tuba arık melankoli / MELANKOLİ Gölge Serisi 2, TUBA ARIK - İkinci El Kitap - kitantik | #296210500264

Tuba Arık Melankoli

tuba arık melankoli

MELANKOLİ - Tuba Arık PDF

MELANKOLİ
GÖLGE SERİSİ 2
TUBA ARIK

2
“Geceleyin gözün ışığı söndüğünde, insan bir kandil yakar
kendine; yaşarken ölüye dokunur uykusunda; uyanıkken
uyuyana.”
Herakleitos

3
1

Yitirmek

G regor Samsa bir sabah huzursuz düşlerinden


uyandığında kendini yatağında kocaman bir böceğe
dönüşmüş buldu.1
Boyası dökülmüş, köşedeki derin çatlakla onun üzerine inşa
edilmiş örümcek yuvasına büyük bir dikkatle bakarken
aklımdan geçen tek şey Samsa'nın hikâyesi olmuştu nedense.
Ama tam da burada, bu köhne tavanı izlerken kim olduğumu,
en önemlisi nerede bulunduğumu çözmeye çalışırken hatıralar
bir arı oğulu gibi zihnime çullandı. İşte o an bildiklerimi ters
yüz eden bir gölgeyle karşı karşıya geldim.
Üzerime doğru eğilmiş bu gölge, bir zamanlar kaybettiğim
anneme o denli benziyordu ki, neredeyse onu gerçekten annem
sanabilirdim. Saniyenin onda biri kadar geçen sürenin akabinde
o tanıdık gölgeye bir yenisi daha eklendi. Babamdı, evet, ta
kendisi.
İki gölgeden gelen abartılı sevinç tınıları kulağımı
çınlatırken gözlerimi sıkı sıkıya kapattım. Bunlar doğru
değildi, olamazdı. Bir rüya görüyor olmalıydım.
En önemlisi de ben, ölü olmalıydım.
Gözlerimi sıkıca kapatıyorum. Başımda şiddetli bir ağrı var.
Fırtınadan çıkmış gibiyim. Ya da uçurumdan yuvarlanmış.
Durmadan dönüp duran bir girdabın içindeyim sanki. Bulantım
hat safhada.
Gördüklerime anlam vermeye çalışarak bir kez daha
açıyorum gözlerimi. Ama değişen bir şey yok. Yine aynı

1
Franz Kafka, Dönüşüm.
4
manzara. Uzak mı uzak bir yerden fırlayıp gelmiş anılar
gibiler. Orada öylece durup bana bakıyorlar. Ne garip! Tepki
veremiyorum, sadece bakıyorum. Konuşuyor anılar, benden de
cevap bekliyorlar. Fegel, diyorlar.
Feg.
Feg, diye düşünüyorum. Yıllardır bu adı duymuyorum.
Belki de yüzyıllardır. Korkutucu geliyor bu his. Tüylerim diken
diken oluyor. Kalp atışlarım hızlanırken gözlerimi bir kez daha
açıp kapatıyorum.
Sonra, bir şok daha.
İşte tam oradalar. Altın sarısı saçlar, gökyüzünü
kıskandıracak masmavi gözler. Hırçın bakışlara eklenen
merhamet ve heyecan. Coşkulu bir sevinç dalgası.
Lelis'le Defi. Tanrım. Bunların olmaması gerekiyordu.
Ölmüştüm ben, uzun, çok uzun bir zaman önce. Biriyle.
Biri?
Petra.
Bir ateş düşüyor kalbimin ortasına. Gözlerimden yaşlar
boşanıyor. Engel olamıyorum. Onun görüntüsü zihnimin
ortasına oturuyor.
Bütün beceriksizliğimle konuşmaya çalışıyorum. Olmuyor,
saçma bir kıkırtı çıkıyor dudaklarımın arasından. Beyaz
önlüklü bir adam üzerime doğru eğiliyor. Hiçbir şey
anlamıyorum. Beynimi delen bir matkap var. Oydukça oyuyor.
Anılarımın, yaşadıklarımın özüne hızla inerken ne kadar acı
birikmişse aynı hızla yüzeye çıkarıyor.
Gölgeler konuşuyor, gölgeler dolaşıyor. Bense sadece olan
biteni çözmeye çalışıyorum.
“Fegel.”
Hayır, diyorum başımı olumsuzca sallayarak. Bu gerçek
olamaz. Bütün bunlar bir rüya. Beni mahvetmek için Tanrı'nın
üzerime saldığı bir kâbus. Başka açıklaması olamaz.
“Fegel, beni duyuyor musun?”
Yutkunuyorum zorlukla.

5
Gölgeler gittikçe uzaklaşıyor ama birisi kalıyor. Hiç
olmayacak birisi. Hiç olmaması gereken birisi.
Korkuyla bakıyor bana, sevinçle bakıyor, telaşla bakıyor. En
çok da aşkla.
Evet, aşk. Öyle büyük bir aşkla bakıyor ki, hisleri kendinden
taşıp benim üzerime yığılıyor. Kocaman bir yük. Eziliyorum
altında. Nefes alamıyorum. Yumuyorum gözlerimi bir an için.
Lütfen, diye geçiriyorum içimden. Dua ediyorum.
Yalvarıyorum sonra, deli gibi yakarıyorum. Gözlerimden akan
yaşlara inat bir Plath şiirinde duraklıyorum:

Dibi biliyorum, diyor.


En kalın köklerimle onu yokluyorum.
Siz ondan korkarsınız, ben korkmuyorum.
Daha önce de dibe vurdum.2

2
Sylvia Plath, Karaağaç şiiri
6
2

Dönüş

astane odaları farklı şeyler hissettirir insana. Bende

H hissettirdiği tek şey güçlü bir acıydı. Anlam


veremediğim, içinden çıkamadığım hünerli bir acı.
Yürütmeye çalıştığım bir gemi gibiydi zihnim, neden burada
olduğumu anlamaya çalışıyordum ama bunu bir türlü
başaramıyordum.
Zihnimi yokladığımda kendime dair hatırladığım tek şey
Petra'yla birlikte öldüğümüzdü. Ondan sonrası yoktu. Ne bir
anı, ne bir görüntü, ne de bir his. Kocaman bir boşluk. Sanki
hiç yaşanmamış gibi. Son kalan parçayı da yok etmek
istercesine onunla olan bitenler siliniyorcasına beynimi
tırmalıyordu.
Şimdiyse o kocaman boşlukla tavanı izlerken, bu şeyin ne
zaman sona ereceğini bekliyordum. Gördüklerimi
kabullenmiyor, birazdan biteceğini düşünüyordum. Bitecekti
ve ben burada olanları gülerek Petra'ya anlatacaktım. Evet, bu
olacaktı. Olmalıydı.
Kafamın içinde yankılanan hayali bir saatin hayali tik
taklarıyla bitmesini dilediğim bir rüyanın içindeydim.
“Kahvaltı zamanı.”
Annem yavaş ve nazik hareketlerle sırtıma yastık koydu.
Dik konuma geçince Lelis'le göz göze geldim. Kahvaltı
tepsisini büyük bir dikkatle elinde tutuyordu. Oynadığı role
hayrandım, hiçbir şekilde şüphelendirmiyordu. Orada, öylesine
normalmiş gibi duruyordu ki, eski Lelis olduğuna kesinlikle

7
inanırdım. Ya eski Lelis’se? O an hızlı adımlarla odaya Defi
girdi. Babam görünmüyordu.
Bakışlarım hızlıca odada gezindi. Her yer çiçeklerle
doluydu. Üzerinde notlar bulunan ama benim bu mesafeden
okuyamadığım notlar.
Çığlık atabilir, yataktan fırlayarak gücüm yettiğince
koşabilirdim. Sonra da en yüksek noktaya çıkar oradan atlarken
düşmenin verdiği o ürkütücü hisle bu rüyadan uyanabilirdim.
Ama yapmıyordum. Tuhaf bir şekilde kendimi bu kapana
kısılmış sayıyordum.
Annemin eli saçlarımda, yüzümde gezinirken durmadan
konuşuyor bir şeyler anlatıyordu. Sonunda kafamın içindeki
sesi susturdum ve ona yoğunlaştım.
“İyi olacaksın bebeğim, çok az kaldı. İyi olacaksın.”
Ağzıma tıkıştırdığı ballı ekmeği yutkunurken zorlandım.
Gözleri doldu bana bakarken.
“O kadar çok korktum ki, seni kaybettiğimi düşünmek...
Tanrım, ne korkunç günlerdi. Çok şükür, artık bitti.”
Beni kaybetmek, diye düşündüm. Sen beni kaybedeli çok
oldu anne, nasıl anlamazsın? Bu bir rüya. Ama söylemedim
bunları, dile getirmeden onu dinledim. Yorgun yüzüne, nemli
gözlerine, derinleşmiş çizgilerine baktım. Onu bıraktığımda
böyle miydi? Bu kadar kederli!
Bir sorum vardı, kafamın içini turlayan, bir an olsun
durmadan koşuşturan bir soru.
Bana ne oldu?
“Bu dilimi de al tatlım. Yemelisin, çok zayıf düştün.”
Bu cümlenin ardından ellerime bakıyorum. İncecik kalmış
bileğime. Birer sopayı andıran kollarıma. O an yüzümü merak
ediyorum. İstemsiz yüzüme gidiyor ellerim. Gözlerim yeniden
keşfedercesine bedenimi izliyor. Annem haklı. Zayıfım. Peki,
bu nasıl oldu diye düşünüyorum. Evet, yapabildiğim tek şey
bu. Düşünmek? Descartes geliyor aklıma: Düşünüyorum, o
halde varım.

8
Tanrım, korkuyla sıçrıyorum yerimden. Varım. Var
olmamam gerekirken varım. Kalp atışlarım hızlanıyor,
bedenime yayılan yakıcı hissi son zerresine kadar alıyorum.
Annem elinde ballı ekmek tutarken kapı açılıyor, ah,
çıldırıyorum.
Marlo. İşte orada, gülümseyerek içeriye giriyor. Direkt
gözlerime bakıyor. O kadar içeri, içeri bakıyor ki, ruhumun
derinliklerini bir anda dolaşıp geri dönüyor.
“Prenses uyandı mı?”
Prenses? Bunu söyleyen Marlo mu?
Yatağın diğer ucuna ilişiyor. Bir yanda annem, bir yanda
Marlo. Annemin ballı ekmeklerinin ardı arkası kesilmiyor.
Midem bulanıyor ve dudaklarımı sıkıca kapatıyorum.
Marlo'nun gülümsemesi artıyor. Korkumun, paniğimin yerini
şaşkınlık alıyor.
“Nasılsın Fegel? Pamuk Prenses olmaktan sıkıldın mı
sonunda?”
Nasıl, dercesine bakıyorum yüzüne. Konuşma yetimi
kaybetmişçesine ağzımı açamıyorum. Açsam
konuşamayacağımı biliyormuşum gibi.
“Şaşkınsın elbet, neler olup bittiğini merak ediyorsun.”
Hafifçe başımı sallıyorum. Defi de Lelis de fazlasıyla sessiz.
Bu şüphe duymam için yeterli sebep. Annemin umut dolu
gözleri bana bakarken ışıldıyor. Babamın sesini duyuyorum o
an kapının ardında. Yanında yabancı bir ses. Doktor olduğunu
düşünüyorum. Eğiliyorlar içeriye.
“Fegel,” diyor neşeyle. “Gitme vakti geldi.”
“Evimize gidiyoruz bebeğim,” diyor annem. “Kâbus bitti.
Her şey yoluna girecek, biraz zamana ihtiyacın var.”
Zaman? Kâbus? Bu kavramlar beni bir kez daha
düşündürüyor. Kâbus gibi görünen ne? Şu an yaşadıklarım mı,
yoksa yaşadığımı sandıklarım mı?

9
Giden kahvaltı tepsisinin ardında bir koşuşturmaca başlıyor.
Marlo'nun eli elime değiyor ve bütün yakışıklılığıyla
gülümsüyor.
“Lütfen sabret, az kaldı.”
Yutkunuyorum, başımı hafifçe salladığımda benden
uzaklaşıyor. Babam kapıda Marlo'yu bekliyor, ona yaklaşınca
elini Marlo'nun omuzuna koyuyor ve gidiyorlar.
Nedir bu?
Odanın bir köşesinde küçük bir giysi dolabı var. Lelis bir
çantaya kıyafetleri tıkıştırıyor. Defi birer birer çiçeklerin
üzerindeki notları topluyor.
“Okumak istersin diye düşündüm.”
“Evet,” diyorum fısıltıyla. “Okumak isterim.” Çatallaşmış
sesim mutlu ediyor hepsini. Öyle donup kalıyorlar ki
yüzlerindeki tebessümle, bunun sahici olduğunu anlıyorum.
Döndüğüm için mutlular.
Ya Petra? Ya geçen onca yıl? Birileri neler olup bittiğini
anlatmalı. Ben konuşmadan onlar başlamalı.
Tekerlekli sandalyede kaplumbağa hızında ilerlerken annem
ve ablalarımla uzun koridor boyunca yol alıyorum. Burası
yabancı. Marlo'yla kaldığımız, kendimi odaya kilitlediğim,
sonra da masalımın başladığı yer katiyen değil.
Yaşadığımdan emin olamıyorum nedense. Bir rüya olmasını
o denli istiyorum ki, bu istek harekete geçmemi engelliyor. Her
ne kadar düşüncelerle çıldırmanın eşiğine gelsem de
sakinliğimi muhafaza ediyorum. Petra'dan öğrendiğim tek şey.
Sükûnet.
O saniye bir ateş daha düşüyor içime. Nasıl da kavuruyor.
Onsuzluğu kabullenemiyor, bir an olsun bu ihtimali
varsayamıyorum. Sahi, neredeydi Petra? Petra'sız bir Fegel
mümkün müydü, değildi elbet. Öyleyse gözlerimi açtığım
andan bu yana neredeydi? Neden hissedemiyordum onu,
varlığıyla huzur bulamıyordum.
Hiç var olmamış gibiydi. Hiç yeryüzüne gelmemiş gibi.

10
Kalp atışlarım bir kez daha hızlanıyor. Asansöre
vardığımızda Marlo yetişiyor bize. Onu gördüğümde ne
hissettiğime dair hiçbir fikrim yok. Marlo? Sevdiğim,
delicesine âşık olduğum o kusursuz çocuk. İşte burada, tam
karşımda.
Birlikte asansöre biniyoruz. Annem, ben ve Marlo. Diğerleri
dışarıda kalıp asansörün kapısı kapanırken babam giriyor görüş
alanıma. Elinde dosyalarla son bir bakış atıyor bana, hasta
kızına. Gölgelerle aklını bozmuş sorunlu Feg'ine. O gölgenin
gerçek olduğunu biliyorum oysa. Onunla kocaman bir hayat
sürdüğümü de. Anılarım o kadar taze ki. Dün yaşanmış kadar
canlı.
Kulpa'nın berrak yeşilliği, mavisiyle karışmış o eşsiz ifadesi.
Uçuşan kelebekleri, kuşları, kırmızı gözlü beyaz tavşanları.
Billur gibi akan nehri, zıplayan balıkları, rengârenk çiçekleri,
gözün alabildiğince uzanan çimenleri, uçsuz bucaksız
vadileri... Tepesinde pusulasıyla dikilen evi, evim. Bana
yıllarca bekçilik yapan sıcacık yuvam. Beni koruyan, kollayan,
her türlü kötülükten uzak tutan yegâne barınağım.
Kulpa. Cennetin bir eşi.
Canlanan anılarım karşısında gülümsüyorum.
Yanaklarımdan birer damla yaş süzülüyor. Asansör
yolculuğumuz bitip de kapı açılınca Marlo öne geçiyor. Hafifçe
siliyorum gözyaşlarımı. Elim birden boynuma gidiyor.
“Yüzüğüm,” diye fısıldıyorum. Marlo eğiliyor.
“Bir şey mi dedin Fegel?”
Başımı hayır dercesine sallıyorum. Oysa bunu duymuş
olması gerekiyor. Gözlerimin dolduğunu görüyor ve sandalyeyi
durdurup önümde eğiliyor. Daha dikkatli bakıyorum ona güneş
ışığıyla aydınlanmış koridorda. Bıraktığım Marlo'yla, beni
bulan Marlo arasındaki farkı arıyorum, bulamıyorum. İkisi de
aynı. Gözlerinin rengi dışında.

11
Eli ıslak yanağıma gidiyor. Tedirgin olarak yüzümü
çeviriyorum. Bu dokunuş beni ürpertiyor, korkutuyor, yanlış
buluyorum.
“Aklından neler geçiyor bilmiyorum ama sorularının hepsini
yanıtlamaya hazırım Fegel. Sen hazır olduğunda. Anlaştık mı?”
“Evet,” diyorum kestirip atarcasına. Ona karşı koyduğum
mesafenin sebebini biliyorum: Petra.
Babamla ablalarım kocaman bir gülümsemeyle bizi dışarıda
bekliyor. Sonra onları görüyorum; Viola başta olmak üzere,
hepsini. Sınıf arkadaşlarım, komşularımız, öğretmenlerim ve
seçemediğim bir sürü yüz.
Alkışlar yükseliyor, tıpkı doğum günümde Hypatia ve
diğerlerinin yeni yaşımı kutlarken yarattığı coşkunun bir
benzeriyle. Gözlerim Giovanni'yi arıyor. Hemen onun
arkasında Francesca. Ama hiçbiri yok. Burada gördüklerim,
yıllar önce terk ettiğim arkadaşlarım, ailem, çevrem.
Yüzümdeki kocaman şaşkınlıkla onlara bakakalıyorum. Viola
devasa bir çiçek demetiyle bana yaklaşıyor. Hâlâ diş telleri var.
Hâlâ derken?
Bana doğru eğilip çiçeği kucağıma bırakıyor ve hızlıca
yanağımdan öpüyor. Bakışları sıcacık. Umut dolu, neşeli.
Bıraktığım günkü kadar dostça.
“Aramıza hoş geldin Fegel. Hepimiz seni bekliyorduk.
Durmadan dua ettik. Tanrı'ya şükürler olsun ki dualarımızı
kabul etti.”
Viola'nın arkasında coşkulu bir kalabalık var, hepsi de
benim dönüşümü kutluyor. Dönüşüm, sahi, nereden
dönüyorum? Neler oluyor?
Bu coşkuya kayıtsız kalıyorum, öylesine şaşkınım ki, anlam
veremediğim her bir şey için biraz daha kabuğuma
çekiliyorum. Biraz daha duvarlar örüp korkuyla bekliyorum.
Tehlikeli değiller oysa. Her şey bıraktığım gibi. Ablalarım ve
Marlo dışında, hepsi bıraktığım gibi.

12
“Seni ziyarete geleceğiz, biraz daha toparlanmanı
bekliyoruz. Seni merak eden bir sürü insan var.”
Gülümsemeye çalışıyorum ilk defa. Ne kadar başardığım
bilinmez ama Viola beni bir kez daha öpüp kenara çekiliyor.
Babam bir koluma giriyor, Marlo diğer koluma. Ayağa
kalkıyorum, yürümek zor. Onların da desteğiyle arabaya
biniyorum. Annem yanıma oturuyor, başımı göğsüne yaslayıp
kokusunu güçlüce içime çekiyorum. İşte o an sarsılarak
ağlıyorum. Hıçkıra hıçkıra hem de. Arabayı kullanan Marlo,
babam yanında oturuyor. Lelis'le Defi yok. Belli ki başka bir
araçla geliyorlar. Ama bunları umursayacak durumda değilim.
Annemin kokusuyla kahroluyorum. Bu koku beni mahvediyor.
Sarılıyorum ona, gözyaşlarımı siliyorum. Hepsi bir şeyler
söylüyor ama onları duymuyorum. Tek duyduğum
hıçkırıklarım. Masmavi gözlerin buğusunda kayboluyorum.
Annemin özlemiyle yanıp kavrulmuşum oysa, yeni fark
ediyorum. Ne kadar ağladım, ne kadar hıçkırdım bilmiyorum,
eve varıyoruz. Yine babamla Marlo'nun desteğiyle ayakta
duruyorum. Başımı kaldırıp evimize bakıyorum. Hiç
değişmemiş, değişmesini neden bekliyorum ki? Orada duruyor
işte. Doğduğum, büyüdüğüm, sonra da... Evet, sonra?
Sonrası ne?
Yavaş adımlarla yürüyorum. Lelis kapıyı ardına kadar
açıyor ve Defi'yle yan yana bekliyorlar. Masum bir ifade var
yüzlerinde. Onları bıraktığım o son günü anımsıyorum, nasıl da
hırçın, nasıl da tehlikeli, vahşi bir hayvanı andıran
bakışlarından eser yok. Oysa katiller, insanlığın zayıf
halkasından çıktılar. Mora çalan göz renklerini arıyorum.
Bulamıyorum. Bir türlü anlamıyorum.
Düşüncelerle öylesine doluyum ki, neler konuştuklarını, ne
söylediklerini bir türlü dinleyemiyorum. Tek dinlediğim
kendimken, aksi mümkün olmuyor.
Odamın kapısında duraksıyorum.
“Hadi Fegel, yatağına tatlım.”

13
Babamın itelemesiyle duygusallığım yarım kalıyor. Odam
aynı, eşyalarım aynı. Her şey aynı. Tanrım, diyorum. Beni
çıldırtmaya mı çalışıyorsun? Eğer maksadın buysa, başardın.
Beni dikkatle yatağıma yerleştiriyorlar. Sonbahardayız,
bunu anlıyorum. Gittiğim günü anımsadığımda olması gereken
bu.
Gidiyorum, gidiyorum ve o günde bekliyorum. Ötesine
gitmeye korkuyorum. Yaşadıklarımdan öylesine eminim ki
başka bir ihtimali aklıma bile getirmiyorum. Bir şey var, bunu
öğreneceğimi biliyorum ama o âna kadar kendimi delirtmeye
çalışıyorum. Yoksa gerçekler kadar güçlü olmadığımı
biliyorum.
Herkes sırayla bir şey isteyip istemediğimi, bir ihtiyacım
olup olmadığını soruyor. Etrafımda pervane gibiler. En çok da
Lelis'le Defi. Hepsini de sakin bir baş sallamayla
reddediyorum.
Beni bir türlü yalnız bırakmıyorlar. Her ne kadar annemle
babamı inanılmaz ölçüde özlemiş olsam da yapmam gereken
bir şey olduğunu biliyorum.
Marlo yanı başımda, hiç gitmeyecekmiş gibi oturuyor ve
uzun uzun beni izliyor.
“Konuşabilir miyiz?” diyorum sonunda. Bütün gücümü
topluyorum. Bir itiraf bekliyorum ondan, gerçekleri öğrenmek
istiyorum. Olan biteni söylemesini.
Annem elindeki pastalarla bir an için bekliyor. Babam
kapının eşiğinde yaslanırken, ablalarım yataklarından
doğruluyor.
“Biz gidelim,” diyor Defi. Babamı da kolundan tutup dışarı
çıkarıyorlar. İtiraz etmek istiyor ama başarılı olamıyor. Annem
elindeki tabağı hemen komodinin üzerine bırakıp telaşlı
adımlarla çıkıyor.
“Kapıyı kapatır mısın?” diyorum dikkatle onun yüzüne
bakarken. Hemen kalkıp dediğimi yapıyor. Aynı hızla geri
dönüp hemen yanıma ilişiyor.

14
Elime uzanırken elimi çekiyorum. Şaşırıyor ama tepki
vermiyor.
“Neler oluyor Marlo? Neden buradayız?”
Kaşlarını çatıyor.
Sesimdeki öfkeli tınıdan kurtularak, “anlat bana,” diyorum
tekrardan; “neler oluyor?” Bakışlarındaki ifade sürekli
değişiyor. Ne söyleyeceğini bilemiyormuş gibi bekliyor. Sanki
bir açıklaması yok. Hiç, diyecek bana. Kocaman bir hiç.
Dakikalar ilerliyor ama Marlo bütün sıkılganlığını,
rahatsızlığını ve çıldırtan sessizliğini bıkmadan sürdürüyor.
Sabrım azalırken eli bir an için cebine gidiyor ve oradan bir şey
çıkarmadan önce bekliyor.
“Aslında, bu konuşmayı o kadar çok yaptım ki. Yani, kendi
içimde. Ama hiçbiri yok aklımda. Sana söyleyeceklerim
binlerce kez yazılıp silindi Feg.”
Yutkunurken zorlanıyor.
“Tanrı şahidim, yaşadıklarımı nasıl anlatabilirim sana? Nasıl
ifade edebilirim, inan bilmiyorum. Keşke, keşke sana başka bir
yol çizebilseydim.”
Bir an için parmağım elimin içine gidiyor, klasik Fegel
dürtüsü. Nefes alış verişlerim hızlanırken Marlo o yoğun
kederle anlatmaya devam ediyor.
“Sana, bütün bunlar bir rüya, yaşadıklarımız kötü bir
kâbustan ibaret diyebilseydim. İkimizin de aynı anda yaşadığı
bir kâbus. Evet, bunu da düşündüm. Reddedecektim Fegel,
neler söylüyorsun böyle diyecektim. Hayal mi gördün? Hepsi
saçmalık.”
“Marlo!”
“Seni kandırabilirdim Fegel, nereye kadar bilmiyorum ama
gittiği yere kadar bunu yapabilirdim. Seni yaşadığımız şeyleri
yaşamadığımıza dair ikna edebilirdim. Ama nereye kadar? Ne
kadar devam edebilirdim? Edemezdim Fegel.”
Cebinden eski bir parşömen çıkarıyor. Korkuyla
irkiliyorum. Kalp atışlarım o kadar hızlı ki, bir an için yerinden

15
çıkıp kucağıma düşecekmiş gibi hissediyorum. Kâğıt elinde
dönüyor. Büyülenmiş gibi bakıyorum o kâğıda. Aklımdan
delice şeyler geçiyor. Bir sürü ihtimal. Hepsi de en kötüsü.
Petra'dan gelen bir mektup, diye düşünüyorum. Beni terk etti,
gitti. Ölümle baş başa şimdi. Bensiz ve ölü. Evet, bu geçiyor
aklımın her bir köşesinden.
“Bu yüzden gerçekleri bilmen gerekiyor. Bilirsen, seni hayal
kırıklığına uğratmamış olurum Fegel. Bilirsen, seni ne kadar
sevdiğimi göstermiş olurum.”
Gözlerim doluyor ama dişlerimi sıkıyorum.
Zorlukla uzatıyor kâğıdı bana. Sonra da ayağa kalkıyor.
“Bunları yaşadığın için özür dilerim. Keşke, her şey daha
farklı olsaydı ama artık ben varım. Elimden geldiğince seni
mutlu etmeye çalışacağım.”
Ne demek istiyor Marlo, bir türlü anlamıyorum.
“Yalnız kalmaya ihtiyacın var. Okudukların zor şeyler,
lütfen hemen hüküm verme. Oku, oku ve düşün.”
Kapıyı açıp bir an için bekliyor. Arkasını dönmeden çıkıp
gidiyor. Duraksıyorum kâğıdı aralamadan önce. Kalp atışlarımı
dinliyorum. Başımı pencereye çeviriyorum, rüzgâr o bildiğim
rüzgâr, şiddetli ve öfkeli. Ağacın dallarını döverken kendime
de bundan bir pay çıkarıyorum.
Her şey durağan. Zaman durmuş gibi benimle birlikte
bekliyor bu satırları. Ne kadar dağıtacak, etkisi ne olacak
hissedebiliyorum. Korkuyorum. Petra'ya dair
öğreneceklerimden korkuyorum. Acımın nasıl bir safhaya
ulaşacağından korkuyorum.
Minik bir dua eşliğinde aralıyorum bu eski, tarihi
parşömeni. Daha önce okunmuş, hem de defalarca okunmuş,
yıpranmış satırlara odaklanıyorum.

Sevgili Fegel,

16
Benden nefret etmen, lanetlemen lazım gelir elbet. Fakat
Tanrı’nın sevgisini kazanamadıktan sonra lanetine razı bir
kulum ben.
Beni anlamanı beklemiyorum, hiçbir şekilde hak
vermeyeceksin bilirim. Ama dinle. Dinle ki, bin yıla yaşam
sığdırmış Artephius'un yangınında, bana karşı buz kesmiş
yüreğin bir parça da olsa ısınsın.
O güne dön Fegel, o tarihi gün. Hepimizi ölümün eşiğine
getiren, var oluşumuzu hiçe sayan, bizleri, hepimizi yakıp
yağmalayan o gün. Asil Petrarca'nın doğa karşısında ne denli
kudretli olduğunu gördüğümüz o gün. Tanrı tarafından ne
denli sevilip sayıldığını anladığımız gün. Bin yıl yaşamış olsam
da hiçbir zaman onun kadar değerli olmayacağımı anladığım
gün.
Bir karar vermem gerekliydi Fegel. Acımı dindirecek bir
karar. İntikam ateşimi söndürecek bir karar.
İşte o kararı verdim ben ve sonuçları neye mâl olursa olsun
asla pişman olmayacağım. Yaptığım şeyin haklılığını sana
kanıtlamak durumunda değilim. Zira kanıtlamış olsam da beni
anlayacak değilsin. O halde Fegel, sadece bil. Ne kadar şanslı
olduğunu bil. Ne kadar özel, eşsiz olduğunu bil. Dünya göğü
üzerinden hiçbir zaman onun kadar kusursuz bir varlık gelip
geçmedi. Ve bu yolculuğa hiçbir zaman senin kadar şanslı bir
insan eşlik etmedi, edemezdi.
Petrarca'yı ne kadar tanıdın, ne kadar bildin bilemem. Ama
o sekiz yüz elli yıllık yaşantısına - bu seninle birlikte değişti
elbet - karanlık kadar aydınlık sığdırırken günahının
karşılığında yalnız seni sığdırdı ve bu Tanrı katında yeterince
kâfiydi. Düşünebiliyor musun, öldürülen bunca insan, Tanrı
için görülmedi, o Petrarca'yı gördü yalnızca. Ona değer verdi.
Bizlerin de hazmedemediği buydu işte. Hayatını bilime, şifaya,
insanlığa, en önemlisi de Tanrı'ya adamış bizler Tanrı’nın
yanında Petrarca'nın zerresi olamadık. Öyleyse karşıya
geçmenin tam da sırası Fegel. Eğer Tanrı, onun adına yaşamış

17
Artephius'u kabullenmiyorsa kabullenecek biri vardı.
Karanlığın, kötülüğün ve zamanın tek hâkimi.
İşte Fegel, o varlık beni bütünümle kabullendi. Her şeyimle
ortak oldu günahıma. Acımı dinledi, anladı ve hak verdi.
Yapmam gerekeni şekillendirdi ve müsaade etti. Ah Fegel,
keşke bilsen buna ne kadar ihtiyacım olduğunu. Cehennemin
en kuytusunda bile huzur bulduğumu. Dilerim ki, bilirsin.
Bir karar verdim Fegel. Bu kararla selamlıyorum seni.
Nefretine sonuna kadar hak veriyorum ve yine de sana
kızmıyorum. Üstelik sana, seninle yaşam sürmeyi bekleyen;
kalbi, yüreği senle dolu bir adam sunuyorum. Tanrı adına
kabul et onu. Petrarca'dan büyük bir yarası, acısı var. Sahiplen
Fegel. Yitirdiğin Petrarca'nın yerine koy onu. Zor gelse de, tek
yapabileceğin bu.
Ben, sonsuz gibi gelen yaşamımın sonuna gelirken, huzurla
gidiyorum cehennemin derinliklerine. Aydınlığın hâkimini ittim
elimin tersiyle. Ve sen de benimle sürüklenme diye, razı ol sana
verilene...
Artephius

Kâğıt elimde bir an için duraksadım. Yazılanları idrak


etmeye çalıştım. Artephius. Bu isim zihnimde binlerce kez
yankılandı. Tek yapabildiğim buydu. Onun ismini bir mantra
gibi tekrarlamak. Ellerim titrerken kâğıtta elimde bekledi ve
ben zaman durmuşçasına donup kaldım. Bütün halinde
düşünemiyordum yazılanları. Boğazımda düğümlenen bir
acıyla bekliyordum. Birisi kapıyı açıp içeri geçse istiyordum.
Yüzüme bakıp neler olup bittiğini açıklasa. Burada yazılanların
bir şakadan ibaret olduğunu ve benimle alay etmek istediklerini
söylese. Evet, kabullenebilirdim bu şakayı.
Tanrım, şaka değildi bunlar. Bu ölümcül satırlar olan biten
her şeyin korkunç derecede gerçek olduğunu haykırıyordu.
Örtüyü üzerimden atıp doğrulmak istedim. Kâğıt yere düştü,
aldırış etmedim. Gözlerimde biriken yaşlarla yavaşça bastım

18
çıplak ayaklarımın üzerine. Ama ayağa kalkmaya gücüm
yetmedi. O sırada kapı aralandı. Gelen Lelis'ti. Güzelliği
karşısında her daim büyülendiğim büyük ablam. Işıltılı
maviliğiyle gökyüzünü bile kıskandıracak kadar güzeldi
gözleri. Ama bu renk ona ait değildi. Mora çalan o tüyler
ürpertici gözlerdi benim aradığım.
“Yardım ister misin?”
Başımı olumsuzca salladım. Hızlı adımlarla yaklaşıp hemen
yanıma oturdu. Kâğıda uzandı ve artık ezbere bildiğini
düşündüğüm satırlara yarım bir gülümsemeyle baktı.
“Yalvarırım Lelis, yalvarırım bana bunların gerçek
olmadığını söyle. Bana yalan söyle, kandırabildiğin yere kadar
kandır ama gerçek değil de.”
Bakışları yerde bir süre bekledi.
“Senin için zor olmalı Fegel, ama inan bizim için daha
zordu.”
“Zor olan neydi söylesene?”
Gözlerime odaklandı.
“Öncelikle, bu satırlar sana asıl gerçeği göstermiyor,
umarım bunun farkındasındır?”
Evet dercesine salladım başımı.
“Aklının ucuna bile gelmeyecek bir şey yaşadık Fegel.
Hiçbirimiz bilemez, tahmin dahi edemezdik. Ama oldu,
yaşadığımız şey gerçek dışı. Bizlerden bile daha sıra dışı.”
Kalp atışlarımın sesi odaya dolduğunda Defi girdi görüş
alanıma, siyah bir dumanın içinden çıkıp geldi. Bir an için
irkildim. Korkum kendimden taşıp da bana geri döndüğünde
bacaklarımın titrediğini hissettim.
“Hazır mısın Fegel?” dedi Defi. “Hazırsan, biz de bunu
söylemek için sabırsızlanıyoruz.”
Parmaklarımı örtüye geçirdim ve derin bir nefes alıp
bekledim.
“Hazırım.”

19
Defi sağlam adımlarla gezindi odanın içinde. Lelis hâlâ
yanımda oturuyordu.
“Seni oldukça geriye götürelim. O ormana.”
“O orman,” diye fısıldadım. “Bütün bu saçmalığın asıl
sebebi.”
“Haklısın,” diyerek onayladı beni. “Bütün bu saçmalığın asıl
sebebi o ormanda yaşadıklarımız. Hatırlıyorsun değil mi,
Petra'yla seni bir büyünün içine hapseden o gücü. Olduğunuz
yerde kalmanızı sağlayan, şeytani fısıltıyı.”
Nasıl hatırlamazdım. Petra beni alıp götüreceği sırada,
olağanüstü bir güçle itilmiş, olduğumuz yere geri dönmüştük.
“Sana bunun gerçekte ne olduğunu anlatacağım Fegel.
Şimdi iyi dinle beni.”
Bir sandalye alıp hemen önüme bıraktı. Karşıma geçip
oturduğunda bakışlarından ilk defa ürktüm. Gizlemeye
çalıştıkları tehlikeli hâllerini sezebiliyordum. Zorlukla da olsa
yutkundum.
“Petra'nın sözlerini dün gibi hatırlıyorum. Senin de
hatırladığını umuyorum: ‘Bir ifritle anlaşmış olmalısın, doğa
ondan başkasının hâkimiyeti altına girmez.’ Aynen bunu
söylemişti.”
“Evet, hatırlıyorum.”
“Ve Petra doğruyu söylüyordu Fegel. Artephius'un başından
beri anlaştığı bir ifrit vardı. Bizleri gölgeye çeviren, gücümüzü
ondan aldığımız bir ifrit üstelik. Karanlık yönümüzü oluşturan,
bizi kötülüğe iten, doğaya, zamana hükmeden. Petra'nın
babasıyla tanışmadan önce de itaat ettiği bir ifrit.”
Tüm gücümü toplayıp düşmemek için yatağa tutundum.
“Pus dağının zirvesinde yaşayan çift başlı bir şeytan.
Hazul'la Merid.”
Duyduklarıma inanamıyordum. Çift başlı bir şeytan da
neyin nesiydi? Her şeyi anlayabilir, hepsini idrak edebilirdim.
Simyacıları, büyücüleri, ölümsüz varlıkları, Paracelsus'un

20
küçük adamlarını, hepsini, hepsini... Fakat çift başlı bir iblis,
Tanrım, aklımı oynatabilirdim.
“Artephius hain bir plan yaptı. Siz öldükten sonra, kalan
gücüyle ifritlerin yanına çıkıp Petra'nın bedeni karşılığında
zamanı geriye aldırtacaktı.”
Hafif bir sarsıntı geçirdim. Lelis yanaşıp omuzlarımdan
sımsıkı bir şekilde tuttu. Titremem bütün bedenime
yayıldığında Defi bir bardak su uzattı. Döke döke içtim suyu.
Hem titriyor, hem de kaskatı kesiliyordum.
“Ve Hazul'la Merid bu anlaşmayı seve seve kabul ederdi.
Petra'nın varlığı, ölü bedeni bile onlar için bulunmaz bir
fırsattı. Doğanın, zamanın hâkimi olan bu ifritler Petra'nın doğa
karşısındaki gücüyle neler yapamazdı?”
“Yaptı da,” dedi Lelis. “O gün de yaptığı buydu, zamanla
oynayıp sizi olduğunuz yere geri getiren şey buydu. Siz bir
büyü sandınız. Oysa zamanı geriye alıp başladığınız yere
döndürüldünüz. İtilmediniz Fegel, kaçabilirdiniz. Defalarca,
defalarca hem de. Küçük bir hileyle kandırıldınız.”
“Şimdi,” dedim gözyaşlarım eşliğinde. “Zaman geriye mi
alındı? 2012 yılında mıyız? Petra'nın beni götürdüğü yıl mı
bu?”
“Evet,” dedi Defi.
“Peki nasıl? Tanrım...” dedim. “Bu olamaz, bu olmamalıydı.
Tanrı, Petra'ya bir söz vermişti. Petra sözünü tuttu. Ama,
ama...”
“Ama'sı yok Fegel. Bu her şeyi aşan bir güçtü. Planları,
kaderleri değiştiren bir yıkım. Sadece seninle bizi değil, bütün
bir dünyayı değiştirdi. 2036 yılından döndük geriye.
Öldüğünüz günden birkaç gün sonra her şey tepetaklak oldu.
Petra'nın bedenini yanlarına çektiler. Ve puf, her şey sil baştan.
Hepimiz buradayız.”
“Susun!” dedim sertçe. “Susun. Yalan söylüyorsunuz.
İnanmıyorum buna. İnanmak dahi istemiyorum. Yalan bunlar.
Tanrı izin vermez. Doğa izin vermez. Petra izin vermez. Asla!”

21
Sesim yükselince annemin sesi duyuldu kapının ardında. O
an babamla içeriye girdiler.
Babam, “neler oluyor?” diye kükredi ablalarıma bakıp.
“Yine mi başladınız? Bir aylık bir komanın ardından kardeşiniz
aramıza döndü, üstelik ölümden döndü ve siz yine mi
üzüyorsunuz onu? Yine mi? Çıkın çabuk dışarı!”
İşaret parmağını dışarıya doğrultunca Lelis'le Defi ayağa
kalktı. Babamı hiç böyle öfkeli hatırlamıyordum, daha doğrusu
hayatım boyunca böyle hatırlamamıştım. En kötü
zamanlarımızda bile. Bu babam değildi. Öfkeden gözü dönmüş
bir adam vardı karşımda.
Annemin gerginliği yüzünden okunuyordu. Ablalarım odayı
terk edince bile ağzımı açıp konuşamadım. Onlar bir şey
yapmadı diyebilirdim, savunabilirdim, yapabilirdim ama
yapmadım. Susup kaldım.
Babam ablalarımın arkasından gitti, annem bana yönelip
beni yatağıma yatırarak örtüyü üzerime örttü ve “uyu,” dedi.
“Uyu güzel kızım. Dinlenmen gerekiyor, hiçbir şey senden
önemli değil. Lütfen onlara aldırış etme.”
Gözlerimi kırpıştırıp onun gidişini izledim. Uyumak
istiyordum. Uyumak ve asıl gerçeğe açmak gözlerimi. Bütün
bunların bitmesini istiyordum. Bir kâbustan korkuyla
sıçrayarak uyanmak gibi. Her kâbusu kabullenebilirdim, yeter
ki uyandığımda yanımda Petra olsun. Sadece o.

22
3

Hayal Kırıklığı

rdı ardına yankılanan gök gürültüsüyle açtım

A gözlerimi. Komodinin üzerinde duran saat yediyi


gösteriyordu. Sabahın yedisi. Dışarıda felaket bir
fırtınayla sağanak yağmur vardı. Penceremden kendini
gösteren zavallı ağaçsa yağmurun hışmına razı olmuşçasına
onun önünde eğiliyordu. Bunca saat uyuduğuma inanamayarak
kendimi yeniden odamda buldum. Samsa'nın aksine, ben hâlâ
aynı bendim. Uğruna zamanın geriye alındığı lanetli bir insan.
Cehennemin derinliklerini hak etmiş, çaresiz bir mahlûk.
Bu sefer doğrulmak zor olmadı. Yatağımın başucunda asılı
duran hırkayı üzerime geçirdim, çünkü soğuktan titriyordum.
Çıplak ayaklarımla kapıya doğru yürüdüm. İncecik bileklerim
korkuttu beni, meraklı adımlarla banyoya doğru ilerledim. Her
şey aynıydı. Yerdeki halı, duvardaki tablo. Çocukluğumuza ait
bir aile fotoğrafı, sehpanın üzerinde duran telsiz telefon...
Koridor boyunca bakışlarıma maruz kalan eşyalar.
Ev oldukça sessizdi. Banyo kapısında birden duraksadım.
Bu koku tanıdıktı, hüzünle gülümsedim. Sabun, şampuan ve
kokulu mumların ahenkli dansı. Sürüklediğim ayaklarım beni
aynaya ulaştırdığında bir an için bayılacağımı sandım. Korkunç
görünüyordum. Birbirine geçmiş saçlarım, uzayan kaşlarım,
23
çökmüş yanaklarım, morumsudan sarıya dönmüş bir renk tonu.
Büyülü bir masal gibi Petra'nın bana fısıldadığı göz rengim bile
bir yaratığın bakışlarını andırıyordu.
“Ölümden dönmek kolay değildir.”
Korkuyla irkildim. Marlo kapıda duruyordu.
“Nasıl?” dedim sessizce. İçeriye nasıl girdiğini merak
edercesine. Sonra anladım. Bir gölgeyle karşı karşıyaydım.
“Annen markete kadar gitti, ben de şimdi geldim,” dedi
olduğu yerde dikilirken.
Başımı hafifçe salladım.
“Yardım etmemi ister misin?”
“Hayır,” dedim sertçe. “Kapıyı kapatır mısın?”
Bir an için bekledi, bakışlarındaki hayal kırıklığını sezdim.
“Peki,” diyerek yaptı dediğimi.
Yüzümü yıkadıktan sonra bir süre daha aynaya baktım.
Dişlerimi fırçaladım ve kurulandıktan sonra yavaş adımlarla
kapıya yanaştım. Marlo kapının önündeydi. Kolunu uzattı
masum bir gülümseme eşliğinde. İtiraz etmek sorun
yaratmaktan başka işe yaramazdı. Abartmayacaktım. Koluna
girdim ve koridor boyunca ilerledik. Sessizdik. Salona
ulaştığımızda annem içeriye yeni girmişti.
Hızlı ve telaşlı adımlarla yanaştı.
“Uyandın mı tatlım, sonunda. O kadar korktum ki, yani,
artık her şeyden korkar oldum. Bu kadar uyumuş olman
doğalmış oysaki.”
Marlo'ya baktım göz ucuyla. Kolundan çıktım ve koltuğa
oturdum.
Annem, “kahvaltını hemen getiriyorum,” diyerek uzaklaştı.
Her halinde panik vardı. Zavallı annem, diye geçirdim içimden.
“Bir aylık koma. Söylesene nasıl oldu bu?”
Marlo hemen karşıma oturdu. Dikkatle süzdü yüzümü,
bakışları çok derinlere indi. Asırlardır görmemişti sanki.
Özlemle baktı. Gözleri ışıldadı bakarken.

24
“Artephius bir geri dönüş noktası oluşturmuş, herkes için
mantıklı bir sebep sunmuştu. Biz ödev yapmak için
kütüphaneden çıkmıştık, kâhinlerin evinden değil. Hastaneye
benim durumum yüzünden gitmedik. Sen karşıdan karşıya
geçerken bir trafik kazası geçirdin. Aslında hafif bir şeydi. Bir
beyin sarsıntısı dedi doktor. Bir aydır komadaydın.
Zayıflamanın sebebi buydu. Ablaların, ailen, ben de dahil
olmak üzere hepimiz seni bekledik.”
“Bu mantıklı sebebin dışındaki gerçek neydi peki?”
“Siz öldükten üç gün sonra zaman geriye alındı. Bizim,
ikimizin bitişi olan o güne. Dünya vaktiyle dönmen zaman
alacaktı ve koma çok geçerli bir sebepti.”
Başımı sinirle iki yana salladım.
“Bütün bir zamanı geriye almak mı? İnsanlığa neler
yaptığımızın farkında mısın?”
O sırada annem kahvaltı tepsisiyle içeriye girdi.
“İş yerine uğramak isterseniz ben buradayım.”
“Hayır hayır,” dedi annem telaşla. “Fegel'i asla bırakamam.”
“Bir gidip dönersiniz. Uzun zamandır gidemediniz.”
“Evet,” dedim anneme. “Benim için sorun değil. Hemen
dönersin.”
Marlo doğruldu ve tepsiyi annemin elinden alarak yanıma
oturdu.
Annem ellerini birleştirip duraksadı ve “emin misin?” diye
sordu bana. Gülümsedim.
“İyi hissediyorum kendimi. Bir sorun olursa Marlo burada.”
“Peki,” dedi. “Hemen dönerim ben. Hepsini yiyeceksin ama
oldu mu?” Sonra Marlo'ya baktı.
“Hiç merak etmeyin. Burun sıkmak dahil birçok yöntemim
var.”
Hep birlikte gülümsedik. Bu annemi rahatlattı ve onun
gitmesini sağladı.
Marlo ekmeğe tereyağıyla bal sürdü ve bana uzattı. Hiç
beklemeden alıp yemeye başladım. Yemek yemek konusunda

25
asla duramazdım. Sorunlu karakterimin en inanılmaz, iğrenç
yönlerinden biri de buydu. Obur Feg. Dinmek bilmez iştahının
kölesi.
“Haberim yoktu Fegel. İnan bana haberim yoktu. Sana yalan
söylemeyeceğim. Cenazenizin ardından orayı terk ettim.
İçimden geçenler hâlâ aklımda. Bilsen, sen bile şaşar kalırsın.
Vazgeçmiştim. Bitti artık demiştim. Öldünüz ve bitti.
Kaybettim.”
Ekmek elimde kalakaldım.
“Şimdiyse sonuçları neye mâl olursa olsun, buradasın. Bu
nasıl bir şey biliyor musun? Mucizevi. Buna ne sebep olmuş
olursa olsun, mucizevi. Sen buradasın ve yanımdasın. Bitti
dediğim yerde kazandım seni. Yaşayamadığım onca yıl geri
verilmiş gibiydi. Tam da bitirdiğim o noktada. Baksana...” dedi
heyecanla. “Geriye döndük. Evindesin. Ailen yaşıyor. Her şey
bıraktığımız gibi Feg. Herkes bıraktığımız gibi.”
“Öyle mi dersin?”
Duraksadı bir an için.
“Öyle.”
“Hayır,” dedim. “Öyle değil. Baksana bir kendine. Kim
olduğunu görüyor musun? Bir gölgesin, bir katilsin, bir sürü
insan öldüreceksin ve hepsinden önemlisi ölmeyeceksin.
Ölemeyeceksin Marlo. Anlıyor musun beni?”
“Bu değişir,” dedi yeni bir ekmek hazırlarken.
“Gerçekleri ne sen değiştirebilirsin ne de ben.”
“Elindekini ye, bunların hepsi bitecek. Annene söz verdim.
Ve ben...” deyip gözlerime baktı. “Verdiğim sözleri hep
tutarım.”
Bu imalı laf sokuşun ardından ekmeği yemeye koyuldum.
Haklıydı. O verdiği sözleri tutmuştu, peki ben. Ya Petra?
Tanrım, gözlerimin dolmasına engel olamadım. Aklımdan
geçenleri biliyormuş gibi baktı yüzüme.
“İnan bana, geçmişi unutturabilmek için elimden geleni
yapacağım. Söz veriyorum sana Fegel. Zor olacak biliyorum.

26
Yaşadığın bunca şeyden sonra çok zor olacak. Kızmıyorum
sana, ona olan hislerini de anlıyorum.”
Ona olan hislerim, diye geçirdim içimden. Ona olan
hislerim?
Bir anlık bir şok etkisiyle “o nerede?” diye sordum. “Söyle
Marlo ona ne oldu?”
Yutkundu ve başını öne eğdi.
Sabırla bekledim ağzından çıkacak bir kelimeyi. Bekledim,
bekledim ve korktuğum şeyin gerçek olmamasını diledim.
“O,” dedi dişlerini sıkarak.
“Söyle, yalvarırım.”
“O öldü Fegel, o artık yok. Sonsuza kadar yok.”

Annem döneli iki saat kadar olurken Marlo'yu gönderense


derin acımla, sıktığım dişlerimin arasından “seni görmek
istemiyorum!” deyişim olmuştu. Kabullenemiyordum. Şimdi,
burada, bu koltukta uzanmış tavanı izlerken Petra'ya dair
içimdeki bilinmezlerle çarpışıyordum. Petra'sız bir Fegel'i
tasavvur etmek bile delirmeme yetebilirdi. Peki, bunca zaman,
Marlo Marlo diye sızlanan, ağlayıp zırlayan ben, ona olan
aşkımı ilan ettiğim onca yıl, Petra'yı üzdüğüm, acı denizinde
boğduğum, kendime de ona da ettiklerim... Saymakla bitmezdi.
Şimdi neden? Bütün bu olanlar. Tanrım, kâbus etkisi yaratan
bir sarsıntı, güçlü bir depremdi. Giovanni, Francesca, Hypatia,
Paracelsus. Neredeydiler şimdi? Giovanni'nin suratıma
tükürmesini isterdim. Güçlü bir yumrukla beni yere sermesini.
Bütün bu olanların sorumlusu bendim. Şimdi bu koltukta
uzanmış, ne kadar sıradan bir yaşantım var gibi görünse de,
dünyayı alt üst eden, Petra'nın başını simyacılarla belaya sokan,
Marlo'yu ve ablalarımı bir gölgeye çeviren, Artephius'un
şeytanlarla anlaşıp kendisini cehenneme hapsettirmesini

27
sağlayan... Bütün kötülüklerin sorumlusu olarak, tam da
burada, bu eski, yıllanmış koltukta dövünmeye çalışıyordum.
Annemin kesilmeyen gülümsemesi tek huzur kaynağımdı.
Yaptıklarımdan sonra, insan olduğumu anımsatan tek
gülümseme.
Kekikli çayın kokusu tütüyordu burnumda. Petra'nın çok
yemek yediğimde çayıma karıştırdığı şifalı bitki. Gözyaşlarım
gözlerimin kenarlarından akarken, acıyla yuvarlanmanın tam
da ortasında kapı açıldı ve içeriye güçlü bir rüzgârla birlikte
ablalarım girdi. İhtişamlı bir görüntüyle. Ellerinde alışveriş
poşetleri, yüzlerinden eksik etmedikleri makyajlarıyla o
kusursuz halleri.
“Küçük kardeşimiz nasılmış bakalım?” diye zıplar adımlarla
yaklaştı Defi. Elindeki poşeti hemen yanıma bıraktı. Lelis
gereğinden fazla neşeliydi. Annemin memnun ifadesinin
eşliğinde beni doğrulttu ve poşetten çıkardıklarını tek tek
gösterdi.
“Bir hoş geldin partisi yapıyoruz. Bütün bunlar senin için
bebeğim.”
“Bebeğim?” diye tekrarladım sessizce. Duymamazlıktan
geldi. Kırmızı, daracık ve kısa bir elbise, inanılmaz bir sırt ve
yaka dekoltesiyle upuzun süren yaşantıma adeta meydan
okuyordu. Bir poşetten topuklu ayakkabılar çıktı. Diğerinden
gösterişli takılar. Birkaç farklı elbise daha.
“Hepsi de senin için,” dedi Defi şaşkınlığımı anlayarak.
“Çılgın bir kutlama yapacağız.”
“Bir kerelik içki de içebilirsin.”
“İçki?” dedim.
Annem mutfaktaydı ve bunları duymuyordu. O kadar
neşelilerdi ki, mutluluklarının sebebini gerçekten merak
ediyordum. Onları bunu yapmaya zorlayan şeyi?
“Hiç komik değilsiniz,” dedim sakince.
Lelis elindeki elbiseyle ciddileşti.

28
“Komik olmaya çalışmıyoruz Fegel. Hak ettiğimiz şeyi
yaşıyoruz. Seni bizden alan bir pisliğin hak ettiği sonu.”
Elbiseyi ablamın elinden çekip yere fırlattım. Donup kaldı.
“Sakın bir daha Petra'nın adını ağzınıza almayın. Hele ki bu
şekilde asla. Duydunuz mu beni, asla!”
Annem sesimi duymuş olmalı ki odaya girdi. Neler oluyor
dercesine tek tek yüzümüze baktı.
“Bu elbisenin neden bir beden büyüğünü almadınız? Bunu
hemen değiştirmeliyiz.”
Kahvaltı tepsisine uzandı ve rahatlamış bir şekilde odayı
terk etti. Ben bile kendime inanmıştım.
Yavaşça doğrulurken “sakın!” dedim dünyanın en güçlü
tehditini yüzlerine savururcasına. “Petra'nın adını kirletmeye
kalkışmayın.”

29
4

Geçmiş

‘S
en hiç olmayan bir acıyı çekiyorsun Fegel. Acı
çektiğini sanıyorsun. Aşkın ne demek olduğunu
inan bana bilmiyorsun. Hiçbir zaman da
bilmedin. Ama bir gün gelecek öğreneceksin. Öğrendiğinde ise
artık çok geç olacak. Kaybettiğin zamana lanet okuyup geriye
dönmek isteyeceksin. İsteyeceksin ki kaybettiklerini
göreceksin. Ama şimdi, Tanrı bile sana bu gerçeği gösteremez.
Cehennemi yaşamaya devam et.’
Giovanni'nin sözleri geçiyor zihnimin ortasından. Güçlü bir
kâhinmişçesine olacakları bilip, bana adeta geleceğimi
anlatıyor. Bu acıtan sözler capcanlı bir biçimde ayaklanıyor
karşımda. Bir film şeridi gibi yaşadıklarım geçiyor. Petra'nın
öfkeli suratı, çatık kaşları. Ah, evet, o çatık kaşlar.
Gülümsüyorum bir an için. Canım hiç olmadığı kadar çok
yanıyor.
Geri dönüşümün ilk günü. Odamın penceresinde
kaldırımdan gelip geçen insanları izliyorum. O kadar çok
istemiştim ki bu manzarayı. Araba kornaları, çocuk sesleri,
oradan oraya koşuşturan insanlar... Yaşamın ortası. Kulpa'daki
odamın terasında hiçbir zaman burada olamayacakmışım gibi
30
hissederdim. Hep o büyülü yeşillik eşlik edecek bana. Sonsuza
dek Petra yanımda olacak. Belki de bu yüzden değerini
bilememiştim. Bu yüzden kabullenememiştim yeterince. Ne de
olsa benimleydi. Beni asla terk etmeyecekti. Bunun bilinciyle
şımarıklığım zirve yapmıştı. Giovanni'nin sözleri gibi:
Kaybettiğin zamana lanet okuyup geriye dönmek isteyeceksin.
Geriye dönmüştüm ama büyük bir farkla. Petra'sız. Tanrım,
dişlerimi sıkmaktan nefes alamıyordum. Dışarının güçlü
soğuğu iliklerime kadar işlemişti. Soğuk ve acı. İkisi birden
beni kıvrandırıyordu. Kimseyi görmek istemiyordum.
İşte kimseyi görmek istemediğim tam da o anda kapımın
çalınmasıyla yüzümü buruşturdum. Arkamı dönmeden
bekledim. Açılan kapının ardında kim vardı bilmiyordum ama
merakta etmiyordum.
“Merhaba.”
“Viola,” dedim şaşkınlıkla. Elinde büyük bir hediye paketi
vardı, koşar adımlarla girdi içeriye. Ayağa kalktım ve ona
sıkıca sarıldım. Oldukça tanıdık gelen bir koku sarmaladı
ruhumu. Şeftali kokulu şampuanı gözlerimin dolmasına neden
oldu. Onu bir daha göremeyecek olduğumu biliyordum ama
şimdi, karşımdaydı. Hiç olmayacak bir şekilde. Oysa Viola,
ben gittikten sonra hayatına devam etmişti. Yaşamış, bir aile
kurmuş belki, yaşlanmış, belki de ölmüştü. Ona dair hiçbir şey
bilmiyordum. Tanrım, karşımda kocaman bir hayat sürdükten
sonra geriye dönüp hiçbir şey hatırlamayan bir insan vardı ve
bunun sorumlusu bendim. Birdenbire hıçkırıklarla ağlamaya
başladım. Beni teselli etmeye çalıştı sarılırken. Duramadım,
duramazdım.
Uzun bir ağlamanın ardından sakinleşmiş bir şekilde
oturduk pencerenin önünde. Kısa bir duraksamanın ardından
hiçbir şey olmamış gibi konuşmaya devam ettik. Ben uyurken
olanları anlattı uzun uzun. Sınavlardan, benim notlarım
olmadığı için herkesin nasıl zorlandığından. Kimin kiminle
birlikte olduğundan... Ve daha bir sürü sıradan şeyden. Bütün

31
bunlar bile yaşadıklarımın ardından benim için sıra dışı olmaya
yeterdi.
“Uyanman için her gün dua ettim Fegel.”
“Teşekkür ederim Viola, artık geçti, döndüm.”
Bunu söylerken içim burkuldu. Sebep olduğum şeyden
utanç duyuyordum.
“Ve biliyor musun, hepimiz özendik bir şekilde.”
“Anlamadım.”
“Marlo,” deyip bekledi. “Başından bir an olsun ayrılmadı.
Bir sürü dersten kaldı ama yine de yanından ayrılmadı. Ailesi
destek oldu ona, kararına saygı duydu.”
Bu bir fedakârlık değildi. Nasıl anlatırdım ki ona. Hafif bir
gülümsemeyle başımı salladım.
Hediyesini açmamı istedi. Heyecanla paketi araladım.
İçinden üzerinde tazmanya canavarı baskısı olan kocaman bir
yastık çıktı.
“Bir yastık aldım sana, sonsuz bir uykuya değil, her sabaha
gözlerini açman dileğiyle.”
Tazmanya canavarını gördüğüm an bir kez daha sarsılarak
ağladım. Viola abartılı tepkime anlam veremedi, verememekte
de haklıydı. Zavallı ben, ona sunulmuş bir aşkı çarçur etmişti,
nasıl ağlamazdı? Gözyaşlarım yastığı sırılsıklam ederken
gereken teselliyi de yine Viola'dan almıştım.
Bir lanetti bu sanki. Tanrı beni cezalandırıyor, bak, diyordu.
Bu kadar kolay mı Petra'yı sana sunmak? Hak ettin mi sen
onu? Ne yaptın ki onun için onu yıkmaktan başka? Seni öyle
bir cezalandıracağım ki neye uğradığını şaşıracaksın. Sana öyle
bir acı çektireceğim mi ölmek için yalvaracaksın. Ölmekten
bile beter olacaksın. Petra'nın yaşadığı acıyı, çok daha fazlasını
yaşayacaksın.
Annem elinde pasta ve meyve sularıyla içeri girerken
ağlamaktan şişmiş gözlerim ve helak olmuş suratıma hüzünle
baktı.
“Neden ağlıyorsun kızım?”

32
“Mutluluktan,” dedim başka açıklama bulamayarak.
“Mutluluktan ağlıyorum anne.”
Viola gidene kadar yastığa sarılıp adeta yastıkla
bütünleştim. O gittiğinde bile yastığı yanımdan ayırmamıştım.
Yatağıma uzanıp bu sefer sadece kendime ağladım.
Saçmalıklarıma, çocukluğuma ve sahip çıkamadığım her iki
aşka.
Sana verilen bu aşk(lar)a sahip çık Fegel.
Bu sana bağışlanmış bir armağan.
Hem maddi, hem manevi sahada.
Hem bedeninde, hem ruhunda.
Hem içinde, hem dışında.
Kalbinin iki yarısında.
Tanrı'nın büyüklüğünü gör.
Sana bahşettiği aşklarla övün, gurur duy.
İşte bu senin hem cezan hem mükâfatın.
İkisine de sahip çık. İkisini de yaşat.
Gözyaşları eşliğinde ettim duamı. Yaşatamadığım her iki
aşk adına, engel olamadığım duygularım adına ve sorumlusu
olduğum bütün acıların adına.
Tanrı, beni bağışlasın yalnızca.

33
5

Gizemli Gölge

arlo'dan kaçmaya çalışıyordum. Onu görmeye

M henüz hazır değildim. Onu görmeye ve onunla


yaşamaya. Daha doğrusu onunla bir yaşama.
Henüz vazgeçmemiş, Petra adına pes etmemiştim. O ölmüş,
sonsuza dek yok olmuş olamazdı. Tanrım, burada
bahsettiğimiz kişi Petra'ydı. Şu an için Marlo adına
yapabileceğim hiçbir şey yoktu. Hislerimi kapalı bir kutuya
kilitlemiş, ona dair ne varsa hepsini tek tek hapsetmiştim.
Çıkaramazdım ortaya. Petra'yı bu şeyin içinden çıkarmadan
asla.
Mümkün halde olan tüm şeyler var olmaya gereksinim
duyar, der Leibniz. Aşk gibi. Peki, pişmanlıklarım ve kederim
paçamdan akarken de aşka gereksinim duyacak mıydım?
Elbette. Her ne kadar muhteşem ve kendine hayran bırakan
bakışlarını üzerime dikmiş, bunca yılın ardından kalbimi bir
mum gibi eritmeye çalışıyor olsa da bu aldatıcı hisse
yenilemezdim.
“Bana öyle bakmayı kes,” dedim televizyonun karşısına
kurulmuş rastgele kanalları değiştirirken.

34
“Şaka yapıyor olmalısın Fegel, dünya üzerindeki hiçbir güç
beni seni izlemekten alıkoyamaz.”
Bakışlarımı kaçırmak uğruna çabalasam da bu güzelliği
görmezden gelemezdim. Hakkı vardı, onu görmeyeli yıllar
olmuştu. Yirmi yaşımdaki kovalamacanın ardından otuz
beşimdeki kısa bir savaşın içine girebilmiş, ardından geçen
sekiz yılın sonunda da Petra'yla birlikte ölmüştüm. Daha
doğrusu, onu ölü bırakıp kendimi yeniden hortlatmıştım.
Tanrım, kendimden nefret etmem başka bir sebebe ihtiyacım
var mıydı ki?
Marlo iki gündür annemi kandırıp onu işe göndermeyi
başarıyordu. Babamı gördüğümü pek söyleyemezdim.
Akşamları geç geliyor, o geldiğinde de ben uyumuş
oluyordum. Onda beni korkutan tuhaf bir şeyler vardı. Bunu
da yakında anlayacaktım.
“Marlo,” dedim sessizce. Dikkatimi ona vermemeye
çalışarak. Gülümsedi.
“Giovanni ve diğerleri bu durumun farkındalar değil mi?”
Bir anlık bir duraksamanın ardından başını evet anlamında
salladı.
“Peki,” deyip bekledim. “Neden gelmediler? Yani, şey...”
“Senin için,” dedi.
“Evet,” dedim rahat bir nefes alıp. “Çoktan başımda
dikilmiş olmalılardı.”
Öne doğru eğildi, ellerini önünde birleştiğinde üzerine
yığılan bu kusursuz hava beni az da olsa afallattı. Kimi
kandırıyordum ki, ona olan hislerimi gizleyecek, saklayacak ya
da kapatacak hiçbir şey yoktu yeryüzünde. Ama iş Petra'ya
olan hislerime gelince, işte orada duruyordum. Evet, belki de
ilk defa ona olan hislerimi rahatça düşünebiliyordum. İnkâr
ettiğim, kabullenmediğim, gülüp geçtiğim hislerim. Asla
dediğim günleri hatırlıyordum. Petra'yla ben asla olamayız!
Ama onunla bir ömür sürdükten sonra, hele ki ondan ayrı
kalmayı düşündükten sonra bunun mümkün olmadığını artık

35
anlıyordum. Marlo'suz belki evet, ama Petra'sız asla. İki aşk
arasında kalmanın en ahlaksız yönü de buydu. Paracelsus'un
dediği gibi: Bu aşk, edepsiz bir çiçek gibi açmış ve kokusu
hepinizi sarmalamış.
“Bunu söylemek her ne kadar benim açımdan doğru olmasa
da bunu öğrendiğinde üzerime salacağın gazaptan korkarak
söylemek istiyorum.”
Bu beni güldürdü. Derin bir gülümsemeyle hem de. Ve bu
derin gülümsemeye onun büyüleyici ve aynı zamanda
kahredici gülümsemesi eklendi. Onu özlemiştim. Hem de çok.
Ama bu özlemenin boyutu ne derece büyük olursa olsun kalkıp
ona sarılmamı engelleyecek kadar da iradeliydi.
“Giovanni'nin sana duyduğu nefret yüzünden herkes senden
ve buradan uzak duruyor.”
Gülümsemem yüzümden akıp giderken, kalp atışlarım da
aynı anda hızlanmaya başladı.
“Petra'nın kaybı diğerlerinden ziyade onun için çok daha
ağırdı ve bunun tek sorumlusu olarak da seni gördü.”
Petra'nın kaybı, diye düşündüm. Ne yani? Petra sahiden de
gitmiş miydi? Tanrım, gözlerim kararmıştı birden.
Marlo, “iyi misin?” diye yaklaştı. İşaret parmağımı
uyarırcasına havaya kaldırdım.
“Lütfen,” dedim onu durdururken. “Petra'nın yok olduğunu
söyleyip durma. Buna inanmıyorum, bu gerçek değil. Şu an
için sadece dinlenip gücümü toparlamaya çalışıyorum.
Ardından onu aramaya çıkacağım. Bütün simyacıları
dolaşacağım Marlo. Burada oturup kalacağımı düşünme sakın.
Dünyanın altını üstüne getirip bunun bir yolunu bulacağım.
Petra'yı bırakamam. Her nerede olursa olsun, bırakamam.”
Marlo yutkundu.
“Giovanni,” diye ekledi. “Seni görmeye kim gelirse gelsin
onu öldüreceğini söyledi ve bunu da gözünü bile kırpmadan
yapar. Paracelsus da dahil herkesi tehdit etti. Mel bile senden
uzak durmak zorunda, en azından buna alışana kadar.”

36
Başımı salladım. “Alışana kadar diye bir şey yok Marlo. Bir
şey yap, ulaş ona. Onunla görüşmek istiyorum.”
“Bu mümkün değil Fegel.”
“Lütfen Marlo. Sana yalvarıyorum.”
Ayağa kalkıp bir süre evin içinde dolandı. O sırada Lelis
daldı odaya. Ardından da Defi. Neye uğradığımı şaşırmıştım.
“Kapıyı kullanmalısınız,” dedim.
Lelis o kocaman, iğrenç kahkahasını atmakla yetindi.
“Giovanni'yle görüşmek mi?” dedi Defi. “Gerçekten şaka
yapıyor olmalısın. Herkes köşe bucak kaçıyor senden.
Giovanni yerin yedi kat dibine gömer seninle görüşeni. Kim
olursa olsun, hepsini.”
“Bu kadar mı?” dedim başım önde. “Bu kadar çok mu nefret
ediyor?”
“Tahmin bile edemezsin,” dedi Lelis. “İnan Fegel, tahmin
bile edemezsin.”
Giovanni'nin yüzü gözlerimin önüne geldi. Amcasına olan
bağlılığı ve sadakati. Beni birlikte korumuşlardı. Üzerimde en
az Petra kadar hakkı vardı. Peki, bunu nasıl değiştirebilirdim?
Sabırsızdım, beklemek istemiyordum. Bir an önce onu bulup
konuşmam gerekiyordu. Konuşmak ve Petra'yı geri almanın bir
yolunu bulmak. Ama banyoya bile zor ulaşırken bu bir süre
daha mümkün görünmüyordu. Dayanmalıydım. Yapmak
istediklerimi bir sıraya koymam gerekiyordu. Öncelikle
Verhin'le Uğra. Eğer zaman geriye alınmışsa onlar da
mezarlarından fırlamış olmalılardı. Yüzümü gördüklerinde ne
tepki vereceklerini pek de merak etmiyordum. Hoş
karşılanmayacağımdan adım gibi emindim çünkü.
Karşılaşacağım ilk nefret onlardan gelecekti.
“Ne yapmamı istiyorsunuz peki? Böylece yaşayıp gideyim
mi? Petra'yı o cehennemde yüz üstü mü bırakayım?”
Lelis kükredi.

37
“Sen kocaman bir aptalsın Fegel. Hâlâ Petra diyorsun. O
lanet dilini koparmak istiyorum ki şu ismi ağzından bir daha
duymayayım.”
Marlo ayağa kalkıp Lelis'in önünde dikildi.
“Ses tonuna ve söylediklerine dikkat et Lelis. Ona bu
şekilde bağıramazsın!”
“Sana mı soracağım?” diye diklendi Lelis.
Defi araya girdi.
“Yapmayın çocuklar.”
Kalp atışlarım eşliğinde donup kalmıştım. Korkunç bir
korku tünelinin içinde gibiydim. Sinirlendiklerinde ödüm
kopuyordu. Şimdi de o anlardan biriydi. Üç ölümsüz katilin
arasında kalmıştım, üstelik olası bir tartışmada kendimi
koruyacak hiçbir şeye sahip değildim.
“Lelis, seni burada ilk ve son kez uyarıyorum. Bu şans
benim şansım, Fegel'le birlikte bir hayat sürme şansım ve kim
olursa olsun bu şansı elimden almaya kalkarsa onu yok ederim.
Bu, sen ya da Defi olsun fark etmez. Giovanni'den de
korkmuyorum. Bir köy dolusu pısırık gölgeden de. Fegel'i
korumak için kimseye ihtiyacım yok.”
Marlo'nun öfkesi bütün bir eve dolmuştu. Onunla bir yaşam
sürmek mi?
Lelis tısladı.
“Komik olma Marlo. Biz olmadan onu koruyamazsın.
Onların deneyimleri ve büyüleri karşısında bir hiçiz.”
“Paracelsus var.”
“Paracelsus kendi kıçını kurtarsın. Onun bize hiçbir faydası
yok.”
Defi, “yeter artık!” demeyi sürdürdü. “Bu şekilde bir yere
varamayız.”
Korkum yerini sakinliğe bıraktığında konunun nereye
gittiğini anlamaya çalışıyordum.
“Fegel'i öldürmeye çalışacak.”
“Hayır, bunu yapmayacak.”

38
“Yapacak Marlo, yapacak. Kes artık şunu.”
Kim beni öldürmeye çalışacaktı? Tanrım! Hızlıca
doğruldum ve benim bile beklemediğim bir hızla ikisinin
ortasına dikildim. Gözlerimi açtığımdan bu yana onlara hiç bu
kadar yakın olmamıştım. Bu beni heyecanlandırsa da kendime
hâkim olmayı başardım.
“Bilmediğim şeyler var değil mi? Anlat hadi.”
“Henüz değil Fegel.”
“Şimdi Marlo. Ya şimdi bana her şeyi açıklarsın ya da bu
kapıdan çıkar soluğu kâhinlerin evinde alırım.”
“Hiçbir yere gidemezsin!” dediği an arkamı döndüm ve
üzerimdeki ince hırka ve ayaklarımdaki çorapla kapıya
yöneldim. Daha ulaşamadan Marlo önüme dikildi.
“Sana anlatacağım ama şimdi değil.”
“Yeterince sabrım yok Marlo. Geçen her saniye vakit
kaybediyorum. Henüz elimde kayda değer bir şey yok. Benden
gizliyorsunuz, eninde sonunda öğreneceğim şeyleri üstelik.
Lütfen bana zaman kazandır ve gerçekleri anlat.”
“Bana iki gün ver. Biraz daha toparlan. Söz veriyorum
hiçbir şeyi atlamadan olan biteni sana bütün ayrıntılarıyla
anlatacağım.”
“İki günüm yok Marlo. Ya şimdi ya hiç. Sana olan inancımı
kaybetmek istemiyorum.”
Bir an için tüm gücüyle suratıma haykıracağını düşündüm,
yüzü öylesi bir hâl almıştı ki, beni parçalara ayırmak
istemesiyle eş değerdi bu.
“Üzerini değiştir, biraz yürüyüş yapalım.”
Memnuniyet dolu bir tebessümle koştum odama doğru.
Ablalarım öfkeden deliye dönmüşlerdi. Hemen üzerimi
değiştirdim ve ayakkabılarımı giydim. Üç dakika içerisinde
hazırdım. Marlo’yla birlikte kapıdan çıkınca kendimi çok tuhaf
hissettim. Etrafın bu denli tanıdık ve bilindik oluşu tüylerimi
ürpertti. Bir süre hiç konuşmadan yürüdük. Yavaş adımlarla
hareket ediyorduk ki ben henüz emekleme aşamasındaki bir

39
bebek kadar narindim. Hafif bir rüzgâr bile beni alıp götürmeye
yetebilirdi. Havaysa dünün ardından günlük güneşlikti.
Bu kaldırım bile salya sümük ağlatabilirdi beni. Her bir
ağaç. Etraftaki her bir ayrıntı. Kollarım göğsümde bakışlarım
çevrede tek tek geziniyordu. Marlo hariç her şeyin üzerinde.
Derin bir nefes aldım. Yaşıyordum, Tanrım, hayattaydım, bu
güzel bir histi ve hak etmiyor oluşum beni bir kez daha hüzne
boğdu. Buna nasıl sevinebilirdim? Petra'yı feda edip sil baştan
bir hayat yaşayabilir miydim? Asla!
Yüzündeki sarsak ifade gülümsememe neden oldu. Elleri
ceplerinde omuzları düşmüş, sanki sıradan bir insanmış gibi.
Tıpkı eski günlerdeki gibi. Kaldırım aynı kaldırım, zaman aynı
zaman, ama biz, biz aynı biz değildik. Ne o ne de ben. O bir
ölümsüz, bense ölümden dönmüş bir ölümlüydüm.
Mideme arka arkaya yediğim o korkunç yumruk hissiyle
buruşturdum yüzümü.
“İyi misin?” diye sordu. Başımı salladım.
“Eğer kendini kötü hissediyorsan hemen dönebiliriz.”
Bu 'hemen' sözünün ne anlama geldiğini biliyordum. Saniye
içinde, bir göz kırpma süresinde kendimi odamda bulabilirdim.
“Hayır,” dedim. “Biraz daha yürümek istiyorum.”
Hava her ne kadar yazdan kalma gibi görünse de kasım
ayındaydık ve sonbahar oldukça sert giriş yapmıştı.
“Marlo,” dedim olduğum yerde aniden durup. Sanki çok
önemli bir şey söyleyecekmişim gibi heyecan ve merakla baktı.
“Kâhinlerle görüşmem lazım.”
“Şimdi mi?” dedi şaşkınlıkla.
“Eğer bana anlatamayacağın şeylerse bırak onlar anlatsın.”
“Olmaz Fegel. Lütfen, önümüzdeki birkaç gün için benden
hiçbir şey isteme. Senden tek isteğim biraz daha iyileşmen.
Sonrasında, söz veriyorum sen ne istersen o olacak. Dünyanın
öteki ucuna da gitmek istersen gideceğiz. Ama şimdi...”
“Peki,” dedim aklımdaki tilkileri gizleyerek. Sabırsızlığıma
engel oldum. Düşünmeliydim. Doğru olanı düşünmeli, bir plan

40
yapmalıydım. Ama şimdi elim kolum bağlı durumdaydım.
Hâlâ kabullenemiyordum. Geri dönmüş olmak, hele ki bu
şekilde, deliliğin bile ötesindeydi. Cehennemde yanacaktım.
Üstelik tek başıma.
Yanımızdan geçen birkaç insana hayretle baktım. Tanıdık
gelen ya da gelmeyen bir sürü yüze. Havanın soğuk olmasına
karşın güneşe aldanıp şakıyan kuşlara. Oradan oraya
koşuşturan çocuklara. Köpeğini gezdiren yaşlı kadına.
Tam da başımı çevirip bu eşsiz manzaraya eklenen bir
gölgenin varlığıyla sıkıntımdan kurtulacakken, yaşlı kadından
gelen anlamsız mırıltılarla irkildim. Marlo'yla ikimiz aynı anda
başımızı çevirdik. Köpek büyük bir hınçla kadının elinden
kurtulmaya çalışıyor ve bir numaralı hedef olarak da beni
görüyordu. Marlo anında önüme geçti.
“Sakın,” dedim sessizce. “Yanlış bir hareket yapma. Ortalık
insan kaynıyor.”
Köpek şiddetini gittikçe artırıyor, kadın ona bir türlü engel
olamıyordu. Aramızdaki bir metrelik mesafenin ardından
Marlo'yla geri geri yürümeye başladık. Korkuyordum ama
köpekten değil, Marlo'nun bunca bakışa aldırmadan ortalıktan
benimle birlikte toz olmasından.
Etrafımız bir anda kalabalıklaştı. Marlo öne çıktı ve hızlı
adımlarla kadına yardım etmek için köpeğin tasmasına sarıldı.
Köpek salyalar akıtarak ön ayaklarıyla şaha kalkıyor, o
tasmadan kurtulsa beni nasıl parçalayacağının hayallerini
kuruyordu. Tanrım, onu böylesine delirten şey de neydi?
Kollarımı göğsümde birleştirip iki büklüm bir vaziyette
donakaldım. Köpek benden uzaklaşırken kaldırımda da bir
başıma kalıyordum. Kadın Marlo'nun peşinde ona yetişmeye
çalışıyor, bir yandan da ardı adına özürler diliyordu. İşte o an
güçlü bir rüzgârla birlikte ters döndüm. Beni döndüren şey
gerçek bir rüzgâr değildi, rüzgârı kendine katmış karanlık bir
gölgeydi. Korkuyla titrerken yığılmamak için direndim. Marlo
uzaktan koşar adımlarla yaklaşırken gördüğüm şeyin gerçek

41
olup olmadığını idrak etmeye çalıştım. Köpeğin etkisinden
çoktan kurtulmuştum.
“Bu köpek delirmiş olmalı,” dedi öfkeyle.
“Marlo,” dedim titreyen sesimle. “Az önce yanımdan bir
gölge geçti.”
“Nasıl yani?” dedi şoka girmiş gibi. “Bu imkânsız.” Sonra
yanlış bir şey söylemişçesine başını salladı.
“Ben neden fark etmedim?”
Yutkunurken zorlandım.
“Ablalarımdan biri olabilir mi?”
“Hayır...” dedi. “Olamaz. İkisi de böyle bir şey yapmaz,”
demesiyle birlikte hemen telefonunu çıkardı ve “Lelis,” dedi
telaşla. “Az önce yakınımızdan geçtiniz mi? Emin misin? Şaka
yapmıyorsun değil mi? Anlıyorum.”
Duraksayarak konuşuyordu Marlo.
“Peki,” deyip kapattı telefonu. Yüzünde ilk defa korku
vardı. “Onlar değil. Şehirde bile değillermiş.”
“Tanrım,” dedim artan panik dalgamla. İşte o an tek
hissettiğim Marlo'nun tenime dokunmasıydı. Sonrasında
odamdaydım.
Ben daha ağzımı açmadan işaret parmağını havaya kaldırdı.
“Etrafta hiç kimse yoktu.”
Yatağıma oturup sırtımı duvara yasladım. Bacaklarımı
kendime çekip bir süre sessizce bekledim.
“Giovanni olmalı.”
“Hayır,” dedi bundan kesinlikle emincesine.
“Nasıl hissetmedin bir başkasının varlığını?”
“Bilmiyorum,” dedi odanın içini turlarken. “Hissetmem
gerekirdi. Bugüne dek hep hissettim ama bu...” deyip bekledi.
“Emin misin Fegel?”
“Neyden emin miyim?” dedim çatılan kaşlarımla.
“Onu gerçekten gördüğünden?”
“Delirmedim Marlo. Tanrı aşkına, bana deli muamelesi
yapma.”

42
Eliyle yüzünü sıvazladı. Bir an için bir dumanın içine girip
çıktı. İrkildim.
“Affedersin,” dedi. “İstemsiz oldu.”
Onu bu şekilde görmek korkutucu olmuştu. Sıradan
adımlarla yürürken simsiyah bir dumana dönüşmek. Petra bunu
yanımda hiç yapmamıştı. Birlikte yaşadığımız o koskocaman
zaman diliminde. Şimdiyse o koskoca dediğim zaman dilimi
benim için o kadar az görünmüştü ki gözüme, bir fırsat daha
sunulsaydı, zamanımı bir tek onunla tekrar tekrar yaşamak
isterdim. Bir başkası değil, yalnızca o. Ah, kahretsin! Acı ve
çıldırtan bir anı çullanmıştı zihnime: her şeye rağmen ikimize
de geçmişe dönmek için bir şans verilseydi eminim o yılları
yaşamak için can atardık. Bir an olsun düşünmeden hem de.
Marlo için düşünmüştüm bunları. Şimdiyse Petra için
düşünüyordum. Binlerce kez kahretsin! Neden yapıyordum
bunu? Neler oluyordu bana böyle? Böylesine mahvolmamın
kimdi sorumlusu? Neden yaşıyordum bütün bunları?
Şiddetle açılan kapının sesiyle irkildim. Zihnimdeki
kâbustan fırlayıp içinde bulunduğum acı gerçeğin kucağına
düştüğümde ablalarım birkaç adım ötemde duruyordu.
“Gölge mi var etrafta? Kimdi peki, kimdi Marlo?”
Defi'nin korkudan rengi atarken Lelis de ondan geri
kalmamıştı. Peki, onları bu denli korkutan şey de neydi?
“Görmedim,” dedi. “Haberim bile olmadı.”
Derin bir sessizliğe gömüldüler.
“Tanrım,” dedi Lelis fısıltıyla. “Başımız belada. Hem de
büyük belada.”

43
6

Pus Dağı

arabasan tabirini bu güne dek ağzıma hiç

K almamıştım. Ta ki dün geceye kadar. Petra yoktu o


düşün içinde, simyacılar yoktu, Giovanni elinde
bıçakla tepemde dikilmiyordu. Tanrım, çift başıyla bana bakan
iki çift göz vardı. Pus dağının ifritleri. Yatağımda oturmuş
hüngür hüngür ağlarken Lelis'le Defi'nin şaşkın bakışlarına
maruz kalmıştım. Pijamaları ve dağınık saçlarıyla sessizce beni
izliyorlardı.
“Feg,” dedi Lelis. “Ne yapıyorsun?”
Hıçkırmaya devam ettim. Doğruldu ve yanıma geldi. Defi
de onu takip etti. İkisinin ortasında şefkate ihtiyacı olan bir
çocuk gibi büzüşüp kalmıştım. Birisi saçlarımı okşadı,
diğeriyse sırtımı sıvazladı.
“Onları gördüm rüyamda.”
“Kimi?” dedi Defi.
“İblisleri. Hazul'la Merid'i.”
“Onları görmüş olamazsın Fegel. Onlar bir insana asla
yüzlerini göstermezler. Onlar değil bir insana, herhangi bir
gölgeye de kendilerini göstermezler. Anlattıklarımızdan
etkilenmiş olmalısın.”
“Hayır,” dedim başımı hızlıca sallayarak. “Gördüm onları.”
“Peki,” dedi omuz silkerek. “Ne yapıyorlardı?”
44
“Sol tarafta olan korkunç ve dehşet verici bir gülümsemeyle
uzattı elini. Avucunun içinde kanlı bir şey vardı. Şey, gibiydi.”
Duraksadım. Bakışlarım sabit bir noktaya kilitlenip ardından
Lelis’i buldu.
“Kalp gibi.”
Defi hafifçe geriye çekildi.
“Sağdaki onun aksine hüzünlüydü. Öylece baktılar bana. O
kadar çok korktum ki. Sürekli uyanmak zorundayım diyordum.
Rüya gördüğümü biliyormuşum gibi.”
Önce birbirlerine baktılar sonra da bana.
“Tarifine göre...” dedi ciddiyetini takınıp. “Soldaki Merid.
Rivayete göre onun asi, kibirli ve fesat olduğu söylenir.
Diğeriyse, Hazul. O hep hüzünlüymüş, melankolik bir yapısı
varmış. Kendini kimsesiz ve yalnız hissedermiş. Her şeyden
mahrum demekmiş adının esas anlamı.”
Ağlamayı kesmiş merakla Lelis'i dinliyordum. Korku dolu
bir masal anlatıyor gibiydi.
“Söylesene,” dedim gözyaşlarımı kolumla silerken. “Petra
gerçekten ellerinde mi? Ona ne yapıyorlar? Canı yanmıyor
değil mi? Lütfen söyle.”
“Bilmiyorum Fegel. Bilsem, emin ol söylerdim.”
“Peki, kimden öğrenebilirim?”
“Bunu bize söyleyebilecek tek bir kişi vardı Fegel. O da
Artephius'tu.”
“Öldü,” dedim soluğum kesilerek. “O da öldü.”
“Kâhinler,” diye heveslendi Defi. Beni mutlu etmek istediği
belliydi.
“Onlar listemde bekliyor,” dedim akan burnuma engel
olmaya çalışarak. “Tek umudum onlar. Paracelsus ikinci
sırada.”
“Üçüncü sıraya da Villanova'yı koyalım,” dedi Lelis.
“Güçlü bir ittifak.”
“Giovanni benden nefret etmeyi bıraktığında,” dedim.
Muzip bir ifadeyle başlarını salladılar.

45
Hayatım pahasına böyle bir an yaşayacağım aklıma
gelmezdi. Ablalarım ve ben. Yatağımda oturmuş çocuklar gibi
ağlarken onlar tarafından teselli oluyordum. Sesimize uyanan
annemse tatlı bir sitemle kahvaltının hazır olduğunu
haykırıyordu.
Yeni bir güne başlıyor, yeni hayatımın yeni adımını da
böylelikle atmış oluyordum. Başıma nelerin geleceğini
bilmeyerek, Petra'ya ne olduğunu bilmeyerek ve Giovanni'nin
nefretiyle yalnız bırakılarak. Böyle alıyordu intikamını, beni
terk edilmiş olduğuma inandırmak istiyordu. Başarıyordu da.
En iyi şekilde hem de.

46
7

Kâhinler

eriye dönüp sil baştan yeniden yaşamak demek, aynı

G hayatı aynı şekilde yaşamak demek değildi. Bunu


babam aracılığıyla daha iyi anlıyordum. Babam
değişmişti. O durgun, sakin, bakışları şefkatli adam yoktu artık.
Kahvaltının ardından yaktığı sigarasıyla, 'kırk sekiz yaşındaki
bir adam sigaraya neden başlar?' sorusunu soruyordum
kendime ve bu acı sorunun yanıtını da kendim veriyordum:
Benim yüzümden.
Bir aylık uydurma koma sürecimde babam üzüntü ve
stresten sigaraya başlamış, kızını kaybetmenin korkusunu
bununla yenmeye çalışmıştı. Ona değil, kendime kızıyordum.
Bütün bunların sorumlusu olarak, babamı bir hayalete, yaşayan
bir ölüye çeviren bendim. Düzeltmeliydim, bir şekilde bunu
halletmeliydim ama nasıl? Diğerleriyle görüşmeden,
Paracelsus'un yardımı olmadan bunu nasıl başarabilirdim,
gerçekten bilmiyordum.
Güzel bir cumartesi gününde, ablalarım yeniden dışarı
çıkmış, bense düşünmeyi reddettiğim şeyleri yapmadıklarını
umarak oturmaya çalışıyordum. Ama biliyordum ki,
yapıyorlardı. Bununla savaşmak için henüz çok güçsüzdüm.
Yine de iyileşiyordum, günden güne kendimi toparlıyordum.

47
Annem elinde kocaman bir meyve tabağıyla yaklaşırken onu
giyinmiş şekilde görmüştüm. Gülümsedi.
“Marlo aradı da. Benim de önemli bir randevum var, önemli
bir müşteri. Özel bir daveti varmış.”
“Açıklama yapmak zorunda değilsin,” dedim anneme. Panik
halindeydi. Bu da anneme ödettiğim bedel olmalıydı. Sakin,
ağır bir kadını soktuğum ruh hâli. Midem bulanırken zorlukla
yutkundum. O sırada kapı çaldı. Annem koşar adımlarla açtı
kapıyı. Derken Marlo göründü. Mutlu görünüyordu ve
fazlasıyla yakışıklı. Bunu düşünmüş olmaktan dolayı utanç
duymuştum.
Annem yoğun öpücüklerinin ardından gittiğinde kendimi
onunla baş başa buldum. Bir süre konuşmadık. Televizyon
bunu bizim yerimize daha iyi yapıyordu.
“Gördün mü hiç?”
“Neyi?” dedim.
Gürültülü bir şekilde bıraktı nefesini.
“Gölgeyi.”
Başımı hayır anlamında salladım. Meyveleri yerken gözüm
ekrandaydı.
“Peki, nasıl hissediyorsun kendini?”
“Bok böceği bile benden daha işe yarar Marlo. Sence nasıl
hissedebilirim?”
“Eskiden,” deyip bekledi. “Böyle örnekler vermezdin.”
“Evet,” dedim ekranı izlemeye devam ederken. “Eskiden
babam sigara içmezdi ve annem panik atak değildi. Eskiden
Petra vardı ve ben onunla birlikte ölmüştüm. Şimdiyse çift
başlı bir iblisin üzerime saldığı lanetle hortladım. Daha istiyor
musun? Eğer istiyorsan, sana sonsuz örnekler verebilir, sonsuz
cümleler sarf edebilirim.”
Sessizce izledi beni. Bu süre zarfında başımı bir kez olsun
ona çevirmemiş, yüzüne dahi bakmamıştım.
“Yapmak istediğin bir şey var mı?”
“Neden? Köpekler yeniden saldırsın diye mi?”

48
Petra'nın sabrı Marlo'ya geçmiş gibiydi. Lafımın üzerine tek
kelime etmiyordu.
“Bir daha böyle bir şey olmayacak, söz veriyorum.”
“Umurumda bile değil.”
“Kâhinler seni bekliyor.”
Elma dilimi ağzımda öylece kalakaldım. Yüzümdeki nemrut
ifade bir anda değişmiş, masum bir çocuğa dönmüştüm.
Sevgiyle baktım Marlo'ya.
“Doğru mu söylüyorsun?”
Başını salladı.
“Oradan geliyorum. Görüşmek istediğimizi söyledim.”
“Kabul mü ettiler hemen?”
“Tabii ki etmediler ama etmek zorundaydılar.”
Sevinçle kalktım ayağa. Bir an için ne yapacağımı şaşırdım,
olduğum yerde döndüm.
“Bekle,” dedim. “Üzerimi değişip hemen geliyorum.”
“Acele etme,” dedi sessizce. “Ne de olsa fazlasıyla
zamanımız var.”
Ne demek istediğini anlamamıştım ama yine de
sorgulamadım. Koşar adımlarla girdim odama. Dolabı
karıştırıp elime geçen şeyleri üzerime hızlıca geçirdim.
“Hazırım,” dedim büyük bir heyecanla. “Gidelim.”
Hafifçe gülümsedi. Ona ne kadar kötü davranırsam
davranayım vazgeçmeyecekti. Ne yaparsam yapayım, asla!
Sonuçta o, bensiz bir yaşam sürmüş, sevgisine sonuna dek
sadık kalmıştı. Peki ben? Tanrım, ne yapıyordum böyle? Neden
eziyet ediyordum? Bir ömür geçirdiğim Petra'ya da aynısını
yapmış, sonunda onsuzlukla cezalandırılmıştım. Şimdiyse,
bana verilen ikinci yaşamda, aynı hatayı yeniden yapıyordum.
Nereye kadar sürdürecektim bunu? Ne zamana kadar?
Ona doğru yaklaştım, üzerimdeki ceketin başlığını başıma
geçirdi. Beni kollarına aldığında gözlerimden birer damla yaş
döküldü ve ben karanlığın içinde yavaşça dağıldım, tıpkı
dağılan yaşamım gibi.

49
Kendimi kâhinlerin evinin kapısında bulduğumda bir an için
içeriye girmeye cesaret edemedim. Dejavu gibiydi, kâbus
gibiydi, bu dünyaya ait olmayan korkunç bir histi.
Güçlü bir nefes alıp aldığım nefesi bir süre bırakmadan
bekledim. Marlo yanı başımda varlığıyla bana güç verdi. Elimi
kapıya uzattığım an kapı açıldı.
Karşımdaydı. İkisi de. Yüzüme öyle bir boşlukla baktılar ki,
dizlerimin titrediğini hissettim. Bir insanın size nefretle
bakmasından daha kötü bir şey varsa o da hissiz bir şekilde
bakmasıydı. Bir hiçmişsin gibi.
Birkaç dakika içinde bir odada karşılıklı oturmuş sessizce
bekliyor haldeydik.
Hafifçe öksürdüm.
Verhin, ağır bakışlarını üzerime dikince kalp atışlarım
hızlandı. O kadın büyükannemle arkadaştı, Tanrım, bir kez
olsun bahsetmemişti bundan. Ne büyükannem ne de o.
Marlo, öne doğru eğilip ellerini birbirine kenetleyerek bana
baktı.
“Sor Fegel, seni bekliyorlar.”
Orada zorla oturtulduklarını nasıl da unutmuştum.
“Nasılsınız?”
Birbirlerine tuhaf tuhaf baktıklarında aptalca bir soru
sorduğumu fark etmiştim.
“Bir an önce sor ve git Fegel.”
Marlo öfkeyle çevirdi bakışlarını. Koluna dokundum.
“Benim suçum değil bunlar. Benden nefret etmek zorunda
değilsiniz.”
Söze Verhin başladı.
“Neye sebep olduğunla ilgili en ufak bir fikrin olsaydı,
eminim sen de kendinden nefret ederdin Fegel.
“Ben,” dedim titreyen sesimle. “Kendimden yeterince nefret
ediyorum. Her şeyin farkındayım. Bir çocuk değilim artık.
Sizler gibi yaşadım, yaşlandım ve öldüm. Sizler de öldünüz
muhtemelen. Ama inanın böyle olsun istemezdim.”

50
Uğra zorlukla yutkunurken Verhin onun koluna girdi.
“Bak Fegel. Bize gerçekleri öğrenmek için geldin biliyoruz
ve sana bildiğimiz her şeyi anlatacağız. Ve gerçekler canını hiç
olmadığı kadar çok yakacak.”
Verhin'in sesi gittikçe yükselirken Marlo'dan korkmadığını
da alenen yüzümüze haykırıyordu. Zaten öldük diyordu, bir kez
daha ölsek ne çıkar?
“Marlo'yu uyardık. Sonuçlarını ona anlattık. Kendi
hatamızın da farkındayız. Eğer o gün ona Paracelsus'un
kapısına giden yolu göstermemiş olsaydık bunların hiçbiri
yaşanmayacaktı. Ama Marlo kocaman bir bıçağı Uğra'nın
boynuna dayayınca söylemek zorunda kaldık. Şu an olacakları
tahmin edecek olsaydık inan bana onun ölme pahasına
susardık. Bütün bunları yaşamamış olmak için susardık. Her
şeyi mahvettiniz. Hepimize cehennem gibi bir hayat verdiniz.”
“Ben,” dedim sessizce.
“Sen, sen o kadar bencilsin ki Fegel, hayatı bir oyundan
ibaret sandın, Marlo'yla oynadın, Petra'yla oynadın, hep
oynadın ama senin oynadığın bu oyun korkunç bir hataya
sebep oldu. Sizin çocukça saplantılarınız yüzünden sonsuz bir
döngüye takıldık.”
“Ses tonuna ve konuştuklarına dikkat et Verhin.”
Marlo hiç olmadığı kadar öfkelenmişti.
“Sorun yok,” dedim. “Bırak istediği gibi konuşsun, haklı.”
“Haklı olması, ona bu şekilde konuşma hakkı vermez.”
“Lütfen,” dedim dişlerimin arasından. “İzin ver, konuşsun.”
Kısa bir sessizliğin ardından ne demek istediğini sordum.
“Döngü derken?”
Sinirle gülümsedi.
Verhin ayağa kalktı ve işaret parmağını bana doğrulttu.
“Bu demek oluyor ki Fegel. Kırk iki yaşına kadar
yaşayacak, ölecek ve on sekiz yaşında yeniden o hastane
odasında gözlerini açacaksın. Ve o lanet gözlerin yeni bir
yaşama açıldığında bir kez daha kırk iki yaşına kadar

51
yaşayacak, sonra ölecek yeniden on sekiz yaşında hastane
odasında gözlerini açacaksın. Bu ne kadar sürecek biliyor
musun?”
Nefesimi tutmuştum. Verhin bütün gücüyle kükredi.
“Sonsuza dek! Sonsuza dek Fegel! Lanet olsun sana,
sonsuza dek yaşayacağız. Dünya üzerindeki bütün doğaüstü
varlıklar dışında bundan kimsenin haberi olmayacak. İnsanlar
doğacak, yaşayacak, ölecek ya da yaşıyor iken yeniden
başlayacaklar. Bütün bir dünya, senin bu iki nokta arasındaki
sürene kilitlendi. Anlayabiliyor musun Fegel? Hepsi seninle
uyuyup seninle uyanacak. Cehenneme çevirdiğin yaşamlarımız
için sana teşekkür ediyorum. Şimdi yan! Kederinle yan. Çünkü
Petra'yı sonsuza dek kaybettin. Petra iblislerin elinde artık. O
yok. Onu öldürdün. Onu, onların elinde tehlikeli bir silaha
çevirdin. Doğanın hâkimini zamanın hâkimine teslim ettin.
Yan Fegel, sonsuza dek yan! Tanrı, artık seninle değil!”
Gözyaşlarım bir musluktan boşanırcasına akmaya
hazırlanırken Verhin açık duran kapının önünden geçti.
Nutkum tutulmuştu. Çünkü Verhin tam olarak işaret parmağını
bana doğrultmuş bütün nefretini üzerime akıtıyordu. Bir an için
kapıya dönmüş, o şekilde de donup kalmıştım. Kalp atışlarımın
sesini rahatlıkla duyuyordum. Hepsi benimle birlikte kapıya
döndü. Ve Verhin bir kez daha kapının önünden geçti,
arkasında da, Tanrım, ta kendisi. Hızla doğruldum. Yayından
fırlayan ok gibi koştum kapıya. Arkalarından hızlıca ilerledim.
Benim farkımda bile değillerdi.
Bir odaya girdiler. Kapı açıktı.
“Fegel ne yapıyorsun?”
Arkamda sıralandıklarında onları durdurdum. Verhin'i hem
arkamda hem de karşımda görmek oldukça korkutucuydu, ama
delilikse bunu sonuna kadar yaşayacaktım.
İkisi karşılıklı oturdu. Büyükannem oldukça genç
görünüyordu. Verhin de öyle.

52
“Bunu yapmak istemiyorum, inan bana. Sevdiğim insanların
geleceği beni hep korkutmuştur.”
Bunları söyleyen Verhin'di. Korkuyla attım adımımı içeriye.
Onlara doğru yaklaştım. Arkamdakiler olan bitenden
tamamıyla habersizdi, farkındaydım. Çünkü onları gören tek
kişi bendim.
“Lütfen,” dedi büyükannem. “Bunu öğrenmek zorundayım.”
Verhin kartları büyükannemin önünde birer birer açarken
gülümsemesi de gittikçe yok oluyordu. Odayı derin bir korku
kapladı.
“Korktuğun başına geldi Esla. Kocan seni aldatıyor.”
Büyükannemin gözyaşları boncuk boncuk akarken
yanaklarına, iliklerime kadar titredim. İzlediğim geçmişti.
Ve son kartta durdu Verhin. Durdu ve baktı. Uzun uzun
baktı. Büyükannem telaşlandı.
“Ne var Verhin, ne oldu, ne gördün?”
Verhin telaşla salladı başını.
“Bu doğru olamaz, kartları tekrar açacağım.”
Derin bir korkuyla kartlarını karıştırdı ve yeniden açtı.
Ellerinin titrediğini görüyordum.
“Burada bir yanlışlık var.”
Üçüncü kez kartları açtı ve büyük bir dikkatle büyükanneme
baktı.
“Ne görüyorsun söylesene?”
“Bir kız çocuğu görüyorum Esla. Doğmamış bir torun.
Karanlıkla birlikte gelecek hayatınıza, karanlığı katacak
hayatınıza. Aman Tanrım, dünyanın altını üstüne getirecek
Esla!”
Birinin koluma sıkıca sarılmasıyla döndüm arkaya. Sonra
kayboldular. Lanet olsun, kayboldular. Hızla yürüdüm
Verhin'in üzerine. Bu sefer işaret parmağımı ben doğrulttum
ona.
“Bir kız çocuğu görüyorum Esla. Doğmamış bir torun.
Karanlıkla birlikte gelecek hayatınıza, karanlığı katacak

53
hayatınıza. Aman Tanrım, dünyanın altını üstüne getirecek
Esla! Bana bunun anlamını söyle Verhin, bu ne demek?”
Hepsi birlikte olan bitenden habersiz şaşkınlıkla bakıyordu
suratıma. En çok da Marlo. Kıpırtısız, korkuyla beni izliyordu.
“Bu, bu...” dedi ve bekledi. “Az önce ne gördün sen?”
“Seni gördüm Verhin, az önce büyükannemle birlikte bu
odaya girdin ve ona kart açtın. Ona büyükbabamın onu
aldattığını söyledin ve son kartta, işte o son kartta da bunlardı
söylediğin. Şimdi bana açıkla.”
“Tanrım,” dedi elini ağzına götürürken. “Bu da mı oldu?”
Yutkundum.
Marlo “neler oluyor?” dedi. Aksine sakindi. Şoka girmişti
çünkü. Anlayamıyor, anlam veremiyordu.
Uğra'nın dudakları seğirdi.
“Zamanla oynamanın cezası olmalıydı Fegel, bir bedeli
olmalıydı ve sen o bedeli ödeyeceksin. Geçmişle gelecek iç içe
geçecek. Gün gelecek hangisinin gerçek hangisinin hayal
olduğunu anlamayacaksın. Bir anda girecek hayatına, bir anda
dolacak. Ve sen buna asla engel olamayacaksın.”
“Biliyordun,” dedim. “Benim doğacağımı, başıma
gelecekleri, en başından biliyordun?”
Yavaş adımlarla yürüyüp koltuğa oturdum. Gücüm
tükenmişti, daha fazla ayakta duramazdım. Bu kadar güçlü
değildim ben, savaşçı hiç değildim. Hayatımda Petra olmadan
bir hiçtim. Üstelik onu kaybetmiş olmayı da kabullenemezdim.
“Bir yolunu söyleyin,” dedim. “Petra'yı geri getirmenin bir
yolu olmalı. O bulur, bütün bu saçmalığa bir tek o çözüm
bulur.”
Başım önde, ufacık da olsa bir umut arayışındaydım. Bütün
bunlara bir şekilde katlanırdım, geçmişi de geleceği de önüme
katıp ilerleyebilirdim ama o olmadan, asla! Yapamazdım. Bu
kadar becerikli değildim.
Verhin önümde eğildi.

54
“Petra'yı unut Fegel. İblislerin elinden hiçbir şey
kurtulamaz. Bunun ihtimali bile yok. Dünya üzerindeki hiçbir
varlık Petra'yı onların elinden kurtaramaz. Pes et. Kabullen bu
laneti. Al yanına bu adamı ve onunla çıkar sonsuzluğun tadını.”

55
8

Korku

ütün bir hayatı bu pencerenin önünde oturarak

B geçirebilirdim. Hiç kıpırdamadan, soluksuz,


düşünmeden, yemeden, içmeden. Ölüm bile kurtuluş
olurdu benim için, ama bunları bilerek yaşamak? En kötüsü de
buydu işte. Bilerek yaşamak.
Henüz öğrenmek istediklerimin yarısını bile
öğrenememiştim. Elimde öfke dolu iki kâhinle, henüz çıraklık
aşamasında seyreden üç adet gölge vardı. Petra'nın bir an olsun
inanmadığı reenkarnasyonun başka bir biçimde vücut bulmuş
halini yaşıyordum. Düşündükçe çıldırabilirim. Evet, belki de
kurtulmanın tek yolu buydu. Aklımı kaçırmak. Geri kalan
ömrümü tımarhanede geçirerek bir sonraki için, bir sonraki?
Sahi, delirmem bile buna bir çözüm değildi. Dönüp dolaşıp
gözlerimi yine o köhne, izbe hastane odasında açacaktım.
Annem ballı ekmek yedirecek, belki bir sonrakinde bu
tereyağlı olabilirdi, babam elinde dosyalarla beni taburcu
etmeye çalışacaktı. Defi çiçeklerin üzerindeki kartları
toplayacak, Marlo beni tekerlekli sandalyeyle hastaneden
çıkaracaktı. Tanrım, gözümde canlandı birden, hepsi de farklı
şekillerde. Farklı ama aynı. Devamlı. Sonsuza dek bitmeyecek
bir kâbus olacaktı yaşadığım.
Derin bir nefes alıp günlerdir sehpanın üzerinde duran
kartlara bir göz attım. Hâlâ okumak için hevesli değildim.
Sadece bir kez üzerime saldıran gizemli bir gölgenin merakı
içindeyken bu aptal kartlar da kimin umurundaydı ki?

56
Bakışlarım dışarıda gezinirken tam arkamda dikilen bir
şeyin varlığıyla irkildim. Yutkunup başımı hafifçe
çevirdiğimde sıska, karanlık bir gölgeyle burun buruna
gelmiştim. Pencere pervazına çarpıp korkudan titreyen
dizlerimle duvara sarınmaya çalıştım.
Tam o sırada Lelis kollarını havaya kaldırıp ödümü
koparttığından emin bir şekilde ellerini sallayarak 'böö!' diye
bağırdı. Gözlerimi devirip mide bulantıma engel olarak
oturdum koltuğa, daha doğrusu yığıldım.
“Komik mi sanıyorsun Lelis, bence hiç değil.”
“İtiraf et,” dedi. “Gerçekten komikti.”
Birkaç dakika boyunca ikimiz de konuşmadık. Bana kalp
krizi geçirten aptalca şakanın ardından oturduğu sandalyede
keyifle gülümsüyordu.
“Viola beşinci kez aradı.”
“Kimseyle görüşmek istemiyorum,” dedim sabırsız bir
tınıyla.
“Seni artık okula bekliyorlar. Yeterince iyileştin.”
Okula gitmek de neyin nesiydi? Bir aileyle yaşamak, birini
sevmek, arkadaşlarla görüşmek... Hiçbirinin bir önemi yoktu
artık. Yaşayacak, ölecek, tekrar dirilecektim. Üstelik Petra'yı
da feda etmiştim. Onsuz bir sonsuzluk. Zavallı Petra, diye
geçirdim içimden. Hayallerinden ne kadar uzaktı. Dilediği
yaşamdan ne kadar uzak. Buna razı olmazdı, nasıl olmuştu?
Oysa dünya üzerinde onun gücünü aşan hiçbir şey tanımazdım.
İnanmazdım, ama olmuştu. Petra yoktu. Kâhinlerin deyimiyle,
doğanın hâkimini zamanın hâkimine teslim etmiştim. Hem de
Artephius'un anlamsız kıskançlığıyla. Keşke Tanrı Petra'yı
sevmeseydi diye düşünmeden edemedim. Keşke ondan nefret
etseydi. O zaman her şey yolunda gider miydi? O habis
simyacı onu rahat bırakır mıydı?
Lelis'in saçlarıma dokunan elleri tüylerimi diken diken etti.
“Epey uzadılar,” dedi sakin ses tonuyla.
Kıpırdamadım.

57
“Saçlarını örmemi ister misin Fegel? Eğer hatırlarsan
küçükken hep örmemi isterdin. Karşılığında da biriktirdiğin
şekerleri getirirdin.”
“Kaç yaşındaydım?” dedim. “Bir falan mı?”
“Dalga geçme,” dedi kahkaha atarak. “Altı yaşındaydın. O
zaman da böyle güzel saçların vardı?”
“Peki, sen ne zamandan sonra kötü olmaya karar verdin?”
Güçlü bir nefes alış verişten sonra sessiz kaldı.
“Özür dilerim, yaşattığım her şey için.”
Zorlukla yutkundum.
“Affetmek kolay mıdır Lelis? Ya affedilmek? Hangisi daha
kolaydır?”
“Sana layık ablalar olamadık, biliyorum ama izin ver
bundan sonrası için her şeyi yoluna koyalım.”
Lelis saçlarımı usulca tararken gözlerimin dolmasına engel
olamadım. Hep istediğim hayattı bu, onların bana iyi
davranması, beni sevmesi...
“Peki,” dedim gülümsemeye çalışarak. “Öncelikle
lenslerinizden kurtulmanız gerekecek.”
Defi'nin çığlığı eşliğinde ikimiz de zıpladık.
“Bensiz mi, nasıl yaparsınız bunu?”
Odamı döndüğüm günden bu yana ilk defa kahkahalar
doldurmuştu. Lelis saçlarıma odaklandı, Defi de tırnaklarıma.
“Bu ojeyi yeni aldım, sende de güzel duracaktır. Üstelik
parti için toparlanman lazım, çok sıskasın, kıyafetler üzerinde
güzel durmayacak.”
“Bir dakika, bir dakika...” dedim panikle. “Ne partisi?”
Defi başını Lelis'e doğru kaldırdı.
“Vazgeçeceğimizi düşünmüş olabilir mi?”
“Sanmıyorum,” dedi.
“Bence de.”
“Parti falan istemiyorum.”
“Çoktan ayarlandı,” dedi Defi işini bitirdikten sonra.
“Ne, nasıl yani? Hem, nerede?”

58
“Tabii ki bizim evimizde.”
Bunu söyleyen Marlo'ydu. Artık ne ara eve geliyor, içeri
nasıl giriyor merak bile etmiyordum. Annem evde yoktu ve
büyük ihtimalle de diğer yolu denemişti. Babamı görmeden
öleceğimden artık neredeyse emindim.
Cevap vermedim.
Elinde kocaman bir çikolata paketi vardı. Göz ucuyla pakete
baktım ve canım ne kadar onu yemek isterse istesin kendime
hâkim oldum. O gelir gelmez de ciddiyetimi takınmıştım.
Dışarıyı izlemeye devam ettim. Hepsi birden birer sandalye
alıp yanıma sıralandılar.
“Sana getirdim,” dedi paketi uzatırken.
Başımı hayır anlamında salladım.
“Küs mü?” diye sordu Defi.
Marlo “bilmiyorum,” dedi. “Küs de olabilir, nefret ediyor
da. Emin değilim.”
Yutkundum.
“Parti istemiyorum abla,” dedim o odada yokmuş gibi.
Defi çikolata paketini açıp yemeye başladı. Tanrım, o kadar
güzel kokuyordu ki, parmağım elimin içine gitti. Dişimi sıktım.
“Sana soran olmadı,” dedi Marlo. Beni kışkırtmaya
çalışıyordu.
“Yalnız kalabilir miyim?”
Hepsi aynı anda beni duymazdan gelerek geriye yaslandı.
Bu beni sinirlendi ve doğruldum. Az önce ablalarımla geçen o
dokunaklı sahnenin ardından bu oldukça rahatsız edici gelmişti.
Marlo'ya onu uzun bir süre görmek istemediğimi söylediğim
halde Tanrı'nın her lanet günü neden burnumun dibinde
bitiyordu anlamış değildim.
Ben daha kapıya ulaşamadan Marlo önüme dikildi.
“Hızının havasını mı atıyorsun bana?”
“Hava atmıyorum, sadece benden uzak durmanı
istemiyorum.”

59
“Senden uzak durmak mı, Tanrım, şaka mı yapıyorsun?
Sonsuza dek birlikteyiz, izin ver de üç gün seni görmeyeyim.”
Oldukça öfkeyle sarf ettiğim bu cümleler onun o kadar
hoşuna gitmişti ki, keyifle gülümsedi.
“Seninle sonsuza dek birlikteyiz. Bu kadarını hayal bile
edemezdim.”
“Sen, sen...” deyip bekledim ve dişlerimi sıkarak bir müddet
söyleyeceklerime hâkim olmaya çalıştım.
Ne yapıyorsun Fegel? Ne saçmalıyorsun? Kendine
gelmelisin? Bir an önce hem de!
Kısa bir nefes egzersizinden sonra “lavaboya gitmeliyim,”
dedim. “Eğer izin verirsen.”
Derhal kenara çekildi ve kapıyı benim için açtı.
Yüzüme ardı ardına su serperken gittikçe düzelen, renklenen
suratıma baktım. Onlarla şakalaşıyor, hiçbir şey olmamış gibi
hayatıma devam ediyordum. Bu muydu doğru olan, yoksa
şimdi, hemen bu evden çıkıp gücüm yetene kadar koşmak mı?
Bu fikir birdenbire o kadar mantıklı gelmişti ki, kaybettiğim
cesaretime bürünüp arka kapıdan bahçeye fırladım. Üzerimde
ince bir kazakla, altımda eşofmanlarım vardı, ayakkabı
giymeyi aklıma bile getirmemiştim. Komşunun bahçesinden
zıplayıp diğer bahçeleri de kullanarak kendime şaştığım bir
hızla soluğu caddede aldım. Birkaç insan şaşkın bakışlarını
dikti üzerime. Oralı olmadım.
Koştum, koştum, koştum. Kalbim ağzımdan fırlayana,
ciğerlerim parçalanana kadar koştum. Kalabalık bir insan
kümesini yarıp geçerken bana bakmalarından hiç rahatsızlık
duymadım. Bakın, diye haykırdım içimden. Burada olmanızın
sorumlusu benim. Hepiniz benim yüzümden buradasınız.
Olmamanız gerekirken hem de. Yaşadığınız bir hayatı
yaşıyorsunuz yeniden. Derin uykulardan uyanıp, rahat
mezarlarınızdan oldunuz. Bir hiç uğruna olduğunu da bilseniz!
Bir hiç uğruna. Ama hayır, Petra'nın suçu değil bu, benim hiç
değil. İşlemediğimiz bir suçun mağduruyuz. Artephius denen

60
pis büyücünün biçtiği hayatı yaşıyoruz. Hepimiz! Benim
suçum demiştim ya, hayır, benim değil. Affedin beni,
yalvarıyorum affedin, ben değilim suçlu.
Ben değilim, diye diye yavaşladım. Hiç bilmediğim bir
caddedeki hiç bilmediğim bir binanın önünde nefes nefese
bekledim. Bayılmak üzereydim. Hemen bir kenara çöktüm.
Binanın duvarına yaslanıp bacaklarımı kendime çektim ve
hıçkırıklarla ağladım. Alışamazdım, alışmak bile istemiyordum
ki. Bütün bunların sorumlusu ben değildim. Neden yaşamıştım
bütün bunları? Zamanı geriye almak istiyordum, ta en başa.
Petra bile hayatıma girmemeliydi. Ben de diğer insanlar gibi
yaşayıp ölmeliydim. Tanrım, neden bendim? Neden bir başkası
değil de bendim?
Burnumun ucuna uzatılan bir peçeteyle irkildim. Başımı
kaldırdığımda Marlo vardı.
“Hayır,” dedim arka arkaya. “Sen olmamalıydın. Sen değil.
O peçete senden gelmemeliydi.”
“Petra'yı isterdin biliyorum. İnan, bir yolunu bulsam onu
geri getirirdim.”
Bir anda ağlamayı kestim. Eli havada öylece bekliyordu.
Yüzüne baktım o an, daha dikkatli. Lenslerini çıkarmıştı.
Kiremit göz rengiyle baktı gözlerime. Utandım kendimden.
Onun güzelliği karşısında çaresiz kalmaktan utandım.
“Sana söz veriyorum Fegel, sana olan aşkım üzerine yemin
ediyorum. Sen ne istersen o olacak, seni hiçbir şeye
zorlamayacağım. Yeter ki yanında olmama izin ver.”
“Neden Marlo, neden bu kadarını kabullenesin ki?”
Garip bir hâlle tısladı.
“Sen bilir misin ki iki metrekarelik bir zindan odasında
birini severek yaşamayı? Onun seni sevdiğini bile bile bir
başkasıyla yaşamak istediğini anlamaya çalışmayı? Sen bilir
misin ki birine delicesine bağlıyken, âşıkken, onun günden
güne ölüme yaklaşmasını? Bilir misin Fegel? Onsuz yaşarken
ondan sonra da yaşayacak olmayı?”

61
Peçeteyle gözyaşlarımı sildim ve uzattığı eline elimi
bıraktım. Beni ayağa kaldırdı. Cebinden çıkardığı çikolatayı
bana uzatırken bir kez daha ağlamak istedim. Ama ağlamak
yerine aldım o çikolatayı, aldım ve yedim. Ceketini üzerime
attı ve kolumu sıvazladı. İnsanların şaşkın ve tuhaf bakışlarına
aldırmadan bütün yakışıklılığına rağmen yanında pasaklı ve
kirli çoraplarıyla yürüyen bu kıza aşkla baktı.
Tanrı bana hiç seçenek bırakmamıştı. Ne önceki yaşantımda
ne de şimdi. Kalbimi iki büyük sevgiyle zehirlerken tam olarak
da planladığı buydu. O, benim Petra'yı ya da Marlo'yu
unutmamı istemiyordu. O, ikisini birden aynı anda sevmemi
istiyordu.
Tanrı, acı çekmemi istiyordu. Ve istediği olmuştu.

62
9

Doğanın Öfkesi

etra'yı düşünmeden yapamıyordum. Sürekli

P aklımdaydı ve her bir zerremde ara vermeden


durmaksızın yankılanıyordu. Kalbimin ortasında
kocaman bir delik açılmış gibiydi. Onunla yaşadığım o eşsiz
zaman dilimi bir film şeridi gibi akıp gidiyordu gözlerimin
önünden. Bana bakışı, gülüşü, kızışı. Her bir anısıyla
dopdoluydu. Neredeydi şimdi? Ne yapıyordu? En önemlisi
beni görüyor ya da hissedebiliyor muydu? Onun ölü olduğuna
inanmayı sonuna kadar reddedecektim. Petra gitmiş olamazdı.
Bir yolunu bulacaktı. Eğer konu bensem hep bir yolunu
bulmuştu. Doğa asla evlâdını bir şeytana teslim etmezdi.
Etmemeliydi.
Bütün bunları düşünüyor olmak tuhaftı, özellikle de
markette sıra beklerken. Okula dönmeyi bir süre daha erteleyen
ben Marlo'yu okula dönmeyi ikna etmiş ve günümün tamamını
çileciler gibi acı çekerek tamamlamayı seçmiştim. Ablalarım
güya okula gidiyordu. Onların ne iş çevirdiklerini henüz
bilmiyordum ama eninde sonunda öğrenecektim.
Etrafı izledim bir süre. Hiç ihtimal veremeyeceğim bir
hayatın içinde sürüklenirken Kulpa'nın görkemli yeşilliğine
odaklandım ama yapamadım. Bütün bu sesler ve görüntüler
fazlasıyla gerçekti. Gerçek olmaması gerekirken hem de.
Buraya ait değildim ben, buraya dönmemeliydim. Defalarca
uyanabilirdim o mistik tepede, defalarca yaşayabilirdim. Az da
olsa özlem duyduğum bu hakiki hayatta değil. Tanrım, mideme
ağrılar giriyordu. Geçen her dakika biraz daha sabırsızlanıyor,
iki ekmek ve birkaç ıvır zıvır için bitmek bilmeyen kuyrukta
63
geçirdiğim zaman beni hayal kırıklığına uğratıyordu.
Yaşadığım sakin bir hayattan sonra burası cehennem olmalıydı.
Kasa görevlisi ağzındaki sakızla gayet boş bir bakış attı
bana. Oysa ben Petra'nın sevdiği kızdım. Asırlar boyu yaşayan,
bütün simyacıların, bilim adamlarının önünde saygıyla eğildiği,
doğanın el üstünde tuttuğu bu adamın yanında bir ömür
sürmüştüm. Bu beni özel kılıyordu ama şimdi kimin
umurundaydı ki? Ne Giovanni, ne Paracelsus, ne de sevdiğim
diğerleri. Hepsi sırtını dönmüştü bana, hepsi beni yalnız
bırakmıştı. Ablalarımı, ailemi seviyordum evet, ama seçimimi
çoktan Petra'dan yana yapmış olan ben, şimdi geriye dönüp
baştan başlamaktan son derece rahatsızlık duyuyordum. Böyle
biten bir hikâye böyle devam edemezdi. Bu kadar sıradan
olamazdı, bu kadar basit asla!
Düşüncelerim, elini uzatmış para bekleyen kasiyerin
aldırmaz ve sabırsız bakışlarının ardından kesildi. Ceketimin
başlığını geçirdim ve ellerim ceplerimde, poşet bileğimde
sallanarak ilerledim. Acelem yoktu ne de olsa. Önümde
oldukça uzun bir zaman dilimi vardı. Yaşamak için uzun,
ölmek içinse daha uzun.
Soğuk şiddetini artırınca adımlarımı hızlandırdım. Kara
bulutlar birdenbire toplanmıştı. Gök gürültüsü ardı ardına
yankılanırken tüylerim diken diken oldu. Başımı kaldırıp etrafa
bakındım. Tek bir insan kalmamıştı kaldırımda. Birkaç yağmur
damlasının yarattığı o muhteşem kokuyla derin bir nefes aldım.
Kulpa'yı bir kez daha anımsadım. Ama o bile elimden alınmıştı
artık. Değerini bilemediğim her şey adına artık çok geçti.
Gök gürültüsü şiddetini artırıyor ama yağmur damlaları
çiseyle idare ediyordu. Yolun giderek uzadığını hissederken
hemen arkamda beni takip eden birinin varlığıyla irkildim.
Arkamı döndüğümde hiç kimse yoktu. İçimi tarifsiz bir korku
kapladığında dua mırıldanmaya başladım. Marlo diye
fısıldadım beni duymasını umarak ama hiçbir şey olmadı. Bu
sefer de ablalarımın adını mırıldandım. Duam yerini onların

64
isimlerine bıraktığında ciddi anlamda koşuyordum. Bu kadar
uzak bir marketi tercih ettiğim için kendime söylenirken
adımları arkamda o kadar rahat duyumsuyordum ki neredeyse
korkudan ölecek duruma gelmiştim. İşte o an, nereden
geldiğini anlayamadığım bir biçimde o köpeği tam karşımda
buldum. Hemen önümde. Metreden bile daha kısa bir
mesafedeydi üstelik. Olduğum yerde donup kaldığımda
Marlo'nun ya da ablalarımdan birinin gelip beni
kurtarmasından başka seçeneğim olmadığını anlamıştım.
Dizlerim titrerken köpek hırıldamaya başladı. Bir adım
geriledim, o da bir adım öne çıktı. Devasa dişlerini gösterirken
benden kaçış yok der gibi suratıma bakıyordu. Bu sefer işin
bitti. Marlo da yok baksana. Seni koruyacak hiçbir şey yok.
Tek başınasın, yapayalnızsın. Cennetten kovulup dünyaya tepe
üstü çakılmış bir melek kadar yalnız ve çaresiz.
Zorlukla yutkundum ve poşeti bileğimden çıkararak onun
üzerine fırlattım, aynı anda tüm gücümle geriye doğru koşmaya
başlamıştım. Yağmur çiseden vazgeçip beni sağanağa
tuttuğunda bütün gücümle koşuyor, köpekten kurtulmaya
çalışıyordum. Henüz iyileşmeyen bedenim birkaç gün önceki
maraton koşusuna denk bir performans sergileyemiyor, bu da
benim köpek karşısında yenileceğimin sinyallerini veriyordu.
Marlo diye bağırmaya başladığımda yağmur hızımı azaltıyor,
aksine bu vahşi hayvanınkini artırıyordu. Bir ara ayağıma
dokunduğunu hissettim ve nereye koştuğuma bakmaksızın
çıldırmışçasına ilerledim. Gücüm tükeniyor, nerede olduğumu
görmeye çalışıyordum.
Alçak bir duvardan atlayıp tökezlediğimde köpeğin nefesini
ensemde hissettim. Çığlık çığlığa koşarken neden etrafta tek bir
insanın olmadığına ve Marlo'nun neden beni duymadığına
lanetler yağdırdım.
Tanrım, daha fazla yapamayacaktım. Bitmiştim ve çıkmaz
bir yola girdiğim için de kendimi tamamen onun dişlerine
teslim etmiştim. Yere çöktüm ve dizlerimi kendime çekip

65
başımı dizlerime gömerek ellerimle kulaklarıma bastırdım.
Onun dörtnala koşan adımlarının yankısından ve yağmurun
şiddetini bastıran havlamasından kurtulmalıydım. Nefesimi
tutup bekledim. Sonra, bitti.
Bir an için her şey bitti. Etraf derin bir sessizliğe gömüldü.
Anlam verememiştim. Hızla başımı kaldırdım. Etraf bomboştu.
Köpek yoktu, gitmişti.
Doğrulmaya çalıştım ama dizlerim titriyordu. Birkaç
başarısız denemenin ardından Marlo görüş alanıma girdi.
Karanlık bir dumanın içinden çıkıp kollarıma yapıştı. Telaşla
sarstı beni.
“Fegel, Fegel. Tanrım, sesini duydum ve geldim. Ne oldu,
ne yapıyorsun burada?”
“Şaka mı yapıyorsun?” diyerek ittim onu. Ama milim
kıpırdamadı.
Elimle yüzümü sıvazladım. Sinirden deliye dönmüştüm.
“O köpek saldırdı yine bana. Buraya kadar kovaladı. Tüm
gücümle haykırdım adını, yarım saattir koşuyorum ve sen beni
yeni mi duyuyorsun?”
Anlamamışçasına yüzüme baktı.
“Nasıl yani?” dedi. “Yarım saat mi, ama Fegel, ben seni
şimdi duydum. Birkaç saniye içinde de yanındaydım.”
“Hayır!” dedim ayağımı yere vurarak. “Neredeyse yarım
saat oldu. Marlo, Tanrım, delirmek üzereyim. Bıktım anlıyor
musun? Bu korkuyla yaşamaktan bıktım. Böyle endişelerim
yoktu eskiden. Hiçbir korkum yoktu. Ama şimdi bununla mı
yaşamak zorundayım? Evden tek başıma çıkamayacak, acaba
köpekler mi saldıracak diye etrafıma mı bakınacağım?”
Birkaç saniye sessizce yüzüme baktı. Çaresizliği
gözlerinden okunuyordu.
“Yemin ederim hemen geldim.”
“Yemin etme bana, yemin etme. Hatta hiç konuşma, sus.
Sonsuza kadar sus.”

66
“Eve gidelim,” dedi sakince. “Sırılsıklam olmuşsun, hasta
olacaksın.”
“Umurumda bile değil!” derken tüm gücümle suratına
haykırıyordum.
“Beni koruyamayacaksan burada işin ne Marlo, bana yardım
edemeyeceksen yanımda işin ne?”
“Ben...” deyip bekledi.
“Köpeğin her bir adımını hissettim. Bütün gücüyle
koşuyordu bana, neredeyse tek bir adımlık mesafenin ardından
kayboldu. Yok oldu Marlo. Açıkla bunu bana. Nereye gitti, ne
oldu?”
“Bilmiyorum Fegel.”
“Ne bilirsin ki sen, ne bilirsin Marlo?”
Arkamı dönüp hızlı adımlarla yürümeye başladım. Hemen
yanımda belirdi.
“Özür dilerim. Haklısın.”
“Haklı olmak istemiyorum, burada olmakta istemiyorum.
Öldüm ben Marlo. Neden öyle kalmasına izin vermediler?
Neden hak ettiğim yaşamdan aldılar beni?”
“Hak ettiğin yaşam...” deyip bekledi. “Onunla olan bir
yaşam mıydı?”
Olduğum yerde kalıp bekledim. Dişlerimin gıcırtısı
yankılandı. Göz kapaklarım sıkılmaktan acı içindeydi. Derin
bir nefes alıp öfkemi dizginledim. Bu kadarını taşıyamazdı.
“Öyle söylemek istemedim.”
“Başka ne diyebilirdin ki, söylediklerinde haklısın. Seni
doğru dürüst koruyamıyorum bile.”
“Marlo,” deyip onun koluna dokundum.
“Sadece çok korkmuştum. Öfkeyle söyledim hepsini.”
Başını yerden kaldırmadı.
“Sadece seni istedim Fegel. Biliyorum çoktu istediğim şey,
ama istedim. Okula, sınıfa geldiğim ilk gün istedim bunu. Ne
yazık ki sana yaklaşmaya hiç cesaret edemedim. Sonra o
koridorda ağzına bastığın çikolatayla bana bakıp

67
gülümsediğinde evet dedim, şimdi yapmalısın. Bir daha böyle
bir şansın olmayabilir. O gün kazandım Feg o cesareti, o gün
karar verdim. Seninle nefes aldığım her bir gün mucizeviydi
benim için. Diğerleri gibi değildin. Yanındayken kendimi
dünyanın en şanslı adamı olarak görüyordum. Huzur
buluyordum. Bakışında, gülüşünde, her bir sözünde. Hele o
dünyanın bütün renklerini barındıran gözlerin yok mu? Orada
kaybediyordum kendimi. Bir daha bulmakta istemiyordum Feg,
orada kaybolup gitmeye seve seve razıydım.”
“Marlo.”
“Seni düşünmeden geçen tek bir günüm yoktu. Bir an önce
okulu bitirip seninle aynı üniversiteye gitmek istiyordum.
Ailemle bile bunu konuşmuştum. Kabul etmişlerdi. Okulu
bitirir bitirmez evlenecektik. Evet, erkendi belki ama bir gün
bile kaybetmek istemiyordum. Bir an önce seninle evlenmek,
seninle birlikte bir yuva kurmak istiyordum. On sekiz yaşında
bir çocuk için güzel hayallerdi bunlar. Aradığı insanı
bulmuşken üstelik yitirmek tahammül edilemezdi. Sonra bir
gün korktuğum başıma geldi. Seni kaybettim Fegel,
bilmediğim, görmediğim bir karanlığa teslim ettim. Ama
yemin etmiştim. Ne pahasına olursa olsun seni bulacaktım.
Hayatta senden daha mühim bir şey yoktu Fegel. Seni
sevmekten daha mühimi yoktu. Ve buldum seni.”
Gözlerim dolu dolu dinledim onu. Kalbime sapladığı
bıçaklara rağmen dinledim. Hüzünle doldu ruhum.
“Ah Fegel, seni bulduğumda kaybettiğimi de anladım. O şey
seni çoktan zehirlemişti, geç kalmıştım ve yapabileceğim hiçbir
şey yoktu. Saçmalayacaktım, aklıma geleni yapacak, birinin işe
yaramasını sağlayacaktım. Petra'nın karşısında zayıftım,
hiçtim, yoktum bile. Onun gücü, etkisi, bilgisi karşısında pirinç
tanesi bile değildim. Tanrı'nın umurunda bile değildim onun
yanında. Ama vazgeçmedim. Elimden geleni yaptım, gücüm
yetseydi fazlasını da yapacaktım ve ben bu yüzden
Artephius'un yaptığını hiç yadırgamadım. Fırsatını bulsaydım,

68
seninle bir ömür geçirmek için binlerce kez ruhumu feda
edebilirdim. Gözümü bile kırpmadan. Ah Fegel, içimde sana
gösteremediğim bir aşk varken nasıl pes ederdim? Bu kadar
büyük bir aşkla bağlıyken sana, nasıl arkamı dönüp giderdim?
Ama bunu yapmak zorunda bıraktılar beni. Kulpa'nın tepesinde
eline bu yüzüğü bırakarak gittiğimde...”
Yüzük elinde geçmişin bir intikamı gibi vurdu suratıma.
Güçlü bir kırbaç darbesi gibi indi. Gözyaşlarıma engel
olamadım.
“Seni severek gitmem gerektiğini kabullenemedim. Onunla
öldüğünde sizi o toprağa bırakıp gitmeyi kabullenemedim.
Petra'nın aptal mektubuna hislenmeyi kabullenemedim. Ve
Artephius bana fikrinden bahsetseydi bir an olsun düşünmeden
onu desteklerdim. Ve şimdi acımı anlamanı beklemiyorum
Fegel. Sen anlamadan da çekebilirim bu acıyı. Sen istemesen
de sevebilirim. Sen Petra'nın dönmesini beklerken de
sevebilirim seni. Buna hiç kimse engel olamaz. Sen bile Fegel.
Sen bile engel olamazsın. Ve ben, bugün için af diliyorum
senden. Bunun bir çözümünü bulacağım. Bu hikâyenin anlam
taşıyan tek karakteri Petra değil, ben olacağım.”
Bakışlarım bir yüzükte bir de Marlo'nun gözyaşlarıyla
ıslanan yüzündeydi. Onun ağlamasına dayanamazdım.
Bu acıklı sahnenin ortasına hiç beklemediğim bir anda eşlik
eden ablalarım yüzlerindeki panikle dikildiler karşıma.
“Ne oldu Fegel?” dedi Lelis. “Bizi çağırdın, hemen geldik.”
“Hemen mi?” dedim korku dolu bir film izler gibi.
“Hemen mi?” diye tekrarladı Marlo.
“Evet,” diye onayladı Defi. “Seni duyar duymaz geldik.”
Marlo'yla birbirimize baktığımızda tuhaf bir şeylerin
döndüğünü ve bunu bir an önce öğrenmemiz gerektiğini
anlamıştık.
Birkaç saniye içinde Verhin'in memnuniyetsiz ifadesiyle
karşılaştığımda ona buna alışması gerektiğini anlatacaktım. En

69
azından benim için simyacılarla iletişime geçene kadar. En
önemlisi de Paracelsus'u bulana kadar.
Aynı oda, aynı eşyalar, aynı suratsız insanlar. Lelis odanın
bir köşesinde dikilmiş kitaplıktaki birkaç bibloyu kurcalıyordu.
Defi pencerenin önünde etrafı kolaçan ederken ben ve Marlo
da büyük bir dikkatle Verhin'i izliyorduk. Uğra yorgundu ve bu
geri dönüşün olumsuz değişimini de sadece o yaşıyordu. Tıpkı
annemle babamın yaşadığı gibi.
“Biliyorsun,” dedi Verhin. “En azından öyle umut
ediyorum. Petra gibi birinin yanında ciddiye alınacak kadar
uzun bir süre geçirdin. Ondan çok şey öğrenmiş olmalısın.
Hem...” deyip silkti omzunu. “Kim istemezdi ki ondan bir
şeyler öğrenmeyi?”
Marlo sabırsızlıkla başını salladı.
“Senden Petra hakkında övgü dolu sözler dinlemeye
gelmedim. Sorumuza yanıt ver Verhin, neden böyle oluyor?
Hem bu köpek neden sürekli Fegel'e saldırıyor, üstelik neden
birdenbire ortadan kayboldu. Fegel'in gördüğü gölge de neyin
nesiydi?”
Verhin ağır çekimde kaldırdı başını ve öyle alaycı sırıttı ki
bir an için tüylerim diken diken oldu. Bu gülüşün altında çok
şey vardı. Alay ediyordu öncelikle, dur bakalım diyordu, bu bir
oyun ve tam da şimdi başlıyor. Bitti dediğiniz yerde hem de.
Zorlukla yutkundum.
“Ah Marlo, seni zavallı çocuk. Keşke hiç girişmeseydin bu
savaşa, evet sana yardım ettik. Belki bir şansın olur diye
temenni bile ettik. Çünkü arkanda Paracelsus olacaktı, en
önemlisi de Artephius olacaktı ama onlar bile bu oyunun
yönünü senin lehine çeviremedi. Onlar çeviremediyse hiç
kimse çeviremez.”
Marlo sinirle kalktı ayağa, koluna sıkıca sarıldım ve
“yapma!” dedim. “Sakin ol ve dinle. Sakın, ona zarar vermeye
kalkma.”

70
Uyarır gibi çıktı ağzımdan her bir kelime. Tehdit eder gibi
çıktı.
Lelis elleri arkasında yavaş adımlarla yaklaştı Verhin'e,
temkinliydim. Bakışlarım hepsinin üzerindeydi. Onlara zarar
gelmesine engel olmalıydım. Şu an için geçmişimle ilgili tek
sığınağımdı onlar.
Uğra sertçe öksürdü ve geriye yaslandı.
“Bak Fegel, seni hiç geri çevirmedik, bugün de
çevirmeyeceğiz. Verhin'in dediği gibi, en azından Petra'nın
yanında öğrenmiş olmalısın, dünyanın bir sistemi var, hepimiz
bu sistem üzerinden nefes alıp veriyoruz. Zıtlıkların
kuvvetinden doğuyoruz. Gündüzle gündüz geceyi vermez sana,
sıcakla sıcak serinletmez. Acıyla acı mutluluğa götürmez.”
“Biliyorum Uğra, biliyorum. Ve ben bunların aksine
benzerlerin arasında kendimi sürüklüyorum. İki geceye
tutunuyorum, iki acıya.”
Verhin derin bir nefes aldı.
“Çok özel bir durum yaşadık. Daha önce zaman hiç bu
kadar büyük bir şekilde oynanmamıştı. Küçük sapmalar,
oynamalar, bükülmeler yaşamıştı evet ama köklü bir değişiklik
asla. Buna kimsenin gücü yetmezdi.”
“Petra olmadan mı demek istiyorsun?”
“Evet, Petra olmadan asla. Onlar bunu yapamazdı. Hazul'la
Merid'in gücünü inkâr edemem ama zaman üzerinde sadece
saniyelik ya da dakikalık farklılıklar yaratabiliyorlardı ama iş
yıllara gelince, bu mümkün değildi.”
“Oldu ama,” dedi Defi.
Verhin ona bakmadı. Bakışları üzerimdeydi.
“Ve bütün bunların sorumlusu sen olarak Fegel, doğanın
gazabına uğraman da pek mümkün.”
“Ve hayvanların,” dedim.
Başıyla onayladı.

71
“Bu daha başlangıç,” dedi Uğra. “Yeni başlıyoruz Fegel.
Yıkım yeni başlıyor. Bu yıkımı önce etrafında göreceksin,
belki ailende.”
Babam, diye geçirdim içimden, ardından da annem.
“Sonra etrafında başlayacak. Öncelik hayvanlardan gelecek,
doğa üzerinde insandan sonra ruh gücü en büyük varlık
onlardır Fegel.”
“Sonra,” diye devam etti Verhin. “Bitkiler üzerinden
gelecek. Bunlar pek de ölümcül şeyler sayılmaz ama bir şekilde
birileri zarar görecek. Hem ruhsal hem de fiziksel. Zamanın
bükülmesi ki sana fizik dersi verecek değilim, burada
yaşayacaklarının binde biri bile değil orada göreceklerinin.”
Ellerimin titremesine engel olamadım. Hepimizin yüzünde
korku dolu bir ifade vardı.
“Zaman senin önüne geçmişi getirdiğinde bunu gören bir tek
sen olacaksın Fegel. Bu delilik gibi gelecek, burada benimle
otururken ya da evde yemek yerken, okulda sınıftayken,
tuvalette, banyoda, cehennemin dibinde bile olsan fark etmez,
geçmiş önüne yığılacak Fegel. Ayaklarına zehirli bir sarmaşık
gibi dolanacak. Bir balçık gibi saplanacaksın ona. Dilerim ki
bunu taşıyacak kadar olgunlaşıp pişmişsindir Petra'nın
yanında.”
Verhin ardı ardına sıralarken kelimelerini, intikamını da en
iyi şekilde alıyordu. Sahi, güçlü müydüm o kadar? Tek başıma
hepsine dayanabilecek miydim?
“Ve bütün bunlar yaşanırken oturup izleyecek miyiz?” diye
sordu Marlo.
Uğra gülümsedi.
“Yapabileceğin bir şey varsa durma,” diye cevap verdi.
“Hızın ve gücünden başka elinde ne var?”
Marlo başını öne eğdi.
Verhin doğruldu ve kitaplığa doğru yürüdü. Eski bir kutuyu
aralayıp içinden bir deste kart çıkardı. Tarot kartına benziyordu

72
ama hayır değildi, önüme doğru üç kart uzattığında bunun tarot
olmadığını anlamıştım.
İlkini çevirdi. Ters dönmüş bir ağaç vardı. Kökleri tepede,
dalları aşağıda sarkıyordu.
“Bu,” dedi Verhin. “Dünya ağacının bir tasviri.
Büyükannene bu kart açıldığında işlerin bu noktaya geleceğini
ben bile tahmin edemezdim. Uğratacağın yıkımın hesabını asla
yapamazdım ama oldu Fegel ve bunu değiştirebilecek hiçbir
güç yok.”
“Yapma Verhin, bir yolu olmalı. Petra'yı oradan
çıkarabilecek bir şey mutlaka olmalı. Petra'yı hafife alma.
Onun gücü her şeyin üzerinde. Doğa üzerindeki etkisi tarif
edilemez. Ve hâl böyleyken nasıl olur da bir iblise teslim olur?
Nasıl olur da Petra için sıradan bir şeyden bahseder gibi
konuşursun.”
Dudaklarını sıkıp bir süre sonra açtığı diğer kartı gösterdi.
Bu da ters dönmüş bir yarasaydı. Ama yarasalar da zaten ters
durmazlar mıydı?
“Bu kartın anlamı, eski bir ezoterik bilgi olan 'Aşağısı
yukarıya, yukarısı aşağıya benzer' öğretisinin bir tasviridir.
Ters gibi görünen yarasanın aslında dünyası böyledir. Bunun
anlamını bir tek sen yaşarken çözebilirsin, bu beni aşar. Ve,”
deyip bekledi. “Bu da son kart.”
Titreyen ellerime bedenim de katılmıştı. Dişlerimi sıkıp
baktım karta.
Çift başlı bir yaratık vardı. Ablalarımın da dediği gibi
burada yüzleri yoktu ama rüyamda gördüğüm yüzleri bu kartın
üzerindeki boşluklara rahatlıkla oturtmuştum. Ter sırtımdan
akıp gittiğinde, kalbim ağzımdan fırlayıp açık duran ellerime
düşecekmiş gibi hissettim. Lelis bir adım geriye çekildi. Defi
tırnaklarını yiyordu. “Tanrım,” dedi fısıltıyla. “Ne halt
yiyeceğiz?”
Marlo doğruldu ve odanın içinde gezinmeye başladı.
Verhin'in bu kartı açıklamasına hiç gerek yoktu. Bu oyun ben

73
doğmadan başlamıştı ve ölümüm bile bu oyunu bitirmeye
yetmeyecekti.
“Gölge,” dedi Lelis. “O kim?”
“Hiçbir fikrim yok, kör gibiyiz ona karşı, göremiyoruz.”
“Varlığının farkındasınız ama değil mi?”
“Fegel görmeseydi farkında olmazdık. Kendi kendini deşifre
etti. İyi gizleniyor.”
Diken diken olan tüylerime engel olmak adına kollarımı
sıvazladım.
“Peki,” dedi Marlo. “Şimdi, doğru mu anladım? Bu zaman
bükülmesi vs. zırvası yüzünden Fegel'i anında duyamıyoruz ve
hiçbir zaman da tam zamanında duyamayacağız.”
Verhin “evet,” dedi. “Tam olarak böyle.”
“Ve doğa bir çeşit intikam almak uğruna Fegel'e farklı
şekillerde saldıracak ve bunun ilki de hayvanlarla olacak.”
“Doğru.”
“Öyleyse, şimdilik burada işimiz bitti, gidiyoruz.”
Bir baş işaretiyle kalktım ayağa, dizlerimin titremesi
yürümemi engellese de ufak adımlarla ona doğru ilerledim.
Verhin'e bakıp dolan gözlerimle “Paracelsus'a ulaşmam lazım,”
dedim. “Ne olursa olsun ulaşmam lazım. Beni anlıyor musun?”
“Üzgünüm Fegel, o sana yardım edemez.”
“En azından ona onu aradığımı, görmek istediğimi söyle. Ya
da Giovanni için yap bunu. Biriyle görüşmem lazım.”
“Denerim.”
Kapıdan çıktığımızda hepimiz korku içindeydik. Başıma
gelecek felaketlerin haddi hesabı yoktu ve ben bunlar
karşısında son derece savunmasızdım.
Petra yoktu, Giovanni yoktu, bir köy dolusu ölümsüz filozof
yoktu, Paracelsus ve küçük adamlar da yoktu. Artephius
ölmüştü, Villanova listemde bekliyordu ve en önemlisi ben
nefret listesinde baş sıradaydım.
Yenilirdim. Onlar olmadan kaybederdim.

74
҈

Gecenin geç vakti babamı arka bahçede sigara içerken


yakaladım. Bugün direnmiştim uykuya ve sadece onu
beklemiştim. Lelis'le Defi için babamın durumunun pek bir
önemi yoktu, bu konuda yorum bile yapma gereği
duymamışlardı ama ben onlar gibi değildim, onu
önemsiyordum, o benim babamdı ve onu gerçekten çok
seviyordum.
“Fegel,” dedi çattığı kaşlarıyla. “Ne yapıyorsun bu saatte?”
“Seni bekledim,” dedim kollarım göğsümde bağlanmış bir
şekilde. “Epeydir görüşemiyoruz ve benden kaçtığını
düşünmeye bile başladım.”
Sigarasını panikle arkasına gizledi.
“Neden böyle bir şey düşündün bilmiyorum,” dedi.
“Akşamları biz uyuduktan sonra geliyorsun, sabahta
erkenden gidiyorsun.”
“İşler çok yoğun bu aralar.”
“Ya da uzaklaşmak istiyorsun?”
Bir an için duraksadı ve hayır dercesine başını salladı.
“Özür dilerim,” dedim. “Sana yaşattıklarımdan dolayı çok
özür dilerim.”
“Fegel,” dedi titreyen sesiyle. Sigarayı olabildiğince uzağa
fırlatıp bana yaklaştı.
“Neden özür diliyorsun ki? Bu senin hatan değildi.”
Gözlerim dolu dolu bekledim ve hızlı adımlarla ona doğru
yürüyüp sıkıca sarıldım. Uzun yıllar boyu onu görmeden ona
dokunmadan yaşamıştım ve o benim nerede olduğumdan
haberdar bile değildi. Hıçkırıklarla ağladığımda sırtımı
sıvazladı ve beni teskin etti.
“Seni çok seviyorum Fegel. Sen benim neşe kaynağımdın.
Ablalarından sonra adeta eve doğmuş bir güneştin. Seni
kaybetmek korkusu beni öylesine sarstı ki, toparlanmakta
zorlanıyorum.”

75
“Her şey yoluna girecek,” dedim. “Artık döndüm. Artık
sizinleyim.”
Bu doğru değildi, kocaman bir yalancıydım ve kendimden
nefret ediyordum. Yaşananların ve yaşanacakların tek
sorumlusu bendim. Bunu kabullenmek istemesem de bendim.
Petra'sız her şey berbattı. Onu özlüyordum. Şu an babama
sarılmış deliler gibi ağlarken bir tek onu arıyordum. Ailemin
yerine geçmiş, o kocaman boşluğu doldurmuş o aksi, suratsız
adamı istiyordum ben. Ama yoktu, kaybetmiştim onu.
Yeterince sevmediğim, bunu yüzüne söylemediğim için
kaybetmiştim.
Birlikte eve girdik, odama kadar bana eşlik etti. Ablalarımın
sahte uykusunun arasında yatağıma yattım. Üzerimi örttü ve
saçlarımı sıvazladı. Sessiz bir iyi geceler dileğiyle çıktı
odamdan. O gider gitmez doğruldu Lelis'le Defi. Hemen
yanıma uzandılar ve ben kıpırtısız tavanı izlerken gözyaşlarımı
sildiler. Günün ağırlığı çökmüştü üzerime. Hazul'un derin
melankolisi.
“Yardım edin,” dedim. “Petra'yı geri getirmenin bir yolunu
bulun bana.”
“Neden Fegel?” dedi Lelis. “Neden istiyorsun onu bu
kadar?”
Yutkunmakta zorlandım.
“Marlo varken neden o? İşte ikinize sunulmuş bir yaşam.
Lanetin canı cehenneme. Hepimiz birlik olursak seni her
şeyden koruruz.”
“Haklı,” dedi Defi. “Koruruz. Üstelik burada da sonsuza dek
kalmayacağız. Okulunun bitmesini bekliyoruz. Ondan sonra
canımız nerede isterse orada olacağız. Bütün bir dünya bize
ait.”
“Sahi mi?” dedim korkuyla. “Ya ailem?”
“Şöyle düşün Fegel, bütün bunlar yaşanmamış olsaydı sen
zaten liseyi bitirip üniversiteye gidecektin. Şimdi de öyle

76
olacak. Biraz daha iyileş ve okuluna dön, mezun ol ve burası
bizim için bitsin.”
“Ailemiz elbette yaşam boyu hayatımızda olacak,” diye
devam etti Lelis. “Ziyaretlerine geleceğiz, telefonla sürekli
konuşacağız. Onları koruyacağız. Ve sen gün gelip de
öldüğünde...”
Sessizce bekledi.
“Yine onların yanında olacağız,” dedim. “Sonsuza kadar
onlarla.”
Derin bir nefes alıp ağlamayı kestiğimde bir kez daha
hıçkırıklara boğulmuştum. “Petra,” dedim fısıltıyla. “O hiç
olmayacak.”
Defi başını kaldırdı ve gece lambasının aydınlattığı odada
yüzüme, gözlerime baktı.
“Lütfen ona âşık olduğunu söyleme. Lütfen Fegel. Sakın!”
“Hayır,” dedi Lelis. “Korktuğum şey olmuş olamaz.”
Ellerimle yüzümü kapatıp ağlamayı sürdürdüm. Kalp
atışlarım hızlanmıştı.
“Ben,” dedim zorlukla konuşurken.
“Sus,” dedi Lelis bir an için panikle, “sakın söyleme.”
Bunu söylemeliydim. Söyleyecektim.
Gözyaşlarımı silerek “evet,” dedim. “Ona âşık oldum. Bunu
anlamam uzun sürdü ama yine de anladım. Döndüğüm an bu
gerçekle vuruldum.”
“Kahretsin,” dedi Defi yataktan fırlayıp doğrulduğunda.
“Bunu söylememeliydin.”
Anlamamışçasına baktım ona. Lelis yatağına dönüp örtüyü
üzerine çekti. Ben hâlâ yüzüm ıslak halde Defi'ye bakıyordum.
Gözlerini devirip yatağına döndü ve ardı ardına “kahretsin,”
dedi. “Marlo bunu duymamalıydı.”
Hızla çevirdim başımı pencereye. “Marlo,” dedim. “Bunu
duydu mu?”
Cevap vermediler.

77
Lanet olsun, dedim içimden. Yine yaptım, ona onulmaz
acılar sunarken kendi yaralarımı da bir bir ortalığa saçtım.

78
10

Tuhaflıklar

yandığımda ablalarım gitmişti. Bir süre daha

U döndüm yatakta. Okula dönmeye niyeti olmayan


ben, bundan sonrası için beklemekten başka çarem
olmadığını anlamıştım. Verhin Paracelsus'a ulaşmalıydı.
Yollara düşüp onu aramadan önce hem de.
Anneme bakmak için odadan çıkıp mutfağa doğru
ilerlediğimde Marlo'yla karşılaştım. O kadar kusursuz
duruyordu ki karşımda, nefesim kesilmişti. İçeriye dolan güneş
ışığıyla yarışıyordu saçları. O koyu kiremit rengi gözleri
muhteşem bir gülümseme eşliğinde beni karşılıyordu.
Özel bir günmüşçesine giyinmişti. Tanrım, bu kadar
yakışıklı olmak zorunda mıydı?
Bir an için kendime baktım. Yataktan yeni kalkmıştım ve
yüzümü bile henüz yıkamamıştım. Saçlarım son derece berbattı
ve çorabımın birini yanlışlıkla farklı giymiştim.
“Sen,” dedim şaşkınlıkla. “Burada ne yapıyorsun?”
Eliyle masayı gösterdi.
“Sana kahvaltı hazırladım.”
“Annem nerede?”
“İşe gitti.”
“Sen neden okula gitmedin?”
“Bugün cumartesi.”
“Ha, evet.”
Paniklemiştim. O kadar güzel, o kadar içtendi ki sağlıklı
düşünemiyor, doğru dürüst cevap bile veremiyordum. Akşamki
aptallığımdan sonra onu böyle karşımda görmek beni epey
şaşırtmıştı. Oysaki tam tersi beklerdim onu. Mutsuz ve sinirli.
79
“Ablalarım?” diye sordum ne söyleyeceğimi bilemeyerek.
Masaya servis tabaklarını yerleştirdi ve dudaklarını sevimli
bir şekilde büzdü.
“Kim bilir neler karıştırıyorlar?” diye devam ettim.
“Onları takip etmekten daha önemli işlerim var, mesela sana
kahvaltı hazırlamak gibi.”
“Önce banyoya gitmeliyim,” diyerek oradan hızla ayrıldım.
Arkamı döndüğüm an gözlerim dolmuştu. Çok utanmıştım
kendimden. Zavallı Marlo. Onun sevgisini zerre kadar hak
etmiyordum.
Yüzümü yıkayıp saçlarımı toparladım ve üzerimi değiştirip
kendimi mutfağa attım. Bugün hava gerçekten çok güzeldi.
Güneş ışığı umutla dolmuştu odaya. Akşamın sarsıntısını
atlatmayı umarak oturdum sandalyeye ve doymak bilmez
iştahımla Marlo'nun bana hazırladığı şeyleri afiyetle tükettim.
“Bugün bir şeyler yapalım,” dedi. “Seni götüreyim olur
mu?”
Başımı salladım.
Meyve suyunu doldurup bana uzattı.
“Akşam...”
“Okula ne zaman dönmeyi düşünüyorsun?”
Lafımı kesmişti, hem de bilerek. Gözlerim şaşkınlıkla açılsa
da hemen toparladım. Konuşmak istemiyordu.
“Pazartesi,” dedim. Hâlbuki hiç düşünmemiştim ve kendimi
de hazır hissetmiyordum.
Keyifle gülümsedi.
“Herkes seni bekliyor. Arkandan tek kelime kötü konuşan
yok.”
Gülümsedim bu sefer.
“Hepsini dinliyor olamazsın.”
“Kimse kaçamıyor inan.”
Küçük bir kahkahayla kendime geldim. Birlikte toparladık
masayı. Bulaşıkları makineye yerleştirdik ve çıktık evden.
Havanın güzel olmasına karşın üzerimi kalın giyinmemi istedi.

80
Yolun kenarında arabaları duruyordu. Bir an için
duraksadım.
Uzun yıllar boyunca hiç arabaya gereksinim duymamıştım.
Marlo'nun da arabaya ihtiyacı yoktu ama insanların içindeysek
onların kurallarına uymak zorundaydık.
Emniyet kemerini taktım, Marlo gülümsedi. Her ne kadar
ölümsüz bir gölge olsa da o bile emniyet kemerini takmıştı.
Araba hareket edince kalp atışlarım hızlandı, tıpkı o günkü
gibiydi her şey. Ama bir o kadar da farklıydı. Yine böyle bir
gün çıkıp gitmiştik onunla. Kâhinlerle tanışıp kaderin bize
çizdiği yolda ilerlemiştik.
“Nereye?” dedim sakince.
“Sürpriz,” dedi.
“İp, bant, ceset torbası... Hâlâ bagajda mı?”
Kocaman bir kahkaha attı. Bunu hak etmişti.
“Hâlâ orada,” dedi. “İlk günkü gibi Fegel. İlk gün nasılsa
hâlâ öyle.”
“Biliyorum,” dedim hüzünle. “Benim için de öyle.”
Yalan değildi. Onu sevmiyor değildim, beni
heyecanlandırmayı başarıyor, kalp atışlarımı yine de
hızlandırıyordu. Petraysa?
Durduğumuz kırmızı ışıkla birlikte Marlo sertçe frene bastı.
Korkuyla irkildim ve başımı karşıya çevirdim. İkimiz de
donmuş bir şekilde oraya bakıyorduk.
“Sakın kıpırdama!” dedi fısıltıyla.
Nasıl kıpırdardım?
Nefesimi tutmuş bu şeye bakarken onun kim, daha doğrusu
ne olduğunu anlamaya çalışıyordum.
Devasa bir gölge yolun ortasında arabanın önünde durmuş
göremediğimiz gözleriyle bize bakıyor gibiydi. Etraftaki
insanlar da en az bizler kadar şaşkındı. Kimisi elinde telefon
onlara ilginç gelen bu doğa olayını izlerken bizse bu şeyin tam
olarak bizi hedef aldığını biliyorduk. Arkamıza sıralanmış
birkaç araba sahibi, araçlarından inerek bize doğru yaklaştı

81
ama bize bakmıyorlardı bile, ellerindeki telefonlar bu gizemi
en iyi şekilde kaydedip tarihe geçiriyordu.
Güçlükle yutkundum.
“Bu da ne?”
“Bu, muhtemelen senin gördüğün gölge.”
“Bu kadar büyük olması normal mi?”
“Hayır,” dedi. “Bu kadar büyük olamaz ve bu kadar süre
hareketsiz duramaz.”
“Tanrı aşkına, daha da büyüyor.”
Gözlerim açılmış, korkuyla ona bakarken Marlo kolumdan
yakalayıp beni sarstı.
“Bizi bekliyor,” dedim.
“İki seçeneğimiz var Fegel, ya içinden geçip gideceğiz ya da
arabadan inip insanlara görünmeden kaçacağız.”
“İçinden geçelim,” dedim.
“Emin misin?” dedi. O da korkuyordu. Ölümsüz olmasına
rağmen, binlerce insanı tek başına katledecek kadar güçlü
olmasına rağmen korkuyordu. Korkusunun sebebi bendim. Onu
zayıf düşüren bendim.
“Kaçmayacağız,” dedim daha kararlı bir tonda. “Bu sefer
hayır!”
“Peki,” dedi arabayı yeniden çalıştırıp.
“Hazır mısın?”
Başımı hafifçe salladım. “Hazırım.”
Gaza tüm gücüyle basıp devasa karanlığın içinden bir
çırpıda geçtik. Daha doğrusu geçtiğimizi sandık. Gözlerimi
kapatmış olabilir miydim, hayır kapatmamıştım.
“Marlo,” dedim sessizce. “Neden çıkmadık?”
İşte o an karanlığın sonunda minik bir açıklık belirdi, birkaç
saniye içinde de dışarıdaydık. Anlam veremiyor, bu şeyi
açıklayamıyordum. Ne olabileceğini tanımlayamıyordum bile.
Kara bir deliğin içinden geçer gibi, gecenin içinden çıkar gibi,
korku dolu bir film izler gibi. Tanrım, bütün bunlar da neyin
nesi?

82
“Gitti,” dedi Marlo gittikçe çoğalan kalabalığa bakarken.
Tam önüme döneceğim sırada kaldırımda birini gördüm. Bir
kız. Üzerinde kırmızı bluzuyla saçları rüzgârda savrularak
ilerliyordu. Sonra dönüp baktı, gözlerinde dünyanın bütün
renkleri vardı. Gülümsedi ve yürümeye devam etti.
Emniyet kemerini hızla çıkardım yerinden. Onun arkasından
öyle büyük bir hızla koştum ki, nefessizlikten ölebilirdim.
Sonunda gözden kayboldu. Bu bendim. Tanrım. Aklımı
oynatabilirdim.
Marlo karşıma dikilip korkuyla durdurdu beni.
“Neler oluyor?”
“Petra'nın tavanına monte edilmiş bir fotoğraf vardı, onu hiç
görmüş müydün?”
Donuk bir ifadeyle baktı bir süre.
“Gördün mü?” diye sordum sertçe.
“Gördüm,” dedi kendini ele verircesine.
“İşte Petra'nın o fotoğrafı çektiği o andı gördüğüm. Kendimi
gördüm Marlo. Eğer birden idrak edebilseydim kendime
baktığım o saniye, tam arkada bir yerlerde Petra'yı da görmüş
olacaktım. Kahretsin, ne kadar aptalım. Bunu neden
düşünemedim?”
Marlo hayal kırıklığıyla baktı yüzüme.
“Fegel, lütfen. Lütfen yapma bunu.”
Ellerimle yüzümü sıvazladım.
“Bu şeyin seni delirtmesine izin verme. Sakin olmaya çalış.
Burada önemli olan geçmişteki bir görüntü değil. Az önce
içinden geçtiğimiz devasa karanlık.”
Ben cevap vermeyince üzerime doğru eğildi.
“Anlıyor musun?”
Başımı salladım. O gölge umurumda bile değildi. Petra'yı
görecektim. Bir saniye bile olsa onu görmek için neler
vermezdim. Böyle bir fırsatı kaçırdığıma inanamıyordum.
Arabaların arka arkaya çaldığı kornaların bize olduğunu fark
edince yolun ortasında durmuş arabamıza doğru ilerledik. Hâlâ

83
son bir umut kırıntısıyla etrafa bakıyordum. Sonunda pes edip
arabaya bindim. Bir kez daha korkuyla sıçradım. Çünkü
ablalarım arka koltukta oturuyordu.
“Bütün şehir bu olayı konuşuyor,” dedi Defi. “Yakında
bütün dünya izleyecek bu görüntüleri.”
“Bu kimse, adeta Petra'nın gizemli kalmak ilkesine meydan
okudu. İnsanlara umursamadan ortaya çıktı.”
Hiçbiri cevap vermedi.
Çoktan hareket etmiştik. Marlo şehri terk etmeye karar
vermiş gibi otoyola varmıştı.
“Öyle bir şey oldu ki,” diye çıkıştım ablalarıma dönerek.
Marlo elini sertçe direksiyona vurdu. Bir an için susmam
gerektiğini anlamıştım.
“Ne oldu?” diye sordu Lelis.
“Şey,” dedim kekeleyerek. “Gölgenin içinden hemen
çıkamadık. Yani bu epey sürdü. Çok korkutucuydu.”
Sonraki beş dakika hiçbirimiz konuşmadık. Herkesin
kafasından bir şeyler geçtiği muhakkaktı ama benimkinden tek
bir şey geçiyordu: Petra. Kaçırdığım fırsat için kendime
kızıyordum.
“Nereye?” diye sordum sonunda.
“Uzağa,” dedi Marlo. “Oldukça uzağa.”
Şehrin dışında büyük bir piknik alanı vardı. Kalabalığın
arasından geçip insanlardan uzak bir yerde arabayı durdurduk.
Hepsi aynı hızla arabadan indi. Marlo kapıyı açıp inmemi
bekledi. Yüzüm asıktı ta ki bagajdan çıkan piknik sepetini
görene kadar.
Lelis elindeki yiyecekleri bana uzatıp, “sen bizim bir şeyler
karıştırdığımızı düşünüyordun ama biz senin için alışveriş
yapıyorduk,” dedi.
Defi yüzünü buruşturdu.
“Sen inanmasan da seni önemsiyoruz.”

84
Masaya örtü serip yiyecekleri tek tek masanın üzerine
yerleştirdiler. Ben hâlâ şaşkınlıkla dikilmiş olduğum yerde
bekliyordum.
Marlo mangalı hazırladı. Hepsi benim içindi. Buraya
gelecektik, onlar bu günü planlamışlardı. Ne kadar bencildim,
sadece kendimi düşünüyordum.
Sandalyeye geçip oturduğumda bir süre insanları izlemekten
kendimi alıkoyamadım. Çocuklar oradan oraya koşturuyor,
kimisi de top oynuyordu. Ve en tehlikeli katilden bile daha
acımasız olan ablalarımla Marlo, bu kadar insanın içinde -
yeterince uzağında olsak da- o kadar normal hareket
ediyorlardı ki, bir yandan da şaşkınlıkla onları izliyordum. Ne
olduklarını bilmeseydim gerçekten sıradan birer insan gibi
düşünebilirdim onları, kusursuzluklarının dışında.
Hepsi benim için miydi? Beni bu hayata alıştırmak, mutlu
etmek için. Az önce yaşadığımız doğaüstü olayın üzerini
kapatmış, hiç yaşamamış saymıştık. Başka ne yapabilirdik ki,
bu daha başlangıçtı.
Günün kâbus etkisinden kurtulmamış olsam da mangalda
pişen etler önümde dans ederek dönüyorlardı. Korkutucu bir
iştahla yemeye başladığımda birinin bana engel olması için
neredeyse yalvaracaktım.
Lelis “doymuş olmalısın,” dedi. Defi de, “ara ver.”
Marlo hiç itiraz etmedi. Kendinden emin bir halde
gülümsüyordu. Ne de olsa benim, diye düşünüyordu. Her
haliyle bana ait.
Bu düşünce iştahımı bir bıçak gibi kesti ve yemeyi bıraktım.
Güneş tepede günü son derece aydınlatıp ısıtırken, ayağımın
dibine gelen bir futbol topuyla irkildim.
Umursamazca başımı geriye çevirdim.
“Affedersiniz.”
Sesin geldiği yöne bakmayı bile gerek görmemiştim. Marlo
masaya kollarını yaslamış altın gibi parlayan saçlarıyla gelen
kişiye ifadesiz bir yüzle bakıyordu. Lelis arabadan getirdiği

85
pasta tabağıyla öylece bakıp kaldı. Defi yanımda oturuyordu ve
o da arkasını dönmüş gelen kişiye Lelis kadar şaşkınlıkla
bakıyordu.
Gelen kişinin gölgesi hemen yanımda belirince başımı
hafifçe çevirdim ve öylece kaldım. Dondum adeta.
“İnanamıyorum, Fegel, bu sen misin?”
Zorlukla yutkunup konuşan kişiye bakakaldım.
Düşünemiyordum.
“Karsa,” dedi Lelis hızlı adımlarla yanımda belirip. Geri
kalanımız son derece hareketsizdik.
“Burada ne yapıyorsun?”
“Ailemle pikniğe gelmiştik, bugün hava çok güzel.”
Bu gülümseme?
“Hayır hayır,” dedi Lelis. “Onu sormadım, yani burada,
şehirde ne yapıyorsunuz?”
“Ah...” dedi. “Affedersin.” Dudaklarını sıktı ve elindeki
topla göz kırparak boşta kalan elini saçlarına götürdü. Boyu ne
ara bu kadar uzamıştı?
“Bir hafta kadar oldu taşınalı. Bilirsin, yapamadık başka bir
yerde.”
“Anladım. Peki, okula dönecek misin?”
“Tabii ki,” dedi neşeli bir gülümsemeyle. “Pazartesi.”
Katatonik halimden kurtulup Marlo'yla göz göze geldim.
Şoka girmişti, en az benim kadar.
“Sizi rahatsız etmeyeyim. Yeniden görüşmek üzere,”
diyerek uzaklaştı ve “pazartesi,” diye de ekledi. Bunu
söylerken bana imalı bir bakış fırlatmayı ihmal etmedi.
Güçlü bir nefes alıp gözlerimi kapattım.
“Lütfen bana kâbus gördüğümü söyleyin. Lütfen.”
“Karsa,” dedi Marlo dişlerinin arasından. “Tanrı'nın yeni
oyunu mu?”
“Tanrı'nın değil,” dedim sessizce. “İblislerin. Zamanla
oynamanın şaka olarak karşılığı. Onun şehre döneceği aklımın
ucundan bile geçmezdi.”

86
“Tanrım,” dedi Defi başını gökyüzüne kaldırıp. “Ne kadar
yakışıklı olmuş bu çocuk böyle.”
Gözlerimi devirdim. Sahi, Defi'nin beyni nasıl bir
mekanizmayla çalışıyordu?
Lelis kocaman bir kahkaha attı.
“Sana katılıyorum bebeğim. Gerçekten değişmiş.”
Marlo dudağını kemirdiği süre boyunca tek kelime
etmemişti. Utangaçça bakışlarımı arkaya çevirdim. Oldukça
uzakta olmalarına rağmen bakışları üzerimizdeydi.
Sandalyesine oturmuş yönünü bize çevirmiş, direkt olarak
burayı izliyordu.
Hepimiz sessizdik ama ablalarım birbirlerine bakıp
kıkırdıyordu. Marlo'nun rengi sinirden kırmızıya döndüğünde
neler olup bittiğini anlamaya çalışıyordum.
Defi kulağıma doğru eğildi ve fısıldadı.
“Karsa az önce 'sanırım ona yeniden âşık oluyorum,' dedi.”
Marlo'ya bakmaya korkuyordum ama yine de yüzünün
ifadesini merak ettim. Başını sallayıp sinirle gülümsedi.
“Sana yeniden âşık oluyormuş Fegel. Bence bu çok güzel
bir haber.”
Ayağa kalktı ve ileri geri yürüdü.
“Hiç olmazsa gidene kadar eğleneceğim bir şey çıktı.
Gölgelerle uğraşmaktan daha zevkli olacak. İnanın bana,
onunla özellikle ilgileneceğim.”
Başımı hayır dercesine salladım.
Kendine sığamıyordu. Yerine tekrar oturdu ve meyve
bıçağını eline alarak hızla çevirmeye başladı. Tıpkı Giovanni
gibi. Bir an için korkuyla ürperdim.
“Pazartesi sendromuna çare bulundu,” derken son derece
keyifliydi. Aklından neler geçiyordu bilmiyordum ama benim
bütün bunların üstesinden gelemeyeceğim apaçık ortadaydı.
Bu kadarı fazlaydı.
Karsa burada olmamalıydı.

87
11

Geçiş

abah şiddetli bir hapşuruk ve dayanılmaz bir boğaz

S kaşıntısıyla açtım gözlerimi. Ağrımayan tek bir yerim


yoktu. Dökülüyordum. Bacaklarım
kemiklerimin hepsi inceden inceye sızlıyordu.
titriyor,

Hayatı boyunca hastalık nedir bilmemiş ben, bedenim


üzerinde olan bitenlerden son derece korkmuş haldeydim.
Anneme seslendim hemen, sesimi duyan Defi odaya girdi,
ardından da Lelis. Onların panikle odaya dalıp beni çok
önemsiyormuş gibi davranmalarına tahammül edemiyordum.
Suratımı gördüklerinde ciddi bir sorun olduğunu
anlamışlardı. Beş dakika içinde babam tarafından apar topar
kaldırılıp annemin de sızlanmaları eşliğinde hastaneye
götürüldüm. Böyle bir anı hayatım boyunca hiç yaşamamıştım.
Hem de hiç. Tanrım, o kadar berbat bir duyguydu ki. Öncelikle
acil kapısında sıra beklemek ve onlarca hasta insanın arasında
çaresiz bir şekilde dikilmek. Oturacak bir yer bile kalmamıştı.
Ablalarımın sabırsızlığını ve kapıldıkları telaşı anlamıştım.
Hastane onlara iyi gelmiyordu. Hastane demek ölüme yakın
insanlara bir adım daha yakınız demekti. Lelis'e doğru eğildim.
“Bir yolunu bulun ve buradan uzaklaşın.”
“Babam bizi öldürür.”
Defi dişlerini sıkıyordu.
“Bu, sizin birini öldürmenizden daha iyi,” dedim. Ağzımdan
çıkan bu cümle bıçak gibi kesmişti hepimizi. Bunu ilk defa
sözlü bir şekilde dile getiriyordum.
Hiç kıpırtısız sessizce uzaklaştılar.

88
Sıra bana geldiğinde bayılmak üzereydim. Doktor alelade
bir biçimde ilgilenerek, zorunlu bir görevmişçesine beni
muayene etti. Karaladığı reçeteyi yüzümüze bile bakmadan
uzatarak bizi yolladı.
Ne bekliyordum ki, Paracelsus'u mu?
Dönüş yolunda yağmurun hışmına uğradık. Pencereye
başımı yasladım. Aferin, dedim kendime. Dilediğin hayat bu
işte!
Alev alev yanıyordu yüzüm. Öfkeden mi hastalıktan mı
bilinmez, kendimi affetmemek adına direniyordum. Bir
eczanenin önünde durdu babam, annem önde oturuyordu.
“Nasıl hissediyorsun tatlım?”
“İyi,” dedim kalan son gücümle konuşmaya çalışarak.
Babam koca bir poşet ilaçla arabaya döndüğünde içimden
güçlü bir küfür salladım. Petra'yla ömür sürmüş, onun sabrıyla
yoğrulmuş bir insan olarak bu davranışımdan dolayı hiç
gocunmadım. Onun olmadığı dünyada pislik olmaya ve bir
pislik gibi davranmaya devam edebilirdim. Bildiklerimi,
öğrendiklerimi çoktan unutmuştum. Hiç yaşanmamışçasına.
Babam sessizce annemi fırçalıyor, ablalarımın nereye
kaybolduğunu soruyordu. Onları dinlememeye gayret ettim.
Bunu düşünecek durumda değildim. Midem bulanıyordu ve
başımda şiddetli bir ağrı vardı. Bedenimin her bir köşesi ayrı
bir biçimde çekmişti isyan bayraklarını. Kırk iki yaşına kadar
dayanabilecek miyim diye düşünmeden edemedim. Sonra
anladım. Petra'nın değerini. Onun sayesinde ne kadar rahat bir
hayat yaşadığımı. Hiç hastalanmamak, başına felaketler
gelmemek, hiç bilmediğin bir şey tarafından sonuna kadar
korunmak. İnsanlığın mahkûm olduğu her türlü hastalıktan
uzak kalmak. Ve şimdi hepsi bir anda yok olmuştu. Bitirdiğim
o yaşama yeniden dönmüş, acımasız bir şekilde, hadi Fegel bir
de böyle yaşa bakalım denmişti. Petra'nın kanatları olmadan
nereye kadar uçabileceksin? Onun gölgesine sığınmadan neler
yapabileceksin?

89
Bu sefer Marlo'yla. Bakalım beğenecek misin? İkinci kanala
geçtik. Petra'lı günlerin sonuna gelmiştik. Lütfen ininiz.
Akan burnuma engel olamayarak hafifçe kıkırdadım.
Gözlerim doldu ama kendime hâkim oldum. Eve varır varmaz
yatağıma girip örtüyü üzerime çektim.
Annem, “sana hemen çorba yapıyorum,” diye seslendi.
Cevap bile veremedim. Gözlerim yanıyor, uyku bütün
tatlılığıyla bedenime çöküyordu.
Melodik bir şekilde şakıyan bir kuşun cıvıltısına
odaklandım. Bu havada mı? Sonra sessizlik kesti her şeyi.
Kaşlarımı çatıp kalp atışlarımın sesini dinledim derin
sessizlikte. Etraftaki anlamsız gürültü susmuş her şey kusursuz
bir sessizliğe bürünmüştü.
Örtüyü üzerimden attığımda iyileşmiş olduğumu hissettim.
Hiçbir yerim ağrımıyor, boğazım yanmıyor ve burnum da
akmıyordu. Ama bir dakika...
Bu tavan? Bu örtü?
Hızla kaldırdım başımı. Odamdaydım. Kulpa'daki odamda.
Tanrım, yataktan bütün gücümle fırlayıp odanın kapısını
hışımla açtım. Merdivenleri öyle büyük bir gürültüyle
iniyordum ki, ev adeta deprem etkisiyle sallanıyordu. Kendimi
Petra'nın odasında buldum bir anda. Telaşla koşturdum. Burada
değildi ama kokusu buradaydı, gözyaşlarıma engel olamadım.
Rüya mıydı gördüğüm yoksa rüyadan mı uyanmıştım? O kadar
gerçekti ki her şey, yaşamadığımı kanıtlayamazdım.
Oturma odasında soluklandım. Kalp çarpıntılarım eşliğinde
“Petra!” diye seslendim, burada yoktu, olsaydı çoktan gelmişti.
Bir süre daha etrafa bakınıp tekrar odasına girdim. Dolabını
açıp kıyafetlerini karıştırdım. Dokunduğum her gömleği için
çılgınca ağladım. Hırkasını burnuma bastırıp kokusunu ruhuma
ulaşana dek içime çektim. Her bir hücrem onunla dolmuştu.
Tanrım. Gerçek miydi bunlar? Gerçek olması için yakardım.

90
Ne kadar zaman geçti bilmiyordum, ama o kadar uzun
gelmişti ki burada olduğum süre, bir an için sahiliğinden emin
olabilirdim.
Hıçkırıklarımı dindirdiğimde kalktım ayağa, hemen önüme
bir şey düştü. Eğilip baktığımda gömleğin düğmesi olduğunu
anladım. Bir an için ne yapacağımı bilemedim ve düğmeyi
cebime atarak eşyaları düzelttim.
Odadan çıkıp bodrum katına doğru ilerledim. Kapı her
zamanki gibi kilitliydi. Birkaç zorlu denemenin ardından pes
edip geriye çekildim. Çalışma odasına girip kitaplığa yaklaştım
ve tek tek kitaplara dokundum. Hemen orada Bukowski'yi
görüp gülümsedim. Artık ezberlediğim Ekmek Arası, Woolf'un
Deniz Feneri ve evet tam da olması gerektiği yerde Maurois'in
İklimler'i. Ellerim titreyerek çıkardım kitabı yerinden. Köyde
ezberlediğim satırlar önümde canlandılar. Birkaç tanıdık cümle
karşıladı beni. Gözyaşlarımı durdurduğum an görüşüm netleşti.
“Başımı çevirip şöyle diyordum ona: 'Sana bakmadan beş
dakika durabilecek miyim bakalım.' Hiçbir zaman otuz
saniyeden fazla dayanamazdım.”
Koltuğa oturup başımı geriye yasladım ve kitap elimde
öylece kalakaldım. Bu an tamamıyla gerçekti. Etrafımdaki her
şey şaşırtıcı derecede belirgin ve netti. Rüyalar böyle olamazdı,
peki neydi? Tanrım, Petra'nın çıkıp gelmesini ne de çok
isterdim şimdi. Bu odaya tıkılıp kalmıştım. Korkuyordum.
Evden çıkar çıkmaz kaybolmaktan, uyanmaktan korkuyordum.
Kitabın sayfalarını çevirmeye devam ettim buğulu gözlerle.
Burnumda hâlâ onun kokusu vardı. Bir daha
hissedemeyeceğimi sandığım o kokuyu sezinlemek cennet
gibiydi. Cennetten de öteydi.
“Günün birinde ölümün karşısında yalnız mı kalacaktım
acaba? Bu mümkün olduğu kadar çabuk olsa bari.”
Hayatımın en korkunç travmasını yaşıyordum. Bir kitap
insanı ne kadar sarsabilirdi? Ne kadar alt üst edebilirdi? Bu

91
Maurois'se evet, yapabilirdi. Sadece İklimler beni tepetaklak
edebilirdi.
Kitap elimde doğruldum ve odaları yeniden kontrol ettim.
Kapıya yaklaşırken bunun bir rüya olmadığı konusunda hâlâ
aynı fikirdeydim. Kapının kolunu indirdim ve nefesimi tutarak
kapıyı çektim. Güçlü bir ışığa maruz kaldım önce. Her şey bitti
dedim, uyandım rüyadan.
Işık giderek söndü ve gözlerim o muhteşem yeşillik
karşısında bir kez daha kendinden geçti. Bahçemiz
karşımdaydı. Kulpaysa bir adım ötemde. Uçsuz bucaksız
yeşilliği ve göğünün berrak mavisiyle beni bekliyordu.
Cesaretimi toplayıp dışarıya adımımı attım.
Ezbere bildiğim bu yolu gözlerim kapalı yürüyebilirdim
ama şu an için gözlerimi kırpmak dahi istemiyordum. Koşmak
istedim bu tepede. Delice ilerlemek. Düşe kalka aramak
Petra'yı. Bunun yerine sakince yürüdüm. Petra'nın Dante'nin
Komedya'sını kutsal bir kitapmışçasına yanında gezdirmesi
gibi gezdirdim İklimler'i yanımda. Bu benim iklimimdi. Benim
mevsimim.
Rastgele çevirdim bir sayfa daha, sonra o satırlara
kilitlendim.
“Farz et ki 1909 yılı mayıs ayında Floransa'da başka bir
otele indin. Ömrün boyunca Odile Malet diye birisinin var
olduğunu bilmeyecektin bile. Ama yine de yaşayacaktın, mesut
olacaktın. Farz et ki tam şu bulunduğumuz anda o yine yok,
niçin yeniden başlamamalı yani?”
Kitap, elimde bir alev topu tutmuşçasına avuçlarımı yaktı.
Nasıl yani, dedim? Petra olmadan ne anlamı var ki bütün
bunların? Bu Kulpa, bu dağ, bu tepe. Arkamı dönüp devasa
pusulanın dikildiği o görkemli eve baktım. Evet, dedim sesimi
yükselterek. Ne anlamı var bu evin Petra olmadan?
Petra hiç olmamış, hiç yaşamamış farz edebilir miydim? Hiç
hayatıma girmemiş, beni hiç sevmemiş sayabilir miydim?
Bütün bunları yaşamamış sayıp hayatıma devam edebilir

92
miydim? Tanrı'nın bana sunduğuyla, onsuz bir şekilde nasıl
ilerleyecektim? Yapamazdım. Kalbimin ortasına saplanan
güçlü bir ağrıyla fırlattım kitabı yere. Hayır, dedim tüm
gücümle haykırarak. Petra yaşıyor.
Çığlık çığlığa koşturdum güneye dönerek. Tüm gücümle
koştum.
“Petra.”
Alizede savrulan saçlarım, pamuk dokunuşuyla koşmamı
sağlayan yemyeşil çimenler, benim doğrultumda uçuşan kuşlar,
hepsi de acıma eşlik edercesine benimle ilerliyordu.
Koştum, koştum, koştum. Hiç durmadım, duraksamadım.
Hiç yorulmadım bile.
Şelalenin tüyler ürperten serinliğini ve suyunun duru
güzelliğini bu mesafeden bile görebiliyordum.
Ya hep, dedim kendime. Ya hep ya hiç.
Son bir hızla atıldım rüzgârla birlikte bu yola. Uçurumun
hizasında bir an olsun duraklamadım. Gözlerimi kapatmadım
ve korkmadım.
Atladım.
Aşağıya doğru büyük bir hızla düşerken Plath'in dizelerini
bir kez daha anımsadım.
‘Dibi biliyorum, diyor.
En kalın köklerimle onu yokluyorum.
Siz ondan korkarsınız, ben korkmuyorum.
Daha önce de dibe vurdum.’
Örtüyü hızla attım üzerimden. Hayır, dedim kan ter içinde.
Bu olamaz. Bu doğru olamaz.
Annem elinde tepsiyle içeri girince hayalet görmüşçesine
baktım ona. Yaşadığım hayal kırıklığını asla tarif edemezdim.
Gözlerim doldu bir kez daha. Ama bu sefer donup kaldım.
“Fegel,” dedi annem kapıda öylece kalarak. “Neden öyle
bakıyorsun?”
Lelis çıkageldi sonra, arkasında da Marlo. Tepsiyi annemin
elinden alıp binbir türlü bahanelerle onu dışarıya çıkardılar.

93
Defi bir havlu alıp yanıma yaklaştı. Kaskatı kesilmiştim.
Kıpırdayamıyordum.
“Tanrım,” diye fısıldadı Lelis. “Ter içinde kalmışsın.” Defi
“hallediyorum,” dedi beni kurularken. Marlo hemen yatağımın
kenarına oturdu ve telaşla yüzüme baktı.
“Kâbus mu gördün?”
Cevap vermedim. Ona bakıyordum ama onu görmüyordum.
Tek düşündüğüm az önce Kulpa'da olduğumdu. Her şeyin
üstüne yemin edebilirdim. Lanet olsun, oradaydım.
Gözyaşlarımla birlikte kapattım yüzümü Marlo'nun
göğsüne. Sarsılarak ağladım.
“Ateşi var.”
“Hayır,” dedim ağlayarak. “Oradaydım. Ne olur inanın
bana.”
“Neredeydin?” diye sordu Defi.
Burada kalmak istedim bir süre. Teselliyi onun göğsünde
aradım. Onun kokusunda. Bir kaya kadar sert bedeninde.
Atmayan kalbinde. Bir ölünün sevgisinde.
Korkuyla irkildim o an. Hızla geriye çekilip Marlo'nun
acıyla bakan gözlerine kilitlendim.
Titreyen elim yavaşça cebime gitti. Yutkundum ve
parmağıma değen bir cisimle dikkat kesildim. İki parmağımla
tutup onu oradan çıkardım ve terli avucuma bıraktım.
Hepsi büyük bir dikkatle elime baktı.
“Bu da ne?”
“Onu,” dedim yutkunup. “Rüyamdan getirdim.”
“Bu mümkün değil!” dedi Lelis haykırırken.
“Bu koku da ne?” Marlo şoka girmişti.
“Tanrım!” dedi Defi elini ağzına götürüp. “Bu onun
kokusuna mı benziyor?”
Odaya yayılan güçlü kokuyu ben bile aldıysam onların
almaması imkânsızdı. Minicik bir düğmeden gelen olağanüstü
koku hepimizi dumura uğratmıştı.
Marlo'nun gözleri doldu.

94
“Bunu nerede buldun?”
“Rüyamdan,” dedim titreyen sesimle. “Kulpa'daydım.
Odamda uyandım ve Petra'nın odasına girdim. Onun
kıyafetlerini elime alıp...”
Zorlukla yutkundum cümlenin devamını getirebilmek için.
Bunu onun gözlerine baka baka yapacaktım, yapmalıydım.
“Kokusunu içime çektim. Sonra düğme yere düştü, düğmeyi
cebime koyup çalışma odasına girdim. Maurois'in kitabını
aldım elime. Birkaç sayfa okuyup dışarıya çıktım. Sonra
koşmaya başladım. Şelaleye kadar koştum ve uçurumdan
aşağıya atladım.”
Bütün bunları anlatırken hepsi de bir heykel kadar
hareketsizdi. En çok da Marlo.
Yaşadığı yıkım en az benimki kadar vardı.
“O,” dedi Lelis. “Orada yok muydu?”
Başımı hayır dercesine salladım. Düğmeye uzanmak istedi,
avucumu sıkıp geriye çekildim.
Az önceki üzüntümden kurtulup rahat bir nefes aldım.
“Verhin'le konuşmak istiyorum, hemen.”
O kadar şaşkınlardı ki ne söylediğimi anlamaları zaman aldı.
“Bu halde evden çıkamazsın,” dedi Marlo.
“Telefon,” dedim. “Telefonları olmalı.”
“Bir dakika sonra seni ararım,” diyerek odadan çıktı Defi.
Ne söylediğini anlayamadan komodinin üzerinde duran
telefonum çaldı. Arayan oydu, Defi.
Yatağıma bıraktığı havluyla yüzümü bir kez daha kurulayıp
telefonu açtım. Ve Marlo'yu bir kez daha yaralama fırsatını
kaçırmadan olanları bütün ayrıntısıyla ona anlattım.
Bir süre sessizce bekledi. Tek duyabildiğim nefesiydi.
“Böyle bir şeyi ilk defa duyuyorum Fegel. Bu yüzden ne
yaşadığına dair hiçbir fikrim yok.”
“Ya Uğra, o ne düşünür?”
“Benim bilemeyeceğim hiçbir şey yok ki o da bilemesin.”
“Bir dene,” dedim. “Ver telefonu.”

95
“Seni dinledim,” dedi Uğra telefonu aldığında. “Şaşkınlık
yaratıcı.”
“Zamanın geriye alınmasından daha mı fazla?”
“Daha fazla.”
Bunu söylerken çok ciddiydi.
“Peki, bir rüya mı gördüm, yoksa yine zamanla alakalı bir
şey miydi?”
“Rüya değil Fegel. Zaman da geriye alınmadı. Oraya gittin
ama şimdiki zamanda değil. Geçmiş de değil üstelik. Şu ana
bağlı, ara bir zaman ve mekânda. Bir geçiş yoluyla çarpışıyor
olmalısın.”
“Ya Petra? O neden orada değildi?”
“Cevabı biliyorsun. Eğer Petra yaşasaydı, dünya üzerinde
bir yerlerde olsaydı, muhakkak onu da görecektin. Bu bir
mesajdı. Onun artık var olmadığının ve artık var olmayacağının
bir mesajı.”
“Olamaz,” dedim sessizce. “Lütfen böyle söyleme.”
Marlo odanın içini deli gibi turluyordu. Dikkatimi
dağıtmasına izin vermedim.
“Sen sordun, ben düşüncemi söyledim. Gerisi sana kalmış
Fegel.”
“Peki,” diyerek telefonu kapattım.
Düğmeye bir kez daha bakıp nemli gözlerle cebime yeniden
koydum.
Burnumu çekip, “acıktım” dedim gülümsemeye çalışarak.
“Çorbam soğumuş olabilir mi?”
Şaşkınlık içinde baktılar yüzüme.
“Ben değiştireyim,” dedi Lelis ve tepsiyle odadan çıktı.
Sonraki saniyeler Marlo'yu izledim uzun uzun. O kitaptaki
satırları düşündüm.
‘Farz et ki tam şu bulunduğumuz anda o yine yok, niçin
yeniden başlamamalı yani?’
Bir şekilde hak verdim. Böyle farz edecektim. Tam da şu an
bulunduğumuz bu zaman diliminde o yoktu, yine de

96
başlamıştım ama bu onu sevmekten, onu beklemekten ve onu
aramaktan vazgeçeceğim anlamına gelmezdi. Evet, onu
arayacaktım. Bu bir mesajdı ama ölü olduğunun değil, beni bir
yerlerde beklediğinin.
Gözyaşlarımı silip yeniden gülümsedim.
Elimi Marlo'ya doğru uzatıp yanıma oturmasını işaret ettim.
İlk defa dokundum ona. İsteyerek ve hissederek. Gözleri
dolarken tek kelime etmedi.
Ellerimi iri ellerinin arasına alıp çaresizce bekledi.
Kalbimdekini görerek, bir daha hiçbirimizin eskiye
dönemeyeceğimizi bilerek.
Şaşkındı ve şaşırmakta da haklıydı. Hasta ruhluydu sevdiği
kız. Dengesizdi. Duygularında bir pervane gibiydi. Ne yaptığı
belliydi ne söylediği.
Herkesin nefret etmesi gerekirdi.

97
12

Tehlike

ilmiyorum, yaşamakta mısın öldün mü?

B Dünyada bir yerlerde bulabilir miyim seni?


Yoksa akşamın yaslı karanlığında,
Bir ölüyü mü düşünmeli?3
“Anna Ahmatova'yla açıyoruz bu dersi çocuklar. Anna
Andreevna Gorenko'da diyebiliriz ona. Siz yine de her iki
ismini de aklınızda tutmaya çalışın.”
Peçeteyi burun deliklerime sokmaktan başka bir yöntem
bulamıyordum akıntıyı durdurabilmek adına. Marlo yanımda
oturmuş sakin bakışlarla edebiyat dersinin şairane dizelerini
dinliyordu. Edebiyat biraz da bunun için değil miydi? Bir
katilin soyut, sembolik hâli. İnsanı öldürmek için üretilmemiş
miydi? Yaralamak için. Yaralarından yakalamak için.
Onlarca yıl felsefeyle, filozoflarla, simyacı ve büyücülerle
kafamı doldurduktan sonra insan içinde nefes almaya ne kadar
dayanırdım bilmiyordum. Dünyaya katlanmak, peki kim için?
Üstelik sıradan bir dünyada, sıradan bir insan olarak sıra dışı
bir yaşam sürecektim. Şikâyet edemezdim, bunu istemiştim.
Bunu yaşamayı gerçekten istemiştim.
Ahmatova'nın dizeleri gözlerimin dolmasına neden olsa da
bunu bastırmayı artık başarıyordum. Gözlerimi hastanede
açtığım günden bu yana ağladığım süreyi hesaplamaya
kalksam asla başaramazdım. Bundan kurtulmalıydım. Geri
kalan hayatımı daha ne kadar ağlayarak geçirebilirdim?

3
Anna Ahmatova, Bilmiyorum, yaşamakta mısın, öldün mü? Şiiri.
98
Okula dönmek acıklı değildi, acıklı olanı yanımda ölümsüz,
her an katil olma potansiyeli yüksek ve bir karanlığın içinde
hareketsiz gizlenebilen bir gölgeyle dönmekti. Üstelik
hastalıktan kırılıp dökülürken.
Ailemin ve Marlo'nun aksi ısrarlarına rağmen okula dönmek
istemiştim. Marlo her ne kadar bunun biraz da Karsa için
olduğunu hissetse de durum hiç de öyle değildi. Karsa
umurumda bile olamazdı. Evet, onu yeniden görmeyi hiç ama
hiç beklemiyordum. Gittiği günlerde ağlamaktan ölüyor, ona
ulaşmak için her yolu deniyordum. Ama bu önce Marlo'yla
sonra da Petra'yla karşılaşana kadardı. İkisine birden
duyduğum bu akıl dışı his geçmişimde yaşadığım ne varsa
hepsini tek bir hamlede silip atmıştı.
Ders boyu dersi dinlememek ve Ahmatova'nın dizeleri
dışında hiç not almamak... Evet, benim değişimimin sonucu da
bu olmalıydı. Kısıtlı bir sürem vardı sonuçta. Okul bitince
gidecektik. Marlo'nun da ablalarımın da iç dünyalarını
anlayabiliyordum. Oldukları şey onları buraya bağlayamazdı.
Milyonlarca kez de gelsek, milyonlarca kez de başlasak burada
kapana kısılmış bir şekilde duramazlardı. Gidecektik, peki
nereye?
Bir Kulpa değildi gideceğimiz yer. Bir köy değildi. Ailemin
yaşadığı köy. Dünyada bir yerlerde, ama nerede olduklarını tek
başıma asla bulamayacağım bir yer.
Yalvarsam Marlo'ya, ağlayıp zırlasam. Günlerce yemek
yemesem mesela. Ya da ölmek istesem. Çıksam bir çatıya,
kendimi aşağı atsam. Beni Kulpa'ya ya da köye götürmesini
istesem. Yapar mıydı?
Yanımda nefes almadan, heykel kadar hareketsiz duran bu
muhteşem varlığa bakarken neden diye sormadan
edemiyordum? Neden yapıyordu Tanrı bunu? Her defasında
soruyor, her defasında aynı cevabı veriyordum kendime.
Acı çekmem için. Acı çekmemiz için.

99
Dünya acılar yumağıydı. Acılar vatanı. Petra'nın çilesine
takılıp sürüklenmeye razıyken kendi derdimle baş edemezdim.
Tek başıma, asla!
Teneffüs ziliyle irkildim. Tam ayağa kalkıyordum ki Karsa
hemen dibimde belirdi. Tanrım, bu çocuk resmen canına
susamıştı. Marlo'nun gözlerinden fışkıran öfke bir bıçak gibi
atılmıştı Karsa'nın üzerine. Onu saniyeler içinde parçalara
ayırabilirdi. Evet, bunu seve seve yapabilirdi.
Belli belirsiz bir baş hareketiyle onu engellemek istedim.
Ama hiç oralı olmadı.
“Bir sorun mu var?”
Karsa sevimli bir gülümsemeyle “hayır,” dedi. “Sadece, şey,
onunla konuşmak istiyorum.”
“Sebep?”
Karsa sabırsızlandığını belli eden bir tavırla başını salladı.
“Sebep seni ilgilendiriyor mu?”
“Oradan nasıl görünüyor?”
“Lütfen,” dedim sakin görünmeye çalışarak. “Söyle Karsa,
ne istiyorsun?”
“Öncelikle,” deyip bekledi ve gözlerime odaklandı. “Geçmiş
olsun demek istiyorum. Hem nezlen hem de çıktığın zorlu
komadan dolayı. Bilmiyordum, bugün öğrendim.”
“Teşekkür ederim,” diyerek kestirip attım. Tam bir adım öne
çıkacağım sırada işaret parmağını kaldırdı.
“Bu akşam ailecek sizi ziyarete geliyoruz. Annem anneni
çok özlemiş. Tabii, ben de seni özledim.”
Dişlerimi sıkıp şiddetli kalp atışlarım içinde Marlo'ya ufak
bir bakış fırlattım. Uzaya fırlatılmaya hazırlanan bir mekik gibi
saniyeleri sayar vaziyetteydi. Son üç saniye. İki, bir ve...
Marlo'nun koluna sıkıca sarılarak gülümsedim. Cevap bile
vermeden sınıftan çıkardım onu. Elimin altında sert bir kayaya
dönüşen teni soğuk terler dökmeme neden olmuştu. Marlo,
Petra değildi. Bunca insanın içinde öfkesine yenik düşebilirdi
ve bu öfke sıradan bir insanın öfkesinin yanında denizde kum

100
tanesi bile değildi. Bütün bir okulu katledebilirdi, içinde de
beni.
“Bırak,” dedi. “Onu öldüreyim.”
“Hayır,” dedim peçeteye sümkürmeye çalışarak. “Onu
öldürmeyeceksin. Ve işin doğrusu hiç kimseyi
öldürmeyeceksin.”
“Karsa için söz veremem.”
Gözlerinin koyu rengi lensi bile delip yüzeye çıkmıştı.
Tırnaklarımı kemirmeden önce bir şeyler düşünmem
gerektiğinin farkındaydım.
“Karsa'nın hiçbir önemi yok Marlo. Belli ki zamanın farklı
bir oyunu. Ben onun tarafından terk edilen Feg değilim artık.
Onun tarafından terk edilen ve ardından seninle karşılaşan,
sonra da...”
Marlo'nun öfkesi yön değiştirirken sözlerimi toparlamaya
çalıştım.
“Artık onun bir önemi yok. Anlıyor musun? Okul bitince
buradan gideceğiz. Birkaç ay. Anlaştık mı?”
Ben konuştukça rahatlıyor, yavaş yavaş eski hâline
dönüyordu. Bir süre yanıt vermedi. Sessizce kalktık masadan,
Karsa görüş alanımıza yeniden girse de etkilenmemeye
çalışarak sınıfa döndük.
Güzel bir karşılamaydı bu. Memnun etmişti beni, mutlu
etmişti. İnsanların beni önemsemesi, onlara yaptığıma,
hayatlarını çalmama rağmen... Bütün bunları bilmeden yine de
döndüğüme sevinmişlerdi.
Eve yapılacak toplu ziyaretten vazgeçilmiş adıma
düzenlenecek hoş geldin partisiyle bu sıkıcı ritüelden herkesi
kurtarmıştı ablalarım. İtirazlarım çare olmamıştı. Beni gören
herkes partide görüşürüz diyerek uzaklaşıyor, parti olmadan
şimdiden yılın en büyük, şaşaalı ve çılgın partisi olacağı
konuşuluyordu. Evet, ilk günden duyduklarım bunlardı. Tabii
ki hepsi Viola sayesinde.

101
Günün en anlamlı dersi olan edebiyatın ardından gelen
matematik, bir deprem etkisiyle beni sarsalamıştı. Dünya dışı
bir varlık gibi görüyordum tahtada yazılan rakam ve şekilleri.
Petra'yla geçen bir ömre rağmen hayatıma hâlâ etki
edemiyordu. Tek bir sayıyı deftere geçirmiyor, benden hiçbir
farkı olmayan Marlo'ya bakıp gülümsemeye çalışıyordum.
Sınıfın sessiz uğultusu bile bu derste rahatlamama yetmiyordu.
Aradan geçen onca yıldan sonra. Binlerce kez de gelsem
değişmeyecekti bu his.
Önümde açık duran deftere göz attığımda dizelerin yakıcı
hüznüyle karşılaştım yeniden. Beni, yani bizi o kadar iyi
anlatıyordu ki, bir yenisini yazmak anlamsız olurdu. Kendimi
tarif edemezdim. Sorularımı bir kalıba, cümleye dökemezdim.
Zaten dökülmüştü.
‘Bilmiyorum, yaşamakta mısın öldün mü?
Dünyada bir yerlerde bulabilir miyim seni?
Yoksa akşamın yaslı karanlığında,
Bir ölüyü mü düşünmeli?’
Bir kez daha dolan gözlerime engel olmaya çalıştım. Defteri
ters çevirirken kalemim yuvarlanıp yere düştü. O an yere eğilip
sakarlığımın verdiği utançla yeniden doğruldum ve...
Odadaydım. Kulpa'da, çalışma odasında. Masanın üzerinde
dumanı tüten bir fincan kahve duruyordu. Nefesimi tuttum ve
başımı milim kıpırdatmadan odanın kapısına baktım. Kalem
elimdeydi. Bu sınıftaki kalemimdi. Tanrım, buradan
götürebildiğim gibi dünyadan da getirebiliyordum. Kalemi
yavaşça masanın üzerine bıraktım. Ellerim titriyordu. Derin ve
yavaş nefesler alarak kaskatı kesilen bedenimi bir nebze de
olsa yatıştırmaya çalıştım.
“Petra,” dedim fısıltıyla. “Burada mısın?”
Cevap gelmedi. Kendimi bir kez daha delirmiş gibi
hissettim. Hayaletler konuşur muydu?

102
Doğrulup odadan çıktığımda daha sakindim. Panik
olmayacak, gerçekliğinden de bir an olsun şüphe
etmeyecektim.
Adımlarım beni bahçeye, mezarımızın olduğu yöne götürdü.
Alizenin naif esintisi dolmuştu içime. Ruhumun en derin
köşelerinde gezinirken bile beni dağıtıyordu. Hem dağıtıyor
hem de topluyordu. Acı veriyordu.
Tepe boştu, ne bir iz, ne de bir kalıntı. Mezara dair hiçbir
şey yoktu. Bize ait hiçbir şey yoktu. Petra gerçekten gitmiş
miydi? Kaybetmiş miydim onu sonsuza kadar? Nasıl
inanırdım? Ona bu kadar bağlıyken, bu kadar tutulmuşken
nasıl?
Gözyaşlarım rüzgârla birlikte etrafa saçılırken aylak aylak
gezindim. Dönmeyi istemedim. Sonra birden kahveyi
anımsadım. Petra yoksa kahve nasıl vardı?
Hızlı adımlarla döndüm odaya. Kalbimin yerinde bir iş
makinesi vardı sanki, o kadar büyük bir gürültüyle çalışıyordu
ki, sesi bütün düşüncelerimi alt üst ediyordu.
Kahveyi yerinde, dumanı tüterken bulduğumda rahat bir
nefes aldım. Yapılacak en iyi şeyin şu durumda bu kahveyi
içmek olduğunu anlamıştım. Ben de öyle yaptım. Masanın
üzerinde bıraktığım kaleme baktım ve gözüm o an için rafa
kaydı. İklimler oradaydı. Duyduğum şaşkınlık yüzünden kahve
boğazımda kalmıştı. Kötü bir şekilde öksürdüm. Fincanı yerine
bırakıp kitabı elime aldım ve rastgele sayfalarını karıştırdım.
Bir not aradım içinde, bir cevap. Petra'dan kalan ya da şu an
için ulaştırmaya çalıştığı bir mesaj.
Bulamadım.
Aptal Fegel. İzlediğin filmler yüzünden hepsi de. O gitti.
Senin yüzünden gitti. Seni seven, sana tapan, dünyayı
ayaklarına seren bir adamı kaybettin sen. Petra'yı kaybettin.
‘En yorgun ırmak benim Dickie. Ve yavaş yavaş denize
doğru gidiyorum.’

103
Bu satırlar ne kadar direnirsem direneyim ağlamama neden
oldu. Kapalı kalması okumamdan daha iyiydi. Bu yüzden
yerine bıraktım ve yeniden dışarıya çıktım. İyi gelmiyordu
burası. Gelmeyecekti. Petra olmadan bir anlam ifade
etmeyecekti.
Koşar adımlarla ilerledim Kulpa'da. Alize şiddetlenmişti.
Uzun bir süre yürüdüm, sonra da koştum. Bu mesafe beni
mancınığa ulaştırdı. Bir kez daha gözyaşlarıma engel
olamadım. Zordu bunu kabullenmek. O olmadan kaç kez
tekrarlayabilirdim?
Mancınığa tırmanıp fırlatılmaktan zevk aldığım o kepçeye
yerleştim yeniden. Bu sefer beni fırlatacak kimse yoktu.
Fırlattığında tutacak da. Hüzünle uzandım buraya. Başımın
üzerinde uçuşan kuşları, kelebekleri izledim. Sonra,
anlayamadığım bir şekilde kara bulutlar toplandı. Gök
gürültüsü ardı ardına yankılandı ve ummadığım bir biçimde
mancınık üzerinde ben varken fırladı. Güçlü bir çığlık attım,
çığlıklarım gökyüzüne karıştı ve karanlığı delen aydınlıkla
birlikte gözlerimi açtım.
Hastane odasındaydım.
Bir tekrar daha mı? Hayır, ne olur olmasın. Bir daha
olmasın!
Babamla annemi gördüm önce, ardında Lelis'le Defi, Marlo
sonra.
Şaşkınlıkla baktım hepsine.
Annem de babam da panikle iyi olup olmadığımı soruyordu.
Defalarca, ardı ardına. Sonunda dayanamayıp “iyiyim,”
diyebildim. Ama anlamadığım, neden burada olduğumdu.
“Çok kalabalık oldu,” dedi doktor içeriye girip. Gözlerime
sinir bozucu bir ışık tutup herkesi çıkarmak istedi. Marlo
direndi. “Peki,” dedi doktor sonunda. Herkes gider gitmez ona
baktım.
“Derste bayıldın Fegel. Söylesene ne oldu?”

104
Nezlenin verdiği yorgunluk hissini son zerresine kadar
alıyordum. Hepsi de üzerimdeydi.
“Yine oldu,” dedim. “Verhin'e ulaşmam lazım.”
“Lelis,” dedi Marlo onun duyacağından emin bir şekilde.
“Verhin'e git ve beni ara.” İki dakika geçmeden telefon çaldı.
Telefondaki Uğra'ydı.
“Kulpa'daydım,” dedim heyecanla. “Bu sefer olduğunda
sınıftaydım. Kalemimi yere düşürmüştüm. Kalemi yerden alıp
doğrulduğumda Kulpa'daki evdeydim. Kalem de elimdeydi
üstelik.”
“Nasıl?” dedi titrek bir sesle. “Buradan bir şey mi
götürdün?”
“Evet,” dedim. “Bu nasıl mümkün oldu?”
“İnan hiçbir fikrim yok.”
“Olmalı,” dedim. “Üstelik bu sefer dönmek için hiçbir şey
yapmadım. Oradaydım. Sonsuza dek kalacakmış gibiydim.
Ama işin tuhaf yanı beni gönderen orası oldu. Daha fazla
kalamazmışım gibi.”
“Kalırsan ölürmüşsün gibi mi?”
Marlo direkt gözlerime baktı. Tedirgin ve endişeliydi.
Korkusunu gizleyemiyordu.
“Evet,” dedim. “Aynen öyle.”
“Bak Fegel. Sen bizler gibi bir insansın. Her ne kadar
doğaüstü bir olayın içinde de olsan, insansın. Bu değişmediği
müddetçe ölme ihtimalin hep olacak.”
“Ya?” dedim. “Ölürsem Uğra. Kırk iki yaşına gelmeden
ölürsem ne olacak?”
Uğra sustu ve uzun sayılabilecek bir süre cevap vermedi.
Telefonun diğer ucundan mırıltılar geliyordu. Konuşan
Verhin'di.
“Yok olursun!” dedi sesindeki titremeye engel olarak. “Yok
olursun Fegel. Eğer ölürsen, bir daha dönemezsin.”
Kalp atışlarım hızlandı.

105
“Ve bu yok oluş, bizlerin aksine bir yok oluş olmaz. Siliniş
olur. Yeryüzünden ebediyete dek silinirsin. Hiç var
olmamışçasına. Yaşadığından kimsenin haberi olmaz. Ne
Marlo, ne ailen, ne de biz.”
“Petra,” dedim cızırtılı çıkan sesimle.
“Petra'yı unut!” diye kükredi. “Merid'le Hazul sınırsız bir
güç kazandılar artık. Petra'nın işi bitti. Ve sen Kulpa'ya gidip
dönmemeye devam edersen, ölürsün. Seni son kez uyarıyorum
Fegel. Yaşamak istiyorsan bir daha orada fazla kalma. Bedenin
bunu kaldırmaz. Bedenin iki dünyayı asla kaldırmaz.”
“Ya?” dedi Marlo telefona eğilip. “Fegel de bizden biri
olursa.”
Verhin bekledi. Tüylerim diken dikendi. Gözlerim fal taşı
gibi açıldı ve dikkatle ona baktı.
“Yanıt ver. Ya bizden biri olursa?”
“Bunu bilemem Marlo.”
Put kesilmiş onları dinliyordum.
“Tahmin et.”
“Öncelikle iblislere bağlı bu. Onlar izin verirse dönüşür
Fegel, vermezlerse insan Fegel'e ihtiyaçları var demektir. Ve
Fegel kırk iki yaşına gelmeden ölürse döngü kırılır, Fegel
silinir ve iblisler bütün gücünü kaybeder. Bunun onların işine
geleceğini hiç sanmıyorum. Fegel'i öldürmeye çalışacak bir şey
olursa bu tamamen iblislerin dışında bir şey olur. Doğa olur
mesela, ondan kurtulmak isteyen birisi olur, hiç hayatlarına
girmemiş olmasını dileyen birisi de.”
Marlo dişlerini sıkıp bakışlarını yere indirdi ve eliyle alnını
sıvazladı. Gürültülü bir nefesin ardından gözlerime baktı.
“Peki, bizler?”
“Sizler yaşamaya devam edersiniz. Sonsuza dek
edeceksiniz. Sizlerin ölümü hakiki bir ölüm değil. İblislerin
dünyasında yeniden doğuş demektir.”

106
Tanrım, aklımı oynatabilirdim. Anlayamıyor, olan biteni
çözemiyordum. Yumruk yaptığım ellerimi tüm gücümle
sıkarken binlerce anlamsız soruyla zihnimi dolduruyordum.
“Lanet olsun,” dedi Marlo. “Bunların hepsi saçmalık.”
Telefonu kapatıp yanıma oturdu ve yüzümü ellerinin arasına
alarak iyice yaklaştı.
“Şimdi beni iyi dinle Fegel! Sakinliğimi şu ana dek
sürdürmeyi çok iyi başardım ama bu bundan sonra başaracağım
anlamına gelmez. Burada kalmak için ölmüyorum. Ve burada
kalmak umurumda bile değil. Hastanede gözünü açtığın an seni
alıp götürebilirdim. O çok bayıldığın Petra kadar barbar,
düşüncesiz olabilirdim. Ama olmadım. Her şeyin bir düzen
içinde kalmasını istedim. Senin mutlu olmanı istedim.
Görüyorum ki sana seçenek sunmak hiç de mantıklı değilmiş.
Şimdi, aklını başına topla ve Petra zımbırtısından bir önce
kurtul. Yoksa benim kurallarıma göre oynarız bu oyunu.”
Zorlukla yutkundum. Gözlerim ilk defa dolmamıştı, çünkü
ben donup kalmıştım. Duyduklarım gerçek olamazdı.
Biraz daha eğilip öfkesini iyice yüzüme yapıştırdı.
“O cehenneme bir kez daha gidecek olursan, dönmek için
acele etsen iyi olur.”
Geriye çekilip kapıya doğru yürüdü.
“Beni tehdit etme Marlo. Bu hiç iyi olmaz. Cehennem
dediğin yer benim evim ve dönmek için bir sebebim olduğunu
hiç sanmıyorum.”
Eli kapı kolunda öylece kaldı. Arkası dönük, hareketsiz,
kıpırtısız.
“Yeryüzünden silinmek demek Petra'nın seni hatırlamaması
ve yoluna sen olmadan, seni hiç tanımadan devam etmesi
demek. Bunu göze alıyorsan hiç durma Fegel. Petra sensiz
devam etsin. Belki de en doğrusu budur. Seni hiç tanımamış
olmak.”

107
Odadan çıkıp kapıyı sertçe kapattı. Ruhuma inen acımasız
bir darbeydi bu, acıyı kucakladım. Dünyada olmanın, acı
demek olduğunu bir kez daha anladım.

108
13

Dayan Ve Üstele

atağıma uzanmış akşamın dondurucu karanlığında

Y derin düşüncelere dalmıştım. Hayatım o kadar


karmaşık bir hâle gelmişti ki, içinden nasıl
çıkacağımı bilemez hâldeydim. Öncelikle beni takip eden,
kimsenin görmediği, bilmediği, hissetmediği bir gölge vardı.
Giovanni'nin bana duyduğu güçlü nefret tanıdığım herkesin
benden uzak durmasını sağlamıştı. Büyük ihtimalle beni
öldürmeye çalışacak kişi de oydu, çünkü amcasının daha fazla
acı çekmesini istemiyordu. Haklıydı da.
Petra yoktu. İnsani hastalıkların tamamından mustariptim.
Marlo benimle birlikte bir sonsuzluk tasarlıyordu. Bu da kimi
zaman psikopatça davranmasına sebep oluyordu. Geçmişle
ilgili görüntüler görüyordum. Bu da yetmezmiş gibi kendimi
sürekli Kulpa'da buluyor, kendim dönmek istemesem de bir
şekilde yeniden gönderiliyordum. Ve en kötüsü de kırk iki
yaşına gelmeden ölürsem varlığımın tamamen silinme
tehlikesiyle karşı karşıyaydım.
Yeryüzünden silinmek demek, şu an hayatına girdiğim
insanların hiçbiri tarafından tanınmamak, onların ben olmadan
yoluna devam etmesi demekti. Ailem, arkadaşlarım, çevrem,
Marlo da dahil. En önemlisi de Petra dahil.
Ben olmasam Petra yine geçecekti bu şehirden, belki bu eve
yine girecekti. Benim yerime ablalarımdan birini öldürecekti ya
da onlardan birine âşık olacaktı. Petra her şekilde yaşayacak,
yoluna devam edecekti. Beni hiç tanımadan, hiç acı duymadan,
yaşadığı yıkımdan tamamıyla habersiz.
Marlo'nun da dediği gibi belki de en doğrusu buydu.
109
“Karsa üzülmüş olmalı.”
Lelis'le Defi ne ara gelmişlerdi, hiç duymamıştım.
“Karsa'nın canı cehenneme. Ondan daha önemli sorunlarım
var.”
Işığı yakıp yataklarına zıpladılar. Oldukça keyifli
görünüyorlardı. Olduğum yerde doğrulup onları izledim. Gayet
şıklardı ve makyajları ziyadesiyle abartılıydı.
“Nereden geliyorsunuz?”
Lelis kıkırdadı.
“Kaç kişi öldü bu gece?”
“Çok değil,” dedi Defi omuz silkerken.
Bunu düşünmek bile korkunçtu ama şu durumda başka bir
insanı düşünecek durumda değildim. Kaç insanın öldüğü,
masum olup olmadıkları, aileleri, çocukları, hiçbiri de
umurumda değildi. Söz vermiştim kendime, onları
ablalarımdan, onların caniliğinden koruyacaktım ama o kadar
güçlü olmadığımı anladım. Kendimi bile koruyamazken
başkalarını nasıl korurdum?
Parmağımı çevirme dürtümü bastırıp kollarımı göğsümde
birleştirdim. Lelis üzerime çikolata fırlattı. Hayır diyemezdim.
Hemen yemeye başladım. Öldürdükleri bunca insanın üzerine
gayet iyi giderdi.
Hepimiz yatağımıza oturmuş gecenin sessizliğini
dinliyorduk. Bir de benim yediğim çikolatanın hışırtılarını.
“Karsa,” dedi Lelis makyajını temizlerken. “Annemi beş
defa arayıp nasıl olduğunu sordu.”
Oralı olmadım.
“Bütün okulu ayağa kaldırdın. Kuşkusuz bu yılın en popüler
kızı olacaksın.”
“Partiden sonra,” dedi Defi.
“Partiden sonra,” dedi Lelis.
“Partiden sonra mı?” dedim. “Hangi parti?”
Sonra hatırladım. Benim dönüşümü kutlayacak şaşaalı,
çılgın parti. Çılgın? Ayak uyduramayacağım bir gerçekti.

110
“Marlo nasıl?” diye sordum başım önde çikolata parçalarını
toplar görünerek.
“Sence?” diye sordu Lelis.
“Kötü olmalı.”
“Hayır.”
Başımı kaldırıp Lelis'e anlamamışçasına baktım.
“Hiç olmadığı kadar iyi. Neden kötü olsun ki, kötü olması
için bir sebep mi var?”
“Ne, nasıl yani?” Sesim titredi.
“Marlo istediği her şeye sahip. Marlo sana sahip.”
“Bu da ne demek Lelis?”
Kalp atışlarım hızlanmıştı.
Lelis doğruldu ve elbisesini bir çırpıda çıkardı. İç
çamaşırlarıyla kalmıştı karşımda. Başımı çevirdim. Defi
kıkırdadı.
“Petra belasından kurtulduk. Önümüzde sonsuz bir zaman
dilimi var, şimdilik buradayız, bu da en çok Marlo'nun fikriydi.
Senin bu şekilde mutlu olacağını iddia etti.”
“Annemle babam umurunuzda bile değil, değil mi?”
Lelis pijamalarını giyip keyifle yatağına atladı. Öyle mutlu
görünüyordu ki, onu mutlu eden şeyi gerçekten merak
ediyordum.
“Bilmiyorum, yaşamakta mısın öldün mü?
Dünyada bir yerlerde bulabilir miyim seni?
Yoksa akşamın yaslı karanlığında,
Bir ölüyü mü düşünmeli.”
Şaşkınlıkla çevirdim başımı. Lelis elinde defterimle, bu
satırları alay edercesine okuyordu. Hızla doğruldum ve deftere
doğru yürüdüm. Tam elimi uzatacağım sırada elini havaya
kaldırdı.
“Benimle oyun oynama Lelis. Ver defterimi.”
Ben almaya çalıştıkça sağa sola çekiyor, hızına
yetişemeyeceğim bir şekilde oradan oraya sürükleniyordu. Defi
ardı ardına patlattı kahkahalarını. Bir an için korktuğumu

111
hissettim. Evet, onlardan ilk defa korkmuştum. Ne kadar da
tehlikeli görünmüşlerdi gözüme. Ablalarım değildi onlar, birer
katildi, canavardı.
Hatırı sayılır bir koşuşturmacanın ardından pes ederek
oturdum yatağıma ve bir anda hıçkırıklara boğuldum.
Sinirlerim bozulmuş, hatta telef olmuştu. Ne zaman sağlamdı
ki? Doktor Sophila'yı aramıştım bir an için. En yakın zamanda
seanslarıma devam etmeliydim. Yaralarım bu denli açılırken,
bu kadar zayıflamışken esaslı bir yardımı bana kim
sağlayabilirdi?
Ben ağlarken Lelis defteri yanıma bıraktı ve “affedersin,”
dedi. “Sadece şaka yapmak istemiştim.”
Ellerimle yüzümü kapattım ve “defterin de canı cehenneme
senin de,” dedim. “Hepinizden nefret ediyorum. Petra haklıydı,
sizler benim ailem değildiniz. Benim ailem Petra'ydı. Benim
ailem Hypatia'ydı, Giovanni'ydi. O haklıydı. Tanrım, o hep
haklıydı. Şimdi kaybettim onu. Kaybettim.”
Sarsılarak ağlarken ikisi de yanıma sıralandı ve şefkatli bir
sarılışla teskin etti.
“Haklısın.”
Hepimiz sesin geldiği yöne, pencereye döndük. Marlo. Ne
ara girmişti içeriye? Daha doğrusu ne kadar süredir oradaydı.
Hoş, orada olması, söylediklerimi duymasının artık bir önemi
kalmamıştı. Artık birbirimizin yüzüne karşı söyleyebiliyorduk
bunları. Dürüsttük.
Gözyaşlarımı elimin tersiyle silerken bize doğru yürüdü ve
yatağın bir ucuna da o oturdu.
“Verhin'in yanından geliyorum. Her ne kadar artık
düşüncelerini umursamama kararı alsam da, senin kadar
acımasız olamıyorum.”
Bunu bana mı söylüyordu?
Elini cebine attı ve bir kâğıt çıkardı. Bana uzattığında
gözleri dolmuştu.
“Paracelsus'a ulaştık.”

112
Tahmin bile edemeyeceğim bir hızla ayağa kalkıp
Marlo'nun karşısında dikildim. Kâğıda uzandığım an elini sıkıp
üzerime doğru eğildi. Bugün herkes çıldırmış olmalıydı.
“Sana ne derse dersin, önüme ne çıkarsa çıksın ezip geçerim
Fegel. Sensiz bir hayat yaşadıktan sonra kimse hayallerimin
önüne geçemez.”
Gözlerine baktım kıpırtısız. Kâğıdı uzattı. Kalp çarpıntıları
içinde açtım kâğıdı. Bacaklarım titriyordu.
''Dayan ve üstele! Bu acı, adım adım senin iyiliğine
dönüşecek.''4
“Bu da ne?” dedim şaşkınlıkla. “Bilmece mi? Bunun için mi
heyecanlandım, bunun için mi sabırsızlandım.”
Marlo omuz silkti.
“Beni ilgilendirmez. Ben görevimi yaptım.”
Odanın içini deli gibi turlarken kâğıtta yazılanları anlamaya
çalıştım. Dayan ve üstele, dayan ve üstele.
Lanet olsun Paracelsus. Söyleye söyleye bunu mu söyledin?
Bir anlamı olsa dahi çözmem için yıllar geçecek bir mesaj.
Sakin ol Fegel, dedim kendime. Sakin ol ve Petra'nın
yanında demlenen o insana dönüş. Sükûneti kendinden ağır
olan o kız ol yeniden.
Marlo köşedeki çalışma masasına oturmuş, koltukta sağa
sola sallanırken saat gecenin üçünü gösteriyordu. Yarın okul
vardı ve ben büyük ihtimalle bu sene mezun olamayacaktım.
Kimin umurundaydı ki mezun olmak. Petra bunu gerek
görmemişti, ben neden görecektim?
“Ovidius.”
“Ne?”
“Söz ona ait.”
Bir an için 'hangi söz?' deme cüreti gösterecektim.
Aptallıkta kendimi bile geçebilirdim. Umarsız değildi yüzüme
bakarken, gizemliydi, çözülemezdi. Bir şeyler gizliyordu.

4
Ovidius (MÖ.43 – MS.17)
113
Şu an için onun suyundan gitmekten başka çarem yoktu. Ya
ona zıt gidip her şeyi berbat edecek, ailemi yıkıp geçecektim ya
da alttan alıp her şeyin istediğim gibi olmasını sağlayacaktım.
Onu kullanmak gibi olacaktı bu. Hiçbir şekilde de hak
etmiyordu ama yine de bunu yapmak zorundaydım. Onu
dizginlemenin tek yolu buydu.
“Peki, nasıl ulaşmış Verhin ona?”
“Mel aracılığıyla.”
“Mel mi?” dedim hüzünle. Mel?
“Peki, neden benimle iletişime geçmiyorlar?”
“Giovanni'nin büyü yeteneği var Fegel. Onunla geçirdiğim
uzun yıllar ona ait çok şey öğrendim.”
Kaşlarımı çatıp merakla yaklaştım ona doğru. Bir sandalye
çekip hemen karşısına oturdum. Dirseğimi masaya yaslayıp
gözlerine baktım.

Melankoli-Gölge Serisi 2

6698 sayılı Kişisel Verilerin Korunması Kanunu uyarınca hazırlanmış aydınlatma metnimizi okumak ve sitemizde ilgili mevzuata uygun olarak kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak için lütfen tıklayınız.

nest...

çamaşır makinesi ses çıkarması topuz modelleri kapalı huawei hoparlör cızırtı hususi otomobil fiat doblo kurbağalıdere parkı ecele sitem melih gokcek jelibon 9 sınıf 2 dönem 2 yazılı almanca 150 rakı fiyatı 2020 parkour 2d en iyi uçlu kalem markası hangisi doğduğun gün ayın görüntüsü hey ram vasundhara das istanbul anadolu 20 icra dairesi iletişim silifke anamur otobüs grinin 50 tonu türkçe altyazılı bir peri masalı 6. bölüm izle sarayönü imsakiye hamile birinin ruyada bebek emzirdigini gormek eşkiya dünyaya hükümdar olmaz 29 bölüm atv emirgan sahili bordo bereli vs sat akbulut inşaat pendik satılık daire atlas park avm mağazalar bursa erenler hava durumu galleria avm kuaför bandırma edirne arası kaç km prof dr ali akyüz kimdir venom zehirli öfke türkçe dublaj izle 2018 indir a101 cafex kahve beyazlatıcı rize 3 asliye hukuk mahkemesi münazara hakkında bilgi 120 milyon doz diyanet mahrem açıklaması honda cr v modifiye aksesuarları ören örtur evleri iyi akşamlar elle abiye ayakkabı ekmek paparası nasıl yapılır tekirdağ çerkezköy 3 zırhlı tugay dört elle sarılmak anlamı sarayhan çiftehan otel bolu ocakbaşı iletişim kumaş ne ile yapışır başak kar maydonoz destesiyem mp3 indir eklips 3 in 1 fırça seti prof cüneyt özek istanbul kütahya yol güzergahı aski memnu soundtrack selçuk psikoloji taban puanları senfonilerle ilahiler adana mut otobüs gülben ergen hürrem rüyada sakız görmek diyanet pupui petek dinçöz mat ruj tenvin harfleri istanbul kocaeli haritası kolay starbucks kurabiyesi 10 sınıf polinom test pdf arçelik tezgah üstü su arıtma cihazı fiyatları şafi mezhebi cuma namazı nasıl kılınır ruhsal bozukluk için dua pvc iç kapı fiyatları işcep kartsız para çekme vga scart çevirici duyarsızlık sözleri samsung whatsapp konuşarak yazma palio şanzıman arızası