müstemen ne demek / Sesli Sözlük - müstemen

Müstemen Ne Demek

müstemen ne demek

Gayri m&#;slim devletin vatandaşı anlamında fıkıh terimi Harb&#;

Klasik dönem İslâm hukukçuları, devletin ülke unsuruyla ilgili tesbit ve tasnifleri çerçevesinde İslâm devletinin hâkimiyeti altındaki topraklara "dârülislâm", bu hâkimiyetin dışında kalan ülkelere de "dârülharp" adını vermişlerdir. Yabancı ülkelere bu adı vermelerinin başlıca sebebi, kendi zamanlarında milletlerarası alanda hâkim ilişki biçiminin savaş olmasıdır. Bu genel adlandırma yanında yabancı ülkeler için "dârülküfür, dârüşşirk" vb. isimlerin kullanıldığı da görülmektedir (bk. DÂRÜLHARP). Fiilî veya muhtemel düşmanlık ve savaş ilişkisi sebebiyle dârülharp adı verilen yabancı ülkelerin tebaasına da "muharip" ve "düşman" anlamında harbî veya ehl-i harp denilmiştir. Bu ülkelerden barış ilişkisi kurulanlara "dârüssulh", tebaalarına da "ehl-i sulh, ehl-i ahd, muâhid" vb. isimler verilmiştir. Bunlar can ve mal güvenliğine sahip olup İslâm ülkesine ayrıca eman almadan girebilir (bk. DÂRÜSSULH). İslâm devleti tebaasından dârülharbe emanla girenler gibi dârülharp tebaasından bir İslâm ülkesine emanla belli bir süre için girenlere "müste'men" denir. Bu kimseler, aldıkları emanla can ve mal güvenliğine sahip olmakla birlikte bu durum kendilerini harbî olmaktan çıkarmaz. Nitekim bunlar için bazan "harbî müste'men" tabiri de kullanılmıştır.

İslâmiyet'ten başka bir dine mensup bulunmaları ve İslâm hâkimiyetinin dışında kalan düşman bir ülkenin vatandaşı olmaları, klasik fıkıh literatüründe yer alan harbî tanımı ve harbîlere uygulanan hükümlerin belli başlı kriterlerini oluşturmaktadır. Buna göre ülkeleriyle fiilî veya muhtemel savaş ilişkisi bulunması sebebiyle muharip sayılan harbîlerin can ve malları mubah kabul edilmiştir. İslâm ülkesine eman almadan giren harbîye casus veya esir hükmü uygulanır. Ancak böyle bir kimse elçi veya tüccar olduğunu iddia ederse yanında resmî belge, mektup, ticaret malı gibi iddiasını destekleyecek deliller bulunması halinde canına ve malına dokunulmaz. İslâm'da barış ilişkilerine verilen önem sebebiyle, bilhassa elçilik ve ticaret amacı taşıyan bu tür ferdî teşebbüslerin fukaha arasında geniş bir müsamaha gördüğü anlaşılmaktadır.

Savaş şartlarında harbîlerin can ve mallarına zarar verilmesi mubah kabul edilmekle birlikte dârülharbe emanla giren müslüman veya zimmînin onların can ve mallarına dokunması haramdır. Ancak can ve malı esasta mubah olduğundan harbînin dârülharpte müslüman veya zimmî tarafından öldürülmesi halinde İslâm ülkesine dönüşlerinde onlara kısas ve diyet gerekmez. Çoğunluğa göre İslâm ülkesine müste'men olarak gelen harbînin öldürülmesi halinde de kısasa hükmedilmezken Ebû Yûsuf'a göre hükmedilir. Mâlikîler de bazı şartlar çerçevesinde bu görüşü benimsemişlerdir. Dört mezhebe göre, miktarı konusunda farklı görüşler de olsa müste'menin öldürülmesinden dolayı diyet gerekir.

Kaynak: Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi

İslâmiyet'i kabul ettiği halde dârülislâma hicret etmeyen harbînin can ve malı aleyhine müslüman veya zimmînin dârülharpte işlediği suçlar Şâfiîler, Hanbelîler ve Mâlikîler'e göre kısas ve tazmini gerektirir. Bu konuda dârülislâmla dârülharp arasında fark yoktur. Hanefîler ise bu kimsenin dârülharpte can ve malına tecavüzün dinen haram olduğunu kabul etmekle birlikte İslâm devletinin hâkimiyet sınırları dışında işlenen bu suçun hukuken ceza ve tazmini gerektirmediğini ileri sürmüşlerdir.

Gayri müslimlerle yapılan bir savaşta, ister harbî ister muâhid olsun, tek kişiden veya az sayıda gayri müslimden yardım alınabileceği konusunda fukaha arasında görüş birliği vardır. Müstakil askerî güç oluşturan gayri müslimlerden yardım alma konusu ise tartışmalıdır. Bazı hukukçular bunun mekruh olduğunu ileri sürerken bazıları ihtiyaç bulunması, ihanetlerinden endişe duyulmaması ve İslâm devletinin otoritesi altında savaşmaları halinde onlardan yardım almanın câiz olduğunu kabul etmişlerdir. Bazı âlimler de yardım alınanla savaşılan gayri müslimlerin ayrı dinlerden olmasını, iki grubun birleşmesi durumunda kendilerine karşı mukavemet imkânının bulunmasını bunun için şart koşmuşlardır (Özel, s. bc).

Harbîlerin dârülharpte birbirlerine veya orada emanla bulunan İslâm devleti tebaasına karşı işledikleri suçlarla ilgili davalara, müslüman oldukları veya dârülislâma eman ile geldikleri zaman mahkemece bakılmayacağı ve hüküm verilmeyeceği hususunda mezhep imamları görüş birliği içindedir. Suçun İslâm devletinin hâkimiyet alanı dışında işlenmesi ve suçlunun İslâm hükümlerine uyma yükümlülüğünün bulunmaması bu görüşün dayanağını teşkil etmektedir.

Dârülharpte cereyan eden bazı malî muamelelerle ilgili davalara gelince, Hanefîler'e göre harbîlerin kendi aralarında veya onlarla dârülharpte bulunan İslâm tebaası arasında geçen borç, rehin ve vedîa gibi akidlerle gasp gibi haksız bir fiile dair dârülislâmda açılacak davalara bakılmaz. Çünkü yargılama hâkimiyeti (velâyet) gerektirir. Söz konusu muameleler, İslâm devletinin hâkimiyet alanı dışında gerçekleştiği gibi harbî müste'men üzerinde de ülkeye gelmeden önceki fiilleri bakımından İslâm devletinin velâyeti yoktur. Ancak harbîler Müslümanlığı kabul eder veya zimmî olurlarsa İslâm tâbiiyetine geçmiş olacaklarından davalarına bakılır. Ayrıca gasbeden taraf müslüman ise temelde mubah olmakla birlikte o malı çirkin bir yolla, yani emana hıyanetle elde ettiğinden iadesi diyâneten emredilir, aleyhine hüküm verilmez. Ebû Yûsuf, borç muamelesinde müslümanın borçlu olması halinde dava sırasında İslâm hükümleriyle yükümlü bulunduğundan aleyhine hüküm verileceği görüşündedir. Şâfiî ve Hanbelîler'e göre, dârülharpte harbîler arasında geçen borç ve vedîa gibi akidlerle ilgili olarak dârülislâmda dava açıldığında aralarında hükmedilir. Bu muameleler karşılıklı ivaz ve rızâya dayandığı için hukukî sonuç doğurur. Gaspta ise hüküm verilmez; çünkü burada akid ve iltizam yoktur. Buna göre harbîlerle İslâm tebaası arasındaki muamelelerde de hüküm aynıdır.

Şâfiî, Hanbelî ve Mâlikî mezhepleriyle Hanefî mezhebinden Ebû Yûsuf'a göre, müslümanların ve zimmîlerin dârülharpte harbîlerle faiz muamelesinde bulunması dârülislâmda olduğu gibi haramdır. Çünkü faiz yasağıyla ilgili âyet ve hadisler umum ifade ettiğinden hükmü belli bir mekânla sınırlı olmaz. Ebû Hanîfe ve Muhammed'e göre ise harbîlerden faiz almak, onlara içki ve domuz gibi haram mallar satmak câizdir. Hz. Peygamber zamanındaki bazı uygulamalar yanında (Özel, s. ) harbînin malının mubah olmasını görüşlerine delil gösteren bu âlimlere göre akid yoluyla harbînin rızâsı sağlanarak esasen mubah bir mala sahip olunmaktadır. Müslümanın veya zimmînin faiz vermesi veya haram sayılan malları satın alması ise câiz görülmemiştir. Harbîlerle yapılan bu tür muamelelerde karşılıklı olarak bedeller kabzedilmişse akid tamamlanmış olacağından dârülislâmda açılacak davaya bakılmaz. Ancak kabz gerçekleşmemiş veya dârülislâmda yapılmışsa mahkeme akdi iptal eder.

Gayri müslimin müslümana mirasçı olamayacağı hususunda icmâ bulunmasına karşılık bazı sahâbî ve tâbiîn âlimleri müslümanın gayri müslime mirasçı olacağını ileri sürmüşlerdir. Ancak ashap ve tâbiînin çoğunluğu ile dört mezhep imamı bunun aksini savunmuştur. Gayri müslimler aynı dinden oldukları takdirde birbirlerine mirasçı olacakları konusunda ihtilâf yoktur. Ayrı dinlerden olan gayri müslimler Hanefî ve Şâfiîler'e göre birbirlerine mirasçı olabilirken Hanbelî ve Mâlikîler gayri müslimler arasında da din ayrılığının mirasçılığa engel olduğunu kabul etmişlerdir. Hanefîler'e göre ülke ayrılığı gayri müslimler arasında mirasçılığa mani olduğu için harbî ile zimmî veya müste'men ile zimmî arasında mirasçılık cereyan etmez. Bunun gibi iki ayrı devletin tebaası olan iki müste'men de birbirlerine mirasçı olamazlar. Buna karşılık aynı ülkeden olan iki müste'men arasında veya bir müste'men ile dârülharpteki akrabası (harbî) arasında mirasçılık geçerlidir. Şâfiîler'e göre bunlar birbirlerine mirasçı olabilecekleri gibi, müste'men ile zimmî arasında da mirasçılık cereyan eder. Fakat müste'men ile kendi ülkesindeki harbî akrabası veya zimmî ile harbî birbirine mirasçı olamaz. Buna göre Hanefîler tâbiiyete dayanan hükmî ayrılığı, Şâfiîler ise ikametgâha dayanan fiilî ayrılığı mirasçılığa engel kabul etmişlerdir. Hanbelîler ve Mâlikîler'e göre ise ülke ayrılığı hiçbir şekilde mirasçılığa mani değildir.

Mâlikîler ve Hanefîler, müste'men gayri müslime vasiyetin câiz, harbîye ise câiz olmadığı görüşündedir. Şâfiîler ile Hanbelîler ise harbîye de vasiyeti câiz görmüşlerdir. Harbîlere hibe ve sadaka vermenin meşruluğu konusunda görüş birliğine varan dört mezhep imamı onlara vakıfta bulunmaya cevaz vermemişlerdir. Hanefîler'e göre müste'men de bu konuda harbî gibidir.

Fakihler, harbî eşe nafaka vermenin vâcip olduğu konusunda görüş birliğine varırken diğer akrabalar hususunda ihtilâf etmişlerdir. Mâlikîler, Hanefîler ve Şâfiîler, akrabalara nafaka verme konusunda din ayrılığının tesirinin bulunmadığını belirtirler. Ancak Mâlikîler'e göre nafaka mükellefiyeti yalnız ebeveyn ile çocuk arasında söz konusudur. Hanbelîler'e göre ise din ayrılığı nafaka sorumluluğuna engeldir. Sonuç olarak cumhura göre müslüman ile zimmî arasında nafaka mükellefiyeti mevcuttur. Harbî ve müste'menlere gelince, Hanefîler'e göre bunlarla müslümanlar arasında nafaka sorumluluğu yoktur. Ancak Şâfiîler ve Hanefîler'den Kâsânî, bu durumda da usul ve fürû arasında nafaka gerektiğini kabul ederler.

Kaynak: Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi

&#;

İslâm inancını benimsemeyen, Müslüman olmayan kişi anlamına gelen gayr-i müslim tamlaması Kur’ân-ı Kerim’de ve hadislerde geçmemektedir. İslâm’ın bu iki temel kaynağında Müslüman olmayanlar ya genel olarak kâfir (çoğulu kâfirûn, küffâr) kelimesi ile ya da mensup oldukları dinin ya da inançsızlığın özel isimlerine nispetle ifade edilmiştir. Bu bağlamda İslâmî literatürde Yahudiler için hûd ve yehûd (tekili yehûdî), Hristiyanlar için nasârâ (tekili nasrânî), bu iki inanç grubunu birlikte ifade için ehl-i kitab, putperestler için müşrik, ateşe tapanlar için mecûsî, yıldızlara tapanlar için sâbiî, inançsız veya inkârcı görüşleri olanlar mülhid kelimeleri kullanılmıştır.

Günümüz ulus-devlet anlayışında devletin insan unsurunu tanımlamak amacıyla yapılan vatandaş-yabancı şeklindeki ikili ayırım yerine İslâm geleneğinde inanç esasına dayanan Müslüman-gayr-i müslim veya mü’min-kâfir ayrımı benimsenmiştir. Gayrimüslimler ise İslâm devletiyle olan siyasî ve hukukî bağlarına göre zimmî, müste’men, muâhid ve harbî şeklinde dört kategoride değerlendirilmiştir: Zimmî, İslâm devletinin egemenliğini tanıyıp onunla yaptıkları zimmet antlaşmasına dayanarak İslâm ülkesinde vatandaş olarak yaşayan gayr-i müslim demektir. İslâm ülkesine emanla yani resmî geçerliliği olan bir izin veya onayla giren ve geçici ikamet hakkı olan yabancı gayrimüslime müste’men, İslâm devletiyle barış antlaşması yapmış olan gayr-i müslim devlet vatandaşına muâhid, İslâm devletiyle savaş hâlinde bulunan gayrimüslim bir devletin vatandaşına harbî denmiştir. &#;

Bu ayırım birtakım hukukî sonuçları da beraberinde getirir. Vatandaş konumundaki zimmîler diğer gayr-i müslimlere göre daha özel bir statüye sahiptir. Müste’men ve muâhidler de başta can ve mal güvenliği olmak üzere birçok hakka sahiptirler. Harbî ise savaş hukuku hükümlerine muhataptır. “Allah tarafından indirilen bir kitaba inananlar” anlamına gelen ehl-i kitap da yine böyle olmayan gayr-i müslimlere göre farklı bir konumda görülmüştür. Vatandaşlık hukuku açısından Yahudi, Hristiyan ve Mecusîleri, bunun dışındaki alanlarda ise sadece Yahudi ve Hristiyanları kapsayan ehl-i kitabın böyle sayılması, adlandırmadan da anlaşılacağı üzere bozulmamış hâlleri Allah tarafından indirilmiş olan Tevrat ve İncil’in saygınlığı sebebiyledir. Bu gerekçeyle mesela, Yahudi ve Hristiyanların kestiği hayvanın eti yenilebilir ve kadınlarıyla evlenilebilir (Mâide Sûresi 5/5).

İslâm’ın temel kaynakları olan Kur’ân-ı Kerim ve Hz. Peygamber’in Sünneti; insanın, ilave bir sebebe ya da kayda bağlı olmaksızın sadece insan olmasından dolayı saygın ve dokunulmaz olduğu hususunda son derece berraktır. Birçok ayet-i kerime ve hadis-i şerif, bütün insanların tek bir kaynaktan, Hz. Âdem’den türediğini, yaratılıştan değerli olduğunu, yeryüzünün en şerefli yaratığı olarak var edildiğini belirtmiş ve bütün bunların bir ırka ya da dine mensubiyetle sonradan kazanılmayıp insan olarak yaratılmışlık itibarıyla kimliğinde zaten verili olarak mevcut bulunduğunu ortaya koymuştur. Bu gerçek, İslâm geleneğinde “İsmet-i Âdemiyyet” kavramıyla ifade edile- gelmiştir.&#;

İslâmî anlayışa göre insan, sırf insan olması sebebiyle varoluşsal saygınlığa sahiptir. Bu aslî saygınlık onu aynı zamanda dokunulmaz kılar. Bu sebepledir ki “bir insanı öldüren kişi sanki bütün insanlığı öldürmüş gibidir ve bir hayat kurtaran kişi sanki bütün insanlığı kurtarmış gibi olur.” (Mâide Sûresi 5/32). İnsanın doğuştan getirdiği bu saygınlık ve dokunulmazlık özelliği, onu hem hukukun muhatabı yapmış hem de temel haklara sahip kılmıştır. Savaş durumu söz konusu olduğunda ise doğal olarak bazı kısıtlamalar söz konusu olacaktır.

Bu bağlamda ele alınması gereken bir konu da gayr-i müslim ülke ve devletler ile Müslümanların arasındaki devletler arası ilişkilerin niteliği konusudur. Kur’ân-ı Kerim ve sünnet ile ilk dönem uygulamaları ekseninde geliştirilen uluslararası ilişkiler kuramı, son tahlilde İslâm’ın yüceliği ve dünya barışı şeklinde özetlenebilecek iki unsur üzerine kurulmuştur. Dolayısıyla Müslümanların uluslararası ilişkilerde takip edeceği siyaset, İslâm’ın saygınlığından taviz vermemek duyarlılığıyla yeryüzünde barış ve huzurun sağlanmasına dönüktür.&#;

Birçok âyet-i kerîme yanında özellikle “…Artık onlar sizi bırakıp çekilir de sizinle savaşmazlar ve barış teklif ederlerse, Allah onlara saldırmanıza izin vermez” (Nisâ 4/90); “Eğer onlar barışa yönelirlerse sen de barıştan yana ol ve Allah’a güven!..” (Enfâl 8/61); “Allah, inancınızdan dolayı sizinle savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayan kimselere nezaketle ve adaletle davranmanızı yasaklamaz…Allah yalnızca, din hakkında sizinle savaşan, sizi yurtlarınızdan çıkaran ve çıkarılmanız için yardım eden kimselere dostlukla yaklaşmanızı yasaklar; kim onlarla dost olursa, gerçek zâlimler işte onlardır.” (Mümtehine 60/) meâlindeki âyetleri, toplumlar arası ilişkilerdeki ilkesel tavrın sulh/barış yönünde olduğunu göstermektedir.

İslâm, esasen kin ve nefrete yol açan savaşı bir tebliğ aracı olarak öngörmemiştir. Sırf konjonktürel gerekler ve dünyevî yararlarla hasmâne duyguları tırmandırmak Kur’ân-ı Kerim’de doğru bulunmamış; İslâm ülkesi ve Müslüman varlığını korumak gibi meşru gerekçeleri bulunmayan savaşlar kınanmıştır (Bakara 2/; Enfâl 8/47; Nahl 16/92). İnsanın yaratılış itibarıyla mâsum ve dolayısıyla canına kastedilmesinin haram olduğu hükmünü ilke olarak benimseyen fakihler, canlıları öldürmeyi, yerleşim yerlerini yıkmayı ve çevreyi tahrip etmeyi beraberinde getireceği için savaşın, özü itibarıyla güzel bir olgu olmadığını belirtmişlerdir. Onun içindir ki barış içinde özgürce yaşamak mümkün olduğu sürece savaş gündeme gelmemiştir.

Gayr-i müslimlerin tâbi olduğu hukukî statü genellikle “zimmîlik/zimmet hukuku” merkeze alınarak incelenmiştir. Buna göre kamu yönetimi ve inançla ilgili istisnalar dışında genel kural, zimmilerin Müslümanlarla aynı hak ve sorumluluklara sahip olmasıdır. Bu kural Hz. Peygamber’in, “Eğer İslâm egemenliğini tanıyıp vatandaşlığı kabul ederlerse onlara bildir ki Müslümanların lehine olan haklar onların da lehine, Müslümanların omuzlarında olan yükümlülükler onların da omuzlarında olacaktır” (Buhârî, “Cihâd”, ; Müslim, “Cihâd”, 2, 12) gibi sözleri başta olmak üzere Yahudi, Hristiyan ve Mecûsilerle bizzat yaptığı pek çok zimmet antlaşmasındaki yazılı hükümlere dayanmaktadır.&#;

Bu genel yaklaşıma bağlı olarak zimmîler can ve mal dokunulmazlığına, din ve vicdan hürriyetine, Müslümanlarca kutsal sayılan bölge ve mekânlara dönük bazı kısıtlamalar ile güvenlik amaçlı yasaklamalar dışında tam bir ikamet ve seyahat hürriyetine, kamu hizmetlerinden faydalanma, çalışma ve sosyal güvenlik hakkına, din ve vicdan özgürlüğünün bir gereği olarak şahıs, aile, miras ve borçlar gibi dinî inançla yakın ilgisi olan birçok özel hukuk alanında hukuk ve yargılama özerkliğine sahiptirler. Zimmîler gerek can ve mal güvenliklerinin sağlanması gerekse askerlik hizmetinden muaf tutulmaları karşılığında devlete “Cizye” adıyla bir vergi öderler. Ancak bu vergi kadınlardan, çocuklardan ve fakirlerden alınmaz.

Hz. Peygamber zimmiye haksızlık yapan, gücünün üstünde malî sorumluluk yükleyen ve rızası dışında ondan bir şeyler alan kimsenin karşısına hesap gününde bizzat kendisinin çıkacağını ifade etmiş, bir zimmiyi öldüren kimsenin kırk yıllık mesafeden duyulan cennet kokusunu alamayacağını belirtmiştir. Hz. Ali başta olmak üzere birçok sahabeye nispet edilen, “Onlar cizyeyi, malları bizim mallarımız, kanları bizim kanlarımız gibi olsun diye kabullenmişlerdir” tespiti de bu noktadaki örnek tutumu göstermektedir.&#;

Bütün bu yönlendirmeleri esas alan Müslüman hukukçular, “Onlar da tıpkı Müslümanlar gibi hak ve yükümlülüklere sahiptir” genel kuralı çerçevesinde gayr-i müslimlerin inançlarıyla baş başa bırakılmaları gerektiğini vurgulamışlardır. Öyle ki bu yaklaşım, İslâm’ın kesinlikle cevaz vermediği işlem veya tasarrufları gayrimüslimlerin yapabilmelerine bile onay kapısı açmıştır. İslâm tarihi ve hukuku kaynaklarında yer alan bilgi ve uygulamalar, zimmîlerin İslâm toplumlarında temel haklardan yoksun yaşadıklarını, medenî haklara sahip bulunmadıklarını, ikinci sınıf vatandaş sayıldıklarını ve eksik ehliyetli kişiler gibi görüldüklerini söyleyen bir kısım Batılı yazarı yalanlamaktadır.

İslâm ülkesinde vatandaş olarak ya da geçici ikamet hakkıyla bulunan bir gayr-i müslimin başta gelen görevi İslâm’ın hâkimiyetini kabul edip Müslümanların inançlarına, hukuk kurallarına ve örflerine saygı göstermek, kamu düzenine ve genel ahlâka aykırı davranışlardan uzak durmaktır. Bunlar, ibadetleri ve kendi aralarındaki din kaynaklı bazı özel hukuk ilişkileri dışında kalan konularda İslâm hükümlerine tâbidirler.&#;

İslâm hukukçuları, bu temel sorumluluklar yanında zaman içerisinde zimmîlerin sosyal hayatlarıyla ilgili başka bazı yükümlülükler de belirlemişlerdir. Gayr-i müslimlerin, elbise ve başlıklarının model ve renk bakımından Müslümanlarınkine benzemeyip kendilerine özgü olması, Müslümanların kullandığı lakap ve künyeleri kullanmamaları gibi bir taraftan kimlik karışıklığını önlemek, diğer taraftan güvenlik ve hâkimiyeti sağlamak kaygısından kaynaklandığı anlaşılan sosyal ve siyasi amaçlı bu tür ictihadî kısıtlamaların dönemsel ve hatta bazı yerlerle sınırlı olduğu anlaşılmaktadır.

Müslümanların inanan ve inanmayan herkese karşı dürüst ve adaletli davranmaları, kul haklarına riayet ederek herhangi bir şekilde haksızlık yapmamaları temel ilkeler arasındadır. Bir Müslümanın gayr-i müslim de olsa akrabalarıyla ilişkisini kesmemesi, ihtiyaç hâlinde onlara yardımcı olması, komşularına iyi davranması ve hangi dinden olursa olsun insan haklarını gözetmesi gerekir. Müslümanların günlük hayattaki münasebetler çerçevesinde gayrimüslim hastaları ziyaret, cenazelerine katılma, taziyede bulunma, evlenme veya doğum vesilesiyle onları tebrik etmek gibi sosyal ilişkilerde bulunmaları da mümkündür. &#;

Ahmet Yaman

Kaynakça

“Gayrimüslim.” Temel İslam Ansiklopedisi III içinde. Ed. Tuncay Başoğlu, Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı İSAM Yayınları,

İbn Kayyim el-Cevziyye. Aḥkâmü ehli’ẕ-ẕimme. nşr. Subhî Salih. Beyrut: Dâru’l-İlm li’l-Melayin,

İbn Kudâme, Muvaffakuddin. el-Muğnî. Riyad: Dâru Âlemi’l-Kütüb,

Karadâvî, Yûsuf. Ğayrü’l-müslimîn fi’l-müctemaʿi’l-İslâmî. Beyrut: Müessesetü’r-Risâle,

Kâsânî, Alaeddin. Bedâiu’s-sanâî fî tertîbi’ş-şerâî. Beyrut: Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye,

Özel, Ahmet. “Gayri Müslim.”Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi XIII içinde. İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları,

Öztürk, Levent. İslâm Toplumunda Birarada Yaşama Tecrübesi. İstanbul: İnsan Yayınları,

Yaman, Ahmet. İslam Devletler Hukuku (Uluslararası İlişkiler). Ankara: Fecr Yayınları,

GAYR-İ MÜSLİM NEDİR?

İslam inancını benimsemeyen, Müslüman olmayan kişi anlamına gelen gayr-i müslim tamlaması Kur'an-ı Kerim'de ve hadislerde geçmemektedir. İslam'ın bu iki temel kaynağında Müslüman olmayanlar ya genel olarak kafir (çoğulu kafirûn, küffar) kelimesi ile ya da mensup oldukları dinin ya da inançsızlığın özel isimlerine nispetle ifade edilmiştir. Bu bağlamda İslami literatürde Yahudiler için hûd ve yehûd (tekili yehûdi), Hristiyanlar için nasara (tekili nasrani), bu iki inanç grubunu birlikte ifade için ehl-i kitab, putperestler için müşrik, ateşe tapanlar için mecûsi, yıldızlara tapanlar için sabii, inançsız veya inkarcı görüşleri olanlar mülhid kelimeleri kullanılmıştır.

Günümüz ulus-devlet anlayışında devletin insan unsurunu tanımlamak amacıyla yapılan vatandaş-yabancı şeklindeki ikili ayırım yerine İslam geleneğinde inanç esasına dayanan Müslüman-gayr-i müslim veya mü'min-kafir ayrımı benimsenmiştir. Gayrimüslimler ise İslam devletiyle olan siyasi ve hukuki bağlarına göre zimmi, müste'men, muahid ve harbi şeklinde dört kategoride değerlendirilmiştir: Zimmi, İslam devletinin egemenliğini tanıyıp onunla yaptıkları zimmet antlaşmasına dayanarak İslam ülkesinde vatandaş olarak yaşayan gayr-i müslim demektir. İslam ülkesine emanla yani resmi geçerliliği olan bir izin veya onayla giren ve geçici ikamet hakkı olan yabancı gayrimüslime müste'men, İslam devletiyle barış antlaşması yapmış olan gayr-i müslim devlet vatandaşına muahid, İslam devletiyle savaş halinde bulunan gayrimüslim bir devletin vatandaşına harbi denmiştir.  

Bu ayırım birtakım hukuki sonuçları da beraberinde getirir. Vatandaş konumundaki zimmiler diğer gayr-i müslimlere göre daha özel bir statüye sahiptir. Müste'men ve muahidler de başta can ve mal güvenliği olmak üzere birçok hakka sahiptirler. Harbi ise savaş hukuku hükümlerine muhataptır. "Allah tarafından indirilen bir kitaba inananlar" anlamına gelen ehl-i kitap da yine böyle olmayan gayr-i müslimlere göre farklı bir konumda görülmüştür. Vatandaşlık hukuku açısından Yahudi, Hristiyan ve Mecusileri, bunun dışındaki alanlarda ise sadece Yahudi ve Hristiyanları kapsayan ehl-i kitabın böyle sayılması, adlandırmadan da anlaşılacağı üzere bozulmamış halleri Allah tarafından indirilmiş olan Tevrat ve İncil'in saygınlığı sebebiyledir. Bu gerekçeyle mesela, Yahudi ve Hristiyanların kestiği hayvanın eti yenilebilir ve kadınlarıyla evlenilebilir (Maide Sûresi 5/5).

İslam'ın temel kaynakları olan Kur'an-ı Kerim ve Hz. Peygamber'in Sünneti; insanın, ilave bir sebebe ya da kayda bağlı olmaksızın sadece insan olmasından dolayı saygın ve dokunulmaz olduğu hususunda son derece berraktır. Birçok ayet-i kerime ve hadis-i şerif, bütün insanların tek bir kaynaktan, Hz. Adem'den türediğini, yaratılıştan değerli olduğunu, yeryüzünün en şerefli yaratığı olarak var edildiğini belirtmiş ve bütün bunların bir ırka ya da dine mensubiyetle sonradan kazanılmayıp insan olarak yaratılmışlık itibarıyla kimliğinde zaten verili olarak mevcut bulunduğunu ortaya koymuştur. Bu gerçek, İslam geleneğinde "İsmet-i Ademiyyet" kavramıyla ifade edile- gelmiştir. 

İslami anlayışa göre insan, sırf insan olması sebebiyle varoluşsal saygınlığa sahiptir. Bu asli saygınlık onu aynı zamanda dokunulmaz kılar. Bu sebepledir ki "bir insanı öldüren kişi sanki bütün insanlığı öldürmüş gibidir ve bir hayat kurtaran kişi sanki bütün insanlığı kurtarmış gibi olur." (Maide Sûresi 5/32). İnsanın doğuştan getirdiği bu saygınlık ve dokunulmazlık özelliği, onu hem hukukun muhatabı yapmış hem de temel haklara sahip kılmıştır. Savaş durumu söz konusu olduğunda ise doğal olarak bazı kısıtlamalar söz konusu olacaktır.

Bu bağlamda ele alınması gereken bir konu da gayr-i müslim ülke ve devletler ile Müslümanların arasındaki devletler arası ilişkilerin niteliği konusudur. Kur'an-ı Kerim ve sünnet ile ilk dönem uygulamaları ekseninde geliştirilen uluslararası ilişkiler kuramı, son tahlilde İslam'ın yüceliği ve dünya barışı şeklinde özetlenebilecek iki unsur üzerine kurulmuştur. Dolayısıyla Müslümanların uluslararası ilişkilerde takip edeceği siyaset, İslam'ın saygınlığından taviz vermemek duyarlılığıyla yeryüzünde barış ve huzurun sağlanmasına dönüktür. 

Birçok ayet-i kerime yanında özellikle "…Artık onlar sizi bırakıp çekilir de sizinle savaşmazlar ve barış teklif ederlerse, Allah onlara saldırmanıza izin vermez" (Nisa 4/90); "Eğer onlar barışa yönelirlerse sen de barıştan yana ol ve Allah'a güven!.." (Enfal 8/61); "Allah, inancınızdan dolayı sizinle savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayan kimselere nezaketle ve adaletle davranmanızı yasaklamaz…Allah yalnızca, din hakkında sizinle savaşan, sizi yurtlarınızdan çıkaran ve çıkarılmanız için yardım eden kimselere dostlukla yaklaşmanızı yasaklar; kim onlarla dost olursa, gerçek zalimler işte onlardır." (Mümtehine 60/) mealindeki ayetleri, toplumlar arası ilişkilerdeki ilkesel tavrın sulh/barış yönünde olduğunu göstermektedir.

İslam, esasen kin ve nefrete yol açan savaşı bir tebliğ aracı olarak öngörmemiştir. Sırf konjonktürel gerekler ve dünyevi yararlarla hasmane duyguları tırmandırmak Kur'an-ı Kerim'de doğru bulunmamış; İslam ülkesi ve Müslüman varlığını korumak gibi meşru gerekçeleri bulunmayan savaşlar kınanmıştır (Bakara 2/; Enfal 8/47; Nahl 16/92). İnsanın yaratılış itibarıyla masum ve dolayısıyla canına kastedilmesinin haram olduğu hükmünü ilke olarak benimseyen fakihler, canlıları öldürmeyi, yerleşim yerlerini yıkmayı ve çevreyi tahrip etmeyi beraberinde getireceği için savaşın, özü itibarıyla güzel bir olgu olmadığını belirtmişlerdir. Onun içindir ki barış içinde özgürce yaşamak mümkün olduğu sürece savaş gündeme gelmemiştir.

Gayr-i müslimlerin tabi olduğu hukuki statü genellikle "zimmilik/zimmet hukuku" merkeze alınarak incelenmiştir. Buna göre kamu yönetimi ve inançla ilgili istisnalar dışında genel kural, zimmilerin Müslümanlarla aynı hak ve sorumluluklara sahip olmasıdır. Bu kural Hz. Peygamber'in, "Eğer İslam egemenliğini tanıyıp vatandaşlığı kabul ederlerse onlara bildir ki Müslümanların lehine olan haklar onların da lehine, Müslümanların omuzlarında olan yükümlülükler onların da omuzlarında olacaktır" (Buhari, "Cihad", ; Müslim, "Cihad", 2, 12) gibi sözleri başta olmak üzere Yahudi, Hristiyan ve Mecûsilerle bizzat yaptığı pek çok zimmet antlaşmasındaki yazılı hükümlere dayanmaktadır. 

Bu genel yaklaşıma bağlı olarak zimmiler can ve mal dokunulmazlığına, din ve vicdan hürriyetine, Müslümanlarca kutsal sayılan bölge ve mekanlara dönük bazı kısıtlamalar ile güvenlik amaçlı yasaklamalar dışında tam bir ikamet ve seyahat hürriyetine, kamu hizmetlerinden faydalanma, çalışma ve sosyal güvenlik hakkına, din ve vicdan özgürlüğünün bir gereği olarak şahıs, aile, miras ve borçlar gibi dini inançla yakın ilgisi olan birçok özel hukuk alanında hukuk ve yargılama özerkliğine sahiptirler. Zimmiler gerek can ve mal güvenliklerinin sağlanması gerekse askerlik hizmetinden muaf tutulmaları karşılığında devlete "Cizye" adıyla bir vergi öderler. Ancak bu vergi kadınlardan, çocuklardan ve fakirlerden alınmaz.

Hz. Peygamber zimmiye haksızlık yapan, gücünün üstünde mali sorumluluk yükleyen ve rızası dışında ondan bir şeyler alan kimsenin karşısına hesap gününde bizzat kendisinin çıkacağını ifade etmiş, bir zimmiyi öldüren kimsenin kırk yıllık mesafeden duyulan cennet kokusunu alamayacağını belirtmiştir. Hz. Ali başta olmak üzere birçok sahabeye nispet edilen, "Onlar cizyeyi, malları bizim mallarımız, kanları bizim kanlarımız gibi olsun diye kabullenmişlerdir" tespiti de bu noktadaki örnek tutumu göstermektedir. 

Bütün bu yönlendirmeleri esas alan Müslüman hukukçular, "Onlar da tıpkı Müslümanlar gibi hak ve yükümlülüklere sahiptir" genel kuralı çerçevesinde gayr-i müslimlerin inançlarıyla baş başa bırakılmaları gerektiğini vurgulamışlardır. Öyle ki bu yaklaşım, İslam'ın kesinlikle cevaz vermediği işlem veya tasarrufları gayrimüslimlerin yapabilmelerine bile onay kapısı açmıştır. İslam tarihi ve hukuku kaynaklarında yer alan bilgi ve uygulamalar, zimmilerin İslam toplumlarında temel haklardan yoksun yaşadıklarını, medeni haklara sahip bulunmadıklarını, ikinci sınıf vatandaş sayıldıklarını ve eksik ehliyetli kişiler gibi görüldüklerini söyleyen bir kısım Batılı yazarı yalanlamaktadır.

İslam ülkesinde vatandaş olarak ya da geçici ikamet hakkıyla bulunan bir gayr-i müslimin başta gelen görevi İslam'ın hakimiyetini kabul edip Müslümanların inançlarına, hukuk kurallarına ve örflerine saygı göstermek, kamu düzenine ve genel ahlaka aykırı davranışlardan uzak durmaktır. Bunlar, ibadetleri ve kendi aralarındaki din kaynaklı bazı özel hukuk ilişkileri dışında kalan konularda İslam hükümlerine tabidirler. 

İslam hukukçuları, bu temel sorumluluklar yanında zaman içerisinde zimmilerin sosyal hayatlarıyla ilgili başka bazı yükümlülükler de belirlemişlerdir. Gayr-i müslimlerin, elbise ve başlıklarının model ve renk bakımından Müslümanlarınkine benzemeyip kendilerine özgü olması, Müslümanların kullandığı lakap ve künyeleri kullanmamaları gibi bir taraftan kimlik karışıklığını önlemek, diğer taraftan güvenlik ve hakimiyeti sağlamak kaygısından kaynaklandığı anlaşılan sosyal ve siyasi amaçlı bu tür ictihadi kısıtlamaların dönemsel ve hatta bazı yerlerle sınırlı olduğu anlaşılmaktadır.

Müslümanların inanan ve inanmayan herkese karşı dürüst ve adaletli davranmaları, kul haklarına riayet ederek herhangi bir şekilde haksızlık yapmamaları temel ilkeler arasındadır. Bir Müslümanın gayr-i müslim de olsa akrabalarıyla ilişkisini kesmemesi, ihtiyaç halinde onlara yardımcı olması, komşularına iyi davranması ve hangi dinden olursa olsun insan haklarını gözetmesi gerekir. Müslümanların günlük hayattaki münasebetler çerçevesinde gayrimüslim hastaları ziyaret, cenazelerine katılma, taziyede bulunma, evlenme veya doğum vesilesiyle onları tebrik etmek gibi sosyal ilişkilerde bulunmaları da mümkündür.  

YAZAR

Ahmet Yaman

 

Zımmî, harbî, müste&#;men nedir?

ZİMMÎ

Mal, can, ırz ve dini için İslam devleti tarafından güvence verilmiş olan ehl-i kitap. Zimmet ehlinden bir kişi. Zimmet; söz, güvence, kefalet, hak, saygı, kendileriyle anlaşma yapılan topluluk anlamlarına gelir. Ehl-i zimmet ise; hristiyan, yahudi ve başkaları gibi ehl-i kitaptan İslam yurdunda oturanlardan kendileriyle anlaşma yapılanlar demektir. Zimmetin çoğulu &#;zimem&#;dir. Bir fıkıh terimi olarak zimmet; gayri müslimlerin cizye verip itaat etmelerine karşılık İslam topraklarında yerleşmelerine izin verilmesi; mal, can, ırz ve inançlarının korunması ve dış saldırılara karşı İslam Devleti tarafından savunulmaları demektir. Gayr-i müslimlerle zimmet anlaşmasını ancak İslam devlet başkanı veya yetki verdiği kimse yapabilir. Çünkü ehl-i kitapla zimmet anlaşması yapılması görüş ve takdir hakkı kullanılması gerektiren önemli bir konudur. Diğer yandan Malikilere göre, zimmet akdini İslam devlet başkanından başkası yaparsa yine onlara eman verilir, öldürülmez ve esir edilmezler. Ancak bu durumda devlet başkanı bu akdi geçerli sayma ya da onları güvencede olacakları bir yere kadar geri çevirme yetkisine sahiptir (İbnü&#;l-Hümam, Fethu&#;l-Kadir, 1. baskı, Mısır /, IV, ; eş-Şirbini, Muğni&#;l-Muhtar, Mısır t.y., IV, ; ez-Zühayli, el-Fıkhu&#;l-İslami ve Edilletüh, 2. baskı, Dimaşk, /, VI, ).

Zimmet anlaşmasının yapılma şekli:

Ehl-i Kitapla zimmet anlaşması, ya ahid, akid gibi açık sözcüklerle belirli şekilde yapılır, yahut da cizye ödemeyi kabulü kapsayan bir fiil ile olur. Mesela; harbi olan bir kimsenin daru&#;l-İslam&#;a girmesi ve orada bir yıl kaldıktan sonra kendisine ülkeyi terketmesi veya zimmi olması bildirilince, daru&#;l-İslam&#;da kalmayı tercih ederse &#;zimmet ehli&#;nden olmuş bulunur.

Kendisi ile Zimmet Akdi Yapılanda Aranan Şartlar

1- Kendisi ile zimmet akdi yapılacak kişinin ehl-i kitaptan olması gerekir. Kur&#;an-ı Kerim&#;de şöyle buyurulur: &#;Kendilerine kitap verilenlerden Allah&#;a ve ahiret gününe inanmayan, Allah&#;ın ve Peygamberinin haram kıldığı şeyleri haram tanımayan ve hak dini din olarak kabul etmeyen kimselerle küçülmüş olarak kendi elleriyle cizyelerini verinceye kadar savaşınız&#; (et-Tevbe, 9/29). Mecusiler de kitap ehlinden sayılmıştır. Çünkü Abdurrahman b. Avf (r.a): &#;Ben, Rasulüllah&#;ın; &#;Onlara kitap ehli uygulaması yapınız&#; dediğini duydum, demiştir&#; (Malik, Muvatta&#;, Zekat, 42; ez-Zeylai, Nasbu&#;r-Raye, III, ; eş-Şevkani, Neylü&#;l-Evlar, VIII, 56). Diğer yandan Hz. Ömer&#;in, Abdurrahman b. Avf, Rasulüllah (s.a.s)&#;ın Hecer mecusilerinden cizye aldığına dair tanıklık edinceye kadar onlardan cizye almadığı da rivayet edilmiştir (bk. Zeylai, a.g.e., III, ; eş-Şevkani, a.g.e.). Mecusilerin Arap ırkından olup olmaması sonucu değiştirmez. Hanefi, Hanbeli ve Zahiriler bu görüşü benimsemiştir.

Diğer yandan kendileriyle zimmet anlaşması yapılacak kimselerin Arap müşriklerinden olmaması gerekir. Çünkü Arap müşriklerinden ya İslam&#;a girmeleri istenir veya onlarla savaşılır. Ayette şöyle buyurulur: &#;Onlarla ya savaşacaksınız veya İslam&#;a gireceklerdir&#; (el-Feth, 48/16).

Malikilerin meşhur görüşüne, İmam Evzai ve Sevri&#;ye göre cizye bütün küfür ehlinden alınır. Kitap ehli olup olmaması veya Arap ırkından bulunup bulunmaması hükmü değiştirmez (İbn Abidin, Reddü&#;l-Muhtar, III, ; Ez-Zühayli, a.g.e., VI, ). Delil Süleyman b. Büreyde (funduszeue.info)&#;ın babasından naklettiği şu hadistir:

&#;Hz. Peygamber ordunun başına bir komutan tayin ettiği vakit; kendisi hakkında Allah&#;tan sakınmasını ve beraberindeki müslümanlar için de hayrı tavsiye eder, sonra şöyle buyururdu: &#;Müşriklerden olan düşmanlarınla karşılaştığın vakit onları üç şeyden birisini kabul etmeye çağır. Bunlardan hangisini kabul ederlerse, sen de bu kabullerini benimse ve onlara dokunma. Onları İslam&#;a davet et. Eğer yüz çevirirlerse cizye ödemelerini iste&#;&#; (Müslim, Cihad, 3; İbn Mace, Cihad 38; Darimi, Siyer, 5/8). Bu hadisteki &#;senin düşmanın&#; ifadesi bütün kafirleri kapsamına almaktadır. eş-Şevkani; &#;Bu hadis, cizyenin yalnız ehl-i kitaba ait bir vergi olmadığının delilidir&#; der (ez-Zühayli, a.g.e., VI, ).

2- Zimmet sözleşmesinin süresiz olarak yapılması gerekir. Eğer sözleşmeye bir süre konulursa akit geçerliliğini kaybeder. Çünkü zimmet akdi insanın malının ve canının korunmasında İslam&#;ın yerini tutar. İslam süresiz olduğuna göre, onun yerini tutan zimmet akdi de süresiz olmalıdır. Bu şart üzerinde görüş birliği vardır (el-Kasani, el-Bedayi&#;, Beyrut /, VII, ; İbnü&#;l-Hümam, Ömer Nasuhi Bilmen, Hukuki İslamiyye ve Istilahatı Fıkhıyye Kamusu, İstanbul , III, )

3- Zimmet sözleşmesi yapılacak kimsenin irtidat (dinden dönme) ehlinden olmaması gerekir. Çünkü mürtede tevbe etmediği zaman ölüm cezası uygulanır. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: &#;Kim dinini değiştirirse, onu öldürünüz&#; (Buhari, Cihad, , İ&#;tisam, 28, İstitabe, 2; Ebu Davud, Hudud, 1; Tirmizi, Hudud, 25; Nesai, Tahrim, 14; İbn Mace, Hudud, 2).

Bu şart üzerinde de görüş birliği vardır. Çünkü irtidat eden kimse İslam&#;ın güzelliklerini gördükten sonra dinden çıktığı için, bunlarla zimmet sözleşmesi yapmanın bir yararı bulunmaz. Bu, onların İslam&#;a yeniden dönmelerine de yardımcı olmaz. Onlar, İslam&#;a dönüşte savaş arasında tercih yapma hakkına sahiptir (bk. Bilmen, a.g.e., III, ).

4- Zimmet sözleşmesinin daru&#;l-İslam&#;da yapılması caiz görülmeyen bir şartı taşımaması gerekir. Mesela; kitap ehlinin azınlık liderleri kendi mensuplarına öldürme, idam gibi dilediği muamelelerde bulunmak şartıyla zimmet anlaşması yapmak isteseler buna muvafakat edilmez. Çünkü, zimmet akdi İslam Devletine azınlığın mal, can ve ırz güvenliğini sağlama görevini vermiştir. Akdin niteliği ile çelişen bu gibi maddeler çıkarıldıktan sonra yeni bir anlaşma yapılabilir.

Cizye Yükümlüsünde Bulunması Gereken Şartlar

Zimmi&#;nin cizye yükümlüsü olabilmesi için aşağıdaki şartların bulunması gerekir:

1- Ehliyet: Cizye yükümlüsünün akıllı ve ergin olması gerekir. Çocuklar ve akıl hastaları cizye vergisi ile yükümlü tutulamazlar. Çünkü bunlar savaş ehlinden değildirler.

2- Erkek olmak: Kadınlara da cizye yoktur. Çünkü kadınlar da savaş ehli değildir. Allah Teala cizyeyi savaşa katılabilen kimselere gerekli kılmıştır, çünkü ayette; &#;Allah&#;a ve ahiret gününe inanmayanlarla savaşınız&#; (et-Tevbe, 9/29) buyurulur. Bu ayetteki &#;Mukatele ediniz&#; emri her iki tarafın da savaşçı olmasın gerektirir.

3- Sağlık ve mali güç: Bir yıl veya yılın yarıdan fazlasında hasta olan kimseye cizye gerekmez. Çünkü çoğun hükmü bütünün hükmü gibidir. Yine çalışamayan yoksula ve insanların arasına karışmayan rahiplere de cizye gerekmez.

4- Müzmin hastalık, körlük ve yaşlılık gibi iptilalardan uzak olmak

5- Hür olmak: Köleden cizye alınmaz. Çünkü o, bir mala malik değildir.

Sonuç olarak İslam fakihleri cizye yükümlülüğü için akıllı, ergin, hür ve erkek olma şartlarında görüş birliği içindedir. Buna göre, kadınların, çocuğun, akıl hastasının, bunağın, müzmin bir hastalığa yakalananların, kölelerin, felçlilerin ve ileri yaşta olanların cizye yükümlülüğü bulunmaz. Çünkü bunlar savaşçı sayılmazlar. Yine çalışmayan yoksullar ve insanların arasına karışmayan kitap ehli din bilginleri de cizye yükümlüsü değildir.

Şafiiler ve tercih edilen görüşlerinde Hanbeliler ise yukarıda üç ve dördüncü maddelerde zikredilen özürlülere karşı çıkarak bunların cizyeyi düşüremeyeceğini söylerler (el-Kasani, el-Bedayi&#;, VII, vd.; Zeylai, Tebyinü&#;l-Hakaik, el-Emiriyye tab&#;ı, IV, ; İbnü&#;l-Hümam, Fethu&#;l-Kadir, IV, ; el-Meydani, el-Lübab, IV, ).

Cizye Akdinin Hükmü

Gayri müslimlerle yapılacak ümmet akdi, onlarla müslümanlar arasındaki savaşı sona erdirir, zımmilerin mal, can, ülke ve ırzlarını koruma altına alır. Akit yapıldıktan sonra bunların mübah kılınması caiz olmaz. Delil yukarıda zikrettiğimiz Büreyde hadisidir. Bu hadisin sonunda; &#;Onları cizye vermeye çağır. Eğer bunu kabul ederlerse, sen de kabul et ve onlara dokunma&#; (Müslim, Cihad, 3; İbn Mace, Cihad, 38; Darimi, Siyer, 5, 8) buyurulur.

Diğer yandan cizyeden söz eden ayette de şöyle buyurulur: Kendilerine kitap verilenlerden Allah&#;a ve ahiret gününe iman etmeyenlerle, küçülmüşler olarak kendi elleriyle cizyelerini verinceye kadar savaşınız&#; (et-Tevbe, 9/29). Bu ayette kitap ehlinin İslam&#;ı kabul etmesi veya cizye vermeye razı olması halinde onlarla savaşın sona erdirilmesi gerektiği bildiriliyor. Buna göre kitap ehlinin müslüman olması, mal, can ve ırz güvenliğini sağladığı gibi, kitap ehli kalarak ve zimmi statüsüne geçerek cizye vermesi de ayni hakları ve korumayı sağlar. Nitekim Hz. Ali&#;nin şu sözü de cizyenin gayri müslim toplumla ilgili fonksiyonunu açıklıkla belirtir: &#;Onlar, cizyeyi ancak malları bizim mallarımız, kanları da bizim kanlarının gibi olsun diye ödemişlerdir&#; (el-Kasani, a.g.e., VIII, III; Zeylai, Nasbü&#;r-Raye, III, ). Usame (r.a)&#;ten Rasulüllah (s.a.s)&#;ın şöyle dediği rivayet edilmiştir: &#;Dikkat ediniz! Kim bir anlaşmalıya haksızlık eder veya ondan haklarını eksiltir, yahut ona gücünün üstünde yük yükler veya ondan rızası dışında bir şey alırsa, kıyamet gününde onun karşısında hasmı ben olurum&#; (Ebu Davud, İmare, 33)

Düşman eline esir düşen zimmiler ve bunların mallarını kurtarmaya çalışmak tebaası bulundukları İslam devletinin görevidir.

Daru&#;l-İslam&#;da bir zimmiyi haksız yere öldüren kimseye katlin niteliğine göre kısas veya diğer cezalar uygulanır. Öldüren kimse müslüman, zimmi veya müste&#;men (pasaportlu yabancı) olsun hüküm değişmez.

Zimmet ehlinin bulunduğu yerlerde eksiden beri var olan kilise, havra gibi ibadet yerlerine dokunulamaz. Bunlar harap olmuş bulunursa onarılmalarına engel olunmaz. Ancak zımmilerin yeni kimse veya havra yapmalarına veya eskiden var olanların yerlerini değiştirmelerine izin verilmez. Hatta İslam devlet başkanının yıkılmasını uygun bulduğu eski kiliseler ve benzerleri de yeniden yapılamaz.

Zimmet ehlinin bir köyde veya bir şehir dışında mabetleri bulunduğu halde bir çok evler yapılmakla o köy bir şehir haline gelse veya o şehir dışında yapılan binalar şehre kadar bitişerek şehrin bir mahallesi gibi olsa, o mabetler sağlam görüşe göre hali üzere bırakılır ve yıkımları yoluna gidilmez.

İslam ordusu tarafından fethedilen bir belde halkı, zimmi statüsü ile İslam Devletine bağlansa ve halkın orada kalmalarına izin verilse, bunlar o beldede kilise yapmaktan, şarap ve domuz eti gibi şeyleri açık bir şekilde satmaktan men edilemezler. Çünkü onlar bununla gayri Müslimlik şiarını kendi beldelerinde açığa vurmuş olurlar. Fakat bir grup gayri müslim, kendi istekleriyle İslam Devletine başvurarak zimmi statüsüne geçmek isteseler, beldeleri İslam beldesi hükmünde olur. Bu yüzden orada eski kiliselerine müdahale edilemezse de, yeniden mabetler yapmalarına izin verilmez (bk. Bilmen, a.g.e., III, , ).

Cizye Çeşitleri ve Miktarları

Cizye konuluş durumuna göre ikiye ayrılır:

1. Sulh yoluyla konulan cizye: Bu İslam devleti ile kitap ehlinin karşılıklı anlaşma ve rızalaşma yoluyla belirledikleri cizyedir. Burada cizyenin miktarı ve alınacak şahıslar bakımından zimmet sözleşmesi hükümlerine uyulur. Artık tek yanlı irade ile cizye miktarı değiştirilemez. Bu çeşit cizyenin delili Hz. Peygamber&#;in Necran hristiyanlarına yaptığı uygulamadır. İslam&#;da konulan ilk cizye budur. Allah elçisi Necranlılarla yaptığı anlaşmada her yıl Safer ayında iki bin ve Recep&#;te de bin takım elbise cizye koymuştur. Her takım elbisenin değeri bir rukye olarak belirlenmiştir. Bir rukye kırk dirhemdir. Bir dirhem de yaklaşık bir koyun bedelidir.

2. İslam Devleti tarafından doğrudan doğruya konulan cizye. Müslümanlar kendi güçleriyle bir düşman ülkesini ele geçirirler ve gayri müslim olan halkını yurtlarında &#;tebea&#; olarak bırakırlarsa, bunlara miktarı İslam Devleti&#;nce belirlenen cizye vergisi konulur.

Hz. Peygamber döneminde sulh yoluyla miktarı belirlenen cizye uygulamasından sonra, Hz. Ömer (r.a) &#;hilafeti zamanında zimmiler ekonomik durumlarına göre aşağıdaki şekilde üç sınıfa uyararak yıllık cizye vergisi belirlemiştir.

a- Zenginler: Dış görünüş bakımından zengin sayılanlardan yıllık 48 dirhem cizye alınmıştır. On bin dirhem ve daha çok bir paraya sahip olanlar zengin sınıfta kabul edilmiştir. Hz. Peygamber zamanında 10 dirhem gümüş parayla iki koyun satın alınabiliyordu. Bu duruma göre yaklaşık iki bin koyun tutarında serveti olan zengin sınıfında yer almıştır.

b- Orta halliler: İki yüz dirhem ve daha fazlasına sahip olanlardan 24 dirhem cizye alınmıştır.

c- Çalışma gücü yeten yoksullardan ise yıllık 12 dirhem cizye alınmıştır. Bunlar dirhemden daha fazla veya hiç parası olmayan ve elinin emeği ile geçimini sağlayan çiftçi ve işçi kesimidir.

Yukarıdaki cizye miktarları 12 aya bölünerek her ay eşit taksitler halinde ödenir. Ancak devlet, cizyeyi yıl sonlarında topluca alma yoluna da gidebilir. Bu üç sınıf bir beldenin sosyal ve ekonomik durumu dikkate alınarak belirlenir. Çocuklar, kadınlar, din adamları ve çalışmayacak durumda bulunan gayri müslimler bu vergiden muaf tutulmuştur (el-Kasani, a.g.e., VII,; İbn Abidin, Reddü&#;l-Muhtar,III, ; Zeylai, Nasbü&#;rRaye, III, ; Ebu Yusuf, Kitabü&#;l-Harac, Kahire, H. , ).

Şafiilere göre cizyenin en az miktarı yılda bir dinardır (yaklaşık 4 gr. altın para). Çünkü Muaz b. Cebel&#;i (ö. 18/) Allah&#;ın Rasulü Yemen&#;e gönderirken ergenlik çağına gelmiş her erkekten, bir dinar veya onun değerinde meafir denilen elbiseden almasını emretmiştir (bk. Ebu Davud Zekat, 5, İmare, 3; Tirmizi, Zekat, 5; Nesai, Zekat, 8; Ahmed b. Hanbel, V, , , ). &#;Meafir&#;, Yemen&#;de Hemdanlılara nisbet edilen bir Yemen kumaşı türüdür. Şafiilere göre, zenginden dört dinar, orta halliden iki dinar alınması müstehaptır. Böylelikle Beyhaki&#;nin (ö. /) dediği gibi Hz. Ömer&#;in uygulamasına uyulmuş olur.

İslam&#;ın ilk dönemlerinde genel olarak bir dinar altın paranın satın alma gücü on dirhem gümüş paraya denk durumda idi. Bu para denkliği dikkate alınınca, Şafiiler, 40, 20 ve 10 dirhem cizye miktarlarını üç sınıfın ekonomik durumuna göre benimsemiş olurlar.

Malikilere göre ise, cizye, altın parası olanlar için yıllık dört dinar, gümüş parası olanlar için ise kırk dirhemdir. Ancak yoksul olanların cizye miktarı gücüne göre azaltılabilir (ez-Zühayli, a.g.e., VI, ).

İslam&#;da Gayri Müslimlerden Alınan Diğer Vergiler

1- Gümrük Vergisi: Hz. Peygamber döneminde, İslam&#;dan önceye ait şehirler arası gümrük vergisi uygulaması kaldırıldı. Allah Rasulü kendisine tabi olan kabilelerle yaptığı anlaşmalarda bunu da bir şart olarak öne sürüyordu. Bununla birlikte dış ticaret 1/10 gümrük vergisine tabi olmakta devam etti veya yüzde üzerinden başka oranda bir vergi özel ya da devletler arası anlaşmalarda şart koşuldu (bk. Muhammed Hamidullah, İslam&#;da Devlet İdaresi, trc. Kemal Kuşçu, İstanbul , ):

Ebu Yusuf&#;un (ö. /) ve es-Serahsi&#;nin (ö. /) belirttiğine göre, Hz. Ömer&#;in gümrük uygulaması şu oranlarda idi. O, müslümanlardan 1/40, zimmilerden 1/20, harbilerden (düşman ülkesi tebaası gayri müslim) ve yabancılardan 1/10 oranında gümrük vergisi alıyordu (Ebu Yusuf, el-Harac, , vd.; es-Serahsi, el-Mebsut, II, ).

Hz. Ömer yabancı ülkelerin müslümanlardan ne kadar gümrük vergisi aldıklarını araştırmış ve 1/10 oranında vergi aldıklarını öğrenince o da &#;mütekabiliyet (karşılıklılık esası)&#; prensibini uygulayarak yabancılardan ayni oranda gümrük vergisi almıştır (es-Serahsi, a.g.e., II, ).

Kısaca bir İslam toplumu çevre, ülke ve toplumlarla ithalat ve ihracat ilişkilerinde gümrük miktarlarını karşılıklı gümrük tarifeleri ve anlaşmalar çerçevesinde çözümler. Yabancı ülke gümrük duvarlarını düşürürse, İslam Devleti de düşürebilir (Sahnun, el-Müdevvene, II, 41).

2. Haraç: Mülkiyeti İslam Devleti&#;ne ait olan ve köylülere yalnız ekip biçme hakkı tanınan topraklarla, mülkiyeti gayri müslim halka bırakılan yerler, haraç vergisine tabidirler. Genel kanaate göre haraç arazisini müslümanlar da işletseler, ödedikleri vergi haraç hükmünde olur.

Haraç muvazzafa ve mukaseme diye ikiye ayrılır:

a- Harac-ı Muvazzafa: Gayri müslimlere ait bir araziye dönüm başına konulan vergidir. Bazan da bu vergi arazinin bir dönümünden çıkacak ürüne göre belirlenir. Hz. Ömer geniş Irak ve Suriye topraklarına bu çeşit vergiyi koymuştur (Ebu Yusuf a.g.e., 38 vd.; el-Kasani, a.g.e., II, 62).

b- Harac-ı Mukaseme: Öşürde olduğu gibi, elde edilecek ürünün kendisine, ondalık hesabı ile konulan vergiye de bu ad verilir. Bu verginin oranı ürünün I/4,1/3 veya 1/2 ölçüsündedir (el-Kasani, a.g.e., II, 63).

Hz. Peygamber, Hayber ve Fedek arazilerine bu çeşit bir vergi koymuş ve bu yerlerde oturan yahudilerden 1/2 oranında, yani çıkan ürünün yarısını vergi olarak almıştır (Ebu Yusuf, a.g.e., 55). Yahudiler bu iki yerdeki arazileri üzerinde mülkiyet haklarını kaybetmişler ve &#;yarıcı&#; olarak çalışmaya başlamışlardır. Bu yüzden onlardan alınan gelirlere vergi olarak bakmak tartışılabilecek bir konudur. Ancak bunlar harcama yerleri bakımından haraç hükmündedir (bk. Celal Yeniçeri, İslam&#;da Devlet Bütçesi, İstanbul ,,; İslam İktisadı, İstanbul, , vd). 3- Ganimetlerden alınan beytülmal payları: Savaş sırasında gayri müslimlerden zorla ele geçirilen mallara &#;ganimet&#; denir. Ganimet her yıl veya belirli dönemlerde alınabilir düzenli bir gelir türü değildir. Kur&#;an-ı Kerim&#;de ganimetlerin paylaşılma biçimi ve devlete düşen paylar belirlenmiştir (el-Enfal, 8/41).

Cizyeyi Düşüren Haller

1- Zimmi&#;nin İslam&#;a girmesi. Zimmet ehli bir kimse İslam&#;a girince cizye vergisinin düşeceği konusunda görüş birliği vardır. Çünkü İbn Abbas (funduszeue.infoüma)&#;dan nakledildiğine göre Allah elçisi şöyle buyurmuştur: &#;Müslüman&#;a cizye yükümlülüğü yoktur&#; (Ahmed b. Hanbel, I, , ; Tirmizi, Zekat, II).

2- Cizye yükümlüsünün ölmesi. Hanefi, Maliki ve Zeydilere göre ölümle cizye düşer. Çünkü bunlara göre cizye bir ceza olup, hadlerde olduğu gibi ölümle düşmelidir. Şafii ve Hanbelilere göre ise cizye ölümle düşmez ve terekeden alınır. Çünkü hayatta iken ödenmesi gereken bir borç olmuştur.

3- Zamanın geçmesi ile de cizye düşer. Ebu Hanife ve Zeydilere göre, cizye tahsil edilmeden önce yıl sonu gelir ve bir sonraki yıl girerse cizye düşer. Çünkü cizye bir ceza olup, hadlerde olduğu gibi biri diğerinin içine girer. Ebu Yusuf, İmam Muhammed ve diğer imamlara göre ise cizyede iç içe girme (tedahul) söz konusu olmaz. Çünkü cizye bir bedel (ıvaz) olup, ödenmesi gereken bütün cizyeler ödenmelidir. Diyet, zekat gibi mali haklar da böyledir (İbn Kademe, el-Muğni, VIII, , vd.; ez-Zühayli, a.g.e., VI, ).

Zimmet Akdinin Niteliği

İslam müctehitleri, zimmet akdinin müslümanlar için bağlayıcı (lazım) bir akit olduğunda görüş birliği içindedirler. Müslümanlar tek yanlı irade ile böyle bir anlaşmayı bozamazlar. Gayri müslimler için ise bağlayıcı olmayan bir akittir. Hanefilere göre kitap ehli ile yapılan zimmet sözleşmesi aşağıdaki üç sebepten birisi ile bozulabilir.

a-Zimmi&#;nin müslüman olması,

b-Daru&#;l-harbe kalmak üzere geçmesi,

c-Bir bölgede üstünlüğü sağlayarak, İslam toplumuna karşı savaş açmaları. Bu üç sebebin dışında mesela; cizye vermekten kaçınmak, Hz. Peygamber&#;e dil uzatmak, bir müslümanı öldürmek veya müslüman bir kadınla zina etmek gibi sebeplerle zimmet akdi bozulmuş olmaz. Çünkü İslam Devleti zimmiyi cizye vermeye zorlayabilir, suç işlediğinde ise ceza hükümlerini uygulayabilir. İslam Devleti, cizye karşılığında onların kendi inançları üzere kalmalarına izin verdiğine göre, diğer halleri küfrün altında kalır (el-Kasani, a.g.e., VII, vd.; İbnü&#;l-Hümam, Fethu&#;l-Kadir, VI. ; el-Meydani, el-Lübab, IV,).

Çoğunluk fakihlere, İmamiyye Şia&#;sına ve Zeydiye&#;ye göre kitap ehli ile yapılan zimmet akdi cizye ödemekten veya İslam&#;ın kendilerini ilgilendiren genel hükümlerini uygulamaktan kaçınmaları yahut İslam Devleti&#;ne karşı toplu isyana kalkışmaları halinde bozulmuş sayılır. Çünkü bunlar zimmet akdinin gerektirdiği hususlardır. Bunlara uymamak akdin bozulmasını gerektirir.

Şafiilerde sağlam görüşe göre, zimmilerin ma&#;siyetleri işlemesi, zimmet sözleşmesinde şart koşulmadıkça akdi bozmaz.

Zimmilerin Hak ve Görevleri

1- Hakları:

a- Yerleşme hakkı; zimmet ehli olan gayri müslimler Mekke&#;nin harem bölgesi dışında bulunan İslam toprakları üzerinde yerleşebilirler. Mekke haremine onların girememesi şu ayete dayanır: Müşrikler ancak bir pisliktir (necis), onun için bu yıllarından itibaren onlar artık Mescid-i Haram&#;a yaklaşmasınlar&#; (et-Tevbe, 9/28). Ayette kastedilen Mekke&#;nin harem bölgesidir. Bunu ayetin devamındaki;&#; Eğer yoksulluğa düşeceğinizden korkuyorsanız, yakında Allah, dilerse sizi lütfuyla zenginleştirir&#; ifadesinden anlıyoruz. Ebu Hanife ise onların bütün Hicaz bölgesi gibi Mekke haremine de girebileceklerini, ancak burasını sürekli yerleşim yeri olarak seçemeyeceklerini söyler.

b- Can, mal ve ırzlarını İslam Devleti&#;nin koruması gerekir.

c- Mabetlerine, içkilerine ve domuzlarına, bunları açıktan işlemedikleri sürece dokunulmaz. Bir müslüman onların içki, domuz vb. yiyecek, içeceklerine zarar verirse tazmin etmesi gerekir. Şafii ve Hanbelilere göre ise tazmin gerekmez.

2- Görevleri:

Yılda bir defa ergin, hür ve erkekler için cizye ödemek.

Yerleştikleri bölge dışında ticaret yaparlarsa, onda bir vergi ödemeleri,

Herhangi bir mabedi yeniden inşa etmemeleri.

Müslümanları aldatmamaları ve müslümanların arasına casus sokmamaları.

Çanları gizlice çalmaları ve dini ibadetlerinden herhangi bir şeyi açıktan yapmamaları.

Hiçbir peygambere sövmemeleri ve inançlarını açıktan açığa dile getirmemeleri.

Zimmilerle İlgili Bazı Önemli Hükümler

1. Zimmi ile müslümanın evlenmesi: Müslüman bir erkeğin hristiyan veya yahudi kadınla evlenmesi caizdir. Çünkü İslam&#;da evin reisi kocadır, doğacak çocuklar babanın dininden sayılır, böylece gayri müslim kadınla evlenme İslam&#;ın yayılmasına yardımcı olabilir.

Kur&#;an&#;da şöyle buyurulur: Hür ve iffetli mü&#;min kadınlar ile sizden önce kendilerine kitap verilenlerden hür ve iffetli kadınlar, namuslu olmanız, zina yapmamanız, gizli dostlar edinmemeniz ve kendilerine mehirlerini vermeniz şartıyla size helaldır&#; (el-Maide, 5/5). Ancak yukarıdaki ayetin açık olarak ehl-i kitap kadınla müslüman erkeğin evlenmesine cevaz verdiği halde Hz. Ömer (ö. 23/) Medayin valisi Huzeyfe b. el-Yeman&#;a (ö. 36/), evli bulunduğu yahudi kadının boşamasını bildirmiştir. Kitap ehli kadınlarla evlenmenin kötüye kullanılması ve müslüman kadınlara rağbet azalacağı endişesi halife Ömer&#;i böyle bir önlem almaya sevketmiş olmalıdır (el-Cassas, Ahkamü&#;l- Kur&#;an, tahkik, Muhammed es-Sadık, Kahire, t.y., II, ). Bu hükmü kaldırma değil, geçici bir uygulamadır. Çünkü temelde Abdullah b. Ömer (ö. 73/) dışında ashab-ı kiramdan kitap ehli kadınla evlenmenin caiz olmadığını söyleyen yoktur. İbn Ömer bu konuda şöyle demiştir: &#;Allah müşrik kadınları, mü&#;min erkeklere haram kılmıştır. Ben bir kadının; Rabbim İsa&#;dır demesinden daha büyük bir şirk bilmiyorum&#; (es-Sabuni, Tefsiru Ayati&#;l-Ahkam, 2. baskı, Dimaşk, /, II, ). İbn Ömer&#;in bu sözü haramlığa değil kerahete hamledilmiştir. Hristiyan ve yahudilerin inanç bakımından Allah&#;a şirk koştukları çeşitli ayetlerle (bk. et-Tevbe, 9/30; el Maide, 5/73) belirtilmektedir. Ancak müşriklerle evlenme yasağı bildiren ayetin (el-Bakara 2/) genel hükmü, kitap ehli ile evlenmeye cevaz veren başka bir ayetin hükmü (bk. el-Maide, 5/5) tarafından tahsis edilmiştir. Böylece ehl-i kitap kadınlar müşrik kapsamı dışında bırakılmıştır. Çoğunluğun görüşü böyledir (bk. el-Cassas, a.g.e., II,15, vd.; el-Kasani, a.g.e., II, , ; İbn Rüşd, Bidayetü&#;l-Müctehid, II, 37 vd.; Hamdi Döndüren, Delilleriyle İslam Hukuku, İstanbul , vd).

Diğer yandan İslam toplumuna düşman olan harbi ve ehl-i kitap bir kadınla evlenmek mekruh olup, bu konuda icma vardır (İbnü&#;l-Hümam, Fethu&#;l-Kadir, II, ).

2- Zimmi ile Müslüman arasında miras hukuku:

Çoğunluk müctehidlere göre, müslümanlarla gayri müslim arasında miras cereyan etmez. Delil sünnettir. Hadiste şöyle buyurulur: Müslüman kafir, kafir de Müslümana mirasçı olamaz&#; (Buhari, Hacc, 44, Meğazi, 48, Feraiz, 26; Müslim, Feraiz,1; Ebu Davud, Feraiz, 10; Tirmizi, Feraiz, 15). Bu duruma göre, kitap ehli ile evli müslüman erkekle eşi arasında miras cereyan etmeyeceği gibi, çocuklar da babalarına tabi olarak yalnız ondan miras alabilecektir.

Ancak Muaz b. Cebel (ö. 18/) ve Muaviye (ö. 60/) ile tabiilerden Mesnuk b. el-Ecda (ö. 63/), Said b. el-Müseyyeb (ö. 93/), İbrahim en-Nehai (ö. 90/) ve diğer bazıları aksi görüştedir. Bu görüşte olanlar &#;müslüman kafirden miras alır, fakat kafir müslümandan alamaz&#; derler. Onlar bu konuda şu hadislerin genel anlamlarına dayanırlar: İslam arttırır, eksiltmez&#; (Ebu Davud, Feraiz, 10; Ahmed b. Hanbel, V, , ). İslam yücedir, onun üzerine yücelinmez&#; (Buhari, Cenaiz, 79).

Çoğunluk müctehitler ise yukarıda ilk verdiğimiz Buhari hadisini miras konusunu çözümleyen esas delil olarak alırken, diğer genel anlamlı hadisleri doğrudan mirasla ilgili görmezler.

Diğer yandan zimmilerin kendi aralarında miras cereyan eder. Çünkü küfür ehli tek millet sayılmıştır.

3- Zimmilerin İslami yasaklara saygı göstermesi:

Zimmet ehli, İslam&#;ın yasakladığı ve kendi inançlarına göre de menedilmiş bulunan şeyleri İslam ülkesinde işlememekle yükümlüdür. Zina, eşcinsellik gibi.

Yine zimmilerin müslümanlarla karışık bulunduğu yerlerde İslam&#;ın şearine aykırı olan şeyleri açığa vurmamakla yükümlüdürler. Bu şey kendi aralarında caiz olsa bile hüküm değişmez. Mahrem hısımla evlenmek gibi.

Bir zimmi İslam beldesine açıkça içki, domuz ve benzeri şeyleri soksa, bunu bilmeme yüzünden yapmışsa İslam devletince geri çevrilir ve tekrarı halinde cezalandırılacağı bildirilir. Bilerek yaptığı anlaşılırsa, bunlar yine geri çevrilir ve kendisi darb veya hapis gibi bir ceza ile te&#;dib edilir. Diğer yandan bunları bir müslüman telef etse tazmin etmesi gerekir. Çünkü bunlar zimmi bakımından mütekavvim (değerli) maldır.

4. Zimmiye nafile sadaka vermek: Zekat yalnız müslüman olan yedi sınıfa verilir: &#;Zekat, Allah&#;tan bir farz olarak ancak fakirlere, yoksullara, zekatı toplayan memurlara, kalbleri İslam&#;a ısındırılmak istenenlere, kölelere, borçlulara, Allah yolunda cihad edenlere ve yolda kalanlara verilir&#; (et-Tevbe, 9/60).

Nafile sadakalar ise yahudi, hristiyan veya mecusilerden fasık ya da kafir olanlara verilebilir. Bunların zimmi veya harbi olması da hükmü değiştirmez. Delil şu ayettir: &#;Onlar, yemeğe ihtiyaç ve istekleri olduğu halde, onu yoksula, yetime ve esire yedirirler&#; (el-İnsan,76/8). Ayetteki &#;esir&#; harbi statüsünde bir kişidir. Hz. Peygamber&#;in, susuz köpeği sulayan kimse hakkında şöyle buyurduğu nakledilmiştir: &#;Her ciğeri yaş olan hayvana yardımda ecir vardır&#; (Buhari, Mezalim, 23, Edeb, 37, Müsakat, 9; Müslim, Selam,; Ebu Davud, Cihad, 44; Malik, Muvatta&#;, Sıfatü&#;n-Nebi, 23). Başka bir hadiste şöyle buyurulur: &#;Senin yemeğini Allah&#;tan sakınandan başkası yemesin&#; (Tirmizi, Zühd, 56; Ebu Davud, Edebm, 16; Ahmed b. Hanbel, III, 38). Burada daha faziletli olan sadaka verme kastedilmiştir.

Diğer yandan Ebu Hanife ve İmam Muhammed&#;e göre zimmilere keffaret ve adaktan da verilmesi caizdir. Yemin kefaretini bildiren ayette şöyle buyurulmuştur: &#;Bozulan yeminin keffareti, ailenize yetirdiğinizin ortalamasından on yoksulu yedirmek veya giydirmek yahut bir köle azat etmektir. Verecek bir şey bulamayan kimse için de üç gün oruç tutmaktır&#; (el-Maide, 5/89). Bu ayette mü&#;minle kafir arasında bir ayırım yapılmamıştır.

☆☆☆

HARBÎ

Müslümanlarla aralarında antlaşma bulunmayan gayr-i müslimlerin ülkesinde yaşayan kimse hakkında kullanılan bir İslam hukuku terimi.

Harbî; kelime anlamı itibarıyla harbe mensub savaşa ait manasına gelse de kastedilen &#;daru&#;l-harb&#;e ait&#; anlamındadır. Harbi gayr-ı müslimlerin yurdunda yaşayan şahıs demektir.

Müslüman olmayanların müslümanlarla olan münasebetlerinde hukuki statüleri üç bölümde incelenir.

Zimmiler; Müslümanların memleketinde cizye vererek yaşayanlar.

Müste&#;men (pasaportlu) daru&#;l-harpte yaşayan bir şahsa izin ve eman alarak müslümanların memleketine girdiğinde ona emniyet ve güven verilmiş olur ki buna müste&#;men adı verilir.

Üçüncü grup harbidir. Harbi olan şahısların hukuki durumu da ikiye ayrılır. Daha önce İslam dininden haberdar olan harbiler; bunların memleketinde İslam yaygın olup duyulmuştur. Bu takdirde bunlarla savaşa başlamadan önce onları İslam&#;a davet etmek gerekmez. Önceden İslam&#;dan, İslam&#;ın harp gayesinden haberdar olması onlar için &#;davet-i hükmiyye&#; kabul edilir. Ancak (yine de İslam&#;a) davet edilmeleri daha uygundur. Bunu kabul etmedikleri takdirde cizye vererek İslam ahdinin himayesini kabul etmeleri kendilerinden istenir. Müslümanların harp için elverişli ortamı ve vakti kaçırma gibi bir endişeleri varsa hiç davet etmeden saldırabilirler.

Daha önce İslam dininden haberdar olmayan harbiler, bunlara savaşa başlamadan muhasara sırasında davet yapılır ve onlara İslam anlatılır. Bu davete de &#;davet-i hakikiyye&#; denilir. Düşmanlar müslümanların memleketine saldırırsa onlara davet yapılması gerekmez. Çünkü bu düşmanın cüretinin artmasına, müslümanların zaman ve moral kaybına neden olur.

Daru&#;l-Harb&#;e cihad için giden müslümanların, bir İslam beldesinin düşman tarafından istila tehlikesi varsa ve o beldenin düşmana karşı koymasının mümkün olmadığını bilirlerse o İslam beldesine yardım etmeleri gerekir. Çünkü böyle bir durumda müslümanlara yardım farz-ı ayn olmuş olur ve def&#;i zarar celb-i menfaat&#;tan mukaddem bulunur, yani zararı gidermek fayda sağlamakta önemlidir.

Bir harbi (düşman)&#;nin İslam&#;a girmesi kendisi ile savaşılmasına engel olur. Çünkü İslam&#;a girmesiyle istenen gerçekleşmiş oluyor.

Harbinin müslüman olduğunun kabul edilmesi şu üç yoldan birisiyle mümkündür: Açıkça İslam&#;a girdiğini itiraf edip söylemesi; Cemaatla namaz kılması gibi müslüman olduğuna dalalet eden bir alametin bulunması, tebaiyyet yoluyla müslüman olduğunun kabul edilmesi; bir çocuğun anasına babasına veya bulunduğu İslam ülkesine dayanacak müslüman sayılması.

Harbi, Daru&#;l-harbde İslam&#;a girdikten sonra, İslam ülkesine hicret etmeden önce bulunduğu memleket müslümanlar tarafından alındığı takdirde elindeki menkul mallar kendisine bırakılır; gayr-i menkulleri ise ganimet sayılır.

Harbi, İslam&#;a girip henüz daru&#;l-harbde iken bir müslüman tarafından bilerek veya hata yoluyla öldürülecek olursa öldüren yani katil diyet ödemez, yalnız keffaret vermesi yeterlidir.

Yahya ALKIN

☆☆☆

MÜSTE&#;MEN

İslam devleti sınırları içine müsaade alarak giren harbi veya yabancı bir ülkeye aynı şekilde müsaade ile giren müslüman ve zimmiler hakkında kullanılan bir İslam hukuku terimi. Müste&#;men, müsaade ile girdiği ülkede canı, malı ve namusu hakkında emniyet altında bulundurulan, kendisine eman verilen kimsedir. Buna, müste&#;min de denilir. Bu takdirde, yabancı bir milletin ülkesine girmek için o milletin hükümetinden müsaade isteyen, güven altına alınmasını isteyen kimse demektir. Müste&#;men dört kısımdır:

a) Küfür ülkesine müsaade isteyerek giren müslüman,

b) Küfür ülkesine eman ile giren zımmi*,

c) İslam ülkesine eman ile giren gayrı müslim,

d) Bir küfür ülkesinden diğer bir küfür ülkesine giren gayri müslim. Müste&#;men ile ilgili olarak Kur&#;an&#;daki hüküm şu ayetle belirlenmiştir: &#;Ey Muhammed! Müşriklerden biri sana sığınırsa onu güvene al; ta ki Allah&#;ın sözünü dinlesin. Sonra onu güven içinde olacağı yere ulaştır. Çünkü onlar bilgisiz bir topluluktur&#; (et-Tevbe, 9/6). Hudeybiye anlaşmasından sonra Medine&#;ye gelen Ebu Süfyan&#;a eman verilmiş ve ona dokunulmamıştır. Hz. Peygamber (s.a.s.), küçük yaşta da olsa müslümanlardan herhangi bir kimsenin eman verme yetkisine sahip olabileceğini &#;Müslümanların taahhüdü bir bütündür, onu rütbesi en aşağıda olan da taşır&#; sözleriyle işaret etmiştir.

Müste&#;men, girdiği ülkede kısa bir süre kalabilir. Bu süre içinde aşağıda belirlenen bir kısım yetki ve sorumluluklara tabidir:

Yabancı bir ülkeye ticaret vb. bir maksatla giden müslüman müste&#;men, gittiği ülke halkının malına, canına, namusuna tecavüz edemez. Oraya girerken alınan giriş izni bir anlaşma hükmündedir. Müslüman, ahdine vefa göstermelidir. Ancak bulunduğu ülke idaresinin izni ile halkının, müslüman müste&#;mene yaptığı tecavüze misli ile mukabele edilir. Küfür ülkesindeki müslüman müste&#;men, kafir birinin malını onun rızasıyla alış-veriş, faiz ve fasit akitlerle alabilir. Ebu Yusuf bu görüşte olan Ebu Hanife ve İmam Muhammed&#;e karşı çıkmış &#;Müslüman nerede olursa olsun İslam hukukuna göre hareket etmesi gerekir&#; ictihadında bulunmuştur. Gayrı müslimin malını çalmak, gasbetmek ve aldığı borcu ödememek caiz değildir.

İslam zimmetinde bulunan küfür ülkesindeki zimmi bir müste&#;men tecavüze uğrar veya esir edilirse bağlı bulunduğu İslam devletinin onu kurtarmaya çalışması lazımdır. Bir zimminin küfür ülkesine iltica etmesine Hanefi mezhebine göre müsaade edilmez. Çünkü böyle bir zimminin küfür ülkesine ilticası, İslam devleti aleyhine sonuçlar doğurabilir. Ancak ticaret veya sanat öğrenmek için gidip gelmesine müsaade edilebilir. Küfür ülkesi vatandaşlarından biri ticaret ve benzeri işler için uzun süre olmamak kaydıyla İslam ülkesine müste&#;men olarak gelebilir. İslam ülkesinde bulunan iki müslümandan biri diğerini kasıtlı olarak öldürürse katil hakkında kısas gerekir.

Müste&#;menliğin sona ermesi, Hanefi mezhebine göre, o kimsenin İslam ülkesinden çıkıp düşman ülkesine girmesiyle olur. Hanbeliler ise, geri gelmemek üzere çıkmış olmayı şart koşarlar. Bu mezhebe göre, İslam ülkesinden çıkıp bir süre sonra dönen kişinin müste&#;menliği devam eder.

Bulunduğu İslam ülkesinde bir yıl ve daha fazla ikamet eden gayri müslim bir müste&#;men, zimmet ehli olmayı kabul etmiş olur ve kendisinden cizye alınmaya başlanır. Haraci ve öşri araziden bir miktar yer alan müste&#;men, İslam ülkesinin zimmi vatandaşı kabul edilir ve kendisinden cizye alınır. Haraci bir araziyi icara tutan bir müste&#;men zimmet ehli kabul edilmez. Zimmetin sabit olması için haracın tahakkuku gerekir. Kitap ehli bir müste&#;men kadın, İslam ülkesinde müslümanla veya zimmet ehli birisiyle evlenirse kendisi de kocasına bağlı olarak zimmet ehli olur. Ancak erkek olan müste&#;men bu durumda zimmet ehli sayılmaz. Zimmeti kabul eden bir müste&#;menin kafirlere iltihak etmek için küfür ülkesine gitmesine müsaade edilmez. Zimmeti kabul etmiş bulunan İslam ülkesindeki bir müste&#;menin malı, rızasıyla da olsa, faiz ve fasid akidlerle alınamaz, esir edilemez, eza ve cefaya uğratılamaz, hiç bir surette kendisine zulmedilmez.

Müste&#;menler için verilen izinler; özel, genel, anlaşmalı, örfe dayalı izinler ve müste&#;menden dolayı yakınına hükmen verilmiş olan izinlerdir.

Müste&#;men olan bir müslüman küfür ülkesinde oranın vatandaşından birini öldürse veya malını telef edip sonra İslam ülkesine gelse, hakkında İslam hükümleri tatbik edilemez, ancak manevi sorumluluğu gerektirir. İslam ülkesinde bir kafiri öldüren müslüman veya zimmiye kısas tatbik edilmez. Ancak öldürülen şahıs müste&#;men olursa diyet ödenmesi gerekir. İslam ülkesinde bulunan iki müste&#;menden biri diğerini kasıtlı olarak öldürürse, katil de kısas edilir. Müste&#;menin, kul hakkı dışında işlediği suçlara ceza verilmez. İmam Ebu Yusuf&#;a göre sadece içki cezası tatbik edilebilir. İslam ülkesinde zimmeti kabul eden müste&#;men hakkında zimmet ehli hükümleri uygulanır.

Casusluk yaptığı ortaya çıkan müste&#;men, hakkında verilen devlet güvencesi (emanı) kaldırılmış olur ve çaprazlama uzuvları kesilerek (salbedilerek) öldürülür.

İslam ülkesinde vefat eden bir müste&#;menin yanındaki malları küfür ülkesinde veya İslam ülkesindeki varisleri adına muhafaza edilir. Mirasçısı bulunmayan müste&#;menin malı (terekesi) devlet hazinesine kalır.

slam ülkesindeki müste&#;menlerin devletin idari makamlarında bulunmaları siyasi sakıncadan dolayı caiz değildir. Müste&#;menlere, zımmiler hakkında tatbik edilen hukuk uygulanır. Ancak İslam hukukunun haklarında tanıdığı haklar müslümanların ve İslam devletinin menfaatlerini zedeleyici nitelikte olursa bu hakları kısıtlanır. Buna bağlı olarak müslümanları zayıflatıp İslam düşmanlarını güçlendireceği için müste&#;menlerin savaş malzemesi alıp ülkelerine götürmeleri fakihlerce caiz görülmemiştir. İslam ülkesine ticaret için gelen müste&#;men tacirler devletin himayesi altındadırlar. Hz. Ömer devrinde kendilerinden onda bir (1/10) nisbetinde ticaret vergisi alınmasına karar verilmiştir. Yabancılar ülkesinde ticaret yapan müslümanlardan alınan vergi nisbetine göre alınması kararlaştırılan bu vergi Hanefiler tarafından benimsenmiştir. İmam Malik ve İmam Ahmed, her ne olursa olsun onda bir (1/10) nisbetini sabit kılmışlar; İmam Şafii ise ticaret vergisi alınması şart koşulmayan yabancıdan bu verginin alınmaması gereğinde ictihad etmiştir. Ancak genel manada ağırlıklı görüş, İslam devletinin ve müslümanların menfaatinin gerektirdiği şekilde vergi almak ve almamak devlet reisine aittir. Alınacaksa da bir yılda bir maldan bir defa vergi alınması yine Hz. Ömer&#;in ictihadı ile sabit olmuştur.

İslam ülkesine giren bir müste&#;men kafirin şahsi hukuku koruma altındadır. İzinsiz giriş yaparsa esir muamelesine tabi tutulur. İslam ülkesine gelen karı koca yabancıdan biri müslüman olursa yanlarındaki küçük çocuklarına da müslüman muamelesi yapılır; çocuk büluğ çağında ise müslüman sayılmaz. Ancak küfür ülkesine müste&#;men olarak gelen kafir karıkocadan birinin müslüman olmasıyla yanındaki küçük çocuğun da müslüman olduğu kabul edilmez. Müslüman ülkede İslam&#;ı seçen kafir müste&#;menin kölesinin sahibi tarafından müslümanlara satılması lazımdır. Çünkü müslüman, kafire köle olamaz. Müste&#;men kendi ülkesine döneceği zaman şahsi eşyalarını da götürebilir. Ancak silah ve benzeri müslümanlara zarar veren eşyasını götüremez. İmam Şafii&#;ye göre ise düşmanın kuvvetini artıracak elbise, yiyecek gibi her türlü eşyanın kendi malı da olsa küfür diyarına götürmesine müsaade edilmez.

Küfür ülkesinde bulunan iki müslüman müste&#;menden biri diğerini kasıtlı olarak öldürürse, katil hakkında kendi malından diyet ödemesi gerekir; kısas edilmez. Hata ile öldürülmüş ise hem diyet ödemesi ve hem de keffaret vacip olur. Yine böyle bir müslüman müste&#;men, küfür ülkesinde esir bulunan bir müslüman veya müslüman olmuş o ülke halkından birini öldürürse kısas ve diyet lazım değildir. Ancak öldürme hata yoluyla olursa keffaret gerekir.

Cengiz YAĞCI

nest...

çamaşır makinesi ses çıkarması topuz modelleri kapalı huawei hoparlör cızırtı hususi otomobil fiat doblo kurbağalıdere parkı ecele sitem melih gokcek jelibon 9 sınıf 2 dönem 2 yazılı almanca 150 rakı fiyatı 2020 parkour 2d en iyi uçlu kalem markası hangisi doğduğun gün ayın görüntüsü hey ram vasundhara das istanbul anadolu 20 icra dairesi iletişim silifke anamur otobüs grinin 50 tonu türkçe altyazılı bir peri masalı 6. bölüm izle sarayönü imsakiye hamile birinin ruyada bebek emzirdigini gormek eşkiya dünyaya hükümdar olmaz 29 bölüm atv emirgan sahili bordo bereli vs sat akbulut inşaat pendik satılık daire atlas park avm mağazalar bursa erenler hava durumu galleria avm kuaför bandırma edirne arası kaç km prof dr ali akyüz kimdir venom zehirli öfke türkçe dublaj izle 2018 indir a101 cafex kahve beyazlatıcı rize 3 asliye hukuk mahkemesi münazara hakkında bilgi 120 milyon doz diyanet mahrem açıklaması honda cr v modifiye aksesuarları ören örtur evleri iyi akşamlar elle abiye ayakkabı ekmek paparası nasıl yapılır tekirdağ çerkezköy 3 zırhlı tugay dört elle sarılmak anlamı sarayhan çiftehan otel bolu ocakbaşı iletişim kumaş ne ile yapışır başak kar maydonoz destesiyem mp3 indir eklips 3 in 1 fırça seti prof cüneyt özek istanbul kütahya yol güzergahı aski memnu soundtrack selçuk psikoloji taban puanları senfonilerle ilahiler adana mut otobüs gülben ergen hürrem rüyada sakız görmek diyanet pupui petek dinçöz mat ruj tenvin harfleri istanbul kocaeli haritası kolay starbucks kurabiyesi 10 sınıf polinom test pdf arçelik tezgah üstü su arıtma cihazı fiyatları şafi mezhebi cuma namazı nasıl kılınır ruhsal bozukluk için dua pvc iç kapı fiyatları işcep kartsız para çekme vga scart çevirici duyarsızlık sözleri samsung whatsapp konuşarak yazma palio şanzıman arızası