaramam). Muhakkak ki nefs, mutlaka sui olanı (şerri, kötülüğü) emreder. Rabbimin Rahîm esmasıyla tecelli ettiği (nefsler) hariç. Muhakkak ki Rabbim, mağfiret edendir (günahları sevaba çevirendir). Rahîm’dir (rahmet nurunu gönderen ve merhamet edendir).


Öyleyse Rahim esmasıyla tecelli, Allah’a ulaşmayı dileyen kişilerde oluşur. Ve onların bütün günahları örtülür ve sevapları günahlarından fazla olur. Daha mürşidine ulaşmadan evvelki işlev budur. Mürşide ulaştıktan sonra nefs tezkiyesi başlar. Kişinin kalbine ulaşan bu rahmet, fazl ve salâvâttan, fazıllar kişinin nefsinin kalbinde %7’yi tamamladığı zaman, ruh 1. gök katına yükselir.

İkinci defa %7 fazl birikimi, ruh 2. katta; Nefs-i Levvame. Kıyamet Suresi 2. âyet-i kerime:

“Ve lâ uksimu bin nefsil levvâmeti.”“O levvame nefse kasem ederim.” diyor Allahû Tealâ.

75/KIYÂME Ve lâ uksimu bin nefsil levvâmeti.

Ve hayır, levvame (kınayan) nefse yemin ederim.


İkinci defa %7 nur birikimi;  ruhunuz 2. gök katında. Nefs-i Levvame’desiniz.

Üçüncü defa %7 nur birikimi; Nefs-i Mülhime’desiniz. Ve Allah’tan ilham almaya başlıyorsunuz.

“Fe elhemehâ fucûrehâ ve takvâhâ.”Allahû Tealâ Şems Suresinin 8. âyet-i kerimesinde bunu söylüyor: “O nefse takvası ve füccuru ilham edilir.”

91/ŞEMS Fe elhemehâ fucûrehâ ve takvâhâ.

Sonra ona (nefse) fücurunu ve takvasını ilham etti.


3. gök katındasınız, bir daha %7 nur birikimi; Nefsi Mütmainne. Ra’d

“Kalpler ancak Allah’ı zikretmekle mütmain olur, öyle değil mi?” diyor Allahû Tealâ. Kalbin mutmain olması ancak Allah’ı zikretmekle mümkündür. İşte konumuzun özü bu.

13/RA'D Ellezîne âmenû ve tatmainnu kulûbuhum bi zikrillâh(zikrillâhi) e lâ bi zikrillâhi tatmainnul kulûb(kulûbu).

Onlar, âmenûdurlar ve kalpleri, Allah’ı zikretmekle mutmain olmuştur. Kalpler ancak; Allah’ı zikretmekle mutmain olur, öyle değil mi?


Ve nefsimizin kalbindeki nurlar burada dördüncü defa %7 fazl içeriyor; ruhumuz 4. gök katında. Sonra Allah’tan razı oluyoruz; beşinci defa %7 nur birikimi. Allah da bizden razı oluyor; altıncı defa %7 nur birikimi. Ruhumuz 5. ve 6. gök katlarına ulaşıyor. Fecr Suresinin ve ayetleri:

“Yâ eyyetuhen nefsul mutmainnetu. İrciî ilâ rabbiki râdiyeten mardiyyeh.”“Ey mutmain olan nefs, Allahtan razı ol, Allah’ın rızasını kazan. Ey ruh! Rabbi’ne geri dön.”

89/FECR Yâ eyyetuhân nefsul mutmainnetu.

Ey mutmain olan nefs!

89/FECR İrciî ilâ rabbiki râdıyeten mardıyyeten.

Rabbine dön (Allah’tan) razı olarak ve Allah’ın rızasını kazanmış olarak!


İşte 5. ve 6. basamaklar… Sevgili kardeşlerim! 5. ve 6. gök katları…

Ve nefsinizin kalbinde 7. defa %7 fazl birikimi; Nefs-i Tezkiye. Fatır Suresinin âyet-i kerimesi:

“Ve men tezekkâ fe innemâ yetezekkâ li nefsihî, ve ilâllâhil masîr.”

“Kim nefsini tezkiye ederse, o felaha erer.” Kim nefsini tezkiye ederse, o bunu kendisi için yapmıştır. Neden? Çünkü Allah’a ezelde söz vermiştir nefs, tezkiye olacağına dair, tasfiye olacağına dair. Ve ruhu Allah’a ulaşır. “İlâllâhil masîr.” “Allah’a geri döner.” diyor Allahû Tealâ.

35/FÂTIR Ve lâ tezirû vâziretun vizre uhrâ, ve in ted’u muskaletun ilâ himlihâ lâ yuhmel minhu şey’un ve lev kâne zâ kurbâ, innemâ tunzirullezîne yahşevne rabbehum bil gaybi ve ekâmûs salât(salâte), ve men tezekkâ fe innemâ yetezekkâ li nefsihî, ve ilâllâhil masîr(masîru).

Ve yük taşıyan birisi (bir günahkâr) başka birinin yükünü (günahını) yüklenmez. Eğer ağır yüklü kimse, onu (günahlarını) yüklenmeye (başkasını) çağırsa bile ondan hiçbir şey yükletilmez, onun yakını olsa dahi. Sen ancak gaybte Rabbine huşû duyanları ve namazı ikame edenleri uyarırsın. Ve kim tezkiye olursa (nefsini tezkiye ederse), o taktirde bunu sadece kendi nefsi için yapar. Ve dönüş (varış) Allah’adır (Nefs tezkiyesi ile ruh Allah’a döner, ulaşır).


İşte nefsinizde 7 kademe tezkiye %49 nur eder, fazl eder. %2 de balangıçtaki rahmetle beraber nefsinizin kalbindeki nurlar, karanlıkları burada aşar. Başlangıçta nefsinizin kalbi % afetlerle doluydu. Öfke, kin, düşmanlık, haset, isyan, iptilalar, nefret… Hepsi nefsinizin afetleriydi. Bu afetlerde %51 azalma sağladınız. Neyle sağladınız? Zikirle.

Sadece Allah’a ulaşmayı dileyenlerin zikri üzerine, Allah’ın katından gelen rahmetle fazl ve rahmetle salâvât, o kişinin kalbine ulaşır ve kalbine gelip, yerleşmeye başlar. Yerleştikçe, afetler azalacağı için kişinin mutluluğu her gün biraz daha artar. Asıl mutluluk ise ileride, daimî zikirdedir.

Bu noktadan sonra kişi zikrini artıracaktır. Ruhu Allah’ın Zat’ında yok olacaktır, fena makamının sahibi olacaktır. Sonra zikir daha artacaktır. Kişiye Allah’ın katından bir taht ihsan edilecektir; beka makamındadır. Sonra zikri günün yarısını aşacaktır. Kişi zühd makamındadır. Sonra da nefsinin kalbinde %80’i aştığı zaman nurlar, o kişiyi, fizik vücudu Allah’a teslim olacaktır. Nefsinin kalbinde hala daha %19 karanlık olan fizik vücud, bu karanlığı hiç umursamaz, Allah’ın bütün emirlerini mutlaka yerine getirir, yasak ettiği fiilleri asla işlemez. İşte burası fizik vücudunuzun Allah’a teslim olduğu yerdir. Nefsinizin kalbinde %80’i aşkın nur oluşmuştur. Ve bundan sonrası da daimî zikirdir. Ne zaman zikri daime ulaşırsanız, hani uyurken zikirle uyuyorsunuz, uyandığınız zaman gene zikirle uyanıyorsunuz, hayatınızın her saniyesinde o zikir size eşlik eder. O zikrin size eşlik etmesi…

Sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım, bu eşliğe dikkatle bakın! Nefsinizin kalbinde % nur birikimi oluyor, daimî zikirde ve böyle olduğu için nefsinizin kalbinde hiç afet kalmamıştır. %’ü nurla dolmuştur: %98 fazl, %2 rahmet. Fizik vücudunuzdan sonra nefsinizi de Allah’a teslim ettiniz; ulûl’elbab oldunuz. Ulûl’elbab’ın tarifini veriyor Allahû Tealâ:

“Yezkurûnallâhe kıyâmen ve kuûden ve alâ cunûbihim.”“Ulul elbablar için, ayaktayken de otururken de, yan üstü yatarken de hep Allah’ı zikretmek söz konusudur.” buyuruyor Allahû Tealâ.

3/ÂLİ İMRÂN Ellezîne yezkurûnallâhe kıyâmen ve kuûden ve alâ cunûbihim ve yetefekkerûne fî halkıs semâvâti vel ard(ardı), rabbenâ mâ halakte hâzâ bâtılâ(bâtılan), subhâneke fekınâ azâben nâr(nârı).

Onlar (ulûl elbab, lüblerin, Allah'ın sır hazinelerinin sahipleri), ayaktayken, otururken, yan üstü yatarken (daima) Allah'ı zikrederler. Ve göklerin ve yerin yaratılışı hakkında tefekkür ederler (ve derler ki): "Ey Rabbimiz! Sen bunları bâtıl olarak (boşuna) yaratmadın. Sen Subhan'sın, artık bizi ateşin azabından koru.


Bu daimî zikirdir. Nefsin teslimidir. Ve 28 basamağın ’sindesiniz, basamaktasınız. Ulûl’elbab makamındasınız, makamlardan. Ve sonra size bu makam boyunca yerlerin melekûtu gösterilir, 7 kat cehennem gösterilir, zemin kattaki dergâh gösterilir: Ana dergah, Devrin İmamı’nın dergâhı.

Ve bundan sonra ne zaman gök katları gösterilmeye başlanırsa, o zaman irşada ulaştınız demektir. Yani nefsinizin kalbi halis oldu demektir, Allah’ın nurlarıyla. Ve gök katları birer birer gösterilir. Gösterilen gök katları, bütün güzellikleri ihata eder. 1. gök katı, 2. gök katı, 3., 4., 5., 6., 7. gök katı, 7. gök katının 7 tane âlemi… Sidretül Münteha’ya kadar her yeri görürsünüz.

Bu noktada, daimî zikirde, ulûl’elbab makamında 7 defa kalbiniz müzeyyen olmuştur. İhlâs makamında irşada ulaştığınız noktada 7 defa daha olmuştur; 14 defa müzeyyen olmuştur. Ve Tövbe-i Nasuh’a davet edilirsiniz, 7. gök katının Sidretül Müntehası’nı yani İndi İlâhi’nin en yüksek noktasını gördüğünüz zaman.

Sevgili kardeşlerim! O zaman bu basamakta, salâh makamında önce günahlarınız örtülür. Sonra salâh nuru verilir size. Sonra günahlarınız sevaba çevrilir. Neden sonra oluyor bu? Tövbe-i Nasuh’a davet edilip de tövbe-i nasuhunuzu gerçekleştirdiğiniz zaman.

Öyleyse sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım, Allah ile olan ilişkilerinizde, burada bu noktaya geldiğiniz zaman, günahlarınız sevaba çevrildiği zaman bu son sevaba çevrilmedir. Arkasından Allahû Tealâ mutlaka iradenizi teslim alır. Ve iradenizi teslim aldığı zaman olay bitmiştir. “İrşada memur ve mezun kılındın.” cümlesiyle irşad makamının sahibi kılar Allahû Tealâ sizi. İradenizi teslim alır. O noktadan itibaren Allahû Tealâ size hep, devamlı emirler verecektir. Siz de devamlı olarak bu emirler muhaceresinde Allah’ın gerçeklerini tahakkuk ettireceksiniz. İrşad makamının sahibi kılınacaksınız.

İşte sizi sıfırdan bu noktaya götüren husus Allah’ın zikridir. Sadece zikir, Allah’ın katından rahmetle fazlı ve rahmetle salâvâtı, Allah’a ulaşmayı dileyen kişinin kalbine ulaştırır. Mürşidine ulaşmadan, sadece rahmetle fazl gelir ve kalbinin içine sadece rahmet sızabilir. Ama asıl işlev, tezkiye işlevi mürşidinize ulaşıp, tâbiiyetten sonra başlar.

İşte sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım, görüyorsunuz ki; insanı bütün merhalelere götüren şey, nefsinin kalbindeki afetlerin faziletlerle değişmesi. Ve öyle bir noktaya ulaşırsınız ki; nefsinizin kalbinde hiç afet kalmaz. Kalmazsa ne olur? Kalmazsa siz dünyadaki en mutlu insanlardan birisi olursunuz. Neden? İç dünyanızda kavga bitmiştir. Nefsinizle ruhunuz arasında devamlı kavga vardı. Nefsiniz afetlerden oluşuyordu, Allah’ın bütün emirlerine karşı çıkıyor, yasak ettiği fiilleri de mutlaka işlemek istiyordu. Ruhunuz da tam aksine, Allah’ın bütün emirlerini gerçekleştirmek istiyordu, yasak ettiği fiilleri işlemek istemiyordu. Öyleyse her an iç dünyanızda kavga vardı. Diyalektik bir kavga…

Ama daimî zikre ulaştığınız zaman bu kavga sıfırlanmıştır. İç dünyanızda kavga bitmiştir. İç dünyanızdaki kavganın bitişi dışa yansıyacaktır. Başka insanlarla olan kavganız bitecektir, sizin cephenizden. Onlar sizinle kavgaya devam edebilirler. Hiç aldırmazsınız bile. Çünkü onlara karşı kin duyamazsınız. Öfke duyamazsınız. O insanlara öfkelenemezsiniz. Siz onlara sadece acırsınız. Ve daimî zikre ulaştığınız zaman, iç dünyanızdaki kavganız bittiği için kimseyle paylaşılamayacak bir şeyiniz artık yoktur. Size göre düşman kalmamıştır. Onlar size düşman olarak da varsın, devam etsinler. Dış dünyanızdaki kavga da bitmiştir. Allah ile olan ilişkilerinize gelince; emirler cephesinde de yasaklar cephesinde de Allah’ın size emrettiği her şeyi A’dan Z’ye gerçekleştiren birisiniz. Hangi sebeple? Allah size onları yaptırıyor; siz yapmıyorsunuz. Öyleyse Allah’ın yardımıyla, emirler ve nehirler cephesindeki her şeyi tam Allah’ın istediği gibi yerine getirin kişisiniz.

O zaman emirler cephesinde de her şeyi yerine getirdiğiniz için mutlusunuz, nehiyler cephesinde de mutlusunuz. İç dünyanızda mutlusunuz, dış dünyanızda mutlusunuz. Allah’ın emirlerinde de yasaklarında da, Allah ile olan ilişkilerde de mutlusunuz. 4 başı mağmur bir mutluluk… Neyle sağladınız sevgili kardeşlerim? Bunu yapan şey zikirdir.

Sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım! Sizlerle sohbetin zevkine payan yok. Ama zaman adı verilen Allah’ın en kıymetli hazinesi de devamlı geçiyor. Ve bir saatimizi daha burada tamamlamış bulunuyoruz.

Sevgili kardeşlerim! Allah’a sonsuz hamd ve şükrederiz ki, zikir adlı konumuzu inşaallah burada tamamlamış oluyoruz. Mutlaka konunun her seferinde, bir başka tarafında eksiklik vardır. Ama bu konuda ilk defa anlatmıyoruz zikri. Evvelkilerle de karşılaştırın. Birinde var olan, ötekinde yoktur. Her seferinde yeni bir şeyler, her yeni kasette alırsınız.

Sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım! Allah’ın huzurunda sizlere veda ederken, Allah’ın hepinizi hem cennet saadetine hem de dünya saadetine ulaştırmasını diliyoruz.

İmam İskender Ali M İ H R

Iskender Evrenosoğlu kimdir?

İçindekiler:

  1. Iskender Evrenosoğlu kimdir?
  2. Iskender Evrenesoğlu cenazesine kaç kişi katıldı?
  3. Mihr iskender Evrenesoğlu öldü mü?
  4. Imam iskender neden öldü?
  5. Nur Tv kime ait?
  6. Iskender Evrenesoğlu kimdir nerelidir?
  7. Iskender Evrenesoğlu nereye gömüldü?
  8. Iskender Evrenesoğlu ne zaman öldü?
  9. Mihr Tarikatı Nedir?
  10. Mihr Vakfı kimin?
  11. Nur Tv hoca kim?
  12. Iskender Evrenesoğlu nun yerine kim geçti?
  13. Iskender Evrenesoğlu nerede?
  14. Mihr Vakfı kime ait?
  15. Iskender hoca kimdir?
  16. Erol Evrenesoğlu kimdir?
  17. Iskender Evrenesoğlu ne zaman oldu?
  18. Iskender hoca öldü mü?

Iskender Evrenosoğlu kimdir?

Kendinin peygamber olduğunu iddia eden, kendini sözde 'resul' ve 'mehdi' olarak tanıtan İskender Evrenesoğluaynı zamanda Mihr Tarikatı'nın kurucusudur. yılında doğmuştur.

Iskender Evrenesoğlu cenazesine kaç kişi katıldı?

Türkiye'deki faaliyetleri yasaklanan Evrenosoğlu'nun cenazesindeki kalabalık dikkati çekti. 3 bin kişinin katıldığıcenazeden cep telefonlarıyla canlı yayın yapmaya çalışanlar neredeyse birbirini ezdi. ABD'de beş gün önce kalp yetmezliğinden ölen İskender Evrenosoğlu, Bursa'da toprağa verildi.

Mihr iskender Evrenesoğlu öldü mü?

İskender Evrenesoğlu öldü. Kamuoyunda “sahte peygamber” olarak bilinen İskender Evrenesoğlu(İmam İskender mihr) öldü. Tele1'den Yılmaz Polat'ın haberine göre, sahte Peygamber İskender Evrenesoğlu, uzun yıllardır yaşadığı ABD'nin Virginia Eyaleti Norfolk kentinde öldü.

Imam iskender neden öldü?

'Sahte peygamber' İskenderErol Evrenosoğlu, Bursa'da toprağa verildiAmerika Birleşik Devletleri'nde (ABD) 5 gün önce kalp yetmezliği nedeniyle hayatını kaybeden, kamuoyunda 'sahte peygamber' olarak tanınan İskenderErol Evrenosoğlu (86), Bursa'da toprağa verildi.

Nur Tv kime ait?

Nur TvCanlı Yayını NurRadyo ve MİHR dergisinin sahibi İskender Erol Evrenosoğlu tarafından kurulan kanalda sadece dini içerikli yayınlar yapılmaktadır.

Iskender Evrenesoğlu kimdir nerelidir?

doğumlu İskenderErol Evrenesoğlu, ilk, orta ve lise eğitimini İznik'de yaptı. Üniversite eğitimini 'lerin ortalarında İstanbul Yüksek Ekonomi ve Ticaret Okulu'nda tamamladı. Vakıflar Bankası, Kamu İktisadı Teşebbüsleri gibi kurumlarda çalıştı.

Iskender Evrenesoğlu nereye gömüldü?

Oktay Evrenesoğluaile mezarlığı yapabilmek için 4 parsel satın aldı. Her bir mezar yeri için de 'er liradan toplam 42 bin TL ödedi. İskenderErol EvrenesoğluDiyanet İşleri Başkanlığı'nın din adamı göndermediği cenaze töreninin ardından Hamitler Mezarlığı'nda defnedildi.

Iskender Evrenesoğlu ne zaman öldü?

Kendisini 'peygamber' ve 'mehdi' ilan eden İskender Evrenesoğlu, uzun süredir yaşadığı ABD'nin Virginia Eyaleti'nin Norflok bölgesinde öldü. 19 Kasım akşamı hayatını kaybeden Evrenesoğlu'nun ölüm nedeni bilinmezken, cenazesi 25 Kasım'da İstanbul'a getirilecek.

Mihr Tarikatı Nedir?

denizli'de iskender evrenesoğlu tarafından kurulan tarikat. kendilerini nakşibendi kolundan bir yol olarak tanımlarlar. islamın özünün unutulduğunu (hemen her tarikatgibi), islamda esas olanın ruhun dünyadayken nefsten arındırılarak allaha ulaştırılması gayesi olduğunu, bunun da gereğinin zikir olduğuna inanırlar.

Mihr Vakfı kimin?

Mihr Vakfı'nın kurucusu ve başkanı olan, kamuoyunda 'sahte peygamber' olarak adlandırılan İskender Erol Evrenosoğlu'nun geçen yıl kalp yetmezliğinden ölmeden önce, Denizli'de görev yapan diş hekimi Doğan K. ile tekstil şirketi sahibi Bayram Ç.

Nur Tv hoca kim?

yılında doğmuştur. Eski müsteşar yardımcısı ve Devlet Planlama Uzmanı olan İskender Evrenesoğlu, kendisinin Resulullah olduğunu ve Allah katından kendisine kitap verildiğini iddia etmiştir. Bir zamanlar Nur Tvadlı kanalda sohbetler yapmıştır.

Iskender Evrenesoğlu nun yerine kim geçti?

Geçtiğimiz Kasım ayında yaşadığı Amerika'da ölen sahte peygamber İskender Evrenesoğlu'nun yerinegeçen isim netleşti… Buna göre sapık Mihr tarikatını yönetecek yeni isim fizikçi Cabbar Boran.

Iskender Evrenesoğlu nerede?

ABD'de beş gün önce kalp yetmezliğinden ölen İskenderEvrenosoğlu, Bursa'da toprağa verildi. “Risalet Nurları” adlı kitabının Allah tarafından yazdırıldığını, önce mesih sonra da peygamber olduğunu iddia eden 86 yaşındaki Evrenesoğlu'nun cenaze törenindeki kalabalık dikkati çekti.

Mihr Vakfı kime ait?

Mihr Vakfı'nın kurucusu ve başkanı olan, kamuoyunda 'sahte peygamber' olarak adlandırılan İskender Erol Evrenosoğlu'nun geçen yıl kalp yetmezliğinden ölmeden önce, Denizli'de görev yapan diş hekimi Doğan K. ile tekstil şirketi sahibiBayram Ç.

Iskender hoca kimdir?

Kendinin peygamber olduğunu iddia eden, kendini sözde 'resul' ve 'mehdi' olarak tanıtan İskenderEvrenesoğlu aynı zamanda MihrTarikatı'nın kurucusudur. yılında doğmuştur. Evrenesoğlu çesitli kelime oyunlarına başvurarak kendisinin kitaplı bir resul olduğunu ama peygamber olmadığını söylemektedir.

Erol Evrenesoğlu kimdir?

yılında Bursa'da doğan İskender Erol Evrenosoğlu, kendisine vahiy geldiğini ve 'Risalet Nurları' isimli kitabın Allah tarafından yazdırıldığını iddia etmesiyle tanınıyordu. 90'lı yılların sonunda ABD'ye göç eden Evrenosoğlu, vakıf kurarak, televizyon ve çeşitli yayınlarla Türkiye'de faaliyetlerine devam etti.

Iskender Evrenesoğlu ne zaman oldu?

19 Kasım akşamı hayatını kaybeden Evrenesoğlu'nun ölüm nedeni bilinmezken, cenazesi 25 Kasım'da İstanbul'a getirilecek. İskender Evrenesoğlukimdir? 'de doğan İskender Evrenesoğlu, 'da Devlet Planlama Teşkilatında uzman olarak çalıştı.

Iskender hoca öldü mü?

ABD'de hayatını kaybeden İskenderEvrenesoğlu'nun cenazesi pazartesi günü İstanbul'a getirilecek. Kendisini 'peygamber' ve 'mehdi' ilan eden İskenderEvrenesoğlu, uzun süredir yaşadığı ABD'nin Virginia Eyaleti'nin Norflok bölgesinde öldü.

nest...

çamaşır makinesi ses çıkarması topuz modelleri kapalı huawei hoparlör cızırtı hususi otomobil fiat doblo kurbağalıdere parkı ecele sitem melih gokcek jelibon 9 sınıf 2 dönem 2 yazılı almanca 150 rakı fiyatı 2020 parkour 2d en iyi uçlu kalem markası hangisi doğduğun gün ayın görüntüsü hey ram vasundhara das istanbul anadolu 20 icra dairesi iletişim silifke anamur otobüs grinin 50 tonu türkçe altyazılı bir peri masalı 6. bölüm izle sarayönü imsakiye hamile birinin ruyada bebek emzirdigini gormek eşkiya dünyaya hükümdar olmaz 29 bölüm atv emirgan sahili bordo bereli vs sat akbulut inşaat pendik satılık daire atlas park avm mağazalar bursa erenler hava durumu galleria avm kuaför bandırma edirne arası kaç km prof dr ali akyüz kimdir venom zehirli öfke türkçe dublaj izle 2018 indir a101 cafex kahve beyazlatıcı rize 3 asliye hukuk mahkemesi münazara hakkında bilgi 120 milyon doz diyanet mahrem açıklaması honda cr v modifiye aksesuarları ören örtur evleri iyi akşamlar elle abiye ayakkabı ekmek paparası nasıl yapılır tekirdağ çerkezköy 3 zırhlı tugay dört elle sarılmak anlamı sarayhan çiftehan otel bolu ocakbaşı iletişim kumaş ne ile yapışır başak kar maydonoz destesiyem mp3 indir eklips 3 in 1 fırça seti prof cüneyt özek istanbul kütahya yol güzergahı aski memnu soundtrack selçuk psikoloji taban puanları senfonilerle ilahiler adana mut otobüs gülben ergen hürrem rüyada sakız görmek diyanet pupui petek dinçöz mat ruj tenvin harfleri istanbul kocaeli haritası kolay starbucks kurabiyesi 10 sınıf polinom test pdf arçelik tezgah üstü su arıtma cihazı fiyatları şafi mezhebi cuma namazı nasıl kılınır ruhsal bozukluk için dua pvc iç kapı fiyatları işcep kartsız para çekme vga scart çevirici duyarsızlık sözleri samsung whatsapp konuşarak yazma palio şanzıman arızası