yokluğunda yine yüz çevirdim aşka akor / DİL ve EDEBİYAT ARAŞTIRMALARI - PDF Free Download

Yokluğunda Yine Yüz Çevirdim Aşka Akor

yokluğunda yine yüz çevirdim aşka akor

Alev alatlı_Nuke Tüfunduszeue.info

Page 1: Alev alatlı_Nuke Tüfunduszeue.info

Coraline

Page 2: Alev alatlı_Nuke Tüfunduszeue.info

ALFA'DA ALEV ALATLI KÜLLİYATI

Schrödinger'in Kedisi [Kabus]

Schrödinger'in Kedisi [Rüya]

Viva La Muerte! • Yaşasın Ölüm

'Nuke' Türkiye!

Valla, Kurda Yedirdin Beni

O.K. Musti, Türkiye Tamamdır.

İşkenceci

Aydın Despotizmi

Kadere Karşı Koy A.Ş.

Yaseminler Tüter mi Hâlâ?

Eylül '98

OR'DA KİMSE VAR MI? KİTAP • 2

'NUKE' TÜRKİYE!

Alev Alatlı

ALFA

Coraline

Page 3: Alev alatlı_Nuke Tüfunduszeue.info

Alfa Yayınları :

Alev Alatlı Külliyatı :

'NUKE' TÜRKİYE!

A l e v Alat l ı

Birinci Basım : K a s ı m

Alt ıncı Basım : K a s ı m

I S B N :

Yayıncı ve Genel Yayın Yönetmeni: M. Faruk Bayrak

Yayın Koordinatörü : Rana G ü r t u n a

Editör: Mustafa Demirkanl ı

Teknik Editör : G ü l n u r Ö z k a r a b a c a k

Kapak Tasarımı: Mithat Ç ı n a r

Montaj, Baskı ve Cilt: Melisa Matbaacılık

Pazarlama ve Satış Müdürü : Vedat Bayrak

Satın Alma Müdürü : A l i Bayrak

Sevkiyat Sorumlusu : Ö m e r Kımı l

C o p y r i g h t © , A L F A Basım Yayım Dağıt ım Ltd. Şti.

C o p y r i g h t © , A l e v Alatlı

Kitabın tüm yayın hakları ALfA Basım Yayım Dağıtım San. ve T/c. Ltd. Şti.'ye aittir.

Yayınevinden yazılı izin alınmadan kısmen veya tamamen alıntı yapılamaz,

hiçbir şekilde kopya edilemez, çoğaltılamaz ve yayımlanamaz

Viva la Muerte beni,

" T ü r k i y e b u g ü n o k u m a z s a

yar ın m u t l a k a okuyacakt ı r ! "

t e m e n n i s i n e z o r l a y a n bir s ö y l e m i ;

"Türk ler in o k u m a d ı ğ ı n a " dair s ö y l e m i yıktı .

'Nuke' Türkiye!'yi yalnızl ık

p a r a n o y a m ı iyi leşt iren o k u r l a r ı m a

ithaf e d i y o r u m .

S a ğ o lun. Coraline

Page 4: Alev alatlı_Nuke Tüfunduszeue.info

Coraline

" T ü r k i y e v e T ü r k l e r e karşı

ha f ta la rca s ü r e n der in

bir ilgi d u y d u m - ancak,

ilgi a s l a sempati deği l .

N e N A T O n e A T n e d e

A t a t ü r k ' ü n A v r u p a l ı l a ş t ı r m a

iddias ı T ü r k ' ü

b e n i m a r k a d a ş ı m , non frere,

b e n i m b e n z e r i m , non semblable,

y a p a m a z d ı .

Ö y l e o l m a s ı n ı d a i s t e m e d i m .

T ü r k i y e ' d e n v e T ü r k l e r d e n

i s ted iğ im başkaydı-

belki d e A v r u p a ' n ı n evci l

s ıcak l ığ ın ın anti-tezi."

Phi l ip G l a z e b r o o k ,

K a r s ' a S e y a h a t

Coraline

Page 5: Alev alatlı_Nuke Tüfunduszeue.info

funduszeue.info Coraline

P A V L O V İ Ç L E R

I

"Kendi adıma yemin ederim ki, kutsadığını zaman se­

ni kutsayacağım, döllendirdiğim zaman senin tohumla­

rını yeryüzündeki yıldızlar, kıyılardaki kum taneleri ka­

dar çoğaltacağım ve senin tohumun tüm düşmanlarının

kapısını tutacak ve dünyanın bütün ulusları senin tohu­

munla kutsanacak; çünkü, sen benim sesimi dinledin. Kutsal Kitap, Tekvin,

İkinci kuşak New England* Püritenlerinin ünlü lideri Incre­

ase Mather ahfadından, "Amerikan İhtilalinin Kız Evlâtları"**

Derneği üyesi, Bayan Anne Austin-Auchincloss ile, İkinci Dün­

ya Harbi, Pasifik filosunun "Mor Kalp" madalyalı emekli binba­

şılarından, Auchincloss Sanayi Boyalan fabrikalarının Yöne­

tim Kurulu Başkanı Robert Steven Auchincloss 'un ilk evlâtları

Ellen Catherine Austin-Auchincloss, (namı diğer Diana Pavlo-

viç!) yılının Mart ayında, Massachusetts Devleti'nin baş­

kenti Boston'da doğdu.

Austin-Auchincloss servetinin yegâne vârisinin -narin anne

*) ABD'nin kuzeydoğusundaki altı eyalet; Maine, Vermont, New Hampshire, Massachusetts, Rhode Island, Connecticut, (y.n.) **) "Daughters of American Revolution" Derneği, Anglo-Sakson kökenli beyaz Protestanların (WASP) üye olduğu bu dernek ırkçılığı ile ünlüdür, (y.n:)

1

Coraline

Page 6: Alev alatlı_Nuke Tüfunduszeue.info

doğumda başka çocuğu olamayacak kadar hırpalanmıştı- vaf­

tiz duyurusu, Nisan'da, Paskalya Yortusu'nun üçüncü günün­

de yayımlandı. Tören, Birinci Cemaatçiler Kilisesi'nde, arala­

rında Massachusetts ' in Cumhuriyetçi senatörleri ve Boston

Belediye Başkanı'nın da olduğu seçkin bir kalabalık huzurun­

da, bizzat Papaz Cotton tarafından yönetildi. Boston Globe Ga­

zetesi habere bir de fotoğraf ekledi: Austin ailesinin iki yüz yıl­

lık vaftiz giysisi olduğu söylenen beyaz danteller içinde uyu­

yan sapsarı bir bebek. Dip notta, fotoğrafın, "yapıtlarına soylu

bir ışık katmakla ünlü" sanatçı, Adam Smith tarafından "yara­

tıldığı" belirtilmişti.

Diana Pavloviç'in kimlik eğitimi, isimlerini doğru telâffuz

edebildiği günden başladı.

Anne tarafı, Austinler, atalarının izini 'de Amerika kıta­

sına ilk göçmenleri getiren efsanevi Mayflower gemisine kadar

süren Püritenlerdi. İngiltere'den, Tanrı'nın isteği doğrultusun­

da. "Yeni İngiltere'ler kurmak için ayrılmışlar, Atlantik'in ve

ünlü Kızılderili kabilesi Massachusettslerin "gaddarlıklarına

ve hıyanetine, iman bayraklarını bu bakir topraklarda dalga-

landırabilmek için" katlanmışlardı. Amerika Birleşik Devletle-

ri'nin tescilli sahiplerindendiler.

Diana'nın baba tarafı, Auchinclosslar, Amerika'ya Austin-

lerden on yıl sonra, Cemaat Reisleri Papaz Leifghton'ın katle­

dilmesini izleyen yılda geldiler. Püriten papaz, salt Hazreti

İsa'nın buyruklarını yerine getirdiği için İngiliz Kralı I. Char-

les'ın Katolik eğilimli Canterbury Başpiskoposu William Laud

tarafından prangaya vurdurulmuş, içine karlar yağan taş bir

hücrede tam on beş hafta süreyle bir başına, aç bırakılmıştı.

Diana'nın mürebbiyesi, Bayan White, her gece uykudan ön­

ce, kuzen Jonathan'ın "Auchinclosslar: Kısa Bir Aile Tarihi"

isimli kitabından (aile için özel olarak az sayıda basılmış, ma­

roken kaplı, altın yaldızlıydı) "kökleri"ni okuyordu: "Hücre,

etobur lağım sıçanları ve fare doluydu. Papaz Lefghton'ın vü­

cudunun bütün kılları döküldü, derisi soyuldu. On beş hafta

2

sonra hücreden çıkardılar ve bir kazığa bağladılar. Yaralarla

kaplı sırtında otuz altı kırbaç şaklattılar. Kasım ayının soğu­

ğunda tahta boyunduruğa vurdular. Orada, kolları ve boynu

kıstırılmışken kızgın demirlerle yüzünü dağladılar. Burnunu ve

kulaklarını kestiler. Bir daha hiç çıkmamak üzere yeniden zin­

dana attılar."

Küçük Diana, sıçan ve fareleri Walt Disney soyutlamaların­

dan arındırabilecek yaşlara geldiğinde,

"Peki, ama neden?" diye sormaya başladı.

Püriten eğitimi bu soruların sorulacağı günü bekliyordu.

Diana Pavloviç'in ilk öğrendiği, Tanrı'nın Amerika'ya göç

eden Püritenleri - bu meyanda İngiliz kullarının arasından "se­

çip ayırmış" olduğuydu. Çünkü artık, "İngiltere'yi sevmez ol­

muştu Tanrı!" Kraliçe Elizabeth'le başlayan dönemde Hıristi­

yanlar onlarca mezhebe bölünmüşlerdi. Londra'nın "Ba­

b i l d e n kalır yanı yoktu! Dans, tiyatro gibi maskelerin altında

İblis'in peşinden gidiyorlardı şehvet düşkünleri! Sefahat tırma­

nır, iffetsizlik erdem olurken, başta Katolikler olmak üzere, Pü-

ritenlerin dışındaki tüm diğer mezhepler rüküş vitrayları, oy­

malı mihrapları, ikonaları, parfümlü, takılı, kırmızı kadifeli pa-

pazlarıyla Tanrı ile kulu arasındaki gerçek iletişimi önleyen

günah kuyularıydılar. Öyle yozlaşmışlardı ki İngilizler, "oruç

tutup ibadet edecekleri Noel'i bile eğlence ile kutluyorlardı"!

Oysa Yahova "Püritenlerden başka kimsenin açmadığı sayfala­

rında", "Ziyafetlerinizden iğreniyorum!" diye haykırıyordu.

"Bana sunduğunuz kurbanları ve etleri kabul etmeyeceğim!

Ruhum şölenlerinizden nefret ediyor! Bunlar beni rahatsız edi­

yor! Bunlar hakkında konuşulanları dinlemekten usandım. Ba­

na ellerinizi uzattığınızda gözlerimi başka yerlere çevirece­

ğim. Dua ettiğinizde dinlemeyeceğim!"

Tanrı'nın gazabı an meselesi, kıyamet kapının ardındaydı!

"Heyhat", bir tek Püritenler kulak verdiler Tanrı'nın sesine!

"Yeni İsrailoğullan" olarak seçildiklerini anladılar, Tan­

rı'nın emirlerine itaat etmezlerse, "tıpkı bir aslanın ağzından

3

Coraline

Page 7: Alev alatlı_Nuke Tüfunduszeue.info

iki bacak ya da tek bir kulak olarak kurtulabilen kuzucuk gibi"

cezalandırılacaklarını bildiler.

Tek kurtuluş umutları, kendi cemaatlerini münafıklardan

uzak tutmak, idari ya da dini hiçbir hiyerarşinin parçası olma­

dan, eşitlikçi bir düzen içinde ibadet etmeye çalışmaktı. Öyle

yaptılar. Ne Kral ne Papa ne Piskopos ne de dinsel sanatın

kandırmacaları!

Bedensel hazlardan arındılar, ruhlarını pirüpak ettiler.

İşkencelere düçar oldular, Tanrı'nın adını ağızlarından dü-

şürmediler.

Sonunda mükafatını gördüler! Yahova, onları "seçti" ve

"toprak vaat etti"!

Cemaat reisleri, J o h n Winthrop, Yahova 'ya inandı. Müritle­

rini topladı, Yeni Dünya'yı "İsa adına fethetmek" üzere yola

çıktı.

Yahova, sözünü tuttu, İsrailoğullarını Kızıl Deniz'den geçir­

diği gibi geçirdi Püritenleri Okyanus'tan.

Sözünü tuttu, Yeni Filistin'e, Massachusetts 'e getirdi.

Karaya ayak basar basmaz, İsa'nın "ilk öncü karakolu"nu,

Diana Pavloviç'in içinde yaşadığı malikâneyi inşa etti; Mesih,

yeryüzüne geri dönüp kendi krallığını ilân edeceği zaman ha­

zır bulsun diye de "bir tepe üzerinde bir şehir" başlattı.

Yahova sözünü tuttu, Yeni Kudüs'ü, Boston'u kutsadı.

Sözünü tuttu, göçmenlerin tohumlarını gökyüzündeki yıldız­

lar kadar çoğalttı, "Amerika Birleşik Devletleri'ni dünyanın en

güçlü ulusu" yaptı.

Bundan böyle, Tanrı'nın sözünden çıkmadıkları sürece,

"kendilerinin inşa etmedikleri büyük ve zengin şehirler, içlerini

kendilerinin doldurmadıkları iyi şeylerle dolu evler, kendileri­

nin biriktirmedikleri sularla dolu sarnıçlar, ekmedikleri bağlar

ve zeytinlikler" onların olacak, "yiyecek ve doyacaklardı".

Günay Rodoplu, "Bu bizim hiç bilmediğimiz, gündemimize

asla girmemiş bir tarihtir," diyordu, "oysa bu tarihi bilmeden

Batı'yı anlayamayız!"

4

Diana Pavloviç, Tanrı'nın atalarına tanıdığı tüm ayrıcalıkla­

ra karşın, kendi durumunun ne denli "umutsuz!" olduğunu,

beş yaşını bitirdiği haftanın pazar günü, Birinci Cemaatçiler

Kilisesi'nin "Sebt Okulu"nda* öğrendi.

"Evet, sizler gazap çocuklarısınız!" diye gürledi Papaz Cot-

ton, "Cehennem azabına mahkûmsunuz! Tanrı'ya karşı işledi­

ğiniz suçu, hiç ama hiçbir şey affettiremez! Ne dualarınız ne

iyilikleriniz önler Cehennem ateşinde kavrulmanızı! Âdem'in

çocukları olarak doğduğunuz anda sonsuza dek lanetlendi­

niz!"

Diana'nın bütün bir yaşamını biçimlendirecek günahı,

Âdem'in Cennet 'ten atılmasına neden olan günah, "insanlığın

'asli' günahı"ydı. Yahova, tek bir şey istemişti Âdem'den, "bir

tek şey"! O da yasak meyveyi yememesi, "iyilik ile kötülük"

arasındaki farkın ne olduğunu öğrenmemesiydi!

Oysa ne yaptı, Âdem? Nefsine hâkim olamadı! Evet, nefsine

hâkim olamadı! Tanrı onu Cennet ' inden kovmasaydı, öteki

meyveyi de, "ölümsüzlük" meyvesini de yiyecekti! Az kalsın yi­

yecekti! Ve iyiliği kötülükten ayırt etmesi yetmiyormuş gibi bir

de ölümsüz olacaktı! A m a Yahova, güçlüdür! Güçlüdür! Çok

güçlüdür! Âdem'i ve kadınını kovdu Eden Bahçesi 'nden! Cen­

net'inden attı!

İnsanoğlunun bu "akıl almaz" suçuna karşın, yine de bağış­

layıcıydı Tanrı. Y i n e ' d e merhametliydi. Bazen merhametine

dizgin vurmaz, günahlarını unutur, bazı kullarını bağışlayıve-

rirdi. A m a hiç kimse, "Hiçbiriniz!" diye vurguluyordu Papaz

Cotton, böylesi bir umuda kapılmamalıydı, çünkü,

"Tanrı'nın affı, insana günahsızlığından dolayı verilen bir ödül

değil, O'nun merhametli yüreğinden kaynaklanan bir armağan­

dır! Bu armağanı kimlere vereceğine kendisi karar verir! Bir tek o

bilir hangi kullarını Cehennem'inin ateşinden koruyacağını!"

*) Tanrı'nın kâinatı yaratıp bitirdikten sonra dinlendiği yedinci gün, pazar. günü. O gün çalışılmaz. Çocuklar, Sunday School denilen kilise okullarına gider, (y.n.)

5

Coraline

Page 8: Alev alatlı_Nuke Tüfunduszeue.info

Tanrı'nın bağışladığı "Seçkin Kullar", Püriten Cemaati 'nin

"Yaşayan Azizleri'ydiler. Birlikte yaşadıkları bu "Evliyalar",

Tanrı tarafından seçilen ve "seçilmiş oldukları içlerine doğan"

insanlardı. Bir ayin sırasında, bir ilahi okunurken ya da derin

ibadet esnasında, Tanrı'nın onları bağışladığını, "yüreklerini

çevreleyen günah zincirlerinin" kırıldığını "hissediverirlerdi".

0 anda, "erdiklerini" herkes görürdü!

Yüzlerine bir ışık gelir, gözleri ahirete dikilir, dudaklarında

hafif bir gülümseme,

"Evet, aynen! Aynen böyle!" diye haykırmaya başlarlardı.

Bu sözler, Kutsal Kitap'ta yazılanları anladıklarını, anlamların

"içlerine doğduğunu" belirten sözlerdi.

Diana Pavloviç, bu ve öbür dünyada olabilecek her şeyden

sorumlu olduğu bilinciyle büyüdü. Örneğin, itaatsizlik, "Tanrı

istediği için güçlü olan" Amerika Birleşik Devletleri'nin gelece­

ğini bile tehlikeye düşüreceğinden mutlak surette kaçınması

gereken bir davranıştı. Öte yandan, Cehennem'den kurtulma­

nın çok uzak bir ihtimal de olsa tek yolu, "Tanrı'nın dikkatini

çekmeye çabalamak" gerekiyordu.

Küçük kız, cehennem azabından kurtulma umudunun "çöl­

de topluiğne aramak kadar az" olduğunu bilerek sarıldı, "bir

gün Tanrı'nın onu da Yaşayan Azizler'in arasına katabileceği

ihtimaline". Püriten olmayanın hiçbir şansı olmadığını biliyor­

du. İsa'nın "ışığını" yakalayabilmenin tek yolunun O'na kayıt­

sız şartsız itaat etmek, her türlü aşırılıktan kaçınmak olduğu­

nu biliyordu. Yemede, içmede, sevmede, uykuda ılımlılık; ce­

saret, kendine güven, ihtiyat, tutumluluk ve çalışkanlık Püri­

ten ahlâkının temel taşlarıydı. İnsanoğlu, "ermişliğin asgari ko­

şullarını" ancak bedenden "kurtulduğu", hazlara gem vurduğu

zaman sağlayabilirdi.

Diana, Mürebbiye White'ın yardımıyla altmış sorulu bir gü­

nah listesi derlediğinde, yedi yaşındaydı. On beş yaşına kadar

her gece, bu listedeki soruların üstünde tek tek düşünür, o

gün İsa'nın yolundan sapacak bir şey yapıp yapmadığını, dü-

6

şünüp düşünmediğini sorgulardı. "Suçlu" olduğundan kuşku­

landığı zamanlarda, "kendisini yoldan çıkaran" bedenini ceza­

landırmaktan başka çıkar yolu yoktu. Boston soğuğunda, ısıtıl­

mamış bir odada, pamuklu bir gecelikle sabahlara kadar dua

etmek, korkunç karanlıkta uğuldayan koruda tek başına yürü­

mek, birkaç hafta süreyle içinde şeker bulunan bir yiyeceğe el

sürmemek, iki hafta sessizlik perhizi yapmak, altı dönümlük

ön bahçenin çimlerini biçmek, kendisini mahkûm ettiği ceza

türlerinden bazılarıydı.

Ellili yıllarda, Bili Halley'in rock'n roll'cuları, Elvis Pres-

ley'in bacaklarının arasından edepsizce salladığı gitarına kar­

şın, inatla İsa'nın ışığının kalbine doğacağı günü bekledi. Ama

Tanrı'nın dikkatini çekmiyor gibiydi, "kurtuluş" müjdesi inatla

esirgendi.

7

Coraline

Page 9: Alev alatlı_Nuke Tüfunduszeue.info

II

"Ey görkemiyle mağrur şehirler şehri, güzel Kudüs! Kartal kanatlarım olaydı, uçmaz mıydım sana? Tozunu ıslatıp yatıştırıncaya kadar gözyaşlarını? Naçiz bedenim oyalanırken Batı'da, yüreğim Doğu'dadır benim!"

Yahuda Halevi, İspanya,

Oysa iki yüz elli kilometre güneyde, Brooklyn doğumlu Da-

vid Pavloviç'in "Seçilmiş Kul" olduğu, çocuk annesinin kuca­

ğından fırlayıp "hasta ve yoksul bir Yahudi 'nin Filistin'e ulaş­

mak uğruna çektiği kahırları" anlatan bir kitabı kapıp okuma­

ya başladığı dört yaşında belli oldu.

Baba, Hasidi Mezhebi "Tzadik"lerinden, Rusya göçmeni ün­

lü din âlimi Rabin* Levi Pavloviç cemaatini topladı,

"Kâinatın sahibi bizi bir deha ile kutsadı," diye müjdeledi,

"bu çocuk okumuyor, adeta yutuyor sayfaları! Tıpkı su gibi,

ekmek gibi yutuyor!"

"Tanrı'ya şükrolsun, T a n r ı y a şükrolsun!" diye gözyaşları

arasında mırıldandı cemaat. Yüzleri ışıdı, gönülleri ferahladı,

iç huzuru ile döndüler evlerine.

*) Yahudi din müderrisi, haham, (y.n.)

8

Olay, David'in ilk erkek evlât olması, Tanrı'nın babadan

oğula geçen Hasidi Cemaati reisliğine Yeni Dünya doğumlu bir

vâris seçmek suretiyle anavatanları Rusya'dan göçmüş olma­

larını onayladığını belirtmesi bakımından ayrıca önemliydi.

Çocuğun altı kuşaklık Pavloviç hanedanına layık olması, cema­

atini cetlerini aratmayacak şekilde yönlendirebilmesi için ge­

rekli eğitim olağanüstü bir titizlikle ve derhal yürürlüğe konul­

du.

" Ö n c e 'Kanun'," dedi Rabin Pavloviç, "önce Kanun'u öğre­

neceksin. Kanun'u öğrenmek, Kudüs'teki Mabet'i yeniden inşa

etmekten daha önemlidir. Tevrat'ı eline alan, 'Sanki daha bu­

gün almışım Sina Dağı'ndan!' demeyi bilmelidir. 'Musa'nın eli­

ne değdiği gün kadar taze' olduğunu bilmelidir. Ve bilmelidir

ki, Tevrat'ta yazılandan gayri öğrenecek bir şey yoktur yeryü­

zünde! Felsefe gibi dünyevi bilgileri ne gece ne de gündüz olan

bir saatte okuyabilirsin!"

Yedi yıl süreyle, günde yedi saat Tevrat okudu, ezberledi,

sesini ve şeklini belleğinin derinliklerine gömdü David. Tanrı

ile insanların arasındaki ilişkinin sürekliliğini, insanoğlunun

attığı her adımın Tanrı tarafından gözetlendiğini, yaptığı her

işin, her düşüncesinin Tanrı'nın ilahi varlığını gücendirebile-

ceğini öğrendi.

Ölüm, işlenilen günahların karşılığı olarak ödenen bir "be­

del"di. Gerçekten günahsız bir insan asla ölmediği gibi, "Filis­

tin'de dört endaze yürüyen" de asla ölmezdi. Ancak bu "Filis­

tin", Mesih'in geri dönüp kendi krallığını ilân ettiği Filistin'di,

Yahudilerin Tanrılarına kendi Mabetlerinde, özgürce ve hep

birlikte tapınacakları Filistin'di.

İki bin yıllık Yahudi eğitimi gereği, cumayı izleyen her Şa-

bat'ta,* babasının havrasında bir araya gelen cemaatin huzu­

runda, "seçildiği" günden itibaren artık sadece Tzadik'i ve ho-

*) Tanrı'nın dinlendiği yedinci gün, cumartesi. Hıristiyanların "Sebt Günü" (y-n.)

9

Coraline

Page Alev alatlı_Nuke Tüfunduszeue.info

cası olan babasıyla ilahiyat tartıştı. Cemaat, çocuğun Tal-

mud'un* inceliklerini ne denli iyi kavradığına şahit olup defa­

larca hamdüsena etti.

David'e bahşedilen "ışık'ın, "Cemaat ' in i de aydınlatması

kaçınılmazdı. Birlikte geçirdikleri her Şabat, "Kurtuluş"un, ya­

ni "Filistin"in, daha da yaklaştığını müjdeler gibiydi.

Rabin Pavloviç, David'e, Chmielnick liderliğindeki Kazakla­

rın, soydaşları yüz bin Polonya Yahudisini nasıl katlettiklerini

on bir yaşına girdiği günün gecesi anlattı.

"Sana bunları ağlayasın diye anlatıyorum," dedi, "çünkü in­

san başkalarının acılarını kendi acılarından öğrenir. Acıyı tanı­

mak gerekir. Kibrimizi, ukalalığımızı, kayıtsızlığımızı giderir

acı. Ve bir Tzadik acı çekmeyi herkesten iyi bilmelidir. Cema­

ati için acı çekmeyi, cemaatinin acısını kendisine mal etmeyi,

onlar adına taşımayı öğrenmelidir. Vaktinden önce ihtiyarla­

mayı, yüzü gülerken dahi yerle bir edilen Kudüs için, rüzgâra

darı taneleri gibi savrulan ulusu için kan ağlamayı bilmelidir.

Çünkü bir 'Tzadik' Tanrı'nın resulüdür. Tanrı ile cemaati ara­

sındaki köprüdür."

Rabin Pavloviç, veliahtına, ilk Tzadik'in Polonya katliamın­

dan sonra vasıl olduğunu söyledi. Hasidi mezhebinin kurucu­

su, takva ehli Ba'al Şem Tov'un hayatını anlattı,

"Merhametli Ba'al Şem Tov'un 'de ölümünden sonra

müritleri dünyanın dört bir tarafına dağıldılar, kendi cemaat­

lerini kurdular."

Bu müritlerden bir tanesi Rusya'nın güneyindeki küçük bir

kasabaya yerleşen Solomon Pavloviç, David'in dedelerinden-

di. Bu küçük kasabada, Bolşeviklerin iki yüz ocaktan yüz altmı­

şını söndürüp, Havra'yı yerle bir etmelerinden sonra, artık bu

ülkenin de "miyadını doldurduğuna" karar veren baba, Rus­

ya'yı "Esav ve Edom"un, yani "İblis ve Azrail''in ülkesi olarak

lanetledi. Cemaatini topladı, "Amerika'ya göç" emri verdi. Se-

*) Talmud, Yahudilerin medeni ve dini kanunlarını içeren tefsir kitabı; Mişnan ve gemera denilen iki bölümden oluşur.

10

kiz gün içinde toparlandılar, beş ay sonra New York Devleti'-

nin, göçmenleri karantina altına aldığı Ellis adasındaydılar.

"Yahudi Ulusal Sosyal Yardım Komitesi", onları Brooklyn'in

"Yahudi mahallesi" olarak bilinen kesimine, kendi uluslarının

insanları arasına yerleştirdi. Rabin Pavloviç kendisine tahsis

edilen üç katlı tuğla binanın birinci katını havrasına, ikinci ka­

tını yeşivasına* ayırdı. Oğlu David, ailesine ayırdığı üçüncü

katta doğdu.

"Senin doğumun," dedi Rabin, gözyaşları içerisinde, "kâina­

tın sahibinin teveccühünü henüz kaybetmediğimizin işareti­

dir. Ancak," diye uyardı, "Tevrat'sız yaşam yarı yaşamdır. Tev­

rat yoksa, insanoğlu mekruhtur. Kâinatın sahibi, Tevrat oku­

duğumuz sürece kulak verir bize. Ancak o zaman dinler, o za­

man kabul eder dualarımızı, 'Kurtuluş'u Tevrat'tan başka meş­

guliyetleri olmayanlara vaat etmiştir."

Bununla birlikte, Tanrı'nın, Yahudileri, "tüm uluslardan üs­

tün tuttuğunu", "seçkin" olduklarını anlattı. Tanrı, onların "ba-

bası"ydı. Adil bir Tanrı'ydı. "İsrailoğulları ile yaptığı mukave­

le"yi tek taraflı feshetmezdi. Kendi adına yemin etmişti - me­

ğer ki, onlar sözünden çıksınlar, bir tek onları kutsayacak, bir

tek onların tohumlarını döllendirecekti. Bu durumda, Hasidile-

rin bütün yapacakları, Mesih geri dönüp kendi krallığını ilân

edinceye kadar pür kalmak, dış dünyanın kışkırtmalarına ka­

pılmamaktı.

New York borsasının iflasını izleyen otuzlu yıllar, Rabin

Pavloviç'in yeni yurttaşlarının korkunç bir ekonomik krizin

pençesinde kıvrandıkları yıllar oldu. Yoksulluk, uzayan işsiz

kuyrukları, birbiri ardına canına kıyan işadamları arasında, se­

maverlerinden kıtlama çay içerek, Tevrat dışındaki sohbetle­

rini eski vatanlarına ilişkin konularla kısıtlayarak yaşadı Hasi-

diler. Rabin Pavloviç'in yeşivasında Birleşik Devletler yasala­

rının zorunlu kıldığı dersler, def-i bela kabilinden geçiştirildi.

*) Yahudi din okulu, (y.n.)

11

Coraline

Page Alev alatlı_Nuke Tüfunduszeue.info

Geleceğin Tzadik'i David'in her türlü "Amerikanizm"den koru-

nulmasına çalışıldı. Oysa Yeni Dünya'nın başka plânlan vardı.

Birleşik Devletler'in İkinci Dünya Savaşı 'na girmesiyle birlikte,

Sam Amca'nın "damarlarında Amerikan kanı dolaşan" delikan­

lılara duyduğu ihtiyaç ürkütücü boyutlara vardı. Rabin Pavlo-

viç, ibadet özgürlüğünün bedelinin Yahudiler için son sığınak

olduğu düşünülen Amerika'yı, "goyim"* toprağını, benimse­

mek anlamına gelebileceğini dehşetle fark etti! Bu topraklarda

Mesih'in Filistin'de kendi krallığını ilân edeceği zamana kadar

"misafir oIma"nın diyeti, Hasidilerin en büyük önderlerinden

olmaya namzet olan oğlunun yitirilmesi olabilir miydi?

"Burası Amerika," diye açıkladı Yahova'ya, "Avrupa değil!

Burası açık bir dünya. Kütüphaneler var, kitaplar var, okullar

var, üniversiteler var! Yahudi öğrencileri kimse umursamıyor!

Nu, Yahova! Oğlumun senden uzaklaşmasını istemiyorum!

Ruhsuz bir zekâ olarak büyümesini istemiyorum! Oysa beyni

bir çöl dikeninin suya susadığı gibi bilgiye susuyor! Ve ben,

dünyaya dalmasını önleyemeyeceğimi görüyorum!

Nu, Yahova! Lütuf kabul ettiğim dehası laneti olabilir mi?

Bizi cezalandırıyor musun?"

Rabin Levi Pavloviç haklı çıktı. Daha da acı olanı, David'in

"dünyaya dalmasını" hiç beklenmedik bir şekilde, bizzat kendi

eliyle gerçekleştirmesiydi. Şöyle ki: Mesih'in Filistin'e geri dö­

nüp, kendi krallığını kuracağı zamana kadar beklemek isteme­

yen Siyonist örgütler, yılında, "vaat edilmiş topraklar"a

göçü yasaklayarak Hitler'in katliamını kolaylaştıran İngilizlere

karşı silahlı direnişe geçtiler. Hızla tırmanan, çok sayıda ma­

sum insanın ölümüne de yol açan terör, Hasidi Cemaati 'nin

dış dünyadan özenle korunan yeşivalarına, havralarına ve gi­

derek evlerine girdi, Tevrat sohbetleriyle yarışır oldu. Birkaç

yıl içinde Rabin Pavloviç, korkulan yozlaşmanın "Amerika-

nizm" değil, "Siyonizm" olduğunu dehşetle fark etti!

*) Yahudi olmayan, "gâvur", (y.n.)

Tanrı'nın sözünün, yani Tevrat'ın esas alınmadığı, laik bir

Yahudi vatanı olamaz, Mesih gelmeden önce bir Yahudi vata­

nından söz edilemezdi! Siyonistlere karşı çıkmak, "kendilerine

Yahudi diyen bu goyimler"i durdurmak, Yahova'nın yolundan

çıkmalarını önlemek şarttı! Ne ki, kendisini aylarca uykusuz bı­

rakan, büyük ıstıraplara gark eden kararına anti-Siyonist Ya­

hudileri örgütlemek için Brooklyn sokaklarına çıktığı gün,

komşularının bağrını delen nefret dolu bakışlarından başka re­

fakatçi bulamadı. Birleşmiş Milletler'in, Kutsal Topraklar'ın

bir Yahudi, bir de Arap devleti arasında paylaştırılması kara­

rını mahallelinin sevinç çığlıkları arasında dinledi; Mesih'in

hüküm süreceği gerçek Filistin, Ben Gurion başkanlığında ya­

şayan İsrail, nimetlerini paylaştığı Birleşik Devletler, Tanrı'nın

önderliklerini üstlenmesini istediği Hasidiler ile günde otuz al­

tı saatten bin yıl yaşasa doyamayacağı kütüphaneler arasında,

sevgisini, sadakatini, acılarını hangi birine ve ne kadar paylaş­

tıracağını bilemeden, binamaz kaldı David Pavloviç.

13 12

Coraline

Page Alev alatlı_Nuke Tüfunduszeue.info

III

"Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra olan bitenin beni şaşkına çevirdiğini itiraf etmekten utanmıyorum. Bekle­diğim, barışın tekâmülüydü, savaşın değil; toplumun ba­rış içinde yeniden düzenlenmesiydi, kanlı ihtilaller de­ğil; hümanizmdi, kitle katliamları değil; arıtılmış demok­rasilerdi, otokratik diktatorya değil; bilimin ilerlemesiy-di, propagandanın ve gerçeğin yerine geçen otoriter slo­ganlar değil; her cephede ilerlemeydi, barbarlığa geri dönüş değil!"

Pitirim Sorokin, New York,

"Asli İsrailoğulları"nın Tanrı'nın isteklerine yüz çevirdikle­

ri endişesini "Yeni İsrailoğullan" da paylaştılar. , Püriten-

ler için özellikle kötü bir yıl oldu. Katolik J o h n Kennedy'nin

başkan seçilmiş olmasını, bu toprakları onun gibilerden sakı-

nabilmeleri için bahşeden T a n r ı ' y a ihanet olarak değerlendir­

diler. Yahova'nın böyle bir ihaneti cezasız bırakması düşünü­

lemezdi "ve nitekim" seçimlerin üzerinden altı ay geçmeden

Küba olayı patlak verdi. Amerikalılar, Vietnam, Ortadoğu ve

İran'da yaşayacakları bir dizi yenilginin ilkini Domuzlar Körfe-

zi'nde tattılar.

14

Robert Steven Auchincloss, bu felâketi, "Tanrı, Birleşik

Devleti yoksullar karşısında aciz bırakarak tedip etti" hükmüy­

le açıkladı. Diana, o gün, Püriten ahlâkın ekonomik ilkelerini

öğrendi.

"Yoksulluk günahtır, yoksullar günahkârdırlar. Tanrı'nın

'çalış!' emrine itaat etmeyenler ilahi teveccühü kazanacak ki­

şilikten yoksun, işe yaramaz serseriler, yoksuldurlar."

Öte yandan, "ateist komünistlerden", yani Kennedy liberal­

lerinden esinlenen Yahudi destekli Demokratlar, "Yeni Sınır"

dedikleri programla "sarhoş zencilerden beyaz süprüntülere"

kadar yüzbinlerce aylağı tembelliğe teşvik ediyor, zor kazanıl­

mış Amerikan dolarlarını, "Tanrı'nın vazgeçtiği" ülkelerde çar­

çur ediyorlardı. Zaten, eğer Tanrı onlardan vazgeçmemiş ol­

saydı, bu "yoksul" ülkeler de Birleşik Devletler gibi servet sa­

hibi olurdu. Amerikan dış yardımı, Tanrı'nın âdetine ters dü­

şen bir uygulamaydı.

Martin Luther King, iki yüz bin kişiyi peşine takıp, ünlü "Öz­

gürlük Yürüyüşü"nü başlattığında, ırk ayrımının yasa zoruyla

kaldırılması ihtimalinden dehşete düştüler! Massachusetts

Devleti'ni üç yüz yıl önce Tanrı'nın isteği doğrultusunda yaşa­

yabilmek için kurmuşlardı. Ve şimdi bunca emekle oluşturduk­

ları okullarını, yemek yedikleri lokantalarını zencilere açmala­

rı isteniyordu! Her şey bir tarafa, kişinin, hizmet edeceği insa­

nı seçmesi en doğal hakkı olmalıydı! Tersi despotizmdi, şiddet­

ti, baskıydı, Amerika'yı Amerika yapan ilkelere aykırıydı!

"Düşünebiliyor musunuz, Mrs. White?" diye günde birkaç

kez tekrarlıyordu Mrs. Auchincloss, emektar mürebbiyeye,

"Düşünebiliyor musunuz? Yakında o zenciler, cafcaflı giysileri,

iki ayda hurdalık ettikleri pahalı otomobilleriyle gelecekler ve

burada, bizim ön bahçemizde, Tanrı 'dan korkan Amerikalılar­

dan gaspettikleri vergilerle caka satacaklar!"

Günay, o dönemde Birleşik Devletler'in Tennessee Eyale-

ti'nin başkentinde, Nashville'de, öğrenciydi. "Bir Türk'ün anla­

masına, anlamasına demeyeyim de, kavramasına, idrak etme-

15

Coraline

Page Alev alatlı_Nuke Tüfunduszeue.info

sine, içselleştirmesine imkân olmayan bir dönemdi," diye an­

latmıştı.

"Üniversitede, zenci hademelerle aynı asansöre binmeyen

öğretim üyeleri gördüm! Biliyor musun, Afrikalı öğrenciler, sırf

Amerikalı zencilerle karıştırılmasınlar diye okula rengârenk

yerel kıyafetleri ile gelirlerdi! Daha da ironik olanı; Amerikalı

zencileri, beyazlar gibi onlar da küçümserlerdi! Neden biliyor

musunuz? Bir, 'köle' oldukları; iki, Amerikan emperyalizmine

hizmet ettikleri için! Müslüman Afrikalılar daha da haklıcıydı-

lar. Onlar, bir yandan da kendilerini muhteşem İslâm medeni­

yetinin vârisleri gördükleri için marjinal Hıristiyan mezhepleri­

ne, kelime yerindeyse, 'takılan' Amerikan zencilerinden büsbü­

tün uzak dururlardı. Hatırlıyorum, bir defasında o ünlü Özgür­

lük Kilisesi'nde bir gösteri düzenlenmişti. Bütün gün sürecek

bir gösteri olduğu için öğle yemeği meselesinin de halledilme­

si gerekliydi -soslu makarna pişirilecekti! Yanıma, sonradan

Malcolm X' in has adamlarından olacak biri yanaştı. 'Are you a

friend?' diye sordu. Meğer, harekete olumlu bakıp bakmadığı­

mı sorarmış. Neyse, evet deyince, Kilise'de yemek dağıtımına

yardımcı olur muyum diye sordu. 'Peki,' dedim. Senegalli bir

kız arkadaş var, onu da alıp gitmek istedim. Hani, o da Afrikalı

ya, duygudaşlık besler sanıyordum. Ama kız gelmedi. Babası,

'Senegal İlerici Birliği'ne mensup bir milletvekiliydi. Anlaşılan

'solcu' yine aynı kelimeyi kullanacağım, 'takıldığı' için -bilmem,

bilir misin, '60'larda Senegal, Kuzey Vietnam'la işbirliği için­

deydi- yan dururmuş. Demin, Türk'ün anlamasına imkân yoktu

dedim ama, bunu siyah deri renginden iğrenmek anlamında

söyledim. Oysa Amerika'daki ırk ayrımı, biraz da eğitimli soy­

luların 'maganda' zencilere içerlemeleri şeklindeydi ki, bunu

anlarsın. Uyuşturucu ticaretinden kazandığı parayı pembe Ka-

dillak'a yatıran zenci çok da çekilmez olabiliyor. Tabii 'o ' zen­

ciyle, Mississippi pamuk tarlasında ot yolan zenci arasında

hiçbir bağlantının olmadığı gerçeğini kime anlatırsın?"

Ben yine hikâyemize döneyim, Auchinclosslar, İkinci Dün-

16

ya Savaşı'nın, Amerikan toplumunu oluşturan cemaatlerin et­

kinlik hiyerarşisini altüst etmiş olduğunu anlamak istememiş­

lerdi. Oysa dünyanın dört bir tarafında "Tanrı ve memleket"

için omuz omuza savaşan onlarca değişik etnik ve dini köken­

li yüzbinlerce delikanlının, madalyalar ve emekli maaşları ile

yetinmeyeceklerini bilmeleri gerekirdi diye-düşünüyor insan!

Amerika'nın biraz zencileşmesi, çokça da Yahudileşmesi ile

sonuçlanacak bu süreç, Kennedy'nin başkan seçilmesiyle nok­

talandı. Kısaca WASP diye bilinen, beyaz, Anglo-Sakson köken­

li Protestan Yeni İngilterelilerin Birleşik Devletler üzerindeki

vesayetleri geri dönülmez biçimde sarsıldı. Asli ve Yeni İsra-

iloğulları, yani Yahudilerle Protestanlar, bir arada yaşamaktan

öte işbirliği yapmak zorunda kaldılar. Son umut kırıntıları da

yok olmuştu. O da şöyle: Ya birden fazla Mesih vardı ya da

tekti, ama herkesi "idare ediyordu"! Ve ne Yeni ne de Eski Ku­

düs'e dönmeye niyeti vardı!

Diğer taraftan, "nihai silah", atom bombası, "rasyonel insa­

nın emrindeki teknolojinin" yüzyılın başında umulduğu gibi,

dünyayı "insana elverir" kılmayacağını kanıtladı. İnsanoğlu­

nun rasyonel olmadığını, gizli vahşiliğini öğrenmek için'Fre-

ud'un konferanslarına taşınmaya gerek yoktu. Toplama kamp­

ları, Hiroşimalar ve her an gündemde olan savaşlar, insanın in­

sana yapabileceğinin televizyon ekranlarından yayılan belge­

leriydi. 'ten bu yana gündemde olan muazzamlar, muaz­

zam devletler, muazzam fabrikalar, muazzam makineler, mu­

azzam şehirler, muazzam siyasi partiler, muazzam holdingler,

muazzam sendikalar (Rodoplu'nun Colosus'ları, Büyük Maki-

ne'si!) bireyi "kimse vazgeçilmez değildir" söylemiyle her an

ikame edilebilir konumuna yerleştirdi. Marjinalliğini defalarca

ve gaddarca yüzüne çarptı.

Tanrı'nın "Seçkin Kulları", hiç kimse ile paylaşamadıkları iç

dondurucu yalnızlıklarını biçimlendiren olaylarda hiçbir söz

hakkına sahip olmadıklarını, giderek artan bir çaresizlikle kav­

radılar. Bundan böyle, ne bir Austin-Auchincloss'un ne de iki

17

Coraline

Page Alev alatlı_Nuke Tüfunduszeue.info

yüz yıllık Pavloviç hanedanı vârisinin, kendisinin ya da ulusu­

nun ya da medeniyetinin geleceğine en ufak bir müdahalede

bulunma umudu kalmayacaktı.

Bireysel çözüm, "muazzamlar"a, megamachine'e isyandı;

onların reddiydi. Kılık kıyafetle başladılar. Protestocuların sa­

yısı, protesto edilenleri aşar gibi olunca, "erkekler bellerine

kadar uzattıkları saçlarını maviye boyadılar, kızlar usturaya

vurdular". Hippy, beatnik, punk gibi, yerleşik düzeni uyaracağı

düşünülen, ancak annelere gözyaşı döktürmekten ileri gide­

meyen kimlikler, "muazzam" üniversitelerin sosyal bilimcileri­

ne araştırma malzemesi sağlayabileceklerinin keşfinden son­

ra, "sevimli gariplikler" olarak nitelendirilip pasifize edildiler.

Esrar serbest bırakıldı, dans pistlerinin "deşarj" hizmetinden

anne babalar da yararlanır oldular. Ne ki, Başkan Kennedy'nin

öldürüldüğü yıl, yine atalarından ünlü Püriten eğitimci J o h n

Harvard'ın kurduğu Harvard Üniversitesi'nin kız bölümüne

kaydolan Ellen Catherine, "aylaklıkta erdem bulan" çiçek ço­

cuklarının tanımıyla, henüz tam bir "antika"ydı!

Öte yandan, Rabin Levi Pavloviç'in kehaneti doğrulandı,

oğlunun "lütuf" sandığı dehası, "lanet' i oldu. David, cemaat li­

derliğini küçük kardeşine devredip Harvard'a, "insanın iç dün­

yasının bilimsel olarak ne olduğunu" keşfetmeye gitti. Freud'la

tanıştı. Din kardeşinin insanoğlunun "reel" fıtratına ilişkin tüy­

ler ürpertici sezileri David'i altüst etti. Freud'un çizdiği insan

tablosu, "sitayişkâr" olmadığı gibi, "kişiyi Tanrı'dan kopartıp

İblis ile evlendiriyordu". Freud, "insanoğlunun dünyaya çirkin­

lik ve küllerin örttüğü bir ufacık iyilik kıvılcımı" ile doğduğuna,

bu kıvılcımın Tanrı, yani ruh olduğuna, "bir hazine gibi korun­

ması, güçlü bir ateşe dönüşünceye kadar özenle bakılması"

gerektiğine, "külleri yok edecek olanın yine ateş" olduğuna,

"zor olanın iyiliğin düşmanlarının maskesini düşürebilmek" ol­

duğuna, "kayıtsızlık, tembellik, istibdat ve hatta dehanın iyili­

ğin düşmanı haline dönüşebildiğine" dair Yahudi inancını in­

kâr ediyor, düpedüz küfre giriyordu.

18

G e n ç adam, psikoanalist ile haham arasındaki başlıca far­

kın, psikoanalistin "iyilik" kavramının bilimsel tanımından

yoksunluğu olduğunu idrak ettiğinde kemiklerine kadar sarsıl­

dı. Çünkü insanlığı korumakta çok geç kalındığını fark etmişti.

Dini değerlerin yadsındığı bir toplumda, "iyilik" kıvılcımını

ateşlemeye çalışmak abesti, "iyilik" kavramını insandan vaz­

geçmiş bir megamachine çağının anlayabileceği bilimsel te­

rimlerle ifade etmek de olanaksızdı. Elinde kalan, Büyük Maki­

nenin ihtiyaçlarına göre değişen, parça başı doğrular oldu.

Montaj bantlarının çılgına çevirdiği işçilerin, eşlerinin eşcinsel

olduğunu fark eden kadınların, bedenlerini istedikleri gibi kul­

lanmalarının ne gibi bir sakıncası olduğunu soran gençlerin,

çok para kazanmak gibi bir istem duyamayanların, her şeye

karşın hayatta kalmalarını sağlamaya çalışmaktan başka çare­

si kalmadı. Ancak David Pavloviç bir dehaydı. Dehasının hiç

durmadan ürettiği çeşitlemeler, akademik kariyerde görülme­

miş bir hızla yükselmesini sağladı. Otuz beş yaşına geldiğinde

üç kitabı ve yüze yakın bilimsel makalesi olan ünlü bir psiko­

loji profesörü olarak büyük itibar görüyordu.

Ellen Catherine (ismi henüz Diana olmamıştı) önce hastası

oldu Profesör Pavloviç'in.

"Ben, hadım bir kralın yönettiği, insanların kısır, otların fo­

sil olduğu kıraç bir toprakta yaşamaya çalışan içi bomboş bir

Âdem kızıyım, dipnot, T.S. Elliot," diye tanıttı kendisini. Sonra

da meydan okudu.

"Hayat felsefem, iki nokta üst üste, kâinatta hiçbir şeyin,

hiçbir anlamı olmadığıdır, nokta."

Pavloviç, üstüne bir çift erkeksi göz takılmış gibi silkindi.

"Kendini hep başkalarının cümleleriyle mi tanımlarsın?"

"Sadece devlerin," dedi, genç kadın, "sadece devlerin."

Bunalım Çağı Batılı aydınlarının iliklerine işleyen umutsuz­

luğu ve endişelerini yansıtan büyük eserleri bir çırpıda saydı.

"Batı'nın Çöküşü", "Cinnet Çağımız", "Dişini Tırnağına Ta­

kan Akıl", "Veba", "Buhran Çağı", "Dava", "", " Saat".

19

Coraline

Page Alev alatlı_Nuke Tüfunduszeue.info

"Anlıyorum," dedi, David Pavloviç.

"Sahi mi? Yirmi beşinci saati yaşadığımızın farkında mısı­

nız?"

"Korkarım Gheorghi 'yi okumadım," dedi Profesör, ben bir

suçlu Yahudiyim, bağışla beni gülücüğünü takındı, "anlatmak

ister misin?"

"Kütüphanede var," omuz silkti, uzun uzun sustu genç ka­

dın.

"Sorun nedir?" Ben senin doktorunum, bana söyleyebilirsin,

diye italikledi.

"Hâlâ bakireyim," dedi, Ellen Catherine, "ve kimseye kar­

şı hiçbir istek duymuyorum."

Pavloviç gözlüklerini çıkardı, temizlemeye koyuldu.

"Anlıyorum." Yeniden taktı. Ellen Catherine'in soluk pa­

muklu giysisinin altından belli olan çamaşırsız bedenine, gü­

neş yanığı güçlü kollarına, sadece tabandan ibaretmiş gibi du­

ran sandaletlerinde kıpraşan kirli ayaklarına, uzun süredir su

yüzü görmemiş kızıl saçlarına, gözlerinin yeşiline baktı.

"Sporcu musun?"

"Sinema bölümünün sutopu takımındayım."

"Anlıyorum Ben de hareketsizlikten kasları incelmiş bir ki­

tap kurduyum. Yeni İngilterelisin?"

"Boston."

"Püriten?"

"Artık değil," dedi Ellen Catherine. Pavloviç, kızın gözün­

den bir an için parlayıp kaybolan endişeyi not etti.

Tedavi seansları haftada birden üçe, derken yediye çıktı.

Giderek Mesihlerini, kaybolan cennetlerini, çile içinde geçen

çocukluklarını, "seçilmiş" olmalarının yükünü, insanlığın gele­

ceğine ilişkin umutsuzluklarını paylaştılar. David Pavloviç, El­

len Catherine'in cinsel isteksizliğini her türlü fiziksel teması if­

fetsizlik kabul eden Püriten eğitimine yordu, bilimsel açıkla­

masını yaptı. Ancak kızın karamsarlığına, korkularına çözüm

getiremedi. Ellen Catherine'in yaşadığı çağın icabı "özgür ol-

20

maya mahkûm" olduğunu söylüyor, her özgür insan gibi, ya­

şamdan "endişe, sahipsizlik ve yeis"ten başka bir şey bekle­

mesi gerektiğini düşünüyordu.

David Pavloviç, kâinatın, "buyrulmuş bir düzen", yani Koz­

mos değil, "kendiliğinden oluşmuş" Taxis olduğunu anlattı.

"Tümüyle anlamsız" olan Taxis'te yaşayan insanoğlu yaptığı

seçimden sadece kendisi sorumlu olduğu için, ne kimseye he­

sap vermek ne de kimseden hesap sormak durumundaydı.

Kendisinin kimseye sığınak olamayacağı, "Tzadik cüppesi"ni

reddettiğinde kanıtlanmıştı. Bu bakımdan, Ellen Catherine'e

bir şeyler vaat ettiği izlenimini vermek istemezdi. A m a çok iyi

arkadaş olabilirlerdi, bu da en önemlisiydi.

"Değil mi?" diye cevabını beklemediği bir soru sordu.

21

Coraline

Page Alev alatlı_Nuke Tüfunduszeue.info

IV

"Oğlum, hikmetime dikkat et, anlayışıma kulağını eğ; ta ki, sağlam öğütleri tutasın ve kulakların bilgiyi koru­sun, çünkü yabancı kadının dudakları bal damlatır ve ağzı yağdan yumuşaktır; fakat sonu pelinotu gibi acıdır, iki ağızlı kılıç gibi keskindir; hayatın düz yolunu bulmaz; yolları dolaşıktır, kendisi de bilmez."

Tevrat, Süleyman'ın Meselleri,

,2,3,4,6.

Anlayışı aşka tercih edip, ruh ve beden sağlığını David Pav-

loviç'e emanet ettiğinde, ihanet etmediği ülküsü kalmamıştı Di-

ana'nın. 'de, New York'ta, bir yargıcın huzurunda, "dinsiz­

ler gibi yapayalnız" nikahlandılar - yani, kilise düğünü yapmadı­

lar. David'in kendisine eş olarak bir goyim karısı seçmiş olma­

sı, Bayan Levi'nin yüreğine indirdi, altı ay içinde göçtü gitti Ra-

şel Pavloviç. Ondan bir altı ay sonra Boston Globe, "İkinci Dün­

ya Savaşı Pasifik filosunun 'Mor Kalp' madalyalı Emekli Binba­

şısı, Auchincloss Sanayi Boyaları'nın eski Yönetim Kurulu Baş­

kanı, Robert Steven Auchincloss'un vefatını esefle" bildirdi. Ba­

basının ölümü üzerine, Diana, günahlarına bir tane daha ekledi,

"İsa katilleri"nin ahfadından olan kocasını J o h n Winthrop'un

22

"Öncü Karakolu"na, yani baba evine yerleşmeye getirdi; Me­

sih'in, Birleşik Devletler'deki son mekânını da murdar etti.

Dul bayan Austin-Auchincloss'un, "mukaddeslere tecavüz"

diye tanımladığı bu taşınma, evin "salih" sahibi müteveffa bin­

başının kehanetini bir kez daha doğruladı, uğursuzluklar peş

peşe sıralandı. Tanrı, dini bütün Amerikalıların zor kazanılmış

dolarlarını kendi âdeti hilafına ve "vazgeçtiği" yabancı ülkeler­

de çarçur eden "sözde Hıristiyanlar"a, unutamayacakları bir

dizi ders verdi.

Domuzlar Körfezi hezimetini, Vietnam yenilgisi izledi. Mu­

azzam Amerika'nın bu kavruk, bu şekilsiz, bu cüce -"Boyları

deniz piyadelerimizin yarısı kadar bile değil!" deniyordu- çıp­

laklar karşısında çaresiz kalması, şahinlerin yüreklerine taş gi­

bi oturdu. Diğer taraftan, Kennedy döneminin Kuzey Viet­

nam'a gönderilmek üzere kan bağışlayacak kadar savaş aleyh­

tarı güvercinleri, ilerici liberaller, Birleşik Devletler'in Çin Hin-

di'ni terk etmesinden sonra Kızıl Kmerler'in zafere ulaşması­

na, bitmeyen katliamlara, birbiri arkasına iktidar olan eli kan­

lı despotlara bakarak, Amerikan müdahalesini kınamakla "pek

de iyi bir iş yapmamış" olduklarını fark ettiler. Üçüncü Dünya

ülkelerindeki "anti-sömürge" hareketlerinin Batı'nın coşkusu­

na değmeyecek kadar alelade ve müstebit devletlerle sonuç­

landığı" en coşkulu ilericiler tarafından bile kabul edildi.

'ların insancı duygudaşlığının yerini her biri çok yakın ge­

lecekteki felâketlere işaret eden "yeni gerçeklikler" karşısında

duyulan tedirginlik aldı.

OPEC' in 'te aniden yükselttiği petrol fiyatları "yeni ger­

çekl ik lerden birisiydi. Benzin faturalarının şaşırtıcı toplamla­

rı, Birleşik Devletler'in ithal petrole bağımlı, yani "yabancı pet­

rol üreticilerinin insafında" olduğu "dehşet verici gerçekliğini"

gün ışığına çıkarıverdi. Enerji, Birleşik Devletler'in "emrine

amade" olmaktan çıkarak, "modernleşebilmeleri için" bunca

yardım ettikleri birtakım "nankör entarililerin" tekeline girmiş­

ti. Oysa Amerika tekerlek üzerinde yaşardı. Enerjisi kısıtlan-

23

Coraline

Page Alev alatlı_Nuke Tüfunduszeue.info

mış bir Amerika, tekerleklerin durduğu Amerika'ydı! Ve "bar­

barlar" hiç utanmadan, "eşitlikten bahsediyorlardı"! "Ameri­

kan yaşam biçimini mahvetmek" pahasına eşitlik istiyorlardı!

Amerika'ya "sayıca eşit ve halif"tiler. Petrol sahalarını göz gö­

re göre "istimlâk" etmek niyetindeydiler. Bunu beceremedikle­

ri takdirde, "dünya malı" diye tanımladıkları petrolün "nasıl

paylaşılacağı kararını gelişmiş kapitalist ülkelere bırakacakla­

rına, kendileri karar vermeye" kalkışıyorlardı!

Amerika'nın Birleşmiş Milletler'deki elçisi, ünlü siyasetbi-

limcisi, Patrick Moynihan, "Tek ilgilendikleri şey eşitlik!" diye

isyan ediyordu, "Anlaşılan, onları ne üretim ilgilendiriyor ne

de özgürlük! Oysa biz özgürlük partisindeniz!"

Bu cümleyi duyduğum zaman hiçbir şey anlamadığımı ha­

tırlıyorum. Günay açıklamıştı:

"Petrolü kimin, ne kadar tüketeceğine ilişkin kuralların ge­

lişmiş kapitalist ülkeler tarafından değil de, Moynihan'ın bu

'yeni milletler' dediği kimselerce konulması, dünya düzeninin

bozulması, Batı'yı Batı yapan mekanizmanın 'abluka altına

alınması', dünyanın gelmiş geçmiş en muhteşem medeniyeti­

nin -Amerikan medeniyetinin- çatırdaması olarak algılandı.

Moynihan Efendi bunu söylüyor! İzleyen cümlelere bak: Batı

demokrasilerinin kollarını kavuşturup, eski sömürgelerinin

kendilerine zorbalık etmelerine izin veremeyeceklerini söylü­

yor. Zaten, 'şu bayrakları bir açacak' olsalarmış, 'serbest kala­

cak enerjinin hacmi, kendilerini bile şaşırtırmış'!" Yine anla­

madığımı görünce, acı acı gülmüş, "Zenginliğin Tanrısal bir

hak olduğuna inanan bir ulusun ne denli küstah, ne denli hak-

lıcı, ne denli saldırgan olabileceğini senin Türk kafan anlamaz,

arkadaşım," demişti. Haklı çıktı. Bu konuşmadan beş-altı yıl

sonra Amerika gerçekten de bayrak açtı. Bu defa da, Irak'ı yer­

le bir edip, petrol meselesini toptan halletmeye hazırlanırken,

aynı Moynihan, buraların aslında Türklere ait olduğunu, Sevr

Antlaşması ile kaybettiklerini söylüyor, Ortadoğu'nun jandar­

malığını üstlenmemizi istiyordu! Her neyse!

24

Kasım'ında, İranlı öğrencilerin Tahran'daki Amerikan

Sefareti'ni uluslararası hukuku bir kenara iterek işgal etmele­

ri, "İran'a çok büyük iyilikler etmenin dışında hiçbir kabahat­

leri olmayan, elliye yakın masum Amerikalıyı" rehin almaları,

Birleşik Devletler'e yapılabilecek hakaretlerin en ağırı oldu.

Hükümetlerinin rehineleri kurtarmaktan aciz kalması, Ameri­

kalıların "Nuke, İran!" "İran'a nükleer bomba!" gibi yürekten

teşvikine karşın askeri müdahaleden kaçınması, dünyanın en

güçlü devleti olup olmadıkları hususunda kuşkular doğurdu.

İran, Arap-İsrail çatışması gibi, petrol gibi, yetmişli yılların al­

tüst edici sorunlarının odak noktası haline geldi. Amerikalılar­

la Müslüman dünya arasındaki ilişkilerin sembolü oldu. "Alla-

hü ekber" zikri, Amerikan nefreti ya da "medeniyet düşmanlı­

ğı"; "ayetullah" lakabı, "uydurma bir yirminci yüzyıl unvanı";

"Muhammedizm", Mekke, çarşaf, Sünni, Şii, molla ve Humeyni,

neşeli, sağlıklı, küçücük burunlu, pırıl pırıl saçlı Amerikan ço­

cuklarını yok etmeye yönelik bir gelişmenin göstergeleri; tele­

vizyon ekranlarında hemen her gece boy gösteren, "kendi ken­

dilerini kırbaçlayan sapık delikanlılar", dünyanın son medeni­

yetini tehdit eden Müslümanlar olarak dehşet saldılar.

İran ihtilalinin, " ihtilalinden bu yana ilk halk ihtilali"

olduğunu söyleyenler vardı, ancak ciddiye alınmadılar, çünkü

Amerikalılar, J i m Jones gibi "peygamberlere, onların bir sözü

ile topluca intihar eden ya da cinayet işleyen müritlerine alış­

kındılar. Humeyni müritlerine Jones 'un müritlerinden daha

fazla sempati duyulması beklenemezdi. Nitekim, bilim çevrele­

ri, ayaklanma sırasında yüz elli bin İranlının ölmüş olmasını,

"İranlıların şehadet kompleksi" şeklinde yorumlayıp geçiştir­

diler.

Öte yandan, olaylar, akademisyenlere, gazetecilere, bürok­

ratlara, çokuluslu petrol şirketlerinin uzmanlarına yepyeni ka­

riyer sahaları açtı. Amerikan çıkarlarının korunması için Orta­

doğu, Müslümanlık, İran gibi konularda yetişmiş uzmanlara ih­

tiyaç vardı. Ve başta hükümet olmak üzere, iş dünyası ve üni-

25

Coraline

Page Alev alatlı_Nuke Tüfunduszeue.info

versiteler bu ihtiyacı karşılamaya yöneldiler. Bu yöneliş, Ro-

doplu'ya Profesör Sernea'yı, daha sonra da Diana'yı getirdi.

Şöyle ki; ünlü bir din adamının İsrail'e sırt çevirmiş oğlu

olarak, David Pavloviç'in hayatında Ortadoğu'nun yeri büyük­

tü. Bölgeye ilişkin her bilimsel faaliyete, bu arada Cord Vak-

fı'nın, Princeton Üniversitesi "Orient Araştırmaları Fakülte-

si"nde finanse ettiği seminerlere sevinerek katıldı. Princeton

seminerleri özellikle öğretici oldu. David, "Müslüman Afri­

ka'da Kölelik ve İlişkin Kurumlan" adlı ilk toplantıda siyah Af­

rikalıların, "geçmişte ülkelerinde köle olarak satılmadık adam

bırakmayan" Müslüman Afrikalılardan korktuklarını, onlara

karşı derin bir nefret beslediklerini öğrendi. İkinci seminerin

konusu, Osmanlı İmparatorluğu'nun "millet" sistemiydi; ko­

nuşmacılar, Ortadoğu Müslümanlarının aslında birbirleriyle

hiçbir köken bağlılığı olmayan uluslardan oluştuğunu anlattı­

lar. Üçüncü seminerde, bölge toplumlarının davranışlarını in­

celeyebilmek için gerekli "psikoanalitik teknikler"in neler ola­

bileceği tartışıldı; "Müslümanların bir hayal dünyasında yaşa­

dıklarına, ailelerinin baskıcı, liderlerinin çoğunlukla psikopat,

toplumlarının çocuksu" olduğuna karar verilmekle birlikte, ko­

nunun derinden incelenmesi çağrısında bulunuldu.

David Pavloviç'in, ihanet ettiği cemaatine bir tür "hafifleti­

ci sebep" sunmak istemiyle kariyerinin gündemine aldığı uğra­

şı, Rabin Levi Pavloviç'in hiç beklenmedik müdahalesiyle yön

değiştirdi.

26

V

"Ve o, peygamberlerin adını ve soyunu bildirdikle­ri kimsedir. O, zulüm ve adaletsizlikle dolmuş yeryüzü­nü eşitlik ve adaletle dolduracak olandır.

O, Allah'ın yeryüzünde ezan okunmayan bir tek yer kalmayıncaya kadar elleriyle yeryüzünün Doğulularını ve Batılılarını fethedecek şahıstır. Peygamber'in bildir­diği Mehdi'dir. Ve o, İsa bin Meryem'in indiği zaman ar­kasında namaz kılacağı kimsedir. Hazreti Veliyyi Asr'dır. Kaybolmuş olan imamdır."

Risaletü'l İ'tikadetül'l İmamiye.

Hamursuz Bayramı'nın ziyaretine getirdiği torunlarına il­

ginç bir şeylermiş gibi baktı, Rabin Pavloviç. Okşamadı, gözle­

ri dolmadı, ama kaşları da çatılmadı. Semaveri yaktı, kuru-

üzüm, fındık ikram etti. Dünyada olup biteni dinledi.

"Nu! Oğlum," dedi, bir süre sonra, olağan bir ses tonuyla,

"görüyorum ki Amerikal ı l ığ ın Yahudiliğine baskın çıkmış."

Çayından bir yudum içti,

"Söyle bana David," dedi, "Rıza Şah Pehlevi 'yi hatırlıyor musun?"

Cevap istemeyen bir soruydu, Profesör başını önüne eğdi.

"Rıza Şah Pehlevi İran'ın başına geçtiği zaman, biz eski va-

tanımızdaydık." Duraladı, " N u ! " diye ünledi yeniden, "Bir dos-

27

Coraline

Page Alev alatlı_Nuke Tüfunduszeue.info

tum vardı, Ali Buharayi." İsmin bir şeyler hatırlatmasını ister

gibi bekledi, umduğu tepkiyi aldı, sonra sürdürdü,

"Görüyorum ki hatırlıyorsun. Memnun oldum. Ali Buharayi

bize çok yardım etti. Bolşevik katliamından sonra Türkiye üze­

rinden Yeni Dünya'ya geçmemizi o sağladı."

Gelinine bakmadan, gelinine anlattı,

"Ali Buhariyi Farsi'ydi," dedi, "Tütün taciriydi, ama ünlü bir

âlimdi de. Rıza Şah'ın zindanlarında öldü. Niçin öldü? Çünkü Rı­

za Şah, Farsi topraklarına Tanrı'nın kanunları yerine kendi ka­

nunlarını getirdi. Tanrı'ya eşlik, ortaklık tasladı. Reform adı altın­

da Müslümanların kutsal kitaplarının yasakladığı pek çok işler

yaptı. Karşı çıkan ayetullahları türlü işkencelerle öldürdü. İkinci

Dünya Savaşı'nda Almanya ile birlik oldu. Müttefikler, Suriye ve

Irak'ı işgal edince Hitler'e ticaret merkezi olarak hizmet verdi.

Bunun üzerine Rusya ve İngiltere birleşip İran'ı işgal ettiler. Rıza

Han'ın yerine oğlunu geçirdiler. Bu sizin tanıdığınız Şehinşah Mu-

hammed Rıza Pehlevi'dir.

Benim gözüm hep üstünde oldu Muhammed Rıza'nın. Gör­

düm ki o da Tanrı'yı vicdanlarından çıkarmak için elinden ge­

leni ardına koymadı. Tanrı'nın emirlerine fütursuzca karşı gel­

di."

Gelinindeki belli belirsiz kıpırdanmayı sezinledi,

"Tanrı'nın ayetlerini Müslümanlara biz verdik," diye açıkla­

dı, "İslâm'ın kelime-i şehadeti olan 'lailahe illallah', İbrani-

ce'nin 'Allah'tan başka Allah kimdir' hükmünün Aramca tercü­

mesinin 'lailahe illallah'ının aynısıdır. Yakub'un babası İshak,

İsmail'in kardeşidir. Beni İsrail namıyla maruf Yahudiler, İs-

hak'a ve dolayısıyla İsmail'e hesap verirler ve kezalık dolayı­

sıyla Yahudiler ve İslâmlar kardeştirler. Tanrı'nın emirlerine

uydukları, şirk ve tuğyan üzerine kurulu sistemleri reddettik­

leri sürece Müslüman toprakları Yahudileri en iyi ağırlayan

topraklar oldu.

Nu! Tanrı'nın kanunlarının geçerli olduğu Müslüman top­

raklarında Yahudiler katliam görmedi. A m a Şah, Farsileri Batı-

28

lılaştırmak yolunda çok şey yaptı. İran'ı goyim bir Batı'nın kar­

şısına kendilerine benzeyen bir toplum olarak çıkarabilirse,

onlarla ilişkilerinin daha iyi olacağını, tahtını koruyabileceğini

düşündü. Oysa Farsi uleması, ' 0 ' gelinceye kadar her türlü

devlet şekil ve yönteminin kanunsuz olduğunu biliyorlardı."

"İsa Mesih! Bir mesih daha!"

Diana şaşkınlığını seslendirmemişti, ama Rabin Pavloviç

kalp kulağıyla duydu gelininin sesini,

"Onların içtihatlarına ve mezhep anlayışlarına göre," diye

açıkladı, "Mesih, kaybolan imamdır. Müslüman peygambe­

rinin ölümünden sonra imam dedikleri Tzadik'Iik hakkının

Ali'ye ait olduğuna, Müslümanlara onun hanedanının başkan­

lık etmesi gerektiğine inanırlar. İşte, ehlibeyt hanedanının

imamı Muhammet Mehdi, onuncu yüzyılın başlarında doğmuş

ve kaybolmuştur."

Yorulmuş gibi duraladı, geriye yaslandı, Tevrat okuyor-

muşçasına sallanmaya, mırıldanmaya başladı,

"Ve o peygamberlerin adını ve soyunu bildirdiği Mehdi'dir.

Tanrı'nın kanununu ondan başka kimse ayakta tutamaz. O, is­

tediği kadar, hatta dünyanın ömrü boyunca kayıp kalabilir,

ama yine de ondan başka bir Tzadik olmayacaktır."

Sustu, bir süre daha sessiz sallandı, gözlerini açtı, gelinine

dikti. Kadın nefesini tuttu. Neden sonra,

"Tanrım!" diyerek içini çekti Rabin Levi, "Hayır. İran'da

olup bitenleri izlememe goyim basını imkân vermiyor. Kalbi­

min gözüyle okumaya, kulağı ile duymaya çalışıyorum. Biliyo­

rum ki, Farsiler bizim yapamadığımız bir şeyi, Tanrı'nın kanu­

nu olduğuna inandıkları bir nizamı, insan yapısı yasaların ye­

rine koymaya çalışıyorlar. Fakat Nu! Humeyni'ye güvenmiyo­

rum!"

"Neden ama?"

"Humeyni, Müslüman Ben Gurion'udur! İşte bundan!"

Birden öfkelenmiş, yaşından beklenmeyen bir şiddetle doğ-

rulmuştu,

29

Coraline

Page Alev alatlı_Nuke Tüfunduszeue.info

"Ben Gurion goyimi gibi, Humeyni de bekleyemedi Meh-

di'yi!"

Oğluna döndü,

"Hatırla!" diye gürledi, "Evet, imam kayıptır ve bir gün gele­

cektir! Ama o gelinceye kadar bizim elimiz kolumuz bağlı dur­

mamız, İslâm dışı uygulamalara seyirci kalmamız mümkün

mü? Bu, İslâm'ı ve hükümlerini fiilen kaldırmamız demek değil

mi? Niçin aksini yapıp İslâm'ı uygulamayı düşünmeyelim?

'İmamın gelişini beklerken tam bir sorumluluk yüklenmez mi

bize?' diyen Humeyni değil mi? Söyle bana David, Mesih'siz İs­

rail'i Filistin belleyen goyim Siyonistlerin savunması da bu de­

ğil miydi?"

Gelinine döndü,

"Humeyni, Tanrı'nın sözünün esas alınmadığı bir İran kur­

maya kalkıştı," dedi, "oysa Mehdi gelmeden kurulan bir İran,

Tanrı'nın sözünün geçerli olmadığı, Müslümanlarının kitabı­

nın merkez alınmadığı bir İran'dır. Laik bir İran'dır. Ben Guri-

on'un laik İsrail'i gibidir."

Başını kederle önüne eğdi.

"Anlıyorum," diye mırıldandı şaşkın gelini.

"Nu!" dedi Rabin Levi, gaipten haber verirmişçesine kısılan

sesiyle, "Kavgalar büyüyecek, çok insan ölecek! A m a belki de,

Batı'nın bozduğunu İran düzeltecek. Yıkımlar Tanrı'nın düze­

nine yol açacak. Çünkü Diana," dedi, gelinini yepyeni bir isim­

le benimseyerek,

"İnsanoğlunun yeryüzündeki varlığının anlamı üretim araç­

larına sahip olmak, üretim ilişkilerini güçlü olanın doğrultu­

sunda düzenlemeye kalkışmak, dünyevi nimetler uğruna kan

akıtmak, eşyaya ya da bilgiye satmak ya da satılmak değildir,"

oğluna bakmadan hatırlattı,

"İnsan T a n r ı ' y a kulluk etmek için yaratıldı. Kulluk görevini

ihmal etmemek için yaratıldı. Hayatta kalabilmek için birtakım

maddi şartlara ihtiyacı vardır, ancak ondan asıl istenen, yaşa­

mını Tanrı'nın rızası için düzenlemektir. Nu! Diana! Servet na-

30

sıl dağıtılacak, üretim nasıl yapılacak, ne kadar tüketilecek,

kimler, neye, ne kadar ve kime vekâleten sahip olacaklar? Bü­

tün bunlar, insanoğluna bırakılmayacak kadar hayati sorun­

lardır. Bunun böyle olduğu da, goyimlerin insanoğluna ilişkin

hiçbir sorunu çözememiş olmalarının tasdikindedir. İnsanoğ­

luna bırakıldığında, tereyağ yerine çelik, ilaç yerine silah veri­

lir çocuklara.

Nu, Diana! İnsan, insanın eline teslim edilemeyecek kadar

kıymetlidir. İran'ın yapmaya çalıştığı, Tanrı rızasına göre yaşa­

mak, doğruları başka insanlara, ülkelere anlatmaya çalışmak,

bunu hissediyorum.

Nu! İran'ın savaşı kanunun küfre karşı savaşıdır. İnsanı

Tann 'ya ortak koşan muazzamlara karşı savaşıdır. Kadercili­

ğin reddidir."

"Humeyni'ye güvenmediğinizi sanmıştım, yanlış mı anla­

dım?"

"Humeyni varsa, dostum Şeriatmedari de var," diye araya

girdi Rabin. David, hayretle babasının yüzüne baktı, dostu?

Rabin Pavloviç, Amerika'nın oğluna neleri kaybettirdiğini

üzüntüyle gördü,

"Dostum," dedi, elini kalbine götürdü, Profesör o zaman

anladı kalp yoluyla tanıştıklarını.

"Fakat, baba," dedi Diana, ilk kez kayınpederine, kocası

kaşlarını "yapma" anlamında kaldırdı; Rabin yadırgamadı,

"Müslümanlar İsrail'e düşman" dedi ve daha sözler ağ­

zındayken kavradı,

"Ama bugünün İsrail'i, Yahova'nın Filistin'i değil, öyle mi?"

Rabin cevap vermedi, ama gözlerinde belli belirsiz bir pırıl­

tı vardı.

"Yahudi goyimi! Kanunsuz bir devletin, kanunsuz devletle­

re karşı, kanunsuz savaşı! Ve siz tabii ki taraf Olmayacaksınız,

değil mi?"

Otuz yıl önce valiahtına söylediklerini bu kez de gelinine

tekrarladı Rabin,

31

Coraline

Page Alev alatlı_Nuke Tüfunduszeue.info

"İbrahim'in, Yakub'un toprağı Eretz Yisroel, Mesih gelme­

den kurulamaz. Kutsal Topraklar ancak Mesih tarafından kut­

sanabilir. Ben Gurion'un İsrail'i kutsal değildir. Uğruna dökü­

len kanların hiçbir ilahi gerekçesi olamaz."

"Öyle görünüyor," dedi, Ellen Catherine, "neden İsrail'e

göç etmediğinizi anlıyorum."

"Ben halkımı Rusya'dan Amerika'ya getirdim," diye sürdür­

dü Rabin ve Profesör Pavloviç babasının gönlündeki yerini go-

yim karısına kaptırdığını hissetti; beklemediği bir burukluk

sardı gönlünü,

"Nu! Diana, Amerika'ya getirdiğim gibi İsrail'e de götürebi­

lirdim. Yapmadım. Niçin? Çünkü gerçek goyim toprağında ya­

şamak, Yahudi goyiminin arasında yaşamaktan evladır. 'Alda­

tıcılar sizi Tanrı ile aldatmasın,' der Kitap. Ben Gurion, Yaho-

va'nın adını anarak aldatıyor, saptırıyor, dünyevi nimetlere

uşak ediyor Yahudileri. İsrailoğullarına vaat edilen toprağı, Hı-

ristiyanlara teslim etti. Nasıl mı etti? Onların yöntemlerini yer­

leştirerek etti. Nu! İsrail, Yahudi değil artık! Zulmü defetmek is­

teyenler, zalimlerin yollarını benimsediler. Ben halkımı bura­

da, Birleşik Devletler'de, bu aldatmacalardan uzak tutmaya

çalıştım.

Nu! Diana, Mesih'in şereflendirmediği İsrail'e asla gitmeye­

ceğim."

"Ya İran? İran'a gider miydiniz?'

David Pavloviç nefesini tuttu.

"Hayır," dedi Rabin Levi, soruyu hiç de saçma bulmadığını

belirten bir ifadeyle, David, tarihinden ne denli kopmuş oldu­

ğunu bir kez daha fark etti.

"Hayır, ama Tanrı'nın yollarını kim bilebilir?"

"Yani, 'ışık' Müslüman Doğu'dan gelebilir mi? Öyle bir ihti­

mal var mı?"

Bu kez açıkça gülümsedi Rabin Levi,

"Batılı gözü, küçük kıvılcımları göremez," dedi. Başını hafif­

çe pencereden yana çevirdi, Catherine'e geceyi gündüz yapan

Brooklyn Köprüsü'nü gösterdi.

32

"Bunca neonun, bunca ışığın arasında, küçücük bir kıvılcı­

mı kim görebilir? Nu, Diana, senin J o h n Winthrop işte bunda

yanıldı."

J o h n Winthrop'u tanıyor olmasına şaşırmadı, "Diana" adını

kabullendiği gibi kabullendi Ellen Catherine,

"Işık, sigara ateşinin lamba yerine geçtiği karanlıklardan

gelecektir," diye fısıldadı, "bizim teknokrasimizi eninde so­

nunda fethedecek olan Orient, Batı'nın bugünkü barbarlığı ile

yaptığı gibi teknolojinin adına tapınaklar inşa edip önünde

eğilmek yerine, sokakları ve evleri aydınlatmak için kullanacak

elektriği. Doğu'dan gelecek insanlar yaşamın gizlerini ve insan

ruhunu, neon tüplerinin aydınlığı ile boğmayacaklar. Teknolo­

jik medeniyetin makinelerini kendi ruhlarının ve dehalarının

gücü ile dizginleyecekler ve denetim altına alacaklar, tıpkı or­

kestrasını içgüdüsel bir müzik anlayışla yöneten orkestra şefi

gibi yönetecekler teknolojiyi."

"Gheorghiu'yu beğenirim," dedi Rabin Levi, oğlunu bir kez

daha altüst ederek.

"Nu, Diana, o Romen pek çok şeyi anlıyor," gözlerini esefle

kırpıştırdı, "ama söylemiyor," dedi.

"Doğu'dan gelecek insanların ruhları ve dehaları dediği şe­

yin Kâinatın Sahibi'nin Kanunu'nu uygulamaktan öte bir şey ol­

madığını söylemiyor. İnsana atfettiği özelliklerin Tann'nın yan­

sımaları olduğunu söylemiyor. Gheorghiu ağaca bakmaktan or­

manı kaybetmiş Diana. Dünyada olan biten her şeyi teknolojik

emperyalizmin güdümünde görmek yanlıştır, kaderciliktir. Bu

düşünce, Yahova'nın vaadine inanmamak demektir. Küfürdür."

"' Saat,' diyor," dedi, Diana, "insanoğlunun kurtuluşu­

nun mümkün olmadığı saat, Mesih için bile çok geç olan bir sa­

at. Son saat değil, son saatten bir sonraki saat. Batı medeniye­

tinin bu dakika içinde olduğu saat. Şimdi."

"Gheorghiu bir goyim, Diana. Bütün söyledikleri goyişkayt!

Orwell gibi. Saat diye bir şey yok. Mesih için saat yok. Ghe-

orgihiu için bile çok geç değil!"

33

Coraline

Page Alev alatlı_Nuke Tüfunduszeue.info

Konuşmanın sonu gelmiş gibi ayağa kalktı, kapıya doğru iki

adım attı, döndü,

"Evet, Diana," dedi, "onaylıyorum."

Torunlarını duygularını belirten hiçbir işaret vermeksizin

süzdü,

"Orient'e gitmenin bir yolunu bulmalısın. Çocukların başka

şansı olmayabilir. David'e yapılan o teklif üzerinde düşünme-,

lisiniz."

"Hangi teklif?" Ellen Catherine, hayretle kocasına döndü!

"Sana söyleyecek zamanım olmadı," diye kekeledi Profesör

Pavloviç. Babasından hiçbir şeyi gizleyemeyeceği bilgisiyle

çocukluğundaki gibi sarsılmıştı,

"Cord Vakfı, İstanbul Sosyal Bilimler Üniversitesi için ko­

nuk profesör istiyor. Dekan sebt iznimi* kullanabileceğimi

söyledi."

"Sultan İkinci Beyazıd'ın memleketi," diye mırıldandı Rabin

Pavloviç. "Sefaradlara da sığınak oldu, Eşkenazlara da." **

Bir kocasına, bir kayınpederine baktı Diana Pavloviç. Yaşlı

adam, omuzları ağır bir borç yükünün altında eziliyormuşçası-

na düşük, yavaşça dışarı çıktı.

*)"Sebt izni", Amerikan üniversitelerinde öğretim üyelerine belirli aralıklarla dinlenmek, kendilerini geliştirmek amacıyla tanınan bir yıl süreli ücretli izin hakkıdır. Sebt ya da şabat günü geleneğinden kaynaklanır, (y.n.) **) 'de Kral Ferdinand ve Kraliçe İzabel'in ünlü "Kova Fermanı" ile İspanya'dan sürülen Yahudileri, İkinci Beyazıt kabul etmiş, hatta kadırgalar göndererek aldırmıştı. "Sefarad", İbranice'de "İspanya" demektir. Türk Yahudilerine bu nedenle İspanyollar anlamına gelen "Sefaradlar" denir. "Ladino" diye bilinen eski bir İspanyolca konuşurlar. "Eşkenaz"lar, Kıta Avrupası Yahudileridir. Onların "Yiddiş" denilen Almanca kökenli bir dilleri vardır. Rabin Pavloviç, İkinci Dünya Harbi'nde, Almanya'dan kaçıp Türkiye'ye sığınanlardan bahsediyor, (y.n.)

34

VI

Diana Pavloviç, Günay Rodoplu ve benim Ziya Bar sohbet­

lerimizi hatırlarsınız. O yorucu gece, Diana bize İstanbul'a gel­

me kararlarının en "kötü tahminlerinin de ötesinde" tartışma­

lara neden olduğunu anlatmıştı. Anlaşılan, annesi, Mrs. Aus-

tin-Auchincloss, aziz eşini genç yaşta kaybetmiş olmanın dı­

şında, "hayatındaki en büyük düş kırıklığı" olarak nitelendirdi­

ği kızını, "o korkunç zenci Malcolm X' in nümayişlerine katılan,

o saygın evi beyaz süprüntülerle (hippiler!) dolduran, Yahudi

gettosunu Boston'un göbeğine taşıyan" kızını, epeyce bir sü­

redir onulmaz bir yitirmişlik duygusuyla anıyordu.

Günay, "Yirmi dört saatte bir yeni bir entelektüel, sanatsal,

sosyal ya da teknolojik akım geliştiren Birleşik Devletler'de,

35

Coraline

Page Alev alatlı_Nuke Tüfunduszeue.info

kuşaklar arası çelişkinin anlaşılmaz bir yanı olmadığını"nı söy­

lerdi. Ancak yaşlı kadının, "Catherine sadece bana değil, Ame­

rika'yı Amerika yapan bütün değerlere ters," diye sızlandığına

bakılırsa, Diana'nın ailesinde durum daha da vahimdi. Bunun­

la beraber, Mrs. Auchincloss 'un kızının onulmaz yabancılaş­

masına ilişkin olarak Mürebbiye White'a sunduğu kanıtı, ken­

di adıma gülünç bile bulmadım:

"Yani düşünebiliyor musunuz Mrs. White! Bacaklarını bile

tıraş etmiyor!"

Diana, annesinin geçen Noel'de kendisine hediye ettiği

Schick marka, sevimli, sessiz, şeker pembesi elektrikli tıraş

makinesini (sıfatlar onun!) kullanmadığı için öfkelendiğini an­

lattığında adamakıllı sıkıldığımı hatırlıyorum. Ancak itiraf et­

meliyim ki yaşlı kadının öfkesini kabartanın, estetik kaygıdan

öte bir şey olmuş olmasını ilginç buldum. Meğer Mrs. Auc-

hincloss, Diana'nın bacaklarının yakışıksız durumunu (ne de­

yim!) "getto kaçkını" dediği Yahudi kocasının kızı üzerindeki

etkisine verir, en çok da buna sinirlenirmiş,

"Biliyor musunuz, o adam ne dedi bana? 'Ama neden Mrs.

Auchincloss, ' dedi, -anne demiyor! Ben de izin vermem, zaten!-

'bence insan kılı doğal, sıcak ve gerçekten de çok güzel!'"

Mürebbiye White, başını esefle sallamış, ne diyeceğini bile­

miyormuş gibi susmuştu,

"Hiç olmazsa torunlarımı kurtarabilseydim! Düşünün bir

kere, ona 'Katyuşka' diyorlar! Bana söyler misin, neden Mary,

Suzan gibi güzel Hıristiyan isimleri değil de, 'Katyuşka'?"

"Anladığım kadarıyla Rus ismiymiş, Madam."

"Peh! Biliyorum, tabii! O, o Yahudi göçmenin başının altın­

dan çıkıyor bütün bunlar! Ama Tanrı'ya şükür. Ona değil, sev­

gili müteveffa kocama çekti torunlarım!"

Bu noktada gözleri dalıyor, burnunu çekiyordu.

"Çok yakışıklı bir adamdı Binbaşı, öyle değil mi Mrs. Whi­

te? İnsanlar, ' John Wayne'in tıpkıbasımı' derlerdi!"

Mrs. White, her seferinde onaylıyordu.

36

"Öyle derlerdi efendim."

"Müteveffa eşim torunlarının saygın özel okullarda okuma­

larını isterdi. Onlara söyledim. Masraflarını karşılamayı bile

teklif ettim! Bir büyükanne daha fazla ne yapabilir? Ama, ha­

yır! Herhangi bir çocuk gibi numaralı halk okuluna gidiyor

torunum! Şimdi de Orient'e götüreceklermiş! Muhammedilerin

arasına!"

Bu, emektarın henüz bilmediği bir gelişmeydi, yüreği yerin­

den oynadı, ama yine de terbiyeli bir çığlıkla karşıladı,

" O h , hayır! Olamaz! Buna müsaade edemezsiniz Madam!"

Mrs. White'in tepkisi, Diana'nın annesinin kararını doğrula­

mış, yerinde duramıyormuş gibi kalkmış, salonun içinde bir­

kaç kez gitmiş gelmişti kadın.

"Evet, götüreceklermiş!" diye yineledi, "Ama, önce benim

cesedimi çiğnemeleri gerekecek!"

Meseleyi hemen o gün orada halletmeye karar verdi.

"Lütfen, Mrs. White, Peter'a söyleyin otomobili hazırlasın.

Winthrop malikânesine gidiyorum. Şimdi!" Bir saat sonra en

güzel yıllarını geçirdiği, ama şimdi "utanılacak halde" dediği

Winthrop malikânesinin devasa sahanlığındaydı.

Diana'nın anlattığı olayı oradaymışım gibi görüyorum: Mrs.

Austin-Auchincloss, topuklarını vurarak yürüyor, sahanlığın

ortasına geliyor, ikinci kata tırmanan kavisli merdivenin (bakı­

nız, Amerikan filmleri!) başında duruyor ve yukarı sesleniyor,

"Miss Ellen Catherine Austin-Auchincloss! Bir dakika içinde

aşağıda ol! Seninle konuşacaklarım var!"

Oturma salonuna yöneliyor, tozlu kapıyı eldivenini kirlet­

mekten korkar gibi parmağının ucuyla itiyor, giriyor. Koca­

man bir Ankara kedisinin - "Her tarafa tüy döktüğünden emi­

nim!"- istemeye istemeye indiği kanepeye ilişiyor. Evin bakım­

sızlığına duyduğu öfke kulaklarını uğuldatıyor. Diana'nın

"Merhaba, anne"sini duymazdan geliyor, patlıyor.

"O Muhammedilerin arasına girmeyi düşündüğüne göre

deli olmalısın!"

37

Coraline

Page Alev alatlı_Nuke Tüfunduszeue.info

Diana, kendisini en yakın koltuğa atıyor.

"Anne, tekrar başlama ne olur!" diye inliyor.

"Otur!" diye emrediyor, Mrs. Auchincloss, "Otur ve dinle!"

Diana, annesinin yanında getirdiği büyük evrak çantasını o

zaman görüyor. Nedir diye bakarken, yaşlı kadın çantasına

saldırıyor, bir süre kilitin süresiyle uğraşıyor, açmayı nihayet

başarıyor, fotokopilerden oluşmuş gibi duran kalın bir dosya

çıkarıyor,

"Buna bak!" diyor, dosyayı kızının yüzüne doğru sallaya­

rak, "Bak, Gustave Flaubert ne yazıyor!"

Diana, şaşırmış kalmıştır,

"Gustave Flaubert! İsa Mesih! Anne, sen Flaubert okumaz­

sın ki! Bana da yasaklamıştın, hatırlamıyor musun?"

"Evet, evet! Ama bu yazdıkları başka! Dinle!"

Altın bir zincirle boynuna astığı kelebek gözlüklerini bur­

nunun ucuna yerleştiriyor, okumaya hazırlanıyor. Diana bağı­

rıyor,

"Anne, lütfen! Güpegündüz de olmaz ki!"

Mrs. Auchincloss, tınmıyor, işaretlediği sayfayı açıyor, baş­

lıyor,

"Mohammed Ali'nin -Mohammed Ali, Mısır Sultanı'ydı-soyta­

rısı bir gün kalabalığı eğlendirmek için Kahire'de, pazaryerinde

bir kadın yakaladı. Bir dükkânın kenarına sıkıştırarak onunla

herkesin içinde cinsel ilişkide bulundu. 0 sırada dükkâncı sükû­

net içinde piposunu içiyordu."

Duraklıyor, gözlüğünün üzerinden tavartı seyreden Di-

ana'yı süzüyor.

"Duyuyor musun?.. 'Kahire'den Kubra'ya giden yol üzerinde

bir zamanlar genç bir adam vardı. Herkesin gözü önünde iriya-

rı bir maymunun altına yatar, onunla cinsel ilişkide bulunur,

böylece halkı güldürürdü."'

Tekrar duraklıyor, yine kızını süzüyor.

"Son günlerde bir dilenci öldü. Delinin biriydi. Buna karşın

halk onun kutsal olduğuna inanırdı. Onu Tanrı'ya yakın sayar-

38

lardı. Bütün Müslüman kadınlar bu dilencinin yanına gider ve

üzerine işerlerdi. Sonunda adam, kadınların idrarından bitkin

düştü ve öldü."

Diana'nın sabırsızlandığını fark ediyor, okumayı hızlandırı­

yor.

"Kahire'de çırılçıplak dolaşan bir molla vardı. Sabahtan ak­

şama kadar hareket halindeki cinsel organı açıkta, gezer dola­

şır, edepsizlik ederdi. Bir takke kafasına, bir takke de cinsel or­

ganının üzerine geçirir, öyle dolanırdı. İşeyeceği zaman, takke­

yi kaldırırdı."

"Aferin ona!" diyor Diana, oturduğu yerden. Annesi yine

duymazdan geliyor,

"Bu esnada çocuğu olmayan kadınlar yanına yaklaşır, idra­

rını avuçlarına doldurur, ellerini, yüzlerini yıkardı."

Yaşlı kadın yine duralıyor, Diana tavanları seyretmeyi sür­

dürmektedir,

"Eeee? Buna ne diyorsun küçük hanım?"

Patlama sırası Diana'dadır,

"Ne diyeyim istiyorsun, anne?"

Mrs. Austin-Auchincloss'un nefesi sıkışıyor,

"İsa Mesih! Böyle bir kepazelik, bir rezalet, bir, bir, bir"

Lâfın sonunu getiremiyor, boğulacakmış gibi öksürmeye başlı­

yor.

Diana, bu defa da acıyor,

"Bak, anne," diyor açık vermemeye çalışan bir ses tonu ile,

"tek bir kelimesine bile inanmıyorum!"

("Oysa," demişti, 0 akşam bize, "beni etkilemeyi pekâlâ da

becermişti!")

"Ne demek 'inanmıyorum'? İnanmıyorum da ne demek?"

Mrs. Auchincloss, artık çıngır çıngırdır. "İşte kitap, bası­

mı! Burada, Boston'da basılmış! Adı, 'Mektuplar'!"

Diana bakıyor, sahici bir kitap, lâfı saptırıyor,

"Sen nereden buldun? Öyle pek gezmezsin de"

"Mrs. White getirdi."

39

Coraline

Page Alev alatlı_Nuke Tüfunduszeue.info

"Bana okuyasın diye?.."

Mrs. Auchinloss, muzafferane bir tavırla arkasına yaslanı­

yor,

"Herhalde!"

Diana, içini çekiyor.

"O.K. ! Okudun işte." Olağan bir tavırla ayağa kalkıyor, "Ve

ben sana teşekkür ederim. Bir fincan kahveye ne dersin?"

"Hayır, tabii ki! Cildime dikkat ederim!"

"Ben alacağım," diyerek uzaklaşmaya çalışıyor Diana, ama

Mrs. Auchincloss odadan çıkmasına izin vermiyor,

"Miss Auchincloss, derhal geri dön ve otur! Seninle henüz

işim bitmedi!"

"Nedir, anne?"

"Senin o Quaker Komitesi üyeliğine de derhal son vermeni

istiyorum! Bir Austin-Auchincloss o, o, Homeyni canavarına

yardım edemez! Ülkeni hiç düşünmez misin sen?"

"Mr. Humeyni bir canavar değil anne," diye yanıtlıyor Di­

ana, sabırla.

"Tabii ki, o bir canavar! Daha dün New York Post yazdı. Mr.

Carpozi"

Diana, Mr. Carpozi'yi küçümsemeye karar veriyor (oysa

hiç de öyle küçümsenecek birisi değil, Türkiye'deki karşılığı

örneğin, Emin Çölaşan olmalı).

"Mr. Carpozi de kim?"

"O ünlü gazeteci! 'Ayatollah'ın Mein Kampf'ı isimli kitabın

yazarı!"

Diana kulaklarına inanamamaktadır,

"Hadi, anne! Humeyni'nin 'Mein K a m p f isimli bir kitabının

olamayacağını sen de biliyorsun!" (Diana, annesiyle arasında

geçen bu diyalogu özetlerken, Günay'ın gülmeye başladığını

hatırlıyorum. Amerikalıların yok etmeye karar verdikleri her

lidere, ilk iş olarak "Hitlerlik" sıfatını yakıştırdıklarını söyle­

mişti. Nitekim, çok sonraları, Saddam'a da aynı unvanı taktı­

lar.)

40

"Nasıl olmaz! Manor Yayınevi 'nden çıktı! İsmi. 'Ayatollah

Homeyni'nin Mein Kampf'ı!" diye çırpınıyor kadın.

"Ve sende bir nüsha var, öyle mi?"

Hayır, yoktur, çünkü Mrs. Austin-Auchincloss, eseri kitap­

çıda görmüştür, ama "öyle bir süprüntüye" para vermek iste­

mediği için satın almamıştır,

"Ben, Alman Hitler'in kitabını da almamıştım. Bilirsin, Hit-

ler'den nefret ederim!"

"İsa Mesih, anne! Ne ilgisi var şimdi?"

"O çılgın Arap da tıpkı Hitler gibi! Bir deli! Bir zorba! Nefret

dolu bir insan!"

Bu noktada artık Diana da çığlık çığlıktır,

"Anne, Mr. Humeyni Arap bile değil! O bir İranlı!"

Mrs. Auchincloss, gözünü olsun kırpmaz.

"İranlı, Arap, Türk!" der, tükürür gibi, "Muhammedi işte!

Oriental!"

Diana, "Hiçbir yolu yoktu," diyordu rakı kadehinin içine,

"annem olacak bu kadına bir şey anlatmanın hiçbir yolu yoktu!"

Konuyu değiştirmeye çalışmış, bu defa da, Türkiye'de ola­

cakları süreçte evi kiralamak isteyen beş çocuklu zenci Profe­

sör Tillich'ten dolayı kavga etmişlerdi. Mrs. Auchincloss, ba­

ba evini bir zenciye kiralamaktansa ölmeyi yeğliyordu, nite­

kim titreme nöbetine tutulduğuna bakılırsa, ölümü yakın gi­

biydi. Diana yine acıdı,

"Hadi anne, hadi! Mrs. Tillich'in benden daha kötü bir ev

kadını olması mümkün değil! O da Sarah Hala gibi!"

Sarah Hala dediği, bahçıvanlarının karısıydı. Gerçekten de,

Diana'nın "ev kibiri" dediği temizlik patolojisi kurbanıydı. Di­

ana, Mrs. Tillich'in nicedir bakımsız kalan evi nasıl toparlaya­

cağını anlattı. Mrs. Auchincloss sakinleşti, ancak hemen ardın­

dan sükûnetinin bedelini talep etti,

"Bak Catherine, geliş nedenim Kâtyuşka!" diye açıkladı,

"Düşündüm, düşünüyorum ki, onu bu yıl burada benimle bıra­

kabilirsin!"

41

Coraline

Page Alev alatlı_Nuke Tüfunduszeue.info

Diana, bu konuyu daha önce de konuştuklarını hatırlatıyor,

"David'le ben, Katyuşka'nın farklı deneyimleri olsun istiyo­

ruz," diye tekrarlıyor, "bu bir yılın farklı deneyimler geliştir­

mesine yardımcı olacağına inanıyoruz."

"Catherine! Raporlar var! Bak, burada!"

Yaşlı kadın evrak çantasına bir kez daha saldırıyor ve yay­

lım ateşi başlıyor,

"Türkiye'de her beş çocuktan birisinin tüberküloz olduğu­

nu biliyor musun? Cüzzamın çok yaygın olduğunu biliyor mu­

sun? Tanrı aşkına, cüzzamlı köylerin etrafına Batılılar görme­

sin diye duvar çekiyorlar! Her yıl, Türkiye'de görev yapan

Amerikan askeri personelinin yarısı hastalandıkları için geri

gönderiliyorlar! Ailelerinin yüzde doksan ikisi ilk yıl içinde yu­

murtalık iltihabına yakalanıyorlar! Dizanteri ve sarılık olanlar

bu rakamın dışında! Yani, Catherine! Yemek için uygun et bile

bulamayacaksın! Etler tenyalı! Türk çocuklarının yüzde doksa­

nında bağırsak kurdu var! Onlar pisliğe alışık! Ama ya Katyuş-

ka? Ya bebek? Bu seni korkutmuyor mu? Sizin PX ayrıcalıkla­

rınız da olmayacak! Üstelik haşiş sorunu da var! Türk kadınla­

rının çocuklarını uyutmak için onlara afyonlu su içirdiklerini

biliyor muydun? Yemeklerinde bile haşiş kullanıyorlar! Sen

nasıl böyle bir"

Yaşlı kadın bitirmek bilmiyor. Sonunda, Diana pes ediyor,

"Anne, gerçekten harikasın sen! Nereden buldun bunları?"

"Yani! Seni ikna etmenin başka bir yolu olmadığını düşün­

düm! İşte, kendin gör: Dünya Sağlık Teşkilatı raporları, Birleşik

Devletler Kara Kuvvetleri'nin tabiyeleri, Af Örgütü'nün yayın­

ları işte!"

Kısa bir sessizlik oluyor,

"Peki, ne diyorsun?" diye üsteliyor, Mrs. Auchincloss.

"Ne dememi istiyorsun?"

"Gitmiyoruz demeni istiyorum!"

"İmkânsızı istiyorsun!"

"Niçin ama?"

42

Yine kendinden geçmiş gibi bağırmaya başlıyor yaşlı kadın.

Yine fırlayan boyun damarları, yine ürken Diana,

"Anne! Lüfen kendine gel! Hastalanacaksın!"

"Miss Austin-Auchincloss! Konuyu değiştirme! Cevap ver

bana, niçin? Niçin imkânsızı istiyorum?"

Kahveden çoktan vazgeçen Diana, annesinin karşısına yer­

leşiyor, gözlerinin içine bakıyor.

"Anne, bak" diyor, ne denli içten olduğunu yansıttığını um­

duğu bir tavırla.

"Anne, bak, Katyuşka'nın bir seçeneği olsun istiyorum. Bir­

leşik Devletler dışında bir seçeneği. Her koşula uyum sağlaya­

bilecek şekilde büyüsün istiyorum. Anlıyor musun beni?"

Mrs. Austin-Auchincloss'a göre, Birleşik Devletler dışında­

ki dünya bütünüyle ilkeldir. Gözleri hayretle açılıyor,

"Ama Catherine! Katyuşka niçin ilkelliğe uyum sağlasın ki?"

Diana, bu noktada duraladı, Boğaz Köprüsü'ne, Ziya Bar'ın

kalabalığına görmeden baktı,

"Doğrusunu isterseniz, bu sorunun kolay bir cevabı yoktu,"

diye söylendi. Derin bir nefes almış,

"Bak anne, öyle inanıyorum ki, dünyanın gidişatı Katyuşka

ve küçük David'i hayatlarının bir noktasında ilkel yaşam ko­

şullarına zorlayacak," diye sürdürmüştü,

"Çocuklar, ayakta kalabilmek için amansız bir savaş ver­

mek zorunda kalacaklar. A m a bu savaşa hazır değiller. Tersi­

ne, Birleşik Devletler'in düzeni onları bu savaşı asla kazana­

mayacakları biçimde şekillendiriyor. Çünkü düzenin kendisi

ıııeş'um bir komplonun eseri. Komplonun varlığını hissediyo­

rum, ama nerede, ne zaman başladığını, ne kadar süreceğini

kestiremiyorum. Bütün bildiğim, ittifakın giderek güçleniyor,

her gün biraz daha genişliyor olduğu. Sanki bir hortuma yaka­

landık ve bu hortum etimizi kemiğimizden sıyıracak, iskeleti­

mizi unufak edecek. Bunu seziyorum. Farelerin gemiyi terk et­

me zamanının geldiğini sezdikleri gibi seziyorum. Ancak bizim

yüzebileceğimiz bir kıyımız da yok. Ama belki çocukların bir

43

Coraline

Page Alev alatlı_Nuke Tüfunduszeue.info

şansı olabilir diye düşünüyorum! Başka yaşam biçimlerine,

başka seçeceklere hazır ve daha önemlisi açık olurlarsa bir

şansları olabilir diye umuyorum. Onlara özgür olmak şansı ta­

nımak zorunda olduğumuzu hissediyorum. Ve bunu gecikme­

den, şimdi yapmalıyız. Çünkü, açıkçası, Amerikan medeniyeti­

nin bu komplo karşısında daha uzun yıllar direnebileceğinden

emin değilim!"

Mrs. Auchincloss 'un ilk tepkisi, "Offf! Ne kadar marazi bir

çocuksun, Ellen Catherine!" oldu. Evet, "Kızıllar" tehlikesini

teslim ediyordu ama, Amerika'nın gücüne duyduğu güven

ölümcül bir tehditle karşı karşıya olduklarını kabullenmesine

engeldi. Oysa Diana, sözünü ettiği tehlikenin "Kızıllar" olmadı­

ğını söyledi. Hayır, nükleer savaştan da bahsetmiyordu! Di-

ana'nın sezinlediği komplo, "bizim mekanik kölelerimiz" diye

adlandırdığı yüksek teknoloji ürünleri ile Amerikan toplumu­

nu örgütleyen, yöneten bilim adamları ve mühendislerin

"meş 'um" işbirliğiydi.

"Teknoloji çağına uyum sağlayacak şekilde eğitiliyor, ör­

gütleniyor, yönetiliyor olmamız, bizim mekanik kölelerimizin

zaferidir," diyordu Diana. "Mekanik kölelerimiz egemenlikleri­

ni sürdürebilmek için bizim boyunduruğumuz altına giriyor­

lar. Bu şeytani yolla, biz onları köle sanırken, aslında, onlar bi­

zi esir almış durumdalar! Teknokrasi öylesine iyi örgütlendi ki,

teker teker hepimizin beynini yıkıyor. Amerikalı, artık teknolo­

jiyi kendisine köle etmeyen özgür insandan nefret ediyor.

Evinde bilgisayarı olmayanı aşağılıyor, ihtiyaç duymayana ay­

lak diyor. Bir zamanın toprak sahibi Güneyliler gibi. İnsanın

değerini, sahip olduğu köle, bu durumda, mekanik köle sayısı­

na göre saptıyoruz. Amerika Birleşik Devletleri kölelerin sır­

tında yükseliyor! Putperest Roma gibi! Eski Yunan gibi! Kâina­

tın merkezini mekanik köleler ele geçirdiler! Ve köle sahipleri,

köleleri olmadan yaşayamıyorlar! Hayatta kalmanın tek koşu­

lu mekanik kölelere uyum sağlamak! Böylesi bir bağımlılığı

dehşet verici bulmuyor musun? Kölesi olmasa saçını taraya-

44

mayacak bir Scarlet O'Hara figürünü acıklı bulmaz mısın? Bu

bağımlılığı aşağılık bulmuyor musun? Aynı konuma geri dön­

müş olmamız dehşet verici değil mi?"

Bu noktada, Mrs. Auchincloss, kızını, Diana'nın o güne ka­

dar annesinin ağzından hiç duymadığı bir küfürle ödüllendirdi

(yüklem, Diana'nın!).

"Bull shit! Bana bu kadar iyi hizmet veren bir makineye ne­

den köle olmayayım?"

"Tekrar düşün, sahibini kendi olmadan kıpırdamayacak ha­

le getiren bir köle, köle olmaktan çıkmaz mı? İnsan en kolay

mülkiyet yoluyla esir olmaz mı? Parayı düşün, ne kadar çok bi­

rikirse, vazgeçmesi o kadar zor olmaz mı? Sen parayı değil, pa­

ra seni kullanmaya başlamaz mı?"

"Ne var bunda? Servet günah değil ki?"

"'u hatırla! İntihar edenler milyonerlerdi, yoksullar de­

ğil! Anlamıyor musun anne, teknokrasi ruhu iğdiş eder! Ruhu­

muzun öldüğünün farkında değil misin? Amerika'nın öldüğü­

nün farkında değil misin?"

"Delisin sen! Miss Austin-Auchincloss, düpedüz saçmalı­

yorsun! İyi Hıristiyanların ruhu hiçbir zaman ölmez! Bir Püri-

ten, Kutsal Ruh'un ölümsüzlüğünü her an içinde duyar!"

Ne garip bir muhabbetti! Ne garip bir ana-kız konuşması!

Gelişmişliklerine mi, yoksa uçukluklarına mı vermem ge­

rektiğini kestirememiştim. Böylesi meseleleri dert edinmeleri

tuzlarının kuru olduğundan, daha da açıkçası rahat battığın­

dan mıydı? Yoksa, bunlar sahici meselelerdi de biz mi farkına

varamıyorduk? Hatırlarsanız, o yıllar, yüzlerce Amerikan aile­

sinin benzer gerekçelerle Alaska'nın kuş uçmaz kervan geç­

mez yörelerine göçtükleri, elektriğin, hatta suyun olmadığı ıs­

sızda Robinson Crusoe hayatı sürdürmeye çalıştıkları yıllardı.

Onlarca metre karın altında, çiğ et yemekten buzlu suda yıkan­

maya varıncaya dek, her türlü ilkel şartlar altında yaşamayı

öğreniyorlardı. Diana'nın annesine (ve dolayısıyla, bize!) dil­

lendirdiği kaygılarıyla biraz da bu gelişmeleri anlamak ihtiya-

45

Coraline

Page Alev alatlı_Nuke Tüfunduszeue.info

cıyla ilgilendiğimi itiraf etmeliyim! Ne var ki, Pavloviçlerin Tür­

kiye serüvenleri, kaygılarının telmihi doğrultusunda ancak kıs­

men şekillendi. Bununla beraber, daha sonra olacakları yo-

rumlayabilmek için Diana'nın dünya görüşünü onun anlatımı­

na mümkün olduğunca sadık kalarak aktarmaya çalışacağım.

Diana, bu konuları annesiyle "ilk ve son defa" konuşmaya

niyetlendiğinden, etkilenmemeye gayret ediyor, eteğindeki

taşların tümünü döküp kurtulmak istiyordu,

"Sen özgürlük partisinden değil misin? Anne, teknokratlar­

la işbirliği yapan sözde kölelerimizin bizi biçimlendirdiğini,

eğittiğini, belirli kalıplara döktüğünü görmüyor musun? Bizi

rekabete zorladıklarını, kendileri kadar dakik, hızlı, becerikli

ve usta olmamızı talep ettiklerinin farkında değil misin? Bu kâ­

inatın merkezi biz insanlar değil miydik, anne? Hatırlasana,

Kutsal Kitap ne der? Köle sahipleri olarak bizim birbirimizle

olan ilişkimizi de onların, mekanik kölelerimizin belirlediği

doğru değil mi? Tıpkı bir makinenin parçaları gibi, hesaplı bir

ahenk içinde olmamız dayatılmıyor mu? Seninle, anne-kız iliş­

kilerimiz bile hesaplı değil mi? Bana olan sevgini, ancak parça­

sı olduğumuz mekanizmanın işleyişini engellemediğim sürece

idame ettirebildiğin doğru değil mi? En ufak bir uyumsuzluk

gösterdiğimde beni ıskartaya çıkardığın doğru değil mi? Beni

hiçbir zaman ben olduğum için sevemediğin doğru değil mi?"

David Pavloviç'le evliliğinin, Büyük Makine'nin dişlileri ara­

sına sokulan bir çomak gibi görüldüğü için dışlandığını anlat­

maya çalışıyordu. Mrs. Austin-Auchincloss'un Boston Şehir

Kulübü'nde ya da Amerikan Devriminin Kız Evlâtları Derne-

ği'nde kendisine "onur vermeyen" bir kız evladı, asla içselleş-

tiremediğini anlatmaya çalışıyordu.

"Yani Tanrı aşkına, anne! Benden öyle vazgeçtin ki, tavan

arasına bile kaldırmıyor, doğrudan çöpe atıyorsun! Ama şunu

da bilmeni istiyorum. Çöpe attığın ben'im yerime, Katyuşka'yı

ikna etmene izin vermeyeceğim! İnan bana, maliyeti ne olursa

olsun bunu yapmayacağım! Makinelerin sükût etmesi pahası-

46

na yapmayacağım! Türkiye iyi bir şans. Bu şansı ailemin kur­

tuluşu için kullanacağım!"

Böylesi bir ithamın herhangi bir anneyi perişan edeceğini

düşünürdüm, ama anlaşılan öyle olmamış, Mrs. Auchincloss

kadim doğruları tekrarlamakla yetinmişti,

"Saçma! Tanrı'nın sevgisi bile koşulsuz değildir. Kendine

düşeni yerine getirmeli, görevini yapmalısın."

"Kadim doğruların" neler olduğuna girmeden önce yine bir

parantez açıp, Mrs. Auchincloss 'un bu cümlesine okurun dik­

katini çekmeliyim. Çünkü bu cümle, Diana'nın rahmetli Gü-

nay'a tutkuyla bağlanmış olmasının nedenini açıklayan bir

cümledir. Hatırlayacağınız gibi, Rodoplu, Ülgen'i Zeus'la, Müs­

lüman Allah'ını Püriten Tanrı'sıyla karşılaştırmış, "koşullu sev-

gi"nin nass değil, kültürel dayatma olduğunu açıklayıvermişti.

O anda bu açıklamanın Diana'yı neden o kadar sarstığını anla­

mamıştık. Meğer, Rodoplu'nun düşünsel düzlemde getirdiği

açıklamayı, Nesibe pratikte doğrulamaktaymış, Diana'nın, bu

iki Türk kadınına boyutlarının tarifi imkânsız bir aşkla bağlan­

masının sırrının bu sarsıcı keşfinde yatıyor olduğunu çok son­

ra anladım. Biz yine hikâyemize dönelim.

Mrs. Auchincloss, kızının kaygılarını imanını yitirmesine

bağladı. Kilise'ye dönmesini istedi.

"Ama, artık benim için çok geçti! Anlıyor musunuz?"dedi ,

Diana bize. Dudakları bükülmüştü, gözyaşları rakı bardağının

içine düştü düşecekmiş gibiydi,

' "Çok geç, anne,' dedim," dedi, '"Senin için bile çok geç!

Çünkü artık ne sen Mayfair güvertesinde Yeni Kudüs'e doğru

yol alan bir Püriten'sin ne Papaz Cotton günde altmış soruyla

kendisini denetleyen bir evliya. Patiska elbiselerinin yerini

kaşmir kazakların aldı. Yeni Kudüs'te artık kokain satıcıları,

kadın tüccarları dolaşıyor. Harvard'da günde ne kadar mariju-

ana tüketildiğini bilmek ister misin? Ne dersin, J o h n A m c a me­

zarında dönmemiş midir? Anlamıyor musun, Tanrı'nın elinden

Kıyamet Günü'nü bile aldık. Bu gidişle Yeni İsrailoğullan'nın

47

Coraline

Page Alev alatlı_Nuke Tüfunduszeue.info

Mesih'i, geri dönmeye karar verdiği zaman ayağını basacak

toprak parçası bulamayacak!'"

"Bu çok acımasız olmuş, öyle değil mi?" Bunu soran, Ro-

doplu'ydu.

"Belki!" dedi Diana, hafifçe omuzlarını silkerek, "Ama ken­

dimi kontrol etmek ihtiyacını duymadım, 'Bu dünyada olup bi­

ten her şeyin Tanrı'nın isteği doğrultusunda gerçekleştiğini bi­

liyoruz,' dedim. 'Bu dünya, insan idrakinin alamayacağı kadar

büyük bir semavi düzenin parçasıdır. Kimbilir, belki de Tanrı,

biz Amerikalıları Kıyamet Günü'nü gerçekleştirelim diye yarat­

tı!'"

Bu da yetmemiş, "Teknokrasi, yani Amerika, kendisini yok

etmeden insan yücelmeyecek. Amerika yok olunca, ışık Ori-

ent'ten gelecek. Orient'ten, anne, Asya'dan. Ve ben, Katyuşka

bu mucizeye tanık olsun istiyorum!" diye üstüne üstüne git­

mişti. Rodoplu, Diana'ya, yaşlı kadına bunu niye yaptığını sor­

du. Amerikalı kadının cevabı, "Niye yapmasaydım?" oldu.

"Annenizi sever misiniz?"

Diana, bu soruya cevap vermedi.

"Işık Orient'ten gelecek, dediğim zaman nasıl sıçradığını

görmeliydiniz! Şapkasındaki çiçekler şiddetle titremeye başla­

dı. 0 zaman fazla ileri gittiğimi düşünmeye başladım."

Ancak anlaşılan, yine bir hata yapmış, yaşlı kadına bir ge­

miye binip dünya seyahatine çıkmasını önermişti. Bineceği ge­

minin bir Amerikan gemisi olması halinde güvencede olacağı­

nı açıklamasına rağmen, aklı hâlâ entarili Homeynilerde olan

Mrs. Auchincloss, hakarete uğramış gibi kalkınmış,

" O , o, o," diye kekelemişti, "o seks düşkünü barbarların

arasında benim ne işim var?"

"Eski dünyayı çiyanların veba saçtığı bir dehliz gibi görür,"

diye açıkladı Diana, "ona göre, Orient bir yana, Londra köhne,

Paris o terbiyesiz Fransızlarla doludur. Yine de, bir Amerikan

gemisine binebileceğini, Amerikan oteller zincirinde kalabile­

ceğini söyledim. İstanbul'a bile gelebilir, Hilton'da kalabilirdi,

48

öyle değil mi? A m a bükülmeyecekti! 'O Muhammedi ülkesine

asla ayak basmam!' diye haykırdı! İşte," Günay' la benim gözle­

rimizin içine baktı,

"İşte, hepsi bu!"

49

Coraline

Page Alev alatlı_Nuke Tüfunduszeue.info

VII

Babasının içten desteğine karşın, Türkiye'ye gelmek Profe­

sör David Pavloviç için de kolay olmamıştı. En yakın dostu,

meslektaşı, Osmanlı Medeniyeti ve Müesseseleri Kürsüsü Baş­

kanı Profesör George Kevorkian, Pavloviç'in sebt iznini Türki­

ye 'de geçirme kararını duyunca kaşlarını kaldırdı,

"Şimdi de, 'Project: Homo İslamicus,' ah, dostum!" diye si­

tem etti, başını esefle salladı, "Başka bir proje üstlenmeni di­

lerdim."

" O n u incittiğimi biliyordum," dedi, Profesör Pavloviç,

"Ama açıkçası Mehmet, bu hususta ne yapabileceğimi de bil­

miyordum!"

Akşamüstüydü. Bebek'te kiraladıkları evin balkonunda bi-

50

ra içiyorduk. Çocukları ancak uyutabilmiştik. Diana kırk sekiz

saattir ortada yoktu. David, haftaların endişesi ile daha bir

çökmüş, daha bir küçülmüş gibiydi. Nefret etmeye başladığı

bu şehre gelmesine neden olan olayları pişmanlıkla hatırlıyor

olmasını anlıyordum. A m a açıkçası, Profesör Pavloviç bende

duygudaşlıktan çok öfke uyandırıyordu. Bu nedenle olacak,

sesim niyetlendiğimden daha sertti,

"Kevorkian'a ne oluyormuş?"

"Biliyorsun, o bir Ermeni," dedi Pavloviç. Aynı anda şişe

açacağına uzanmasını, yani bakışlarını kaçırmasını, benim için

tatsız olacağını düşündüğü bir konuyu açmış olmasından duy­

duğu mahcubiyeti gizleme niyetine verdim. Ama, yine de teca-

hülü arifaneye yattım,

"Eeeee?"

"Türkiye hakkında iyi şeyler düşünmez," dedi David,

"Aslında, buraya gelmemize karşı olduğunu da öğrendim

ama çok geç olmuştu."

Cümlenin "çok geç olmuştu" bölümünü seslendirirken öy­

lesine kırıktı ki, bir an, başına gelenlerin nedeninin Türkiye de­

ğil kendisi olduğunu söylemek iştiyakına kapıldım. A m a bu da

doğru değildi. Bu bakımdan, Kevorkian'ın Anadolulu olup ol­

madığını sordum. Öyleymiş.

"Anladığım kadarıyla Muşluymuşlar," diye anlattı, "Geor-

ge'un anneannesi, Gülizar, 'larda, Muş' ta ileri gelen bir

papazın yeğeniymiş. Muş' ta bir de Musa Bey adında, zulmüy­

le ünlü bir ağa varmış. Bu adam George'un anneannesine âşık

olmuş. A m a kadın onu istememiş. Zo. . . adam onu kaçırmış. Ge­

orge'un anlattığına göre, Musa Bey, Gülizar'a tecavüz etmiş,

bir süre yanında tutmuş, daha sonra da küçük biraderine dev­

retmiş. Devrederken de Müslüman olmasını şart koşmuş. Ama

kız dönmeyi reddetmiş. O kadar zorlamışlar, o kadar dövmüş­

ler ki, bir gözü görmez olmuş. Derken bir yolunu bulmuş,

Muş'tan İstanbul'a kaçmış."

İstanbul'da, Patrikhane tarafından bir hana yerleştirilmiş,

51

Coraline

Page Alev alatlı_Nuke Tüfunduszeue.info

parası pulu temin edilmiş olmasına bakılırsa, Gülizar Hanım,

Hınçak Komitesi 'nin himayesine girmiş olmalıydı. Çünkü o dö­

nemde, Hınçak Temsilcisi Aşıkyan, Patrikhane'nin tek hâki­

miydi. Nitekim, daha sonra Gülizar Hanım, zamanın padişahı­

nın (Beşinci Murat olmalı) huzuruna kabul edilmeyi başarmış,

bununla da kalmamış, Musa Bey'in İstanbul'a getirilip yabancı

siyasi temsilcilerin ve gazetecilerin önünde mahkeme edilme­

sini sağlamıştı. Kevorkian, Profesör Pavloviç'e anneannesinin

Muşlu papaz amcası ile birlikte çekilmiş fotoğraflarını da gös­

termişti. Söylediğine göre, bu fotoğraf o zaman dünyanın dört

bir yanına dağılmış, Ermeni evlerinde başköşeye asılmıştı.

David, bunları beni tahkir etmekten kaçınır bir hava içinde,

"her ailenin geçmişinde kötü bir insan vardır" tavrıyla anlattı.

Ancak söylediğim gibi, Profesör, bende öfke uyandırıyordu.

Özellikle de o gün! Karısı kırk sekiz saat eve gelmeyen bir er­

keğin çocuk bezi değiştiren, bira yudumlayan edilgenliğini

sempati ile karşılayamıyordum. Ç o k ç a da bundan olacak, ge­

reğinden fazla sertleştim,

"Şablona çok uygun değil mi?" diye söylendim.

David, mavi gözlerini kırpıştırdı, kırçıl sakalını sıvazladı,

sözümün gerisini getirmemi bekledi.

"Gülizar Hanım, dini bütün bir Hıristiyan. Bir devrimci. Jan

Dark. Martir. Azize. İyi malzeme doğrusu," dedim, "fotoğrafla­

rının çekilip dünyanın dört bucağına dağıtılmış olması da bu­

nu göstermiyor mu?"

Bu noktada gülmeye başladı Profesör Pavloviç. Kıkır kıkır,

içten bir gülmeydi.

"Ah, siz Türkler!" dedi, "Hatalarınızı hiç sahiplenmezsiniz,

değil mi?"

"Konuşana bak!" diye cevap verdim ben de, "Siz Yahudiler

sahiplenir misiniz sanki? Ben hiç özeleştiri yapan bir Yahudi

duymadım! Nedense, her zaman size evsahipliği yapan ülke

halkları haksızdır, zalimdir!" Dilimin ucuna geleni yuttum, Gü-

nay'ın !'at binicisine göre kişner!" özdeyişini eklemedim. Di-

52

ana'nın hallerindeki sorumluluğunu hatırlatmak, en azından

bu aşamada, yakışıksız olacaktı. A m a tabii, David, akademik

tarafsızlığa eğitilmişti,

"O söylediğinde bir doğruluk payı var," dedi. Beni sinirlen­

diren (Günay'da merhamet uyandıran!) meleksi tavrını takın­

dı,

"Mahkemenin Musa Bey'i suçsuz bulduğunu eklememe ge­

rek yok," diye gülümsedi, "ama o zamanlar mahkemeler dün­

yanın her yerinde böyleydi, değil mi? Politika, adaleti gölgeler­

di."

"Hâlâ da gölgeler!"

Türkiye'ye adil davranmak için gösterdiği çabanın doku­

naklı bir tarafı vardı, tabii. Yine de, Kevorkian'ın çizdiği ma­

sum Hıristiyan kızlarının ırzına geçen salyalı Müslüman Türk

beyi imajı, Diana'nın naklettiği Flaubert'le örtüştü. Pavloviçle-

rin Türkiye'ye gelme kararlarının onlar adına basbayağı bir ce­

saret meselesi olduğunu teslim etmem gerektiğini kavradım.

İçimi bir bezginliktir sardı. Bu garip çifte nasıl bulaştığımızı

sorgulamaya ve açıkçası hayıflanmaya başladım. •4

"Yine de, Cord Vakfı'na verilmesi gereken araştırma proje­

sinin taslağını hazırlamama yardım etti," diye sürdürdü, Da­

vid, "George 'a borçluyum!" başını kaldırdı, gülümsedi, bira

bardağını dostunun anısını selamlamak ister gibi kaldırdı,

Kanlıca'ya doğru.

Pavloviç'in, Cord 'a kabul ettirdiği "Proje Tasarımı", Doğu-

Batı ilişkilerinin o günlerde kazandığı önemi vurgulayarak baş­

lıyor, Amerikan akademik çevrelerinin yürütegeldikleri İslâmi­

yet araştırmalarında gözlemlenen "hayati bir eksiklik"e par­

mak basıyordu. Şöyle ki, o zamana kadar ele alınan projelerde,

"Mohammedi zihniyetinin psikolojik boyutları" üzerinde yete­

rince durulmamıştı ve David Pavloviç'e göre, gelecek yıllarda

artacağı umulan bilimsel incelemelere temel teşkil etmesi ge­

reken verilerin saptanması çok önemliydi. Bu amaçla, "Mo­

hammedi Zihniyeti ve Rasyonalizm" adını verdiği araştırma-

53

Coraline

Page Alev alatlı_Nuke Tüfunduszeue.info

sında, on dokuzuncu ve yirminci yüzyıllarda, Batılı bilim

adamlarının Müslüman toplumlara ilişkin gözlemlerinden yola

çıkan bir dizi hipotezi sınamayı öngörüyordu. David'in, İstan­

bul'a gelişinden yaklaşık bir yıl kadar sonra, Rodoplu'ya bir fo­

tokopisini verdiği "teste tabi tutulacak gözlemler" listesi şöy­

le bir şeydi:

Hipotezler

No.l : "Kesinlik, Doğu kafası için nefret edilecek bir şeydir."

Sir Alfred Lyall, (tarih???)

No "Sir Charles Eliot'un 'Avrupa'daki Türkiye' adlı kita­

bında belirttiği gibi, Türk dilinde, Türk beyninde mevcut bir

boşluğun nedenini açıklayan bir boşluk vardır. Son dil devri­

mine kadar Türkçe'de 'ilginç' kelimesinin karşılığı yoktu. Bu­

nun nedeni de Ortaçağ Türkü'nün çevresine ilgi duymayan bir

kafasının olmasıydı, Türk olayları kabullenir, anlar, fakat Batı­

lı anlamda ilgi duymazdı. Dolayısıyla, Türkler sakin oldukları,

sorun çıkarmadıkları sürece Konstantinopol'da yaşayan Batılı

devletlerin vatandaşlarının iç işlerine ve ticareti nasıl yürüt­

tüklerine aldırmadılar." Sir Henry Luke, Eski ve Yeni Türkiye,

No. 3: "Kesinlik yoksunluğu, aslında Doğulu kafasının genel

karakteridir. Avrupalı sağlam düşünür. Meseleleri açıkça orta­

ya koyar. Mantık öğrenmemiş dahi olsa, doğuştan mantıklıdır.

Doğal olarak şüphecidir ve bir öneriyi kabul etmeden önce ka­

nıt ister. Daima canlı duran zekâsı makine gibi çalışır. Doğu ka­

fası ise ülkesinin pitoresk görüntüleri gibi en yüksek noktada

simetri duygusundan yoksundur. Düşünce sistemi düzensiz

ve dağınıktır. Arapların ataları söz ilmini en yüksek dereceye

kadar çıkarmışlarsa da, onların torunları en dar anlamda dü­

şünce yeteneğinden bile yoksun kalmışlardır. Geçerliliğini ka­

bul ettikleri en basit önerilerin sonuçlarını düşünmekten aciz­

dirler. Herhangi bir Müslüman Mısırlı'ya sorunuz, vereceği ce­

vaplar genellikle çok uzun ve karanlık olacaktır. Hikâyenin

kendisi ile çelişkiye düşecektir. Arada küçük bir soru sorarsa-

54

nız, şaşkınlığı daha da artacaktır." Lord Evelyn Baring Cro-

men, Modern Mısır,

No. 4: "Türk'e uyacak rejim yoktur. Kendisini 'komünist'

olarak tanımlarken, yönetime kızgınlığının nedeninin kapitalis-

tik emellerini gerçekleştirememek olduğunu görürsünüz. 'Eşit-

sizlik'e kızdığına inanır ama karşı çıktığı eşitsizlik, kendisine

fazladan çıkar sağlamayan eşitsizliktir. Türk sadece kendisine

yapılan haksızlıkları düzeltecek bir hükümet değil, ona herke­

se verdiğinden daha çok bir şeyler verecek hükümet ister."

Philip Glazebrook,

No. 5: "Şurası bir gerçektir ki, Müslüman halkların arasında

büyük filozoflar yetişmiştir. Bunların bazıları Arap'tır, fakat

sayıları azdır, Arap zekâsı ister dış dünya ile ilişkili, ister ken­

di düşünce dünyasına kapanmış olsun, somut ve kişisel olay­

ların dışında derin duygular üretemez. Öyle sanıyorum ki, Pro­

fesör Macdonald'ın Doğu'nun karakteristik özelliği olduğunu

söylediği 'Kanun Kavramı Yoksunluğu'nun ardında yatan te­

mel faktör budur." H.A.R. Gibb, islâmiyet'te Çağdaş Akımlar,

No. 6: "Doğulunun kafasında kanun kavramı yoktur." Mac-

donald (???)

No. 7: "Muhammedilerin Kuran'ı, anlaşılmaz, hazmedile­

mez, başı sonu belirsiz, uzun, nefes aldırmayan, can sıkıcı, çok

katı, düzensiz, çekilmez, aptalca kaleme alınmış bir kitaptır."

Thomas Carlyle, Kahramanlar, Kahramanlara Tapınma ve Ta­

rihte Kahramanlık Unsurları,

No. 8: "Ölümün şeref olabileceğini düşünen insanlar, tanım

itibariyle fanatiktirler. Kana susamış, intikam ve şahadet içgü­

düsü binlerce silahsız İranlıyı askerin karşısına geçip ayaklan­

maya sevk etmiştir. Bu başkaldırmanın rasyonel bir açıklama­

sı olduğu düşünülemez." Ray Moseley, Chicago Tribune,

vs.

Profesör Pavloviç, bu listeyi Kevorkian'a vermiş, düşünce­

lerini öğrenmek istemişti.

55

Coraline

Page Alev alatlı_Nuke Tüfunduszeue.info

"George okudu, 'Gerçekten ne düşündüğümü söylememi is­

tiyor musun? Yoksa, seni mutlu edecek bir şeyler mi mırılda­

nayım?' diye sordu. Gerçek düşüncesini öğrenmek istediğimi

söyledim."

Kevorkian, bunun üzerine omuzlarını silkmiş, "Açıkçası Da-

vid," demişti, "Türkiye'ye niçin gitmek istediğini hâlâ anlamış

değilim! Bu proje için olamaz, çünkü senin çapında bir bilim

adamı için abesle iştigal anlamsız. Emeğini daha verimli olaca­

ğın bir konuda yoğunlaştırman gerektiğini düşünüyorum. Ak­

lımdayken, senin Mrs. ne diyor bu işe?"

"Diana, gelmek istiyordu, tabii," dedi, Pavloviç. İçini çekti.

Boğaz'ın karşı yakasına kısa bir bakış attı, "Kendi projelerini

geliştiriyor, Türkiye'de yapmak istediklerini listeler halinde

döküyordu. Bunu söyledim. Ama George, yüzünü buruşturdu,

'Projeler, eyh? Türkiye'de proje yürütebileceğini sanıyor,

öyle mi?'

Küçümsediğini saklamak için en ufak bir gayret bile göster­

miyordu.

'Seni tanımasam, bağnaz bir ihtiyar olduğunu düşünece­

ğim!' dedim, hiç aldırmadı.

'Dostum,' dedi, 'Türkler söz konusu olunca, bağnaz olmak

için her türlü nedenim var!'

Bir Harvard profesörünün bu tavrı benim için henüz şaşır­

tıcıydı."

"Ciddi değildi, değil mi?"

"Yooo, hayır, ciddiydi," dedi, Pavloviç. "Dahası, benim du­

yarsızlığıma alınmıştı ve o yaşta önyargılı olmak gibi bir ayrı­

calığa hak kazandığını düşünüyordu!"

Kevorkian'ın, Pavloviç'e alınmasının nedeni de, soykırım­

dan onca çekmiş bir ulusun ferdi olarak, başka bir soykırım

kurbanının hislerini yeterince benimsemiyor olmasıydı. Oysa,

Erzurum soykırımını George'dan onlarca kez dinlemişti. (İtiraf

etmeliyim ki, bu noktada, Yahudilerin soykırımı kurbanlık ay­

rıcalıklarını başka uluslardan kıskanmak gibi bir ruh hali için­

de olup olmadıklarını merak ettim!)

56

Neticeyi kelam, yaşlı Ermeni, Diana'nın, Türkiye'de Şark

müziğini öğrenme niyetlerine de bıyık altından güldü,

"Türkiye'de müzik Ermenilerle birlikte öldü," dedi, "o ülke­

deki son kompozitör, dikkatini rica ederim, opera bestelerdi,

pop saçmalığı değil, Dikran Çuhacıyan'dı !"

Bu noktada, Diana'nın en beklenmedik vasıflarından birisi­

nin de, büyük müzik yeteneği olduğunu söylemeliyim. Yedi-se-

kiz enstrüman çalardı ve nitekim Sabri Yıldız'dan -benim

onunla ilk karşılaştığım yerde, 'Dergâh'ta- bağlama dersleri al­

maya başladığının üçüncü haftasında, piyasada icrayı sanat

eyleyenlerin yarısından daha iyi çalıyordu!

"Yine de," diye sürdürdü Pavloviç, "Türkiye'yi özlüyordu.

Sonuçta, 'ihtiyar bir adamın kıskançlığını hoşgöreceğimi' um­

duğunu söyledi.

'Ermenistan'a gideceksin, Arakles'in Farsi topraklarına naz­

lı nazlı süzüldüğünü göreceksin. Kimbilir, belki de Arat'ta kar­

topu oynarsın!' Ben de, 'İşte onu hiç zannetmem,' dedim, 'ben

kendimi Anadolu çölünün kumlarına gömeceğim!'

'Ne yaparsan yap ama kendine dikkat et!' dedi Kevorkian,

'bastığı yerde ot bitmeyen Türk'ten sakın!'

O güne kadar duymadığım bir diskurdu, tekrarlamasını is­

tedim,

'Boşver,' dedi, 'Kayseri'ye gideceksin nasılsa. Sor, öğren!'"

Bunun üzerine aramızda, benim batan güneşin Kanlıca kıyı­

larındaki evleri kırmızıya boyamıyor olmasına hayıflanmamın

doldurduğu uzunca bir sessizlik oldu. David Pavloviç ne düşü­

nüyordu bilmiyorum, ama ani bir ilhamla ince saz dinlemek is­

tediğimi fark ettim, belki de, önümüzden süratle geçen deniz

motorunun gürültüsünden!

"Mrs. Auchincloss, Kevorkian'ı sevmiş olmalı," dedim.

Profesör, o anda bira şişesini başına dikmişti, elini hayır

anlamında salladı,

"Hayır, hayır! Sevgili kayınvaldem, beyaz, Anglo-Sakson ve

Protestan olmayan kimseyi sevmez!" Güldü, "Bana Kevorki-

57

Coraline

Page Alev alatlı_Nuke Tüfunduszeue.info

an'ın onunla karşılaştığı günü hatırlattın! Şimdi, bu söyleye­

ceklerimi anlayacaksın. George bana küsmüş değildi tabii,

ama buruktu, biliyor musun? Ve ben severim George'u. Z o ! Bir

akşamüstü fakülte toplantısından sonra eve yemeğe getirdim.

Olacağına bak! Auchincloss Anne, Diana'yı ikna seferlerinden

birisindeymiş! Şimdi, George' la ben içeri giriyoruz ve görüyo­

ruz ki o orada. Ben, 'Merhaba, sizi görmek ne güzel!' gibisin­

den birtakım kibarlıklar mırıldanıyorum, ama yaşlı hanımefen­

di bağırmaya başlıyor,

'Sakın beni 'sizi görmek ne güzel' deme, genç adam! Bütün

bunları onun kafasına sokanın sen olduğunu biliyorum!'

Tabii, şimdi ben ne gencim ne de Diana'yı etkiliyorum! Ora­

da öyle durup sevimli olmaya çalışıyorum,

'Kötü bir şey mi oldu, Mrs. Auchincloss? '

İzleyen diyalog şöyle bir şey,

'Bak buraya! Sibirya mıdır, Rusya mıdır, nereden geldiyse-

niz, neden oraya dönmüyorsunuz siz? Neden buraya gelip

Tanrı 'dan korkan Amerikalıları yoldan çıkarmaya çalışıyorsu­

nuz?'

'Fakat, Mrs. Auchincloss, ben burada doğdum, Amerikalı­

yım!'

'İyi bir Hıristiyan olmayan hiç kimse Amerikalı olamaz! Se­

ni uyarıyorum, genç adam! Eğer torunumu da bu saçma fikir­

lerinizle yetiştirecekseniz, mirasımdan mahrum ederim! Hepi­

nizi!'

Şimdi, George orada bizi seyrediyor, gitsin mi kalsın mı bi­

lemiyor! Ve ben kendime psikolog olduğumu hatırlatıyorum

ki, durumu denetim altında tutabileyim.

'Sizi üzen şeyin ne olduğunu anlatmak ister misiniz? İçeri

geçelim mi?' diye soruyorum, ama ihtiyar hanımefendi sesini

daha da yükseltiyor,

'Hiçbir yere geçecek değiliz! Size son defa söylüyorum! Bir

sent bile alamazsınız!' Sonra kapıya koşuyor, 'Peter! Peter!' di­

ye şoförüne bağırıyor, 'Çabuk, otomobilimi getir!' Öyle bağırı-

yor ki, canı tehlikede sanırsın! Kapıdan çıkarken de bizim za­

vallı George'a çarpıyor, adam dengesini kaybediyor!

'Yolumdan çekil, sersem!'

George'un yüzünün ifadesini görmeliydin! Ah, ne kadar ko­mikti, zavallı ruh!"

59

Coraline

Page Alev alatlı_Nuke Tüfunduszeue.info

VIII

Yaklaşan yolculuk tarihinin, "Orienf ' i, ussal düzlemde bir

uğraş olmaktan çıkarıp, halleşilmesi gereken somut bir gerçe­

ğe dönüştürmesi mukadderdi. Prof. Pavloviç, Amerikan Dışiş­

leri Bakanlığı'nın, USIS'in ve Cord Vakfı dahil, Türkiye'ye iliş­

kin yayın yapan tüm kuruluşların ülkeye ilişkin siyasal, ekono­

mik ve askeri yayınlarını okumaya koyuldu. Bu arada da baş­

kent Washington 'da Amerikalı diplomatlar ve yüksek rütbeli

subaylar için açılan üç aylık, ekstra-yoğun, Türkçe kursuna ta­

şınırken, Diana Pavloviç, içinde belli belirsiz kıpırdayan kuş­

kuların yerini göz ardı edemeyeceği endişelerin aldığını izledi.

Kaderin garip cilvesi olarak, kuşkularını kamçılayan, 'dan

beri üyesi olduğu Quaker mezhebinin Nobel Barış Ödüllü ün-

60

lü Amerikalı Dostlar Hizmet Komitesi 'nin tertip ettiği seminer­

ler oldu.

Komite, o yıllarda, İran'a ilişkin muhtelif konularda Ameri­

kan hükümetinin finanse ettiği ve Amerika'nın ulusal çıkarları

doğrultusunda yönlendirdiği seminerlere -ki, bunlardan Prin-

ceton'dakiler dahil, bir kısmına Profesör Pavloviç de katılmış­

tı- alternatif seminerler düzenliyordu. Varoluş nedenini, "ka­

muoyunu doğru bilgilendirmek" şeklinde açıklayan Komi-

te'nin düzenlediği seminerlerde üretilen bilgi ve tezlerin ikti­

dar çevrelerinin temel aldığı doğrularla çelişmesi neredeyse

kuraldı. Ve yine her zaman olduğu gibi Komite'nin ürettiği bil­

gi ve tezler söz konusu ülkenin -bu durumda İran'ın- ille de le­

hine değilse bile, her halükârda iyi niyetli girişimlerin sonuç­

larıydı. Dostlar Komitesi, bu tutumuyla, özellikle de '68 kuşa­

ğının gönlünde yer etti ama "Tanrısını ve ülkesini seven Arae-

rikalılar"ca, hain ilân edilmekten kurtulamadı.

Diana, tedirginliğinin izini bir gazeteciye, Chronical gazete­

sinin ünlü kalemi Woolman'a sürüyordu. David'e, Woolman'in

bir süredir Komite'nin düzenlediği alternatif seminerlere katıl­

dığını, konuşmalarından çok yararlandığını anlattı,

"Ve bugün, toplantıya Humeyni'nin idam ettiği İranlıların

aylık istatistikleri ile, Suudilerin zina yaptığı için boynunu vur­

dukları Prenses'in fotoğraflarını getirdi. Zavallı kadının başı

yuvarlanmış gitmişti. Öylece!" Midesi bulanmışmış gibi irkildi,

"Böyle şeyleri duyuyoruz, ama fotoğraflar başka bir şey!"

Ancak, mesele bununla kalmamıştı. (Daha sonra Günay 'a

anlattıklarını değerlendirdiğimde insan beyninin kurduğu bağ­

lantıların ne denli yanıltıcı olabildiğini düşündüğümü hatırlı­

yorum. Yoksa değil miydi?) A m a burada, yine bir parantez aç­

mak zorundayım. Püritenlerin Amerika kıtasına göç nedenleri­

ni anlatmıştım. Diana'nın Yahudi kocasını getirmek suretiyle

murdar ettiği malikâneyi -İsa'nın Ö n c ü Karakolu'nu- inşa eden

J o h n Winthrop'un bundan sonraki girişimi, resmi adı "Mas­

sachusetts Körfez Kolonisi" olan "Yeni Filistin"de teokratik bir

61

Coraline

Page Alev alatlı_Nuke Tüfunduszeue.info

devlet kurmak oldu. Yeni Filistin'in teokratik düzeni "demok­

rasi" diye tanımlanıyordu, ama tabii oy hakkı sadece Püriten-

lere tanınmıştı ve fikir ayrılıkları, Tanrı'nın emirleri doğrultu­

sunda saptanmış limitler içinde kaldığı sürece kabul görürdü.

Rodoplu'nun demesiyle, "Tanrı'nın seçilmiş kulu olduklarına

inanan tüm dindarlar gibi" Püritenler de "Allah'a mal ettikleri

kendi doğrularını" ne pahasına olursa olsun dayatmakla yü­

kümlü olduklarından kuşku duymazlardı. Hal böyle olunca, in­

sanoğlunu "Tanrı'ya saygı göstermeye ve Kelamı önünde titre­

meye" davet eden bir başka mezhep, Quakerlar, 'de kom­

şu eyalet Rhode Island'a yerleşince kızılca kıyamet koptu. Kut­

sal planın insan vicdanı olduğunu ileri süren, Kutsal Kitabı

dogma kıstası olmaktan çıkaran, papazlığı kadınlara da açan

Quakerları kâfir ilân etmekle kalmayıp, cezalandırmaya koyul­

dular. Baskılar ve cezalar, Quakerların Rhode Island'dan son­

ra, New Jersey yönetimini ele geçirmeleri üzerine daha da art­

tı. Saflarını sıkıştırma ihtiyacı hisseden Püriten yöneticiler,

muhaliflerine ağır baskılar uyguladılar. J o h n Winthrop'un ha­

lefi, Wait Still Winthrop, ünlü Salem mahkemelerini kurdu. Bu

mahkemeler, şeytanla işbirliği yaptıklarını ilân ettikleri "ca-

dı"ları diri diri yanmak suretiyle idama mahkûm etti.

Günay, Püriten arka-planını reddeden Diana'nın bu mezhe­

be sempati duyuyor olmasının, '68 kuşağının Harvard kaynak­

lı idealizmiyle çakıştığını söylerdi ki, eğer öyleyse, Püritenle-

rin Amerikan kıtasına ayak bastıkları günden bu yana köprüle­

rin altından çok sular geçmiş demek olmalıydı. Çünkü görüle­

ceği gibi, Diana'nın Dostlar Komitesi'ndeki faaliyetlerinin ne­

deni dini değil dünyevi kaygılardı. Bununla birlikte, o gün, Wo-

olman denilen gazetecinin beraberinde getirdiği fotoğraf ve

dokümanları toplantı başkanı Quaker Papazı Bayan Simp-

son'un önüne yığarken, genç kadının çocukluğundan hatırladı­

ğı "ateş ve kükürt" sesiyle gürlediği de bir vakıaydı,

"Amerikalı Dostlar Hizmet Komitesi bir despotu mu destek­

leyecek?"

62

Diana, gazetecinin çok etkileyici olduğunu, dinleyenlerin

titrediklerini söylediğinde, Profesör Pavloviç dayanamadı,

"Gerçek Quakerlar gibi mi?" diye sordu.

"Gerçek Quakerlar gibi! Mary Dyer ve arkadaşlarının yakıl­

malarını öylesine büyük bir belagatla anlattı ki, başta dini bü­

tün Quakerlar olmak üzere, hepimiz İran'a sempati beslemek

suretiyle çok yanlış bir yolda olduğumuzu düşünmeye başla­

dık."

"Nasıl yani?"

"Yani, Woolman, Quakerlari katleden Winthrop A m c a ile

fotoğraflarını gördüğümüz İranlıları asan İmam Humeyni ara­

sındaki farkı sorguladı,

'İkisi de kâfir ilân ettiklerinin savcısı, yargıcı ve celladı ol­

dular!' diye haykırdı,

'Tek bir farkla! Wait Still Winthrop on dokuz kişi astı! Aye-

tullah Humeyni, on dokuz bin!'"

"İsa Mesih! A m m a benzetme!"

"Humeyni'nin İslâm Cumhuriyeti kurma girişimini, Winth­

rop'un teokratik devletiyle eleştirdi. Benzerlikleri sıraladı,

'Amerikan Püritenleri ile Humeyni Şiileri arasında hiçbir

fark yoktur!' dedi.

'Salem'de, masum Hıristiyanların üzerine taş yığarak öldü­

ren yobaz Winthrop ile Humeyni arasındaki tek fark, Muham­

medi imamın yirminci yüzyılda hortlamış olmasıdır.'"

Diana, tüm benliği ile direniyor olmasına rağmen bu konuş­

madan sonra olumlu kalmanın çok zor olduğunu itiraf etti.

Profesör Pavloviç, eşine hak vermekle birlikte, meselenin o

kadar basit olmadığını düşündüğünü söyledi.

"Tabii ki, o kadar basit değil! Woolman, Amerikan Birleşik

Devletleri'nin canavarlaşmasından Püriten göçmenleri ve on­

ların bağnazlıklarını sorumlu tutuyor. Hatta, bir keresinde Pü-

ritenlerin, Yahudilerden de tehlikeli olduğunu söyledi."

"Ne kadar ilginç!.. Yani bu hükümden yola çıkarsak, Püri­

tenler, Yahudiler ve Şii İran aynı kuşun tüyleri, öyle mi?"

63

Coraline

Page Alev alatlı_Nuke Tüfunduszeue.info

"Evet!"

Profesörün uzun uzun piposu ile uğraştığı bir sessizlik ol­

du. Sonunda, " Z o ! " diye gülümsedi adam. "Anlatılanların ışı­

ğında, Türkiye'ye gitmesek de olur! Niye zahmet ediyoruz ki?"

"Gerçekten öyle mi düşünüyorsun?"

" N a a a L Tabii ki, hayır! Sadece takılıyorum! Woolman deni­

len o adamın hilesiz olduğundan da kuşkuluyum."

Diana, bir an, anlamak ister gibi duraladı,

"Tanrı aşkına David! Aklından geçeni biliyorum! Wool-

man'ın CIA'dan olabileceğini düşünüyorsun! Komite faaliyetle­

rini saptırmakla görevli bir ajan! Öyle mi?"

David Pavloviç, dudak büktü,

"Yani! Pek de uzak bir ihtimal değil, değil mi? Komite,

'den bu yana, hep Birleşik Devletler'in resmi dış politika­

sının karşısında yer aldı. Kuzey Vietnam'dan İran'a kadar, öz­

gürlüğü için savaştığına inandığı her ülkeye yardım etti.

CIA'nın böyle bir kuruluşu denetim altında tutmak istemesin­

den daha doğal ne olabilir?"

"Aaah! Kes, lütfen! Lütfen kes! Anlamıyor musun, bu tür dü­

şünce bizi paralize eder!' Her muhalifin ardında CIA aramaya

başlarsak hareket edemeyiz, öyle değil mi? Kaldı ki, adamın

söyledikleri üzerinde düşünmek gerekir. Kimbilir, belki de

Şah-petrol şirketleri-Birleşik Devletler hegemonyasına karşı

çıkarken, belki de yeni Salemler yaratılmasına yardımcı oluyo­

ruz! Gerçekten! Kaldı ki" Dostlar Komitesi, CIA konusunda

çok deneyimliydi. Vietnam'da savaşmayı reddeden Amerikan

gençlerini Kanada'ya kaçırdıkları dönemlerden edindikleri

tecrübe ile bir CIA ajanını otuz metreden tanıyabilirlerdi. Da­

vid Pavloviç'in buna cevabı, kaşlarını kaldırmak oldu,

"Peki öyleyse!" diye gülümsedi, " Z o , Woolman, CIA'dan de­

ğil!"

"Ya doğruyu söylüyorsa?"

"Yani?"

"Yani, ya yüzlerce insanı mahkeme etmeden asıyorlarsa?"

64

"Kendilerine göre bir mahkemeleri olduğuna eminim, tat­

lım."

"Sorun da bu ya! Kendilerine göre mahkeme de ne demek?"

Bu aşamada, Profesör Pavloviç her zaman yaptığını yaptı,

Diana'yı çileden çıkaran tarafsız bilim adamı hüviyetine bü­

ründü. (Diana, bu role girdiğinde, sesinin tonunun bile değiş­

tiğini söylerdi, "höw, höw" diye konuşurmuş!)

"Bak, Diana, Müslümanların adalet anlayışlarına dair hiçbir

şey bilmiyoruz, öyle değil mi? İnsanları, kendi adalet anlayış­

larının gereğini yerine getirdiklerinden dolayı suçlayamazsın,

değil mi?"

"Bilmiyorum," dedi, Diana, "bunu düşünmem lâzım."

"İran'ı, biz Batılılar gibi düşünmedikleri için kınayacaksak,

Batılılaşmalarını teşvik edenleri desteklememiz gerekir, öyle

değil mi?"

"Şah'ı, demek istiyorsun?"

"Eveet! Öyle olmalı, değil mi?"

"Ama, bu mümkün değil!"

"Bunun idrakindeyim, canım."

"Umarım, yanlış bir iş yapmıyoruz!"

"Hadi! Kendini bu kadar ciddiye alma, tatlım! Biliyor mu-

sun neredeyse seni İmam Humeyni ile karşılıklı oturup, adalet

sistemlerinin göreli üstünlüklerini tartışırken görebiliyorum!"

"Birileri tartışmalı ama, değil mi?"

Bu cümleyi söylerken öyle içtendi ki, David dayanamadı,

"Tatlım, benim gibi kaba bir göze göz, dişe dişçi Rus Yahu-

disinin, senin gibi misyon sahibi bir Yeni İngiltereliyi anlama­

sı kolay değil! Bununla birlikte, Woolman'ı yabana atmamak

gerekir, onda haklısın. Eğer adamın Humeyni'ye ilişkin teşhisi

doğruysa, o zaman Tanrı hepimizin yardımcısı olsun!"

"Savaş demek istiyorsun?"

"Savaş demek istiyorum!"

"Oh, shit!" küfretti Diana, "Tam da biz oradayken!"

"Ama, yine de Biliyor musun, ne düşünüyorum?"

65

Coraline

Page Alev alatlı_Nuke Tüfunduszeue.info

"Ne düşünüyorsun?"

"Türkiye sana iyi gelecek. Gerçek muhalefeti yaşayacak­

sın."

"Nereden biliyorsun?"

"Ben, New York'un ortasında Rusya'yı yaşayan bir Yahudi

göçmeniyim unuttun mu? Azınlık olmak ne demektir, iyi bili­

rim."

"Evet, bilirsin," diye teslim etti Diana.

A m a endişeleri olduğu yerde duruyordu. Saatler sonra

uyuduğunda, entarili Araplar, kıvrık kılıçlar, kara sakallı sul­

tanlar rüyasında birbirine karıştı. Kendisini bunaltıcı buhar

kokularının arasında, ipek yastıklar üzerinde yatarken gördü.

İki dev haremağası bacaklarına yapışmışlar, korkunç kahkaha­

lar atarak yaklaşan sultan için ayrık tutuyorlardı. Sultanın yü­

zü kâh İdi Amin, kâh Anthony Queen, kâh Ayetullah Humeyni

oldu. Haremağaları, Peter O'Toole ile arasında gidip gidip

geldiler.

David, çığlık çığlığa bağıran eski hastasını yatıştırdı.

"Tamam bebeğim, tamam! Rüya görüyordun. Geçti artık!"

66

IX

"Bu gidişin dönüşü yok. Canlıları terk edip cesetlere koşuyorum"

James Fraser,

"Orient"; sıcak, ıslak, baygın, parfümlü, ipekli, baharatlı,

mücevherli, halılı, koyu sarı, al kırmızı, mavi, siyah bir düzen­

lemeydi. Pavloviçler, ilk kez, Paris'in Lyon Garı 'nda gördüler.

Büyü bozuldu.

Sam rüzgârlarının bayrak yaptığı pembe çadırlar, ceylan

gözlü rakkaseler, efendilerinin eteklerinin dibinde uzanan uy­

sal kaplanlar, sarhoş eden kokular, Lawrencelar, Saba Melike­

si Belkıslar, yerlerini gri benizli, boz bir kalabalığa bıraktılar.

Kalabalık, kadifeli, kromajlı Fransız trenlerinin ardına bir ya­

naşma itilmişliği ile ekli köhne vagonlara saldırıyordu.

Vagonlar, boyaları dökülmüş plaketlerin üzerine acemi bir

elin alelacele çırpıştırdığı "Beograd, Praha, Bucuresti" gibi asık

67

Coraline

Page Alev alatlı_Nuke Tüfunduszeue.info

yüzler çağrıştıran şehir isimleri taşıyan, asker hakisi Demirper­

de vagonlarıydılar. Pencerelerinden dışarı binlerce el uzanı­

yordu. Pencereler, dipsiz kuyular gibi karanlıktı, birbiri arka­

sından uzatılan örtülü örtüsüz sepetleri, çıkınları, ucuz plastik

bavulları, denkleri, naylon torbaları yutuyordu. Tehcire zorla­

nan insanların her ne pahasına olursa olsun yeni mekânlarına

taşımak zorunda oldukları yaşam gerekçeleri, hurda yığını.

Bir binip bir inen, koridorlarda kaynaşan, kimin yolcu, ki­

min uğurlayıcı olduğu belirsiz, çoğunlukla gözleri yaşlı kalaba­

lık, hızla ilerleyen düşman ordularının önünden kaçan mülte­

ciler olmalıydı. David Pavloviç, Avrupa'da savaşın henüz bit­

mediği duygusuna kapıldı. Her an bir düdük çalabilir, lokomo­

tifi bambaşka yönlere çevirebilir ya da sivilleri indirip ordu­

nun emrine verebilirdi trenleri. Belki de insanların telaşı böy­

le bir olasılığı zorlaştırmak içindi. Göz açıp kapayıncaya kadar

yerleşmek istiyorlardı. Kompartmanların göçmen çadırlarına

dönüşmesi anlık, bir uçtan bir uca bağlanan iplere serilen be­

bek bezlerinin ne zaman yıkandığını kestirmek olanaksızdı.

New York "sanat s inemalar ında, buruk bir çözümsüzlükle

izledikleri kasvetli Orta Avrupa filmlerinin setine yanlışlıkla

dalmış yabancılardı, Pavloviçler. Kaynaşan yığının ortasında,

kalitesinden emin, teferruatsız parlak giysileri, yepyeni halis

deri bavulları, fotoğraf makineleri, sihirbaz becerisiyle türlü

gereçlere dönüştürdükleri rengârenk büyülü kutuları ile kü­

çük, müreffeh bir Amerikan adacığı oluşturdular. Dost olama­

yacak kadar ketum yüzlerin ablukası altındaydılar. Bundan

böyle ne dillerini ne de alışkanlıklarını bildikleri birilerinin

arasında, aşina oldukları her şeyden uzak, tedirgin, güvensiz

ve konforsuz yaşayacaklarını ilk kez idrak ettiler.

David, karısına sokulur gibi bir hareket yaptı,

"Belki de çok iyi bir fikir değildi!" diye mırıldandı, "Belki de

uçakla gitmeliydik!"

Doğu treni, bilekten çıkacakmış gibi sımsıkı kilitli eller, sar­

maş dolaş ağlaşan palabıyıklı erkekler, sallanan mendiller ara-

68

sında "nasılsa kazasız" sıyrıldığında, guest arbeiten ayakkabı­

larını çıkarmış, bağdaş kurmuş, memleketlerine götürdükleri

eşyaların göreli üstünlüklerini tartışmaya koyulmuşlardı.

Yugoslavlar, blucine meraklıydı; Türkler, kürke. Paris kon­

solosu uyarmıştı, "Gümrükten geçirebilsinler diye yabancılara

taşıtmak isterler. Dikkat edin."

İtalya'da, Fransız vagonlar, onlarla birlikte de Pavloviçlerin

Batı'yla son bağları koptu. Grenoble ve Torino geride kaldığın­

da, birkaç Venedik yolcusunun dışında Avrupalı kimse kalma­

dı. Büyük elli, kalın parmaklı, volkmenli gençler, ufak tefek sa­

kallı adamın tepesinden bakan dalyan gibi Diana'nın talihsizli­

ğine hayıflandılar. Teselli etmeye hazır olduklarını nereye

dönse kurtulamadığı bakışları ile belirttiler. Kadınların sempa­

tisi Katyuşka ile küçük David'i çok güzel bulduklarını anlatma

çabalarında yansıdı.

Milano, Verona, Padua üzerinden Trieste'ye ağır ağır sü­

rüklenirken, kalplerini geride bırakmış sürgünlerin acılarını

duydular.

Trieste'de treni çığırtkan, yıpranmış kalabalıklar sardı.

Bunların da binlerce çantaları, yüzbinlerce çıkınları vardı. Kol­

tuklara koşuştular, bagaj raflarına paketlerini tıkıştırdılar, sa­

niyeler içinde, tozlu, cırtlak bir kalabalık koridorlara tünedi.

Sonra da "sivri kepliler" geldi. Koridorlardaki yığınlarla bir

baştan bir başa göbek sürtüştürdüler, sırt tokuşturdular, ba­

ğırıp çağırdılar.

David. "İnsanları indirip kurşuna dizerler mi, dersin?" diye sordu.

"Sadece pasaport kontrolü yapıyorlar," diye açıkladı Di-

ana.

Askerler, Türkiye'deki'darbeyi hatırlattı, çevrelerini saran

Türkleri göz ucuyla süzdüler. Yüzlerce gözün sigara dumanla­

rının ardından istihza ile baktığını gördüler.

"Bizimle alay funduszeue.infouna kapılmıyor musun?"

"Alay mı," küçümseme mi?"

69

Coraline

Page Alev alatlı_Nuke Tüfunduszeue.info

"İkisinden de biraz."

Yemek zamanlan ilkelliğin somut örneklerini sergiledi. Diz­

lerinin üzerine yaydıkları kirli mendillerinin üzerinde, "tek bir

kırıntıyı ziyan etmemeye çalışarak" etlerini, ekmeklerini elle­

riyle parçaladılar. Yemek yerken ağızlarını kapalı tutmuyorlar­

dı. Diana'yı çok şaşırtan altın dişlerini tırnakları ile temizledi­

ler. Geğirme sesiyle başlayan bir şeyler mırıldandılar. Diana,

kimbilir nerelerden çıkardıkları kurabiyeleri belli etmemeye

çalıştığı tiksintiyle geri çevirdi.

İkramcılar, tokgözlülüğüne verdiler. Dünyanın bir numara­

lı ülkesini bırakıp bunca zahmetli bir yolculuğun kirine pasına

sırf İstanbul'u görmek için katlanan Amerikalıları minnetle ka­

rışık takdirle izlediler. Türklere hak etmedikleri bir paye veri-

liyormuşçasına mahcup oldular. Pavloviçlerin zahmetlerinin

karşılığını, İstanbul'u iki-üç kelime edebildikleri her dilde öve­

rek ödemeye çalıştılar.

Saatler uzadıkça sohbetler azaldı; hayatında hiç hissetme­

diği kadar "Amerikalı" hissetti kendisini, ama bu ruh hali

Lyubliyana'da, kızıl yıldızlı askerlerin trene binmesiyle sona

erdi. Bu defa da tacını reddetmiş de olsa, bir Tzadik olarak ya­

kalanıp, Ukrayna'ya gönderilmesinin pekâlâ da mümkün oldu­

ğunu düşünmeye başladı. Orient, onu hiçleştirmeye başlamış­

tı. Vagonlar dolusu bu insanlara hiçbir şey ifade etmediğini

düşündü. Sadece bir beden, diye italikledi, üstelik pek de ca­

zip bir beden değil. Ürkütücü düşüncelerinden kurtulmak için

silkindi, konumunun saçmalığını unutmak için de Belgrad'a

yaklaştıkça büyüyormuş gibi görünen su birikintilerini izleme­

ye durdu. Birikintiler döndü Sava oldu, Tuna'ya karıştığı bü­

yük havuzu Belgrad Kalesi'nin en yüksek burcundan seyretti.

"Avusturya yakasındaki Semlin ile bu kale arasındaki böl­

ge, on dokuzuncu yüzyılın büyük bir bölümünde, Orient'e açı­

lan kapıydı," diye açıkladı rehberleri,

"Semlin'den yola çıkan seyyah, dönüşü olmayan yolculuğa

buradan yelken açardı."

70

"Niçin dönüşü olmayan?"

"Türk İmparatorluğu'nda veba eksik olmazdı, Madam. Geri

dönecek kadar şansı olanlar da bu dehlizlerde karantina altı­

na alınırlardı."

"Dehlizlerde mi?"

"Dehlizlerde, Madam. Kapıları kolayca örülebilsin diye."

Belgrad, Amerikalılıklarını yüzlerine vurmadı, ama "devlet­

çiliğin en sevimsiz örneklerini sergilemekte" gecikmedi. Turist

Ofisi, Danışma gibi tabelaların "göstermelik verimliliği"ne kar­

şın "sevimli, temiz" kızlar, Atina biletlerini ayarlayamadılar,

David Pavloviç,

"Ama tatlım, ne yapmamı bekliyorsun?" diye sızlandı. Di­

ana,

"David'in altını değiştirmeyi unutma!" dedi, çıktı, gara gitti.

Tamir yüzü görmemiş platformda saatlerce bekledi, ama bilet­

leri de aldı.

"Oturacak tek bir bank bile yok!" dedi, Otel Moscva 'ya dön­

düğünde,

"Neden böyle yaptıklarını merak ediyorum! Yolcular yer­

lerde, bagajlarının üzerinde oturuyorlar! Ne kadar aptalca!

Kendilerini en basit konforlara bile layık görmüyor olabilirler

mi?"

"Bilmem ki!"

"Sahiden! Yaslanacak bir yer bile yok! Bir tane buldum, o

da karakolun duvarıymış. Polis çıkıp kovaladı beni! Tevekkeli

değil, benden başka yaslanan yoktu!"

"Daha dikkatli olmalıydın, tatlım!" diye azarladı David, "Yu­

vamızdan çok uzağız. Askerlerle ya da polislerle tartışmaktan

kaçınmalıyız!"

Türklerin, Balkanlar üzerinde kurdukları baskıyı, izleyen

ayaklanmaları, izleyen katliamları, trene Belgrad'dan binen

Atina yolcusu bir İngiliz'den dinlediler. Akropolis Ekspresi, es­

ki Türk eyaletlerinden "sümüklüböcek hızıyla" geçiyordu ki,

"Niş'teki kuleyi görmediniz, değil mi?" diye sordu İngiliz,

71

Coraline

Page Alev alatlı_Nuke Tüfunduszeue.info

"Türklerin reayayı sindirmek için insan kellelerinden diktikle­

ri kuleyi?"

Görmediklerini söylediler,

"Mamafih, azizim profesör, Balkanlar, Balkanlar'dır!" diye

sırıttı adam, "Kelle kulenin az berisinde de bir Hırvat beyinin

diktiği kazıkları görebilirdiniz!" Kötü kötü güldü, "Adam, kırk

beş kazık dikmiş, bir kazığa bir Türk kellesi!"

Diana'nın içinin kalktığını fark etmedi,

"İşte orada," diye şekilsiz bir yığını işaret etti,

"Türklerin Hıristiyan çocuklarını topladıkları kamp yeri.

Buradan ilerde bir Yunan köyü vardır. Oradaki bütün kadınla­

rın ırzına geçmiş, öldürmüşlerdi." Geri döndü, Türk işçilerini

saklamak istemediği bir nefretle süzdü. "Kan içiciler!"

Diana Pavloviç parmaklarını kıpırdatamayacak kadar yor­

gun görünen bu insanların kelle kesecek gücü nereden buldu­

ğunu merak etti. Koridorlarda yanından süzülen Türk erkekle­

rinin hepsinden daha uzun boyluydu ve hiç kuşkusuz çok da­

ha kuvvetli. Yine de, korkunç çığlıkların yankılandığı, iğrenç

bir yanık et, insan eti kokusunun köşe bucak sindiği bir yeral­

tı dehlizine yaklaştıkları duygusuna kapıldığını hissetti. Anla­

şılan, Türkiye'de yaşamanın tek tesellisi, orda sanık değil, ta­

nık olarak bulunmaktı.

Ve günbatımında Galata Köprüsü'nden İstanbul, "dipsize

gömülü Bizans'ın çılgına çevirdiği ressamın, sisten tuval üze­

rinde gezdirdiği güvercin kanadından süzülüp dağılan, birbir­

leriyle kâh küsen kâh barışan yüzlerce kavuniçi, gülkurusu,

yavruağzı, mahzen kapağı, limonküfü; binlerce açışız şekil, gö­

ğe asılı kubbelerden tüten acı yeşil yosun kokusu; sırt sırta

vermiş Pera çatılarının himaye ettiği üç boyutlu bir empresyo­

nist sanat olayı, sahnesiz tiyatro, elektronik opera, projektör-

süz revü, maestrosuz orkestra, kaldırımsız, bulvarsız, yaya ge-

çitsiz, trafik ışıksız, cetvelsiz, teklifsiz, yedi milyonluk bir ha­

yal şehirdi."

Ö n c e sersemletti Pavloviçleri. "Trenden birbirlerine zincir-

li tutukluların tökezlemekten ve tökezlenmekten sakınan

adımlarıyla, darmadağınık ama sımsıkı bir dayanışma içinde

indiler". Mahşerin ne olduğunu Özdenler gibi onlar da bilirler­

di. Eminönü'nden halat alan Adalar vapurunun düdüğü, İsra­

il'in suru olabilirdi. Goyimleri sarhoş edecek duman egzoz

gazlarının İstanbul'un sıcak buğusuna belenmiş zehirli tütsü-

süydü. Gökyüzü mavi değildi. Güneş pekâlâ da Batı'dan doğ­

muş olabilirdi. İşte insanlar kabirlerinden çıkmış, "gözleri dön­

müş çekirgeler" gibi dağılmış, koşuyorlardı. Her cins, her bi­

çimdiler. Diana, sol omuzundan, "Al oku!" diye uzatılacak gü­

nah listesini bekledi. Sonunda o da oldu, kendisine yol açma­

ya çalışan bir hamalın sepeti omzuna vurdu, "Destur!"

İstanbul, önce sersemletti Pavloviçleri, sonra içine aldı,

'Şark İksiri'ni sundu. Büyüledi, düşlere daldırdı ve 'tıpkı bir se­

rap gibi' ihanet etti, kayboldu. Yerini, karanlıklarla işbirliği

içindeki sokak lambalarına, başıboş köpeklere, delik deşik kal­

dırımlara, su yüzü görmemiş taşıtlara, boya yüzü görmemiş

duvarlara, insanları kerhen barındıran haşin yüzlü apartman­

ların arasından uzanan taşlaşmış kıraç arsalara bıraktı. Hen­

dekler, inşaat artıkları, paslı demirler, bir sabah uyanıp da ya­

tak odaları kazılmış olduğunu görmüşlercesine dehşete dü­

şürdü. Devrik çöp bidonlarından fışkıran ölümcül gazlar, asır­

ların tılsımını çözdü, sefalet ve salgın çağrıştırdı.

"Ancak çevresini bir çelenk gibi saran suların affettirebile-

ceği bir yığınak, yeşil adacıkların renklendiremediği bakımsız

bir göçmen kampı bu şehir," diye yazdı David Pavloviç, Kevor-

kian'a, "fakat buna rağmen Amerikan pasaportuma duyduğum

güveni tehdit etmeyi beceriyorlar! Hiç tebessüm etmedikleri

için olabilir mi?"

73 72

Coraline

Page Alev alatlı_Nuke Tüfunduszeue.info

"HOMO ISLAMICUS!"

"Bastığı yerde ot bitmeyen Türk'ten sakın!"

Prof. Dr. George Kevorkian, Harvard,

I

Oysa Nesibe, hep gülerdi!

Onu, Günay'a, temizliğe (Günay, "Tozların yerini değiştir­

meye!" derdi!) geldiği salılardan birisinde tanımış olmalıyım,

ama belleğimde ilk yer tutması, ördek hikâyesiyledir.

O gün, Günay yoktu. Kapıyı Nesibe açtı, az sonra geleceği­

ni söyleyerek içeri buyur etti. Salonda, sedirin üstünde bacak­

larını toplamış oturan, sokağı seyreden kadını gördüğümde sı­

kıldığımı hatırlıyorum. Günay'a hiç benzemeyen çok esmer,

adamakıllı şişman bir kadındı. Çiçekli bir entari giymişti, ba­

şında kulaklarının arkasında sarkıttığı beyaz bir yemeni vardı.

Yemeni dikkatimi çekti, çünkü örtüş şekli saçlarını saklamak

şöyle dursun, olağanüstü büyük kulaklarını açıkta bırakmıştı

74

ve bu kocaman kulaklardan memelerini sündürecek kadar ağır

(Günay, taşlarının yakut olduğunu söyledi) küpeler sarkıyor­

du. Yıllar yılı orada otururmuş gibi, kök salmış gibi bir hali

vardı. Odaya girdiğimi duymamış olmasına imkân yoktu, ama

yine de başını çevirip bakmadı. Kim olduğunu anlamak için

Nesibe'ye döndüm,

"Dertlidir be guzum," dedi, Nesibe, "görmez misin, nasıl ağ­

lar?"

Benim sorumun cevabı değildi tabii, ama tekrar baktığım­

da gördüm; kadın, gerçekten de inceden inceden ağlıyordu.

"Analığımdır," dedi Nesibe, güldü ve çilli, küçücük yüzü,

minik burnunun etrafında toplandı, çekik Yörük gözleri, kısıl­

dı, kayboldu.

"Nesi var?"

"Bir gızı vardır bunun, Serap. On beşindedir ama kapı gibi­

dir, maşallah, nah böyle!" bir buçuğa bir metrelik bir düzeyi

işaret etti, "Bir de kıllıdır, göresin! Ne hamamotu kâr eder ne

de ağda!" Yine güldü,

"Bizim oralarda peçe yohtur, gapatamazlar yüzünü! Çirkin­

dir gızcağız, ne yapsın? İşte bu anacığı da yanar yakınır gayri

gızıma bir koca deyi. Olmaz yıllardır. Cenab-ı Allahım para

vermiş, pul vermiş ama vermez bir hayırlı kısmet! Çok üzülür

be gadıncık!"

Bütün bunların Günay' la ne ilgisi olduğunu anlamayı erte­

ledim,

"Bunun için mi ağlıyor?"

" Y o h be guzum!"

Yüz hatları bir çocuk hızıyla değişti, gülen gözlerinde top­

lanan yaşları yemenisinin ucuyla sildi,

"Gandırmış bir furuncunun çırağı, yatırıvermiş mezarlıkta

yere!"

Yine güldü, "Gız hamile! Etlerini kopartmış bu benim analı­

ğım, gızın! Hani, furuncunun çırağından daha çok yakmış canı­

nı. Serap anlatır, 'Götüne zopa sokacam!' diye bağırır, durur-

muş bu!"

75

Coraline

Page Alev alatlı_Nuke Tüfunduszeue.info

Sesini alçalttı,

'Furuncunun çırağı sokmuş ama hadi o erkek, bu benim

analığım ne diye sokar, değel mi? Bilinmez ki! Görecen gızı!"

Yine gülme, yine kısılan gözler,

"Herifin çürükleri sararmış da," başıyla analığını gösterdi,

"bu gâvurunkiler durur olduğu gibi! Ben derim, ha anamın çü­

rükleri, ha herifin! Çürük çürük olduktan sonra!"

"Günay'dan ne istiyor? Evlendirsin mi, istiyor?"

İşte, buna çok güldü Nesibe,

"Get işine! Gız istemez ki, çırahılan evlensin! N'etsin çırağı?

Çok zengindir bunlar! Çirkindir, ama gitmez furuncunun çıra-

hına! Mendis (mühendis!) ister o! Zaten, kimse bilmez kirlendi­

ğini!'Furuncunun oğlan da kaçmış; nerden bulacan?"

" E , ne olacak şimdi?"

"Ne olacak? Aldıracaklar çocuğu! Analığım, bekler abla gel­

sin! Eyi bir doktor soracak ablama!"

Biraz da muhabbetin seyrinden olacak, daha fazla kalmak

istememiş, ayrılmıştım. Olayı takip de etmedim. A m a anlaşı­

lan, Günay sormuş soruşturmuş bir doktor bulmuştu. (Şimdi

düşünüyorum da, kendi hamileliğini "Tanrı'nın bedenimi kut­

saması," diye tanımlayan bir kadından istenecek yardım değil­

miş! Daha da ironik olanı, Şafak'ın çocuğunu da aynı doktorun

almış olması!) Birkaç ay sonra bir uğradığımda Nesibe'nin göz­

lerinin içi gülüyordu, bir düğün davetiyesi uzattı,

"Serap'ı evlendiririk, be guzum!"

Serap'ın kim olduğunu çıkarmaya çalışırken, Günay, "Nasıl

becerdiklerini sor," dedi ve meseleyi hatırladım. Nesibe, yine

gülüyordu,

"Bir ağabeyi vardır bu Serap'ın. Bir kâtip çalıştırırmış ya­

nında. Biraz yaşlıdır, ama aptesinde, namazında aslan gibi

adamdır. Gız gibi gızarır yüzüne bakanda. Kimi kimseciği de

yoktur. Eve evrak neyin getirip götürürken, görmüş bizim Se­

rap'ı. Görmüş istediği gibi temiz bir gız. Hiç bakamaz ya bizim

gız kimselerin yüzüne, herif sanmış utangaçlığındandır. Eh, ga-

76

rı kısmısını etli butlu da severmiş adam. Demiş, istesem mi, is-

temesem mi? İstesem, verirler mi? Öyle ya, kendisi yoksuldu,

bunlar paralı. Sonra, yaradana sığınmış, varmış bizim Raşit'e,

demiş 'Ben senin bacını isterim.' Bizim Raşit de ne zamandır

yakınır bacısı evde kaldı diye, o da demiş, hay hay. Ama, ana­

lığım tutturmuş, yok, benim gızım mendislere layıktır. O çul-

suz da kim oluyor!"

" E , hani ağlıyordu, kızına koca yok diye?"

Nesibe, bu lâfa da çok güldü,

"Sen ne diyorsun be guzum? Nazlanacak ki, adam gıymatı-

nı bilsin! Analığım dermiş, benim gızımı ne mendisler istedi de

vermedim. Bir yalvartmış, bir yalvartmış herifi!"

"Peki, kız istiyor mu bu adamı?"

"İstemeyecek de ne edecek? Çürüktür, isteyecek elbet! Ga-

pı gibi adamdır, eyi adamdır. Müslüman adamdır."

"İyi de, nasıl alacak 'çürük' kızı?"

"Hadi, get işine!" İtalik ' lediğini görebiliyordum, Aman, ne

aptalsın!

Nasıl aldığını da Günay anlattı,

"Ramize Hanım'ı gördün ya, o hanım meşhur Uncular'ın an­

neleri."

"Yok canım! Hani şu pastaneleri filan olan?"

"Pastaneler göstermelik. O kadar para pastaneden kazanıl­

maz. Hayali ihracattan ithalata, uyuşturucuya kadar her şey

var. Bunlar, beş erkek kardeş, babaları toprak ağası. Adam

ölünce, büyük, toprağın başında kalıyor, diğerleri İstanbul'a

gelip burada iş tutuyorlar. Beş-on sene içinde multi, multi,

multi milyoner oluyorlar. Rumeli Hisarı'nda Boğaz'a nazır bir

apartmanları var, bütün aile o apartmanda oturuyor. Erkekle­

rin dördü de evli, kendi daireleri var ama yemek, içmek, yıkan­

mak, televizyon, bütün faaliyet Ramize Hanım'ın dairesinde

cereyan ediyor. Kendi dairelerine yatmadan yatmaya çıkıyor­

lar. Şimdi, gözünün önüne getir. Evin, Pâşabahçe'den Kandil-

li'ye kadar gören cephesinde doksan metrekarelik bir salon;

77

Coraline

Page Alev alatlı_Nuke Tüfunduszeue.info

tıklım tıklım eşya, biblo, avize, aplik vesaire dolu bir salon ve

yerden tavana camlar Mısır işi kadife, saten perdelerle sıkı sı­

kıya örtülmüş. Buna mukabil, dış kapının girişinde, sokağa ba­

kan normal boyutlarda bir oda var. Bütün aile oraya doluşu­

yorlar. O kadar kalabalık oluyor ki televizyonun sesi bile du­

yulmuyor. Buradaki perdeler sedirin örtüsüyle aynı desen­

den. Anlaşılan bir yerden bir top basma kapatılmış, perdeden

minderlere kadar her şey bu kumaşla kaplanmış. O kadar ki

benim ilk gördüğüm gün, Ramize Hanım'ın entarisi de aynı ku­

maştandı. Sedirin üstünde otururken kadın nerede başlıyor,

sedir nerede bitiyor belli olmuyordu. Dört tane gelin var, dör­

dü de besbelli aynı berbere gidiyorlar, aynı terziden dikmiyor­

lar. Siyah, V yaka, dar elbiseler. Besbelli, birisi onlara V ya­

ka, siyah elbiselerin kadını ince uzun gösterdiğini söylemiş.

Dördünün de saçı aynı sarı tona boyanmış, buklelerine varın­

caya kadar da aynı. Ayaklarında üstü pomponlu yatak odası

terlikleri, altın takılar takılar takılar, yeşil farlar farlar, lacivert

rimeller, mor rujlar, pudralar! Dördünün de elinde birer Hafta

Sonu, bir yandan Emel Sayın ne giymiş ona bakıyorlar, öte

yandan da kocalarının o gece hangi eğlence kulübünde oldu­

ğunu tahmin etmeye çalışıyorlar. Ve tabii, kocaların hiçbirisi,

hemen hiçbir gece eve zamanında gelmiyor, geldiği zaman da

sarhoş. Şimdi bu arada bir Serap var. Serap, Allah affetsin, Ra-

mize'nin küçük bir kopyası. Hani, yani uluslararası ölçülerde

çirkin bir kız! Vardır ya, burnunu kestirsen, boynunu ne yapa­

cağını bilemezsin öyle bir beden!"

"Fırıncının çırağı da buna âşık oluyor, öyle mi?"

"Fesuphanallah! Keçiye oluyor da! İşte o kadar bir iş, anla­

şılan. Hisarüstü'nde bir mezarlık vardır, Serap'la orada bulu­

şuyorlar. Ve olacağına bak, ilk defasında kız hamile kalıyor.

İşin farkına varan Ramize. Evin içinde o kadar kadın var, gelin­

ler kızlar, ama Ramize hepsinden saklıyor. Bir tek bizim Nesi-

be ile işbirliği yapıyor."

"Nesibe, bunun evlâtlığı, öyle mi?"

"Beslemesi. Yedi yaşında annesiz babasız kalınca halası

bunlara hizmetçi diye vermiş. O kadar küçükmüş ki, bulaşık

yıkamak için taburenin üstüne çıkardım, evyeye boyum yetiş­

mezdi, diye anlatıyor. On beş-on altı yaşlarına kadar onlarda

kalmış, sonra da yaşlı bir adamla evlendirmiş, kurtulmuşlar."

"O kapıcıyla evli değil mi? O genç adamla?"

"İkinci kocası, Abdullah. Yaşlı adam evlendikten birkaç yıl

sonra Ölmüş. Bu kocası Nesibe'den küçük. Apartmanlardan bi­

risinde ona da bir kapıcılık vermişler olmuş bitmiş. Ama ilişki

kesilmemiş. Ne zaman neye ihtiyaçları olsa, 'Nesibe gel,' di­

yorlar. Bu defa da, bu. Ramize, Nesibe'den kürtaj doktoru so­

ruyor. O da kadını alıyor bana getiriyor. Ben de bizim Beyaz

Dizi Demet'e havale ediyorum. O da bunları alıp götürüyor. Ai­

leden kimsenin ruhu duymuyor. Şimdi de bu adamı bulmuşlar

onunla evlendirecekler. Düğüne gideceğiz artık!"

"Hadi, canım sen de!" demiştim!

"Yok canım, gideceğiz," dedi Günay, güldü, "sen değil ama

ben gitmezsem hem Nesibe'ye ayıp olur hem de ürkerler."

"Ürkerler mi?"

"Tabii. Sırlarını bildiğimiz için bizi yakınlarında görmek is­

teyeceklerdir. Çok değerli bir şeyini emanet ettiğin birinin or­

tadan kaybolduğunu düşünsene. Ne kadar rahatsız olursun!"

Düğün, Hisarüstü'ndeki evde oldu. Bahçe kapısının önünde

son model Mercedesler, apartman kapısının önünde gelişigü­

zel yığılı yüzlerce ayakkabı vardı. Ayakkabılar çamurluydu, ta­

banları kararmış, etiketleri sökülmüş, adi deri giyilmekten

açılmış, kayığa dönmüştü. Rodoplu, kendisininkileri çıkarttı­

ğında çöpe atıyormuş duygusuna kapıldı.

"Benim tütün rengi yumurta topuklar mezbelelikte utanç

verici bir refah adacığı oluşturdular." Ellerini bileklerini kımıl-

datmaksızın iki yana açtı,

"Daha başlangıçtaki manzara yabancılığımı söylüyordu,

ama ne yaparsın? Nitekim, Raşit'in büyük kızı, Sevim koştur­

du, benim ayakkabıları kaldırdı, kenara, korumaya aldı. Al sa-

79

Coraline

Page Alev alatlı_Nuke Tüfunduszeue.info

na bir ayrıcalık daha! Bırak, tavuklarımızın karışmasını -hatır­

lar mısın, Ahmed Arifin öyle bir şiiri vardır- ayakkabılarımız

bile karışmıyordu! Sevim önde ben arkada, iki tarafı rengârenk

giyimli genç kızlara, saç spreyi kokularına sürtünerek yürü­

dük. Hâkim renk kırmızıydı, hâkim kumaş saten, hâkim elyaf

sentetik. Saçlar, alabildiğine kabartılmış, taşlı tokalar, fiyonk­

lar, kollarda ve boyunda altın altın altın. Girişin sağındaki bas­

malı odada bir kadın yüzüne tülbent örttüğü bebeğini ayağın­

da sallıyordu. Hemen yanında beni her zaman şaşırtan rahat­

lıkla göğsünü çıkarmış meme veren bir başkası vardı. Sedirle­

rin arasındaki boşlukta eğilmiş birkaç genç anne ter içinde ço­

cuklarını tedip ediyorlardı. Biz salona yürüdük. Bir mumdur,

iki mumdur! Hah hah haninna!' belki otuz kadın göbek atıyor­

du. Bu göbek dansı, ne kadar kışkırtıcı olabiliyor! Bir genç kız

hatırlıyorum, gözlerini göbek deliğine dikmiş, ayakta ikiye kat­

lanıyordu. Bedenine öylesine yoğunlaşmıştı ki inanır mısın,

mastürbasyon yaptığını düşündüm! Üstelik de, bir mumdur,

göbek dansına uygun değildir! Ama, örtülü örtüsüz, genç yaş­

lı herkes oynuyordu, derilerinden fışkıran buharı göremesen

de koklayabiliyordun.

'Ramize Hanım nerede?' diye sordum.

'Burda, gel!' dedi kız, kalabalığı yardı, beni salonun öbür

ucuna götürdü. Şimdi, bakıyorum, Ramizeler beş olmuş! İki

kızkardeşi, bir görümcesi, bir de halası var ki tıpkı kendisi!

'Günay Hanım, gel, gel otur!' diye yer açtı. Tabii, tanıştır­

mak diye bir âdet yok, sadece sırayla hoş geldin dediler, hatır

sordular, ben mukabele ettim. Neden sonra, iyice yaşlı olanı,

hala, sordu,

'Kimdir?'

'Doktordur,' dedi Ramize, nedense doktor olduğuma karar

vermişti.

'Kocası var mı?'

'Yok. Ne yapsın, zavallı, bizim Taha'ya bakıyor, geçinip gi­

diyor işte!'

80

'Gözelmiş de ama vah vah!'

Diğerlerinin gözlerini kaçırdıklarını hissettim."

Günay'a, Taha'ya bakmak işinin de ne demek olduğunu

sordum,

"Taha, Raşit'in tek oğlu. Dil Gelişimi Uluslararası Proje-

si'nde benim incelediğim çocuklardan birisiydi ya. Bunları öy­

le tanıdım zaten."

"Bilmiyordum."

"Unutmuşsun. Hani, diyordum, bir çocuk vardı. Konuşma

özürlü sanıyordum, meğer sekiz kızdan sonra doğmuş. Çocuk,

'moh! ' diyor, anne, sekiz abla, halalar, teyzeler hepsi birden

koşuyor, 'Su mu, çiş mi, yemek mi, karnın mı ağrıyor?' Oğlan

da hangi seçeneği benimserse bir 'moh!' daha çekiyor, dileği

yerine geliyor. Konuşmasına gerek yok! İşte, o çocuk bu ço­

cuk. Ramize, Taha'ya bakıyor derken, araştırma projesini kas­

tediyor. Neyse. Gözlerini kaçırdılar, ama çaktırmadan süzdük­

lerinin farkındayım. Tabii, giysilerimi beğenmediler, tabii, takı-

sızlığıma hayıflandılar filan. Şimdi, hepsi ara ara oynamaya

kalkıyorlar, ama kimse beni çağırmıyor! Anlıyor musun?"

"Beceremeyeceğini anladılar demek!"

"İlk bakışta! Normal koşullarda böyle bir durumda yani, aşi­

na olmadığımız insanların arasında, biz üstünlük taslamaktan,

ukalalık etmekten korkarız, değil mi? Ne demek efendim, kim­

senin ezikliği yok! Tersine, o kadar güvenliler ki, insan kendisi­

ne, 'Ben bunlara yaranmaya mı çalışıyorum?' diye soruyor."

"Bizim Nesibe nerede bu arada?"

"Mutfakta, tabii! Gittim, baktım, kazanlarla et, pilav, onlar­

la uğraşıyor. İncecik bir şey zaten. O koca kazanları indirip

kaldırıyor. Bir tek o giyinip süslenmemiş. Şalvar eski şalvar,

hırka eski hırka. Beni, Serap'ın dairesine, çeyizleri göstermeye

götürdü. Ha, bu arada, ikinci kattan üçüncü kata çıkıyoruz, ay­

dınlıktan bakınca görünen denize nazır bir balkon var, kuzeye

doğru. Bakıyorum, balkonda bir hareket var gibi. Tekrar bakı­

yorum, bir ördek öyle dolanıyor!

81

Coraline

Page Alev alatlı_Nuke Tüfunduszeue.info

'Nesibe, ördek miydi, o? '

'Ördek, abla, 'diyor.

'Ne arıyor burada?'

'İşte,' gözlerini kaçırıyor, gülüyor. Bilirsin, nasıl güler. Ben

de sanıyorum ki, balkonu kümes yerine kullanmalarını kınaya­

cağımı düşündüğü için mahcubiyetinden gülüyor. Meğer öyle

değilmiş. Şimdi, zifaf odasına çıkıyoruz ya, tül dantel bir yatak.

Her tarafta örtüler örtüler, işlemeler işlemeler. Bunu bu yenge

işlemiş, ötekini filan hala, müthiş bir emek. Derken, yatağın

başucuna doğru bir bohça var, Nesibe o bohçayı gösteriyor,

'Oradalar.'

'Ne onlar?'

Gidiyor, bohçayı alıyor, açıyor. Böyle, dört köşe mendiller,

etrafında dört parmak dantel örülmüş. Ne olduğunu anlıyo­

rum, tabii.

'Nasıl olacak şimdi bu iş?'

'Ördek var ya, abla!' diyor Nesibe, kıkır kıkır.

'Nasıl yani?'

Mendillerden üç-dört tanesini alıyor, koynuna sokuyor, bir

yandan da konuşuyor. 'Şimdi, ördeği kesecem, bunları bulayacam.'

O kadar şaşırmıştım ki, sora sora, işe yarayıp yaramayaca­

ğını sordum, iyi mi? El cevap, 'Ördek kanı pespembedir!' Elini bu defa da cebine atıyor,

'Bunlar da va!'

Çıkardı gösterdi, böyle mermi şeklinde, kaya tuzuna benze­

yen bir şeyler.

'Ne bunlar?'

'Şaptır be guzum! Mısır Çarşısı 'ndan aldım.'

'Şap mı?' Şapın ne olduğunu biliyordum tabii, ama çocuklu­

ğumdan beri görmemiştim. Babam tıraş olduğu zaman kulla­

nırdı. Hayal meyal hatırlıyorum.

'Anası götüne sokacak ki, sıkılasın!' demez mi? Bir gülüyor,

bir gülüyor, yerlere yatıyor gülmekten! Ben de en bilimsel ha-

82

limle, elimde şap, inceleyip duruyorum! Tabii, bunu gördük­

ten sonra kalıp, damadı görmek şart oldu. Tekrar aşağı indik.

Az sonra da gelin, damat ve erkekler göründüler. Boğum bo­

ğum bir kız çocuğu, ter içinde zavallı. Beyaz saten dalga dalga

sararmış. Damat, otuz-otuz beş yaşlarında çam yarması gibi

bir Rumeli göçmeni. Alı al moru mor bir adam. Paldır küldür

geldi, herkesin, o arada benim de elimi öptü. Bu arada fon mü­

ziğimiz de, 'Aldırma gönül aldırma!' Hemen arkasından 'Pence­

resi cam cama muallim!'

Raşit'in küçük kızı koştu bacağına sarıldı,

'Enişte, benlen dans edecen?'

Bunu duyanlardan bir alkış, adam ortada bir zeybek tuttur­

du. Raşit ve diğer abiler, ellerinde rakı bardakları, geldiler.

Plak değişti: Mastika! Ceketler çıkarıldı, bel kemerlerine asıldı,

omuzlarını, kalçalarını birbirlerine tokuştura tokuştura oyna­

maya başladılar. Gürültüyü duyan karıları koşturdular, kamu­

oyu önünde kırk yılda bir sahiplenilmenin keyfini çıkardılar,

bir cilvedir başladı! Hemen arkasından da yemekler ve ağır bir

rakı faslı. Beni -olacağına bak!- erkeklerin yanına oturttular,

ama gözüm Ramize'de! Nitekim, on bire doğru kaş göz işaret­

lerini gördüm. Kadın, kızını yukarı çıkaracak. Diğer Ramizeler

de alarmda olmuş olmalılar ki, hep birlikte davrandılar, ama

bizim Ramize ne dediyse dedi, hepsini oturttu! Gelinin peşin­

den koşan akraba kızlarını da durdurdu. Gözden kayboldular.

Benim de aklım, ördekte! Biz -biz, derken, erkekler- daha bir

kırk beş dakika aşağıda kaldık. Burada damat elbirliği ile sar­

hoş edildi, hikâyenin de sonu belli oldu.

'İçelim enişte, içelim!'

'İçelim abi, içelim!'

Gerisini Nesibe anlatsın!"

Nesibe gülüyordu,

"Ne var ki, anlatacak?"

"Güvey yuttu mu, bari?"

"Ne var ki, yutmayacak?" Omuzlarını silkti, burnunu kıstı,

83

Coraline

Page Alev alatlı_Nuke Tüfunduszeue.info

gözleri kayboldu, "Mutludur be adam, mesuttur. Bir cahallık

etti diye, kalsa mıydı gızcağız ortada? Cenab-ı Allahım istemez

kulları kötü olsun!"

"Olan zavallı ördeğe oldu desene?" dedim.

"Niçün ama? Bir güzel pişirdim onu! Güzelce yediler!"

"Kim yedi, diye sorsana," dedi Günay.

"Yoksa, damada mı yedirdiler?" Nesibe'ye döndüm, "Yoksa

damada mı yedirdiniz?"

"Yeni evlenmiştir adam! Güç, kuvvet lâzımdır!"

"Adamı böyle aldatmak" diye başladım, ne diyeceğimi bi­

lemedim, "günah değil mi?" diye sordum. Nesibe'nin gözleri

sahici bir şaşkınlıkla açıldı,

"Niçün, ama?"

Damat yetimdi, fukaraydı, kimse ona kolay kız vermezdi.

Dahası, Serap'ı sevmişti. Yarın öbür gün çoluk çocuğa karışır,

gül gibi yaşar, giderlerdi. Serap da ona iyi karı olurdu. Fena mı

etmişlerdi?

84

II

Pavloviçler, Nesibe'yi, İstanbul Sosyal Bilimler Fakültesi

Dekanı, Prof. Dr. Mustafa Dülger ve eşinin "Hoş Geldin Parti-

si"nde hizmet ederken tanıdılar.

Parti, Dülgerlerin Rumelihisarı sırtlarındaki evlerindeydi. Pavloviçler, İstanbul'un ulu çınarlarını halen muhafaza edebil­miş bu ender köşesindeki üç katlı ahşap Osmanlı evine imre­nerek baktılar,

"Bizim niye böyle bir evimiz olamıyor?"

"Niye, tatlım? Deniz üzerinde oturmaktan hoşlanacağını sa­nıyordum!"

"Evet, ama insan Türkiye'deyse, Türkler gibi yaşamalı, de­ğil mi?"

85

Coraline

Page Alev alatlı_Nuke Tüfunduszeue.info

Profesör Pavloviç, sonbahar kokusunu içine çekti,

"Haklı olabilirsin!"

Kapının üzerindeki aslan başlı tokmağa baktı, gülümsedi,

"Rus işi! Hoş !" Tokmağın hemen yanındaki zili çaldı.

Kapıyı, Diana'nın neredeyse yarı boyunda, on iki-on üç yaş­

larında bir kız çocuğunun hacminde bir kadın açtı. Çilli, ufacık

yüzünü, bembeyaz bir tülbent çevreliyordu. İri gül desenli bir

şalvar, çizgili bir gömlek, koyu patlıcan renkli bir yelek giymiş­

ti. Kırçıl sakallı, ufak tefek David'i görünce gülen yüzü, ondan

bir baş daha uzun Diana'yı fark etmesiyle sessiz bir kahkaha

saldı, burnunun etrafında toplandı, çekik gözleri kayboldu.

"Buyrun, Müsyü!" dedi ve kenara çekildi.

Arnavutkaldırımına, bahçedeki ulu çınarların arasından

Boğaz'ı gören girişin iki yanına dizili toprak saksılara öylesine

uyumlu bir desen çizdi ki karı-koca Pavloviçler, Nesibe'nin he­

men arkasından belirecek fesli, köstekli erkeğini beklediler.

Onun yerine, top gibi bir kız çocuğu, sağda, ikinci kata çıkan

tahta merdivenlerden gürültüyle atladı,

"Geldiler mi?"

Nesibe'yi kenara savurdu,

"Hi! I'm Professor Dülger's daughter. My name is Nilgün! N-

İ-L-G-üstü noktalı U-N!"

Diz boyu kestiği -moda gereği bastırılmadığı için kumaştan

iplikler sarkıyordu- blucininin -Levi's!- üstünde bir baştan bir

başa "Grease!" -zamanın Broadway'inde çok tutulan bir p o p

operanın adı- yazan bir tişört giymişti, çorapsız ayaklarındaki

mokasenin markası "Lumberjack"ti.

Diana, uzatılan eli karşıladı,

"Hi !"

"Nice to meet you, Nilgün," dedi, David, "I am David Pavlo-

vitch, and this is my wife, Diana!"

"I know!" dedi çocuk, yerinden kıpırdamaksızın başını geri­

ye çevirdi ve bağırdı, "Mammi! Misafirlerin geldi!"

Diana, Nesibe'nin, başını önüne eğdiğini, daha da geri çekil-

86

diğini, duvara yaslandığını fark etti. Aynı anda, önde Nevra, ar­

kada Mustafa Dülger, koridorun ucunda belirdiler,

"Professor Pavlovitch! Diana! Hello, hello! Come in! We're

waiting for you!"

"Mustafa'yı Amerika'dan tanırım," diye anlatmıştı Günay,

"A.I.D. bursu ile gelmişti. Mülkiye'nin, 'Halk Çocukları ' takı-

mındandır."

"Ne demek o?"

"Bilmiyor musun? Derler ki Türkiye ikiye ayrılır; Türkiyeli­

ler, Mülkiyeliler. Mülkiyeliler ikiye ayrılır; Halk Çocukları,

Orospu Çocukları; Orospu Çocukları ikiye ayrılır; Robert Ko­

lejliler, Galatasaraylılar! Hiç duymadın mı?"

Duymamıştım.

"Halk Çocukları, Mülkiye'ye devlet okullarından duhul

ederler. Dil bilmedikleri için hemen her zaman maliyeye girer­

lermiş. Mustafa da bunlardandır. Kütahya, Afyon oralardan

bir yerdendir. Küçük bir memur çocuğu. Zor okumuş, kendi

imkânlarıyla biraz dil öğrenmiş. Sonra Maliye Bakanlığı'na gir­

miş, müfettiş olmuş. Oradan bir burs kapmış, Amerika'ya gel­

mişti. Bu kızcağızı, Nevra'yı, Amerika'da buldu. 0, ikinci sınıf

özel okullardan birisinde baba parası ile okumuş, Amerika'ya

da baba parasıyla gelmişti. Yanılmıyorsam, Antalyalıdır. Por­

takal bahçeleri, turizm işletmeleri filan, fevkalade zengin bir

aile. Okula gelirken sahici mücevherler takar, Amerikalı kızla­

rın gözlerini yuvalarından oynatırdı! Mustafa lisansüstünü bi­

tirince Türkiye'ye döndüler. Burada evlendiler. Mustafa, dok­

torasını Türkiye'de yaptı. Sonra, tekrar Amerika'ya, bu defa da

görevli gittiler. Çocukları da orada doğdu."

Gm Fm Gm Fm

Gm Fm Gm
Yine yaz bitti, biz göremeden güneşi
Fm
Bulutlara esir olduk
Gm Fm Gm
Kararıp gitti, yıllarım bilemeden neşeyi
Fm Bb
Büyük sandıklara koyduk

Cm Gm
Gelen olmadı yerine, kimse sormadı
Fm Bb Eb
Yüreğinde bu koca boşluk niye, ah
Ab Gm
İnen olmadı daha derine, ki ben yormadım
Fm Bb Eb
Bu rüyayı bir gün gidebileceğine

Cm Gm
Yokluğun da yine yüz çevirdim aşka
Fm Gm Ab Bb
Güz geçirdim onca yaprağım sarardı soldu
Cm Bb
Sonbaharın sonunda bahar yok artık
Fm Gm Ab Eb
Yağmuru vurunca derde dert oldu
Fm Bb Ab Gm
Rüzgarı vurunca derbeder oldum

Bu içerik müzik eğitimi amacı ile yayımlanmış olup hakları kendi sahiplerine aittir. Telif ihlali içerdiğini düşünüyorsanız bizimle iletişime geçebilirsiniz.

Bu içerik için hata bildir

bulutlara esir olduk akorları,

bulutlara esir olduk akor

, chords, bulutlara esir olduk, elektro gitar akorları

Asrte

zaman, görüş farklılığı yalnız dış görünüşte değil, kişilik ve şahsi önemde de ortaya çıkar. Büyük ihtimalle, kendisine âşık olan erkeğe acı çektiren kadın, ona aldırmayan bir başka erkeğin karşısında, daima iyi huylu olmuştur, örneğin Swann'a karşı son derece zalim olan Odette, büyükamcamın kibar, tatlı "pembeli hanım"ıydı; yine büyük ihtimalle, kendisine âşık olan erkek tarafından her kararı, sanki kılık değiştirmiş bir tanrıymışçasına, korkuyla tahmin edilmeye çalışılan kadın, ona âşık olmayan birinin nazarında, üzerinde durmaya bile değmeyecek, karşısındakinin her istediğini yapmaya dünden razı bir kadındır, örneğin Saint-Loup'nun metresi, benim gözümde, onca kez bana teklif edilmiş olan "Rachel ne zaman ki Tanrı'nın"dı sadece. Onu Saint-Loup'nun yanında ilk gördüğümde, böyle bir kadının belirli bir gecede ne yaptığını, birine alçak sesle ne dediğini veya niçin ayrılmak istediğini bilmemenin bir işkenceye dönüşebilmesine ne kadar şaşırdığımı hatırlıyordum. Öte yandan, kalbimin

Salman rushdie geceyarisi cocuklari

Salman Rushdie GECEYARISI ÇOCUKLARI Salman Rushdie, Urduca ve İngilizce konuşan müslüman bir ailenin oğlu olarak 'de (bağımsızlıktan iki ay önce) Bombay' da doğdu. Babası eğitimini Cambridge'de tamamlamış bir işadamıydı. 'de lise eğitimi için İngiltere'ye gönderilen Rush-die'nin ailesi, 'te diğer müslümanlarla birlikte zorunlu olarak Pakistan'a göç etti ve Karaçi'ye yerleşti. Cambridge'de tarih eğitimi gören, 'deki mezuniyetinden sonra bir süreliğine bir tiyatro grubuna katılan yazar, arasında yazarlığını desteklemek amacıyla serbest metin yazan olarak reklam sektöründe çalıştı. Fantastik bir bilimkurgu denemesi olan ilk romanı Grimus () ile eleştirmenlerin dikkatini çektikten sonra, Geceyarısı Çocukları romanıyla ( Booker, James Tait Black, Booker of Bookers ödülleri)-dünya çapında ün kazandı. Hindistan tarihi ve politikasına eleştirel yaklaşımı nedeniyle Hindistan'da yasaklanan bu romanı, bu kez Pakistan'da aynı akıbete uğrayan Shame (, Utanç) izledi. Nikaragua anılarını aktardığı The Jaguar Smile'm (, Jaguar Gülüşü, Pencere, ) ardından yazdığı The Satanic Verses (, Şeytan Ayetleri) ile Whitbread ödülünü kazandıysa da Müslümanlığa hakaret ettiği gerekçesiyle kitap Hindistan ve Güney Afrika'da yasaklandıktan sonra Ayetullah Humeyni tarafından yazar hakkında ölüm fetvası verildi. Kitapları yirmi beş dile çevrilen ve çeşitli ödüller kazanan Rushdie, The Riddle of Midnight (Geceyarısı Bilmecesi) ve The Painter and the Pest (Ressam ve Bela) adlı iki belgesel film senaryosu da yazmıştır. Diğer yapıtları arasında Haroun and the Sea of Stories (, Harun ile Öyküler Denizi, Metis, ), in Good Faith (, içtenlikle), Imaginary Homelands (, Hayali Ülkeler), East, West{\, Doğu, Batı), The Moor's Last Sigh (, Magriplinin Son İç Çekişi) ve The Ground Beneath Her Feet (, Ayaklarının Altındaki Toprak) sayılabilir. Metis Yayınlan İpek Sokak 9, Beyoğlu, İstanbul Metis Edebiyat Geceyarısı Çocukları, Salman Rushdie Midnight's Children Copyright © Salman Rushdie, Bütün hakları saklıdır. ©Metis Yayınlan, Birinci Basım: Haziran Yayın Yönetmeni: Müge Gürsoy Sökmen Kapak Tasanmı: Emine Bora Kapak Resmi: Bombay'dan popüler bir sokak posteri. Dizgi ve Baskı Öncesi Hazırlık: Metis Yayıncılık Ltd. Kapak ve İç Baskı: Yaylacık Matbaacılık Ltd. Cilt: Sistem Mücellithanesi ISBN SALMAN RUSHDIE GECEYARISI ÇOCUKLARI Çeviren: ASLI BİÇEN METİS YAYINLARI Bütün beklentilerimizin aksine, öğleden sonra doğan Zafer Rushdie'ye İçindekiler BİRİNCİ KİTAP Delik Çarşaf 11


Merkürokrom 27 Hokkayı-Vurmaca 4 i HalınıruAltında 56 Kamuya Duyuru 70 Çok Başlı Canavarlar 85 Methwold 99 Tik Tak İKİNCİ KİTAP Balıkçının İşaret Parmağı Yılanlar ve Merdivenler Çamaşır Sandığında Kaza Hindistan Radyosu Bombay'da Aşk Onuncu Doğum Günüm Pioneer Cafe'de Alfa ve Omega Kolynos Kid Komutan Sabarmati'nin Sopası İfşaat Biberliklerin Manevraları Tahliye ve Çöl Şarkıcı Cemile Salim Nasıl Paklandı ÜÇÜNCÜ KİTAP Buda Sundarbans'da Sam ve Kaplan Caminin Gölgesi Bir Düğün Geceyansı Abrakadabra BİRİNCİ KİTAP Delik Çarşaf BEN BOMBAY'DA DOĞDUM evvel zaman içinde. Yok, bu yetmez, tarihi söylemeden olmaz; 15 Ağustos 'de Doktor Narlikar'ın Doğumevinde dünyaya geldim. Ya saati? Saat de önemli. İyi öyleyse: geceleyin. Yok yok, biraz daha ayrıntılı Aslına bakılırsa saat tam geceyarısı-nı vurduğunda. Ben dünyaya gelirken akreple yelkovan saygıyla toka-laştılar. Söyleyiver gitsin, söyle hadi; tam Hindistan'ın bağımsızlığına kavuştuğu anda yuvarlandım dünyaya. Herkes nefesini tutmuştu. Pencerenin dışında havai fişekler ve kalabalıklar vardı. Bir iki saniye sonra babam ayak başparmağını kırdı ama onun başına gelen kaza, karanlığa boğulmuş o anda benim payıma düşenin yanında hiç kalırdı; çünkü o vurdumduymaz kutlama saatlerinin esrarlı zorbalıklan yüzünden ben garip bir biçimde tarihe kelepçelenmiştim, kaderim kopmazcasına ülkemin kaderine zincirlenmişti. Bunu takip eden otuz yıl boyunca da o kaderden hiç kurtulamadım. Kâhinler hakkımda kehanetler savurmuş, gazeteler dünyaya gelişimi kutlamış, politikacılar sahiciliğimi onaylamışlardı. Bu konuda bana söyleyecek söz kalmamıştı, ben Salim Sina ya da daha sonra anılacağım adlarla Sümüklü, Lekesurat, Keltoş, Kes-kinburun, Buda, hatta Ay Parçası, Kaderle son derece sıkı fıkı olmuştum - en iyi koşullarda bile tehlikeli bir ilişkiydi bu. Üstelik daha kendi burnumu bile silmekten acizdim.


Ama şimdi (benim için artık bir faydası kalmayan) zaman tükenmek üzere. Yakında otuz bir yaşında olacağım. Belki. Eğer ufalanan, fazlaca hırpalanmış gövdem izin verirse. Ama ne hayatımı kurtarmaktan yana umudum var, ne de bin bir gecem olduğuna güvenebilirim. Niyetim bir anlam -evet anlam- ifade etmekse hızlı çalışmalıyım, Şehra-zat'tan bile daha hızlı. İtiraf ediyorum: Her şeyden çok anlam yokluğundan korkuyorum. Anlatacak öyle çok hikâye var ki, bir sürü, birbirine geçmiş bir ha11 yatlar olaylar mucizeler yerler rivayetler bolluğu, olanaksızla olağanın son derece yoğun bir karışımı! Ben bir hayat yutucusuyum ve beni tanımak için, bir tek beni tanımak için sizin de bütün hepsini yutmanız lazım. Tüketilmiş kalabalıklar içimde itişip kakışıyor; ortasına hemen hemen yirmi santim çapında dairemsi bir delik açılmış büyük beyaz bir çarşafın anısıyla, tılsımım, açıl-susam-açılım olan o delikli, yarılmış çarşafın hayaline sarılarak, otuz iki küsur yıl önce başlamış olan hayatımı yeniden, gerçekten başladığı yerden başlayarak, saatle lanetli, suçla lekeli doğumum kadar aşikâr ve mevcut kılmak üzere yeniden inşa etme işine girişmeliyim. (Tesadüf eseri çarşaf da lekeliydi, üzerinde üç damla eski, solgun kırmızılık vardı. Kuran'ın dediği gibi: Oku, Yaradan Rabbinin adıyla oku, ki o seni bir kan pıhtısından yarattı.) baharının başlarında bir Keşmir sabahı dedem Adem Aziz namaz kılmaya çalışırken burnunu kırağıdan sertleşmiş bir toprak çıkıntısına çarptı. Sol burun deliğinden çıkan üç damla kan sabah ayazında anında sertleşip seccadenin üzerine dökülerek gözlerinin önünde yakuta dönüştü. Kafasını tekrar dikleştirecek kadar doğrulduğunda gözlerine dolan yaşların da donduğunu fark etti ve kibirle gözlerindeki elmasları silerken bir daha ne bir insan ne de bir tanrı için yeri öpmemeye karar verdi. Ama bu karar içinde bir delik, derinlerdeki bir bölmede bir boşluk yarattı ve onu kadınlarla tarihe karşı savunmasız bıraktı. Henüz tamamlamış olduğu tıp eğitimine rağmen bunu fark etmeden ayağa kalktı, seccadeyi kalın bir puro gibi sardı ve sağ koltuğunun altına alarak berrak, elmassız gözlerle vadiyi taradı. Dünya tekrar yenilenmişti. Vadi buzdan kabuğunda kış boyunca geliştikten sonra gagasıyla kabuğu kırıp sarı ve ıslak ortaya çıkmıştı. Otlar yer altında yeşermeyi bekliyordu; dağlar sıcak mevsimi geçirmek için yazlaklarına çekiliyorlardı. (Kışın, vadi soğuktan büzülürken dağlar da vadiye yaklaşarak gölün üzerinde şehri yutmaya hazırlanan öfkeli dişler gibi yansırlardı.) O zamanlar radyo vericisi henüz inşa edilmemişti; haki bir tepe üzerinde küçük bir kabarcığa benzeyen Sankaraçarya Tapınağı hâlâ Srina-gar sokaklarını ve gölünü hükmü altında tutuyordu. O zamanlar gölün kenarında ordu karargâhı yoktu, kamuflajlı kamyon ve ciplerden oluşan uçsuz bucaksız yılanlar dar dağ yollarını tıkamıyordu, Baramulla ve Gulmarg'ın ötesinde dağ tepelerine askerler saklanmıyordu. O zamanlar köprülerin fotoğraflarını çeken gezginler casus sayılıp vurul12 muyordu, her bahar yenilenmesine rağmen vadi, göldeki İngiliz yüze-revleri dışında Moğol İmparatorluğundan bu yana neredeyse hiç değişmeden kalmıştı; ama dedemin gözleri -geri kalan her yeri gibi yirmi beş yaşındaydı- her şeyi daha farklı görüyordu ve burnu karıncalanmaya başlamıştı. Dedemin bakış açısındaki değişikliğin sırrı şuydu: Evinden uzakta beş yıl, beş bahar geçirmişti. (Seccadenin rasgele bir kıvrımı altına saklanmış küçük tümsek hayati önemde olsa da neticede topu topu bir hızlandırıcıydı.) Şimdi geri dönmüş, başka diyarlar görmüş birinin gözleriyle bakıyordu etrafa. Dev dişlerle çevrelenmiş vadinin güzelliği yerine darlığını, ufkunun yakınlığını fark ediyordu; evinde olduğu halde kendini böylesi kıstırılmış hissettiği için de üzgündü. Aynı zamanda bu eski yerin -anlaşılmaz bir biçimde- onun eğitimli, stetoskoplu dönüşünden pek de hoşlanmadığını hissediyordu. Kış buzunun altındayken soğuk bir aldırmazlık vardı ama artık hiç şüphe kalmamıştı; Almanya' da geçirdiği seneler onu düşman bir çevreye geri döndürmüştü. Çok seneler sonra, içindeki delik nefretle tıkandığında


ve kendini tepedeki tapınağın kara taş tanrısına kurban etmek için geri döndüğünde, Cennette geçirdiği çocukluk baharlarını; seyahat, tümsekler ve askeri kamyonlar her şeyi berbat etmeden önce hayatın nasıl olduğunu hatırlamaya çalışacaktı. Eline seccadeyi eldiven etmiş vadi burnuna yumruk attığı sabah, anlamsızca hiçbir şey değişmemiş gibi davranmaya çalışıyordu. Bu yüzden sabahın dördünde, ayazda kalkmtş abdestini almış, giyinmiş ve babasının astragan şapkasını başına geçirmişti; sonra rulo yapılmış seccadeyi eski, karanlık evlerinin göl kenarındaki küçük bahçesine taşımış ve onu beklemekte olan tümseğin üzerine sermişti. Ayaklarının altındaki toprak yanıltıcı bir biçimde yumuşakmış gibi geliyor ve onu aynı anda hem kararsızlığa hem de tedbirsizliğe sevk ediyordu. "Esirgeyen ve Bağışlayan Allah'ın adıyla" -elleri bir kitapmışçasına önünde kavuşmuş halde söylediği mukaddeme onu bir ölçüde rahatlatırken, daha büyük bir ölçüde tedirgin ediyordu - " Âlemlerin Rabbi olan Allah'a hamdolsun" - ama şimdi zihnini Heidelberg işgal etmişti; işte kısa bir süreliğine onun Ingrid'i olan Ingrid, Mekke'ye dönük mırıltısına surat ediyordu; işte anarşist arkadaşları Oskar, ilse, Lubin, ideoloji düşmanlıklarıyla onun namazını tiye alıyorlardı - "O, din gününün sahibidir" Heidelberg'de tıp ve politikanın yanı sıra Hindistan'ın da -radyum gibi- Avrupalılar tarafından "keşfedildiğini" öğrenmişti; Oskar bile Vas-co da Gama'ya hayranlık duyuyordu, işte Adem Aziz'i arkadaşlarından 13 ayıran da buydu, kendisinin bir bakıma onların atalarının icadı olduğuna inanmaları - "Yalnız sana kulluk eder, yalnız senden yardım dileriz" - bu yüzden buradaydı, kafasının içinde onların varlığını taşıdığı halde, üzerinde yarattıkları etkiyi umursamayan ama bir yandan da bilmesi gereken her şeyi, mesela teslimiyeti bilen eski benliğiyle buluşmaya çalışıyordu, şu anda yaptığı şeyi bilen benliğiyle, eski anıların kılavuzluğunda elleri yukarı kalktı, başparmakları kulaklarına bastırdı, parmaklan açıldı, dizlerinin üstüne çöktü - "Bizi doğru yola yönelt. Nimet verdiklerinin yoluna ilet" - Ama işe yaramıyordu, tuhaf bir biçimde orta yerde kalmıştı, inançla inançsızlık arasına sıkışmıştı, ne olsa bir pandomimdi bu yaptığı "Gazaba uğrayanlarınkine, sapıklannkine değil." Dedem alnını yere eğdi. Öne eğildi ve seccade kaplı yer ona doğru kabardı. Tümseğin vakti gelmişti. Hem Ilse-Oskar-Ingrid-Heidelberg'in hem de vadi-ve-Tanrının tekdirleri aynı anda onu burnunun ucundan vurdu. Üç damla düştü. Yakutlar ve elmaslar. Dedem dimdik doğrularak bir karara vardı. Ayağa kalktı. Puroyu sardı. Göle baktı. Varlığına tamamen inanmazlık da edemediği bir Tanrıya tapınamadı-ğından, o orta yere saplanıp kaldı. Kalıcı bir değişiklik: bir delik. Genç, yeni mezun Doktor Adem Aziz değişim esintilerini içine çekerek bahar gölüne karşı durdu; daha nice değişikliğe (son derece dik olan) sırtını çevirmişti. O yurtdışındayken babasına inme inmişti ve annesi bunu ondan gizlemişti. Annesinin sesi metanetle fısıldıyordu: "Çünkü senin tahsilin daha önemliydi oğlum." Bütün hayatını teset-türlü, eve kapalı geçirmiş olan o anne birdenbire kendinde büyük bir güç bulmuş ve dışarı çıkıp küçük kıymetli taş (turkuaz, yakut, elmas) işini yürütmeye başlamıştı; Adem'i tıp fakültesinde okutan da bir bursun yanı sıra bu işti; geri döndüğünde hiç değişmez gibi görünen aile düzeninin tepetaklak olduğunu görmüştü, annesi dışarı çalışmaya gidiyor, babası ise inmenin beyninin üzerine örttüğü peçenin ardına gizlenmiş oturuyordu tahta bir sandalyede, karanlık bir odada oturmuş kuş sesleri çıkarıyordu. Otuz değişik kuş türü onu ziyaret edip kepenkli camının pervazına tünüyor, havadan sudan sohbet ediyorlardı. Bayağı mutlu görünüyordu. (Şimdiden tekrarların başladığını görebiliyorum; çünkü anneannem de bulmamış mıydı öyle devasa inme de tek değildi Bakır Maymun'un da kuşları vardı lanet daha en baştan kendini gösteriyor ama biz kokusunu alamıyoruz!) Göl artık buz tutmuş değildi. Her zamanki gibi çabucak eriyiver-mişti buzlar; küçük kayıkların, şikaraların birçoğu uykuda yakalanmış14


ti ki bu da normaldi. Ama o miskinler karada, sahiplerinin yanında huzurlu bir horultuyla uyurken teknelerin en eskisi bütün yaşlılar gibi erkenden kalkmıştı ve bu yüzden de buzları çözülmüş gölde süzülen ilk tekneydi. Tai'nin şikarası bu da âdettendi. Bakın teknesinin kıçında tünemiş yaşlı kayıkçı Tai sisli suyun üzerinde nasıl da hız tutturmuş! Sarı bir sopanın ucundaki tahta bir kalbe benzeyen küreği yosunların arasından nasıl sıçrayarak ilerliyor! Ayakta kürek çektiği için buralarda onu çok tuhaf bulurlar gerçi bu tuhaflığın başka nedenleri de vardır. Doktor Aziz'i acil bir vakaya çağırmaya gelen Tai tarihi harekete geçirmek üzere bu sırada gözleri sulara dalmış Adem, Tai'nin ona yıllar önce öğrettiği şeyi hatırlıyor: "Buz hep beklemededir, Adem baba, suyun teninin hemen altında." Adem'in gözleri masmavi, dağlar üzerindeki göğün çarpıcı mavisi ki bu mavi Keşmirli erkeklerin gözlerine düşmeye teşnedir; onlar nasıl bakılacağını unutmamışlardır. Onlar görür işte! bir hayaletin iskeleti gibi, Dal Gölünün yüzeyinin hemen altında!- o narin dantel, renksiz hatların geçişmesinin yarattığı o karmaşık ağ, geleceğin beklemekte olan soğuk damarları. Pek çok şeyi bulandıran Almanya Adem'in görme yeteneğini elinden alamamıştı. Tai'nin bağışı. Başını kaldırıyor ve Tai'nin yaklaşmakta olan teknesinin ardındaki V şeklini görüyor, elini sallıyor. Tai'nin de kolu kalkıyor - ama o bir emir veriyor. "Bekle!" Dedem bekliyor; hayatının son huzurlu anını, bu bulanık lanetli huzuru yaşadığı şu fasıladan istifade onu biraz tarif etsem iyi olacak. Çirkinlerin, çarpıcı bir çekiciliği olanlara duyduğu doğal haseti sesime bulaştırmadan belirtmeliyim ki Doktor Aziz uzun boylu bir adamdı. Baba evinin duvarına sırtını yapıştırdığında yirmi beş tuğla boyundaydı (her yaş için bir tuğla), başka bir deyişle bir doksan küsur. Aynı zamanda güçlü bir adamdı da. Sakalı gür ve kızıldı - bu sakal annesini endişelendiriyordu çünkü kadın sadece Mekke'ye gitmiş hacıların kızıl sakal bırakabileceğini söylüyordu. Ama saçları daha koyuydu. Gök-gözlerini zaten biliyorsunuz. "Yüzünü yaratırlarken renkler çığrından çıkmış," demişti Ingrid ona. Ama dedemin anatomisinin merkezi özelliği ne rengi, ne boyu, ne kuvveti ne de sırtının dikliğiydi. Suya yansıyan yüzünün ortasında çılgın bir muz gibi dalgalanan Tai'yi bekleyen Adem Aziz dalgalanan burnunu seyrediyor. Onunki kadar dramatik olmayan bir yüzde hemen göze çarpardı; onda bile ilk görülen ve en çok hatırlanan organdı. "Bir Cyranoburun," demişti ilse Lubin, Oskar da eklemişti, "Fil hortumu." Ingrid, "O burunla nehir bile aşılabilir," diye ilan etmişti (köprüsü genişti). 15 Dedemin burnu: burun delikleri iki yana açık, dansçılar gibi biçimli. Ortalarından burnun zafer takı yükseliyor, önce yukarı ve yanlara doğru genişleyerek, sonra alçalıp daralarak üst dudağının üzerine eğiliyor, ucunda muhteşem, şimdi hafif kızarmış bir uzantı. Tümseğe kolayca çarpılacak bir burun. Bu arada bu muazzam organa minnettarlığımı da eklemek isterim -o olmasaydı benim annemin gerçek evladı, dedemin gerçek torunu olduğuma kim inanırdı?- bu heybetli alet doğuştan bazı haklar kazandıracaktı bana. Doktor Aziz'in burnu sadece fil kafalı tanrı Ganeş'in burnu onunla boy ölçüşebilir- onun ata olma hakkını itiraz kabul etmeyecek şekilde tescil ediyordu. Bunu da ona Tai öğretmişti. Genç Adem daha yeniyetmeyken hırpani kayıkçı ona şöyle demişti: "Bu burunla bir hanedan kurulur prensim. Kimin varisi oldukları kuşku götürmez. Moğol İmparatorları böyle bir burun için sağ kollarını feda ederlerdi. Bu burnun içinde ne hanedanlar bekliyor," -bu noktada Tai kabalaşmıştı"sümük gibi." Burun Adem Aziz'in yüzünde pederşahi bir hava kazanıyordu. Annemde soylu ve çileli görünüyordu; Emerald teyzemde biraz ukala, Aliye teyzemde entelektüel duruyordu; Hanif dayımda başarısız dehayı temsil ediyordu; Mustafa dayım onu ikinci sınıf bir sezinleme organı olarak kullanıyordu; Bakır Maymun ondan tamamıyla kurtulmuştu; ama bende - bende bambaşka bir şeydi. Ama bütün sırlarımı bir kerede açık etmemeliyim.


(Tai yakınlaşıyor. Burnun gücünü açıklayan Tai, şimdi dedemi geleceğe fırlatacak mesajı getirmek üzere seher gölünde şikarasının küreğini çekiyor) Tai'nin genç olduğu zamanları kimse hatırlamaz. Dal ve Nageen göllerinde böyle kamburu çıkmış, hep aynı teknenin küreğini çeker dururdu taa ezelden beri. Herkesin demesi öyle. Eski ahşap evlerin bulunduğu mahallenin sağlıksız bağırsaklarında yaşardı, karısı da bahar ve yaz sularının üzerinde batıp çıkan "yüzer bahçelerde" nilüfer kökleri ve başka tuhaf sebzeler yetiştirirdi. Tai'nin kendisi de yaşını bilmediğini keyifle itiraf ederdi. Karısının da fikri yoktu kadın evlendiklerinde Tai'nin çoktan tohuma kaçmış olduğunu söylerdi. Yüzü rüzgâr ve denizin yonttuğu bir heykeldi; deriden mamul kırışıklıklar. İki altın dişten başka dişi yoktu. Kasabada pek az arkadaşı vardı. Şikara iskelelerinin ya da göl kenarındaki bakkalların, çayhanelerin yanından geçerken onu nargile içmeye davet eden kayıkçı ya da tüccarların sayısı bir ikiyi geçmezdi. Tai hakkındaki genel kanıyı yıllar önce Adem Aziz'in babası mü16 cevher tüccarı dillendirmişti: "Beyni de dişleriyle birlikte dökülmüş." (Ama şimdi bizim yaşlı Aziz sahib kuş cıvıltıları arasında kendini kaybetmiş otururken Tai muhteşem biçimde aynen yoluna devam ediyordu.) Bu izlenimin nedeni kayıkçının fantastik, tumturaklı, bitmez tükenmez ve çoğunlukla kendinden başkasını muhatap almayan gevezeliğiydi. Su, sesi taşıdığından göl kenarında oturanlar onun monologlarına gülüşürlerdi; ama bu gülüşlerin altında saygı, hatta korku vardı. Saygı vardı çünkü yaşlı bunak gölleri ve dağları arkasından konuşanlardan çok daha iyi bilirdi; korku vardı çünkü yaşlılığı hesaplanamayacak kertedeydi, buna rağmen tavuk gırtlağına benzeyen boynundan sarkan bu yaşlılığı öyle kolay taşıyordu ki yaşı gayet hoş bir kadınla evlenip ondan dört oğul sahibi olmasını engellememişti rivayete bakılırsa göl kenarındaki başka hanımlardan da bir iki tane daha vardı. Şikara iskele-sindeki delikanlılar onun bir yerlerde gizli bir parası olduğuna inanıyorlardı - belki de bir kesede cevizler gibi takırdayıp duran paha biçilmez altın dişlerden oluşan bir define. Seneler sonra Puf Amca kızının dişlerini söktürüp altın diş taktırmayı vadederek kızı bana satmaya çalıştığında Tai'nin unutulmuş hazinesi gelmişti aklıma Adem Aziz çocukken onu çok sevmişti. Zenginlik rivayetlerine rağmen hayatını taşımacılıktan kazanırdı, para karşılığı göllerde saman, keçi, sebze ve kereste taşırdı; kimi zaman da insan. Taksi hizmeti verirken şikarasının ortasına bir kabin koyardı, çiçekli perdelerden yapılmış civelek bir şey, bir kanepe, ona uygun yastıklar; teknesi güzel koksun diye tütsü yakardı. Perdeleri uçuşarak yanaşan Tai'nin şikarasının görüntüsü, Doktor Aziz için baharın geldiğini gösteren başlıca imgelerden biri olmuştu hep. Çok geçmeden İngiliz sa-hibler gelecek, Tai de durmadan konuşarak, huysuzlanarak ve sırtını kamburlaştırarak onları Şalimar Bahçelerine, Kral Çeşmesi'ne taşıyacaktı. Oskar-Ilse-Ingrid'in değişim kaçınılmazdır tezinin canlı bir antiteziydi vadinin tuhaf, eskimez, tanıdık bir sakini. Ucuz Keşmir bren-disine fazlaca düşkün bir su Caliban'ı. Yatakodamın mavi duvarının anısı; Başbakandan gelen mektubun yanında, Küçük Raleigh'ın, kırmızı Hint peştemalına benzer bir şey giymiş olan bir balıkçıya coşkuyla bakan resmi senelerce asılı kalmıştı duvarda; resimdeki balıkçı şeyin -neyin? galiba suya kapılmış kütüklerin- üzerinde oturuyor ve inanılmaz hikâyelerini anlatırken denizi gösteriyordu ve müstakbel dedem Küçük Adem, kayıkçı Tai'ye âşık olmuştu, hem de sırf diğerlerinin onun çatlak olduğunu düşünmesine neden olan o sonu gelmez laf kalabalığı yüzünden. Büyülü bir konuşmay17 di onunki, iki altın dişinin arasından müsrifin parası gibi dökülürdü kelimeler, hıçkırıklar ve brendiyle bezenmiş, geçmişin Himalayalarının en ücra köşelerine kanat açar, sonra kurnazca o ana ait bir ayrıntının üzerine dalışa geçerdi, mesela Adem'in burnuna, bir fare gibi anlamını didiklerdi. Bu arkadaşlık yüzünden annesi Adem'i epeyce haşlamıştı. (Gerçekten de


haşlamıştı. "Ölsen de o kayıkçının bitlerini üzerinden temizleyeceğim," derdi.) Ama yine de kendi kendine konuşan ihtiyar, bahçenin göle açılan ucunda, kayığında oyalanır, Aziz de kendisini içeri çağıran sesi duyana kadar onun dizinin dibinde otururdu; içeride Tai'nin pisliği hakkında nutuklar dinler ve annesinin o misafirperver kadim gövdeden oğlunun kolalı beyaz bol pijamalarına atladığını hayal ettiği mikrop ordularına karşı uyarılırdı. Ama her seferinde Adem su kıyısına döner, sabahın büyülü sularında efsunlu kayığının küreğini çeken kambur, hırpani günahkârın siluetini arardı sisler arasında. "Cidden kaç yaşındasın Taiji?" (Yetişkin, kızıl sakallı, geleceğe dönük Doktor Aziz, o ağza alınmayacak soruyu sorduğu günü hatırlıyor.) Bir an şelaleden bile daha gürültülü bir sessizlik. Monolog kesiliyor. Suya inen küreğin sesi. Tai'yle şikarada gidiyordu, onu evde bekleyen sopanın ve banyonun farkında, keçiler arasında bir saman yığının üzerine bağdaş kurmuştu. Hikâye dinlemeye gelmişti - ve bir soruyla hikayeciyi susturmuştu. "Hadi söyle Taiji, sen kaç yaşındasın, cidden?" Birden bir brendi şişesi peydahlanmıştı; Tai'nin kocaman, sıcak tutan çuga-paltosunun kıvrımlarından çıkan ucuz içki. Sonra bir titreme, bir geğirti, bir nazar. Altın ışıltısı. Sonra -nihayet- konuşma. "Kaç yaşında mıyım? Demek kaç yaşında olduğumu soruyorsun seni meraklı velet seni" Tai duvarım-daki balıkçı gibi dağları gösteriyor. "Onlar kadar yaşlıyım, nakkoo!" Nakkoo Adem, yani meraklı, onun parmağının işaret ettiği yere baktı. "Dağların doğuşunu seyrettim; İmparatorların ölümlerini gördüm. Dinle. Dinle, nakkoo" -tekrar brendi şişesi, ardından brendili sesi, içkiden daha sarhoş edici sözler- " Keşmir'e geldiğinde İsa Mesih'i gördüm. Gül bakalım, kafamın içinde sakladığım senin tarihin. Bir zamanlar eski kayıp kitaplarda yazılı olan tarihin. Bir zamanlar bir mezar bilirdim, oymataştan yaralı ayaklar vardı üzerinde, senede bir kanardı. Benim hafızam bile zayıflıyor artık; ama okuyamasam bile biliyorum." Okuryazar olmayışını kibirle bir kenara itivermişti; ileri savurduğu kolunun öfkesi altında edebiyat unufak olmuştu. O kol tekrar çuganın cebine, brendi şişesine indi, oradan soğuktan çatlamış dudaklara çıktı. Tai'nin dudakları kadın dudaklarıydı. "Dinle bakalım nakkoo, dinle. 18 Çok gördüm ben. Yara, o İsa'yı ilk geldiğinde bir görecektin, sakalı ta-şaklarına kadar, kafası yumurta gibi kel. Yaşlıydı, imanı gevremişti ama adap biliyordu. 'Önden buyrun Taiji,' derdi, 'Lütfen oturun'; hep saygılı konuşurdu, bana hiç çatlak demedi, hiç tu, sen diye de hitap etmedi. Hep aap, siz. Anlayacağın çok kibardı. Aman o ne iştah öyle! Ne açlık, korkudan kulaklarımı tutardım. Aziz midir şeytan mıdır nedir, bir oturuşta bir oğlağı mideye indirebilirdi. Ne olmuş yani! Dedim ki, ye, işkembeni doldur, insan Keşmir'e ya eğlenmek için gelir ya da ölmek için, ya da ikisi birden. İşini bitirmişti. Buraya biraz ferahlamak için gelmişti." Brendinin verdiği ilhamla çizilmiş bu kel, obur İsa portresiy-le hipnotize olmuş Aziz dinliyordu, sonra her duyduğunu kıymetli taşlarla uğraştıkları için "boş laflara" harcayacak zamanları olmayan annesiyle babasına anlatarak onları hayrete düşürecekti. "Ne, inanmıyor musun?" - çatlak dudaklarını yalayarak sırıtıyor, söylediğinin gerçeğin tam tersi olduğunu biliyor; "Daldın mı?" -Aziz'in tek kelimesini kaçırmamak için nasıl pür dikkat dinlediğini pekâlâ biliyor. "Yoksa samandan kıçın mı kaşındı? Aman kusura bakma babaji, altın sırmalı ipek yastık bulamadım sana - Hükümdar Cihangir'in üzerine oturduğu türden yastıklar! Sen Hükümdar Cihangir'i bahçıvan sanıyorsundur şimdi," diye dedemi itham etti Tai, "sırf Şalimar'ı inşa etti diye. Salak! Sen ne bilirsin? İsmi Dünyayı Zapteden anlamına geliyordu. Bu bahçıvan adı mı yani? Şimdilerde küçük çocuklara neler öğretiyorlar kim bilir? Oysa ben" biraz oflayıp pufluyor "tam ağırlığını biliyorum, tolasına kadar! Kaç maund, kaç seer olduğunu sor söyleyeyim! Mutlu olduğunda daha da ağırlaşırdı, Keşmir'de de ağırlığının zirvesine ulaşmıştı. Tahtırevanını taşırdım bak bak, yine inanmıyorsun, yüzündeki o koca hıyar pijamanın içindeki küçük hıyar gibi sallanıyor! İyi madem, istediğini sor! İmtihan et beni! Sırımların tahtırevanın saplarına kaç kere dolandığını sor - tam otuz bir. Hükümdarın son sözünü sor - 'Keşmir' demişti. Nefesi kötü kokardı ama iyi bir kalbi vardı.


Sen beni ne zannediyorsun? Sıradan, cahil, yalancı bir sokak köpeği mi? Çık çabuk kayığımdan, burnun kürek çekmeyi zorlaştıracak kadar ağır; baban seni eşek sudan gelene kadar dövmek için bekliyor, annen de bir güzel haşlayacak." Kayıkçı Tai'nin brendi şişesinde, babamı cinlerin çarpacağı kehanetini görüyorum başka bir kel yabancıyı Tai'nin hikâyeleri anneannemi yaşlılığında avutacak ve ona yeni hikâyeler öğretecek olan benzincinin de kehaneti ve sokak köpekleri de pek uzakta değildi Bu kadar yeter. Kendi kendimi korkutuyorum. 19 Dayağa ve haşlanmaya rağmen Adem Aziz habire Tai'nin şikarası-na biniyordu, keçilerin samanın çiçeklerin mobilyaların nilüfer köklerinin arasına oturuyordu ama asla İngiliz sahihlerle birlikte binmiyordu ve her seferinde o tek korkunç soruya mucizevi cevaplar alıyordu: "Ama Taiji, kaç yaşındasın, cidden?" Adem Tai'den gölün sırlarını öğrendi - nerede yüzersen sazlar seni aşağı çekmez; su yılanının on bir türü; kurbağalar nereye yumurtlar; nilüfer kökü nasıl pişirilir; birkaç yıl önce üç İngiliz kadın nerede boğuldu. "Kimi Frenk hatunları bu sulara boğulmaya geliyor," demişti Tai. "Bazen bilerek, bazen bilmeden, ama onların kokusunu alır almaz anlıyorum ben. Kim bilir kimden, neden saklanıyorlar suyun altında - ama benden saklanamazlar, baba!" Tai'nin kahkahası Adem'e de bulaşıyor -o yaşlı, yıpranmış gövdeden çıktığında çok meşum gelen o gümbürtülü kahkaha dev dedemde çok doğal geliyordu kulağa; öyle ki sonradan kimse onun kendi kahkahası olmadığını anlayamadı (bu kahkahayı Ha-nif dayım da dedemden almıştı; dayım ölene kadar Tai'nin bir parçası Bombay'da yaşadı). Dedem burun meselesini de Tai'den duymuştu. Tai sol burun deliğine vurdu. "Bu ne biliyor musun nakkoo? Dış dünyanın senin içindeki dünyayla buluştuğu yer. Eğer uyuşmazlarsa burnunda hissedersin. Kaşıntı geçsin diye sıkıntıyla burnunu kaşırsın. Böyle bir burun, küçük aptal, büyük bir hediyedir. Bak sana söylüyorum, burnuna güven. Seni uyardığında kendini kolla, yoksa işin biter. Burnunun doğrultusuna gidersen çok mesafe alırsın." Gırtlağını temizledi, gözleri geçmişin dağlarına kaydı. Aziz tekrar samanın üzerine yerleşmişti. "Bir zamanlar bir asker tanırdım - Büyük İskender'in ordu-sundaydı. İsmi lazım değil. Gözlerinin ortasından seninki gibi bir sebze sarkardı. Ordu Gandhara'da konakladığında oralı bir yosmaya âşık oldu. Burnu hemen deli gibi kaşınmaya başladı. Kaşıdı ama ne fayda. Kaynamış okaliptüs yapraklarının buğularını içine çekti. O da işe yaramadı, baba! Kaşıntı onu çılgına çevirdi; ama ordu geri dönerken gerize-kâlı kıçının üzerine oturup küçük cadısının yanında kaldı. Ne oldu biliyor musun salağın teki oldu, ne o ne bu, başında dırdırcı bir karıyla arada kaldı, bir de burun kaşıntısı, sonunda kılıcını karnına dürteledi. Buna ne diyorsun?" 'te yakutlar ve elmaslar yüzünden kendisi de arada kalan Doktor Aziz Tai selamlama menziline girerken bu hikâyeyi hatırlıyor. Burnu hâlâ kaşınıyor. Kaşıyor, omzunu silkiyor, başını kaldırıyor; sonra Tai bağırıyor. "Ohe! Doktor Sahib! Toprakağası Ghani'nin kızı hasta." 20 Kayıkçıyla öğrencisi görüşmeydi beş yıl olmasına rağmen hızla söylenen, gölün yüzeyinden törensizce gönderilen, gülerek uzun-zaman-oldu-di mi demeyen kadınsı dudaklardan çıkan mesaj, zamanı hızlı, gir-daplı, telaşlı, bulanık bir heyecana gark etti "Bir düşün oğlum," diyordu Adem'in annesi misketlimonu suyunu yudumlarken, yorgunluğa teslim olarak sedire uzanmıştı, "hayat ne oyunlar oynuyor. Senelerce kimse bileklerimi bile görmemişti, şimdi aileden bile olmayan yabancıların bakışlarına maruz kalmak zorundayım." Toprakağası Ghani kabartmalı yaldız çerçeveli bir Avcı Diana tablosunun altında duruyor. Yüzünde siyah kalın gözlükleri ve ünlü zehirli gülüşü var, sanattan konuşuyor. "Talihi yaver


gitmeyen bir İngiliz' den aldım bunu Doktor Sahib. Sadece beş yüz rupiye, pazarlık bile etmedim - beş yüz rupi nedir ki! Benim gibi bir kültür düşkünü için." "Görüyor musun oğlum,"-diyor Adem'in annesi, o sırada Adem onu muayene etmeye başlıyor, "bir anne evladı için neler yapmaz. Bak nasıl acı çekiyorum. Sen doktor oldun bak şu kızarıklıklara, şu lekelere, sabah akşam başım ağrıyor. Bardağımı tekrar doldur evladım." Ama genç doktor kayıkçının bağınşıyla Hipokrat yeminiyle alakası olmayan büyük bir heyecanın pençesine düşmüştü, cevap verdi, "Hemen geliyorum! Ama önce aletlerimi alayım!" Şikaranın burnu bahçenin kıyısına değiyor. Adem içeri koşuyor, kolunun altında puro gibi sarılmış seccade, mavi gözleri içerinin ani loşluğunda kırpışıyor; puroyu, Vonvarts ve Lenin'in Ne_ Yapmalı ? nüshalarının ve diğer risalelerin üzerine yüksek bir rafa koyuyor, yan solmuş Almanya günlerinin tozlu yankıları; annesinin "doktori-attache" dediği elden düşme deri çantayı yatağının altından çekiyor, kendisiyle birlikte onu da yaylandırıp odadan dışarı koşarken çantanın deri tabanına yakılarak yazılmış HEIDELBERG yazısı bir an için görünüyor. Mesleğinin başındaki bir doktor için bir toprakağasının kızı iyi haber, hasta bile olsa. Yok; hasta olduğu için. Bu sırada dedemin altmış beş yıl önceki kaydedilmeyi talep eden hayali tarafından ziyaret edilmiş olan ben, çapraz bir ışık havuzunda boş bir turşu kavanozu gibi oturuyorum, annesine çıbanlar çıkarttıran utancının kekre kokusu burun deliklerimi dolduruyor, onun yanında Adem Aziz'in annesinin mücevher dükkânına asla dönmemesini sağlayacak kadar başarılı olma kararlılığının sirkemsi gücü var, büyük gölgeli bir evin kör köhneliği var; o evde genç doktor canlı gözleri olan sade bir kızın tablosu önünde biraz rahatsız duruyor, kızın arkasına ufka 21 resmedilmiş geyikse onun yayından çıkma bir okla vurulmuş. Hayatımızdaki en önemli olaylar biz orada yokken olur; ama ben bilgimdeki boşluğu doldurmanın bir hilesini bulmuş gibiyim, öyle ki her şey zihnimde, en küçük ayrıntısına kadar, sisin erken sabah göğünde nasıl kayıp gittiği gibi mesela her şey zihnimde, sadece örümcek ağlarıyla kaplı ve kapalı tutulması gereken teneke bir sandığı açtığında rastgeli-nen birkaç ipucu değil, her şey. Adem annesinin bardağını tekrar dolduruyor ve endişeyle onu muayene etmeyi sürdürüyor. "Bu kızarıklıklarla kabartıların üzerine biraz merhem sür Amma. Baş ağrın için hap yutacaksın. Çıbanların yarılması lazım. Belki de dükkânda çarşafını giyseydin o zaman saygısız gözlerden de bu tür şikâyetler genelde zihinde başlar" Suya değen küreğin sesi. Göle fırlatılan tükürük. Tai gırtlağını temizliyor ve öfkeyle homurdanıyor, "Şu işe bak. Dünyadan haberi olmayan nakkoo çocuk tek bir şey öğrenmeden uzaklara gidiyor, koca bir doktor sahib olarak geri dönüyor, elinde yabancı aletlerle dolu bir çanta, hâlâ da bir baykuş kadar salak. Valla hiç hayırlı iş değil." Doktor Aziz, huzurunda gevşenemeyecek toprakağasının gülümsemesinin etkisi altında, huzursuzca ağırlığını bir sağ bacağına bir sol bacağına veriyor; bir yandan da alışılmadık görüntüsüne bir tepki bekliyor. Cüssesinin, rengârenk yüzünün, burnunun başkalarında şaşkınlık tikleri yaratmasına alışmış artık ama Ghani hiç renk vermiyor, buna karşılık genç doktor da kendi huzursuzluğunu göstermemeye karar veriyor. Ağırlığını bir o yana bir bu yana vermeyi bırakıyor. Birbirlerine bakıyorlar, ikisi de ötekiyle ilgili izlenimini bastırıyor (ya da öyle görünüyor), gelecekteki ilişkilerinin temelini atıyorlar. Ghani değişiyor, sa-natseverden sert-adama dönüşüyor. "Bu senin için büyük bir fırsat, delikanlı," diyor. Aziz'in gözleri Diana'ya kaymış. Çilli pembe teni büyük ölçüde meydanda. Annesi inliyor, başını sallıyor. "Sen nerden bileceksin oğlum, sen koskoca doktor oldun ama mücevher işi başka. Kapkara peçeler arkasındaki bir kadından kim turkuaz alır? Bu iş güven işi. Bana bakmaları lazım; benim de acı çekmem ve çıban çıkarmam lazım. Hadi hadi, sen garip annene kafanı takma." "Mühim adam", Tai göle tükürüyor, "mühim çanta, mühim adam. Pöh! Sanki burda hiç çanta yoktu da o domuz derisinden şeyi buraya getirdin, bakmakla bile insanın abdesti


kaçıyor. Allah bilir içinde neler var?" Çiçekli perdeler ve tütsü kokulan arasındaki Doktor Aziz'in düşünceleri gölün öte tarafında bekleyen hastadan uzaklaşıyor. Tai'nin 22 earezli monologu bilincine sızarak donuk bir şok yaratıyor, tütsü kokusunu yaralılarla dolu bir koğuşun kokusuna benzer bir koku bastırıyor ihtiyar bir şeylere gerçekten de kızmış, eski çırağına, daha doğrusu tuhaftır çantasına yöneltilmiş gibi görünen anlaşılmaz bir öfkeye kapılmış. Doktor Aziz havadan sudan konuşmaya çalışıyor "Karın nasıl? Hâlâ senin altın dişlerle dolu bir kesen olduğunu söylüyorlar mı?" eski dostluklarını diriltmeye çalışıyor; ama Tai gemi azıya almış, sövüp sayıyor. Heidelberg çantası bu hakaret selinin altında inliyor. "Yabancıların hileleriyle dolu, dışardan gelme, bir boka yaramaz domuzderisi çanta. Mühim adam çantası. Eğer adamın birinin kolu kırılırsa, o çanta kırıkçının kolu yaprakla sarmasına izin vermeyecek. Adam karısını o çantanın yanına yatırıp içinden çıkan bıçakların onu deştiğini seyredecek. Şu işe bak, bu yabancılar gençlerimizin aklına neler sokuyorlar! Vallahi başımıza taş yağacak. O çanta da müşriklerin taşaklarıyla birlikte Cehennemde yanmalı." Toprakağası Ghani başparmaklarımla pantolon askılarını çekip bırakıyor. "Büyük fırsat, büyük. Kasabada seni methediyorlar. İyi tıp eğitimi almışsın. Hem ailen de iyi fena değil. Bizim doktor hanım hasta, işte sana fırsat. Kadıncağız bu aralar hep hasta, bence çok yaşlı, hem yeni gelişmelerden de haberi yok, ben derim ki, doktorsan önce kendini iyileştir. Sana bir şey söyleyeyim, iş ilişkilerimde tamamen aklımla hareket ederim. Hislerimi, sevgimi aileme saklarım. Eğer benimle çalışan kişi birinci sınıf değilse, yallah! Anlıyor musun? Neyse; kızım Nesim iyi değil. Ona çok iyi bakacaksın. Unutma dostlarım var; hastalık da zengin fakir dinlemez." "Hâlâ erkekliğine güç katsın diye brendiyle deniz yılanı turşusu kuruyor musun Taiji? Hâlâ baharatsız nilüfer kökü yemeyi seviyor musun?" Tai'nin öfke tufanının püskürttüğü ürkek sorular. Doktor Aziz teşhis koymaya başlıyor. Kayıkçı için çanta Dışarısı demek; yabancı, işgalci, ilerleme. Hem gerçekten de genç doktorun zihnini eline geçirmiş; evet içinde bıçaklar, kolera, sıtma ve çiçek hastalığı için ilaçlar var; evet, doktorla kayıkçı arasında durup onları birbirine düşman ediyor. Doktor Aziz üzüntüye ve Tai'nin öfkesine karşı savaşmaya başlıyor çünkü o öfke kendisine de yavaş yavaş bulaşıyor, pek ender ortaya çıkan ama çıktı mı da habersizce en derinlerinden bir kükreme gibi yükselip etraftaki her şeyi tarumar eden, sonra da onu, neden herkes böyle allak bullak olmuş diye merak eder vaziyette bırakıp giden kendi öfkesine dönüşüyor. Ghani'nin evine yaklaşıyorlar. Bir uşak, küçük tahta köprüde ellerini kavuşturmuş şikarayı bekliyor. Aziz kendisini bekle23 yen iş üzerinde yoğunlaşıyor. "Aile doktorunuz benim muayenemi onayladı mı Ghani Sahib?.. Yine, ürkek bir soru bir el hareketiyle kenara atılıyor. Toprakağası cevap veriyor: "Onaylar, onaylar. Şimdi beni takip edin lütfen." Uşak iskelede bekliyor. Adem Aziz elinde çantasıyla yukarı çıkarken o şikarayı tutuyor. Nihayet Tai doğrudan dedeme hitap ediyor. Yüzünde küçümsemeyle soruyor Tai: "Söyle bana Doktor Sahib; domuz ölüsünden yapılma o çantada yabancı doktorların koku almak için kullandıkları o makinelerden mi var?" Adem anlamadığını göstermek için başını sallıyor. Tai'nin sesine yeni tiksinti katmanları ekleniyor. "Hani şu fil hortumuna benzeyenlerden." Onun ne demek istediğini nihayet anlayan Aziz cevap veriyor: "Stetoskop mu? Tabii var." Tai şikarayı iterek iskeleden uzaklaşıyor. Tükürüyor. Kürek çekmeye başlıyor. "Biliyordum," diyor. "Kendi koca burnun yerine o makineyi kullanacaksın şimdi." Dedem stetoskopun burundan çok kulağa benzediğini açıklama zahmetine girmiyor. Gözden düşmüş bir çocuğun sitemli öfkesini, kendi tedirginliğini bastırmaya çalışıyor; hem bekleyen bir hasta var. Zaman duruluyor ve o anın önemi üzerinde yoğunlaşıyor.


Ev şatafatlıydı ama kötü aydınlatılmıştı. Hizmetçiler Ghani'nin dul olmasından istifade ediyordu besbelli. Köşelerde örümcek ağları, rafların üzerinde bir parmak toz vardı. Bir koridor boyunca ilerlediler; kapılardan biri açıktı, Aziz odanın darmadağınık olduğunu gördü. Bu görüntü, Ghani'nin kara gözlüklerindeki bir ışık parıltısıyla birleşince birden Aziz'e toprakağasının kör olduğunu bildirdi. Bunun üzerine huzursuzluğu daha da arttı; Avrupa resmine hayran olduğunu iddia eden kör bir adam Aynı zamanda etkilenmişti de çünkü Ghani hiçbir şeye çarpmıyordu tik ağacından, kalın bir kapının önünde durdular. Ghani "İki dakika bekle," dedi ve kapının ardındaki odaya girdi. Seneler sonra, toprakağasının malikânesinin örümcek ağlı, kasvetli koridorlarında yalnız kaldığı o iki dakika esnasında geri dönüp olabildiğince uzağa kaçmak için adeta zaptedilmez bir isteğe tutulduğuna yemin edecekti Doktor Adem Aziz. Kör sanatseverin esrarından sinirleri bozulan, Tai'nin söylediklerinin sinsi zehiri yüzünden içi küçük kımıl kımıl böceklerle dolan, burun delikleri onu her nasılsa zührevi bir hastalığa yakalandığına ikna edecek kadar çok kaşınan dedem ayaklarının sanki kurşun çizmelere hapsolmuş gibi ağır ağır geri dönmeye yeltendiğini hissetti; şakaklarında atan kanı hissetti ve dönüşsüz bir noktada ol24 duğu hissi içini öyle kuvvetle kapladı ki neredeyse Alman yünlüsünden pantolonunu ıslatacaktı. Farkında olmadan kıpkırmızı kesildi ve tam o anda annesi gözlerinin önüne geldi, alçak bir masanın önünde yere oturmuştu, bir turkuazı ışığa tutarken yüzünü utanç kızarıklığı gibi bir kurdeşen kaplıyordu. Annesinin yüzüne de Tai'nin yüzündeki küçümseme yerleşmişti. "Kaç bakalım, kaç," diyordu ona Tai'nin sesiyle, "Garip ihtiyar annenden sana ne!" Doktor Aziz kendi kendine mırıldandığını fark etti: "Beş para etmez bir oğlun var Amma; tam orta yerimde kavun gibi koskoca bir delik olduğunu görmüyor musun?" Annesi acıyla gülümsedi. "Oldum olası korkak bir çocuktun," diyerek içini çekti, sonra duvara yapışmış bir kertenkeleye dönüştü ve ona dilini çıkarttı. Doktor Aziz'in baş dönmesi geçmişti, gerçekten yüksek sesle konuşup konuşmadığından emin değildi, o delik lafıyla neyi kastettiğini merak ediyordu, artık ayaklarının kaçmaya uğraşmadığını ve birinin onu izlediğini fark etti. Güreşçi gibi pazulu bir kadın ona bakıyor, arkasından odaya girmesini işaret ediyordu. Sarisinebakılacak olursa hizmetçi olmalıydı, ama hiç de alttan alır bir hali yoktu. "Suratınız yemyeşil," dedi. "Siz genç doktorlar yok musunuz? Yabancı bir eve gelir gelmez ödünüz patlayıverir. Gelin, Doktor Sahib, sizi bekliyorlar." Çantasını biraz fazla sıkı tutarak, kadının arkasından koyu renkli tik kapıdan içeri girdi. Evin geri kalanı gibi kötü aydınlatılmış geniş bir yatakodasıydı burası; ama yüksekteki yarım daire şeklindeki pencereden içeri tozlu güneş ışığı huzmeleri sızıyordu. Bu küflü ışıklar doktorun o ana kadar görmüş olduğu her şeyden daha dikkate şayan bir sahneyi aydınlatıyordu; öyle acayip bir tabloydu ki bu, ayakları yine kapıya doğru seğirmeye başlamıştı. Odada yine profesyonel güreşçi yapılı iki kadın vardı; ışıkta dimdik duruyor, devasa beyaz bir çarşafın birer ucunu tutuyorlardı, kollarını başlarının üzerine kaldırmışlardı, çarşaf bir perde gibi aralarında gerili duruyordu. Bay Ghani güneş ışığı vuran çarşafı çevreleyen karanlıktan çıktı ve şaşkınlığa gark olmuş Adem'in bu müstesna tabloya yarım dakika kadar aptal aptal bakmasına izin verdi, sonra tek bir kelime bile konuşulmadan Doktor Aziz bir keşifte bulundu: Çarşafın tam ortasına bir delik açılmıştı, on beş-yirmi santim çapında eğri büğrü bir daire. "Kapıyı kapat, ayah," diye buyurdu Ghani, hanım güreşçilerden birincisine, sonra Aziz'e dönerek samimiyetle konuştu. "Bu köy ciğeri beş para etmezlerle dolu, bir keresinde kızımın odasına tırmanmaya kalkıştılar. Onun," kaslı yapılı üç kadını işaret etti, "koruyuculara ihtiyacı var." 25 ılı!


Aziz hâlâ delik çarşafa bakıyordu. Ghani, "Hadi bakalım, kızım Ne-sim'i hemen muayene et. Pronto" dedi. Dedem odaya göz gezdirdi. "İyi ama kızınız nerede Ghani Sahib?" dedi en nihayet. Hanım güreşçiler kibirli ifadeler takınıp, olmadık bir şey yapmaya kalkışırsa hazır olmak için kaslarını germişler gibi geldi ona. "Şaşkınlığını anlıyorum," dedi Ghani, zehirli gülüşü yüzüne yayılmıştı. "Siz Avrupa'dan dönen keratalar bazı şeyleri unutuyorsunuz. Doktor Sahib, benim kızım namuslu bir kızdır, söylemek bile abes. Yabancı erkeklerin burnunun dibinde vücudunu sergilemez. Onu hiçbir koşulda görmene izin verilmeyeceğini bilsen iyi olur; bu yüzden de çarşafın arkasında oturmasını söyledim. Uslu uslu orada duruyor." Doktor Aziz çileden çıktı. "Ghani Sahib, ona bakmadan nasıl muayene edebilirim söyler misiniz?" Ghani gülümsemeyi sürdürdü. "Kızımın hangi bölümünü muayene etmek gerektiğini söyleyeceksin. Ben de o bölümü orada gördüğün deliğin önüne yaklaştırmasını sağlayacağım. Böylece muayene edilmiş olacak." "Peki hanımın şikâyeti nedir?" dedi dedem ümitsizce. Bunun üzerine Ghani, gözleri yuvalarında yukarı dönerek ve gülümsemesi bir üzüntü ifadesine dönüşerek cevap verdi: "Zavallı yavrucak! Çok fena karnı ağrıyor." "Madem öyle," dedi Doktor Aziz temkinle, "bana karnını gösterebilir mi lütfen." 26 Merkürokrom PADMA -tombul Padma'mız- muhteşem bir edayla surat asıyor. (Okuma yazması yok ve bütün martaval düşkünleri gibi kendisinin bilmediği şeyleri bilenlerden hoşlanmıyor. Padma; güçlü, neşeli, son günlerimin tek avuntusu. Ama kesinlikle-kendinin olmayanı başkasına yar etmeyen biri.) Beni kandırıp masaitıüan kaldırmaya çalışıyor: "Yesene, yemeğin soğuyor." İnatla kâğıtların üzerine eğiliyorum. "Neymiş bu kadar kıymetli olan," diyor Padma sağ eli hırsla havayı yukarıdan aşağıya yararken, "bu kadar yazı sıçmayı gerektirecek?" Cevap veriyorum: artık doğumumun ayrıntılarını açık ettiğime göre, doktorla hasta arasında delik çarşaf durduğuna göre geri dönüş yok. Padma homurdanıyor. Bileğini alnına vuruyor. "İyi madem, açlıktan öl o zaman, bana ne!" Son bir kez, daha yüksek perdeden bir homurtu ama onun tavırlarına aldırmıyorum. Ekmek parası kazanmak için sabahtan akşama kaynayan bir kazanı karıştırıyor; acı, sirkemsi bir şey tepesini attırmış olmalı bu gece. Beli kalın, kolları hayli kıllı, ayağa fırlayıp sinirli bir tavırla dışarı çıkıyor. Zavallı Padma. Her şey damarına basıyor. Belki kendi ismi bile: Bunu da anlamak güç değil çünkü annesi o daha çok küçükken ona nilüfer tanrıçasının adının verildiğini söylemiş, bu tanrıçanın köylüler arasındaki en meşhur lakabı da: "Gübreli". Yenilenen sessizlikte, biraz zerdeçal kokan kâğıtlara dönüyorum, dün ortada bıraktığım (tıpkı hayatta kalması Prens Şehriyar'ı meraktan öldürmesine bağlı olan Şehrazat'ın her gece yaptığı gibi!) anlatının sefaletini sona erdirmeye hazır ve istekliyim. Hemen başlayacağım: dedemin koridorda kapıldığı önsezilerin pek de yersiz olmadığını söyleyerek. Bunu izleyen aylarda ve yıllarda o devasa -ve henüz lekelenmemiş- delik çarşafın karabüyüsüne tutulmuştu. "Yine mi?" diyordu Adem'in annesi gözlerini devirerek. "Sana bir şey söyleyeyim mi, o kız fazla rahattan hasta oluyor. Fazla şekerleme27 den ve şımartılmadan, onu çekip çevirecek bir annesi olmadığı için. Git bakalım, görünmez hastanı muayene et, annenin baş ağrısı önemli değil." O yıllarda toprakağasınin kızı Nesim Ghani ikide bir önemsiz hastalıklara yakalanıyor ve her seferinde bir sikara-wallah gönderilip vadide giderek nam salan, uzun boylu, genç, koca burunlu Doktor Sahib çağırtılıyordu. Adem Aziz'in güneş huzmeli ve üç hanım güreşçili yatak odasına ziyaretleri her hafta tekrarlanır olmuştu; her seferinde de delik çarşaftan genç kadının gövdesinin değişik bir on beş santimlik bölümünü görüyordu. İlk baştaki karın ağrısını,


hafifçe burkulmuş sağ ayak bileği, sol ayağının baş parmağındaki bir tırnak batması, sol baldırının altındaki küçük bir kesik takip etmişti. "Tetanoz öldürücüdür, Doktor Sahib," demişti toprakağası, "Nesimciğim bir çizik yüzünden ölmemeli." Sonra tutulan sağ dizi mesele olmuştu ki Doktor Aziz bunu da çarşaftaki delikten halletmek zorunda kalmıştı bir süre sonra hastalıklar yukarıya sıçradı, ağza alınamayacak bazı bölgeler haricinde üst yarısında çoğalmaya başladılar. Babasının Parmak Çürümesi dediği bir illete tutulmuştu, ellerinin derisi soyuluyordu; bilekleri güçsüzdü, Adem bunun için kalsiyum tableti verdi; sonra kabızlık hasıl oldu, lavman yapılması söz konusu bile edilemeyeceğinden Adem ona müshil verdi. Ateşi bir yükselip bir iniyordu. Ölçmek gerektiğinde derece koltukaltına konuyordu ve Adem bu yöntemin nisbeten daha yetersiz olduğu konusunda homurdanıyordu. Öteki koltukaltında hafif bir deri hastalığı belirmişti, Adem de o bölgeye sarı bir toz sürmüştü; bu tedaviden sonra -tozu yavaşça ama bastırarak iyice yedirmesini gerektiren bu tedavi esnasında, yumuşak, saklı gövde sarsılıp titremeye başlamış ve çarşafın ardından engellenemez bir kahkaha gelmişti çünkü Nesim Ghani çok gıdıklanır-dı- kaşıntı kesilmişti ama Nesim çok geçmeden yeni şikâyetler buldu. Yazın kansızlık çekiyor, kışın bronşite yakalanıyordu. ("Bronşları çok hassas," diye açıkladı Ghani, "küçük flütler gibi.") Uzaklarda büyük savaş krizden krize sürükleniyordu, bu sırada örümcek ağlı evde Doktor Aziz de parçalı hastasının bitmek bilmez şikâyetlerine karşı çetin bir savaş veriyordu. O savaş yılları boyunca Nesim aynı hastalığa hiç iki kez tutulmadı. "Bu da," demişti Ghani, "senin iyi bir doktor olduğunu gösterir. Tedavi ettin mi tam ediyorsun. Ama heyhat!" -alnına dokundu"Merhum annesini özlüyor, zavallı yavrucak, özlemi vücuduna vuruyor. Çok sevgi dolu bir çocuk." Zamanla Doktor Aziz zihninde Nesim'in bir resmini oluşturmaya başladı, muayene ettiği çeşitli yerlerinin birleştirilmesiyle oluşturul28 muş kötü bir kolajdı bu. Bu parçalı kadın hayaleti ona musallat olmaya başladı, hem sadece rüyalarında da değil. Hayalgücüyle yapıştırılmış bir halde ona her hareketinde eşlik ediyordu, zihninin ön bölmelerinde hareket ediyordu, öyle ki uyurken uyanıkken gıdıklanmaya yatkın yumuşak tenini, incecik bileklerini ya da ayak bileklerinin güzelliğini parmak uçlarında hissedebiliyordu; lavanta ve çambeli kokusunu duyabiliyordu; sesini ve kendini tutamadığında attığı kahkahayı duyuyordu; ama başı yoktu çünkü yüzünü hiç görmemişti. Annesi yatağında karın üstü yatıyordu. "Gel de sırtımı ov," dedi, "doktor oğlum benim, parmakları annesinin ihtiyar adalelerini nasıl da yumuşatıyor. Bastır bastır, kabız olmuş kaz suratlı oğlum." Annesinin omuzlarını ovdu. Kadın inledi, gerindi, rahatladı. "Biraz aşağı," dedi, "şimdi yukarı. Sağa. Güzel. Benim zeki oğlum, o toprakağası Ghani'nin neyin peşinde olduğunu anlayamıyor. Evladım çok akıllı ama o kızın bu saçmasapan hastalıklardan neden yakayı kurtaramadığını tahmin edemiyor. Bak oğlum; bir kerecik burnunun ucunu gör; Ghani senin kızı için iyi bir kısmet olduğunu düşünüyor. Yurtdışında okumuş falan filan. Ben sen bu Nesim'le evlenesin diye mi dükkânlarda çalıştım da yabancılar beni gözleriyle soydu! Öyle olmasa dönüp de bizim aileye hiç bakar mıydı!" Aziz annesinin sırtını ovmaya devam etti. "Aman, yeter, doğruyu söylüyorum diye beni öldürmene lüzum yok!" 'de Adem artık sadece gölün karşı kıyısına yaptığı düzenli seyahatler için yaşıyordu. Artık hevesi iyice artmıştı çünkü üç yılın ardından toprakağası ve kızının baz- maniaları kaldırmak istediği belliydi. Ghani ilk kez şöyle diyordu: "Sağ göğüste bir yumru. Ciddi bir şey mi Doktor? Bakın. İyi bakın." Orada, deliğin ortasında, son derece biçimli ve şiirsel bir güzelliği olan "Dokunmak zorundayım," dedi Aziz sesine hâkim olmaya çalışarak. Ghani sırtına vurdu. "Dokun, dokun!" diye bağırdı, "Sağaltıcının elleri! İyileştiren dokunuş ha Doktor?" Aziz elini uzattı "Kusura bakmayın arna acaba hanım muayyen gününde mi?" Hanım güreşçilerin yüzlerinde küçük mahrem gülüşler belirdi. Ghani nezaketle başını salladı: "Evet. O kadar utanma dostum. Artık aile dok-torumuzsun." Aziz bunun üzerine, "Öyleyse


merak etmeyin. Bittiğinde yumrular da yok olacaktır," dedi Bir sonrakinde "Kalçasında kas çekilmiş Doktor Sahib. Çok canı yanıyor!" Hemen orda çarşafın ortasında Adem Aziz'in gözlerini zaafa uğratan yusyuvarlak, inanılmaz bir popo Aziz: "Acaba dokunmam" Ghani'nin bir sözüyle çarşafın arkasından uysal bir yanıt geliyor, bir uçkur çözülüyor ve delikte muhteşem biçimde kabaran ilahi kalçanın üzerinden pijama düşüyor. Adem Aziz 29 kendini tıbbi düşünmeye zorluyor uzanıyor dokunuyor. Ve hayretle yemin edebilir ki kalça utangaç ama itaatkâr bir biçimde kızarıyor. O akşam Adem bu kızarmayı düşündü. Çarşafın büyüsü deliğin iki yakasında da etkili miydi? Heyecanla, başsız Nesim'inin onun inceleyen bakışlarının, derecesinin, stetoskopunun, parmaklarının altında ürperdiğini hayal etti ve onun zihnindeki kendi imgesini kurmaya çalıştı. Kız dezavantajlı bir konumdaydı, ellerinden başka bir yerini görmüyordu Adem memnu bir arzuyla Nesim Ghani'nin migrene tutulmasını ya da çenesini berelemesini istemeye başladı, böylece birbirlerinin yüzünü görebileceklerdi. Hislerinin hiç profesyonelce olmadığını biliyordu ama onları bastırmak için hiçbir şey yapmıyordu. Yapabileceği fazla bir şey yoktu. Duygular bağımsızlıklarını ilan etmişlerdi. Kısacası dedem âşık olmuştu ve delik çarşafın kutsal, büyülü bir şey olduğunu düşünmeye başlamıştı çünkü burnunu tümseğe çarptığı ve kayıkçı Tai tarafından hakarete uğradığı zaman içinde oluşan deliği dolduran şeyler görmüştü o çarşafın deliğinden. Dünya Savaşının sona erdiği gün Nesim özlenen başağrısına tutuldu. Ailemin dünya üzerindeki varlığı böyle tarihi rastlantılarla çöplüğe çevrilmiş, hatta lanetlenmiştir. Çarşaftaki deliğin çerçevelediği şeye bakmaya cesareti yoktu. Belki de çirkindi; belki bütün bu yapılanların nedeni buydu baktı. Hiç de çirkin olmayan yumuşak bir yüz gördü, kahverengi üzerine sarı benekli, parıltılı mücevher gözlerinin, o kaplan gözlerinin içine gömüldüğü bir yastık gibi. Doktor Aziz'in düşüşü tamamlanmıştı. Nesim kendini tutamadı, "Ama Doktor, o ne burun öyle!" Ghani kızgın bir sesle, "Kızım, söylediğin lafa" Ama doktorla hasta karşılıklı gülüyorlardı ve Aziz ona cevap veriyordu: "Evet, evet ender rastlanan bir tür. Bana içinde hanedanların beklediğini söylediler" Sonra dilini ısırdı çünkü lafını" sümük gibi" diye bitirmek üzereydi. Üç uzun yıldır görmeden, gülümseyerek, gülümseyerek, sürekli gülümseyerek çarşafın yanında duran Ghani tekrar o gülümsemesini takınmıştı ki bu gülümseme güreşçilerin yüzlerine de yansıdı. Bu esnada kayıkçı Tai nedeni bilinmeyen bir karar vererek yıkanmaktan vazgeçmişti. Tatlısu golleriyle dolu, en fakir insanların bile temiz-likleriyle övünebileceği (ve övündüğü) bir vadide Tai leş gibi kokma kararı almıştı. Üç yıldır ne yıkanmış ne de doğal ihtiyaçlarını karşıladıktan sonra taharetlenmişti. Hiç yıkamadan aynı kıyafetleri giyiyordu sürekli; kışa verdiği tek taviz çürümekte olan pijamasının üzerine çuga 30 paltosunu giymekti. Keşmirlilerin yaptığı gibi, ayazda kendini ısıtmak için çugasının içine koyduğu korlarla dolu sepet berbat kokusunu iyice azdırıp çoğaltıyordu. Gövdesinin korkunç kokusunu küçük bahçeye ve eve salarak Azizlerin evinin önünden geçmeyi âdet edinmişti. Çiçekler öldü; Baba Aziz'in penceresindeki kuşlar kaçtı. Doğal olarak Tai iş bulamaz oldu; hele hele İngilizler canlı bir lağım çukuruyla aynı tekneye binmekte gönülsüz davranıyorlardı. Yaşlı adamın ani pisliği yüzünden ne yapacağını bilemeyen karısının bir açıklama istediği söyleniyordu gölün çevresinde. Adam şu cevabı vermişti: "Yabanellerden gelen doktorumuza sor, o nakkooya, Alman Aziz'e sor." Yani doktorun aşırı duyarlı burun deliklerini (ki o burundaki tehlike kaşıntısı aşkın uyuşturucu etkisi altında azalmıştı) taciz etme girişimi miydi bu? Yoksa Heidel-berg'den gelen doktori-attache işgaline karşı bir değişmezlik hamlesi miydi? Bir keresinde Aziz doğrudan doğruya ihtiyara bunun ne anlama geldiğini sormuştu


ama Tai ona doğru hohlayıp kürek çekerek uzaklaşmıştı. Nefesi Aziz'i neredeyse yere düşürecekti; balta gibi keskindi. 'de Doktor Aziz'in kuşlarından mahrum kalan babası uykusunda öldü; Aziz'in mesleği sayesinde mücevher dükkânını satmış olan ve kocasının ölümünü sorumluluklarla dolu bir hayattan acısız bir kurtuluş olarak gören annesi hemen ölüm döşeğine çekilip daha adamın kırkı çıkmadan kocasının arkasından gitti. Bu arada savaş bittiğinden Hint birlikleri geri dönmüştü, Doktor Aziz yetim ve özgürdü - on beş santimlik bir delikten içeri düşmüş olan kalbini saymazsak. Tai'nin davranışının kötü etkileri: Doktor Aziz'in gölün yüzer halkıyla ilişkilerini bozdu. Çocukken rahatça sohbet ettiği balıkçı kanlarıyla çiçekçilerin ona soran gözlerle baktıklarını fark etti. "O nakkooya sorun, Alman Aziz'e." Tai adını yabancıya çıkarmıştı, bu yüzden de tam olarak güvenilemeyecek biri haline gelmişti. Kayıkçıyı sevmezlerdi ama doktorun onda meydana getirdiği değişim iyice huzurlarını kaçırmıştı. Aziz fakirlerin ondan şüphe ettiklerini, hatta onu dışladıklarını fark etti; bu onu çok yaraladı. Tai'nin neyin peşinde olduğunu anlamıştı; adam onu vadiden kaçırtmak istiyordu. Delik çarşaf hikâyesi de herkesin dilindeydi. Hanım güreşçiler göründükleri kadar sıkı ağızlı değillerdi belli ki. Aziz insanların birbirlerine onu gösterdiklerini görüyordu. Kadınlar ellerini ağızlarına kapatıp gülüyorlardı. "Tai kazansın bakalım," dedi. İkisi çarşafı tutan birisi kapının yanında dikilen üç hanım güreşçi kulaklarındaki pamuk tıkaçlara rağmen onu duymaya çalışıyorlardı. ("Babama ben tıkattırdım o pamukları," 31 dedi Nesim, "Bu dedikoducular artık lakırdılarını kendilerine saklasınlar.") Delikle çerçevelenmiş gözleri kocaman açılmıştı. Bir iki gün önce sokakta yürürken kendi gözleri de böyle açılmıştı; kışın son otobüsü renkli yazılarıyla gelmişti -önünde kırmızıyla gölgelenmiş yeşil harflerle ALLAH KORUSUN; arkasında mavi gölgeli sarı haykırıyor ALLAHA ŞÜKÜR!, ve küstah kestane rengi EYVALLAH!-ve içinden yüzünde yeni bir kırışıklıklar ve halkalar ağıyla ilse Lubin inmişti Son zamanlarda toprakağası Ghani onu kulakları tıkalı gardiyanlarla yalnız bırakıyordu, "Biraz konuşun; doktor hasta ilişkisi ancak mahremiyet içerisinde derinleşir. Bunu yeni anladım Aziz Sahib - önceki müdahalelerimi bağışlayın." Son zamanlarda Nesim'in dili çözüldükçe çözülüyordu. "Bu ne biçim konuşma? Nesin sen, erkek mi fare mi? Leş kokulu bir şikaracı yüzünden evini mi terk edeceksin?" "Oskar öldü," dedi ilse, annesinin sedirinde misketlimonu suyunu yudumlarken. "Tıpkı bir komedyen gibi. Kimsenin piyonu olmayın demek için orduyla konuşmaya gitti. Salak, birliklerin silahlarını bırakıp çekip gideceğini zannediyordu. Pencereden seyrediyorduk, onu oracıkta vurmasınlar diye dua ediyordum. Alay artık uygun adım yürümeyi öğrenmişti, görsen tanıyamazdın. Resmigeçidin yapıldığı alanın köşesine geldiğinde ayakkabısının bağına basıp düştü. Askeri bir araç ona çarptı ve öldü. Ayakkabı bağlan hep çözülürdü, koca bebek" bu noktada kirpiklerinde elmaslar dondu "Anarşistlerin yüz karasıydı." "Demek öyle," dedi Nesim, "iyi bir iş bulma şansın var demek. Agra Üniversitesi ünlü bir yer, bilmiyorum sanma. Üniversite doktoru!., kulağa hoş geliyor. Bunun için gidiyorum dersen iş değişir." Delikte gözkapakları aşağı indi. "Seni özleyeceğim tabii" "Aşık oldum," dedi Adem Aziz, ilse Lubin'e. Sonra," Onu sadece çarşaftaki bir delikten gördüm, parça parça; yemin ederim kalçası kızarıyor." "Buralarda havaya bir şey karıştırıyorlar herhalde," dedi ilse. "Nesim, işe kabul edildim," dedi Adem heyecanla. "Mektup bugün geldi. Nisanında başlamak üzere. Baban evime ve dükkâna bir alıcı bulabileceğini söylüyor."


"Harika," diye somurttu Nesim. "Demek yeni bir doktor bulmam gerekecek. Belki de hiçbir şeyden anlamayan o yaşlı cadıya dönerim tekrar." 32 "Yetim olduğum için," dedi Doktor Aziz, "ailem yerine kendim gelmek zorunda kaldım. Ama yine de geldim Ghani Sahib, ilk defa çağrılmadan geldim. Bu mesleki bir ziyaret değil." "Sevgili oğlum!" Ghani Adem'in sırtına vurdu. "Tabii onunla evlen-melisin. Birinci sınıf bir çeyizi var! Hiçbir masraftan kaçınmadım! Yılın düğünü olacak, orası muhakkak!" "Giderken seni burada bırakamam," dedi Aziz Nesim'e. Ghani hemen araya girdi, "Bu kadar temaşa yeter! Şu çarşaf saçmalığına artık bir son! İndirin çarşafı kadınlar, bunlar artık iki sevgili!" "Nihayet," dedi Adem Aziz, "nihayet seni bütün olarak görebildim. Ama şimdi gitmem lazım. Hastalar var eski bir arkadaşım da yanımda kalıyor, ona anlatmalıyım, ikimiz için çok mutlu olacak. Almanya'dan eski bir dost." "Hayır, Adem baba," dedi uşağı, "sabahtan beri ilse Begüm'ü görmedim. Şikara gezisi yapmak için yaşlı Tai'yi tuttu." "Söylenecek bir şey yok," diye mırıldandı Tai uysalca. "Sizin gibi yüce bir şahsiyetin evine çağrıldığım için şeref duydum. Hanım, göl donmadan Moğol Bahçelerine gitmek için benim kayığımı tuttu. Sessiz bir hanım, Doktor Sahib, tek kelime bile etmedi. Ben de bütün ihtiyar salaklar gibi kendi değersiz düşüncelerime dalmıştım, bir de baktım ki yerinde değil. Sahib, karımın üzerine yemin ederim, koltuğun arkası çok yüksek, oturan görünmüyor, nerden bilecektim? Küçükken arkadaşınız olan bu zavallı kayıkçıya inanın" "Adem baba," diye araya girdi yaşlı uşak, "kusura bakmayın ama bu kâğıdı şimdi masanın üzerinde buldum." "Onun nerede olduğunu biliyorum," dedi Doktor Aziz Tai'ye bakarak. "Hayatıma neden böyle durmadan müdahale ettiğini anlamıyorum; ama bir keresinde orayı bana göstermiştin. Bazı yabancı kadınlar buraya boğulmaya gelir demiştin." "Ben mi Sahib?" dedi Tai şaşkın, leş kokulu, masum. "Üzüntü aklınızı karıştırmış! Ben böyle şeyleri nerden bileyim?" Şişmiş, yosunlara dolanmış gövde birkaç ifadesiz suratlı kayıkçı tarafından kıyıya çekildikten sonra Tai şikara iskelesine gitti ve dizanterili bir öküzünkine benzeyen nefesini yedikten sonra güç bela kendilerine gelmeye başlayan adamlara "Beni suçluyor, düşünebiliyor musunuz? O hafif meşrep Avrupalılarını buraya getiriyor, onlar göle atlayınca da benim suçlu olduğumu söylüyor!.. Sorun bakalım onu nerede bulacağını nasıl biliyordu? Sorun sorun, o nakkoo Aziz'e sorun!" ilse bir not bırakmıştı. "Böyle olsun istemezdim." 33 Yorum yapmayacağım; telaş ve duygusallıkla dudaklarımdan dökülü-veren bu olayları başkaları değerlendirsin. Şimdilik dümdüz söyleyeyim, uzun ve zorlu kışında Tai hastalandı, Avrupa'da Kral Şeytanı denen illete benzer berbat bir deri hastalığına yakalandı ama Doktor Aziz'e muayene olmayı reddetti ve yerli bir homeopat tarafından tedaviye alındı. Martta, göl çözüldüğünde, toprakağası Ghani'nin arazisinde kurulan büyük bir çadırda bir düğün yapıldı. Evlilik sözleşmesi Adem Aziz'e Agra'da bir ev almasını sağlayacak, hatırı sayılır miktarda para vadediyordu ve çeyizde de Doktor Aziz'in özel isteğiyle malum delik çarşaf vardı. Genç çift çelenklerle süslenmiş bir kerevette oturuyor, misafirler kucaklarına rupiler atarak önlerinden geçiyordu. O gece dedem, delik çarşafı altlarına serdi, sabah çarşaf küçük bir üçgen oluşturan üç damla kanla süslenmişti. Sabahleyin çarşaf asıldı, gerdek töreninden sonra toprakağasının kiraladığı bir limuzin dedemle anneannemi Amritsar'a götürmek üzere geldi, orada Sınır Postasına bineceklerdi. Dedem evini son kez terk ederken dağlar toplanıp baktılar. (Sonradan bir kere daha, hiç ayrılmamak üzere geri dönecekti.) Aziz,


ihtiyar bir kayıkçının karada onların geçişini seyrettiğini görür gibi oldu - ama gözü yanılmıştı herhalde çünkü Tai hastaydı. Müslümanların Süleyman'ın Tahtı dedikleri Sankaraçarya'nın üzerinde nokta gibi duran tapınak onlara hiç ilgi göstermedi. Kış çıplağı kavaklar ve kar kaplı safran tarlaları güneye giden arabanın iki yanında dalgalanıyordu, arabanın bagajında, içinde başka bir sürü şeyin yanı sıra bir stetoskop ve bir çarşaf bulunan eski bir deri çanta vardı. Doktor Aziz midesinde ağırlıksız olmaya benzer bir his duyuyordu. Ya da düşüyor olmaya. ( Hayalet rolündeyim. Dokuz yaşındayım; babam, annem, Bakır Maymun ve ben maaile dedemlerin Agra'daki evindeyiz ve torunlar -ben dahil- her zamanki Yeni Yıl oyununu sahneliyorlar; ben de hayalet rolündeyim. Bunun için -ve oyunu gizli tutmak için el altındanevde çarpıcı bir kılık aranıyorum. Dedem dışarıda hasta ziyaretinde. Onun odasındayım. Burada bir dolabın üzerinde tozlu ve örümcek ağlı eski bir sandık var, kilitli de değil. İçinde de tam istediğim şey. Sadece basit bir çarşaf değil, ortası zaten delinmiş bir çarşaf! Tam burada, sandıktaki deri bir çantanın içinde, eski bir stetoskopla, küflenmiş Vick's tabletlerinin yanında çarşafın gösterimizde boy gösterişi tam bir sansasyon yarattı. Dedem onu görür görmez kükreyerek ayağa kalktı. Geniş adım34 larla sahneye fırlayıp beni herkesin önünde hayaletlikten çıkarttı. Anneannemin dudakları öyle büzülmüştü ki neredeyse kaybolacaklardı. Birisi unutulmuş kayıkçının sesiyle gürleyerek, öteki yokolan dudaklarıyla öfkesini üzerime salarak korkunç hayaleti ağlayan bir harabeye çevirdiler. Koştum, tabanları yağladım, küçük mısır tarlasına kaçtım, ne olduğunu anlayamıyordum. Saatlerce orada oturdum -belki de tam Nadir Han'ın oturduğu noktada!yasak bir sandığı bir daha hiç açmayacağıma yemin ediyordum kendi kendime ve kilitli olmadığı için kızıyordum. Ama öfkelerinden çarşafın gerçekten de çok önemli olduğunu anlamıştım.) Yemeğimi getiren ama şantaj yaparak vermeyen Padma araya girdi: "O karınca duasıyla gözünü bozmaya niyetliysen hiç değilse bana da oku." Karnım zil çalıyor - ama belki de Padma'nın faydası dokunabilir çünkü onun eleştirilerini engellemek mümkün değil. Adı hakkında söylediklerime çok kızdı. "Şehir çocuğu, sen ne bilirsin?" diye bağırdı - eliyle havayı yararak. "Benim köyümde Gübre Tanrıçasının adını almak hiç de utanılacak bir şey değildir. Hemen büyük bir hata yaptığını yaz." Nilüferimin isteği doğrultusunda Gübreye kısa bir methiye düzüyorum. Gübre ki ekinleri besler büyütür! Gübre ki sıcak ve nemliyken çapa-ti ekmeği gibi yoğurulup biçimlendirilir, köy duvarcılarına satılır, çamurdan yapılma kaçça evlerin duvarlarını sağlamlaştırmak için! Gübre ki ineğin nahiyesinden gelmesi kutsal ve ilahi olduğunu kanıtlamaya yeter! Doğru, hata yaptım, itiraf ediyorum önyargılı davrandım, çünkü nahoş kokusu aşırı duyarlı burnumu tacize meyillidir - Gübre Tanrıçası olmak ne harika, ne hoştur kim bilir! 6 Nisan , kutsal Amritsar şehri gübre kokuyor (ihtişamlı, kutsal bir koku bu, Padma!). Belki de o (zengin!) koku dedemin yüzündeki Burnu taciz etmemiştir - ne de olsa Keşmir köylüleri, yukarıda anlatıldığı gibi sıva yerine gübre kullanırlardı. Srinagar'da bile el arabasında yuvarlak tezekler taşıyan satıcılar görülmedik şey değildi. Ama o işte kullanıldığında gübre kurur, kokusuzlaşır, işe yarardı. Amristar gübresi taze ve (daha da kötüsü) tükenmezdi. Sadece büyük baş hayvanlardan da kaynaklanmıyordu. Şehrin sürülerce tongasının, ikkasının, garrisinin okları arasındaki atların kıçlarından da çıkıyordu; katırlar, insanlar ve köpekler de doğal ihtiyaçlarını görürken bir bok kardeşliği içinde kaynaşıyorlardı. Ama inekler de vardı; kutsal büyükbaşlar tozlu sokaklarda avare avare dolanıyorlar, her biri kendi bölgesinin sınırlarını bokla çizerek devriye geziyordu. Ya sinekler! Bir Numaralı Halk Düşmanı, buharı


35 tüten bir yığından ötekine mutlu mutlu vızıldayarak uçuşuyorlar, bu bedava ikramları selamlayıp, çapraz döllüyorlardı. Şehir de sineklerin faaliyetini yansıtarak kaynaşıyordu. Yüzü maskeli bir Caynacı bir karıncayı hatta sineği bile ezmemeye özen göstererek kaldırımı bir çalı sü~ pürgesiyle süpürürken, Doktor Aziz otel odasının penceresinden bu sahneye bakıyordu. Bir seyyar satıcının arabasından baharatlı hoş kokular yükseliyordu. "Sıcak pakora, pakora sıcak!" Beyaz bir kadın sokağın karşısındaki dükkândan ipek alıyor, türbanlı erkekler onu kesiyorlardı. Nesim -artık Nesim Aziz- kötü bir baş ağrısına tutulmuştu; ilk kez bir hastalığı nüksediyordu ama sakin vadisinin dışındaki hayat onu derinden sarsmıştı. Yatağının yanında hızla boşalmakta olan bir misketlimonu suyu sürahisi. Aziz şehrin kokusunu içine çekerek pencerede duruyordu. Altın Tapınağın kubbesi güneşte parlıyordu. Ama burnu kaşınıyordu; burada yolunda olmayan bir şeyler vardı. Dedemin sağ eline yakın çekim: Tırnakları, eklemleri, parmaklan alışılandan büyük. Üstlerinde kızıl kıllar. Başparmağıyla işaret parmağı aralarında ancak bir kâğıdın kalınlığına yer kalacak şekilde birleşmiş. Kısacası: dedem elinde bir bildiri tutuyor. Otel lobisine girerken eline tutuşturmuşlardı (uzun çekime geçiyoruz - her Bombaylı temel film terimlerini bilir). Hayta yumurcağın döner kapıdan kaçışı, telaştan bildirilerin dağılışı, çaprassinin peşinden koşusu. Kapıda çılgınca bir dönme, tekrar tekrar; sonra çaprassinin eline de yakın çekim yapmak gerekiyor çünkü başparmağıyla işaret parmağı ancak bir yumurcağın kulağının kalınlığına yer kalacak şekilde birleşmiş. Yasadışı bildiri dağıtıcısı küçük suçlunun dışarı atılışı; ama dedem mesajı yine da alıkoymuştu. Şimdi penceresinden dışarı bakarken mesajın karşı duvarda yinelendiğini görüyordu; uzakta bir caminin minaresinde ve bir seyyar satıcının koltukaltındaki büyük, siyah gazetede de. Bildiri gazete cami ve duvar haykırıyor: Hartal! Yani sözlük anlamıyla yas, sükûn, sessizlik günü. Ama bu Hindistan'da gün Mahatma'nın günü, dil bile Gandi-ji'nin emirlerine uyuyor ve onun etkisiyle kelime yeni anlamlar kazanmış. Hartal- 7Nisan, cami, gazete, duvar ve bildiri aynı karara varmış çünkü Gandhi o gün bütün Hindistan'da hayatın duracağını ilan etmiş. Sessiz bir eylemle İngilizlerin oradaki varlığının sürmesinin yasını tutacaklar. "Kimse ölmediği halde bu hartal da neyin nesi anlamıyorum," diyerek usul usul ağlıyordu Nesim. "Neden trenler çalışmıyor? Daha ne kadar burada kalacağız?" Doktor Aziz sokaktaki askere benzeyen delikanlıya bakıyor ve 36 Hintlilerin İngilizler için savaştığını düşünüyor - çoğu dünyayı gördü, Dışarısı onları değiştirdi. Öyle kolay kolay eski dünyaya dönmeyecekler. İngilizler zamanı geri döndürmeye çalışmakta hatalılar. "Rowlatt Kanununu çıkarmaları yanlış oldu," diye mırıldanıyor. "Bu rowlatt da neyin nesi?" diye mızıldanıyor Nesim. "Bence saçmalık!" "Politik kışkırtmaya karşı," diyor Aziz ve düşüncelerine geri dönüyor. Tai bir keresinde şöyle demişti: "Keşmirliler farklıdır. Mesela korkaktırlar. Bir Keşmirlinin eline bir silah ver, kendi kendine patlamazsa hiç patlamaz - adamın tetiği çekmekten ödü kopar. Biz Hintliler gibi durmadan savaşmayız." Zihni Tai'yle meşgul olan Aziz kendini Hintli gibi hissetmiyordu. Ne de olsa Keşmir tam anlamıyla İmparatorluğun bir parçası sayılmazdı, bağımsız bir prenslikti. Bildiri cami duvar gazete hartalının kendi kavgası olduğundan emin değildi, yine de şimdi işgal altındaki bölgedeydi. funduszeue.infoştı Nesim yastığa kapanmış ağlıyordu. İkinci gecelerinde ondan biraz kımıldanmasını rica ettiğinden beri ağlıyordu. "Nereye kımıldanayım?" diye sormuştu, "Nasıl kımıldanayım?" Adem ne diyeceğini bilememiş, "Öyle kımıldan işte, yani bir kadın gibi" Nesim dehşet içinde bağırmıştı. "Tanrım kiminle evlenmişim ben? Bu Avrupa'dan dönen adamlar yok mu? Orada berbat kadınlar buluyorsunuz, sonra buradaki kızları da onlar gibi davranmaya zorluyorsunuz! Bak Doktor Sahip ister kocam ol ister olma ben öyle senin bildiğin kadınlardan değilim." Bu savaşı dedem hiç kazanamadı; çok geçmeden sürekli ve yıkıcı bir


savaş meydanına dönüşen evliliklerinin gidişatını da bu savaş belirledi, yarattığı hasarla çarşafın arkasındaki genç kız ve acemi genç doktor hızla tuhaf varlıklara dönüştüler "Yine ne var hanım?" diye soruyor Aziz. Nesim yüzünü yastığa gömüyor. "Daha ne olsun?" diyor sesi boğularak. "Senden başka? Yabancı erkeklerin önünde çıplak gezmemi istiyorsun." (Adem ona çarşaftan çıkmasını söylemişti.) "Gömleğin seni boynundan bileklerine ve dizlerine kadar örtüyor. Şalvar pantolonun ayak bileklerin dahil alt taraflarını saklıyor. Geriye kala kala yüzünle ayakların kalıyor. Yüzünle ayakların mahrem mi hanım?" Ama Nesim zırlıyor, "Onların gözüne daha fazlası görünür! Benim utancımı görürler, derin utancımı!" Sırada bir kaza var, bizi Merkürokromun dünyasına götürecek Sabrı tükenen Aziz karısının bütün çarşaflarını, peçelerini bavuldan çıkarıyor, üzerinde Guru Nanak resmi olan teneke bir çöp kutusuna atıyor ve ateşe veriyor. Ateş onu gafil avlayıp birden parlıyor ve perdelere 37 atlıyor. Ucuz perdeler alev alınca Adem kapıya koşup imdat diye bağırıyor hizmetçiler konuklar çamaşırcı kadınlar odaya doluşuyor ve toz bezleri havlular yıkanmakta olan çamaşırlarla yanan kumaşı söndürmeye çalışıyor. Kovalar geliyor; ateş sönüyor ve duman dolu odaya yaklaşık otuz beş Sih, Hindu ve dokunulmaz doluşurken Nesim yatağında büzülüyor. Nihayet hepsi gidiyorlar ve Nesim dudaklarını inatla kenetlemeden önce iki cümle sarfediyor. "Sen delinin tekisin. Biraz daha misketlimonu suyu istiyorum." Dedem camları açıp gelinine dönüyor. "Bu duman kolay kolay çıkmaz; ben yürüyüşe çıkacağım. Geliyor musun?" Dudaklar kenetli; gözler kısılmış; başıyla şiddetli bir hayır yapıyor Nesim ve dedem tek başına sokağa çıkıyor. Ayrılmadan önceki son hamlesi: "İyi bir Keşmir kızı olmaktan vazgeç. Modern bir Hintli kadın olmaya bak." Bu sırada askeri bölgede, İngiliz Ordusu karargâhında, Tuğgeneral R. E. Dyer bıyığını mumluyor. 7 Nisan , Amritsar'da Mahatma'nın soylu planı çarpıtılıyor. Dükkânlar kepenklerini indirmiş, tren istasyonu kapalı ama ayaklanan kitleler onları yağmalıyor. Doktor Aziz, elinde deri çantası sokaklarda, mümkün olduğunca yardım etmeye çalışıyor. Ezilmiş gövdeler düştükleri yerde bırakılmış. Yaraları sarıyor, bol bol Merkürokrom sürüyor, ilaç yaraları olduğundan da kanlı gösterse bile en azından dezenfekte ediyor. Nihayet üstü başı kırmızı lekelerle dolu otel odasına dönüyor ve Nesim paniğe kapılıyor. "Dur sana yardım edeyim, Allahım nasıl bir adamla evlendim ben, kenar mahallelerde gundalarla dövüşüyor!" Suyla ıslattığı pamuklarla üzerine saldırıyor. "Neden sıradan insanlar gibi saygın bir doktor olmuyorsun, ciddi hastalıkları tedavi etmiyorsun anlamıyorum. Tanrım her yerin kan içinde. Otur otur da en azından şunları bir şileyim!" "O kan değil hanım." "Benim gözüm yok mu sanıyorsun? Neden yaralı bile olsan beni aptal yerine koymaya çalışıyorsun? Karın bu durumda bile bakamayacak mı sana?" "Bu Merkürokrom Nesim. Kırmızı bir ilaç." Muslukları açan, pamukları çıkartan, tam bir faaliyet girdabına dönüşen Nesim donup kalıyor. "Bile bile yaptın," diyor, "beni aptal yerine koymak için. Ben aptal değilim. Bir sürü kitap okudum." 38 13 Nisan ve hâlâ Amritsar'dalar. "Bu hikâye hâlâ bitmedi," diyor Adem Nesim'e. "Bu durumda gidemeyiz; tekrar doktor gerekebilir." "Ne yani, burada kıyamete kadar bekleyecek miyiz?" Adem burnunu kaşıyor. "Hayır, fazla uzun sürmeyecek korkarım." O öğleden sonra sokaklar birdenbire aynı yöne yürüyen insanlarla doluyor, Dyer'ın yeni sıkıyönetim


genelgesini hiçe sayıyorlar. "Bir gösteri planlıyor olmalılar - askerler sorun çıkaracak. Gösteriler yasaklanmıştı," diyor Adem Nesim'e. "Neden gidiyorsun? Neden seni çağırmalarını beklemiyorsun?" Bir alan çorak topraktan parka kadar herhangi bir yer olabilir. Amritsar'daki en büyük alan Callianvalla Bagh. Yeşillik değil. Taşlar tenekeler cam parçaları ve muhtelif şeyler her yerde. İçeri girmek için iki bina arasındaki dar bir geçitten geçmek gerekiyor. 13 Nisan'da binlerce Hintli bu geçitten geçiyor. "Barışçı bir protesto," diyor birisi Doktor Aziz'e. Kalabalık tarafından sürüklenerek avlunun ağzına geliyor. Heidelberg'den alınma bir çanta sağ «linde. (Yakın çekime gerek yok.) Çok korktuğunu biliyorum çünkü burnu her zamankinden daha fazla kaşınıyor; ama o bir doktor, kaşıntıyı kafasından çıkarıp alana giriyor. Birisi ateşli bir konuşma yapıyor. Seyyar satıcılar çanna ve tatlı satıyorlar. Her yer toz içinde. Dedemin gördüğü kadarıyla gundaya, sorun çıkaracak tiplere benzemiyorlar. Bir grup Sih yere bir örtü örtmüş üzerinde yemek yiyor. Havada hâlâ gübre kokusu var. Aziz kalabalığın iyice içine sokulurken Tuğgeneral R. E. Dyer elli kişilik saldırı taburuyla ge-çitin ağzına geliyor. Amritsar'ın Sıkıyönetim Komutanı - ne de olsa önemli bir adam; bıyığının mumlanmış uçları önemden kaskatı. Elli bir adam uygun adım avludan içeri girerken dedemin burnundaki kaşıntının yerini bir gıdıklanma alıyor. Elli bir adam alana girip yirmi beşi Dyer'ın sağına yirmi beşi soluna gelecek şekilde vaziyet alıyorlar; burnundaki gıdıklanma dayanılmayacak boyutlara ulaşan Adem Aziz etrafında olan biten üzerinde toplayamıyor dikkatini. Tuğgeneral Dyer emrini verirken hapşırık dedemin suratına sıkı bir darbe indiriyor. "Hap-şuuuuuV dengesini kaybederek yere yuvarlanıyor, burnunun doğrultusunda giderek hayatını kurtarıyor. "Doktori-attache"si açılıyor; şişeler, gazlı bezler, şırıngalar tozun toprağın içine dökülüyor. Kimse üzerine basmadan malzemelerini kurtarmaya çalışarak insanların ayaklarının arasında dökülenleri aceleyle topluyor. Kışın dişlerin birbirine vurmasına benzer bir ses duyuluyor ve üzerine birileri düşüyor. Gömleği kıpkızıl oluyor. Çığlıklar, hıçkırıklar duyuluyor ve tuhaf takırtı devam ediyor. Sanki gitgide daha çok insan tökezleyip dedemin üzerine yığılıyor. 39 Sırtı dayanmayacak diye korkmaya başlıyor. Çantasının sapı göğsüne batıyor, o kadar derin ve esrarlı bir yara açıyor ki izi, seneler sonra San-karaçarya'da, yani Süleyman'ın Tahtı'nda ölene kadar silinmeyecek. Burnu kırmızı haplarla dolu bir şişeye dayalı. Takırtı duruyor ve yerini insanlarla kuşların sesleri alıyor. Hiç hareket sesi yok. Tuğgeneral Dyer'ın elli adamı makineli tüfeklerini indirip gidiyorlar. Silahsız kalabalığın üzerine bin altı yüz elli kurşun boşaltmışlar. Bunlardan bin beş yüz on altısı isabetli, ya birini öldürmüş ya da yaralamış. "İyi atış," diyor Dyer adamlarına, "İyi iş becerdik." O gece dedem eve döndüğünde, onu memnun etmek için modern bir kadın olma yolunda büyük gayret gösteren anneannem onu görünce kılını bile kıpırdatmadı. "Yine Merkürokroma bulanmışsın, çok sakarsın," dedi yatıştırıcı bir sesle. "Bu kan," dedi dedem ve anneannem bayıldı. Dedem biraz amonyum karbonatla onu ayılttıktan sonra anneannem sordu: "Yaralı mısın?" "Hayır," dedi. "Tanrım, neredeydin peki?" "Bu dünyada değil," dedi dedem ve onun kollarında titremeye başladı. İtiraf ediyorum benim elim de titremeye başladı; sadece bu tema yüzünden değil, bileğimde, derinin altında saç gibi incecik bir çatlağın oluştuğunu fark ettim Neyse. Hepimiz ölüme bir hayat borçluyuz. Madem öyle, doğrulanmamış bir söylentiyle bu bölümü bitireyim; dedem Keşmir'den ayrıldıktan kısa bir süre sonra sıraca illetinden kurtulan kayıkçı Tai 'ye kadar yaşadı, (söylentiye bakılırsa) 'de Hindistan ve Pakistan'ın kendi vadisi üzerindeki mücadelesine öfkelenip, savaşan kuvvetlerin arasına girip onlara biraz akıl vermek için Çhamba'ya gitmiş. Keşmir Keşmirlilerindir: savunduğu fikir buymuş. Tabii onu vurmuşlar.


Oskar Lubin belagat dolu bu jesti çok beğenirdi herhalde; R. E. Dyer ise katillerinin usta nişancılıklarını överdi. Yatmalıyım. Padma bekliyor; biraz sıcaklığa ihtiyacım var. 40 Hokkayı-Vurmaca LÜTFEN parçalanmakta olduğuma inanın. Mecazlı konuştuğumu sanmayın; melodramatik, muammalı, bayağı bir acındırma isteğinin açılış cümlesi de değil bu. Sadece şunu söylemek istiyorum: Eski bir çömlek gibi tepeden tırnağa çatlamaya başladım, tarihin ağırlığı altında ezilen, alttan üstten tahliye edilmiş, kapılardan sakatlanmış, beynini tükürük hokkaları patlatmış, benzersiz, sevimsiz, zavallı gövdem ek yerlerlerinden ayrılmaya başladı. Kısacası, kelimenin tam anlamıyla çözülüyorum, şimdilik ağır ağır ama ivmenin arttığına dair belirtiler var. Sizden sadece (benim kabullendiğim gibi) şunu kabullenmenizi istiyorum, en nihayetinde (yaklaşık) altı yüz otuz milyon sıradan ve ister istemez unutkan toz zerresine dönüşeceğim. Bu yüzden de unutmadan önce kâğıda içimi dökmeye karar verdim. (Biz unutkan bir milletiz.) Bazan bir korku geliyor ama yine çekip gidiyor. Panik kabarcıklar çıkaran bir deniz canavarı gibi hava almak için yukarı çıkıyor, yüzeyi karıştırıyor ama sonunda tekrar derinlere çekiliyor. Sükûnetimi korumak benim için önemli. Areka cevizi çiğneyip, pirinçten adi bir tükürük hokkasına tükürüğümü isabet ettirmeye çalışarak o eskiden kalma hok-kayı-vurmaca oyununu oynuyorum: Nadir Han'ın Agra'daki ihtiyarlardan öğrendiği oyun şimdilerde arekanın dişetlerini kırmızıya boyayan macunuyla kokainin verdiği rahatlatıcılığın bir arada yaprağa sarıldığı "roket paan" da bulabilirsiniz. Ama öylesi hileye kaçar. Sayfaların arasından bariz bir çatni turşusu kokusu yükseliyor. İyisi mi ortalığı daha fazla bulandırmayayım: Ben Salim Sina, gelmiş geçmiş en hassas koklama organının sahibi, hayatımın son günlerini büyük ölçekte çeşniciliğe adadım. "Ahçı mı?" diyorsunuz dehşet içinde, "Basit bir kâhya mı? Nasıl olur?" Ben de teslim ediyorum, hem ah-çılık hem de dil konusunda ustalık sahibi olmak az bulunur bir şey, ama 41 bende ikisi de var. Şaşırdınız; ama ben öyle bildiğiniz rupi aylıkla çalışan aşevi conilerinden değilim, kendi kendimin efendisiyim, şahsi neon tanrıçamın safran rengi ve yeşil kırpışmaları altında çalışıyorum. Çatnilerim ve kasaundilerim de geceleri karaladıklarınla bağlı - gündüz turşu kavanozları arasında, gece bu kâğıtlar üzerinde, bütün zamanımı o büyük muhafaza işine vakfediyorum. Yemişler gibi anılar da saatlerin çürütmesinden kurtarılıyor. Ama Padma kolumu çekiştirerek beni çizgisel anlatının dünyasına, sonra-ne-oldu evrenine geri çağırıyor: "Bu gidişle," diyor, "doğumunu anca iki yüz yaşında anlatacaksın." Kalçasını kayıtsızca benden tarafa savurarak ilgisiz bir hava takınmaya uğraşıyor ama beni kandıramaz. Bütün karşı koymalarına rağmen nasıl oltaya geldiğini gayet iyi biliyorum. Hiç şüphem yok; hikâyem onu kıskıvrak yakaladı, öyle ki birdenbire eve gitmem, banyo yapmam, sirke lekeli giysilerimi değiştirmem, baharat kokulanyla havası sürekli ağırlaşan bu turşu fabrikasından bir an için olsun çıkmam için beni dürtüklemekten vazgeçti artık gübre tanrıçam bu büronun bir köşesine bir yatak seriveriyor, yemeklerimi kararmış bir gaz ocağında pişiriyor, çapraz aydınlatmalı yazılarımı sadece "Bir an önce anlatmaya başlasan iyi olacak yoksa doğmadan öleceksin," diyerek bölüyor. Başarılı bir öykü yazarının haklı gururunu bastırmaya çalışarak onu eğitmeye kalkışıyorum. "Bazı şeyler -hatta insanlar- birbirlerine sızarlar," diye açıklıyorum, "yemek pişirirken tatların birbirine karışması gibi. Mesela ilse Lubin'in intiharı yaşlı Adem'in içine sızmıştı, adam Tanrıyı görene kadar içinde bir birikintide bekledi," diyorum ciddiyetle, "geçmiş içime damladı onu yok sayamayız" Göğsünde gayet hoş dalgalanmalar yaratan omuz hareketi sözümü kesiyor. "Bence hayat hikâyeni anlatmanın aptalca bir yolu bu," diye bağırıyor, "annenle babanın nasıl karşılaştığını bile yazamadın daha."


Tabii Padma da içime sızıyor. Tarih çatlaklı gövdemden dışarı fışkırırken, nilüferim ağır ağır içeri damlıyor, gerçekçiliğiyle ve onunla çelişen batıl inançlarıyla, tevatür sevgisiyle içime damlıyor - Mian Abdullah'ın hikâyesini anlatmanın tam zamanı. Talihsiz Sinekkuşu: zamanımızın bir efsanesi. Aynı zamanda Padma cömert bir kadın çünkü onun için pek fazla bir şey yapamasam da bu son günlerimde yanımda kalıyor. Doğru -Nadir Han'ın hikâyesine geçmeden önce belirtmekte fayda var- ben hadımım. Padma'nın bol ve çeşitli yeteneklerine ve yardımlarına rağmen içine sızamıyorum, sol ayağını sağ ayağımın üzerine koyup, sağ baca42 Sini belime sardığında ve başını başıma yaklaştırıp kumru sesleri çıkardığında bile; kulağıma "Yazarlık bittiğine göre bakalım öteki kalemini de çalıştırabilecek miyiz?" diye fısıldamasına rağmen; ne yaparsa yapsın onun hokkasını vuramıyorum. Bu kadar itiraf yeter. Sonra-ne-olduculuğun bertaraf edilemez Pad-ma-baskılarına boyun eğerek ve önümdeki zamanın kısıtlılığını hatırlayarak Merkürokromdan 'ye sıçrıyorum. (Annemle babamı bir araya getirmek derdine de düştüm.) Anlaşılan yazının sonlarında dedem Doktor Adem Aziz tehlikeli bir iyimserlik kapmıştı. Agra'da bisikletiyle gezerken kulakları tırmalayacak kadar kötü ama mutlu bir şekilde ıslık çalıyordu. Bu konuda yalnız da değildi çünkü yetkililerin gayretli itlaf çabalarına rağmen bu bulaşıcı hastalık o sene bütün Hindistan'a yayılmıştı ve kökünün kurutulması için de sert tedbirler alınması gerekecekti. Cornwallis Caddesinin üzerindeki paan dükkânında ihtiyarlar bir yandan areka çiğniyor bir yandan da işin içinde bir bit yeniği olduğundan şüpheleniyorlardı. "Yaşamam gerekenin iki katı kadar yaşadım," dedi en yaşlıları, sesi eski bir radyo gibi çatlaktı çünkü ses tellerinin etrafında seneler birbirine sürtü-nüyordu, "böyle kötü zamanda bu kadar neşeli insanı bir arada görmemiştim. Şeytan işi." Gerçekten de dirençli bir virüstü - böyle mikropların üremesini sadece hava durumu engelleyebilirdi çünkü yağmurların yağmayacağı kesinleşmişti. Toprak çatlıyordu. Yol kenarlarına tozlar yığılıyordu, bazı günler şose kavşakların orta yerinde kocaman derin çatlaklar oluşuyordu. Paan dükkânında areka çiğneyenler alametlerden söz etmeye başlamışlardı; hokka-vurmaca oyunuyla kendilerini yatıştırarak o çatlak topraklardan Allahbilirneler çıkacağını konuşuyorlardı. Anlatıldığına göre, bir bisiklet tamircisinde, ikindi sıcağında, ortada hiçbir neden yokken birdenbire saçları diken diken olan bir Sih'in türbanı başından fırlamıştı. Bunun kadar çarpıcı olmayan bir başka havadis de susuzluğun vardığı noktaydı; öyle ki sütçüler süte karıştıracak temiz su bulamıyorlardı Uzaklarda yeni bir Dünya Savaşı sürmekteydi. Agra'da sıcaklık yükseliyordu. Ama dedem hâlâ ıslık çalıyordu. Paan dükkanındaki ihtiyarlar bu şartlarda ıslık çalmasını pek hoş karşılamıyorlardı. (Ben de onlar gibi tükürerek çatlakları unutmaya çalışıyorum.) Deri çantası bisikletin arkasına iliştirilmiş dedem bisikletin üzerinde ıslık çalıyordu. Burnunun verdiği rahatsızlığa rağmen dudakları büzülmüştü. Göğsündeki yirmi üç yıldır izi geçmeyen yaraya rağmen neşesi yerindeydi. Hava dudaklanndan geçip sese dönüşüyordu. Eski bir 43 Alman melodisini çalıyordu: Tannenbaum. İyimserlik salgını tek bir kişiden kaynaklanıyordu, gerçek adı olan Mian Abdullah'ı sadece gazeteler kullanıyordu. Ötekiler için Sinekku-şu'ydu o, olmasa olmayacak bir yaratık. "Sihirbaz kurtarıcıya dönüştü," yazıyordu gazeteciler, "Delhi'deki meşhur sihirbazlar gettosundan çıkan Mian Abdullah Hindistan'daki yüz milyon Müslümanın ümidi oldu." Sinekkuşu, Özgür İslam Meclisi'nin kurucusu, başkanı, birleştiricisi ve itici gücüydü; 'de Meclis'in ikinci yıllık toplantısının yapılacağı Agra meydanına platformlar, kürsüler kuruluyordu. Yıllar ve çeşitli dertler yüzünden saçına ak düşmüş elli iki yaşındaki dedem, ıslık çalmaya meydandan geçerken başlamıştı. Bisikletiyle köşeleri dar bir açıyla dönerken yana yatıyor, çocuklarla inekler arasından da öyle geçiyordu başka bir yerde ve zamanda


arkadaşı Kuç Naheen Ranisi'ne şöyle demişti: "Ben bir Keşmirli olarak doğdum, pek de Müslüman sayılmam. Sonra göğsümdeki bir yara beni Hintli yaptı. Hâlâ da Müslüman sayılmam ama sonuna kadar Abdullah'ın arkasındayım. Kavgası benim kavgam." Gözleri hâlâ Keşmir göklerinin rengindeydi eve vardığında gözleri memnuniyet ışıltısını hâlâ taşıdığı halde ıslık kesildi çünkü hain kazlarla dolu avluda onu anneannem Nesim Aziz'in memnuniyetsiz yüz hatları bekliyordu; dedem ona parça parça âşık olma hatasına düşmüştü ama o şimdi birleşmiş ve hiç değişmeyecek heybetli ölçülerine kavuşmuştu, ayrıca kendisine garip bir biçimde Muhterem Valide diye hitap ediliyordu. Zamanından önce yaşlanmış, iri kıyım bir kadındı, yüzünde de cadı çıbanına benzer iki koca ben çıkmıştı; kendi eseri olan görünmez bir kalede, gelenekler ve mutlaklıklardan oluşan demirden bir şatoda yaşıyordu. O yıl Adem Aziz oturma odasına asmak için ailesinin fotoğraflarını çektirip büyüttürmüştü; Uç kız ve iki oğlan kendilerinden isteneni yapmış ama Muhterem Valide sırası geldiğinde isyan etmişti. Bunun üzerine fotoğrafçı onun resmini haberi olmadan çekmeye kalkışmış ama o makineyi kaptığı gibi adamın kafasında kırmıştı. Neyse ki adama bir şey olmamıştı; ama anneannemin tek bir fotoğrafı bile yoktur. O kimsenin küçük siyah kutusuna hapsolacaklardan değildi. Peçesiz, çıplak suratlı bir utanmazlık içinde yaşamak ona yetiyordu - bunun bir de kayda geçmesine izin vermeye niyeti yoktu. Belki de yüz çıplaklığı mecburiyetinin yanı sıra Adem'in habire altında kımıldanmasını söyleyip durması da onu barikatlara itmişti; ev içinde koyduğu kurallar öyle sarsılmaz bir savunma sistemiydi ki bir sürü beyhude girişimden sonra Aziz onun burçlarını ve tabyalarını ate44 şe tutmayı bırakıp, onu dev bir örümcek gibi kendi bölgesini yönetmeye terk etmişti. (Belki bu da tam anlamıyla bir kendini savunma sistemi değil, daha çok kendisine karşı bir savunma sistemiydi.) Reddettiği konuların başında politik meseleler geliyordu. Doktor Aziz bu gibi şeylerden konuşmak istediğinde arkadaşı Rani'ye gider, Muhterem Valide de surat asardı; ama çok da fazla değil çünkü bu ziyaretlerin kendi zaferi olduğunu bilirdi. Hükümdarlığının gözbebekleri mutfağı ve kileriydi. Birincisine hiç girmedim ama ikincinin kilitli, camlı kapılarından içerideki gizemli dünyaya baktığımı hatırlıyorum, tavana asılmış, sinek konmasın diye üzerlerine bezler serilmiş tel sepetler, gur ve başka tatlılarla dolu tenekeler, düzenli kare etiketleri olan kilitli kutular, fıstıklar, şalgamlar, tahıl çuvalları, kaz yumurtaları, tahta süpürgeler. Kiler ve mutfak yabancıların giremeyeceği bir bölgeydi ve Muhterem Valide onları cansiperane korurdu. Son çocuğuna, Emerald teyzeme gebeyken, kocası onu ahçıya göz kulak olma külfetinden kurtarmayı teklif etmişti. Cevap vermedi ama ertesi gün Aziz mutfağa yaklaştığında elinde madeni bir tencereyle dışarı çıkıp kapının önünde durdu. Şişman ve hamileydi, bu yüzden de geçecek fazla bir yer kalmamıştı. Adem kaşlarını çattı. "Bu ne böyle hanım?" Anneannem cevap verdi, "Bu, nederlerona, çok ağır bir tencere; eğer seni bir kere bile burada yakalarsam, nederlerona, kafanı buna sokarım, içine biraz dahi koyar, nederlerona, korma yaparım." Anneannemin iki lafın başı nederlerona demeye nasıl başladığını bilmiyorum ama seneler geçtikçe bu laf cümlelerini gitgide daha fazla işgal etmeye başladı. Bunun bilinçsiz bir yardım çağrısı gerçek bir soru olduğunu düşünüyorum. Muhterem Valide, bütün heybetine rağmen evrende kaybolduğunu anlatmaya çalışıyordu bize. Buna ne ad verilebileceğini de bilmiyordu. Yemek masasında da haşmetle hükümranlığını sürdürüyordu. Masaya ne bir yemek ne de bir tabak konuyordu. Köri ve tabak çanak sağ kolunun altındaki alçak bir masadan dağıtılıyordu; Aziz de çocuklar da o ne verirse onu yiyorlardı. Kocası kabız olduğunda bile istediği yemeği yemesine izin vermemesi, ricalarını, önerilerini dinlememesi de bu törenin gücünü gösteriyordu. Bir kale asla kımıldamaz. Bakmakla yükümlü olduklarının hareketleri düzensizleşse bile.


Nadir Han'ın uzun gizlenme döneminde, Emerald'a âşık olan genç Zülfıkâr'ın Cornwallis Caddesindeki eve yaptığı ziyaretlerde, Aliye teyzemin yirmi beş yıl boyunca hınç içinde yaşayıp sonra da hıncını annemden çıkarmasına neden olacak zengin muşamba ve deri tüccarı Ah45 met Sina'nın gelip gitmelerinde, Muhterem Valide'nin hane halkı üzerindeki demir pençesi hiç gevşemedi; hatta Nadir'in gelişinin büyük sessizliği koyultmasından önce bile Adem Aziz bu yumruğu kırmaya çalışmış ve karısına savaş açmak zorunda kalmıştı. (Bütün bunlar iyimserliğe tutulmasının ne kadar şaşırtıcı olduğunu göstermeye yarıyor.) 'de, yani on yıl önce, çocuklarının eğitimini üstlenmişti. Muhterem Valide bu işten hoşlanmadı ama bir babanın geleneksel rolü bu olduğu için karşı çıkamadı. Aliye on bir, ikinci kızları Mümtaz neredeyse dokuz yaşındaydı. İki oğlandan Hanif sekiz, Mustafa altı yaşındaydı, en küçükleri Emerald ise beşinde bile yoktu. Muhterem Valide korkularını aile ahçısı Davud'a açıyordu. "Onların kafalarını kim bilir ne yabancı dillerle dolduruyor, nederlerona, bir sürü işe yaramaz şey." Davud tencereleri karıştırıyor, Muhterem Valide haykırıyordu, "Ufaklığın kendine, nederlerona, Zümrüt yerine Emerald demesine şaşmamalı. Nederlerona, İngilizce. Bu adam çocuklarımı mahvedecek. Şuna o kadar kimyon koyma, nederlerona, başkalarının işine burnunu sokmak yerine pişirdiğin yemeğe baksan iyi olur." Sadece tek bir eğitim şartı koştu: din dersleri. Kuşkularla kavrulan Aziz'in aksine o hep mümin kalmıştı. "Senin sinekkuşun var," dedi ona, "ama ben, nederlerona, Tanrının Çağrısına uyuyorum. O adamın, nederlerona, vızıldamasından daha güzel bir ses." Bu onun ender politik yorumlarındandı ama günün birinde Aziz din öğretmenini kapı dışarı etti. Başparmağıyla işaret parmağı mollanın kulağına yapışmıştı. Ne-sim Aziz kocasının çalı sakallı sefili bahçe kapısına doğru sürüklediğini gördü; nefesini tuttu; sonra kocasının ayağı muhteremin kaba etine vurduğunda bağırdı. Yıldırımlar saçarak savaşa daldı Muhterem Valide. "Kadir bilmez adam!" diye bağırdı kocasına, "Nederlerona, utanman yok mu senin!" Çocuklar arka avluya sığınmış seyrediyorlardı. Aziz cevap verdi: "O adamın çocuklarına ne öğrettiğini biliyor musun?" Muhterem Valide soruya karşı soruyu yapıştırıyor, "Başımıza, nederlerona, bir felaket getirmek için yapmayacağın şey yok mu senin?" - ama Aziz durmuyor, "Sence o nestalik yazısı mıydı? Hı?" - buna karşılık karısı iyice çileden çıkıyor: "Domuz da mı yiyeceksin? Nederlerona? Kuran'a mı tüküreceksin?" Doktor sesini yükselterek dikleniyor, "Yoksa bakara suresi miydi? Ne dersin?" Onu hiç dikkate almayan Muhterem Valide zirveye çıkıyor: "Kızlarını Almanlarla mı evlendireceksin?" Nefes almak için durunca dedem kendini toplama fırsatı buluyor, "Onlara nefret etmeyi öğretiyordu, hanım. Onlara Hindulardan, Budistlerden, Caynacılardan, Sihlerden ve kim bilir başka han46 ei vejetaryenlerden nefret edin diyordu. Nefret dolu çocuklar mı istiyorsun be kadın?" "Sen Allahsız çocuklar mı istiyorsun?" Muhterem Valide Cebrail'in bölüklerinin geceleyin aşağı inip inançsız çocuklarını cehenneme taşıdığını kuruyordu. Canlı cehennem imgeleri vardı kafasında. Cehennem haziranda Racputana kadar sıcaktı ve orada herkes yedi yabancı dil öğrenmek zorundaydı "Yemin ederim, nederlerona," dedi anneannem, "benim mutfağımdan senin dudaklarına lokma yemek girmeyecek! Molla sahibi getirip de, nederlerona, ayaklarını öpene kadar tek bir ça-pati bile yiyemeyeceksin!" O gün başlayan açlık savaşı neredeyse ölümle sonuçlanan bir düelloya dönüşecekti. Sözüne sadık kalan Muhterem Valide yemeklerde kocasına boş tabak bile vermedi. Doktor Aziz de hemen buna karşı tavır alarak dışarıda yemeyi reddetti. Gün be gün babalarının eriyip gittiğini görüyordu çocuklar, anneleriyse gaddarca yemeklerini koruyordu. "Tümüyle yok mu olacaksın?" diye'sordu Emerald ilgiyle, hemen endişeyle ekledi, "Nasıl geri dönüleceğini bilmiyorsan sakın kaybolma." Aziz'in yüzünde kraterler oluşmuştu; burnu bile incelmiş


gibiydi. Gövdesi bir savaş meydanına dönüşmüştü ve her gün bir parçası havaya uçuyordu. En büyük, en akıllı çocuğu Aliye'ye dedi ki: "Bir savaşta her iki ordudan da fazla zararı savaş meydanı görür. Doğaldır bu." Vizitelere çıkarken artık rikşaya biniyordu. Rikşacı Hamdard onun için endişelenmeye başlamıştı. Kuç Naheen Ranisi Muhterem Valide'yi vazgeçirmek için arabulucular gönderdi. "Hindistan'da yeterince aç insan yok mu?" diye sordu arabulucular Nesim'e, o da daha o zamanlar efsaneleşmeye başlayan şahmeran bakışıyla baktı onlara. Ellerini kucağına kavuşturmuş, başında sıkı sıkı bağlanmış muslin bir duppata gözkapaksız gözleriyle misafirleri delerek onları gözlerini kaçırmaya zorladı. Sesleri taş olup kaldı, yürekleri soğudu; yabancı erkeklerle dolu odada anneannem tek başına, öne eğilmiş bakışların ortasında muzaffer oturuyor. "Yeterince aç mı var, nederlerona?" dedi çatlak bir sesle. "Bilmem, belki. Belki de yok." Ama aslında Nesim Aziz çok endişeliydi çünkü Aziz'in açlıktan ölmesi kendi dünya görüşünün onunkinden üstün olduğunu kanıtlasa da sadece prensip uğruna dul kalmak istemiyordu; ama geri adım atıp tükürdüğünü yalamadan da bu sorunu çözmenin bir yolunu bulamıyordu, yoksa yüzünü açmayı öğrenmiş anneannem kendi yüzüne nasıl bakacaktı? "Hastalanmış gibi yapsana!" - Akıllı çocuk Aliye çözümü bulmuştu. Muhterem Valide çekilme taktiği uyguladı, ağrısı olduğunu, neder47 lerona, gerçekten de çok berbat bir ağrısı olduğunu söyleyerek yatağa çekildi. Onun yokluğunda Aliye babasına, tavuk çorbası şeklindeki zeytin dalını uzattı. İki gün sonra Muhterem Valide ayağa kalktı (hayatında ilk defa kocasının kendisini muayene etmesine izin vermemişti), iktidarını tekrar ele aldı ve kızının kararını uysallıkla kabul ederek sanki ortada hiçbir şey yokmuş gibi Aziz'e yemeğini verdi. Bu on yıl önceydi; ama hâlâ, 'de, paan dükkanındaki ihtiyarlar ıslık çalan doktoru gördüklerinde kıkırdayarak karısının onu nasıl geri dönmesini bilmediği halde kaybolma numarası yapmaya zorladığını hatırlıyorlardı. Akşam vakti birbirlerini dürtüklüyorlardı, "Hatırladın mı hani" sonra "Çamaşır ipine asılmış iskelet gibi kuruyup kalmıştı! Hatta bisikletine bile" sonra "-sana bir şey söyleyeyim mi baba, o kadın çok korkunç şeyler yapabilir. Ne işler karıştırdıklarını anlamak için kızlarının rüyalarını bile görüyormuş!" Ama hava iyice kararınca dür-tüklemeler kesiliyor çünkü artık yarışma zamanı. Sessizlikte çeneleri uyumlu bir biçimde kımıldanıyor; sonra birdenbire dudakları büzülüyor ama hava-sürtünmesisesi çıkmıyor o dudaklardan. Islık çalmıyorlar, buruşuk dudaklarından uzun, kırmızı bir areka suyu fışkırıyor ve yolunu hiç şaşırmadan eski bir pirinç tükürük hokkasına yöneliyor. Kalçalara vuruluyor, böbürleniliyor "Peh peh, şuna bak!", "Usta atışı diye buna derler!" İhtiyarların etrafında kasabanın ışığı solarken, çeşitli akşam meşgaleleri başlıyor. Çocuklar çember çevirip kabbadi oynuyor, Mian Abdullah'ın posterlerine sakal yapıyorlar. Yaşlılar hokkayı oturdukları yerden sokağın ortasına doğru gitgide daha uzağa koyarak her seferinde daha uzun atışlar yapıyorlar. Yine de sıvı yerini buluyor. "Çok güzel, yara!" Sokak çocukları fırlatılan kırmızı sıvıların arasına dalıp çıkıyor, bu ciddi hokka-vurmaca sanatına tavuk oyununu karıştırıyorlar Ama ordunun kurmay arabası sokak çocuklarını dağıtarak geliyor işte Tuğgeneral Dodson, kasabanın askeri komutanı, sıcaktan patlamış yanında da emir subayı Binbaşı Zülfikâr ona bir havlu uzatıyor. Dodson yüzünü kuruluyor; sokak çocukları dağılıyor; araba hokkayı deviriyor. İçinde kan gibi pıhtılar olan koyu kırmızı bir sıvı kırmızı bir el gibi yere yayılıyor ve suçlarcasına İngilizlerin azalmakta olan gücünü işaret ediyor. Küflenmekte olan bir fotoğrafın anısı (belki de çektiği gerçek boyutlardaki resimler neredeyse hayatına malolacak olan aynı beyinsiz fotoğrafçının eseri): iyimserlik ateşiyle yanan Adem Aziz altmış yaşlarında bir adamla el sıkışıyor; sabırsız, telaşçı bir adam, beyaz bir saç tutamı 48


hoş bir yara izi gibi alnına düşmüş. Bu Mian Abdullah, Sinekkuşu. ("Bakın Doktor Sahib, kendimi formda tutuyorum. Karnıma bir yum-rıı)c atmak ister misiniz? Atın atın. Zıpkın gibiyim." Fotoğrafta bol, beyaz bir gömleğin kıvrımları karnı gizliyor, dedemin yumruğu da sıkı-İ! değil, merhum kurtarıcının eli tarafından yutulmuş.) Arkalarında, hoşnutlukla bakan Kuç Naheen Ranisi, vücudu parça parça beyaz lekelerle kaplı, tarihe sızan ve Bağımsızlıktan kısa süre sonra büyük ölçekte patlama yapan bir hastalık bu "Ben kurbanım," diye fısıldıyor Rani, asla kımıldamayacak fotoğraflanmış dudaklarının arasından, "kültürle-rarası meraklarımın bahtsız kurbanı. Tenim ruhumdaki enternasyonalizmin en iyi dış göstergesi." Evet, bu fotoğrafta bir konuşma sürüp gidiyor. İyimserler usta vantrologlar gibi liderleriyle görüşüyor. Rani'nin yanında -şimdi dikkatle dinleyin; tarihle atalar birleşmek üzere!müstesna biri duruyor, tombul ve göbekli, gözleri durgun göller gibi, saçları bir şairinkiler gibi uzun. Nadir Han, Sinekkuşu'nun özel sekreteri. Fotoğraf onları dondurmamış olsaydı ayakları mahcubiyetten habire yer değiştiriyor olurlardı. Aptalca, gergin gülümsemesinin ardından şunları söylüyor, "Doğru; birtakım dizeler yazdım" Bunun üzerine Mian Abdullah lafa girerek açık ağzının parlak sivri dişleri arasından gümbürdü-yor: "Ama ne dizeler! O kadar sayfada tek bir kafiye bile yok!.." Rani nazikçe "Demek modernistsiniz," diyor. Nadir utanarak cevap veriyor: "Evet." Durgun, hareketsiz sahnede ne gerilimler var! Ne dokundurmalar; Sinekkuşu diyor ki: "Hadi canım; sanat yüceltici olmalıdır; bize şanlı edebi geçmişimizi hatırlatmalıdır!" Sekreterinin yüzüne düşen bir gölge mi yoksa kaşları mı çatılmış?.. Nadir'in sesi, solgun resimden çok alçak çıkıyor: "Ben sanatın yüceliğine inanmıyorum, Mian Sahib. Sanat kategorilerin dışında olmalıdır; benim şiirimle -şey- hokkavurmaca oyunu eşittir." Bunun üzerine düşünceli bir kadın olan Rani şaka yapıyor: "Belki de bir odamı paan-çiğnemece ve hokka-vurmaca için tahsis etmeliyim. Laciverttaşı kakmalı çok güzel gümüş bir tükürük hokkam var, hepiniz gelip denemelisiniz. Varsın beceriksiz tükürüklerimizden duvarlar kirlensin! Bunlar en azından dürüst lekeler olur." Artık fotoğrafın söyleyecek bir şeyi kalmadı; şimdi fark ediyorum. Sinekkuşu bütün bu süre zarfında hep resmin köşesindeki, dedemin omzunun arkasındaki kapıya bakıyormuş. Kapının ardında tarih bekliyor. Sinekkuşu gitmek için sabırsızlanıyor ama bizimle birlikte oldu ve olmakla hayatım boyunca peşimden gelecek iki iz bıraktı bize: sihirbazlar gettosuna giden iz ve kafiyesiz, fiilsiz şair Nadir'le paha biçilmez gümüş hokkanın hikâyesini anlatan iz. 49 "Ne saçma," diyor bizim Padma. "Resim nasıl konuşur? Burada bırak; düşünemeyecek kadar yorulmuşsun." Ama Mian Abdullah'ın durmadan vızıldamak gibi tuhaf bir alışkanlığı olduğunu, garip bir biçimde, ne melodili ne melodisiz, bir makine ya da dinamo gibi hafiften, mekanik bir biçimde sürekli vızıldadığını söyleyince hemen yutuyor, "Madem o kadar enerjik bir adammış hiç şaşırmadım," diyor basiretle. Yine kulak kesiliyor; ben de konuya ısınarak Mian Abdullah'ın mırıltısının iş temposuyla doğru orantılı olarak yükselip alçaldığını söylüyorum. Öyle bir vızıldama ki pesleştiğinde insanın dişini ağrıtır, en tiz noktasına geldiğinde de yakınlarda kim varsa ereksiyona uğratırdı. ("Arre ba-ap," diyerek gülüyor Padma, "erkeklerin onu bu kadar tutmasına şaşmamak lazım!") Sekreteri Nadir Han sürekli patronunun timsal tuhaflığına maruz kalır, kulakları, çenesi, penisi Sinekkuşu'nun emirleri doğrultusunda hareket ederdi. Onu yabancıların yanında utandıran ereksi-yonlara, sızlayan azı dişlerine ve genelde yirmi dört saatin yirmi ikisini çalışarak geçirmesine rağmen neden hâlâ onun yanındaydı Nadir? Olayların merkezinde olup onları edebiyata dökmeyi şairlik vazifesi saydığından yanında kalmıyordu - herhalde. Şan şöhret peşinde de değildi. Hayır; Nadir'in dedemle paylaştığı bir şey vardı ki o yetiyordu. O da iyimserlik hastalığına tutulmuştu. Adem Aziz gibi, Kuç Naheen Ranisi gibi Nadir Han da Müslüman Birliği'nden nefret ediyordu ("Kurbağa güruhu!" diye bağırmıştı Rani oktavlar arasında slalom yapan gümüş sesiyle. "Kârlarını koruma peşindeki toprakağaları! Onların Müslümanlarla ne alakası var? Kongre reddettikten sonra kurbağalar gibi İngilizlere gidip onlar için hükümet kuruyorlar!"


"Hindistan'dan Elinizi Çekin" önergesinin verildiği yıldı. "Dahası," dedi Rani, "hepsi delirmiş. Yoksa neden Hindistan'ın bölünmesini istesinler ki?") Mian Abdullah, yani Sinekkuşu, Özgür İslam Meclisini neredeyse tek başına kurmuştu. Çeşitli Müslüman hiziplerin liderlerini, Birlikçilerin sofuluğuna ve çıkarcılıklarına karşı, gevşek bir federasyon oluşturmaya çağırmıştı. Bu büyük bir birleştirme numarasına dönüştü çünkü hepsi geldiler. İlk Meclis Lahor'da toplanmıştı; Agra'da da ikincisi toplanacaktı. Platformlar tarım hareketlerinin, kentli işçi sendikalarının liderleriyle, din büyükleriyle ve bölgesel gruplarla dolacaktı. Bu sefer birinci toplantıda kendini hissettiren şey doğrulanacaktı: Hindistan'ın bölünmesini isteyen Birlik, sadece kendi adına konuşuyordu. "Bize sırtlarını çevirdiler," diyordu Meclisin ilanları, "şimdi de arkalarından vur50 duğumuzu iddia ediyorlar!" Mian Abdullah bölünmeye karşıydı. İyimserlik salgınının pençesindeki, Sinekkuşu'nun koruyucusu Kuç Naheen Ranisi ufuktaki bulutlardan hiç söz etmiyordu. Agra'nın Müslüman Birliği'nin kalesi olduğunu hiç söylemiyordu, "Adem oğlum, Sinekkuşu Meclisi burada toplamak niyetindeyse ona kalk Allahabad'a git demeyeceğim," diyordu. Hiç şikâyet etmeden, karışmadan bütün masrafları üstlenmişti; üstüne üstlük şehirde düşmanlar da ediniyordu. Rani öteki Hint prens ve prensesleri gibi yaşamazdı. Teetar avları düzenlemek yerine burs veriyordu. Otel skandalları yerine politikayla ilgileniyordu. Söylentiler başlamıştı. "Şu burs verdiği insanlar var ya, herkes onların müfredat dışı vazifeleri olduğunu biliyor. Karanlıkta kadının odasına gidiyorlarmış, lekeli yüzünü göstermiyormuş onlara hiç, o şuh cadı sesiyle onları büyüleyip yatağa çağınyormuş!" Adem Aziz cadılara inanmazdı. Rani'nin Farsça'da da Almanca'da da aynı rahatlıkla at koşturan parlak arkadaş çevresinden hoşlanıyordu. Ama Rani hakkındaki hikâyelere inanıp inanmamak konusunda kararsız kalan Nesim Aziz prensesin evine yapılan ziyaretlerde kocasına hiç eşlik etmiyordu. "Allah insanların bir sürü dil konuşmasını isteseydi," derdi, "ağzımıza bir tane dil koyar mıydı?" Sinekkuşu'nun iyimserlerinden hiçbirisi olacaklara hazırlıklı değildi. Hokka-vurmaca oynayıp yerdeki çatlakları görmezden geliyorlardı. Bazan efsaneler gerçeği yaratır ve olgulardan daha yararlı olur. Efsaneye bakılırsa -paan dükkanındaki ihtiyarların cilalı dedikodusuna bakılırsa- Mian Abdullah'ın başına bu felaket, Nadir Han'ın uğursuzluk getireceğini söyleyerek onu uyarmasına rağmen Agra tren istasyonundan tavuskuşu tüyünden bir yelpaze alması yüzünden gelmişti. Dahası o gece ay hilaldi, Abdullah Nadir'le birlikte çalıştığından, yeni ay yükseldiğinde ikisi de onu camın arkasından görmüşlerdi. "Bunlara dikkat etmek lazım," dedi areka çiğneyiciler. "Biz yaşımızı başımızı aldık, bunları biliriz." (Padma da başını sallayarak onlara katılıyor.) Meclis'in bürosu Üniversite kampüsündeki tarihi fakülte binasının zemin katındaydı. Abdullah'la Nadir gece mesailerini bitirmek üzereydiler; Sinekkuşu'nun vızıltısı pesleşmişti ve Nadir'in dişleri sızlıyordu. Büronun duvarında Abdullah'ın en sevdiği Bölünme Karşıtı sloganın yer aldığı afiş vardı, şair İkbal'den bir dize: "Tanrıya yabancı bir ülke nerede bulunur?" Suikastçılar kampüse gelmişlerdi. Olgular: Abdullah'ın bir sürü düşmanı vardı. İngilizlerin ona karşı tavrı hep ikircikliydi. Tuğgeneral Dodson onu kentte istememişti. Kapı 51 çalındı, Nadir açtı. Odaya altı yeni ay girdi, yüzleri maskeli karalar giymiş altı adamın tuttuğu hilal şeklinde altı bıçak. İki adam Nadir'i tuttu, ötekiler Sinekkuşu'na yöneldi. "O anda," diyor areka çiğneyiciler, "Sinekkuşu'nun vızıltısı tizleşti. Tizleştikçe tizleşti, yara, suikastçıların organları cüppelerini çadıra çevirirken gözleri faltaşı gibi açıldı. Sonra -aman Allah!- bıçaklar şarkı söylemeye başladı, Abdullah daha da yüksek sesle şakıyordu, hayatında hiç söylemediği kadar yüksek sesle. Vücudu sertti, uzun kıvrık bıçaklar onu öldüremiyordu; bir tanesi bir kaburganın üzerinde kırıldı ama ötekiler kısa sürede kana bulandılar. Ama-iyi


dinle!- Abdullah'ın vızıltısı insan kulaklarının eşiğini aşmış, kasabanın köpekleri tarafından duyulmuştu. Agra'da belki de sekiz bin dört yüz yirmi sokak köpeği vardır. O gece herhalde bir kısmı yemek yiyordu, bir kısmı ölüyordu; bazıları çiftleşiyordu, kimisi de çağrıyı duymamıştı. Sen de iki bin; geriye kalır altı bin dört yüz yirmi it, hepsi dönüp üniversiteye koştular, birçoğu kasabanın öteki ucundaki tren yolundan geliyordu. Bunun doğru olduğunu herkes bilir. Uyuyanlar dışında herkes gördü. Bir ordu gibi gürültüyle ilerliyorlardı, sonradan kemikler, bok, kıl tutamları bulunacaktı yollarında bu sırada Abdullahji vızıldıyordu, vızıldıyordu ve bıçaklar şarkı söylüyordu. Şunu da bil: birdenbire katillerden birinin gözü çatladı ve yuvasından dışarı fırladı. Sonradan halının içinde cam parçaları buldular!" Dediklerine göre: "Köpekler geldiğinde Abdullah ölmek üzerey-miş, bıçaklar da körelmiş vahşi hayvanlar gibi gelmişler, pencereden içeri atlamışlar, Abdullah'ın vızıltısı kırdığı için pencerede cam yokmuş kapıyı kırana kadar üzerine abanmışlar sonra her yeri doldurmuşlar baba!., kimi bacaksız, kimi tüysüz ama çoğunun en azından dişi varmış, kimisi de keskinmiş Ondan sonracığıma; suikastçıların kimsenin geleceğinden korkusu yokmuş herhalde çünkü hiç nöbetçi bırakmamışlar; köpekler onları gafil avlamış O ödlek Nadir Han'ı tutan iki adam, gırtlaklarına atlayan belki altmış sekiz köpeğin ağırlığı altında yere düşmüşler katiller o kadar feci paralanmışlardı ki sonradan kimse kim olduklarını anlayamadı." "Bir ara," diyorlar, "Nadir pencereden atlayıp koşmaya başlamış. Köpeklerle suikastçılar o kadar meşgulmüş ki kimse peşine düşmemiş." Köpeklerle suikastçılar mı?.. Bana inanmıyorsanız kontrol edin. Mian Abdullah ve Meclisini araştırın. Onun hikâyesini nasıl hasır altı etmişiz öğrenin sonra da yardımcısı Nadir Han'ın ailemin halıları altında nasıl üç yıl geçirdiğini anlatayım size. 52 Nadir Han gençken, hayatı tümüyle sanatına sığdırmaya çalıştığı için tablolarını gittikçe büyüten bir ressamla aynı odada kalmış. "Şu halime bak," demiş ressam kendini öldürmeden önce, "Minyatürcü olmak istemiştim ama filciliğe yakalandım!" Hilal bıçaklar gecesinin kabaran olayları Nadir Han'a oda arkadaşını hatırlattı çünkü hayat bir kez daha gerçek boyutlarında kalmayı reddetmişti. Melodramatik bir hal almıştı ve bu da canını sıkmıştı. Nadir Han gece vakti kimseye görünmeden kenti nasıl koşarak geçti? Bunu onun kötü bir şair ve anadan doğma bir kazık kakıcı olmasına veriyorum. Koşarken ne yaptığını dışarıdan izliyordu, bedeni ucuz bir korku romanındaki gibi davrandığı için özür diliyordu sanki; hani şu işportacıların tren istasyonlarında sattığı cinsten bir romandaki gibi, ya da nezleye, tifoya, iktidarsızlığa, sıla özlemine, fakirliğe iyi gelen ilaçların yanında bedava verdikleri bir romandaki gibi. Cornwallis Caddesinde ılık bir geceydi. Boş rikşa-durağının yanında bir kömür maltızı duruyordu. Paan dükkânı kapanmıştı, ihtiyarlar ertesi gün oynayacakları oyunun rüyasını görerek damda uyuyorlardı. Aylak aylak Red and White sigarasının paketini çiğneyen uykusu kaçmış bir inek, dertop olmuş sokakta uyuyan bir adamın yanından geçti, bu da adamın ertesi sabah uyanacağını gösteriyordu çünkü bir inek ölmek üzere olmadığı müddetçe uyuyan bir adamı görmezlikten gelir. Ölmek üzereyse, dalgın dalgın koklamaya başlar. Kutsal inekler her şeyi yiyebilirler. Dedemin, mücevher dükkânlarının satışından gelen para ve kör Ghani'nin çeyiz anlaşması sayesinde alınmış büyük, eski taş evi, caddeden biraz geride karanlıkta duruyordu. Arkada duvarlı bir bahçe ve bahçe kapısının yanında dışarıda, Hamdard ve rikşacı oğluna ucuza kiraya verilmiş alçak bir ev vardı. Evin önünde ineklerin çektiği su değirme-niyle kuyu vardı; Cornwallis Caddesindeki bahçe kapısına kadar evin yanı sıra ekilmiş küçük mısır tarlası bu kuyudan kanallar vasıtasıyla sulanıyordu. Evle tarla arasında yayalar ve rikşalar için küçük bir yol vardı. Agra'da bisikletli rikşalar, yayan çekilen rikşaların yerini almaya yeni yeni başlamıştı. Atların çektiği tongalar hâlâ iş yapıyordu ama gitgide azalıyorlardı Nadir Han kendini kapıdan içeri attı, sırtını duvara dayayıp çömelerek bir an durdu, altına işeyince yüzü


kızardı. Sonra, kararının bayağılığından sıkılmış gibi mısır tarlasına koşup arasına daldı. Güneşte boy atmış bitkilerinin arasına kısmen saklanarak cenin gibi kıvrılıp yattı. Rikşacı Raşit on yedi yaşındaydı ve sinemadan dönüyordu. O sabah iW adamın alçak bir el arabasında, sırt sırta konmuş el yapması iki de53 vasa posteri taşıdığını görmüştü, yeni filmi duyuruyorlardı: Gai-Wallah, başrolde Raşit'in en sevdiği oyuncu Dev. DELHİ'DE ELLİ HAFTA NEFES KESTİKTEN SONRA BURADA! BOMBAY'DA ALTMIŞ ÜÇ HAFTA KAPALI GİŞE OYNADIKTAN SONRA BURADA! diye bas bas bağırıyordu posterler. İKİNCİ YILINDA ZİRVEDE! Film bir doğu wes-terniydi. Kahramanı, pek de ince olmayan Dev, otlaklarda tek başına dolaşıyordu. Hint-Ganj ovalarına çok benziyordu bu otlaklar. Gai-Wallah inek-dostu demekti ve Dev inekleri korumak için tek adamdan ibaret bir ordu gibi hareket ediyordu. TEK BAŞINA! ve ÇİFTE SİLAHLA!, sezdirmeden mezbahaya götürülen sığır sürülerinin arasına dalıyor, çobanlan etkisiz hale getirip kutsal hayvanları kurtarıyordu. (Film Hint seyircisi için yapılmıştı; Delhi'de ayaklanmalara neden olmuştu. Müslüman Birliği taraftarları inekleri sinemaların yanından geçirip mezbahalara götürünce linç edilmişlerdi.) Şarkılar ve danslar güzeldi, kız da güzeldi, bir de kızı koskoca kovboy şapkasıyla dans ettirmeseler-di çok daha hoş olacaktı. Raşit önlerde bir koltukta oturuyordu ve ıslıklarla bağırışlara o da katılmıştı. İki samosa yemiş, çok para harcamıştı; annesi üzülecekti ama iyi vakit geçirmişti. Rikşasını eve sürerken filmde gördüğü bazı numaralan yapıyordu; hafif bir bayırdan aşağı pedalları bırakmış inerken GaiWallah'ın düşmanlarından saklanmak için atını kullanması gibi bisikletin bir tarafına eğildi. Son anda doğrularak gidonu çevirdi ve rikşa harika bir manevrayla kapıdan girip mısır tarlasının yanındaki yola saptı. Gai-Wallah bu numaraya, içki içip kumar oynayarak çalıların arasında oturan sığırtmaç çetesini gözlemek için başvurmuştu. Raşit frene basıp kendini mısır tarlasına attı, gafil sığırtmaçlara doğru -SON SÜRAT!- koşuyordu, silahları ateşe hazırdı. Kamp ateşlerine yaklaşırken onları korkutmak için nefretle bağırdı. YAAAAAAA-AA! Tabii Doktor Sahibin evinin bu kadar yakınında gerçekten de çığlık atmamış, sadece ağzını açıp bağırır gibi yapmıştı. DAN! DAN! Nadir Han uyumakta güçlük çekiyordu, gözlerini açmıştı. Bir de baktı ki -HİYAAAA!- gözü dönmüş sıska birisi posta treni gibi, çığlık çığlığa bağırarak -yoksa sağır mı olmuştu çünkü hiç ses duymuyordu!- üzerine geliyor; ayağa fırladı, çığlık tam onun fazlaca dolgun dudaklarına sirayet ederken Raşit de onu gördü ve sesini buldu. İkisi de aynı anda ci-yaklayarak birbirlerinden tam aksi istikamete koşmaya başladılar. Sonra diğerinin kaçtığını fark ederek durup sallanan mısırlar arasından birbirlerine baktılar. Raşit, Nadir Han'ı tanıdı, parçalanmış giysilerini gördü ve çok kaygılandı. "Ben dostum," dedi Nadir salakça. "Doktor Aziz'i görmem lazım." 54 "Ama doktor uykuda, mısır tarlasında değil." Kendini topla diyordu Raşit kendi kendine, aptal aptal konuşma! Bu adam Mian Abdullah'ın arkadaşı!.- Ama Nadir onun ne dediğinin farkında değil gibiydi, yüzü şekilden sekile giriyordu, sanki tavuk parçalan gibi dişlerinin arasına kaçmış bazı kelimeleri bulup çıkarmaya çalışıyordu "Hayatım," diyebildi en nihayet, "tehlikede." Bunun üzerine hâlâ Gai-Wallah'in etkisinde olan Raşit yardıma koştu. Nadir'i evin yan tarafındaki bir kapıya götürdü. Üzerinde asma kilit vardı ama Raşit kilidi çekince elinde kaldı. "Hint malı," diye fısıldadı, sanki bu her şeyi açıklıyormuş gibi. Nadir içeri girerken Raşit tısladı: "Bana güvenebilirsin sahib. Ağzım mühürlü! Anamın kır saçları üzerine yemin ederim." Kilidi dışarıdaki yerine taktı. Sinekkuşu'nun sağ kolunu kurtarmıştı!.. Ama neden? Kimden? Gerçek hayat filmlerden bile daha iyi oluyordu, bazan. "O mu?" diye soruyor Padma, kararsızlıkla. "O şişko korkak fıçı mı? Baban o mu olacak?" 55


Halının Altında BU, iyimserlik salgınının sonu oldu. Sabahleyin Özgür İslam Meclisinin bürosuna giren temizlikçi kadın, sesi kesilmiş vaziyette, etrafında pati izleri ve katillerinin parçalan ile yerde yatan Sinekkuşu'nu buldu. Çığlığı bastı ama sonra, yetkililer gittiğinde ondan odayı temizlemesi istendi. Sayısız köpek kılını süpürdükten, bir sürü pireyi öldürdükten, kırık cam gözün parçalarını halıdan temizledikten sonra Üniversite'nin iş denetçisine, bu tip şeylerin devamı gelecekse ücretinin arttırılması gerektiğini söyledi. İyimserlik mikrobunun son kurbanıydı muhtemelen ama hastalığı uzun sürmedi çünkü denetçi katı bir adamdı ve onu kapının önüne koydu. Ne suikastçılar teşhis edilebildi ne de azmettirenlerin kim olduğu ortaya çıktı. Dedem Tuğgeneral Dodson'ın emir subayı Binbaşı Zülfi-kâr tarafından kampüse, arkadaşının ölüm belgesini yazmaya çağrıldı. Binbaşı Zülfikâr geriye kalan birkaç pürüzü halletmek için Doktor Aziz'e uğrayacağına söz verdi; dedem burnunu silerek oradan ayrıldı. Meydanda çadırlar kırılmış umutlar gibi toplanıyordu; Meclis bir daha asla bir araya gelmeyecekti. Kuç Naheen Ranisi yatağa düştü. Hayatı boyunca ciddiye almadığı hastalıklarının onu ele geçirmesine boyun eğdi ve teninin çarşafların rengini alışını seyrederek senelerce yattı. Bu sırada Cornwallis Caddesindeki eski ev potansiyel anneler ve olası babalarla dolup taşıyordu. Tamam Padma; yakında öğreneceksin. Burnumu kullanarak (çok kısa süre önce tarih yaratmasına olanak veren gücünü yitirmiş de olsa telafi niteliğinde başka yetiler kazandı) ve onu içime doğru çevirerek, Hindistan'ın vızıldayan umudunun ölümünü takip eden günlerde dedemin evindeki atmosferi kokluyorum, seneler öncesinden garip bir kokular karışımı sürükleniyor bana doğru; huzursuzluk dolu, gizlenen şeylerin kokusu, filizlenen aşkın, anneannemin merakının ve gücünün keskin kokusuna karışıyor Müslüman 56 Birliği tabii gizliden gizliye, rakibinin ortadan kalkmasına sevinirken, dedem her sabah kendi deyişiyle "gökgürültüsükutusu"nun üzerinde oturur vaziyette bulunuyor (burnum onu buluyor), gözlerinde yaşlar. Ama bunlar keder gözyaşları değil. Adem Aziz sadece Hintlileşmenin bedelini ödüyor ve çok berbat kabızlık çekiyordu. Kötü kötü tuvaletin duvarındaki lavman tertibatına bakıyor. Dedemin mahremiyetine neden mi girdim? Mian Abdullah'ın ölümünden sonra dedemin kendini işine verdiğini, bir yandan üniversitedeki hekimlik görevini sürdürürken, bir yandan da demiryolu kenarındaki gecekondularda oturan hastaların bakımını üstlenerek onlara bibersuyu şırınga eden ve kızarmış örümceğin körlüğü tedavi edeceğini sanan şarlatanlardan onları kurtardığını anlatmak dururken neden; dedemle ikinci kızı Mümtaz arasında gitgide gelişen büyük sevgiyi, teninin karalığı yüzünden annesinden fazla iltifat görmeyen ama hassas, ilgili ve kırılgan olduğu için kızının o sorgusuz sualsiz şefkatine ihtiyaç duyan azaplar içindeki babasının pek kıymetlisi olan Mümtaz'la muhabbetlerini anlatmak dururken neden; burnundaki artık hiç dinmeyen kaşıntıyı anlatacak yerde neden dışkısıyla oyalanıyorum? Çünkü bir ölüm belgesini imzaladığı günün ikindisinde Adem Aziz heladaydı ki birdenbire bir ses -yumuşak, korkak, utangaç, kafiyesiz bir şairin sesi-tuvaletin bir köşesindeki kocaman eski çamaşır sandığının içinden onunla konuştu ve ona öyle bir şok yaşattı ki yarattığı gevşetici etki sayesinde tuvaletin duvarında asılı duran lavman aletinin kancasından indirilmesine gerek kalmadı. Rikşacı Raşit, Nadir Han'ı temizlikçi girişinden gökgürültüsükutusu mekânına sokmuştu, o da çamaşır sandığına saklanmıştı. Dedemin şaşkın bağırsak kasları gevşerken kulakları da bir sığınma ricası duydu, çarşaflar, kirli çamaşırlar, eski gömlekler ve konuşanın utancıyla boğulmuş bir rica. Adem Aziz Nadir Han'ı saklamaya işte bu şekilde razı oldu. Şimdi kavga kokusu geliyor çünkü Muhterem Valide Nesim kızlarını düşünüyor, yirmi bir yaşındaki Aliye'yi, on dokuz yaşındaki esmer Mümtaz'ı ve on beşinde bile olmayan ama


gözlerinde ablalarından bile olgun bir ifade taşıyan güzel, hoppa Emerald'ı. Kasabada, hokkavuru-cular, rikşacılar, elarabasında film afişi gezdirenler ve üniversite öğrencileri arasında üç kızkardeş "Teen Batti" adıyla anılıyordu, üç parlak ışık Yabancı bir adamın Aliye'nin ağırbaşlılığı, Mümtaz'ın esmer, parlak teni ve Emerald'ın gözleriyle aynı evde kalmasına nasıl izin verebilirdi Muhterem Valide?.. "Sen aklını oynatmışsın, bey; o adamın ölümü senin beynine bir şeyler yaptı." Ama Aziz kararlıydı: "Burada 57 kalacak." Mahzende çünkü Hindistan'da saklanma yeri her zaman ciddi bir mimari kaygı olmuştur, bu yüzden de Azizlerin evinde, sadece yerdeki üzeri halı kaplı kapaklardan girilebilen yer altı odaları vardı Nadir Han kavganın boğuk uğultusunu duyuyor ve kaderinden endişe ediyordu. Tanrım (avuçları ter içinde olan şairin düşüncelerinin kokusunu alabiliyorum), dünya ne hale geldi bu ülkede biz insan mıyız? Yoksa hayvan mı? Ya gitmem gerekirse bıçaklar beni ne zaman bulacak?.. Aklından tavuskuşu tüyünden yapılma yelpazeler, camdan görülen ve kanlı bıçaklara dönüşen yeni ay görüntüleri geçiyor Yukarıda Muhterem Valide konuşuyor, "Evde bir sürü bekâr kız var, nederlero-na; sen kızlarına böyle mi saygı gösteriyorsun?" Şimdi de burnuma kendini kaybetmiş bir öfkenin buharı geliyor; Adem Aziz'in büyük, yıkıcı öfkesi zincirinden boşalıyor ve Nadir Han'ın yeraltında olduğunu, kızlarının ırzına geçemeyecek şekilde halının altına süpürüldüğünü söyleyeceğine; fiilsiz ozanın uykusunda bile uygunsuz bir şey yaptığında kızaracak kadar edepli olduğunu belirteceğine; böylesi mantıklı kanalları deneyeceğine dedem bağırıyor, "Kes sesini kadın! Adamın bizim korumamıza ihtiyacı var; burada kalacak!" Bunun üzerine anneannemin üzerine sabit bir parfüm, koyu bir kararlılık bulutu çöküyor: "Peki öyleyse. Madem, nederlerona, sesimi kesmemi istiyorsun. Bundan böyle ağzımdan, nederlerona, tek kelime bile çıkmayacak." Aziz inliyor, "İllallah, kadın, şu çılgın yeminlerini kendine sakla!" Ama Muhterem Valide'nin dudakları mühürlenmiş, eve sessizlik çökmüştü. Çürük kaz yumurtasına benzeyen sessizlik kokusu burun deliklerime doluyor; her şeye baskın çıkıyor, dünyayı ele geçiriyor Nadir Han loş yeraltında saklanırken, ev sahibesi de sağırlaştırıcı bir sessizlik duvarı arkasına saklanmıştı. İlk başlarda dedem şöyle bir yokla-yıp gedik aradı ama hiç yoktu. En nihayet vazgeçti ve cümlelerinin onu parça parça açık etmesini beklemeye başladı, tıpkı bir zamanlar delik çarşaftan gördüğü gövdesinin küçük parçalarını arzuladığı gibi ve sessizlik, duvardan duvara yerden tavana, evi öylesine doldurdu ki sinekler vızıldamıyor gibiydiler, sivrisinekler ısırmadan önce vızlamaktan çekmiyorlardı sanki; sessizlik avludaki kazların tıslamalarını da bastırmıştı. Çocuklar ilk başta fısıltıyla konuşuyorlardı, sonra sessizliğe gömüldüler; bu sırada mısır tarlasında rikşacı Raşit sessiz "nefret çığlığını" atıyor ve anasının saçları üzerine ettiği kendi sessizlik yeminini tutuyordu. Bir akşam bu sessizlik batağına, kafası da üzerindeki şapka kadar yassı olan kısa boylu bir adam geldi; bacakları rüzgârda yatan sazlar gi58 bi eğriydi; yukarı kıvrık çenesiyle burnu arasında pek az mesafe vardı; bunun sonucunda sesi de tiz ve sertti - nefes alma aygıtıyla çenesi arasındaki dar boşluktan geçebilmek için öyle olması gerekiyordu uzağı oöremeyişi hayatta hep adım adım ilerlemesine neden olmuştu; bu yüzden titizliği ve donukluğuyla ün yapmış, üstlerinin gözbebeği olmuştu, çünkü bu sayede ihanete uğrama korkusuna kapılmadan iyi hizmet alıyorlardı; kolalı ve ütülü üniforması Blanco ve doğruluk kokuyordu; kukla tiyatrosundan kaçmış bir karaktere benzediği halde üzerinde başarının kendine has esansı vardı; istikbal vadeden bir adam olan Binbaşı Zülfikâr söz verdiği gibi birkaç küçük pürüzü halletmeye gelmişti. Abdullah'ın öldürülmesi, Nadir Han'ın şüpheli bir biçimde ortadan kayboluşu kafasını kurcalıyordu ama Adem Aziz'in iyimserlik mikrobuna yakalandığını bildiğinden evdeki sessizliği matem suskunluğuna yorarak fazla uzun kalmadı. (Mahzende Nadir hamamböcekleriyle cebelle-şiyordu.) Bastonu ve şapkası Telefunken radyosunun üzerinde, genç Azizlerin gerçek boyuttaki portrelerinin


bakışları altında, beş çocukla birlikte sessizce çalışma odasında otururken Binbaşı Zülfikâr âşık oldu. Uzağı göremiyordu ama kör de değildi ve "üç parlak ışık"ın en parlağı genç Emerald'ın inanılmaz ölçüde yetişkin bakışlarında, kızın onun geleceğini anladığını ve bu gelecek hatırına görünüşünü bağışladığını gördü; ayrılmadan önce, uygun bir süre bekledikten sonra onunla evlenmeye karar verdi. ("Emerald mı?" diye tahminde bulunuyor Padma. "Annen o aşifte mi yoksa?" Ama başka olası anneler var, başka müstakbel babalar, sessizlikte gelip gidiyorlar.) O sözsüz bataklık zamanında en. büyük kız olan ağırbaşlı Aliye'nin duygusal hayatı da gelişmekteydi; kendini kilerle mutfağa kapatan, dudakları mühürlü olan Muhterem Valide yemini yüzünden- kızını ziyarete gelen bu muşamba ve deri tüccarına güvenmediğini söyleyemiyordu. (Adem Aziz kızlarının erkek arkadaşlar edinmesine izin verilmesinde ısrar etmişti hep.) Ahmet Sina -"Haaa!" diye bağırıyor Padma coşkuyla hatırlayarak- Aliye'yle üniversitede tanışmıştı ve babasının burnunun yüzüne hantal bir bilgelik kazandırdığı bu kitap kurdu, akıllı kız için yeterince zeki görünüyordu; ama Nesim Aziz ondan hoşlanmıyordu çünkü adam yirmisinde boşanmıştı. ("Herkes hata yapar," dedi Adem ona, bu laf neredeyse bir kavgayı başlatacaktı çünkü bir an için Adem'in ses tonunda fazlaca kişisel bir şeyler var gibi gelmişti Nesim'e. Ama sonra Adem ekledi, "Boşanmanın üzerinden bir iki yıl geçsin de bu evin ilk düğününü yaparız, bahçeye koca bir çadır, şarkıcılar, tatlılar." Bu fikir her şeye rağmen Nesim'in hoşuna gitmişti.) Sessizliğin 59 yüksek duvarlı bahçelerinde gezinirken Ahmet Sina ve Aliye konuşmadan anlaşıyorlardı ama herkes onun evlenme teklifinde bulunmasını beklediği halde sessizlik Ahmet Sina'yı da esir almış gibiydi, teklif bir türlü gelmiyordu. Aliye'nin yüzüne o sıralarda bir ağırlık, sarkık bir kötümserlik çökmüştü, bir daha da bu ifadeden tam anlamıyla kurtulamadı. ("Bak şimdi," diye ayıplıyor beni Padma, "saygıdeğer anneciğini insan böyle mi anlatır?") Bir şey daha var: Aliye kilo alma yönünden annesine çekmişti. Seneler geçtikçe balon gibi şişecekti. Ya anasının karnından geceyarısı gibi kapkara çıkan Mümtaz? Mümtaz fazla zeki değildi; Emerald kadar güzel de değildi; ama iyi, hamarat ve yalnızdı. Babasıyla diğer kızkardeşlerinden çok daha fazla vakit geçiriyor, burnundaki geçmek bilmez kaşıntı yüzünden iyice abartılı bir hal alan moral bozukluğundan onu korumaya çalışıyordu; Nadir Han'ın ihtiyaçlarını karşılama işini de o üstlenmişti, her gün yemek dolu tepsiler ve süpürgelerle onun yeraltı dünyasına iniyor, hatta temizlikçilerden biri onun orada olduğunu öğrenmesin diye Nadir'in gökgürültü-sükutusunu bile o boşaltıyordu. Mümtaz aşağı indiğinde Nadir gözlerini yere dikiyordu; o dilsiz evde birbirlerine tek kelime etmiş değillerdi. Ne demişlerdi hokka vurucular Nesim Aziz hakkında? "Ne işler karıştırdıklarını anlamak için kızlarının rüyalarına bile kulak misafiri oluyordu." Evet, başka bir açıklaması yok, bu bizim ülkede çok daha tuhaf şeylerin de olduğu bilinir, günlük bir gazete alıp hangi köyde ne mucizeler olmuş bakın - Muhterem Valide kızlarının rüyalarını görmeye başlamıştı. (Padma bunu gözünü bile kırpmadan kabul ediyor; ama başkalarının kolayca kabul edebileceği şeyleri de rahatça inkâr edebilir. Her izleyici kitlesinin kendine göre bir inancı var.) Velhasıl, geceleyin uyurken Muhterem Valide Emerald'ın rüyalarına gidiyor ve onların içinde başka bir rüya buluyor - Binbaşı Zülfıkâr'ın, yatağının yanında banyosu olan büyük, modern bir eve sahip olma yolundaki özel fantazi-sini. Binbaşının ihtirasının doruğu buydu; bu şekilde Muhterem Valide sadece kızının Zülfi'siyle gizli gizli, konuşmanın mümkün olduğu yerlerde buluştuğunu keşfetmekle kalmadı, Emerald'ın ihtiraslarının sev-gilisininkilerden daha iddialı olduğunu da öğrendi. Adem Aziz'in rüyalarında da (neden olmasın?) kocasının karnında yumruk büyüklüğünde bir delik, hüzünle Keşmir'de bir dağda yürüdüğünü gördü ve artık kendisini sevmemeye başladığını tahmin etti, aynı zamanda kocasının ölümünü de öngördü; öyle ki seneler sonra duyduğunda sadece "Ben zaten biliyordum," dedi.


60 Çok geçmeden, diye düşündü Muhterem Valide, Emerald mahzendeki misafiri Binbaşısına söyler; böylece ben de tekrar konuşabilirim- Ama sonra bir gece, Güney Hindistanlı balıkçı kadınların tenine benzeyen teni yüzünden bir türlü sevemediği arap kızı Mümtaz'ın rüyalarına girdi ve meselenin orada bitmeyeceğini anladı; çünkü Mümtaz Aziz de -halılar altındaki hayranı gibi- âşık oluyordu. Kanıt yoktu. Rüya işgali -ya da analık bilgisi, kadınlık içgüdüsü, ne derseniz deyinmahkemede delil olarak kullanılacak bir şey değildir; Muhterem Valide de bir kızı babasının çatısı altında kırıştırmakla suçlamanın ne kadar ciddi bir mesele olduğunun farkındaydı. Buna ek olarak Muhterem Valide'ye bir katılık gelmişti; hiçbir şey yapmamaya, sessizliğini aynen muhafaza etmeye ve Adem Aziz'in modern düşüncelerinin çocuklarını nasıl mahvettiğini kendisinin keşfetmesine göz yummaya karar verdi - görsündü bakalım; karısının mazbut, eski moda fikirlerini hayatı boyunca bastırmaya çalışmanın ne demek olduğunu. "Amma hınçlı kadın," diyor Padma; ben de ona katılıyorum. "Eee?" diye soruyor Padma. "Doğru muydu?" Evet, bir bakıma doğruydu. "Mahzende aganigi yapıyorlar mıydı? Başlarında bir dadı bile yok muydu?" Vaziyeti bir düşün - hafifletici sebepler vardı. Gün ışığında saçma, hatta yanlış görünecek şeyler yeraltında olağan görünüyordu. "O şişko şair zavallı karamuğu? Yaptı mı?" Çok da uzun zamandır oradaydı şair - hamamböcekleriyle konuşmaya başlayacak kadar uzun, günün birinde gitmesini isteyeceklerinden korkacak kadar, rüyasında hilal bıçaklar, uluyan köpekler görecek kadar, Sinekkuşu'nun hayatta olup da ona akıl vermesini isteyecek kadar ve yeraltında şiir yazılmadığını keşfedecek kadar uzun; sonra kızın biri yemek getiriyor, oturaklarını temizliyor, gözlerini yere indiriyorsun ama zerafetle parlayan bir bilek görüyorsun, yeraltı gecelerinin karası gibi kara bir bilek "Bunu yapacağını hiç ummazdım." Padma'nın sesinde hayranlık var. "İşe yaramaz şişkoya da bak!" En nihayet, herkesin hatta mahzende yüzü olmayan düşmanlarından saklanan kaçağın bile dilinin damağına yapıştığı bu evde, evin oğullarının bile rikşacı çocukla orospular hakkında şakalaşmak, organlarının uzunluğunu karşılaştırmak ve sinema yönetmeni olma hayallerini fısıldamak (Hanif in hayali, sinemanın genelev işinin bir devamı olduğuna 61 inanan rüya-işgalcisi annesini dehşete düşürüyordu) için mısır tarlasına gitmek zorunda olduğu bu evde, tarihin baskını sonucu hayatın bir garabete dönüştüğü bu evde, hele hele yeraltının karanlığında Nadir kendini tutamadı, gözlerinin yukarı doğru kalktığını hissetti, narin sandaletlerden, bol pantolondan, geniş kurtadan ve iffet örtüsü duppatadan yukarı, ta ki gözler gözlerle karşılaşana değin ve sonra "Sonra ne? Hadi baba, sonra ne oldu?" Mümtaz utanarak ona gülümsedi. "Ne?" Ondan sonra yeraltında gülümsemeler peydahlandı ve bir şeyler başladı. "Eee n'olmuş yani? Hepsi bu mu?" Hepsi bu; ta ki Nadir Han dedemi görmek istediğini söyleyene -sözleri sessizlik sisinin içinde güçlükle duyuluyordu- ve ondan kızını isteyene kadar. "Zavallı kız," diyor Padma, "Keşmir kızları genelde dağlardaki kar gibi beyaz olur ama buncağız kara çıkmış. Tabii, teni yüzünden iyi bir koca bulamayacaktı kendine herhalde; Nadir de aptal değil. Artık onun kalmasına ses çıkarmayacaklar, yiyecek içecek, başının üzerinde bir çatı olacak, o şişko bir solucan gibi yeraltında saklansın yeter. Evet, o kadar da aptal değilmiş."


Dedem Nadir Han'ı artık tehlikede olmadığına inandırmak için çok uğraştı; suikastçılar ölmüşlerdi, gerçek hedefleri de Mian Abdullah'dı; ama Nadir Han hâlâ şarkı söyleyen bıçakları görüyordu rüyalarında, yalvar yakar oldu, "Daha değil Doktor Sahib; lütfen biraz daha zaman verin bana." Bunun üzerine yazının sonlarında -yağmurlar yine gecikmiştibir gece dedem, çok az kelimenin sarfedildiği o evde sesi tuhaf ve uzak tınlayan dedem, çocuklarını portrelerin asılı olduğu çalışma odasında topladı. İçeri girdiklerinde, sessizlik ağı içinde odasına kapanmayı tercih eden annelerinin orada olmadığını gördüler; ama içeride bir avukat ve (Aziz istemeye istemeye Mümtaz'ın isteğine rıza göstermişti) bir molla vardı; ikisi de hasta Kuç Naheen Ranisi tarafından gönderilmişti, ikisi de son derece "sıkı ağızlıydı". Kardeşleri Mümtaz gelinlik giymişti, yanında da radyonun önüne konmuş bir iskemlede, düz saçlı, aşırı kilolu, utangaç Nadir Han oturuyordu. Böylece evde yapılan ilk düğünde ne çadır, ne şarkıcı, ne tatlı vardı, misafir sayısı da çok kısıtlıydı; tören bittikten ve Nadir Han gelinin duvağını kaldırdıktan sonra -Aziz'i şoka sokmuş, kendini bir an genç hissetmesine, Keş62 mir'de bir kerevette oturduğunu, insanların kucağına rupiler attığını düşünmesine neden olmuştu- dedem eniştelerinin mahzende olduğunu kimseye söylemesinler diye hepsine yemin ettirdi. Emerald yeminini en son ve gönülsüzce etti. Sonra Adem Aziz oğullarının yardımıyla çalışma odasının zeminindeki kapaktan aşağı çeşitli eşyalar taşıdı; örtüler, yastıklar, lambalar, büyük rahat bir yatak. Son olarak da Nadir'le Mümtaz mahzene indiler; kapak kapatıldı, halı yerine kondu ve karısını hiçbir erkeğin karısını sevmediği kadar incelikle seven Nadir Han onu yeraltı dünyasına taşıdı. Mümtaz Aziz ikili bir yaşam sürmeye başladı. Gündüzleri, ailesinin yanında namuslu bir hayat süren, üniversitede vasat bir eğitim yapan bekâr bir kızdı, hayatı boyunca alameti farikası olacak olan hamaratlık, asalet ve sabır yetilerini geliştiriyordu, geçmişindeki konuşan çamaşır sandıklarının saldırısına uğrayıp kadayıf gibi yamyassı olana kadar, hatta o zaman bile bu yetilerini kaybetmeyecekti; geceleriyse bir kapaktan aşağı inip, lamba ışığıyla aydınlanan saklı düğün odasına giriyordu, gizli kocası Tac Mahal diyordu buraya çünkü bir zamanlar Tac Bibi diye anılan başka bir Mümtaz vardı - imparator Şah Cihan'ın karısı Mümtaz Mahal. Karısı öldüğünde şah ona o türbeyi yaptırmıştı, kartpostallarda ve çikolata kutularında ölümsüzleşmiş olan, dış koridorları sidik kokan, duvarları yazılarla kaplı ve üç dilde sessizlik talep eden levhalara rağmen rehberlerin turistler için nasıl yankı yaptığını denedikleri türbeyi. Şah Cihan'la Mümtaz'ı gibi, Nadir ve esmer sevgilisi yan yana yatıyorlardı ve laciverttaşı kakmalı gümüş hokka onlara arkadaşlık ediyordu çünkü yatağa çivilenmiş, ölmek üzere olan Kuç Naheen Ranisi onlara düğün hediyesi olarak enfes bir biçim verilmiş, laciverttaşı kakmalı, mücevher işlemeli gümüş bir hokka yollamıştı. Lambayla aydınlanan rahat inzivalarında karı koca ihtiyarların oyununu oynuyorlardı. Mümtaz, Nadir için paan yapıyordu ama kendisi tadını sevmiyordu. O nibu-pani çiğneyip tükürüyordu. Nadir'in tükürüğü kırmızıydı, onunki san-yeşil. Hayatının en mutlu günlerini yaşıyordu. Uzun sessizlik sona erdiğinde şöyle diyecekti, "Sonunda bizim de çocuğumuz olacaktı; o aralar zamanı değildi, hepsi bu." Mümtaz Aziz hayatı boyunca çocukları çok sevdi. . Bu esnada Muhterem Valide sessizliğin pençesindeki ayları ağır ağır deviriyordu; sessizlik öyle mutlak bir hal almıştı ki hizmetçiler bile talimatları işaretlerle alıyorlardı; bir keresinde ahçı onun çileden çıkmış hareketlerinin ne anlama geldiğini çözmeye çalışırken kaynayan salça 63 tenceresine bakmayınca tencere ayağına düşmüş ve ayağını beş parmaklı bir yumurta gibi haşlamıştı; bağırmak için ağzını açtığında hiç ses çıkmadı, bu olaydan sonra kocakarının büyü yaptığına öyle bir inandı ki onun yanından ayrılmaya hiç cesaret edemedi. Ölene kadar avluda topallayarak ve kazların saldırısına uğrayarak o evde kaldı.


Zor yıllardı. Kuraklık yüzünen yiyecekler karneye bağlanmıştı, etsiz pirinçsiz günlerin gelişiyle fazladan, gizli bir boğazı doyurmak da iyice zorlaştı. Muhterem Valide'nin kilerini iyice talan etmesi gerekiyordu ki öfkesi de ateş üzerindeki bir sos gibi kabarıyordu. Yüzündeki benlerden kıllar çıkmaya başladı. Mümtaz kaygıyla annesinin ay be ay şiştiğini gözlüyordu. İçinde konuşulmadan kalmış sözler onu şişiriyor-du Mümtaz'a annesinin derisi tehlikeli bir biçimde gerilmiş gibi geliyordu. Doktor Aziz de günlerini evden dışarıda, öldürücü sessizlikten uzakta geçiriyordu, bu yüzden de gecelerini yeraltında geçiren Mümtaz sevdiği babasını pek fazla göremiyordu; Emerald sözünü tutmuş Binbaşıya aile sırrını anlatmamıştı; ama bunun karşılığında ailesine de onunla olan ilişkisinden hiç söz etmemişti, kısasa kısas; mısır tarlasında Mustafa, Hanif ve rikşacı Raşit günlerin bezginliğine kapılmışlardı; Cornwallis Caddesindeki ev 9 Ağustos 'e kadar bu şekilde sürüklendi, sonra her şey değişti. Aile tarihinin, neyin yenip neyin yenmeyeceğini belirleyen, kendine özgü kuralları vardır. İnsanın sadece izin verilen yerlerini yiyip sindirmesi beklenir, kızıllığı, kanı çekilmiş helal bölümlerini. Ne yazık ki bu, hikâyeleri yavanlaştırıyor; bu yüzden ben helal kurallarına karşı gelen ilk ve tek aile üyesi olacağım. Hikâyenin gövdesi hiç kan kaybetmesin diye, anlatılmaması gereken yere geliyorum ve durmadan devam ediyorum. Ağustosunda ne oldu? Kuç Naheen Ranisi öldü ama benim anlatmak istediğim bu değil, gerçi öldüğünde o kadar beyazlaşmıştı ki onu çarşafların arasında görmek çok zordu; hikâyeme bir gümüş tükürük hokkası armağan ettikten sonra zerafetle ayrılmasını bildi yine ' te musonlar yağmamazlık etmedi. Burma cangılında Orde Wingate ve Çindit gerillaları, aynı zamanda Japon tarafında savaşan Subhas Çand-ra Bose ordusu yağmurlardan sırılsıklam oldu. Cullundur'da şiddete başvurmadan rayların üzerine yatan Satyagraha göstericileri iliklerine kadar ıslandılar. Kavrulan topraktaki çatlaklar kapanmaya başladı; Cornwallis Caddesindeki evin kapılarının pencerelerinin aralarına hav64 lular sıkıştırıldı ve sık sık sıkılıp tekrar yerlerine kondu. Yolların kenarlarında oluşan su birikintilerinde sivrisinekler türedi. Mahzen, yani Mümtaz'ın Tac Mahal'i de öyle rutubetlendi ki en nihayet kız hasta oldu. Birkaç gün kimseye söylemedi ama gözleri kızarıp, ateşten titremeye başlayınca Nadir zatürre olmasından korkarak ona, babasına tedavi olması için yalvarmaya başladı. Bunu izleyen birkaç haftayı kızlık yatağında geçirdi, Adem Aziz de kızının yatağının başucunda oturup o titrerken başına serin bezler koydu. 6 Ağustosta hastalık kırıldı. 9 Ağustos sabahı Mümtaz kendini katı bir şeyler yiyecek kadar iyi hissediyordu. Dedem gidip altına HEIDELBERG yazısı kazınmış eski deri çantayı getirdi çünkü kızı çok bitkin durumda olduğundan onu tepeden tırnağa kontrol etmeye karar vermişti. Çantasını açarken kızı ağlamaya başladı. (İşte bu kadar Padma, mevzuya geldik.) On dakika sonra dedemin gürleyerek hastanın odasından çıkmasıyla uzun sessizlik dönemi sona erdi. Karısını, kızlarını, oğullarını çağırdı. Ciğerleri güçlü olduğundan sesi mahzendeki Nadir Han'a kadar ulaştı. Bu patırtının nedenini anlamakta güçlük çekmemiştir herhalde. Aile yaşlanmayan fotoğrafların altında, radyonun çevresinde çalışma odasında toplandı. Aziz, Mümtaz'ı da odaya getirip bir divana oturttu. Dedemin yüzü berbat görünüyordu. Burnunun içinde neler hissetmekte olduğunu varın tasavvur edin. Çünkü bombayı patlatması gerekiyordu; iki yıllık evlilikten sonra kızı hâlâ bakireydi. Muhterem Valide konuşmayalı üç yıl olmuştu. "Kızım bu doğru mu?" Yırtık bir örümcekağı gibi evin köşelerinden sarkan sessizlik nihayet dağılıp gitmişti; ama Mümtaz sadece başını salladı: Evet. Doğru. Sonra konuştu. Kocasını sevdiğini ve o meselenin de sonunda hallolacağını söyledi. İyi bir adamdı ve çocuk sahibi olmaları mümkün olduğunda kuşkusuz onun da o şeyi yapması mümkün olacaktı. Evliliğin sadece böyle bir şey üzerine kurulu olmaması gerektiğini


düşündüğünü söyledi, bu yüzden de bundan bahsetmemişti, babasının da bunu herkese böyle bas bas bağırarak söylemeye hakkı yoktu. Daha da konuşacaktı ama Muhterem Valide kendini tutamadı. Üç yıldır biriken sözleri dışarı fışkırtıyordu (ama onları depolamak için gerildikçe gerilen gövdesi küçülmedi). Dedem üzerinde patlayan fırtınada Telefunken'in yanında hiç hareket etmeden duruyordu. Bu kimin fikriydi? Erkek bile sayılamayacak, nederlerona, bu korkağı eve almak kimin aklından çıkmıştı? Burada, nederlerona, kuş gibi özgür, yediği önünde yemediği ardında üç yıl geçirdi, tabii etsiz günlerden sana ne, nederlerona, sen pirincin fiyatını ne bilirsin? Bu sinsi evliliğe izin 65 veren marazi kimdi, nederlerona, şu beyaz saçlı marazi? Kim kızını bu şarlatanın yatağına kendi elleriyle koymuştu? Kimin kafası o kahrolası anlaşılmaz salakça şeylerle doluydu, nederlerona, kimin beyni o uçuk yabancı fikirlerden yumuşamıştı da çocuğunun böyle doğal olmayan bir evlilik yapmasına neden olmuştu? Kimin yaptıkları Allah'ın gücüne gitmişti de başına bu ceza gelmişti? Kim evine felaket getirmişti bir saat on dokuz dakika boyunca dedeme söylendi durdu, lafını bitirdiğinde bulutlarda su kalmamıştı ve ev birikinti doluydu. O daha lafını bitirmeden en küçük kızları Emerald çok tuhaf bir şey yaptı. Emerald'ın elleri yüzünün iki yanına kalktı, sonra işaret parmaklan dışarıda kalmak üzere yumrukları sıkıldı. İşaret parmaklan kulaklarına girdi ve sanki Emerald'ı sandalyesinden fırlattı, parmakları kulaklarını tıkamış koşuyordu -SON SÜRAT!- duppatasını giymeden sokağa fırladı, su birikintilerine basa basa, rikşa durağının yanından, ihtiyarların yağmur sonrası temiz hava almaya çıktıkları paan dükkânının yanından geçti, sürati areka tükürükleri arasına dalıp çıkma oyunu oynamak için yerlerinde bekleyen sokak çocuklarını şaşırttı çünkü hiç kimse genç bir hanımın, hele hele Teen Batti'den birinin, elleri kulaklarında ıslak sokaklarda tek başına, omzuna bir duppata almadan koşmasına alışık değildi. Şimdilerde şehirler modern, duppatasız genç hanımlarla dolu; ama o zaman ihtiyarlar üzüntüyle dillerini şaklattılar çünkü duppatasız bir kadın şerefsiz bir kadındı, neden Emerald Bibi şerefini evde bırakmıştı ki? İhtiyarlar şaşkındı ama Emerald ne yaptığını biliyordu. Yağmur sonrası havasında, ailesinin bütün dertlerinin yeraltında yaşayan o korkak şişkonun (evet Padma) başının altından çıktığını açık ve net bir biçimde görüyordu. Ondan kurtulursa herkes tekrar mutlu olacaktı Emerald hiç durmadan Kışlaya koştu. Ordu karargâhına; Binbaşı Zülfi-kâr'ın bulunduğu yere! Yeminini bozarak onun ofisine gitti teyzem. Zülfıkâr Müslümanların sevdiği bir isimdir. Muhammed'in yeğeni Ali'nin çifte uçlu kılıcının ismi. Dünyada eşi benzeri görülmemiş bir si-lahmış bu. Unutmadan; o gün dünyada başka bir şey vuku buluyordu. Dünyada eşi benzeri görülmemiş bir silah Japonya'nın sarı halkının üzerine atılıyordu. Ama Agra'da Emerald kendi gizli silahını kullanıyordu. Çarpık bacaklı, kısa boylu, yassı kafalıydı bu silah; burnu çenesine dokundu dokunacak; yatağının hemen yanında gömme küvet olan büyük, modern bir ev hayal ediyordu. Binbaşı Zülfıkâr Sinekkuşu'nun öldürülmesinin ardında Nadir Han'ın olup olmadığından hiç emin olamamıştı ama bunu ortaya çıkart66 fırsatını ele geçirmek için can atıyordu. Emerald ona Agra'nın yeral-Tac Mahal'inden söz ettiğinde öyle heyecanlandı ki kızmayı unuttu ve on beş adamıyla birlikte hemen Cornwallis Caddesine gitti. Başlarında Emerald olduğu halde çalışma odasına daldılar. Teyzem; güzel yüzlü, duppatasız, pembe pantolonlu hain. Askerler halıyı kaldırıp büyük kapağı açarlarken Aziz sesini çıkartmadan seyretti, anneannemse Mümtaz'ı teselli etmeye çalışıyordu. "Kadınlar erkeklerle evlenmeli," dedi- "Farelerle değil, nederlerona! O, nederlerona, solucanı terk etmenin utanılacak bir yanı yok." Ama kızı ağlamaya devam ediyordu.


Nadir yeraltı dünyasında bulunamadı! Aziz'in ilk kükremesi onu uyarmış, üzerine muson yağmurlarından bile hızla boşalıveren utanca yenik düşerek ortadan kaybolmuştu. Tuvaletlerden birinde bir kapak açılmıştı - evet, bir çamaşır sandığının kuytusundan doktorla konuştuğu o aynı tuvalet. Tahta bir "gökgürültüsükutusu" -bir "taht"- devrilmişti, boş emaye oturak paspasın üzerine yuvarlanmıştı. Tuvaletin mısır tarlasının yanındaki şoseye açılan bir kapısı vardı; kapı açıktı. Dışarıda asma kilit vardı ama Hint yapımı olduğundan kırması kolay olmuştu Tac Mahal'in lamba ışığıyla aydınlanmış kuytusunda parlayan bir tükürük hokkası vardı ve Mümtaz'a yazılmış, kocasının imzasını taşıyan bir not, üç kelime, altı hece, üç ünlem: Talâk! Talâk! Talâk! Urdu'nun gökgürültüsünü andıran sesleri bizde yok ama zaten ne anlama geldiğini biliyorsunuz. Boş ol. Boş ol. Boş ol. Nadir Han şerefli bir hareket yapmıştı. Kuşun uçtuğunu anlayınca Binbaşı Zülfi'nin öfkesi görülecek şeydi! Gözünü kan bürümüştü. Dedemin öfkesine çok benzeyen bir kızgınlıktı ama küçük hareketlerde ifade buluyordu! Binbaşı Zülfi ilk önce sinirine hâkim olamayarak zıp zıp zıpladı; sonunda kendini kontrol ederek tuvaletten, tahtın yanından, mısır tarlasından, bahçe kapısından geçti. Koşmakta olan tombul,, uzun saçlı, kafiyesiz bir şairden eser yoktu. Sola bak: yok. Sağa bak: yok. Deliye dönen Zülfi bir yön seçip bisiklet-li-rikşa durağının yanından geçti. İhtiyarlar hokka vurmaca oynuyorlardı ve hokka sokağın ortasındaydı. Sokak çocukları areka sulu tükürüklerin arasına dalıp çıkıyordu. Binbaşı Zülfi koştu, ilerilerileri. İhtiyarlarla hedeflerinin arasından geçti ama sokak çocuklarının becerisi onda yoktu. Ah o talihsiz dakika: aşağıdan seyreden kırmızı fişek gibi bir tükürük apışarasına isabet etti. Savaş giysisinin kasığına el gibi bir leke yapışmıştı; avuçluyor, ilerlemesini engelliyordu. Binbaşı Zülfi gazapla durdu. Ah ne büyük talihsizlik; çünkü çılgına dönmüş askerin koşmaya 67 devam edeceğini zanneden ikinci bir oyuncu da tükürüğünü salıvermişti. İkinci bir kırmızı el ötekinin üzerine yapıştı ve Binbaşı Zülfi'nin beyni yerinden oynadı Yavaşça, ihtiyatla hokkanın yanına gidip onu tozun içine yuvarladı. Üzerinde zıplamaya başladı - bir! iki! bir daha! -onu yamyassı etti, ayağı çok acıdığı halde renk vermiyordu. Sonra vakarla topallayarak dedemin evinin önünde duran arabasına yürüdü. İhtiyarlar vahşete maruz kalan hokkayı alıp eski şekline sokmak için sağına soluna vurmaya başladılar. "Evlendiğime göre," dedi Emerald Mümtaz'a, "en azından eğlenceye katılmalısın yoksa çok ayıp edersin. Şimdi bana tavsiyelerde bulunman gerekirdi." O sırada Mümtaz kardeşine gülümsese de Emerald'ın bunu söylemesinin yüzsüzlük olduğunu düşünüyordu; bu yüzden, belki de farkında olmadan kardeşinin topuklarını kınalamak için kullandığı kalemi biraz fazlaca bastırmıştı. "Ay!" diye bağırdı Emerald, "Ne kızıyorsun! Aramızı düzeltsek fena mı olur!" Nadir Han'ın ortadan kaybolmasından sonra kardeşlerin ilişkisi biraz gerginleşmişti; Binbaşı Zülfikâr (dedemi aranan birine yataklık etmekle suçlamaktan vazgeçmiş, Tuğgeneral Dodson'ı da ikna etmişti) Emerald'la evlenmek isteyip kabul de görünce Mümtaz'ın canı sıkılmıştı. "Şantaj gibi bir şey," diye düşünmüştü. "Hem Aliye'ye ne olacak? En büyük kız en sona kalmamalı, tüccarını nasıl da sabırla bekliyor." Ama bir şey söylemedi, o tahammüllü gülümsemesini takındı ve hamaratlığını düğün hazırlıklarına yönelterek eğlenmeye çalışacağına söz verdi; bu sırada Aliye Ahmet Sina'yı bekliyordu. ("Ölene kadar bekler," diyor Padma; haklı.) Ocak Çadırlar, tatlılar, misafirler, şarkılar, bayılan gelin, ha-zırolda damat; güzel bir düğün düğünde deri tüccarı Ahmet Sina yeni boşanmış Mümtaz'la ateşli bir sohbet içinde buluyor kendini. "Çocukları sever misin? - ne tesadüf ben de " "Ya, demek çocuğun olmadı, yazık. Benim de karımın" "Ya, ne kötü, karın biraz da huysuzdu herhalde!" " Ne birazı kusura bakma. Kendimi kaptırıverdim." "Önemi yok; kafana talana. Tabak filan da fırlatır


mıydı?" "Fırlatmaz olur mu? Daha bir ay geçmeden gazete üzerinde yemeye başlamıştık." "Yok canım, abartıyorsun!" "Sana da yalan söylenmiyor. Ama tabakları atıp kırdığı doğruydu." "Vah vah çok üzüldüm." "Esas ben sana üzüldüm." Mümtaz düşünüyor: "Ne tatlı çocuk, Aliye'nin yanında hep sıkkın görünüyordu" Ahmet, "Ben bu kıza hiç alıcı gözüyle bakmamışım, vay canına" Mümtaz," Çocukları sevdiği de belli, ah bir çocuk için" 68 Ahmet," Varsın esmer olsun" Sıra şarkı söylemeye geldiğinde görüldü ki Mümtaz da şarkılara katılacak neşeyi bulmuştu, ama Aliye sessiz duruyordu. Babasının Callianvalla Bagh'da yaralandığından çok daha fazla yaralanmıştı ama üzerinde hiç iz yoktu. "Ya, mahzun kardeşim, her şeye rağmen epeyce eğlendin." O yılın Haziranında Mümtaz tekrar evlendi. Annesinden feyz alan ablası, onunla bir daha hiç konuşmayacaktı ta ki ikisi de ölmeden kısa bir süre önce bir intikam fırsatı doğana kadar. Adem Aziz ve Muhterem Valide, Aliye'yi böyle şeylerin herkesin başına geldiğine, çok geç olmadan ortaya çıkmasının daha iyi olduğuna, Mümtaz'ın çok incindiğine ve kendine gelmek için bir erkeğe ihtiyacı olduğuna, hem Aliye'nin çok zeki olduğu için başının çaresine bakacağına ikna etmeye çalıştılar ama boşuna "Ama, ama," dedi Aliye, "kitapla da evlenilmez ki." "Adını değiştir," demişti Ahmet Sina. "Yeni bir başlangıç yapma zamanı. Mümtaz'ı ve Nadir Han'ını'at gitsin, sana yeni bir isim seçeceğim. Emine. Emine Sina; hoşuna gitti mi?" "Sen bilirsin bey," demişti annem. "Zaten," diye yazmıştı akıllı çocuk Aliye günlüğüne, "kim evlenmeye meraklı ki? Ben değilim; hem de hiç." Mian Abdullah bir sürü iyimser insan için kötü bir başlangıç olmuştu; (babamın evinde adı anılmayan) yardımcısı da annem için yanlış yoldu. Ama o zamanlar kuraklık vardı; o: yıllarda ekilen birçok tohum heder oldu. "Şişkoya ne oldu?" diye soruyor Padma ters ters. "Sakın anlatmayacağım deme!" 69 Kamuya Duyuru BUNU gözbağcı bir Ocak izledi, yüzeyde her şey o kadar dingindi ki hiç başlamamış gibiydi. (Oysa, tabii, aslında) Bu zaman zarfında İngilizlerin oluşturduğu Görev Kabinesi yaşlı Pethick-Lawrence, kurnaz Cripps, militer A. V. Alexander- iktidarı ele geçirme planlarının suya düşmesine tanık oldular. (Ama tabii topu topu altı ay sonra) Bu zaman zarfında genel vali Wavell işinin bittiğini, defterinin dürül-düğünü ya da bizim etkili kelimemizi kullanacak olursak fantuş olduğunu anladı. (Bu da bazı şeyleri hızlandırdı çünkü sonuncu valinin) Bu zaman zarfında Bay Attlee, Bay Aung Şam'la Burma'nın geleceğini belirlemekle meşgul gibiydi. (Oysa aslında atanmasını ilan etmeden önce son valiye talimatlarını veriyordu; son vali adayı Kralı ziyaret ediyor ve fevkalade yetkilerle donatılıyordu; bu yüzden de yakında, pek yakında) Bu zaman zarfında Kurucu Meclis bir Anayasa üzerinde fikir birliğine varamayarak kendini feshedecekti. (Ama tabii, son genel vali Lord Mountbatten çok geçmeden burada olacaktı, o durdurulamaz tiktakıyla, altkıtaları üçe bölen kasaturasıyla, kapalı tuvalet kapıları ardında gizli gizli tavuk göğsü yiyen karısıyla birlikte.) Ardında dönen dev çarkların görülmediği bu ayna yüzeyini andırır dinginliğin ortasında annem, yepyeni Emine Sina da dingin ve her zamanki gibi görünüyordu ama teninin altında büyük değişiklikler meydana geliyordu; bir sabah uykusuzluktan ağrıyan bir başla, uyunmamış uykuyla yapış yapış bir dille uyandı ve yüksek sesle, farkında olmadan, "Allahım bu güneşin burda işi ne? Yanlış taraftan doğmuş," dedi. Araya girmeliyim. Bugün araya girmeyecektim çünkü anlatı ne zaman kendinden söz etse, ne zaman beceriksiz bir kuklacı gibi ipleri tutan elleri göstersem Padma'nın asabı bozuluyor; ama kınamak istediğim biri var. Güzel bir tesadüf sonucu "Kamuya Duyuru" adını verdiğim bu bölümde araya girerek (olabilecek en güçlü sözcüklerle) şu ge70


i tıbbi uyarıyı neşrediyorum: "N. Q. Baligga adındaki doktor," diye rkese duyurmak istiyorum -damlardan! Minarelerin hoparlörlerinden!- "sahtekârın tekidir. Hapse atılması, işten el çektirilmesi, çöpe atılrnasi şarttır. Daha da beteri kendi şarlatanlığına maruz bırakılmalı, vanlış verilmiş bir ilaç yüzünden her yerinde çıbanlar çıkmalıdır. Salak herif," diye altını çiziyorum, "burnunun dibindekini göremiyor!" Hazır istim üzerindeyken, annemi bir iki dakika daha güneşin acayip vaziyetini merak eder halde bırakıp belirtmeliyim ki bizim Padma çatlaklarımdan bahsetmem yüzünden paniğe kapılıp bu Baligga denen adama her şeyi anlatmış -bu ju-jucuya! bu yeşil ilaç wallahina!bunun üzerine tasvir ederek şereflendirmek istemediğim o şarlatan muayeneye geldi. Ben Padma'nın hatırına bütün masumiyetimle beni muayene etmesine izin verdim. En kötüsünü beklemem gerekirdi; o da en kötüsünü yaptı. İnanabiliyor musunuz, alçak herif benim sapasağlam olduğumu söyledi! "Ben çatlak fılangörmüyorum," dedi hüzünle, Kopenhag'daki Nelson'dan tek farkı gözünün keskin olmayışıydı, körlüğü inatçı bir dehanın tercihi değil salaklığının lanetiydi! Kör kör, benim akli dengemi sorguladı, bir tanık olarak güvenilir olduğumdan şüphe ettiğini söyledi, daha buna benzemez neler neler. "Ben çatlak filan görmüyorum." En nihayet Padma onu kışkışladı. "Tamam Doktor Sahib," dedi Padma, "biz ona kendimiz bakarız." Yüzünde kendi kabahatini fark etmiş gibi bir ifade vardı Baligga çıkıp gitti, bir daha bu sayfalara dönmemek üzere. Yarabbim! Tıp mesleği -Adem Aziz'in mesleği- bu kadar mı düştü? Bu Baligga'lar çukuruna kadar mı? Bu doğruysa sonunda herkes doktorsuz başının çaresine bakacak bu noktada tekrar Emine Sina'nın neden bir sabah dudaklarında güneşle uyandığına geliyorum. "Yanlış yerden doğmuş!" diye bağırdı şaşkınlıkla; sonra uykusuz geçen gecenin ardından ağrıyan başının uğultusu biraz dindiğinde, bu şaşırtmalar ayında nasıl bir hileye kurban gittiğini anladı çünkü bu hadisenin nedeni Delhi'de, yeni kocasının doğuya, güneşe bakan evinde uyanmasıydı; işin esası güneş doğru yerdeydi, değişen onun konumuydu ama bu basit düşünceyi idrak edip, buraya geldiğinden beri yaptığı benzer hatalarla (çünkü güneş konusundaki şaşkınlığı ilk değildi, sanki zihni konumundaki değişikliği, yatağının yerüstünde oluşunu kabulle-nemiyordu) birlikte bir kenara koyduktan sonra bile o yürek hoplatan etkisi tamamıyla geçmedi ve kendini rahat hissetmesini engelledi. "Neticede herkes babasız yapabilir," demişti Doktor Aziz vedalaşırken kızına; Muhterem Valide de eklemişti, "Ailede bir yetim daha, ne71 derlerona, olsun Muhammed de yetimdi; senin Ahmet Sina da, neder-lerona, en azından yarı yarıya Keşmirli." Sonra, Doktor Aziz yeşil teneke sandığı kendi elleriyle Ahmet Sina'nın gelinini beklediği kompartımana koydu. "Çeyiz bekleneceğinden ne fazla ne de az," dedi dedem. "Biliyorsun milyoner değiliz. Ama sana elimizden geldiği kadarını verdik; Emine de daha fazlasını verecektir." Yeşil sandığın içinde: gümüş semaverler, brokar sariler, minnettar hastaların doktor Aziz'e verdiği altın paralar, iyileştirilen hastalıkları ve kurtarılan hayatları sergileyen bir müze. Sonra Adem Aziz kızını (kendi kollarında) yukarı kaldırdı ve çeyizin ardından, ona yeni bir isim vererek onu yeniden keşfeden, böylece de yeni kocası olmanın yanı sıra bir bakıma babası da olan adama emanet etti tren hareket etmeye başlayınca platformda yanı sıra yürüdü (kendi ayaklarıyla). Kulvarının sonuna gelmiş bir bayrak koşucusu gibi, dumanlar, çizgi roman satıcıları, tavuşkuşu tüyünden yelpazeler, yiyecek tezgâhları, çömelmiş hamalların uyuşuk gevezelikleri, vagon-lardaki alçı hayvanlar arasında durdu, bu sırada bayrağı ondan alan tren yarışın ikinci ayağında hızlanmış, başkente doğru ilerliyordu. Kompartımanda yeni Emine Sina (gıcır gıcır) iki santim daha kısa olsa koltuğun altına sığacak yeşil teneke sandığın üzerine ayaklarını dayamış oturuyordu. Babasının başarılarının kilitli müzesinin üzerine basan sandaletleriyle yeni hayatına doğru hızla ilerliyordu; geride bıraktığı Adem Aziz kendini Batı tıbbıyla hakimi tıbbının ustalıklarını


kaynaştırmaya vakfedecekti, bu çabası onu zamanla bezdirecek, Hindistan'da batıl inançların, hokuspokusun, büyünün egemenliğinin asla kırılamayacağına karar verecekti çünkü yerel sağlıkçılar birlikte çalışmayı reddediyordu; yaşlanınca ve dünya eskisi kadar gerçek görünmemeye başlayınca kendi inançlarından şüphe eder hale geldi; öyle ki tamamıyla inanmayı ya da inanmamayı başaramadığı Tanrıyı gördüğünde muhtemelen böyle bir şeyi zaten beklemekteydi. Tren istasyondan çıkarken Ahmet Sina, Emine'nin şaşkın bakışları altında ayağa fırlayıp kompartımanın kapısını kilitledi ve perdeleri indirdi; sonra birdenbire kapıya vurulmaya, kapının kulpu kurcalanmaya başladı, "Bizi içeri alın mihrace! Mihracin, lütfen kocanıza söyleyin de kapıyı açsın." Hep, bu hikâyedeki bütün trenlerde bu sesler ve kapıya vurarak yalvaran bu yumruklar hep vardı; Bombay'a giden Sınır Postasında ve o yıllardaki bütün ekspreslerde; hep de korkutucu bir yanı olmuştu ta ki günün birinde canım pahasına kapıya asılıp, "Mihrace! Bırakın gireyim efendim," diyen kişi ben olana kadar. "Bedavacılar," dedi Ahmet Sina, ama sadece bedavacı değillerdi. 72 Bir kehanettiler. Yakında başka kehanetler de savrulacaktı. Şimdi de güneş yanlış taraftaydı. Annem huzursuzca yatağa yattı ama bir yandan içinde gerçekleşmiş olan, şimdilik gizli tuttuğu değişimden heyecan da duyuyordu. Yanında Ahmet Sina fosur fosur horlu-yordu. Onun uykusuzluk gibi bir derdi yoktu; eve para dolu gri bir çantayla gelmesine ve Emine'nin bakmadığını düşündüğü bir anda onu yatağın altına saklamasına neden olan meselelere rağmen uykusuzluk çekmiyordu. Annemin, yeşil sandığın içindekilerden çok daha kıymetli olan bir yetisinin yatıştırıcı zarfına sarınmış vaziyette derin derin uyuyordu babam; Emine Sina Ahmet'e bitmez tükenmez hamaratlığını hediye etmişti. Kimse kendini Emine gibi zahmete sokmazdı. Kara tenli, parlak gözlü annem doğuştan dünyanın en titiz insanıydı. Delhi'deki eski evin odalarını ve koridorlarını çiçeklerle donatmıştı; halıları büyük bir özenle seçmişti. Bir sandalyenin nasıl durması gerektiğini yirmi beş dakika boyunca düşünebilirdi. Şuraya buraya küçük dokunuşlar attırıp minicik değişiklikler yaparak yuvayı kurması bittiğinde, Ahmet Sina bu yetim evinin hoş ve sevimli bir yere dönüştüğünü gördü. Emine ondan önce kalkardı, titizlikten her şeyin, hatta hasır panjurların bile tozunu alırdı (Ahmet bu iş için birini tutana kadar); ama Ahmet'in bilmediği bir şey vardı, o da karısının yeteneklerinin sadece hayatlarının dış mecralarına değil, Ahmet Sina'nın kendisine de aynı özen ve kararlılıkla uygulandığıydı. Emine onunla neden evlenmişti? - Avuntu bulmak için, çocuk sahibi olmak için. Ama başlangıçta beynini kaplayan uykusuzluk birinci hedefini engellemişti; çocuklar da her zaman hemen oluvermiyorlardı. Öyle ki Emine hayal etmesi yasak olan bir şairin yüzünü hayal eder ve sabahları dudaklarında yasak bir isimle uyanır buldu kendini. Soruyorsunuz: Bu konuda ne yaptı? Cevap veriyorum: Dişlerini sıkarak kendini hale yola sokmaya koyuldu. Kendi kendine şöyle dedi: "Seni nankör ahmak, şimdi kocanın kim olduğunu görmüyor musun? Bir kocanın nelere hakkı olduğunu bilmiyor musun?" Bu soruların doğru cevapları konusunda gereksiz bir tartışmaya girmemek için hemen belirteyim ki anneme göre bir kocanın sorgusuz sualsiz sadakate ve sakınmışız, canı gönülden sevgiye hakkı vardı. Ama bir güçlük söz konusuydu: Zihni Nadir Han ve uykusuzlukla tıkanmış olan Emine doğal olarak Ahmet Sina'ya hak ettiklerini veremiyordu. Bunun üzerine hamaratlık yetisini yardıma çağırarak kendini onu sevmek için eğitmeye başladı. Bunu yapmak için aklında onu bileşenlerine böldü, hem fiziksel, hem davra73 nışsal parçalarına, dudaklar ve konuşma tikleri, önyargılar ve zevkler kompartımanlarına ayırdı onu kısacası, annesiyle babasının delik çarşaf büyüsüne kapıldı çünkü kocasına parça parça âşık olmaya karar vermişti.


nest...

çamaşır makinesi ses çıkarması topuz modelleri kapalı huawei hoparlör cızırtı hususi otomobil fiat doblo kurbağalıdere parkı ecele sitem melih gokcek jelibon 9 sınıf 2 dönem 2 yazılı almanca 150 rakı fiyatı 2020 parkour 2d en iyi uçlu kalem markası hangisi doğduğun gün ayın görüntüsü hey ram vasundhara das istanbul anadolu 20 icra dairesi iletişim silifke anamur otobüs grinin 50 tonu türkçe altyazılı bir peri masalı 6. bölüm izle sarayönü imsakiye hamile birinin ruyada bebek emzirdigini gormek eşkiya dünyaya hükümdar olmaz 29 bölüm atv emirgan sahili bordo bereli vs sat akbulut inşaat pendik satılık daire atlas park avm mağazalar bursa erenler hava durumu galleria avm kuaför bandırma edirne arası kaç km prof dr ali akyüz kimdir venom zehirli öfke türkçe dublaj izle 2018 indir a101 cafex kahve beyazlatıcı rize 3 asliye hukuk mahkemesi münazara hakkında bilgi 120 milyon doz diyanet mahrem açıklaması honda cr v modifiye aksesuarları ören örtur evleri iyi akşamlar elle abiye ayakkabı ekmek paparası nasıl yapılır tekirdağ çerkezköy 3 zırhlı tugay dört elle sarılmak anlamı sarayhan çiftehan otel bolu ocakbaşı iletişim kumaş ne ile yapışır başak kar maydonoz destesiyem mp3 indir eklips 3 in 1 fırça seti prof cüneyt özek istanbul kütahya yol güzergahı aski memnu soundtrack selçuk psikoloji taban puanları senfonilerle ilahiler adana mut otobüs gülben ergen hürrem rüyada sakız görmek diyanet pupui petek dinçöz mat ruj tenvin harfleri istanbul kocaeli haritası kolay starbucks kurabiyesi 10 sınıf polinom test pdf arçelik tezgah üstü su arıtma cihazı fiyatları şafi mezhebi cuma namazı nasıl kılınır ruhsal bozukluk için dua pvc iç kapı fiyatları işcep kartsız para çekme vga scart çevirici duyarsızlık sözleri samsung whatsapp konuşarak yazma palio şanzıman arızası