20 yy felsefesinin temel özellikleri / (DOC) Yüzyıl Felsefesinin Temel Sorunları | Şerif Dündar - funduszeue.info

20 Yy Felsefesinin Temel Özellikleri

20 yy felsefesinin temel özellikleri

kaynağı değiştir]

Analitik felsefe[değiştir

1. YİRMİNCİ YÜZYIL FELSEFESİNİN TEMELLERİNE GİRİŞ yüzyıl felsefesi, modern dünyanın içinden bizzat ona yönelik gerek muhafazakâr gerek progresif (ilerici) bir tepki olarak ortaya çıkmıştır.  İnsanın geleneksel olarak emin oldukları şeylerin yerini bilimsel kesinliklere bırakma çabası,  Dünyayı kendisinin farkında olması bakımından ele alması Evren organik olmaktan çıkmıştır. Doğa artık sadece bir mekanizmadır ve insan bu mekanizmanın bir parçasıdır. Modern felsefenin babası Descartes’tir. Descartes, insanın sadece bilincinde olduğu şeylerle ilgilenmez, onlarla artık bilincinde olduğunun bilincinde olarak ilgilenmeye başlar. İnsan, mekanik bir doğa sunan bilimin karşısında felsefe ile mekanik olan evren içerisinde kendine bir yer edinmeye çalışır. Felsefenin temeli, bizzat o felsefeyi yapan öznedir. Artık konu edinilen sadece şeyler değildir, öznedir ve tüm dünya öznenin üzerine kurulur. Descartes, bir yandan doğa zihin ikiliğini ortaya çıkartırken bir yandan da bunların arasındaki ilişkiyi çözmeye çalışır. Descrates’ten hemen sonra gelen düşünürler iki ana düşünce kategorisine ayrılır:  Rasyonalizm,  Emprisizm. Descartes’in de dâhil olduğu rasyonalistler, aklın kendinde ilkeleri olduğunu ve dünyayı bu ilkeler ışığında anlayabildiğimizi savunurlar. Zihnin varlığının ve onun bilgilerinin nasıl mevcut olduğu sorunu, rasyonalistlerin büyük metafizik sistemler kurmalarına yol açar. İkinci grup olan emprisistler ise aklın ilkelerini deneyim üzerinden zamanla edinildiklerini savunurlar (zihnin deneyime uyguladığı işlemler sonucunda meydana gelirler). Deneyimin çeşitliliğinden düşüncenin birliğine geçişi açıklayabilmek için epistemolojik sistemler kurmak zorunda kalırlar. Descartes sonrasında ortaya çıkan emprisist rasyonalist ayrışması, Kant ile birliğe varır. Kant, bir yandan deneyimin çeşitliliğini bir yandan da aklın birlik veren kategorilerini kullanarak deneyimin akli olarak işlendiği bir sistem kurar. Öncelikle gelen duyuları düzenleyen ve ardından bunları kavramlar ile yargılara çeviren zihin, doğayı kendi içinde kurar, sonuçta üzerine konuştuğumuz doğanın kendisi de zihinsel olarak kurulmuş bir yapıya dönüşmüştür. Aydınlanma, insanlığın kendi varlığını kendi farkındalığı ile kurma çabasıdır. Bir şeylerin bilgisini başkaları üzerinden değil, kendi uğraşı ile elde etme dönemidir. Aydınlanma döneminde insanlar her şeyi kendi değerlendirmelerine tabi tutarlar. Aydınlanmanın özü, eleştiridir. Eleştirel yaklaşım, bir enformasyonu kabul etmenin ancak kendi sorgulamasına ve üzerine düşünmesine bağlı olarak ele alınmasıdır. Aydınlanma ile eleştirel düşünmeyle ortaya çıkar ve yine, eleştirel düşünceyi öne süren tek kişi Kant olmasa da babası Kant olarak kabul edilir. Kant’a göre, insanın kendi aklında kurduğu “olması gereken” ile verili olan belirli dünya bir çelişki yaratır (birbirinden ayrışmış iki dünya ortaya çıkartır). Kant sonrasında felsefe yine bir çatala gelir:  Özgürlük aklın altında sağlanabilir, Alman idealistleri, Hegel: Kant’ın oluşturmuş olduğu dünyayı tek bir mutlak idea, mutlak tin altında eritir (idealist birlik). Marx: Mutlak idea salt bir soyutlama, bir hiçliktir (maddeci bir bakış açısıyla insanın dünyayı şekillendirebileceği yönünde bir anlayış ortaya koymaya çalışır).  Aklın birliğinin getirdiği asimilasyon bireyleri yok edecektir. Aklın birliği altında toplanılmaya başlandığında bireyin kendiliği kaybolur. Daha çok duygular ön plana çıkarılmalıdır. 2. RÖNESANS Geçiş Döneminin ruhunu belirleyen en önemli üç icat:  Pusula,  Barut,  Matbaa. Colombus’un yenidünyayı keşfetmesi, Vasco de Gama’nın Hindistan’a giden deniz yolunu bulması, Macellan’ın dünyanın çevresini dolaşması önemli coğrafi keşiflerdir. Bu keşifler sayesinde Avrupa, etkin olacağı alanı oldukça genişletmiştir. O döneme kadar yaygın dünya tasavvuru, dünyanın evrenin merkezinde sabit olduğu ve gökyüzünün daire şeklinde hareket ettiği yönündeydi. Copernikus’un, dünyanın hem güneşin hem de kendi ekseninin etrafında dönen bir cisim olduğu iddiası; daha sonraki yıllarda Kepler ve Galileo yaptıkları çalışmalarla ortaya koydukları düşüncelerle doğa bilimlerinde çok önemli ilerlemeler kaydetmelerinin yanı sıra, kullandıkları yöntemler ve elde ettikleri sonuçlarla felsefenin de yönünü değiştirmişlerdir. Hümanizm Hümanizm, tanrısal olan üzerine çalışmanın artık bırakılıp insani olana yoğunlaşılması gerektiğini savunan bir akımdır. Bu dönemin eğitim anlayışı iki ayrı şekilde ele alınabilir:  İnsani olan,  Kutsal olan üzerine verilen eğitim. Kanon düşüncesinin tohumlarının da bu dönemde atıldığı dikkate değerdir. İnsani olan eğitim, özellikle Yunan ve Latin klasiklerinden oluşan bir okuma listesini içerir. Hümanizm de ilk başlarda böyle bir okuma listesinin çok önemli olduğunu iddia eden din adamları tarafından başlatılmış ancak zamanla tümüyle bir sekülerleşme hareketine dönüşmüştür. Petrarca ve Boccaccio teolojiye dayanmayan (laik) eğitimin çıkış kaynaklarıdır. Montaigne de bu döneme damgasını vuran isimlerden biridir. Reform Hümanizmle birlikte gelen yenilikler, kiliseyi birtakım değişikliklere gitme zorunluluğuna itmiştir. Orta Çağ Avrupası’nda tanrının sorgusuz sualsiz en büyük otorite olduğu ve papanın onun sesi olduğu açıktır. Dönemin en önemli kişilerinden biri Martin Luther’dir. Luther, kilisenin Tanrı ile insan arasındaki tek aracı olma iddiasına karşı çıkmıştır. Luther’in karşı çıkışı, Rönesans’ın ruhunu oluşturan bireye verilen değere paralel bir gelişmedir. Rönesans Doğa ötesi olana yapılan aşırı vurgu, mistisizm (gizemcilik) öğretisinin ön plana çıkmasına neden olmuştur. Bütün gelişmeler çerçevesinde sadece kilisenin değil, imparatorlukların da gücü sarılmıştır. Tanrının yerini akıl almaya başlamış, insan yaşamında ve doğada buna bağlı yenilikler görülmeye başlanmıştır. Rasyonalizm anti tarihsel (anti historical); rasyonalizmin uygulandığı toplum ve devletler tarihsel realitelerdir. Rönesansın özelliklerinden biri de teoloji karşıtlığı ve bilginin yerine, hissetmenin ve eylemin geçmesidir. Fransiskenlerden (nominalizm) etkilenerek doğa yeniden keşfedilir. Sadece fizik alanına değil, her şeye doğal bir karakter atfedildiği görülür. Burada doğaldan anlaşılması gereken, doğa ötesi her şeyin dışarıda bırakılmasıdır. Yani bu aynı zamanda doğa ötesine yaslanan mistisizme yönelik bir karşı harekettir. Mistisizm, güneş doğmadan önceki alacakaranlıktır. Doğal din anlayışı insanla Tanrı arasında dolaysız kurulan bir ilişkiyi öngörür. Bu noktada yapılan vurgu, Hristiyanlığın tanrısı değil salt insanın hissettiği ve doğası gereği hissettiği tanrıdır. (Descartes’ın doğası gereği idea olarak kendi içinde bulduğu kavram). Rönesans’ın iki önemli özelliği:  Orta Çağ karşıtlığı, Antikitenin yeniden doğuşu ve restorasyonu,  Orta Çağ’ın devamı ve Descartes’te olgunlaşması. Descartes’te Orta Çağ’dan bir kopuş yoktur, diyalektik bir şekilde devam eder. Hümanistler skolastisizmi reddederek antik felsefeyi yeniden ön plana çıkarmayı birinci amaç olarak önerirler ancak skolastik felsefe Platon, Neo-Platoncu düşünce ve esas olarak da Aristoteles düşüncesi üzerine kuruludur. Skolastisizmin Aristoteles’i çok ilginç değildir. Latinize edilmiş ve hatta teoloji üzerinden aktarılmıştır. Platon, daha iyi bir Yunanca kullanarak ruh ve aşk üzerine yazmış, Aristoteles’ten daha ilgi çekici olmuştur. Stoacılık insanı konu edinir. Stoacılık, tam anlamıyla Orta Çağ’a karşıt olarak sessiz ve sakin bir hayatı önerir, doğa kavramına felsefelerinde önemli bir yer verir. Doğaya uygun olarak yaşamak neredeyse bir zorunluluktur. Stoacı doğa kavramı “Phusis”in, Rönesans’ın doğa kavramıyla ilişkili olması önemli değildir. Genel olarak Rönesans felsefesi ele alındığında, entelektüel düzeyinin çok yüksek olmadığını görmek mümkündür. Bu dönemin düşünürleri Antik Çağı yeterince anlayamamışlardır. 3. MODERN BİLİM Nominalizmin Çıkışı Nominalizmin tekrar gündeme gelmesinde Guillaume Durand de Saint-Pourçain, Ockhamlı William, Jean Buridan ve Pierre d’Ailly önemli bir rol oynamaktadır. Guillaume Durand de Saint-Pourçain, Duns Scotus’un görüşlerinin etkisi altında kalmasına rağmen nominalizme yakın bir duruş sergiler ve var olmanın, birey olarak var olmak anlamına geldiğini ifade eder. Var olmanın birey olarak var olmak anlamına gelmesi, nominalizmin temsil ettiği düşüncelere yakın bir ifadedir. Nominalizme göre gerçek olan tikel yapılar iken, realizme göre tümel bir varlık vardır ve gerçek olan da bu tümel yapıdır. Ockhamlı William da realizme karşıt bir görüş ortaya koyar. Gerçek olan yani realite (res) tümel bir varlık değildir. Ona göre gerçeklik tikel olandır, nomendir yani bir addır. Nominalizmin tümel, zorunlu olanlar ve bilim hakkındaki şüpheciliği konu edinmesinin yanı sıra, nominalizm için esas olan düşünce; varlığın görülüp, bilinebilir bir realite olmasıdır. Protagoras’ın “İnsan her şeyin ölçüsüdür.” sözünden hareketle Ockhamlı William şüpheciliği önemli bir araç olarak kullanır. Ona göre Tanrı’nın varlığı ve birliği asla kanıtlanamaz. Nominalizmin varlığı inançla bilim arasındaki uyumu tehlikeye düşürür ve temsil ettiği görüşler kilisenin fikirleriyle uyuşmaz. Çünkü kiliseye göre tümel bir yapı vardır ve gerçek olan bu tümel yapının kendisidir. Nominalizmin tekrar gün yüzüne çıkışı, skolastik yapının çöktüğü döneme denk gelir. Bu ikinci dönemde, pratik hayata ilişkin değişimler ile dillerin gelişimleri de baş gösterir. Tikelci bakış açısıyla kilise ile zıt düşünceleri temsil eden nominalizm, Katolikliğe karşı gelmektedir. Durand ve Ockhamlı William’ın görüşleri XIV ve XV. yüzyılda konuya ilişkin tartışmaların artmasına ve realistler ile nominalistler arasındaki tartışmaların alevlenmesine sebep olur. Skolastik Dönemin Çöküşü Nominalist düşünceler, skolastik düşüncenin temelini oluşturan unsurlar için tehdit oluşturur (inanç ve bilim arasında bir ayrım söz konusudur). Jean de Mercuria’ya göre, evrende meydana gelmiş olan her şeyin sebebi tanrısal iradedir, günah bir iyiliktir ve yanlış yollara sapma duygusuna sahip kişiler ona göre günah işlememektedir. Tanrı en yüksek varlık olarak düşünülmektedir fakat Autrecourt’a göre, böyle bir varlığın nerede olduğu ve var olup olmadığı bilinemezdir. Ayrıca evrenin ezeli ve ebedi olduğunu da ifade eder Doğaya, deneysel bilimlere karşı merak arttıkça skolastik tutum da son bulmaya başlar. Aristoteles’in eserlerinin incelenmesi ve Arap okullarının sayılarının artması da bu süreci hızlandırmıştır. Opus Majus, Opus Minus ve Opus Tertium eserlerinin sahibi olan Roger Bacon bu sürecin hızlanmasındaki kilit isimlerden biridir. Bacon’a göre, bu süreçte kelimelerin yetersiz kalışı, doğayı gözlemlemeye ve dillerin incelenmesine önem verilmesine sebep olmuştur. Bacon, deneysel yöntemi ön plana çıkarmıştır. Böylece matematiksel yöntemlerin öneminin de ortaya çıkmasına katkı sağlamıştır. Skolastik tutumun yerleşmiş olması sebebiyle yıkılışı hızlı bir şekilde olmamıştır. Doğanın incelenmesi konusuna sadece Roger Bacon değil, Albertus Magnus da aynı oranda önem vermiştir. Palmalıdom Raymundus Lullus kullandığı “arsmagna” yöntemi aracılığıyla Arapların biliminin yayılmasına yardımcı olmuştur (Arap düşünürlerin görüşleri doğanın incelenmesi hususunda önemlidir). Tüm bu gelişmeler, gerçekliğin gözlemlenişini, doğadaki incelenmesi gereken durumların farkına varılmasını da hızlandırmıştır (dinî duyguları yanlışlamakla beraber doğanın incelenmesi ve gözlemlenmesinin gerekliliğini ve deneysel yöntemlerin önemini ön plana çıkarır). Bilim Hareketi Orta Çağ anlayışında düalizm fikri vardır. Bu hareketin başlıca özelliği, monist bir yapıda olmasıdır. Arapların görüşleri, XV. yüzyılın ortasından itibaren etkisini yoğun bir şekilde göstermeye başlar. Hümanizm akımı: İnsan, insan dostu (philanthrope). Hümanizm sayesinde kilisenin dogmatik, baskıcı yapısından uzaklaşılmaya başlanmıştır. Hümanizmle beraber tarihi bilimler de gelişmeye başlar. Hümanizmin ortaya çıkmasıyla beraber, insan doğadaki her şeyi merak etmeye başlar. Bu noktada önemli olan isimler: Colombus, Vasco de Gama, Magellan, Copernicus, Leonardo da Vinci, Fracastoro, Vésale, Neper, Viete, Harvey, Galileo, Kepler. Dünyanın herhangi bir yere dayanmadan serbest şekilde duran küre olduğu düşüncesi, yapılan araştırmalar ve önemli coğrafi keşifler sayesinde daha açık ve bilimsel bir hâle gelmiştir. Copernicus, güneş merkezli bir evren sistemi kurmuştur. Bu sistemde güneş merkezdedir ve dünya da diğer gezegenlerin arasında yer almaktadır. Copernicus’un bu hipotezinin ardından, Kepler gezegenlerin şeklinden ve hareket kanunundan bahsederek bunu bir adım daha ileri götürür. Galileo Galilei ise kendisinin yapmış olduğu bir teleskopla Jupiter’in uydularını ve devir kanununu bulmuştur. Böylelikle Kepler ve Galileo, Copernicus’un hipotezini temel alarak ve onun fikrini geliştirerek modern bilimin gelişmesine katkıda bulunmuşlardır. Güneşin merkezde bulunması fikri, kilisenin görüşlerine uymayan bir düşüncedir. Kilisenin gösterdiği dirence rağmen yeni teoriler ortaya çıkar ve keşifler yapılmaya devam edilir. Böylece bilimler, skolastik görüşün etkisinden uzaklaşmaya başlar. Fizik, optik ve mekanikte yeni çalışmalar ortaya çıkar. Leonardo da Vinci ve Fracastoro: Fizik, mekanik ve optik alanlarında çalışır; Viete: Geometriye uygulamış olduğu cebire yenilikler getirir, Neper: Logaritmayı icat eder, Vésale: İnsan anatomisini ortaya koyar (De Corporis Humani Fabrica), Harvey: Kan dolaşımını kanıtlar. Yapılan bütün bu bilimsel çalışmalar skolastik görüşün çöküşünün hızlanmasını sağlamış, Kilise’nin etkisinin daha da azalmasına yol açmıştır. Bu çalışmalar arasında modern bilimin kurulmasına yol açan en büyük etken ise Copernicus olmuştur. 4. DESCARTES VE BEN VARIM Descartes’ın kartezyen şüpheciliği: Felsefesine en küçük bir kuşku bile içermeyecek bir temel arayarak başlar. İlkin, fikirleri sıralayacak, ardından herhangi bir şekilde şüphe içerip içermediklerine bakacaktır ve şüphe içermeyen bir nokta bulduğu anda duracak, onu felsefesinin temeline koyacaktır. İnsan anlayışının yetersizliğinde tanrısal olanın bilgisine ulaşamaz. Kartezyen şüpheyi kullanır ve insanın bilgisine konu edinebileceği alanı araştırmaya başlar. Descartes, ilkin algıladığı şeylerin gerçekten bir mevcudiyeti olup olmadığından kuşku duyar. Descartes, oluşturduğu argüman ile doğaya dair kuşku duyabileceği bir alan açmış olur ve aradığı şüphe edilemez noktanın doğada bulunamayacağını anlar. Kuşku adımlarından ikincisi, doğrulanmak için doğaya ihtiyaç duyulmayan aritmetik, geometri gibi konulardır. Bunların bağlı oldukları ilkeler, onların rüyada bile aynı sonuçları vermelerine sebep olur, 2+2 rüyalarda bile 4’tür. Sadece yanıltıcı bir tanrı veya mutlak güçlü bir kötü bu ilkeleri yanıltıcı bir biçimde kurabilir. Dolayısıyla aritmetik ve geometri gibi alanlar kuşku duyulamaz alanlar değildirler. Descartes için doğal ve matematiksel bilimler, ilkelerinin sağlamlığını yitirmiştir. Descartes’in elinde mevcut kuşkusundan başka bir şey kalmaz. Tüm bu düşüncelerinde duyduğu kuşku, bu kuşkusunun yani düşüncesinin mevcudiyetini gösterir ve bundan kuşku duyamaz. Bu noktada ulaşmış olduğu 'ben', onun sağlam temeli olacaktır. Ortaya çıkmış olan 'ben', insan bedeni değildir, onun düşünmesidir. 'Ben', düşündüğü sürece vardır. Buradan yola çıkarak, "düşünüyorum öyleyse varım" yargısına ulaşır. Varlığı ile birlikte bir töze karşılık gelen “ben” ideası, artık tözsel bir yerdedir (töz mevcut olmak için kendinden başka bir şeye ihtiyaç duymayandır). Bu aşamadan sonra kuracağı tüm felsefi sistemi 'ben' üzerine kurması gerektiğini düşünür. 5. DESCARTES’TE ZİHNİN İDEALARI VE TÖZLER Descartes’in ben’e ulaşma biçimi, bizzat kendi düşünmesinden şüphe edemeyişine bağlıdır. Ben’i kuşkulanılamaz bir yerde tutan ise onun apaçık (kendinden delilli) oluşudur. Apaçıklık, ulaşmış olduğu bu ben ideasının açık ve seçik olmasındandır. Bir ideanın açıklığı onun zihin tarafından engelsiz bir şekilde kuşatılması, seçikliği ise ideanın diğer her şeyden ayrışmış bir yapıda olmasındandır. Eğer ben ideasının kuşkulanılamazlığı apaçıklığından geliyor ise apaçık olma kuşkulanılamazlığın kriteridir. Descartes’in apaçık olarak bulduğu ikinci idea, tanrı ideasıdır. Tanrı ideasının apaçıklığının iki farklı kanıtı:  Zihnin sınırlılığına rağmen içerisinde sınırsız bir ideanın bulunmasının zorunlu olarak bu sınırsızlığa sahip bir varlığın bu ideayı zihne yerleştirmesi gerekmesidir (tanrı ideasını zihne tanrı koyar).  Tanrı ideasının eksiksiz olmasından ötürü mevcudiyeti de içinde barındırmasıdır ve eksiksiz bir varlık olarak tanrı ideasına sahip olmam onun mevcudiyetini doğrular (tanrı ideası tanrının mevcudiyetini kanıtlar). Birbirini tamamlayan iki kanıt ile tanrının apaçıklığı meydana çıkar. Tanrı, kendinden başka bir şeye ihtiyaç duymayan ikinci töz olarak ortaya çıkar. Ancak tanrının sonsuzluğu ve mutlaklığı, bizzat beni aştığını ve içerdiğini gösterir. Yayılımsal töz, Descartes’in zihninde bulduğu üçüncü apaçık ideaya karşılık gelir. Düşünsel olan ile yayılımsal olan yani ben ve doğa birbirlerinden ayırılamaz hâle gelir ve ortada salt benim rüyada kurabileceğimin dışında bir doğa bulunacaktır. Zihnin tanrı tarafından verilmiş olan doğanın ilkelerine dair oluşturduğu idealar eğer yanlış ise tanrının bir eyleminin eksikliği söz konusudur, tanrının bir eksikliği olamayacağına göre idealarda hata olamaz. Bu idealar doğayı daha önce Galileo’da gördüğümüz gibi matematiksel ve geometrik yani salt yayılımsal olarak kavramamıza izin verir. Töz, mevcudiyeti için kendisinden başka bir şeye ihtiyaç duymayandır ve bu özellik yalnızca tanrıya aittir. Yayılımsal (doğa) ve düşünsel (ben) olan iki töz, tanrı tarafından kapsanmalıdır. Descartes’in töz kavramını mutlak ve göreli töz olarak ikiye ayırmaktır: Mutlak töz, kendisinden başka hiçbir şeye ihtiyaç duymaz; göreli töz bir diğerine indirgenemeyendir. Descartes, doğanın dışsal mevcudiyetini tanrının zihnimize koymuş olduğu ideaların ve onlar ile apaçık bir ilişkiye geçen, yani onları sezen, insan anlayışının hatasızlığını savunarak kanıtlamıştır. Bir yargının ortaya konulabilmesi için sadece anlayış yetersizdir, aynı zamanda irade de gerekir. Zihnin farklı tarzlarını anlamaya imkân veren ve iradeye denk gelen iki temel sınıf:  Algılar (anlayışın operasyonu),  İsteme (iradenin operasyonu). Algı: Duyu algısı, imgelem ve saf anlayış. İsteme: Arzulama, tiksinti, olurlama, reddetme ve şüphe gibi tarzlar. Yargılar, anlamanın kuracağı bir ilişki ve ona yönelik bir olurlama veya reddetme barındırır. Anlayış ilişkiyi kurarken irade onu olurlar veya olumsuzlar. Tanrı tarafından verilmiş olan anlama, kendi başına hata yapamaz. İradenin anlamayı, bilgisi olmayan alanlarda kullanmaya çalışması ile hata ortaya çıkar. İnsanın hatası, bizzat kendi özgürlüğünden kaynaklanır ve bu sorun ancak daha fazla bilerek ortadan kaldırılabilir. Descartes’in sisteminde, insanın bilgisi arttığı sürece, iradenin özgürlüğüne bırakılmış alan gittikçe küçülür. 6. SPİNOZA Descartes’in felsefesini bir yönden düzenleyen Spinoza, Descartes’in bütünüyle içinden çıkamadığı töz sorunlarını çözmeye çalışır ve bunu tek töz altında toplayarak yapar. Spinoza, Descartes gibi akılcı bir düşünürdür. Descartes’ta, mutlak bir töz olan tanrı ve göreli tözler olan yayılımsal ve düşünsel töz vardır. Spinozanın, tözü: Kendisinde mevcut olan ve salt kendisinden yola çıkarak anlaşılabilir ki böyle bir varlığın kavramı da aynı şekilde diğer herhangi bir kavramı herhangi bir şekilde gereksinmez. Bu töz tanrıdır (mutlak, kendine yeter ve apaçık bir yapıda). Spinoza, yayılımsallığı ve düşünselliği töz olarak değil, tek bir tözün sıfatları olarak ele alır. Sıfat, tözsel olanı anlamanın biçmidir. Tanrının sıfatları sonsuz olmakla beraber, insanın onu anlaması ancak iki sıfat yoluyla olur;  Yayılımsal,  Düşünsel. Sıfatlarla tanrının ayrıştırılması modları ortaya çıkartır ki bu modlar, yayılımsal ve düşünsel olanlardır. Birbirleri ile bir şekilde ilişkilendirilmeye çalışılacak iki ayrık töz yoktur, birbirlerine karşılık getirilecek iki farklı sıfat vardır. Artık düşünsel olan her şeye karşılık gelecek yayılımsal bir şey ve aynı şekilde yayılımsal olan her şeyi karşılık gelecek düşünsel bir şey vardır. Töze karşıt olarak modlar, ancak bir diğer şeyde mevcut olarak ve bir diğer şey aracılığı ile anlaşılabilir. Tanrı ve “Tanrı Doğadır” Sözünün İki Anlamı Tanrı, Spinoza için Mutlak olarak sonsuz bir şeydir ve insanın sadece ikisine ulaşabildiği, her biri ebedi ve sınırsız özü dışa vuran sonsuz sıfatı vardır. Tüm etkilenimlerin birliği olan töz olarak Tanrı, aynı zamanda doğadır:  Oluşa gelen her şeyin kaynağı olması bakımından şeylerin doğası olarak ele alınışı,  Tanrının kendisi hem sebep hem de sonuç olarak varlığı bütünüyle kuşatan bizzat varlıktır. İnsan ve Özgürlük İnsan özgürlüğünden bahsederek tanrının sınırsızlığından ayrışmış bir irade fikri kullanılamaz. Spinoza’da Tanrıdan (doğa) ayrışık herhangi başka bir nesne düşünülemeyeceği gibi, bir insan da düşünülemez. İnsanın ruhu bir idea bedenin ise tek tözün diğer bir sıfatı altında o ideaya karşılık gelen bir yayılımsal cisimdir (hem ayrı hem de bir). İnsan ideal ve mekanik bir zorunluluk altındadır. Descartes’te gördüğümüz gibi iradenin Tanrı’dan ayrışarak özgür olması gibi bir durum söz konusu değildir. Özgürlük, sadece Tanrı’ya özgüdür. İnsan için bir özgürlükten bahsedilecek ise bu kendi özünü ve bundan dolayı içerisinde bulunduğu zorunluluğu fark ederek o zorunluluğun kendisine boyun eğmesi ile mümkündür. 7. LOCKE VE BERKELEY Locke-Doğuştan İdealar Eleştirisi Locke, rasyonalizmin temel ilkelerinden biri olan doğuştan idealar teorisine karşı çıkar. Descartes’in meditasyonları sonucunda ulaşmış olduğu apaçık idealar, bu yoldan geçmeyen kişilerin bilinçleri için hâlâ mevcut değildir. Bir ideanın mevcut olduğuna yönelik tek olumlu veri onun bilincinde olmaktır. Öyleyse bilincinde olunmayan ideaların mevcut olduğunu söylemek bir hata olabilir. Locke, doğuştan içkin olarak taşıdığımız ideaların bulunmadığını ve aksiyom olarak alınan tüm yargıların sonradan edinildiğini ancak edinilme yolu unutulduğu için sanki hep varmış gibi düşünüldüğünü savunur. Locke-Epistemolojinin Öne Çıkışı Locke metafizik olarak kanıtlanmış olan doğuştan ideaları saf dışı bıraktığı zaman, onların yerine sonradan elde edilecek bir bilgi yapısı kurmak zorunda kalır.  Sonradan ortaya çıkacak olan veriler  Verileri işleyecek zihinsel bir yapı. Zihnin bilgiyi nasıl edindiği sorunu epistemolojik bir sorundur. Locke bütünüyle geçişi tamamlayamamıştır, bu geçiş, bütünlüğünü Hume’da kazanacaktır. Locke-İdea Locke için zihnin nesnesi olan her ne varsa hepsi ideadır. Locke, zihnin kendisine konu edinebileceği her şeyi idea olarak adlandırır. Bu bir bakıma Descartes’in algı dediği şeye denk gelen bir yapıdır. Locke için idealar ikiye ayrılır  Basit idealar: Duyu veya refleksiyon yolu ile elde edilir,  Karmaşık idealar: Zihnin düzenleyici bir aktivitesi sonucunda ortaya çıkar, üçe ayrılır: o Modus idealar, o İlişki ideaları, o Soyutlama ideaları. Locke-Tabula Rasa ve Zihnin Yetileri Basit idealar, zihinde iz bırakan idealardır. Zihin, başlangıçta daha üstüne bir şey yazılmamış bir sayfa gibi boştur. Basit idealar zihne iz bırakarak onu doldururlar ve böylece diğer idealar ile ilişkilendirilebilmeleri mümkün olur. Zihnin yetileri:  Algı (verileri alabilme),  Bellek (verileri saklayabilme),  Ayırt etme (ideaları birbirinden ayırma),  Karşılaştırma,  Birleştirme (ideaları bir araya getirme),  Soyutlama yetisi (tekil nesnelere ait olan özelliklerin, tekilliğinden ayrı olarak ele alınması). Bu yetiler ile birlikte verili olan içeriği düzenleyerek insan kendi düşüncesini oluşturur. Locke-Dil ve Genel Terimler Locke için sözcüklerin her biri bir ideaya karşılık gelir. Tek tek nesnelere işaret eden sözcüklerin dışında soyutlama ile elde edilmiş idealara karşılık gelen sözcüklere genel sözcükler denir (insan üretimidir, soyutlanmış idealarda doğada kendilerinde bulunmazlar). Locke-Descartes’e Yönelik Ben Eleştirisi Descartes’in “ben varım” yargısına ulaşma yolu, farklı farklı düşüncelerinin varlığı idi ve düşündüğüm sürece ben varım diyordu. Locke bu argümanı eleştirir. Ortada bulunan tek tek algılardır, tek tek düşünmelerdir; bu tek tek düşünmeler, bunların sadece bu düşünmeler arasında kalındığı sürece bunların altında yatan birliği sağlayacak tek bir ben tözünü vermez. Berkeley-İdealizm Locke birincil ve ikincil nitelikleri, birincilerin dışarıya ait olması bakımından ayrıştırır. Ancak Berkeley birincil ve ikincil nitelikleri birbirlerinden ayrı yerlere koymaz. Bizim için duyu algısı, duyulardan değil duyu idealarından oluşur çünkü bunlar düşünsel nesnelerdir. Birincil ve ikincil nitelikler arasında ontolojik bir öncelik sonralık ilişkisi yoktur, hepsi idea olmakla birlikte ontolojik olarak eş değerdir. İdeaların kaynağı idealar olmak zorundadır. İdealar düşünseldir. Verilerin tüm kaynağı tek bir noktada Tanrı’da toplanır. Tanrı bizim için tüm ideaların kaynağıdır. Berkeley, Algılayan-Algılanan Ayrımı Zihnin her nesnesi ideadır ve idea bizzat zihnin algıladığı şeydir. Açık bir şekilde algılanan ve algılayan ayrımı vardır:  Algılanan idealar, algılanmakta olduklarından ötürü edilgendir,  Algılayan tinler (spirits) ise etkindir. Berkeley-Soyut İdealar Yoktur Berkeley, Locke’un zihnin yetileri ile soyutlama yolu ile elde edilen soyut idealar fikrine karşı çıkar. Soyut idealar oluşturulamaz, bilgi için gerekli değildir ve tutarsız oldukları için anlaşılamazlar. Algılanmayan şeyin var olamaz, içerik sahibi olmayan herhangi bir yapı yoktur. Kendinde tekil olan idealar kullanımında çoğuldur. Berkeley-İdeaların Kaynağı Olarak Tanrı Zihinde bulunan ideaların kaynağı Tanrıdır. İdealar pasif oldukları ve onların tüm mevcudiyetleri algılanışları sırasında ortaya çıktığı için, tine bağımlı oldukları göz önünde bulundurulursa bunlar diğer bir ideanın oluşmasına yol açacak gücü kendilerinde barındırmazlar. Tüm ideaların kaynağını ararken “ben” duyusal idealar üzerinde bir etki sahibi değildir ve ideaların kaynağı olamaz. Bu tin, diğer tümünden daha güçlü ve “bir” olan Tanrı’dır. 8. HUME Duyu ve Algı Zihnin en ilkel düzeyi olan dil öncesi düzey: Henüz duyunun karmaşık verisinden bir nesneyi ayırt edemeyecek durumda olan yeni doğmuş bir bebeğin zihni gibidir. Zihnin yapısı:  Algı Bilincinde olduğumuz her şeydir veya bir bilincinde olma durumudur.  İzlenim, zihinde canlıdır.  Canlılık, zihnin odaklanmasıdır. Algıyı karmaşık duyudan ayıran, algının birlik taşımasıdır. Algılama bir durumdur, tek bir kerede olur. Zihin duyu verisini çeşitliliğinden herhangi bir şey ile ilişkilendirerek herhangi bir şey kopartıp alamaz, bu karmaşık duyu verisinin bütününü bir olarak alır (algı izlenimi). İzlenim, dışsallığı bakımından güçlü, zihinde algılanması bakımından canlıdır İzlenimler ve İdealar Dışarıdan kendini dayatarak gelen izlenimler, sürekli değişir. Daha önce bırakılmış olan izler odaktaki yerlerini kaybederek canlılıklarını yitirirler. Anımsama onları daha sonradan tekrar canlandırmamıza yarar İdealar: Canlılığını yitirmiş ancak içeriğini henüz yitirmemiş algılar. Hume, doğuştan ideaları reddeder. İki türlü algı vardır:  Canlı olanlar: izlenim.  Cansız olanlar: İdea. Cansız şekilde algılanmaya devam eden duyumların bütünü, belleği (veya hafızayı) oluşturur. Algıların her biri (duyu izlenimi) ile bellek ideası, birbirleriyle ayrıktır. Aralarında ilişki ile birlikte gelmezler. Bu durumda, bu ilişkiyi kuracak bir güç gerekir. Zihindeki izlenimlerle gelen gücü yönlendirecek yeti imgelemdir. İmgelem kendinde mevcut bulunan bir gücü kullanarak ilişki kurmaz, sadece mevcut gücü yönlendirir. Doğal ilişkiler İmgelemin kendiliğinden yaptığı işlem, üç ilke ile belirlenir (Çağrışım ilkeleri).  İlişki  Bitişiklik  Neden-etki Bu ilkelerden her biri, bir diğeri ile dayanışması içinde imgelemin kurduğu ilişkileri belirler. Kurulan bu doğal ilişkiler, aynı zamanda kendilerinde birer algıdır. Üst Düzey İlişkiler İlişkiler arasında başka ilişkiler de oluşabilir. Böylece giderek soyutlaşan ve içeriğini kaybeden idealara ulaşırız, bunlara imgelem ideası denir. Kurulan ilişki dışarıdan gelenle içeride bulunan arasında değil, içeride bulunan ile bir diğer içeride bulunan arasındadır. İdealar bir algıdır ve algı bir şeyin bilincidir. Her biri tekil bir şeyin bilinci olan idealar, nasıl olur da tümel bir şey olabilir ve birden fazla şey için geçerli olabilir? Hume, bu aşamada Berkeley’in genel terimler fikrinden faydalanır. İmgelem algıların içerisinde, iliştirilecek bir şeyler arayarak bunları birbirleriyle iliştirmekle uğraşmaz ve mevcut kurulu ilişkiler üzerinden ilerler. Göz önüne gelen tekil olsa da geçerliliği tüm bağlaşık olduğu idealar üzerindedir ve bundan dolayı tümeldir. Felsefi ilişkiler Artık gelinen düzeyde elimizdeki ilişkiler, felsefi ilişkilerdir. Dilsel bir düzeydedir ve akıl yürütmelerde kullanılabilir. Felsefi ilişkileri Hume, iki sınıfa ayırır:  İdeaların İlişkileri (kesinlik, a priori, tecrübeye dayanmaz) o Sezgisel o Tanıtlayıcı (dedüktif)  Olguya dair ilişkiler (olasılık, a posteriori, tecrübeye dayanır) İdealar Arası İlişkiler İdealar arası ilişkiler kendi içlerinde ikiye ayrılır:  Sezgisel ilişkiler  Dedüktif ilişkiler (tanıtlayıcı). Sezgi, bir ilişkiyi dolaysızca açık seçik olarak görmektir. Dedüksiyon bir ilişkiyi peşi peşine birden fazla sezgilemenin ardından dolaylı olarak görmektir. Benzerlik, karşıtlık ve nitelikte derece ilişkileri sezgisel ilişkilerdir. Sayı ve nicelikte oran ilişkisi dedüktif bir ilişkidir. Herhangi bir sayının birim ile ilişkisi, sezgiseldir. Hume'un kurduğu yapı a priori olmasına rağmen, sentetik bir yapıda olan bu ilişki tipi, daha sonra Kant’ın sentetik a priori kavramının temeli olarak görülebilir. Olgulara Dair İlişkiler Olgulara dair ilişkiler:  Zamansal ve mekânsal ilişkiler,  Özdeşlik,  Nedensellik. Bu ilişkiler, gündelik hayatta kesinmiş gibi alınsalar da aslında sadece olasılık bildiren ilişkilerdir. Bir şeyin ne zaman olduğu, o şeyde içerilmez, bunu bize tecrübe bildirir. Özdeşlik ilişkisi (önümüzdeki bir kalem biz bakmazken, ona çok benzeyen başka bir kalemle değiştirilirse biz onu hâlâ aynı kalem olarak algılarız). Nedensellik doğa bilimlerinin temelini oluşturan ilişkidir. Kesinlik Üç ilişki çeşidi bir kesinlik taşımaz. İmgelem aynı ilişkiyi tekrar tekrar kurdukça, o ilişki güçlenir ve gittikçe bu geçiş kolaylaşır (A’nın B ile ilişkisi kuruldukça A’nın B’yi çağırma olasılığı artar). Bu durum alışmadır ve alıştığımızda, bu ilişki üzerinden çok kolay bir biçimde ilerleyebiliriz. Zorunluluk, bizim bir algının ne kadar canlı çağrıştığına dair iç hissimizdir. 9. KANT (I) Kant, sezginin yani zihin ile nesnesi arasındaki dolaysız ilişkinin, anlayışın değil salt duyunun işi olduğunu fark eder. Sentetik Apriori Bilgi, bir şey hakkında bir şey belirtir, dolayısıyla tek bir fikir olamaz. Yani kalem veya at, tek başına bir bilgi olamaz, bilgiden bahsedebilmemiz için “kalem yazar” veya “at koşar” gibi bir yargının olması gerekir. Yargılar, ikiye ayrılır:  Analitik yargılar: Yargının yükleminin konusunun, içermediği herhangi bir yeni şeyi ona yüklemediği yargılar (yeni bilgi vermez);  Sentetik yargılar: Yargının konusunun içermediği yeni bir şeyi yüklemin ona eklediği yargılardır (bilgi verir, kesinliği şüphelidir). Yargılar arasındaki bir diğer ayrım: A priori yargılar: Daha nesnesi ile karşılaşılmadan önce kurulmuş yargılardır (öncel yargılar); A posteriori yargılar: Sonradan kurulmuş yargılar. A priori yargılar Deneyimden önce gelir, zorunlu olarak deneyimde verilmiş olanlarla kesinlikle çelişemez. A posteriori yargılar: Deneyimden sonra gelenler, diğer yargılar a pasteriori yargılarla çelişebilecek olanlardır. a priori yargılar: analitik a posteriori yargılar: sentetik. Kant, sentetik olan bir yargının a priori olabileceğini savunur. Sentetik apriori bir yargının mümkün olması, ancak o yargının bir taraftan deneyimden bir şeyler alması ve içinde deneyime aşkın bir şey barındırması ile mümkündür. “Metal ısındıkça genleşir.” (hem duyarlığın hem de aklın işlemi söz konusudur). Transandantal Dönüş Transendent, aşkın demektir. Transandantal ise duyunun içeriğine aşkın olan anlamında kullandığı sınırlayıcı bir kavramdır. Bizzat hiçbir deneyimin içeriğinde bulunmamakla birlikte o deneyimin olanaklarını belirleyen transandantaldır. Deneyimin kurulmasının zorunlu kuralları, deneyimi sınırlar ve belirler, deneyimin içeriğinde bulunmasa bile onun nasıl olacağını belirler ve bundan dolayı transandantaldir. Transandantal Estetik Kant, Saf Aklın Eleştirisi’nin Transandantal Estetik kısmında, estetiğin etimolojik olan duyu anlamını kullanarak buna izin verecek zihinsel bir yapı kurar. Mekân ve zaman duyarlığın a priori formları olan saf görülerdir (transandantal görüler). Zihin saf olarak bulunan bu transandantal görüleri, içerisinde duyunun çeşitliliğini düzenler. Burada şeyleri birbirlerinin yanında, sağında, solunda, öncesinde, sonrasında vb. olarak dizer. Ancak bu, onları anladığı anlamına gelmez. Bu ikisinin salt görüsel olması, birkaç tane gerekçelendirme olmakla birlikte, en temelinde yön ve zamansal sıralamanın dilsel olarak aktarılamaması ile gerekçelendirilir. Mekân ve zaman kavramsal değil, görüseldir. Mekânsal ve zamansal düzen içerisindeki veri çeşitliliğini bir araya getirecek ve onları yargı biçiminde ele alacak bir yapı olmalıdır. Kant, bunları, transandantal analitik başlığında ele alır. KANT (II) Transandantal Analitik Kant, dilsel olan ile doğrudan kapsamadığı bölgeyi, duyarlığı, anlattıktan sonra artık dilsel olan bölgeye gelir. Aklı transandantal analitik ve transandantal diyalektik olarak iki bölümde ele alır. Duyarlılık, duyunun çeşitliliğini zaman ve mekân formları içerisinde düzenlerken; anlama yetisi, yargılarını kategorilere göre düzenler. Kategoriler: İçeriksiz kavram. Herhangi bir bilgi vermemekle birlikte anlama yetisi, yargıları kategorilere göre düzenler. Kategorileri bilemeyiz ancak her şeyi, onların dolayımında biliriz. Anlama yetisinin kavramlarla duyarlığın görülerini ilişkilendirilerek düzenlenmesi, yargıları meydana getirir. Kant kendisinden önceki mantık çalışmalarında yapılan ayrımlara dayanarak, 12 temel yargı biçimi ortaya koyar:  Tümel (Bütünlük),  Tikel (Çokluk),  Tekil (Birlik),  Olumlu (Gerçeklik),  Olumsuz (Negasyon),  Sonsuz (Sınırlama),  Kategorik (Töz, ilinek),  Hipotetik (Nedensellik, bağımlılık),  Ayrıştırıcı Birliktelik),  Problematik (Olanak-olanaksızlık),  Asertorik (Mevcudiyet-mevcudiyetsizlik),  Apodiktik (Zorunluluk-olumsallık). Tüm deneyim, birbirinden kopuk ve ayrık yargılar olarak görünür ve Kant, Hume’un kuşkusundan kurtulamaz. Bunu aşmak üzere tamalgı (apperception) fikrini kullanır. Kant için, zihin deneyimlerinden meydana gelmez, deneyimler zihnin birliği altında meydana gelir ve dolayısı ile bu deneyim, “zihnin birliğinde meydana gelme”nin kanunlarına uygun olarak ortaya çıkmalıdır. Tamalgı: Deneyimlerin bütününün bilincinin içeriksel olmayan ancak salt sayısal olan birliğidir. Deneyimin yargıları sürekli birbirleriyle eklemlenerek ve büyüyerek doğa anlayışını meydana getirir. Ancak bu hâlâ koşulsuz yargıları ortaya koyabilmek bakımından yeterli değildir. Akıl Kant için akıl, insan zihninin koşullu olan yargıyı koşulsuza çekme gücüdür. Görülen tüm kuzuların beyaz olması zorunlu olarak tüm kuzuların beyaz olduğunu söyleyebilmek için mantıksal olarak yeterli değildir. Mantıken zorunlu olmayan bu geçişi, akıl gerçekleştirir. Anlama yetisinin sonsuz kuruluşunu durdurabilme gücü akılda saklıdır. Akıl bizzat kendi gücünü kullanarak anlama yetisinin dünya gibi koşulsuz bir birlik altında işlem yapmasını ve ona bağlı olarak koşulsuz veriler sunmasına izin verir. Akıl konu edinildiğinde, Ben, Evren ve Tanrı olmak üzere üç farklı idea olarak ortaya çıkar.  Ben, düşünen öznenin birliği;  Evren, zihinde ortaya çıkan deneyimin koşullarının mutlak birliği;  Tanrı, düşüncenin tüm nesnelerinin koşulunun birliği. Bunlar bilgilerin düzenleniş biçimleridir, daha ötesi değildir. Pratik Akla Geçiş Kant için bilginin konu edindiği alan, deneyimdir. Deneyim, insan zihninin içeriğini dışarıdan alarak kurduğu bir yapıdır. Dışarıda ne olup bittiği bilginin konusu değildir. Şeylerin kendisi veya kendinde şey, bilginin kuşatamayacağı bir alandır ve aklın teorik kullanımı ile açıklanamaz, temellendirilemez ve kabul edilemez veya reddedilemez. Aklın pratik kullanımı ise bu alan hakkında bir uygulama alanı açar. Aklın teorik kullanımı deneyimde olanın ne olduğu üzerine bir düzenleme yaparak yargıları düzenlerken pratik kullanımı ne olması gerektiği üzerine bir düzenleme yapar. Özgürlük, Kant için doğal eğilimlerden ayrılma ve akli ilkelere göre eyleme özgürlüğüdür. Özgür olan, salt kendinden hareket eder ve akıl sahibi olan kendi eylemlerini salt kendi aklının ilkeleri üzerinden kurduğu sürece özgürdür. Akıl pratik kullanımı ile özgürlüğü kurar, özgürlük doğada değil akıldadır. Aklın a priori yasaları zorunlu olduğundan, akıl sahibi herkes için nesneldir. İnsan kendi kaderini kendi ellerine almalı ve doğanın zorunluluğundan kendi çabası ile kurtulmalı, kendisini böylece belirlemelidir (Aydınlanma). İnsanın zihninde teorik olarak kurduğu bir doğa vardır, bu insan özgürlüğün olduğu ikinci bir doğadadır ve bu ikinci doğa yine insanın zihninin içindedir. Kant’ın felsefesi birbirleri ile bağdaşamayacak iki farklı doğa koymuştur, bunların her ikisinin de birliğini kuracak bir yapıyı kurmaya çalışmışsa da kuramadığı üzerine genel bir uzlaşı vardır. TARİH VE EVRİM DÜŞÜNCESİ Tarihselcilik ve Evrim Kopernik, Galileo ve Newton ile gelen astronomik devrimler, insanların evrene bakışını kökten bir şekilde etkilemiştir. Fakat evrene ilişkin algının değişmesi, zamanın algısının değişmesine sebep olmamıştır. James Hutton, dünyanın geçmişteki gelişiminin günümüzde süregelen değişimlerle açıklanması gerektiğini söyleyen ilk kişidir. Biyolojik araştırmalar, özellikle Fransa’da derinleşmiştir. Cuvier, eski türlerin arka arkaya gelen sellerle yok olduğunu ve her seferinde yerlerini yeni türlerin aldığını söyler. Yaptığı tür sınıflandırması, sonradan kabul edilen sınıflandırmadan çok da farklı değildir. Erasmus Darwin ve Lamarck, türlerin zaman içerisinde geliştiği düşüncesini ileri sürmüşlerdir. Günümüzde evrim teorisi olarak bildiğimiz bu teori, transmutasyon adı altında geçmektedir fakat henüz bilimsel bir temeli oluşmamıştır. Darwin’in çağdaşı Charles ilk başta transmutasyon görüşünü reddeder fakat görüşleri, ortak ata düşüncesini destekler niteliktedir. Transmutasyon bilimsel temeli olmamasına karşın cazip bir görüş hâline gelmektedir, fakat pek çok rahibin de tepkisini çekmektedir. Türlerin Kökeni’nden önce transmutasyon adı altında evrim, tanınan bir düşünceydi, akla yatkın geliyordu ve fosiller de bu düşünceyi destekler nitelikteydi. Doğal seleksiyon görüşüyle türlerin neden geliştiğini açıklayabilen Darwin, Türlerin Kökeni’ni yazmaya başlar. Fakat kitabını tamamen doğal seleksiyon görüşüne dayandırmak istemez ve ardından geliştirdiği cinsel seleksiyon görüşü de, doğal seleksiyonun açık noktalarını bildiğinin bir göstergesi olarak kabul edilebilir. Huxley, biyolojinin de görünen şeyleri açıklamak için fiziksel sebepler araması gerektiğini, doğaüstü açıklamalara dayandırılamayacağını söyler ve Darwin’in görüşlerini savunur. Darwin, hâlihazırda ortada bulunan bir görüşe inanması bakımından yeni bir şey yapmamıştır, fakat doğal seleksiyon teorisi sayesinde, transmutasyonun bilim dünyası tarafından sağlam bir hipotez olarak görülmesine olanak sağlamıştır. Evrimin İşleyişi Evrim nesnelerin kendi içsel özellikleri üzerinden değil, çevre ile girdikleri ilişkilere göreli olarak ele alınmasıdır. Evrim Anlayışının Getirisi Evrim düşüncesinin temel olarak getirdiği değişim, doğa anlayışı üzerinedir. Evrimin karşıt düşüncesi olarak teleolojiyi alabiliriz. Teleolojik doğa anlayışı, evrenin belirli bir amaca doğru gittiği anlayışıdır. Doğayı teleolojik olarak ele almak, herhangi bir anda ne olacağının sebebini, sonradan ne olacağı üzerinden incelemektir. Evrimsel bakış ile birlikte ne olacağı sorusu ne olduğu sorusu üzerinden belirlenir. Burada temel olan fark, bakışın yönünün değişmesidir. Evrimsel olarak geyikler boynuzlu olma ereğine sahip oldukları için boynuzlara sahip değildirler, içinde bulundukları tarihsel koşullar boynuzlu olan geyiklerin hayatta kalmasına izin verdiği için boynuzludurlar. Evrim, bir amaçla işlemez, amaç işlemle ortaya çıkar. Dağlar önceden öyle amaçlandığı için değil, çevre koşulları öyle gerektirdiği için oldukları hâli alırlar, hayvanlar önceden öyle belirlendiği için değil, çevresini saran doğa içerisinde sadece öyle hayatta kalabileceği için oldukları hâli alırlar. Bu toplumlar için de geçerlidir. Toplumsal olarak gerçekleşenler, metafizik bir insan özü üzerinden değil, tarihsel olarak anlamlandırılmaya başlanır. Tarihsel bakış Evrim anlayışının ortaya çıkması, dünyayı artık dünya dışı bir şekilde açıklamak yerine, geçmiş üzerinden açıklama fikrini ortaya çıkartır. Evrimin temel tezi, olan şeylerin oldukları şekle gelmelerinin sebebinin tarihsel oluşudur. Hegel ile birlikte, felsefi olarak artık nesneler özsel olarak değil, tarihsel olarak anlaşılmaya gereksinim duyacaklardır. HEGEL Hegel, Kant’ın kendinde şey ve deneyim arasında çektiği ayrım çizgisini aşmaya çalışır ve bunun için, insanın nesnesi ile kurduğu ilişkinin fenomenolojik bir analizini yapar. Bilincin çeşitli formları: Mutlağın bilincine ulaşabilmek için gerekli olan bilinç süreçlerini ortaya çıkarmaktır. Bilinç, nesnesi ile dolaysız bir ilişki içerisinde bulunur. Bilincin duyuların akıp giden yapısı içerisinde tümel olarak nesneyi yakalaması, algıdır. Algının tümel olarak yakaladığı nesnesi, salt birdir. Algı, bir olan nesne ile çok olan özellikleri bir arada tutamaz ve dağılarak dolaysız eminliğe döner. Anlama, öznenin rolüdür. Bilinç, bir ve çok arasındaki ilişkiyi güç üzerinden anlar. Bilinç, güçleri yasalar ile eşleştirir ve yasaları hiyerarşik bir biçimde birleştirir. Ortaya çıkan duyuüstü dünya, bizzat bilincin kendi kurduğu dünyadır. Bilinç bu aşamada kendisinin bilincine varmalıdır ki bilincin bütünlüğü ortaya çıkabilsin (öz-bilinç bölümüne geçiş). Sürekli dünyayı izleyen bir bilincin kendi bilincine varması, ancak onun bilincine vararak onun bilinçliliğini nesnelleştirecek başka bir bilincin bilincine varılması üzerinden mümkündür (toplum düşüncesi ve toplum tarihi). Tarihsel koşullar altında beliren toplum içerisinde insan ortaya çıkar. Kant’ın aklın teorik kullanımı Hegelde Bilinç, pratik kullanımı Öz bilinç. İnsanlar toplum, toplumlar ise büyük bir ruh altında toplanırlar. Doğa ve ruh diyalektiği, mutlak bir ruhun idealarının tarihsel gerçekleşmesidir. Hegel mantıksal sistemini kurarken, bir başlangıç noktası bulması gerektiğini düşünür. Bu var’lık, ister düşünce ister yayılım (uzam) olsun bizzat tüm mevcudiyete önceldir ve dolayısı ile herhangi bir belirlenimi yoktur ve boş, nicel bir birlik olan bizzat var’lığından başka bir şeye işaret edemez. Ve hiçbir şeye işaret edemediği için aynı zamanda herhangi bir şeyin varlığını da göstermeyerek yokluğun işaret ettiği şeye işaret eder, bu yokluk, hiçbir şeyi işaret etmemenin kendisidir, bizzat saf varlıktır. Bizzat varlık, kendi içerisinde yokluğu, yokluk ise varlığı saklar. Belirlenmemiş salt varlığa ulaşabilmek için tüm belirlenmiş olanları gözden çıkarmamız gerekir, tüm belirlenmişleri gözden çıkardıkça da yokluğa ulaşırız. Yokluktan bahsedebilmemiz için de tüm varlığı ortadan kaldırmamız gerekir ve bu şekilde saf varlığa ulaşırız. Yokluğun kurulumunun zorunlu olarak varlığa ve varlığın kurulumunun zorunlu olarak yokluğa geçişi, oluşu meydana getirir. Hakiki olan ne salt varlık ne de salt yokluktur, bunların birbirlerine geçişleri ve birbirlerinde yitişleridir (hareket, oluş). Hegel, evrim anlayışını ve onu ortaya çıkaran tarih anlayışını yakalamış ve bunu tümellere uygulamıştır. Tümeller, durağan yapılar değil aksine bizzat kendileri bir etkinlik olarak bulunan yapılardır; varlık yokluğa geçmedir, yokluk ise varlığa geçmedir. Varlık ve yokluk tümelleri ile yakalamaya çalıştığımız her şey, ancak oluş ile anlaşılabilir. Olanın olmamaya ve olmayanın olmaya başlaması olarak oluş, belirli bir varlığı ortaya çıkarır. Mantık, bu yoldan zorunlu ilişkiler ile diğer tümelleri doğurarak devam eder ve en sonunda diğer tüm ideaların iç ilişkilerinin bütünlüğünü kuşatan mutlak ideayı ortaya çıkarır. Bu noktada mantık tarihseldir, diyalektik bir biçim almıştır. Diyalektik olarak doğa ve ruh, tek bir mutlak birlikte, tinde sentezlenir. Ruh, salt olarak doğanın karşıtıdır, doğanın varlığının karşısındaki yokluktur. Doğa ve ruhun birliği kendini anlamaya çalışan aynı zamanda bir bilinç olan tek bir tözün ilerleyişidir, bu mutlak tindir, tanrıdır. İnsanlığın doğayı ve kendini anlaması, tinin kendisini anlamasıdır. MARX Hegel: Mutlak idea tüm varlığı kuşatır ve fizik doğa onun gerçekleşmesidir. Marx: Düşünce doğanın bir yansımasıdır. Marx, Hegel’in idealist biçimde yapmış olduğunu materyalist bir şekilde yapmak ister. Diyalektik bir düşünme söz konusu olduğu sürece, zıtlık oluşturan kavramlar her zaman iç içedir. Diyalektik idealizm (Hegel) ile diyalektik materyalizmin (Marks) birbirinden ayrıştırılması öncelik ile alakalıdır. Hegel’de, en başta düşünce vardır, Marx için ise en başta doğa vardır. Doğa-insan diyalektiği: Doğa kendine yabancılaşarak içerisinden insanı çıkartır. İnsan, sadece fizik kurallarına göre hareket etmez, aynı zamanda bu kuralların bilincindedir ve bu kuralları kendine göre işletebilir. İnsan bilincinde olduğunun da bilincindedir. İnsan kendi amaçlarını temele alarak doğayı şekillendirir. Doğa, dinamik bir yapıya kavuşur, insanın etkilediği bir doğa hâline gelir. Son durumda doğa insanı da kapsar. Doğa ve insan daha üst bir mutlak doğa altında birleşir. İlk doğa statik bir yapıdayken, ikincisi dinamik bir yapıdadır. Eskisinde salt fizik kurallar işlerken, ikincisinde toplumsal kurallar da işler hâldedir. Diyalektik materyalizm varlığı, doğa, toplum, toplumlu doğa sırası ile inceler (bilimsel bir yapı). Doğa  Toplum  Toplumlu Doğa Toplumsal olan doğa içerisinden çıktığı için, toplumsal bilimler de doğa bilimleri kadar bilimsel kesinliktedir. Doğa bilimlerinin nesnesi inceleyene aşkındır, ancak toplumsal bilimlerin nesnesi inceleyene içkindir. İnsanlar bilincine vardıkları şeyleri birbirlerine aktararak birbirlerinin üzerinde etki sahibi olabilirler. Toplumsal olanı bilimsel olarak ele alıp inceleyen Marx, toplumsal olayların temelinde insanların yaşayışları ve buna dair bilişi arasındaki uygunluk ile düzene, uygunsuzluk ile düzensizliğe geçer. Devrimler çağı (Marx): İnsanın yaşama bakış açısı, yaşamını gerekçelendirmesine yetmediği zaman, bizzat toplumun kendisini değiştirmeye başlar. Marx’a göre insanlar yaşam düzenliliğini ekonomi üzerinden yakalarlar. Bir insanın eylemlerini belirleme biçimlerinden biri ekonomidir. Amaçları doğrultusunda davranan insan, amaçlayabilecekleri arasından daha değerli gördüğü şeyi seçerek onu amaçlar. Dolayısı ile verdiği değere göre davranır. Verilen değer, karşılığında bir üretim gücü yani emek harcanmasını gerekli kılar (Değer=Ortak nesnel değer). Kapitalist toplum: Üretim araçlarının özel olması. Üretimin iki kaynağından birisi emek iken bir diğeri üretim araçlarıdır. Toplumsal standardı belirleyen temel ilke üretim araçlarıdır. Üretim araçlarının gelişmesi ile birlikte standart emek ihtiyacı azalır. Marx’ın kapitalizm çözümlemesi kapitalizmin çökmesini ve yerini üretim araçlarının özel mülk olmadığı bir topluma geçişi gerektirir. Marx’a göre bu tür bir toplum, herkesten yeteneğince alınacak ve herkese ihtiyacınca verilecek bir toplumdur. ROMANTİKLER VE NİETZSCHE Romantizm akımı, yüzyılın sonu ve yüzyılın başlarında ortaya çıkmış bir düşünce akımıdır (klasisizme tepki) Klasisizm akımının doğmasında belirleyici rol oynayan etken, Fransa’sının siyasi yapısıdır (monarşi, düzen, kural yönetimi). Klasisizm akımını oluşturan en temel unsur, akıldır (akıl kuralcıdır, yönetme becerisine sahiptir, duyguları kontrol altına alabilmeyi sağlar). Klasisizme göre insanın duyguları arka plana atılmıştır. İnsan, akıl ve duygu varlığı olduğundan duyguları tamamen engellemesi mümkün olmayacaktır. Fakat klasikçilere göre insan duygu durumuna, akıl sayesinde bir yön bulacaktır. Klasisizmde aklın ve sağduyunun ortaya koymuş olduğu düşünceler bilimi hızlandırmıştır. yüzyıl filozoflarına (Rousseau, Montesquieu) göre klasisizm düşüncesi, ilerlemenin önündeki büyük bir engeldir. Romantizm Fransız İhtilali ile gelen siyasal ortamda oluşmuş bir düşünce akımıdır. Bu dönemde, romantizmle birlikte akıl, yerini duygulara bırakır. Romantiklerin kendi felsefeleri için belirledikleri ölçüt akıl değildir. Kurallılığın ve düzenin yerini duyguların almasıyla birlikte birey, (öznellik) ön plana çıkar. Romantizm aklın esas almış olduğu aydınlanmacı tutum fikrine karşı çıkar. Romantizm felsefesi, aydınlanmacı filozofların dayanak olarak gösterdikleri akla yönelik bir eleştiri olarak ortaya çıkmış bir düşünce akımıdır. Aydınlanmanın toplumsal, ahlaksal ve siyasi olarak toplum için yetersiz kalışı romantizme yön vermiştir. Aydınlanma düşüncesinin en önemli özellikleri: İnsanın akıl sahibi olması, insanın dünyayı kendi aklıyla yönetme arzusu ve aklın biricik oluşu. Romantizm aklın aşkınlığına şüpheyle yaklaşmaktadır. Romantizmde duygular ve sezgilerin öne çıkar. Romantizmin, sanat ve felsefe açısından yorumunda doğaya geri dönüş vardır. Romantizmde, bilim de yerini doğa felsefesine bırakmıştır. Romantizm, insanı da doğanın bir parçası olarak görmektedir. Romantizmin en belirgin anlayışı; tutku, sevgi ve özgürlük duygusudur (bireysellik, öznellik, ben düşüncesi). Romantik filozoflara göre doğa, insanla Tanrı arasındaki ilişkiyi kurar (doğa yüceltilir). Nietzsche Nietzsche, bir sistem inşa etmeye çalışmadığı gibi, bu düşüncenin de karşısında yer almıştır. Eserlerinde de bütünlük yerine parçalılık, nerdeyse tamamen aforizmalara veya fragmanlara benzeyen bir tarz kullanmıştır. Romantizmin etkilerini de taşıyarak güçlü, tutkulu bir edebi üslup kullanması şair-kâhin-filozof imgesinin de temsilcisi olmuştur. Aydınlanmanın dayattığı akla, hümanizmin öne çıkardığı değerlere karşı çıkar. Nietzsche, kendinden önceki her şeye kuşkuyla bakar, geleneksel felsefe/metafiziği yıkmak ve tamamen yeni bir başlangıç yapmak ister. Nietszche, kendi deyimiyle “çekiçle felsefe yapan” bir filozoftur (yanlış olduğunu düşündüğü bütün değerleri yıkmak yerine yeni değerler, idealler kurmak). Nietszche, aynı zamanda bir ahlak karşıtıdır (Hristiyanlık karşıtlığı). Ona göre Hristiyanlık, doğal değerlerin tersine çevrilmesinin sembolü gibidir. Yoksullara, hastalara, çaresizlere vb. durumda olan insanlara merhamet gösterilmesi onların güçten düşmesine yol açmakta, zayıflatmakta, zarar vermektedir. “Tanrı öldü”: Metafizikten, dinin ön gördüğü ikinci bir dünyadan, mevcut dünyanın geleneksel algılanışından kopuşunun göstergesidir (Böyle Buyurdu Zerdüşt). Sonsuz ide, kendinde şey, öteki taraf ve hakikat düşüncesine verdiği tüm cevaplar, “Tanrı öldü” ibaresinde karşılık bulur. Gerçek bir kurgudan ibarettir ve en fazla dilde yer edinebilir. “Üst insan”: Tanrı’nın öldüğünün farkında olan, ikinci bir dünya anlayışından vazgeçmiş, yaşadığı dünyanın biricikliğine coşkuyla sarılan ve bunu olumlayan insandır. Pre-sokratik felsefe, Nietzsche’nin düşüncesinde önemli bir yer oluşturur. Gerçek anlamda felsefenin yapıldığı tek dönem, bu dönemdir. Tragedya anlayışı da bu felsefenin önemli unsurlarındandır. Nietzsche, ilk eserlerinde Yunan tragedyasından yoğun bir şekilde söz eder (Apolloncu ve Dionyssosçu düşünce ayrımı). Nietzsche’nin bakış açısıyla, dünya belirli bir büyüklük olarak düşünülmelidir ama hiçbir şekilde sonsuz değildir. Zaman sonsuzdur (zaman ve sonsuzluk bir arada). Sonsuzluk içerisinde, şeylerin mümkün olması zorunludur. Nietzsche’nin felsefesi nihilizme de kapı açar (trajik bilgelik). Bireysel büyük insan: Düzen anlayışıyla, kurallarla ya da kısıtlamalarla sınırlanmaması gereken kural dışı biridir ve kendi yasasını kendisi koyar (Bu düşünce Nietzsche’nin estetik anlayışını etkilemiştir).

nest...

çamaşır makinesi ses çıkarması topuz modelleri kapalı huawei hoparlör cızırtı hususi otomobil fiat doblo kurbağalıdere parkı ecele sitem melih gokcek jelibon 9 sınıf 2 dönem 2 yazılı almanca 150 rakı fiyatı 2020 parkour 2d en iyi uçlu kalem markası hangisi doğduğun gün ayın görüntüsü hey ram vasundhara das istanbul anadolu 20 icra dairesi iletişim silifke anamur otobüs grinin 50 tonu türkçe altyazılı bir peri masalı 6. bölüm izle sarayönü imsakiye hamile birinin ruyada bebek emzirdigini gormek eşkiya dünyaya hükümdar olmaz 29 bölüm atv emirgan sahili bordo bereli vs sat akbulut inşaat pendik satılık daire atlas park avm mağazalar bursa erenler hava durumu galleria avm kuaför bandırma edirne arası kaç km prof dr ali akyüz kimdir venom zehirli öfke türkçe dublaj izle 2018 indir a101 cafex kahve beyazlatıcı rize 3 asliye hukuk mahkemesi münazara hakkında bilgi 120 milyon doz diyanet mahrem açıklaması honda cr v modifiye aksesuarları ören örtur evleri iyi akşamlar elle abiye ayakkabı ekmek paparası nasıl yapılır tekirdağ çerkezköy 3 zırhlı tugay dört elle sarılmak anlamı sarayhan çiftehan otel bolu ocakbaşı iletişim kumaş ne ile yapışır başak kar maydonoz destesiyem mp3 indir eklips 3 in 1 fırça seti prof cüneyt özek istanbul kütahya yol güzergahı aski memnu soundtrack selçuk psikoloji taban puanları senfonilerle ilahiler adana mut otobüs gülben ergen hürrem rüyada sakız görmek diyanet pupui petek dinçöz mat ruj tenvin harfleri istanbul kocaeli haritası kolay starbucks kurabiyesi 10 sınıf polinom test pdf arçelik tezgah üstü su arıtma cihazı fiyatları şafi mezhebi cuma namazı nasıl kılınır ruhsal bozukluk için dua pvc iç kapı fiyatları işcep kartsız para çekme vga scart çevirici duyarsızlık sözleri samsung whatsapp konuşarak yazma palio şanzıman arızası