Site içersinde arama yap.
Marâḥ al-Arwâḥ which was composed on morphology science by one of the important grammar scholars of the eighth century Aḥmad b. ʻAlî b. Masʻûd (d/), gained acceptance with great interest of many people in the era it was written. From the moment it was written, due to being frequently preferred by both teachers and students, has been studied in madrasas till the present day. In addition to this, this work was started to be studied with the books which are taught in the madrasah named Amtila, Binâ, Maqṣûd and ‘İzzî fi al-Taṣrîf and become the last chapter of the group of epistles collected under the name Majmûʻat al-Ṣarf (Morphology Collection). Although Marâḥ al-Arwâḥ was widely accepted by the majority, because of its tough narrative style, commentary of the work was needed. For this reason scholars such as Badr al-dîn al-ʻAynî (ö/), Ḥasan Pashâ b. ʻAlâ al-dîn al-Aswad (ö/), Shams al-dîn Aḥmad b. Abdullah al-Rûmî al-Bursawî known as "Denqôz" (ö/), Shams al-dîn Aḥmad b. Sulaymân known as "Ibn Kamâl Pashâ" (ö/), and Muṣleḥ al-dîn Muṣṭafâ b. Shaʻbân known as "Surûrî" (ö/m) composed valuable commentaries. Apart from the commentaries mentioned, also Ibn-i Helâl wrote a commentary on Marâḥ al-Arwâh called al-Iṣbâḥ ʻalâ Marâḥ al-Arwâḥ. The fact that appealing of this commentary written by Ibn al-Helâl to the broad masses and usage of a strong and understandable language in the commentary are among the most important reasons of our choosing this commentary for the critical edition work. In regard to this importance of the work, we in our study tried to reveal this work, its author and its place in the world of science. Our study consists of two main sections as examination and textual analysis. The examination section, which is the first section, consists of three parts apart from the introduction part. In the introduction part, detailed information about the political, social and scientific situation of our commentator was given. Right after, in the first chapter information about the life of Aḥmad b. ʻAlî b. Masʻûd who is the author of the main text which comprises a basis for the work we examined in our study and his work named Marâḥ al-Arwâḥ was conveyed. In the second part, a detailed examination about the life, the scientific personality and the works of the commentator Muḥammad b. ʻAlî b. Helâl was carried out. Finally, in the third chapter, information about the introduction of al-Iṣbâḥ ʻalâ Marâḥ al-Arwâḥ which we examined on was given. After the parts mentioned, in the textual analysis section which is the second section, the text of the al-Iṣbâḥ ʻalâ Marâḥ al-Arwâḥ was tried to be critically edited in detail by us and our study was finalized after this section.
ULUSLARARASI
İSLÂM & TIP
(TIBB-I NEBEVÎ)
KONGRESİ
BİLDİRİLERİ
ADANA
ISBN:
Adana
ADANA
ULUSLARARASI
İSLÂM & TIP
(TIBB-I NEBEVÎ)
KONGRESİ
SEKRETERYA
Doç. Dr. Hasan AKKANAT (Çukurova Ü. İlâhiyat F.)
Yrd. Doç. Dr. Ertuğrul DÖNER (Çukurova Ü. İlâhiyat F.)
Arş. Gör. Ahmer Rifat Geçioğlu (Çukurova Ü. İlâhiyat F.)
Arş. Gör. Merve KOYUNCU (Çukurova Ü. İlâhiyat F.)
AÇILIŞ KONUŞMALARI
Adana Uluslararası İslam ve Tıp (Tıbb-ı Nebevi) Kongresi
Açılış Konuşması
Ramazan SAYGILI
Tıbb-ı Nebevî Derneği Yönetim Kurulu Başkanı
1
Adana Uluslararası İslam ve Tıp (Tıbb-ı Nebevi) Kongresi
Üstelik bu ilim adamları, bugün olduğu gibi kendilerine küresel ilaç endüstrisinin
tröstlerini değil, bizzat eşref-i mahlukat olan insanı ödev olarak kabul ediyorlardı.
İslam Tıbbının etik anlayışı deşifre edilecekse, kâr merkezli değil ahlak merkezli
işleyen bu kadim zihniyeti tanımamız ve bilmemiz şarttır.
Bunun anlamı şudur:
Müslüman hekim, “Hastalandığım zaman bana şifa veren Allah’tır” (Şuara, 80)
ayetinin sorumluluğunu sırtında taşıyan kişidir.
Medeniyet kurmak, medeniyet yolcusu olmak. Dar çevre anlayışlarını bir tarafa
bırakıp, prangalardan kurtulup, büyük hedeflere odaklanan İslam ana halterinde yürü-
yen aklını kiraya vermeyenlerin işidir.
3 gün boyunca sürecek olan kongremizde, birbirinden değerli ilim insanlarımızın
tebliğlerinden maksimum düzeyde istifade edilmesini temenni ediyorum.
Sırtımızdaki yükün sorumluluğunu taşıyabilen insanlar olmamız duasıyla.
Saygılar sunuyorum.
2
Adana Uluslararası İslam ve Tıp (Tıbb-ı Nebevi) Kongresi
Açılış Konuşması
Sayın Valim,
Sayın Komisyon Başkanım,
Sayın Rektörüm,
Değerli Konuklar,
Sayın Dr. Sâre Davutoğlu Hanımefendinin himayelerinde, ülkemizde üniversite
düzeyinde, alanında ilk olarak düzenlenmekte olan “Adana Uluslararası İslam ve
Tıp (Tıbb-ı Nebevi) Kongresi’ne” hoş geldiniz, şeref verdiniz.
Kongremize katılımlarınızdan dolayı büyük bir memnuniyet duyduğumuzu ifade
eder, hepinizi saygıyla selamlarım.
Himayelerinde, Uluslararası İslâm ve Tıp Kongresi düzenleme isteğimizi kendile-
rine arz ettiğimiz andan itibaren bizlere çok güçlü destek veren Sayın Dr. Sare Davutoğ-
lu Hanımefendiye şükranlarımızı arz ederim.
Çukurova Üniversitesi olarak, bu Kongrenin düzenlenmesinde bizlere her zaman,
her türlü desteği veren Valimiz Sayın Mustafa Büyük Beyefendiye teşekkürlerimizi su-
narım.
Adana Tıbb-ı Nebevi Derneği Başkanı Sayın Ramazan Saygılı Bey’e ve Yönetim
Kurulu üyelerine; ayrıca Çukurova Kalkınma Ajansı yetkililerine de destekleri için te-
şekkürü bir borç bilirim.
Vali Yardımcımız Sayın Şükrü Çakır Beyefendi başta olmak üzere, kongremizin
düzenlenmesinde emek ve hizmetleri için Kongre Düzenleme Kurulu Başkan ve üyele-
rine de ayrıca teşekkür ederim.
Kongremize, Üniversitelerimizin yanı sıra; Sağlık, Milli Eğitim ve Kültür Bakanlık-
larımız, Diyanet İşleri Başkanlığımız ve diğer kurumlarımız da yakın ilgi göstermişler-
dir. Sayın Bakanlarımıza, Diyanet İşleri Başkanımıza ve diğer kuruluşlarımızın yönetici-
lerine de teşekkürlerimi sunmak isterim.
Kongremizde bilimsel program yanında, İslam Tıbbı, Minyatürü ve Hat Sergisi; İs-
lam Tıp Aletleri Sergisi; Türk-İslam Tıp Elyazmaları Tanıtım Sergisi; Türk-İslam El Sa-
3
Adana Uluslararası İslam ve Tıp (Tıbb-ı Nebevi) Kongresi
natları Sergisi; Ebru Sanat Gösterisi; Türk Sanat Müziği ve Sema Gösterisi; Tarihte Ada-
na – Adana’da Tarih gibi sunum, sanatsal etkinlik ve sergilerden oluşan zengin bir sos-
yal program da yer almaktadır. Bu etkinliklerin hazırlanmasındaki emek ve katkıların-
dan dolayı; Üniversitemiz Diş Hekimliği Fakültesi Emekli Dekanı Prof. Dr. İlter Uzel,
Üniversitemiz Ramazanoğlu Konağı Kültür Merkezi Müdürü Doç. Dr. Gözde Ramaza-
noğlu, Doç. Dr. Hayri Kaplan, Öğr. Görevlisi Neyzen Süleyman Tuna, Meltem Koyunoğlu
hocalarımıza ve Adana Olgunlaşma Enstitüsü Müdürlüğü’ne çok teşekkür ederim.
Kongremizin bugünkü oturumları, şuan içinde bulunduğumuz Kongre Merke-
zi’mizde yapılacaktır. Yarın ve ertesi gün yapılacak oturumları ise, Üniversitemiz Mithat
Özsan Amfisi’nde gerçekleştirilecektir.
Ülkemizin en güçlü ve saygın bilim kurumlarından biri olan Çukurova Üniversi-
temizde düzenlediğimiz bu kongremize, yurtiçinde ve yurt dışında bulunan Üniversite-
lerin, Tıp, Diş Hekimliği, İlahiyat, Eczacılık, Veterinerlik, Ziraat ve Su Ürünleri fakültele-
rine mensup bilim adamı katkı sağlamıştır. Kongremizde 97 bildiri sunulacaktır.
Bu kongremizin burada vurgulanması gereken en önemli özelliği; dini tabu olarak
nitelendiren; bu nedenle dini, akıl ve bilimin ilgi alanından çıkarmak isteyen tutum ve
yaklaşımların aksine; her disiplinden bilim adamlarının seçkin ilahiyatçı akademisyen-
lerimizle buluştuğu bilimsel bir platform oluşturmasıdır. Kanaatimce, bu kongrede çok
önemli bilimsel buluşmalar gerçekleşecek, Yüce Dinimiz İslâm’ın buyruklarının akıl ve
bilimle çelişmediği yakından görülecektir. Tıp, Diş Hekimliği, Eczacılık, Veterinerlik,
Ziraat, Su Ürünleri ve İlahiyat alanındaki bilim adamlarımızın aynı noktada buluştukları
gözlemlenecek, bilimin ortaya koyduğu gerçeklerle hurafeler birbirinden ayrılacaktır.
Kongremizde yapılacak oturumlarda; Yüce Kitabımız Kur’ân-ı Kerîm’in ve Sevgili
Peygamberimizin kişi ve toplum sağlığı konusundaki evrensel buyruk ve mesajları or-
taya konulmaya çalışılacak, İslâmî kaynaklarda yer alan bu alandaki nakiller, kaynak ve
bilgi değeri açısından incelemeye tabi tutulacaktır. İslâm bilginlerinin tarih boyunca Tıp
bilimine yaptıkları katkı ve hizmetler de, bu oturumlarda mercek altına alınacaktır.
Yüce dinimiz İslâm’ın, kişi ve toplum hayatını kuşatıcılığına paralel olarak, Kong-
remizde sunulacak olan bildiriler de insan hayatını doğrudan ilgilendiren konuları
içermektedir. Bu konudaki ana başlıklar; Hijyen, Koruyucu Hekimlik, Sağlıklı Beslenme,
Helal ve Temiz Gıdalar, Aile Hekimliği, Anne ve Çocuk Sağlığı, Ruh Sağlığı, Ağız ve Diş
Sağlığı ve Organ Nakli gibi güncel konulardır.
İslam düşüncesine göre, insan; en değerli varlıktır. Çünkü o, yaratılmışların en
mükemmelidir. Bu nedenle, yeryüzünde Allâh’ın halifesi olarak yaratılmış ve her şey
onun emrine sunulmuştur. Bu özelliği sebebiyle, yaratılmışlar içerisinde insanın önceli-
ği vardır. İnsan, mükerrem ve saygın bir varlıktır. Bu yüzden, Yüce Kitâbımızın ve Sev-
gili Peygamberimizin, insan onurunu koruyan çok önemli buyrukları vardır.
Yüce Dinimiz İslâm’ın ortaya koyduğu buyruklara göre; insan hayatı kutsal ve
vazgeçilmez niteliktedir. İnsanın canı ve bedeni korunmuştur. Sevgili Peygamberimiz
“Bir canın, diğer bir cana tam eşit ve denk olduğunu” bildirmişlerdir. Burada, Sevgili
Peygamberimizin, Tıbb-ı Nebevi kapsamındaki buyruklarının ahlakî ve etik boyutu ile
birlikte, bu buyrukların insan ve toplum huzuru açısından önemi karşımıza çıkmakta-
dır. Günümüz dünyasında ortaya çıkan; insanın genetik deney ve uygulamalara konu
olması, organ nakli, üreme teknolojisi, sperm bankası, kiralık annelik, gebelik, süt ban-
kası gibi konulardaki gelişmeler bu bağlamda ele alınacak ve kongremizde sunulacak
bildirilerle ciddi biçimde tartışılacaktır.
Kongremizde, Sevgili Peygamberimizin Tıp biliminin kurucusu olmadığı, Yüce
Allâh tarafından kendisine öyle bir görev verilmediği, hepimizin yakından bildiği gibi
4
Adana Uluslararası İslam ve Tıp (Tıbb-ı Nebevi) Kongresi
Tıbbın tüm insanlığın ortak malı olduğu; Yine Sevgili Peygamberimizin mesleğinin he-
kimlik olmadığı, kendisinin Peygamber olarak görevlendirilmeden önce ticaretle uğra-
şarak ailesinin geçimini sağladığı bilim adamlarımız tarafından sunulacak bildirilerle
anlatılacaktır.
Ayrıca, Sevgili Peygamberimizin tıp alanındaki buyruklarının kaynağı, Tıbb-ı Ne-
bevi’nin temel niteliği ve koruyucu hekimlik vasfı, Sevgili Peygamberimizin sağlığın
korunmasıyla ilgili buyrukları, hekimlikle ilgili tavsiyeleri, Tıp alanında kendilerine
isnat edilen buyrukların doğruluk derecesi ve değeri, her biri alanında seçkin bir ko-
numa ulaşmış bilim adamlarımız tarafından kongremizde ele alınacaktır.
İnanıyoruz ki; Üniversitemizin ev sahipliğinde düzenlenen “Adana Uluslara-
rası İslam ve Tıp Kongresi”, köklü bir kültür ve medeniyet şehri olan Adana’mızın sos-
yal ve kültürel hayatına değişik bir soluk getirecektir.
Yurtiçinden ve yurt dışından kongremize katılan bilim adamları ve diğer misafir-
lerimize, “Adana’mıza ve Çukurova Üniversitesine hoş geldiniz” demekten büyük bir
mutluluk ve şeref duymaktayım.
Kongremizin açılışında bizleri yalnız bırakmayan çok değerli öğretim üyelerimi-
ze, sevgili öğrencilerimize ve Adanalı hemşehrilerimize ayrıca teşekkürü bir borç bili-
rim.
Sevgili öğrencilerimize; büyük emek ve zahmetlerin ürünü olarak gerçekleştirdi-
ğimiz bu kongremizin oturumlarını titizlikle takip etmelerini, seçkin bilim adamlarımı-
zın bildirilerini dikkatle dinlemelerini tavsiye ediyorum.
Sözlerime son verirken; “Adana Uluslararası İslam ve Tıp (Tıbb-ı Nebevi)
Kongresi’nin” verimli ve başarılı geçmesini diler; gerçekleşmesindeki himaye ve destek-
lerinden dolayı Sayın Dr. Sare Davutoğlu Hanımefendiye, Sayın Valimize ve emeği geçen
bütün arkadaşlarıma tekrar teşekkür eder, hepinize saygılarımı sunarım.
5
Adana Uluslararası İslam ve Tıp (Tıbb-ı Nebevi) Kongresi
6
Adana Uluslararası İslam ve Tıp (Tıbb-ı Nebevi) Kongresi
Açılış Konuşması
Mustafa BÜYÜK
Adana Valisi
Sayın Milletvekillerimiz,
Rektörlerimiz,
Değerli Bilim İnsanları
Değerli Misafirler;
İnsanlığın Kur’an’la şereflendirilmesine vesile olan âlemlerin Rabbi’nin son elçisi
Yüce Peygamberimiz Hz. Muhammed’in (a.s.), gözlem, deney ve tecrübeye dayalı akli
bilimleri Müslümanlar için vazgeçilmez bir rehber olarak tavsiyesinden güç alan tıp
biliminin İslam kültür ve medeniyetiyle kucaklaşmasına vesile olacağına inandığımız bu
kongrenin hayırlı olmasını yüce Rabbimden niyaz ediyorum.
Değerli misafirler Hepinizi hürmetle selamlıyorum. Allah'a şükrediyorum bunu
bize nasip etti. Önemli idi; çünkü Devlet, bilim adamları ve din adamları bu kongrede
biraraya geldi ve çok hayati bir konuda güzel bir çalışmayı gerçekleştirdi.
Emeği geçen herkese teşekkürlerimi ve tebriklerimi iletiyorum.
Saygılarımla.
7
Adana Uluslararası İslam ve Tıp (Tıbb-ı Nebevi) Kongresi
8
Adana Uluslararası İslam ve Tıp (Tıbb-ı Nebevi) Kongresi
ADANA
ULUSLARARASI
İSLÂM & TIP
(TIBB-I NEBEVÎ)
KONGRESİ
BİLDİRİLER
9
Adana Uluslararası İslam ve Tıp (Tıbb-ı Nebevi) Kongresi
10
Adana Uluslararası İslam ve Tıp (Tıbb-ı Nebevi) Kongresi
11
Adana Uluslararası İslam ve Tıp (Tıbb-ı Nebevi) Kongresi
12
Adana Uluslararası İslam ve Tıp (Tıbb-ı Nebevi) Kongresi
Kavramsal Çerçeve
Her şeyden evvel, başlık ve içerdiği kavramlarla ilgili önemli gördüğüm
açıklamalarla başlamak istiyorum. Bu başlığı atarken “et-Tıbbu’n-Nebevî” kav-
ramını da, “Hadis” kavramını da bilinçli bir şekilde kullanmadım. Onların yerine
“Tıp” ve “Rivayet” kavramlarını niçin tercih ettiğimi şöyle izah edebilirim:
“et-Tıbbu’n-Nebevî” yani “Peygamberî Tıp/Peygamber tıbbı” şeklindeki
kullanım İslam’ın ilk asırlarında kullanılan bir tabir değildir. H. II. ve III. asırda
tasnif edilen temel hadis kaynaklarımızda yer alan Tıp ve hastalıklarla ilgili bö-
lümler “Kitâbu’t-Tıb” ve “Kitâbu’l-Merdâ” vb. başlıklarla isimlendirilmiştir. “et-
Tıbbu’n-Nebevî” tabiri, ancak H. IV. ve V. asırlar ve sonrasındaki bazı teliflerde
ortaya çıkmış ve daha sonra yaygın bir kullanım haline dönüşmüştür.
“Tıbb-ı nebevî tabiri, hastalıkların tedavisi ve sağlığın korunması hakkında
Resûl-i Ekrem’den nakledilen hadislerle bunlara dair literatürü ifade eder. Bu
literatüre dahil eserlerde hadislerin yanında âyetlere ve kadîm dönemden baş-
layarak çeşitli devirlerde yaşamış hekimlerin görüşlerine de yer verildiği halde
daha çok ilgili hadisler ele alınarak incelendiği için bu saha “et-tıbbü’n-nebevî”
şeklinde anılmıştır… “T-B-B” kökü Arapçada “maharet sahibi olma” anlamını
içerdiğinden maharetli ve kabiliyetli kişilere tabip denilmiş, zamanla bu kelime
tıp alanındaki uzmanlığı belirten bir terim haline gelmiştir. Aynı kökten türeyen
kelimeler “tıp ilmini bilme, tedavi usullerinde uzman olma” mânasında hadis-
lerde geçer.” Dolayısıyla Tıp ve Tabâbet, insanlık tarihinden itibaren beşeriyetin
meşgul olduğu hastalıklar ve onların tedavisi ile ilgili mesleğin adıdır. Hemen
her medeniyette öyle ya da böyle birçok tedavi yöntemleri hep var olagelmiştir.
Nitekim “et-tıbbü’n-nebevî” kapsamında dile getirilen birçok tedavi şekli, İslam
öncesi Arap kültürü ve medeniyetinde de var olan bir tecrübe idi. Bu nedenledir
ki, söz konusu ayrımın farkında olan çeşitli çalışmalarda, “et-Tıbbu’l-Câhilî”, “et-
Tıbbu’l-Arabî”, (Câhiliyye Dönemi Tıbbı, Arap Tıbbı) şeklinde isimlendirmelere
rastlamaktayız. Bazı çalışmalar ise İslam sonrası tıbbî tecrübeyi Hz. Peygamber
13
Adana Uluslararası İslam ve Tıp (Tıbb-ı Nebevi) Kongresi
ile sınırlandırmak yerine bunu daha genel olarak ele almış ve “et-Tıbbu’l-İslâmî”
diye nitelemeyi uygun görmüştür.
“Nebî ve nübüvvet” ise, Allah’ın mesajlarını beşere iletmek üzere “kendi iç-
lerinden seçip gönderdiği” elçileri ve peygamberliği ifade eder. Kur’an’da
Nebîler, “Melek-Rasûl” değil, “Beşer-Rasûl” olarak nitelendirilmiştir. Diğer pey-
gamberler gibi, Allah Rasûlü de her şeyden önce bir insandır. İlahiyat sahasın-
daki birçok çalışmaya konu olduğu üzere o, hem beşeriyet, hem de risa-
let/nübüvvet yönü olan bir peygamberdir. Oysa bazı çalışmalarda onun risa-
let/nübüvvet yönü o kadar öne çıkartılmıştır ki, neredeyse beşerî yönü yok sa-
yılmıştır. Diğer taraftan öyle çalışmalar vardır ki, bunun tam tersine onlar da
onun sadece beşerî yönünü önemsemişler, Kur’an’ı tebliğ etmesi dışında risa-
let/nübüvvet yönünü göz ardı edebilmişlerdir.
Hz. Peygamber’in bu iki yönü yeterince kavranamadığından, onun hadis ve
sünnetlerinin anlaşılmasında ciddi problemler yaşanmış ve birçok bilimsel tar-
tışmalar yapılmıştır. Tartışmaların bir boyutunu da tıp ile ilgili hadislerin kay-
nağı, sıhhati ve değeri oluşturmaktadır. Kimileri, Hz. Peygamber’in risa-
let/nübüvvet yönünden hareketle bu tür bilgileri vahye dayandırmakta, dolayı-
sıyla konu nebevî dolayısıyla da ilâhî bir boyuta çekilebilmektedir. Kimileri ise
bu tür bilgileri, tamamen beşerî tecrübeye indirgeyebilmiştir. İşte sorun tam da
buradadır ve bu tebliğde tıp ile ilgili rivayetlerin nasıl okunacağı ve ne şekilde
değerlendirileceği konusu tartışılacaktır.
Tartışmaya geçmeden önce başlıkta özellikle kullandığımız “rivayet” kav-
ramını da açıklamamız yerinde olacaktır. Halk arasında Hadis denildiğinde he-
men “Hz. Peygamber’in sözleri” akla gelse de, birçok Hadis Usûlü kitabındaki
tariflerde altı çizildiği üzere aslında Hadis, “Hz. Peygamber’e nispet edilen, izâfe
edilen sözler” demektir. Burada “nispet” ve “izâfe” kayıtlarına vurgu yapılması
ilmî açıdan çok önem arz etmektedir. Zira hadis diye nakledilen her söz, aslında
Hz. Peygamber’in kesinkes söylediği iddia edilmeksizin, ona yapılan bir atıftır.
Bu atıf, sahih ve sabit olması halinde “makbul” sayılır ve onunla amel edilir. Aksi
takdirde sadece bir atıf olarak kalır ve kabul edilmez. Burada biz, hem Hz. Pey-
gamber’e nispet edilen sahih, zayıf ve hatta uydurma haberleri, hem de başkala-
rından nakledilen diğer nakilleri de içerecek bir kapsamda “rivayet” terimini
kullandık. Zira halkımızın havsalasında, yukarıda altı çizilen “nispet/izâfe edil-
me” hususu yer almadığı ve hadis denilince akla adeta Kur’an ayeti gibi tartışıl-
maz dinî bir dayanak geldiği için “rivayet” terimini tercih ettik. Şüphesiz bu ri-
vayetler içerisinde tüm Müslümanlar tarafından asırlardır amel edilegelen bin-
lerce sahih-makbul hadis olduğu gibi, çeşitli sebeplerle tartışılmış, itiraz görmüş
ve reddedilebilmiş birçok rivayet de bulunmaktadır. Bu durum biraz sonra ör-
nekleriyle görüleceği gibi tıp ile ilgili rivayetler için de söz konusudur.
Hangi ad ile anılırsa anılsın, İslam ilim-kültür tarihinde kaleme alınan tıp
ile ilgili tüm çalışmalar ağırlıklı olarak rivayetlere dayanmaktadır. Kuşkusuz
ilgili rivayetlerin İslam medeniyetindeki tıbbın gelişimine önemli katkısı olduğu
tartışılamaz bir gerçektir. İlk asırlarda hemen her hadis kitabında tıp ile ilgili
bölümlerin bulunması, ilerleyen asırlarda birçok müstakil risale ve kitabın telif
edilmesine ön ayak olmuştur. Bugün de pek çok özgün telifin yanı sıra, bu alanla
ilgili hem Müslüman hem de oryantalist ilim adamları tarafından kaleme alınan
14
Adana Uluslararası İslam ve Tıp (Tıbb-ı Nebevi) Kongresi
sayısız bilimsel çalışma yapılmış ve elimizde hayli zengin bir literatür oluşmuş-
tur. Bu çalışmaların bir kısmı ilahiyatçılar tarafından yapılırken, bazıları da alan
uzmanı tabiplerce gerçekleştirilmiştir.
Günümüzde tıp ile ilgili çalışmalarda olsun, internet sayfalarında olsun en
çok rastlanan problem, tıp ile ilgili rivayetlerin doğru değerlendirilememesidir.
Kimileri bazı rivayetlerden “i’caz” hatta “mucize” çıkartmaya çalışırken, kimileri
de bazı rivayetleri ileri sürerek hem İslam’a, hem de İslam’ın Peygamberine dil
uzatmakta ve alay edebilmektedir. Bazıları ise Hz. Peygamber’in konumunu ve
hadislerin nasıl okunması gerektiğini yeterince bilemediği için olmadık teviller-
le, açıklamalarla savunmaya geçmekte, kendince bir şekilde izahlar getirmekte-
dir. Kısaca kimileri acımasızca saldırırken, kimleri de amansızca savunmaya
çalışmaktadır. Ancak itiraf etmeliyiz ki bu tür savunmacı açıklamaların çoğu,
genç kuşakları tatmin ve ikna etmekten uzaktır.
Biz bu tebliğimizde önce teorik olarak sırasıyla tıp ile ilgili rivayetlerin
kaynak değeri, dinî değeri, sıhhat değeri, bilgi değeri, kültürel değeri ve aktüel
değeri üzerinde durduktan sonra, bu tür rivayetlerin nasıl anlaşılması gerekti-
ğine dair bazı ilkeleri örneklerle ortaya koymaya çalışacağız.
1. Rivayetlerin kaynak değeri:
Rivayetin referans değeri de diyebileceğimiz bu başlıkla şu üç hususu kast
etmekteyiz:
a. Rivayetin kaynağı kimdir? Bu kaynak, Hz. Peygamber olabileceği gibi,
sahabe, tâbiîn ve sonraki nesiller de olabilir. Şüphesiz burada Hz. Peygamber’in
sözü ile diğerlerinin sözleri, referans değeri açısından farklılık arz eder.
b. Hz. Peygamber’e ait ise, bu sözün kaynağı nedir? Kur’an-ı Kerîm mi,
vahy mi, Hz. Peygamber’in kişisel görüşü, sahip olduğu kültürü veya tecrübesi
mi? Burada da kaynağın neliği, rivayetin değerini doğrudan etkileyecektir.
c. Rivayet hangi kaynakta yer almaktadır? Bu kaynak, İslam alimleri tara-
fından muteber addedilen Buhârî ve Müslim’in Sahih’leri de olabilir, daha geç
dönem telif edilen ve birçok problemli rivayeti içeren herhangi bir kitap da ola-
bilir. Rivayetin muteber bir eserde yer alması, onun sahih olma ihtimalini artırı-
yor olsa da, asıl olan her bir rivayetin “zâtî değeri”dir. Fakat burada ilke olarak
en azından muteber kaynaklara başvurulmalıdır.
2. Rivayetlerin dinî değeri:
Hz. Peygamber’den gelmesi itibariyle bu rivayetlerin dinî yönü de söz ko-
nusudur. Temizlik, sağlığın önemi, tedavi olma, zararlı şeylerden sakınma, has-
talıkların bulaşıcılığı, karantina, koruyucu hekimlik, manevî tedavi vb. birçok
hususta Hz. Peygamber’in tatbikatı ve talimatı elbette Müslümanlar için önem
arz etmektedir. Hz. Peygamber’in bu konulardaki öğreti ve tavsiyelerinin birço-
ğu onun sünnetini oluşturduğu için, bu konularda Müslümanlar söz konusu id-
eal öğretiye uyarlar. Ancak aşağıda vereceğimiz örneklerde görüleceği üzere bu
durum, tıp ile ilgili tüm rivayetler için genelleştirilemez. Dolayısıyla bir Pey-
gamber olarak onun tıp ile ilgili örnek uygulamaları ve öğretilerinden oluşan
Sünnetinin elbette dinî bir değeri vardır. Fakat bir beşer olarak ona isnad edilen
çoğu kültürel rivayetler için dinî bir değerden söz edilemez.
15
Adana Uluslararası İslam ve Tıp (Tıbb-ı Nebevi) Kongresi
dislerde dıştan bakan birinin göreceği görüntüye göre açıklanmış, bundan in-
sanların ibret almaları, Allah Tealâ'nın varlık, birlik, irade ve kudretini anlamak
için bu eserini de delil olarak kullanmaları istenmiştir.
Bu hususta bizim tercihimiz hem Kur’an’a hem de modern tıp verilerine
uyum arz ettiği için herhangi bir gün vermeyen sadece üç aşamayı sıralamakla
yetinen Enes b. Mâlik rivayetleridir.
2. Rivayet, Kur’an ışığında anlaşılmalı, Kur’an’ın açık bir ayetine aykırı ol-
mamalıdır
Sığırların sütü, yağı ve eti ile ilgili nakledilen şu rivayet buna güzel bir ör-
nektir:
“Size sığırın sütü ve yağını tavsiye ederim; zira onun sütü deva, yağı da
şifâdır. Fakat etinden sakının; çünkü onun eti hastalıktır (hastalık üretir).”
Bu rivayet, sığır cinsini kurbanlıklar arasında zikreden birçok ayete aykırı
olduğu gibi, bizzat ailesi adına sığır kurban kesmesinden dolayı sünnete de aykı-
rıdır. Zira Yüce Allah’ın eti hastalıklı olan bir hayvanı kurbanlar arasında sayma-
sı makul değildir.
3. Çelişkili gözüken rivayetler uzlaştırılmalı ya da biri tercih edilmelidir
Rivayetlerde görülen en önemli bir problem de birbirleriyle çelişmeleridir.
Şayet bu rivayetler arasında cem, telif, nesh durumu vb. yollardan biriyle uzlaş-
tırma imkânı varsa uzlaştırılır. Aksi takdirde ileride belki bir çözüm yolu bulu-
nur beklentisi içindeki hadisçilerin temkinli yaklaşımı gereği tevakkuf edilir.
Ancak burada tıp vb. zaman içerisinde gelişmeye veya keşfe açık olan hususların
dışında kalan inanç, ibadet ve ahlâk vb. konularda bekleyip durmanın pek fay-
dası olduğu kanaatinde değilim. Bu nedenledir ki çelişen rivayetlerden mana ve
muhteva olarak daha güçlü ve makul olanın tercih edilmesi uygun olacaktır.
“Hastalığın bulaşıcılığı yoktur” şeklindeki rivayet ile Hz. Peygamber’in karantina
uygulamasına dair uyarısı ve “Cüzzamlıdan, aslandan kaçar gibi kaçın!”, “Hasta-
lıklı hayvanları, sağlıklı olanların yanına yaklaştırmayın” vb. uyarıları, bu konu-
da göstereceğimiz en uygun örnektir. Hadis şârihleri bu rivayetler arasını çeşitli
tevillerle uzlaştırmaya çalışmışlardır. Ancak, bugün pek çok hastalığın bulaşıcı
olduğu konusunda kimsenin tereddüdü yoktur. Şu halde bu konuda bulaşıcılığı
vurgulayan rivayetlerin tercihi daha isabetli gözükmektedir.
18
Adana Uluslararası İslam ve Tıp (Tıbb-ı Nebevi) Kongresi
19
Adana Uluslararası İslam ve Tıp (Tıbb-ı Nebevi) Kongresi
Hz. Âdem’in yaratılışı ile ilgili uzunca bir rivayetin sonunda şöyle denil-
mektedir: “Cennete her giren kimse altmış arşın boyunda ve Âdem'in suretinde
olacaktır. Fakat Âdem'den sonra halk gittikçe kısalmış ve bu âna kadar (kısala-
rak) gelmiştir.”
Rivayetin son cümlesi ciddi bir problem oluşturmaktadır. Nitekim İbn Ha-
cer de bu problemi çözemediğini şu cümlelerle itiraf etmiştir. “Geçmiş ümmet-
lerden mesela Semûd kavminden kalma kalıntılardan, evlerinden onların boyla-
rının yukarıdaki (tedrîcî) tertibi gerektirecek kadar çok uzun olmadığı anlaşıl-
maktadır. Halbuki bu insanlar, çok uzun süre önce yaşadılar. Bunlarla Âdem
arasında geçen süre, bu gibi kavimlerle İslam’ın ilk dönemi arasında geçen sü-
reden daha azdır. Dolayısıyla ben hala bu problemi çözebilmiş değilim.”
Son yıllarda yapılan araştırmalar ve bulgular hadisteki ifadenin tam aksini
söylemektedir: “Binlerce yıl önceki atalarımızla yapısal anlamda en önemli fark-
lılıkların başında boy geliyor. Yüz bin yıl öncesindeki insanın boyuyla günümüz-
deki insanın boyu arasında en az 30 cm.’lik fark var. Öyle görünüyor ki, her yeni
neslin boyu bir öncekine göre biraz daha uzuyor. ABD’de yayınlanan bir rapora
göre ’lara göre insan boy ortalamasında yaklaşık 2 cm.’lik artış var. Zaman
içerisinde meydana gelen bu uzamanın nedeninin yalnızca rastlantısal bir ge-
lişme ya da ortama uyum sağlamak olmadığı düşünülüyor. Gelişen toplumların
yeme alışkanlıklarındaki değişiklikler, daha çok çeşitli gıdanın, sağlıklı ve bilinçli
tüketilmesinin boy uzamasındaki önemli etkenlerden birisi olabileceği belirtili-
yor. Yapısal özellikler, genlerin yapısındaki değişikliklerle, sonraki kuşaklara
aktarılıyor. Bu nedenle kişinin boyunu belirleyen en önemli etken, genetik şif-
re…”
Rivayetler, kesinleşmiş bilimsel veriler ışığında değerlendirilmelidir
Kesinleşmiş bilimsel verilere aykırı rivayetlere örnek olarak da şunu vere-
biliriz:
“Her insanda üç yüz atmış eklem bulunmaktadır. Şu halde bir kimse Allah’ı
tekbirle yüceltir, Allah’ı hamd ile över, “Lâ ilâhe illallâh, sübhânallâh” der, Al-
lah’tan mağfiret diler, insanların yolları üzerindeki taş veya diken yahut kemik
gibi şeyleri bir kenara atar yahut iyiliği emir veya kötülükten nehyeder ve bun-
ların hepsi üç yüz altmışı bulursa o günü, cehennem ateşinden kurtarmış olarak
tamamlamış olur.”
Anatomi uzmanlarının ulaştıkları bilimsel verilere göre insan iskeletinde,
doğumda yaklaşık kadar, çocuklarda , normal ergin bir insan iske-
letinde ise kemik bulunmaktadır. Bu sayıya en küçük kemikler de dahildir.
Yani kemik ve buna ilaveten eklem bulunduğu bilgisi bilimsel verilere
uygun bir bilgi değildir. İnsan iskeletinde kemik ya da eklem bulunduğunu
belirten bu bilginin, İslâm öncesi kültürlerden alınmış olma ihtimali söz konu-
sudur.
Yapılan araştırmalar, bazı versiyonlarda geçen rakâmînın ya
isrâiliyyâttan alınma bir bilgi olduğunu ya da senenin, yuvarlak bir hesapla
gün olmasından hareketle her güne bir sadaka fikriyle kimi râvîler tarafından
hadise eklenmiş olabileceği ihtimali üzerinde durmaktadır.
20
Adana Uluslararası İslam ve Tıp (Tıbb-ı Nebevi) Kongresi
21
Adana Uluslararası İslam ve Tıp (Tıbb-ı Nebevi) Kongresi
24
Adana Uluslararası İslam ve Tıp (Tıbb-ı Nebevi) Kongresi
25
Adana Uluslararası İslam ve Tıp (Tıbb-ı Nebevi) Kongresi
kurumlaşan bu görüş, geleneksel tıbbın “Unani tıp” adlı uygulaması ile adlandırılıp gü-
nümüzde çağdaş tıp, kanıta dayalı tıp, pozitif tıp denilen uygulamanın temelini yapmak-
ta ve uzman bilgisayar programları, nanoteknolojiye dayalı tedavi, robotik cerrahi, kök
hücre tıbbı, genetik mühendislik, vb. etiketlere sahip geleceğin disiplinlerini vaad et-
mektedir. Bu tıp okulu net ve belirgin şekilde koruyucu, tanı koyucu ve tedavi edici
dallara ayrılmakta olup çalışanları sadece hekimlerle sınırlı değildir ve yapılacak uygu-
lamalar kesin ve sabit protokollere dayandırılmakta; uygulayıcıların özel ve yoğun bir
eğitim almaları gerekmektedir.
Konunun kuramsal temelinden ziyade pratiği ile meşgul olan hekimler, bu iki gö-
rüşe aldırış etmeksizin, hastalığı, tarihsel olarak “sağlıklı olmamak” şeklinde tanımlar-
ken, yüzyılda dünyadaki en üst yetkili sağlık örgütünü temsil eden Dünya Sağlık Ör-
gütü, aynı geleneksel “kimseyi küstürmeme” ilkesini koruyup alttan alta ikinci görüş
doğrultusunda sağlığı: “Herhangi bir hastalık ve güçsüzlük halinin olmaması ve bede-
nen, ruhen ve sosyal yönden tam bir iyi olma durumu” olarak tarif etmiş ve sağlığı etki-
leyen ana faktörleri %10 sosyal koşullar; %8 tıbbi koşullar; %7 iklimsel koşullar; %15
kalıtsal koşullar ve %60 yaşam şekli olarak belirlemiştir. DSÖ’ne göre standart olarak
sağlık dengeli bir diyet, yeterli uyku, makul egzersiz ve ruhi dinginlik gerektirmektedir.
Aynı deklerasyon, zaman ve yer nedeniyle burada tek tek zikredemeyeceğimiz “Sağlığı
doğrudan veya dolaylı şekilde etkileyen olumsuz etmenler” için 15 alt başlık açmakta
olup bunların tümü funduszeue.infojik görüş ile örtüşmekte ve 1.görüşü tümden yok saymakta;
Sağlıklı bir kişiye atfedilen nitelikleri ise 10 başlık altında sıralamaktadır. Bu 10 başlı-
ğın 9 tanesi ontolojik 2.görüş ile örtüşür yani tümüyle maddi varlığa dayalı göstergeler
iken sadece bir başlık altında ontolojik 1.görüşe gönderme yapmaktadır.
Tanım olarak bilim özünde bir inanç olup bilimsel bir önerme, diğer inanç model-
lerinden sadece, eş koşullar altında aynen yinelebilir olması ile ayrılır. Bir önermenin
genel kabul görmesi, mantıksal olması ve sadece sayısal ifadelere indirgenmesi öner-
menin bilimsel önerme adını alması için yeterli ön-koşul değildir. Bu bağlamda çağdaş
tıp veya bilimsel tıp önermelerinin bu temel ilkeyi gerçekleştirmesi zorunludur. Salt
rivayet veya zanna dayanan, hatta toplumdaki herkes tarafından onaylanan bir önerme
daha sonra bilimsel önerme halini alması için yapılacak çalışmalara başlangıç oluştura-
bilse dahi bilimsel değildir ve böyle bir önermeye dayalı girişim kabul edilemez.
Tıbb-ı Nebevi başlığı altında toplanan veriler grubunun ele alınması için öncelikle
bu deyimin içeriği ve kapsamı konusunda uzlaşma olması şarttır. Bu bağlamda, birbiri
ile bağlantılı gibi görünse de gerçekte birbirinden çok farklı başlıca iki tür içerik söz
konusu olup dolayısı ile bu iki farklı grubun ayrı ayrı ele alınmaları zorunludur.
(1) Hz. Peygamber’e ait olan, kendi sağlığındaki edim, söylem ve tavsiyelerine
dayalı tıbbi önermeler.
(2) Kur’an ve hadislere doğrudan, dolaylı veya zorlamalı olarak bağlanan tıbbi
edim, söylem ve görüşler.
Tıbb-ı Nebevi adıyla sadece Hz. Peygamber’in söylem, edim ve tavsiyelerine daya-
lı bir tıp ifade ediliyor ise kanımızca bu aşağıdaki nedenlere bağlı olarak külliyen yanlış
bir betimlemedir.
1. Hz. Peygamber’e izafe edilen bir diğer meslek (örneğin, İktisad-ı Nebevi, Hu-
kuk-u Nebevi, Nebevi Mühendislik, Siyaset-i Nebevi, Talim ü Terbiye-i Nebevi, vb.) bu-
lunmamakta iken tıp mesleğinin peygambere dayandırılması, en azından aşırıya kaçmış
ve çizgiyi taşmış bir sevgi gösterisi, bir mucize beklentisi ve majik tıp anlayışının bir
ifadesidir.
27
Adana Uluslararası İslam ve Tıp (Tıbb-ı Nebevi) Kongresi
2. Tüm kusur ve hatalardan arınmış mutlak doğru Kur’an’dır. Ezelden ebede hiç-
bir ayetin kesinlik ve doğruluğundan kuşku duyulamazken, velev ki Kur’anı aktaran ve
herhalde en iyi anlayan kişi olan Resulün söz ve edimlerinin de ezelden ebede değişmez
mutlak doğrular ve hatadan ari olarak kabul edilmesi ve irdeleme ve eleştiriye tabi tu-
tulmaması, Resul’ün söz ve hareketlerinin de vahiy şeklinde ana kaynaktan geldiğini
iddia etmek olacaktır ki böyle bir ön kabulün nelere yol açacağını düşünmek bile insanı
ürpertir.
3. Hz. Peygamber hekim değildir. Hadise dayalı olarak bizzat kendisinin hekim ta-
rafından tedavi edildiği ve hastalara şifacılara değil ehil hekimlere gitmeyi tavsiye ettiği
kesin olarak bilinmektedir.
4. Risalet döneminde ve hele başlangıç evrelerinde ehil hekim, yani eğitim ve öğ-
renim görmüş hekimlerin Peygamber, ashab veya İslam devleti tarafından kurulmuş
eğitim kurumlarından yetişmiş olmaları olanaksızdır. Dönemin Mekke-sinde tıp icra
eden “eğitimli hekimler” bu eğitimlerini İslam ile ilgisiz, “unani tıp eğitimi veren” o dö-
nemin çağdaş kurumlarından almıştır.
5. Hz. Resülullahın sağlık konusundaki tavsiyeleri dönemin Mekke ve mücavirin-
de rivayet edilen ve mümin-müşrik herkesin hastalık halinde uyguladığı inanç ve söy-
lencelerdir. Gerçekten de bu söylence ve inançlardan bazılarının bilimsel açıdan tümüy-
le hatalı ve saçma olduğu kanıtlanmış olup, bu hataların insan olarak Muhammed bin
Abdullah yerine Hz. Resülullah’a izafe edilmesi, içinden çıkılmaz bir soruna ve zorlamalı
açıklamalara yol açacaktır.
6. Bizzat Hz. Resullallah, Allah’ın sünnetlerinin ölümlü bir insan için değişmeye-
ceğini buyurmuştur.
7. Hz. Resüllullah’ın vefatı öncesi hastalığının çok ıstırap verici ve ağır seyretmesi
“rivayetler 1 hafta ile 15 gün arasında değişmektedir” ve kendisinin bu esnada önerdiği
tedavi şekli önermemizin doğruluğunu kanıtlamaktadır.
Tıbb-ı Nebevi başlığı altında, Kur’an ve Hadislere istinat ettiği öne sürülerek yapı-
lan tıbbı uygulama ve önermelere gelince:
1. Kur’an ve Hadislere yapılan göndermeler kanımızca içinde yaşanılan dönem ve
toplumun dayattığı baskı ve tekfirden kurtulma, kabul görme arzusu ve yapılan uygu-
lamalara mistik bir zemin de sağlamak amacından kaynaklanan zorlama bir davranıştır.
(Ki bu durum diğer inanç sistemlerinde de aynen görülmektedir).
2. Darü’l-Hikme dönemine kadar olan tıp uygulamaları temel olarak Asr-ı Saadet
ile aynı ilkeler ve işleyiş gösterirken Darü’l-Hikme döneminde yetişen büyük alim, he-
kim ve filozoflar, eski metinlerden yapılan çeviri ve telhislerden sonra telif kitaplar
yazmışlar, bu dönemin kapanması ile bilgi üretme ve ilerleme Batı’ya geçerken İslam
dünyası nakile dayalı, aklı reddeden bir karanlığa gömülmüş ve rivayet ve keramete
dayalı majik tıp öne geçmiştir. Burada ilginç olan bir husus, İslam’ın yetiştirdiği bu bü-
yük bilginlerin, kendilerini İslam olarak adlandıran zevat tarafından çoğu kez tekfir
edilmeleri; keza bu bilginlerin ürettiği tedavi yöntem ve çoğu bitkisel ilaç reçetelerinin
ise Tıbb-ı Nebevi yaftası ile tekrar piyasaya sürülmesidir.
3. Cehaletin kör karanlığında İslam’ın vaaz ettiği ilkelere uymak yerine İslami
söylemi kendi heva ve heveslerine uydurma gayreti içinde olan bu kabil safsatalar or-
tadan kaldırılmadıkça hayatın hiçbir noktasında uygarlaşma ve ilerleme gerçekleşemez.
Keza, “Peygamberin varisi alimlerdir” hükmünün ne olduğu ve kastedilen alimlerin
kimler olacağı iyice irdeleyip anlaşılmadan, nerdeyse hepsi İsa’dan önce yaşamış pagan
İyonya filozoflarının görüşlerine dayanmak ve bunu İslam zannetmek cehaletten de
beter bir tablo olup açıkça görüleceği gibi İslam aleminin geri kalma nedeni din değil,
28
Adana Uluslararası İslam ve Tıp (Tıbb-ı Nebevi) Kongresi
İslam’ın emirlerini unutup bir kurum olarak dini kendi düzeyine indiren cahil sürüler-
dir.
4. Özetle, tıbb-ı nebevi adı takılan veriler koleksiyonu kanımızca genel tıp tarihi
içinde yer alan ve İslam toplumlarda uygulanan bir dönemi kapsamakta olup bu yönüy-
le tıp tarihinin konusudur. Tıbbın bir bütün olduğu ve genelde Batı bilimi, özelde Batı
tıbbı denilen akımın temelinde İslam’ın yaptığı gözlem ve uygulamaların, bunların da
temelinde Mısır, Çin, Hint, Anadolu, Elen ve antik toplumlarının emeklerinin yattığı
düşünülecek olursa bu konunun bir ezilmişlik ve iddialaşma aracı haline getirilmeden
tıp tarihinin özel bir dönemi olarak ele alınması kanımızca daha doğru ve çok yararlı
olacaktır. Daha açık bir ifade ile, geçmiş uygarlıkların verilerini yağmalayıp apartarak
yarattığı temel üzerinde serpilen ve uygarlığı sadece Batı’ nın ürünü olarak pazarlayıp
insanı sadece biyolojik bir nesne haline indirgeyen yüzyılın kibirli ideolojilerine he-
kimliğin tüm insanlığın ortak ürünü olduğunu anımsatmak ve bu ışık altında, başta
Anadolu, Hint, Çin, Uzak Doğu, Afrika, Amerika ve özellikle İslam uygarlığının bu ortak
ürüne olan katkılarını, kibir, eziklik, rekabet ve üste çıkma gibi ötekileştirici yollara
sapmadan araştırıp ortaya koymak ve benzer bilimsel kongreleri daha geniş boyutta ve
düzenli bir takvim dahilinde toplamak herhalde hepimizin en öncelikli görevi ve bir
vefa borcudur.
5. Tıbb-ı Nebevi başlığı altında kullanılmış olan bitki, drog, reçete ve tedavi yön-
temlerinin, mistik öğelerden ayıklanarak, folklorik tıp bilgisi olarak kabulü ve bu pre-
paratları bir kalemde reddetmeyip keza bu preparatlara sanal güçler de izafe etmeyip,
çağdaş bilim yöntemlerine uygun olarak ele alınmaları ve incelenmeleri, tıpkı herbal tıp
veya fitoterapide adı geçen tüm bitkilere de aynen uygulanacağı gibi faydadan ari ol-
mayıp bize yeni bir ışık tutacak kapasitededir.
Konuşmamı bitirmeden önce son söz olarak tekrar Kutadgu Bilig’deki özdeyişi
bir soru halinde siz konuklarımıza yöneltmek istiyorum. Kendiniz, eşiniz, çocuğunuz
hastalandığı zaman okuyucuya (o dönemin mistik sağıltıcısı) mı yoksa otçuya (o döne-
min hekimi) mı başvurursunuz?
Türkiye’de yapılan bir araştırma, Türk halkının hastalanmaları halinde %25 sa-
dece hekimlere, %25 sadece üfürükçülere inandığını, halkın %50’sinin ise her iki yolu
birlikte kullandığını göstermiştir.
Ahirete intikal etmiş bütün hekimlere rahmet, tüm konuklara barış ve kurtuluş
dilerim.
Kuşkusuz doğruyu bilen sadece Allah’dır.
Saygılarımla.
29
Adana Uluslararası İslam ve Tıp (Tıbb-ı Nebevi) Kongresi
30
Adana Uluslararası İslam ve Tıp (Tıbb-ı Nebevi) Kongresi
Giriş
Sağlığın korunması ve hastalıkların tedavisiyle ilgili Hz. Peygamber’den nakledi-
len söz ve tatbikat genel olarak “Tıbbu’n-Nebî” (Peygamber’in tıbbı) veya “et-Tıbbu’n-
Nebevî” (Nebevi tıp) olarak adlandırılır. Meşhur hadis mecmualarının çoğunda
“kitâbu’t-tıb” ve “kitâbu’l-merdâ ve’t-tıb” başlığı altındaki bölümlerde yer alan ve ayrıca
müstakil kitaplarda bir araya getirilen bu tür rivayetlerin Hz. Peygamber’e nisbetinin
sıhhati meselesi ayrı bir konu olmakla beraber, sıhhatinin kabulü halinde de, bunların
ilahi tavsiyeler mi, yoksa Hz. Peygamber’in kendi toplumu içinde edindiği bilgi ve tec-
rübesinin ürünleri mi olduğu konusu ayrıca tartışılmıştır.
İnsan hayatının en önemli konularından biri olan sağlığın insanlık tarihi boyunca
herkesi çok yakından ilgilendirdiği şüphesizdir. Bu yüzden, tarih boyunca Tıp ilmi ka-
dar ilgi ve öneme mazhar olan başka bir ilim dalı olmadığı söylenebilir. Peygamberler
de en az diğer insanlar kadar kendilerinin ve çevrelerindekilerin sağlıklarıyla
ilgilenmişlerdir. Bu konuda hakkında en çok bilgiye sahip olduğumuz Hz. Muhammed
(sas.), Hamidullah’ın ifadesiyle “pratisyen bir hekim” gibi “kendisine başvuran hastalar
için birçok tedavi çare ve reçeteleri tertip edip göstermiştir.” Bu reçeteler “tabip gözü
ile ele alınırsa, bir bölümünün genel tıp konularına ve tababetin icrasına, pek çoğunun
koruyucu hekimliğe, bir kısmının da tedavi edici hekimliğe ait ilaç tariflerinden ibaret
olduğu görülür.”
İslam’ın geldiği dönemde Arabistan da tabipliğiyle ün salmış insanlar vardı. Hz.
Peygamber bunlara değer verdiği gibi, hem kendisinin hem de ashabının sağlık sorun-
larında onlardan yararlanmıştır. Mesela, Hâris b. Kelede es-Sakafi (ö. 50/ ) bun-
lardan biriydi ve Sa’d b. Ebî Vakkas’ın hastalığında Hz. Peygamber ona, Hâris’e
başvurmasını tavsiye etmişti.
Bu tabiplerden birisi de Ebû Rimse et-Teymîdir. (ö. 49/ ) Rivayete göre Ebû
Rimse, kendisi gibi tabip olan babasıyla beraber Hz. Peygamber’i ziyarete gelmişti. Ba-
bası, Hz. Peygamber’in sırtındaki güvercin yumurtası büyüklüğündeki et parçasını gö-
rünce, “ben insanlar içinde en iyi tabibim. Seni tedavi edeyim mi?” diye sormuş, Hz.
Peygamber de, “hayır, onun tabibi onu yaratandır” diyerek, muhtemelen, kendisine
zararı olmayan bu ben’i aldırarak sağlığını riske atmak istememiştir.
31
Adana Uluslararası İslam ve Tıp (Tıbb-ı Nebevi) Kongresi
nasıl temiz ruhlara ve diri kalplere şifa veriyorsa Nebevi tıb da sadece temiz bedenlere
münasibtir. İnsanların Nebevi tıptan yüz çevirmeleri, bizatihi şifa olan Kur’an’dan şifa
istemekten yüz çevirmeleri gibidir. Bu, ilaçtaki kusurdan değil, hastanın tabiatının
pisliğinden, hastalık mahallinin bozukluğundan ve ilacı kabul etmeyişindendir.”
Mehdî b. Ali b. İbrahim (ö. / ) adındaki Yemenli bir alim de Nebevi tıbbın
kaynağının vahiy olduğunu iddia ederek, Hz. Peygamber’in de önem verip müracaat
ettiği diğer tıbbın zan ve tahmine dayandığını söylemektedir: “ Bil ki tıbb-ı nebevi ta-
biplerin tıbbına benzemez. Çünkü kaynağı ilahi vahiydir. Diğer tıp ise zan ve tahmine
dayandığı için hata edilebilir. Tıbb-ı nebevi ile kanaat getirmeyen kimse imanının
noksanlaştığını kesin olarak bilmelidir. Tıbb-ı nebeviyi inançla uygulayan kimse ise
birçok faydaları temin eder.”
Günümüzde bu kanaati paylaşan ilim adamları da vardır. Mesela Mahmud Deniz-
kuşları, “şayet tedavi hatalı olsa idi Hz. Peygamber uyarılırdı, çünkü o vahyin kontrolü
altındadır.” derken, İbrahim Canan da, “Rasulullah her meselesinde vahye müsteniddir
veya ikaz ve irşâd-ı ilahinin garantisi altındadır.” diyerek, sahih rivayetlere dayalı tıbb-ı
nebevi örneklerinin isabetinin tartışılamayacağı kanaatindedir. Bu konuda çalışmaları
bulunan Asaf Ataseven ise kanaatini şöyle açıklamaktadır: “Hz. Peygamber (sas.) ‘in
tıbba dair hadis-i şerifleri tıbbi telakkilerimize uygunluk göstermektedir. Bu hadis-i
şerifler tıp sahasındaki bugünkü gelişme ve araştırmalardan asırlar önce ifade buyu-
rulduğu için bir tıbbi mucize telakki edilmelidir.”
Bu anlayışların dışında konunun mana ve maksadına önem veren alimlerden İbn
Haldun’a (ö. / ) göre ise, “tıbb-ı nebevi, bedevi Arapların gelenek ve
göreneklerinden tevarüs ettikleri uygulamalardır, vahiy değildir. Hz. Peygamber’in ah-
valinden bahseden hususlar ise adet ve cibilliyet gereğidir. Yoksa amel edilmesi zorunlu
(meşru) kılınmış şeyler değildir. Çünkü Hz. Peygamber, bize tıbbı ve diğer adetleri
tanıtmak için değil, şeriatı öğretmek için gönderilmiştir.” Fazlur Rahman da (
) İbn Haldun’un bu görüşüne katılarak Hz. Peygamber’den nakledilen “bu tıbbi
reçetelerin veya telkinlerin illa da Peygamber’in buluşları olduğuna ve eski Arabistan
tıbbının bir parçası olmadığına inanmak için bir sebep yoktur.” demekte ve İslam önce-
si Arabistan’da yaygın olan “hacamat” uygulamasını örnek vermektedir.
Hz. Peygamber’in kendi dönemine ve içinde yaşadığı topluma ait geçmişten in-
tikal eden bilgi ve tecrübeye dayanarak yapmış olduğu tavsiyelerin halk sağlığı
bakımından pratik değeri bulunanların kabul ve tatbiki mümkün olmakla beraber,
modern tıp ilminin kabul edemiyeceği, hatta zararlı sayacağı hususları, Hz.
Peygamber’den geliyor diye savunmanın ne Kur’an’la ne de Sünnet’le bağdaşır tarafı
vardır. Bu konuda ısrar etmek, Hz. Peygamber’in sünnetini ve onun maksat ve hedefini
doğru olarak anlamamak demektir.
Mesela, Medine’ye gelen ve orada hastalanan bir gruba Hz. Peygamber’in, tedavi
amacıyla develerin süt ve idrarlarından içmeleri tavsiyesini ele alalım. Buradaki süt
içme tavsiyesi herkes tarafından anlaşılabilir olmakla beraber, idrar içme tavsiyesinin
makul karşılanmayacağı aşikardır. Bu durumda, birçok meşhur hadis mecmuasında yer
alan ve hadisçilerce de sahih kabul edilen bu rivayeti asılsız saymamız mı gerekecektir?
Konuyu biraz araştırınca böyle acele bir karara gerek yoktur. Zira idrarın, özellikle deve
ve insan idrarının eski toplumlarda ve bu arada araplar arasında bazı hastalıkların te-
davisinde kullanıldığı bilinmektedir. Bugün bile Anadolu’nun bazı yörelerinde idrarla
tedavi metodunun izleri halk arasında mevcuttur. O halde Hz. Peygamber’in, içinde
yaşadığı toplumun bilgi ve tecrübesine dayanarak böyle bir tedavi yolunu önermiş ol-
ması pekala mümkündür. Ancak Hz. Peygamber bu rivayette deve idrarının temizliğin-
den bahsetmemiş, üstelik başka hadislerinde genel olarak idrardan sakınılması gerekti-
ğini ifade etmiştir. Onun için, vahiy eseri olmayan, sadece mahalli bilgi ve tecrübeye
33
Adana Uluslararası İslam ve Tıp (Tıbb-ı Nebevi) Kongresi
dayanan böyle bir tavsiyenin daha sonra başka muhitlerde uygun görülmemiş olması
mümkündür ve bunun Sünnet’e muhalefet olarak değerlendirilmesi de yanlıştır. Nite-
kim Ebû Hanîfe, bu rivayeti bildiği halde idrar içme tavsiyesini hoş görmemiştir. O hal-
de tıbb-ı nebevi olarak bilinen birçok uygulama günümüzde geçerliliğini kaybettiği için
pratikte dikkate alınmıyorsa bunun sünnete karşı olmakla bir alakası yoktur.
Bu konuda başka bir örnek daha verebiliriz: Hz. Peygamber, hicretten kısa bir sü-
re sonra difteri veya kızıl (zübha) hastalığına yakalanan sahabi Es’ad b. Zürâre’nin şişen
boğazının dağlanmasını emretmiş, bir rivayete göre de bizzat kendisi iki kere
dağlamıştır. Bu sırada Yahudilerin, “eğer Muhammed gerçekten Peygamberse arka-
daşını iyileştirsin” demeleri üzerine Hz. Peygamber, “ona doğrudan fayda veya zarar
veremeyeceğini” söyleyerek kendisinde insanüstü bir güç olmadığım belirtmek istem-
iştir. Nitekim Es’ad b. Zürâre kısa bir süre sonra bu hastalıktan vefat etmiştir. Bugün
kesin olarak teşhis ve tedavileri yapılabilen ve etkili ilaçları üretilmiş olan difteri,
boğmaca, kolera vb. hastalıkların tedavisinde, “Hz. Peygamber o zamanda şunları
önermiş ve uygulamıştı” diyerek aynı yolu benimsemenin ne sünnetle ne de akıl ve
iz’anla ilgisi vardır.
Şimdi de, yukarıda kısaca temas edilen, “yemek kabına düşen sineğin, bir
kanadında hastalık, diğer kanadında şifa olduğu gerekçesiyle yemeğe iyice batırıldıktan
sonra atılması gerektiğini” ifade eden hadisi değerlendirelim. Bu rivayet hadisçiler
tarafından sahih kabul edilen ve meşhur hadis mecmualarında yer alan bir haberdir. En
önemli hadis kaynaklarının tasnif edildiği 3. hicri asırda yaşayan İbn Kuteybe ed-
Dîneverî (ö. / ), meşhur eseri Te’vilü Muhtelifi’l-Hadis’inde bu rivayete nisbeten
uzunca yer ayırmış ve bunu eleştiren muhtemelen Mutezile’ye mensub bazı kimselere
kendince muknî cevaplar vermiştir. “Nazar (düşünce, akıl)ın yalanladığı bir hadis”
başlığı altında, rivayete yapılan itirazlara cevap veren İbn Kuteybe, hadisin sahih
olduğunu, dini hususları akıl ve müşahede ile açıklamanın doğru olmadığını çeşitli
örneklerle izah etmiştir.
Birbiriyle çelişkili hadislerin arasını uzlaştırmak ve itiraza konu olan problemli
rivayetlerin makul izahını yapmak için kaleme aldığı eserinde, “sineğin yemeğe tama-
men batırılmasını” dini bir iş kabul eden İbn Kuteybe’nin, Hz. Peygamber’den menkul
söz ve davranışların kaynağının vahiy olduğu kanaatini taşıdığı anlaşılmaktadır.
Günümüzde de pek çok yoruma tabi tutulan ve tıbbi yönden makul bir izahı için
müstakil kitaplar bile yazılan bu haberin Hz. Peygamber’den nakli sahih olması halinde
vürûd sebebiyle ilgili muhtemel bazı yorumlar şunlar olabilir:
1. Hz. Peygamber bu tavsiyeyi Allah’tan aldığı bilgiye göre yapmıştır.
Sözkonusu rivayette bunu teyid eden hiçbir işaret yoktur. Üstelik böylesine
önemsiz ve herkesi ilgilendirmeyen bir konuda ilahi bir uyarının olması beklenmez.
2. Hz. Peygamber bu tavsiyeyi, Arap toplumunun yemek kültürüyle ilgili bir ade-
tine istinaden yapmıştır.
Böyle bir yorum makul olmakla beraber Arapların bu tür bir adetleri olduğuna
dair bilgimiz yoktur.
3. Hz. Peygamber, kendi toplumunun, sineğin bir kanadında zehir, diğerinde de
onu bertaraf edecek panzehir olduğu konusunda sahip bulunduğu bilgi ve tecrübeye
dayanarak bu tavsiyede bulunmuştur.
Arapların böyle bir tecrübeye sahip olup olmadıklarını bilmediğimiz gibi, bu
tecrübenin bugünkü modern tıp ilminin verileriyle teyid edildiğine dair bir bilgimiz de
yoktur.
34
Adana Uluslararası İslam ve Tıp (Tıbb-ı Nebevi) Kongresi
4. Hz. Peygamber yemeğin içine düşen bir sineği çıkarmaya çalışırken, istemey-
erek sineğin yemeğin içine tamamen girmesine yol açmış, bunu gören bir kimse de Hz.
Peygamber’in bunu bilerek yaptığı düşüncesiyle olayı başkalarına bu şekilde
aktarmıştır.
Bu ihtimal makul görünmektedir.
5. Hz. Peygamber, fakirliğin yaygın olduğu ve sineklerin çokça bulunduğu sıcak
bir ortamda içine sinek düşen yemeğin tamamen dökülüp heba edilmemesi için böyle
bir tavsiyede bulunmuştur.
Bu durumda, sineğin yemeğe tamamen batırılması yerine alınıp atılmasını veya
sineğin değdiği kısımla birlikte atılmasını tavsiyesi daha makul görünmektedir.
Elimizde bu muhtemel yorumları doğrulayacak kesin bir delil olmamasına rağ-
men, Hz. Peygamber’den sahih olarak geldiği kabul edilen bir haberi anlamaya çalışır-
ken, hadis şarihlerinin uzun açıklamalarına girmeden bu tür bir akıl yürütmenin de
yapılabileceğini göstermek istedik. Mamafih bu haberin Hz. Peygamber’e ait olmaması
da pekala mümkündür. Çünkü meşhur hadis kaynaklarında senedi sağlam olup, metni
yönünden Hz. Peygamber’e isnadı mümkün olmayan rivayetler mevcuttur. Ayrıca bu ve
benzeri rivayetlere İslam tarihinin ilk dönemlerinden itibaren yapılan itirazları da dik-
kate almak gerekir. Zira bu itirazların esas amacı Hz. Peygamber’i nefyetmek değil, ona
nisbeti uygun görülmeyen rivayeti nefyederek Hz. Peygamber’i bu tür haberlerden ten-
zih etmektir.
Bu rivayetin sahih olması halinde de bunda bir hikmet arayıp tavsiyeyi aynen uy-
gulamak Hz. Peygamber’in sünnetine uymak değildir. Sünnete uymak, Hz. Peygamber’in
maksat ve muradını doğru anlayıp ona göre hareket etmektir. Bu haberde olduğu gibi
şayet gerçek amacını öğrenememiş ve bu davranışın bugün için bir faydasını tesbit
edememişsek, hatta bugünkü bilgilerimiz ışığında zararlı olabileceğini anlamışsak onu
derhal terk etmemiz sünnete uygun olan davranıştır. Çünkü sünnette şekil ve biçimden
çok maksat ve muhteva önemlidir.
Aynı değerlendirmeyi misvak kullanımı için de yapabiliriz. Arabistan’da diş
temizliği için misvak kullanmayı icad eden Hz. Peygamber değildir. İnsanlığın çok eski
devirlerinden beri diş temizliğinin çeşitli vasıtalarla yapılageldiği şüphesizdir.
Peygamberimizin içinde yaşadığı toplum ve coğrafyanın o günkü şartlarda diş temizliği
için kullandığı en uygun aracın, erak ağacının dalı veya kökünden elde edilen misvak
olduğu da doğrudur. Ancak Hz. Peygamber’in buradaki sünneti, diş temizliğine verdiği
önemdir. Onun için dişlerimizi sık sık temizlememizi tavsiye etmiş, neredeyse
emretmiştir. Bu temizliğin zaman – mekan farklılığına ve bu alandaki bilimsel gelişmel-
erin ulaştığı seviyeye göre farklı araçlarla yerine getirilmesi son derece doğaldır. Bugün
için bu araçlar fırça ve macundur, yarın başka bir şey olabilir. Bütün bu olumlu gelişim
ve değişimleri göz ardı ederek hala misvakın faziletinde ısrar etmenin bir anlamı yok-
tur. Misvakın, Hz. Peygamber döneminin en iyi diş temizleme aracı olduğunu söylemek
başkadır, onun bütün zamanlar için en uygunu olduğunu söylemek başkadır. İkincisi,
biçimsel ve zahiri sünnet anlayışının bir ifadesidir.
Peygamberimizin bu kadar önem vermesine rağmen bugün en fazla diş çürükle-
rinin ve diş eti hastalıklarının Müslüman ülkelerde görülmesi, Onun sünnetine ne
ölçüde uyduğumuzun bir göstergesidir. Gelişmiş batı ülkelerinde, içinde, diş ve diş eti
hastalıklarının her türü için ayrı tedavi ünitelerinin yer aldığı kapsamlı hastaneler ve
konuyla ilgili her türlü bilimsel çalışmaların yürütüldüğü diş hekimliği fakülteleri, diğer
ülkelerin ulaşmaya çalıştıkları bir ideal olarak önlerinde dururken, bazılarımızın hala
Hz. Peygamber’in sünnetine uyabilmek için hangi aracı kullanacağımızı tartışması, ka-
naatimce Onun sünnetini iyi anlayamadığımızın bir ifadesidir. Asırlarca önce bu
35
Adana Uluslararası İslam ve Tıp (Tıbb-ı Nebevi) Kongresi
konularda Batı Medeniyetine ışık tutan ve kaynaklık yapan Müslüman ecdadımızın sa-
hip olduğu sağlıklı din ve bilim anlayışına ve bunun sağladığı özgüvene bugün her za-
mankinden daha çok muhtaç olduğumuz aşikardır.
Sonuç
Peygamberlerin yetki ve otoritelerinin asıl kaynağı Cenabı Haktır. Ancak onlara
tabi olan ve sevgilerini çeşitli şekillerde izhar etmek isteyen insanlar bununla yetin-
memişler ve sanki Allanın bahşettiği yetki ve sıfatları yetersiz görürcesine onları beşer
üstü vasıflarla donatmışlardır. Hz. Muhammed (s.a.s.) de bundan fazlasıyla nasibini
almıştır. Bunun sayısız örneklerini görmek için Hasâis ve Delâil kitaplarına bakmak
yeterlidir.
“Bütün sanatların ve kültürel güzelliklerin ilk önce Peygamberlere vahy-
olunduğu inancı Ortaçağ İslamında oldukça yaygındır.” Bu bağlamda “tıp sanatının da
İdris (Enoch) Peygamber vasıtasıyla vahyedildiğine inanılmaktadır.” Peygamberlerin
her şeyin ilk bilgisine sahip oldukları şeklindeki bu anlayış bazı Müslümanlarda, Hz.
Muhammed’in her ilim ve sanatı en üst düzeyde bildiği şeklinde ifadesini bulmuştur.
Buna göre Peygamberimiz, tıp, ziraat, ticaret, askerlik v.s. gibi konularda da en üstün
bilgiye sahipti ve bu konularda da herkese örnekti. Halbuki hadis kaynaklarımız bunun
böyle olmadığını gösteren örneklerle doludur. Hz. Peygamber her konuda uzman
olmadığı için arkadaşlarıyla istişare etti, bazen onların tavsiyeleri doğrultusunda kendi
görüşünden vazgeçti, bazen kendi arzu ve kanaati hilafına çoğunluğun görüşüne uydu.
O bir örnek insandı ve bu yönleriyle de insanlara örnekliğini gösterdi. İbn Haldun’un
dediği gibi, Onun görevi “bize tıbbı ve diğer adetleri tanıtmak değil, dini öğretmekti.”
Hiç şüphesiz O, bu görevini başarıyla tamamladı ve bize Kur’an’ı ve kendi rehberliğini
(sünneti) bıraktı. Bunları doğru anlayıp doğru anlatmak artık bizim sorumluluğumuz-
dadır. Hz. Muhammed (sas.) ‘i ne ölçüde doğru anlayıp doğru tanıtırsak O’nun sün-
netine de o ölçüde uymuş oluruz. Özü ihmal edip şekil ve teferruat üzerinde tartışmak
kendimizi aldatmaktan başka bir şey değildir.
36
Adana Uluslararası İslam ve Tıp (Tıbb-ı Nebevi) Kongresi
Allah Rasûlünden müspet ilimler alanına giren pek çok hadis nakledilmektedir.
Bu tür rivayetler çoğunlukla insan sağlığı/tedavi ve astronomi alanında yoğunlaşmak-
tadır. Bunların yanında hayvancılık ve tarım alanında konumlandırılabilecek bazı had-
isler de mevcuttur. Münekkid hadisçiler bu tür rivayetleri iki kısma ayırmışlardır. a)
Senedleri ve metinleri açısından mevzu kabul edilenler. b) Zayıftan sahihe uzanan bir
kategoride yer alanlar. İkinci bölümde yer alan rivayetlere bakış açımızın ne olacağı
hususu öteden beri tartışma konusu olmuştur, günümüzde de olmaya devam etmekte-
dir.
A-Yaklaşım Farklılıkları
Hz. Peygamberin pozitif ilimler bağlamında söylediklerinin nasıl değer-
lendirilmesi gerektiğini irdeleyenler tıpla ilgili hadisleri merkeze almışlar ve bunun
üzerinden kanaatlerini dile getirmişlerdir. “Tıbb-ı nebevî” diye başlıklandırılan
rivayetleri değerlendirmede temel olarak dört yaklaşımla karşı karşıya olduğumuzu
görüyoruz. Bunları özetle ifade edecek olursak:
1-Hz. Peygamberin bu sözleri vahiy ve ilhamla söylediğini benimseyenler: Mehdî
b. Ali b. İbrahim el-Yemenî (/) ile Said Havva bu kanaattedir. Ülkemizde de
merhum Ahmed Davudoğlu Hz. Peygamber’in tıpla ilgili bazı hadislerine yapılan
itirazları reddetmek bağlamında "hâlâ birçokları nazariye olmaktan ileriye geçemeyen
cüce bilgiler" nitelemesini yapar ve Hz. Peygamber’in haber verdiği bir şeyin imkansız
olduğu aklen ve şer'an sabit olursa, bu haberin müteşâbihâttan sayılacağını belirterek
bunların ilahi menşeli olduklarını kabul ettiğini göstermiş olur.
2-Rasûlullah’ın bu bilgilerinin vahiy, nübüvvet ve kâmil akıldan meydana geld-
iğini düşünenler: İbnu’l-Kayyım'ın (keza Aliyyu'l-Kârî’nin) yaklaşımı böyledir. Söz ko-
nusu rivayetleri, risalet görevi içinde görmediğinden olsa gerek, ahkama dair hadisler
misali aynı kapsamda yani ilahî menşeli olarak değerlendirmez. Ancak, nübüvvet
nurunun ve vahyin mahsûlü, şeriatın tamamlayıcısı olarak değerlendirir ve onlara
uyulması gerektiğini söyler.
3-Hz. Peygamber’in bunların bir kısmını tecrübeyle söylediğini, diğerlerinin mu-
cize olduğunu benimseyenler. Muhammed Hamidullah ve muasır Gazali bu yak-
laşımdadırlar.
4-Allah Rasûlü bu hususları kendi zamanında sahip olduğu bilgiler çerçevesinde
edindiği deneyime göre söylemiştir diye düşünenler. Taberî, Hattâbî, İbn Haldûn, Şah
37
Adana Uluslararası İslam ve Tıp (Tıbb-ı Nebevi) Kongresi
38
Adana Uluslararası İslam ve Tıp (Tıbb-ı Nebevi) Kongresi
Gök cisimlerine yönelik olarak Arabistan’da yaygın olan bir inanış da yıldızlara
tapınmaktı. Çeşitli yıldızların putları yapılarak adlarına kurbanlar kesilirdi. Aynı za-
manda kayan yıldız bir hükümdarın ölümüne, doğumuna veya önemli bir hadisenin
vukuuna işaret sayılırdı. Yağmur, rüzgar, fırtına, havanın ısınması veya soğuması gibi
tabiat olayları ile ağaçların döllenmesi de o zaman ki inanışa göre yıldızlar sebebiyle
olmaktaydı. Nitekim bu hususa vurgu yapan Hz. Peygamber, “Allah gökten bereket in-
dirdiği her vakit insanlardan bir grup küfranda bulunurlar. Allah yağmuru indirir; onlar
şu yıldız şöyle yaptı, böyle etti derler.” buyurmuştur. Başka bir hadiste de şöyle geçer:
"Eğer Allah, yağmuru beş yıl tutup sonra gönderecek olsa, insanlardan bazıları inkar
eder ve: "Micdeh yıldızı sebebiyle yağmura kavuştuk!" derdi." Cahiliye döneminde gök
gürültüsü de bulutlarla görevli bir meleğin sesi sanılırdı. Bu melek, bulutları emrine
aykırı davranmaktan alıkoyar ve sürüsünü sevk eden çoban gibi onları oradan oraya
güderdi. Cinlere de bazı görevlerin yüklendiği cahiliye döneminde, suların buharla-
şması ve sert çöl ortamında havanın güneş ışığında kırılarak değişik hallere girmesi
cinlerle irtibatlı görülürdü. Bazıları yağmur gibi tabii hadiselerin gerçekleşmesinde de
cinlerin aracı olduğuna inanırdı.
Burada kısaca aktardığımız örneklerden de anlaşılacağı üzere, İslam öncesi Ara-
pların inanışı, çözemedikleri tabiat olaylarının ardına farklı farklı güçler vehmetmel-
erinden ibaretti. Bilimsel bir araştırmanın olmadığı bir coğrafyada zaten bundan tabiî
bir durum da olamazdı.
Şimdi Hz. Peygamberin evren tasavvuruna dair bazı örnekler zikredebiliriz:
1-Kainatın yaratılışı: Hz. Peygamber’den, yaratılışın gerçekleşme zamanı ve sa-
fahâtıyla ilgili pek çok hadis gelmektedir. Rivayetlerin bir kısmında ise, bu hususlarda
ayrıntılı bilgi verilir. Şu örnekte bu durum açıkça görülür: “Mahlukatını yaratmazdan
önce Rabbimiz Amâ'da idi. Ne altında hava, ne de üstünde hava vardı. Arşını su
üzerinde yarattı."
2-Gökler: Gökyüzünün gıcırdadığını belirten Hz Peygamber, onun dürülmüş bir
dalga, korunmuş bir tavan olarak tarif eder ve semanın üstünde başka bir sema daha
bulunduğunu söyleyerek yedi kat semayı sayar. Sonra konuşmasına devamla: "İkisi
arasında ne (kadar uzaklık) var biliyor musunuz?" diye sorduktan sonra, "Beş yüz yıl!"
der. Sonra tekrar: "Bunun gerisinde ne olduğunu biliyor musunuz? Bunun gerisinde su
var. Suyun gerisinde Arş var. Allah, Arş'ın üstündedir. Ademoğlunun yaptıklarından
hiçbiri O'na gizli kalmaz." buyurur. Ardından tekrar: "Bu arz nedir, biliyor musunuz?
Bunun altında bir diğer arz var, ikisi arasında beş yüz yıl var.” Böylece yedi arzın
varlığını birer birer sayar."
3-Güneş: Rivayetlerden anladığımız kadarıyla, Hz. Peygamber güneşin kendi yö-
rüngesinde döndüğü keza dünyanın yuvarlak olduğuyla ilgili bilgi sahibi değildi. Ebû
Zerr’den gelen rivayet bunu teyit etmektedir: "Güneş batarken Rasûlullah ile birlikte
mescidde idim. Bana: "Ey Ebû Zerr, biliyor musun bu güneş nereye gidiyor?" diye sor-
du. Ben: "Allah ve Rasûlü daha iyi bilir!" dedim. "Arş'ın altına secde yapmaya gider, bu
maksatla izin ister, kendisine izin verilir. Secde edip kabul edilmeyeceği, izin isteyip izin
verilmeyeceği zamanın (kıyametin) gelmesi yakındır. O vakit kendisine: "Geldiğin yere
dön!" denir. Böylece battığı yerden doğar. Bu durumu Cenâb-ı Hakk'ın şu sözü haber
vermektedir: "Güneş, duracağı zamana doğru yürüyüp gitmektedir. Bu aziz ve alîm olan
Allah'ın takdiridir."
Burada önemli bir mesele de dünyanın sadece Arap yarımadasındakiler için batı
tarafından doğacak oluşudur. Çünkü güneş tam da dünyanın batı yarımküresine
doğacakken geri dönecektir. Oysa, güneşin doğuş ve batışı ifadeleri mecazîdir. Zira
bugün kesin olarak bilinmektedir ki, güneş doğup batmamakta, dünya onun etrafında
39
Adana Uluslararası İslam ve Tıp (Tıbb-ı Nebevi) Kongresi
varsaysak bile, geri kalan büyük çoğunluğun bilgisi esas itibarıyla ona dayanmıyordu.
Kaldı ki kendi tespitleri de olmuş olsa, bunlar da bölgesel diğer bilgiler ile aynı havuzda
değerlendirilmeyi fazlasıyla hak etmektedir. Bu rivayetleri nakleden sahabilerin söz
konusu hadisleri bir mucize, daha önceden bilinmeyen bir durum olarak değil de Allah
Rasûlünün tavsiyeleri olarak naklettiklerini göz önünde bulundurursak durum daha iyi
anlaşılacaktır.
İslam öncesine baktığımızda şunu görürüz: Cevad Ali’nin tespitlerine göre balla
tedavi, hacamat, dağlamak, rukye; sarımsak, soğan, kimyon, kereviz, hardal, çemen,
enfiye, çörek otu gibi bitkilerin tedavide kullanılması yanında develerin bevliyle tedavi,
dişlerin sağlıklı korunması için arak ve bazı ağaçları fırça olarak kullanmak, göz iltihabı
için ismid ve diğer sürme çeşitleriyle tedavi olmak, lavman (hukne), yaraların tedavis-
inde zakkum kullanmak bilinen tedavi usûlleriydi. Cüzzam, baras (alaca), humma
(sıtma) maruf hastalıklar, sünnet olmak da yaygın idi. Keza kuduz köpeklerin
öldürülmesi, veba olan yere girilmemesi de böyleydi.
2-Allah Rasûlünün başkalarının tecrübelerinden yararlanması:
Hz. Muhammed’in bizzat kendisinin yararlandığı tıbbî uygulamalar ile döne-
minde var olan halk tabipleri, Allah Rasûlünün dönemindeki birikimi ve uygulamaları
anlamamıza yardımcı olacaktır.
a) “Emzikli kadınla cinsel ilişkiyi yasaklamayı düşünmüştüm, ancak Rumlarla
Farslıların bunu yaptıklarını (ve çocuklarının zarar görmediğini) görünce vazgeçtim.”
Bu hadislerinde Hz. Peygamberin diğer milletlerin tecrübelerinden yararlandığı an-
laşılmaktadır.
b) Allah Rasûlü rahatsız olan Ubeyy’e tabip göndermiş, o da onu dağlayarak te-
davi etmiştir. Keza Es’ad b. Zurâre krup (göğüs anjini) hastalığına yakalanınca Hz.
Peygamber dağlanmasını istemiş, diğer rivayete göre de kendisi iki kez boğazından
dağlamıştır. Yahudilerin, “Gerçekten peygamber ise onu iyileştirsin de görelim.”
demeleri üzerine, kendisinde olağanüstü bir güç olmadığını söylemiştir. Nihayetinde
dağlama yapılmış ama bir süre sonra hasta ölmüştür. Hastanın ölmüş olması konuya
Hz. Peygamber dönemi tıbbî uygulamalarına nasıl bakmamız gerektiği hususunda bir
ışık tutmaktadır.
c) Hz. Peygamber rahatsızlanan Sa’d b. Ebî Vakkas’ı Hâris b. Kelede’ye
yönlendirmiştir.
d) Tabip olan Ebû Rimse et-Teymî yine tabip olan babasıyla birlikte Hz. Peygam-
ber’i ziyarete geldiğinde sırtındaki yumruyu tedavi etme teklifinde bulunmuş, muhte-
melen acı vermemesi nedeniyle Hz. Peygamber bu teklifi kabul etmemiştir.
e) Urve Hz. Âişe'nin tıp bilgisine şaşırdığını söyleyince Hz. Aişe yeğenine "Urveci-
ğim! Hz. Peygamber ömrünün sonlarına doğru hastaydı. Arabistan'ın her tarafından bir
takım heyetler kendisini ziyarete geliyorlar ve bazı ilaçları tavsiye ediyorlardı. Ben de
onların tavsiye ettikleri ilaçları uyguluyordum. Bu bilgim oradan geliyor." demiştir.
Bu bilgilere ve tavsiye ettiği tedavi yöntemlerine bakarak, Hz. Peygamberin kendi
dönemine göre iyi sayılabilecek düzeyde tababet bilgisine sahip olduğunu söyleyebilir-
iz. Bu nedenle şunlar ve benzeri rivayetler geçmişten gelen bir birikimin ve tecrübenin
hulasası olarak gözükmektedir: "Tedavi olduğunuz en faydalı şey hacamattır.", "Tedavi
olduğunuz en yararlı şey hacamat ve hind buhurudur." ,"Kullanabileceğiniz en faydalı
sürme ‘ismid’dir. Çünkü o göze kuvvet verir, saç bitirir."
D-Tıbba Dair Rivayetlerin Değerlendirilmesi
41
Adana Uluslararası İslam ve Tıp (Tıbb-ı Nebevi) Kongresi
Allah Rasûlünden nakledilen tıbba dair hadisleri nasıl anlamamız gerektiği husu-
suna katkı sağlamak ve kendi yaklaşımımızı ortaya koymak amacıyla bazı tespitler
yapmak gerekmektedir:
1-Rasûlullah’ın yaptığının neliği:
Hz. Peygamber öncesi ve kendi dönemi uygulamalarına baktığımızda, Hz. Mu-
hammed’in yaptığının "şer'îleştirme" olduğunu görüyoruz. Bu da üç seçenekten biriyle
oluyordu: a) Uygulanan tedavi usûllerinde -içkiyle tedavide olduğu gibi - dinin prensip-
lerine aykırılık söz konusu iptal ediyordu. b) Tashih ediyordu. Avf b. Mâlik anlatıyor:
Bizler cahiliye döneminde rukye yapıyorduk. Rasûlullah'a "Yâ Rasûlallah! Bu hususta
ne buyurursunuz?" diye sorduk. Bize "Yaptığınız rukyeleri bana arz edin. Şirk olmadık-
tan sonra rukyede beis yoktur." diye cevap verdi. c) Bir problem yoksa bırakıyordu ve
hatta tavsiye ediyordu. Bütün tedavi tavsiyeleri bu bağlamda değerlendirilebilir.
2-Bunların neden vahiy/mucize olarak değerlendirilemeyeceği:
Hz. Peygamberin tavsiye etmiş olduğu veya uyguladığı tedavi yöntemlerinin ne-
den vahiy/mucize veya benzeri bir çerçevede değerlendirilmeyeceği hususu iki başlıkta
ele alınabilir:
a) Bu rivayetleri mucize olarak kabul edecek olursak, Allah tarafından tasdik
edilmiş ilaçtan daha iyisi bulunmayacağı için modern tıptan istifade etmeden, gerekti-
ğinde ameliyat olmadan, her zaman istifade imkanımız olduğu için ismid, çörek otu,
hurma, buhur vb. şeylerle tedavi yoluna gitmemiz gerekir. Örneğin Hz. Peygamber
Ubeyy'e doktor gönderip damarını kesip dağlattırdığı için bugünkü imkanlardan istifa-
de etmeden benzer durumla karşılaşınca aynı tedaviyi uygulamamız icap eder. Biz bun-
ları söylerken bitkilerle tedaviyi reddetmiyoruz; eğer bunlar mucize ise, mucize ilaç
dışında başka tedavi yolu aramanın yanlış olacağını; oysa Hz. Peygamber zamanında
yapılanın o döneme göre en iyisi, bununla beraber nihâî tedavi olmadığını söylemek
istiyoruz.
b) Hz. Peygamberin tavsiye ettiği yöntemler veya ilaçlar kendi coğrafyası şartları
çerçevesindedir. Bu yüzden o coğrafyada var olan bir şeyi tavsiye etmiştir. Hiç şüphe
yok ki, o dönemde dünyanın daha yeşil olan bölgelerinde yetişen bitkilere paralel
olarak daha güzel ilaçlar uygulanıyordu, keza daha iyi tedavi yöntemleri söz konusu
olabiliyordu. Dolayısıyla Hz. Peygamber o bölgelerden birinde yaşamış olsaydı tavsiye
edeceği yöntemler yaşadığı coğrafyaya ait olacaktı. Böyle bir şey durumunda ise
örneğin Hz. Peygamber Çin’de peygamber olarak gönderilmiş olsaydı, o coğrafyadaki
tedavi yöntemlerini olağanüstü mü görecektik ve bunlara ilahî bir yön mü atfedecektik?
Bu sorunun cevabı “hayır” olmalıdır. Bu nedenle acve, ismid v.b rivayetlere aynı
çerçevede bakmak yararlı olacaktır. Bal ve çörek otu v.b. rivayetlere gelince, bunları
tecrübeye dayalı olarak faydalı bulunmuş ilaçlar olarak görmek uygundur. Dünyanın
her yanında da böyle görülmüştür.
Allah Teâlâ "Onlara karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet ve cihad için bağlanıp
beslenen atlar hazırlayın. Bununla Allah'ın düşmanını, sizin düşmanınızı ve onlardan
başka sizin bilmediğiniz, Allah'ın bildiği (düşman) kimseleri korkutursunuz"
buyurmaktadır. Görüldüğü gibi, ayette, hazırlık olarak atların büyütülüp eğitilmesi ve
düşmana karşı bu şekilde hazırlık yapılmasından bahsedilmektedir. Fakat ayeti okuyan
hiç kimse silah sanayinin ilerlediği şu çağda, atları beslemek için haralar kurmayı ve bu
şekilde Allah'ın emrini yerine getirmeyi düşünmemektedir. Herkes bilmektedir ki, bu-
rada murat edilen çağın gereklerine uygun olarak düşmana karşı hazırlık yapmaktır.
Aynı durum "Hayır, kıyamete kadar atların alınlarındadır." , "Bereket, atların alınların-
dadır." hadisleri için söz konusudur. Bunları nasıl ki o dönem şartlarına göre değer-
42
Adana Uluslararası İslam ve Tıp (Tıbb-ı Nebevi) Kongresi
lendiriyorsak, faydalı ilaçları tavsiye eden hadislere de aynı şekilde bakmak duru-
mundayız.
3-İlgili hadislerin modern bilimler ışığında tahlili:
Hz. Peygamberden nakledilen hadisleri modern bilimlerin değerlendirmeleri al-
tında tahlil edecek olursak, öncelikli olarak bunların Allah Rasûlünün yaşadığı zaman
itibarıyla sahip olduğu bilgiler olduğunu söylemek durumundayız. Bu durumda sahih
olanları merkeze almak suretiyle gelen haberleri şu şekilde kategorize etmemiz müm-
kün gözükmektedir:
a) Bugünkü bilimsel verilere kesin olarak muvafık olanlar: Büyük ihtimalle bu
hadisleri Hz. Peygamber söylemiştir. Bunlar tıbbın ilerlemediği ve basit düzeyde kaldığı
bir toplumda geleneksel bilgiler ışığında hasta insanlara tavsiye edilmiş ve tecrübe
edilmiş ilaçlardı. Bunlar Rasûlullah'ın uyguladığı, uygulanışını gördüğü veya haberdar
olduğu yöntemlerdir. Ancak bu, "bitkilerle tedavide en iyi ilaçlar bunlardır" manasına
gelmemektedir. Çünkü dünyanın her yerinde bitkilerle tedavi öteden beri bilinmekte,
bir yerde bulunan otlar sahip oldukları özellikler sebebiyle Hz. Peygamber’in tavsiye
ettiklerinden daha randımanlı neticeler verebilmektedir. Bu sebeple de mucizevî değil-
lerdir.
b) Bugünkü bilimin kesin olarak reddettikleri. Çeşitli rivayetlerde Hz. Peygam-
ber’in rahatsızlanan bedevilere (Uranîler) develerin bevlini içmelerini tavsiye ettiği,
onların da bu tedavi sonunda iyileştikleri rivayet edilir. Âmirî'nin şiirinde geçtiğine
göre, cahiliye döneminde insanlar develerin bevillerini tedavi için kullanıyorlar, bazen
de hastaların içmesi için kaynatıyorlardı. Zaten ilgili hadisin rivayetinde, Rasûlullah'ın
onlara develerin bevillerini içmelerini tavsiye etmesi tabii bir olay gibi anlatılmakta,
yeni keşfedilmiş veya çok ilginç bir hâdise olarak arz edilmemektedir. Ancak gerek fıkıh
kitaplarının ve gerekse günümüz tıbbının benimsediği üzere, idrarla bu şekilde bir te-
davi söz konusu değildir. Hele de deve idrarının daha ağır olduğu bilimsel araştırmalar-
la ortaya konulmuştur.
c) Tıbbın kesin karar veremedikleri. Hz. Peygamberin dünyevî alandaki birikimi-
nin bir kısmının yanlış olabileceği kabul edildikten sonra, bugünkü müspet ilimlerin
bazı hadislerde bahsedilen hususların doğruluğu hususunda kesin karar verip verme-
mesi bir açıdan önem arz etmemektedir. Bizlerin bakış açısı netleştikten sonra, müspet
ilimler hadiste geçen hususu onaylarsa, Hz. Peygamber zamanındaki kabulün doğru
olduğunu, reddederse yanlış olduğunu anlamış oluruz. Müspet ilimlerin haklarında
karar vermediği hususlara gelince, bunlar hususunda ilmin ne söyleyeceğini beklemek
durumundayız. Ancak, sonuç müspet de olsa menfi de olsa, bizim bakış açımız içeris-
inde yer alacaktır. Burada belki şu söylenebilir: Müspet ilimler sürekli gelişim içinde
olduğu için, Hz. Peygamber’in bir takım tavsiyelerini hemen redde yönelmek bir şey
kazandırmaz. Böyle yaptığımızda ilmin gerektirdiği temkini elden bırakmış oluruz.
Çünkü "çağımızda, büyük ilmî gelişmelerin daha önce doğru kabul edilen inanç ve ka-
naatleri nasıl değiştirdiği görülmektedir." Ancak, beklemenin de bir sınırı olduğu
bellidir. Yoksa bilimsel olarak son sözün söylendiği bazı konularda, ilmin o konuda
keşfedemediği yeni bir şeyler olabilir diyerek, hadis hakkında verilecek kararı ne-
redeyse kıyamete bırakmak makul değildir. Sinek hadisi konumuzla ilgili çok güzel bir
örnektir. Bugünkü bilimsel verilere göre, sahih olarak değerlendirilen bu hadiste geçen
husus gerçeklik arz etmemektedir. Hadiste anlatılanın gerçek olduğunu ifade etmek
amacıyla zikredilen raporların hiçbiri gerçek değildir. Zaten olsaydı müslümanlar bunu
her alanda kullanırlardı.
4-Tıbbı nebevî ifadesinin anlam alanının daraltılması:
43
Adana Uluslararası İslam ve Tıp (Tıbb-ı Nebevi) Kongresi
44
Adana Uluslararası İslam ve Tıp (Tıbb-ı Nebevi) Kongresi
Sonuç
İbn Haldun hurma aşılama hadisini misal vererek bunları adet ve tabii durumlar
olarak değerlendirir ve şer’î ameller olarak görmez. Hz. Peygamber’in insanlara dini
tebliğ etmek için geldiğini, tababeti öğretmek için gelmediğini belirtir. Rızaeddin b.
Fahreddin de aynı çerçevede şöyle der: “Peygamberler tıp, aritmetik, matematik gibi
bilimleri öğretmek için gönderilmiş olsalardı insanların akıl, duyu ve iradelerinin ta-
mamen ibtal edilip dünyevi işlerin tümünde peygamberin öğretisine uymaları gerekir-
di. Yeryüzünde halifelik yapmak üzerine gönderilen insanlar için bunun mümkün ol-
madığını herkes bilse gerektir.”
Kanaatimizce, İslam öncesi uygulamaların mevcudiyetine bakarak, Allah Rasûlü-
nün tıpla ilgili birikim ve tavsiyelerini diğer alanlardaki birikimleriyle aynı kategoride
değerlendirmek ve onu, müspet ilimler açısından zamanının insanı olarak kabul etmek
en makulü olacaktır. Çünkü peygamberlik görevi sınırları içerisinde doktorluk bulun-
muyordu. Bu nedenle, kendi dönemine göre tecrübe edilmiş uygulamaları uyguluyor
veya tavsiye ediyordu. Bize düşen de, Allah Rasûlünün tıp alanındaki tavsiye ve uygu-
lamalarını ashabın kabul ettiği çerçevede kabul etmektir.
Kaynakça
Ali, Cevad, el-Mufassal fî Târîhi'l-Arab kable'l-İslâm, I-X, Ysz
Bedr, Abdurrahman, el-Felek inde`l-Arab, Trablus-Tsz.,
el-Buhârî, Muhammed b. İsmail b. İbrahim, Sahîhu'l-Buhârî, hzr. Abdulazîz b. Ab-
dillah b. Bâz, I-VIII+Fihrist, Beyrut
ed-Dârekutnî, Ebu'l-Hasan Ali b. Ömer, el-İlelu'l-Vâride fi'l-Ehâdîsi'n-Nebeviyye,
thk. Mahfûzurrahman Zeynullah es-Selefî, I-IX, Riyad
Davudoğlu, Ahmed, Sahîh-i Müslim Tercüme ve Şerhi, I-X, İstanbul
Denizkuşları, Mahmud, Kur'ân-ı Kerîm ve Hadîslerde Tıb, İstanbul
ed-Dihlevî, Şâh Velîyullah, Huccetu'llâhi'l-Bâliğa, hzr. Muhammed Şerîf Sukker, I-
II, Beyrut
Ebûbekr, es-Seyyid Salih, el-Edvâu'l-Kur'âniyye fî İktisâhi'l-Ehâdîsi'l-İsrâîliyye ve
Tathîri'l-Buhârî minhâ, Ysz.-Tsz.
Ebû Dâvûd, Sunenu Ebî Dâvûd, hzr. Kemâl Yûsuf el-Hût, I-II+Fihrist, Beyrut
Ebû Reyye, Mahmud, Edvâ' ale's-Sunneti'l-Muhammediyye, Kahire
Emînî, Mevlânâ Muhammed Takî, Hadîs Kâ Dirâyetî Mi'yâr, Karaçi
Ergün, Ahmed, Hz. Peygamber (SAV) ve O'nun Sünnetine Olan İhtiyaç, Parantez
Dergisi, İlkbahar, s.
Gülen, M. Fethullah, Sonsuz Nur, I-II, Feza Yayıncılık
Hamidullah, Muhammed, İslam Peygamberi, trc. Salih Tuğ, I-II, İstanbul
el-Hattâbî, Ebû Süleyman, İ'lâmu'l-Hadîs fî Şerhi Sahîhi'l-Buhârî, hzr. Muhammed
b. Sa’d b. Abdirrahman Âl-Suûd, I-IV, Mekke
Havva, Saîd, Allah Resûlü Hz. Muhammed, trc. Halil Günenç, Ankara
İbn Haldun, Abdurrahman b. Muhammed, Mukaddimetu İbn Haldun, thk. Ali Ab-
dulvâhid Vâfî, I-III, Dâru Nehdati Mısr, Kahire-Tsz.
45
Adana Uluslararası İslam ve Tıp (Tıbb-ı Nebevi) Kongresi
İbn Hanbel, Ahmed, Musnedu’l-İmam Ahmed b. Hanbel, hzr. Şuayp Arnavut vd., I-
L, Beyrut
İbn Kayyım el-Cevziyye, Ebû Abdillah Muhammed b. Ebîbekr, el-Menâru'l-Munîf
fi's-Sahîhi ve'd-Daîf, thk. Abdulfettah Ebû Gudde, Mektebetu'l-Matbûâti'l-İslâmiyye,
Beyrut-Tsz.
, Zâdu'l-Meâd fî Hedyi Hayri'l-İbâd, thk. Şuayb el-Arnavut, Abdulkadir el-
Arnavut, I-VI, Beyrut
İbn Kuteybe, Ebû Muhammed ed-Dineverî, Kitâbu`l-Envâ, Haydarabad
İbnu'l-Cevzî, Ebu’l-Ferec Abdurrahman, Kitâbu'l-Mevdûât, I-III, Beyrut
el-Kalkaşendî, Ahmed b. Ali, Nihâyetu`l-Ereb fî Ma`rifeti Ensâbi`l-Arab, hzr.
İbrahim el-Ebyârî, Kahire
, Subhu`l-A`şâ fî Sınâeti`l-İnşâ, I-XIV, Kahire-Tsz.
Lebîd b. Rebîa, Dîvânu Lebîd b. Rebîa el-Âmirî, hzr. Hamdû Tammâs, Beyrut
Molla Hâtır, Halîl İbrâhîm, el-İsâbe fî Sıhhati Hadîsi'z Zubâbe, Riyad
Muslim, Ebu'l Huseyn el-Kuşeyrî, Sahîhu Muslim, hzr. Muhammed Fuâd Ab-
dulbâkî, I-IV+Fihrist, Beyrut
en-Nesâî, Ahmed b. Şuayb, Sunenu'n-Nesâî, thk. Mektebu Tahkîki't-Turâsi'l-Arabî,
I-VIII+Fihrist, Beyrut
en-Nevevî, Yahya b. Şeref, Sahîhu Muslim bi Şerhi'n-Nevevî, Dâru'l-Kutubi'l-
İlmiyye, I-XVIII+Fihrist, Beyrut-Tsz.
en-Nuveyrî, Ahmed b. Abdilvehhâb, Nihâyetu’l-Ereb fî Funûni’l-Edeb, I-XVIII, Ka-
hire
Okiç, M. Tayyib, Bazı Hadis Meseleleri Üzerinde Tetkikler, İstanbul
Rızaeddin b. Fahreddin, Dinî ve İctimaî Meseleler, hzr. Ö. Hakan Özalp, İst
es-Sehâvî, Muhammed b. Abdirrahman, el-Mekâsidu'l-Hasene fî Beyâni Kesîrin
mine'l-Ehâdîsi'l-Muştehira ale'l-Elsine, thk. Ebu'l-Fadl Abdullah Muhammed es-Sıddîk,
Beyrut
Seyyidetî, sayı: , s. 49, London/10/ (Muhammed Gazâlî ile yapılan
mülakat)
Şahin, Ahmet, Hadiste Metin Tenkidi, diploma çalışması, İzmir
eş-Şâtıbî, Ebû İshâk İbrahim b. Musa, el-Muvâfakât fî Usûli'ş-Şerîa, thk. Abdullah
Draz ve diğerleri, I-IV, Dâru'l-Kutubi'l-İlmiyye, Beyrut-Tsz.
eş-Şehristânî, Muhammed b. Abdilkerîm, el-Milel ve'n-Nihal, hzr. Ahmed Fehmî
Muhammed, I-III, Beyrut
et-Taberî, Ebû Ca'fer, Tehzîbu'l-Asâr, el-Cuz'u'l-Mefkûd (Kayıp Cüz), thk. Ali Rıza
b. Abdillah b. Ali Rıza, Beyrut
et-Tirmizî, Muhammed b. Îsâ, el-Câmiu's-Sahîh, hzr. Kemâl Yûsuf el-Hût, I+V, Bey-
rut
Ünal, İsmail Hakkı, Hz. Muhammed ve Tıp, Diyanet İlmî Dergi, (Hz. Muhammed
özel sayısı), s. , Ankara
Ya`kûbî, İbn Vâdıh Ahmed b. İshak, Târîhu`l-Ya`kubî, I-II, Beyrut
46
Adana Uluslararası İslam ve Tıp (Tıbb-ı Nebevi) Kongresi
47
Adana Uluslararası İslam ve Tıp (Tıbb-ı Nebevi) Kongresi
48
Adana Uluslararası İslam ve Tıp (Tıbb-ı Nebevi) Kongresi
Özet
Tarih boyunca İslâm âlimlerinin ve müslümanların ilgisine mazhar olan tıbb-ı
nebevînin bilhassa alternatif tıpla birlikte tekrar dikkatleri üzerine çektiği görülmekte-
dir. Bu ilginin sebeplerinden en önemlisi, onun belli ölçüde vahye dayandığı önkabulü-
dür. Ancak tıbb-ı nebevînin vahiy kaynaklı olup olmadığı ya da ne ölçüde vahiy mahsülü
olduğu, İslâm âlimleri arasında tartışmalıdır ve bu konuda üç farklı görüş ortaya çık-
mıştır. Ayrıca tıbb-ı nebevînin vahiy kaynaklarının tesbit edilmesi, onun değerini ve
bağlayıcı olup olmadığını ortaya koyabilmek bakımından zaruridir. Bu sebeple çalış-
mamızın temel konusu, tıbb-ı nebevînin vahye istinat edip etmediğinin ya da ne ölçüde
vahiy mahsulü olduğunun ve diğer kaynaklarının belirlenmesidir. Elinizdeki çalışma
söz konusu görüşleri incelemeyi hedeflemektedir. Tıbb-ı nebevîye dair hadislerin sıh-
hati ve değeri, günümüzde geçerli olup olmadıkları, modern tıpla uyuşup uyuşmadıkla-
rı, bu çalışmayı dolaylı olarak ilgilendirmekte ve çalışmamızın asıl konusunu teşkil et-
memektedir.
Giriş
Tıbb-ı nebevî tabiri kısaca, “Resûl-i Ekrem’in Kur’an’a ve gayr-i metlüv vahiy’e,
içinde yaşadığı toplumun kültürel birikimine ve şahsi tecrübesine dayanarak edindiği,
bir kısmını kendi hayatında tatbik ettiği, ayrıca ashâbına ve ümmetine tavsiye ettiği
tıbbî uygulama ve öğütler” diye tanımlanabilir. Tıbb-ı nebevî; tıbbu’l-vikâî (koruyucu
tıp), tıbbu’l-ilâcî (tedavî edici tıp) diye iki ana başlık altında değerlendirilebilir. Tıbb-ı
nebevînin kapsamı ise hıfzı’s-sıhha, temizlik (hijyen), helal ve temiz gıdalarla dengeli
beslenme, hastalığı ve şifayı Allah’tan bilme, her hastalığın devasının yaratıldığına
inanma, tedaviyi ihmal etmeme, mâneviyatı ve moral gücünü yüksek tutma, sadece
görünen ve hissedilen maddî hastalıkların yanında ruhî hastalıkları da dikkate alma,
tedavide bitki, yiyecek ve içeceklerin hassalarından yararlanma, dua ve rukye gibi usul-
leri de ihmal etmeme şeklinde özetlenebilir. Çalışmamızın başlığını teşkil eden vahiy
kaynakları terkibindeki “kaynak” kelimesi ile Allah Resûlü’nün tıbbî bilgisini nereden
aldığını kastediyoruz.
Ümmetine karşı çok düşkün ve merhametli olan Resûl-i Ekrem, ümmetinin has-
talıklardan korunması ve tedavisi ile de ilgilenmiştir. İslâm’daki önemine binaen tıbbı
dinî ilimler arasında değerlendiren İslâm âlimleri vardır. Hatta bazı âlimler tıbbın kay-
nağının ilahî olduğunu ve onun temel esaslarının peygamberlere vahiyle bildirildiğini,
49
Adana Uluslararası İslam ve Tıp (Tıbb-ı Nebevi) Kongresi
daha sonra tıbbın beşerî tecrübelerle geliştirildiğini ileri sürmüşlerdir. Hayatın her
alanına hitap eden İslâm’ın, tıbba verdiği önem, Hz. Ali’ye (r.a.) ya da İmam Şâfiî’ye (ö.
/) atfedilen “ilim ikidir; din ilmi ve beden ilmi” sözüyle veciz bir şekilde ifade
edilmektedir. Muhaddisler Allah Resûlü’nün tıbba dair hadislerine eserlerinde yer ver-
mişlerdir. Meselâ İmam Mâlik el-Muvatta’nın Kitabu’l-‘Ayn bölümünde tıpla ilgili bazı
hadisleri tahric etmiş, İmam Buhârî’den itibaren ise hadis kitapları Kitâbu’t-Tıb
bölümüne yer vermişlerdir. Ancak bu konudaki hadisler sadece mezkûr bölümlerde
değil Kitâ-bü’t-Tahâre, Kitâbü’l-Etʽime, Kitâbü’l-Eşribe, Kitâbü’l-İman ve Kitâbü’l-Edeb
gibi bölümler içinde de yer alabilmektedir. Müteakip asırlarda İslâm âlimleri tıbb-ı ne-
bevî üzerine zengin bir literatür vücuda getirmişlerdir.
Bununla beraber hadis kitaplarında bir bölüm teşkil eden ve müslüman âlimlerin
ilgisine mazhar olup hakkında müstakil eserler telif edilen tıbb-ı nebevî ile ilgili bazı
problemler ve tartışmalar da bulunmaktadır. Tıbb-ı nebevî konusunda her şeyden evvel
cevaplanması gereken soru ise Hz. Peygamber’in (a.s.) söz ve davranışlarının ne ölçüde
ilâhî kontrol altında olduğudur. Bu soru da temelde Hz. Peygamber’in Kur’an dışında
vahiy alıp almadığı meselesine dayanmaktadır.
Biz bu çalışmamızda tıbb-ı nebevîye dair hadislerden ve sünnetten hareket
ederek Allah Resûlü’nün sağlıkla ilgili evrensel nitelikteki prensipleri ve kendisinden
asırlar sonra keşfedilen bazı tıbbî meseleleri vahiy almaksızın bilip bilemeyeceğini ya
da ne ölçüde ve nasıl bildiğini değerlendireceğiz. Konumuzun sınırlarını aşmamak için
tıbb-ı nebevîde tavsiye edilen bitki, yiyecek ve ilaçlarla ilgili birkaç örnek vermekle
yetineceğiz.
50
Adana Uluslararası İslam ve Tıp (Tıbb-ı Nebevi) Kongresi
51
Adana Uluslararası İslam ve Tıp (Tıbb-ı Nebevi) Kongresi
namazı farz kılmış, ayrıca hastaların oruç tutmayabileceklerini beyan buyurarak esa-
sen sağlığı korumayı hedeflemiştir. Keza başından rahatsız olan ihramlının ihramdan
çıkarken tıraş olma zorunluluğu yoktur. Dahası idrar, gaita, kusma, aksırma, uyku, aç-
lık, susuzluk gibi şeylerin tehir edilmesi insan sağlığına zararlı olduğundan buna yol
açabilecek sebepleri ortadan kaldırmaya yönelik Kur’ân’da emirler vardır. Teyemmüm
âyeti buna delil olarak gösterilebilir. “Nefislerini öldürmeyiniz” âyeti, teyemmümün
cevazına delil sayılmıştır. “Sizden her kim o günlerde hasta veya yolcu olursa, tutama-
dığı günler sayısınca başka günlerde oruç tutar” âyetinde sağlığın korunması gözetil-
miştir.
Kur’ân tıbba dair prensiplerin yanında spesifik bazı yiyeceklerin değerine dikka-
timizi çekmekte; bal, kuş eti, zeytin ve zeytinyağı, zencefil gibi bazı yiyeceklerin ve bit-
kilerin birtakım özelliklerini öne çıkarmaktadır. Örnek olarak “Onda insanlar için bir
şifa vardır” âyetinde balın şifa özelliğine vurgu yapılmaktadır.
Bunlardan başka, Kur’ân, her detaya girmediği için, Resul-i Ekrem’e uyulmasını,
getirdiği hükümlerin kabul edilip yasak ettiği şeylerden kaçınılmasını emretmekte,
Allah Resûlü’nün güzel şeyleri helal, pis şeyleri haram kıldığına ve onda güzel bir örnek
olduğuna dikkat çekmektedir.
ab. Gayr-i metlüv vahiy
İslâm âlimlerinin çoğunluğu, Hz. Peygamber’in Kur’an’da yer alan vahyin dışında
da vahiy aldığını kabul etmektedirler. Bu sebeple onlar vahyi -farklı adlandırmalar olsa
da- vahy-i metlüv ve vahy-i gayri metlüv diye ikiye ayırmışlardır.
Genel mânada bir tabip olmasa da kalplerin bir tabibi ve ümmetinin sağlığıyla il-
gilenen bir resûl olarak Hz. Peygamber’e Allah Teâlâ tarafından bazı tıbbî prensip ve
bilgilerin öğretildiğinde şüphe yoktur. Kendisine öğretilen söz konusu temel prensipler,
vahy-i gayri metlüv tabir edilen vahiy türü içinde değerlendirilmektedir. Bunu birkaç
örnek üzerinden delillendirmek istiyoruz:
Yahudi âlimlerinden biri, çocuğun nasıl meydana geldiğini ve cinsiyetini belirle-
yen faktörleri sorduğunda Resû-lullah (a.s.) onun sorusuna cevap vermiş, bunun
üzerine yahudi, “Vallahi doğru söyledin, sen hakiki bir peygambersin” itirafında bulun-
muştur. Resûl-i Ekrem orada hazır bulunan ashâbına “Ben onun sorduklarının cevabını
bilmiyordum, o anda bana Allah Teâlâ bildirdi” buyurmuştur. Keza anne rahminde
çocuğun ne zaman canlandığına ve ona kaç günlükken ruh üflendiğine dair hadisler,
mirac gecesinde görüştüğü meleklerin kendisine ve ümmetine kan aldırmayı (hacamat)
tavsiye etmeleri ve Cebrail’in misvak kullanmayı salık vermesi gibi hususlar bu katego-
ride değerlendirilebilir. Aynı şekilde mikrobun bilinmediği bir çağda karasineğin bir
kanadında zehir, diğer kanadında panzehir olduğuna işaret eden hadis, ayrıca “ Sa-
kallarınızı hilalleyiniz (parmaklarınızla suyu içine temas ettiriniz), tırnakların kısaltınız,
zira şeytan tırnaklarınızın arasında barınır” hadisi ile mikrobun o günün insanına daha
kolay yoldan anlatabilmek için şeytana benzetilerek anlatılması son derece önemlidir.
Ayrıca hadislerde veba olan yere girilmemesi, veba olan yerden de çıkılmaması emri,
sağlıklı develerin hasta devenin yanına yaklaştırılmasının yasaklanması bulaşıcı has-
talıklara karşı karantina uygulamasına delalet etmektedir. Bütün bunların ümmi bir
peygamberin vahiy olmaksızın kendiliğinden bilemeyeceği tıbbî hususlardan olduğunu
düşünüyoruz.
Bu sebeple tıbb-ı nebevînin vahiy kaynaklı olduğunu savunan Mahmûd Nazım
Nesimî, bu görüşüne delil aldığı hususlardan biri, “Mantar ekip dikmeden Allah’ın
kudreti ile kendiliğinden yetişir; suyu (bazı) göz hastalığına şifadır” rivayetidir. O,
İslam’dan önce Arapların mantarın bu hassasını bilmediklerini, ayrıca Yunan tıbbında
mantarın bazı göz hastalıklarını tedavide kullanılmadığını belirterek dolayısıyla bu
52
Adana Uluslararası İslam ve Tıp (Tıbb-ı Nebevi) Kongresi
bilginin ilâhî kaynaklı olduğunu, zira Hz. Peygamber’in kendiliğinden böyle bir şeyi
bilmesinin mümkün olamayacağını vurgular.
Ancak burada dikkat çekmemiz gereken birkaç husus bulunmaktadır: Bunlardan
ilki, göz hastalıklarının çeşitlerinin ve sebeplerinin tam olarak tanınmadığı ve tıbbın
fazla gelişmediği bir çağda mantardan yararlanıldığıdır. Unutulmaması gereken ikinci
husus, mantarın hangi türünün ne tür bir göz hastalığına şifa olduğudur. Diğeri ise aynı
sonucun her hastada gerçekleşip gerçekleşmediğidir. Bizim burada verdiğimiz
örnekler, ihtisas alanlarının alabildiğine geliştiği çağımızda, göz hastalıklarını mantarla
tedaviyi teklif etmek değil, o günün şartları altında Arap kültüründe ve Eski Yunan’dan
gelip (Galenik tıp) Bizans ve İran’la devam eden dönemin tıbbında bilinmeyen ve
kullanılmayan bazı uygulamaların ilahî kaynağa dayanmış olabileceğine vurgudan
ibarettir.
Hadislerde “İki şifaya sarılınız: Bunlar bal ve Kur’an’dır” buyurulmuştur. Bal; be-
denî, Kur’an ise özellikle kalbî ve rûhî bir şifadır. Resûl-i Ekrem’in karnı ağrıyan kimse-
ye âyetlerde şifa diye övülen bal şerbetinin içirilmesini tavsiye etmesi dikkat çekicidir.
Bununla birlikte İbn Hacer, kişinin iman derecesine göre tıbb-ı nebevînin tesirinin deği-
şebileceğini vurgular. Ona göre Kur’an, temiz kalplere fayda verdiği gibi tıbb-ı nebevî de
temiz bedenlere faydalıdır. Mantarla ilgili olarak yaptığımız değerlendirmeler, bal için
de geçerlidir. Karın ağrısı çok genel bir ifadedir. Hâlbuki dâhiliye ve gastroloji uzmanla-
rının sahası olan bu konuda, karındaki ağrının ne tür bir ağrı olduğu, sebepleri ve belir-
tileri çok yönlü tahlil ve tetkiklerle teşhis edilmeden günümüzde bal şerbeti içilmesini
tavsiye etmek hadisleri doğru anlamamaktır.
Hadis kaynaklarımızda çörekotunun ölüm hariç her derde deva olduğu, acve
hurmasında zehirlenmeye karşı şifa özelliğinin bulunduğu ile ilgili rivayetler de yer
almaktadır. Bununla birlikte çörekotu, ölüm hariç, her derde deva ise ondan başka ilaç
aramamak gerektiği, hâlbuki diğer hadislerde farklı bitki ve ilaçların tavsiye edildiği
şeklinde itiraz gelebilir. Bu hadisin çörekotunda pek çok faydanın bulunduğunu müba-
lağa yoluyla ifade şeklinde anlaşılmalıdır. Konuyla ilgili hadislerde geçen acve hurması-
nın zehirlenmeye karşı etkili olduğu yönündeki hadisleri âlimler:
a. Bunun sırf acve hurmasının özelliğinden değil Resûlullah’ın duasının bereketi
sebebiyle olduğu,
b. Bu hassanın her zaman için geçerli olduğu ya da
c. Peygamberimiz (a.s.) zamanına ve Medine’ye has olduğu şeklinde üç farklı
görüş ileri sürmüşlerdir.
En isabetli yol, peşin kabul veya reddetmek yerine, bunun geçerliliğinin tıbbî
deneylerle test edilmesidir. Bu sebeple tıbbî hadisleri değerlendiren Hattâbî (ö.
/), tedavinin şahsiliğini, tavsiye edilen bitki ve ilaçların herkes için geçerli
(umumi) olmayabileceğini belirterek Allah Resûlü’nün herhangi bir şahsa tavsiye ettiği
ilaç ya da duanın başka biri için aynı etkiyi sağlamayabileceğini ifade eder.
b. Vahye dayanmayan sünnet ve beşerî tecrübe
ba. Kıyaslama
Hadis kaynaklarımızda Hz. Peygamber’in kendi dönemindeki bazı milletlerin uy-
gulamalarına bakarak bazı tıbbî tavsiye ve yasaklamalarda bulunduğunu, tıpla ilgili bazı
görüş ve tavsiyelerini tashih ettiğini gösteren rivayetler mevcuttur. Buna bir örnek
vermekle yetineceğiz. Resûl-i Ekrem, kocanın, çocuğuna süt emziren eşiyle cinsî müna-
sebette bulunmasının (gayle) çocuğa zarar vereceği düşüncesiyle bu fiili yasaklamak
istemiş, ancak Rumlar ve İranlılar böyle yaptıkları hâlde bunun çocuklarına zararının
53
Adana Uluslararası İslam ve Tıp (Tıbb-ı Nebevi) Kongresi
olmadığına dair daha önceki bir duyumunu hatırlayarak mezkûr fiili yasaklamaktan
vazgeçmiştir. Bu durum tıbb-ı nebevînin bir kısmının vahye değil kıyaslamaya ve tec-
rübeye dayandığını ortaya koymaktadır.
bb. Nebevî tecrübe ve kültürel miras
Yaşadığı toplumda bilinen ve çeşitli hastalıklar için kullanılan bazı bitki ve yiye-
cekleri tedavi maksatlı olarak Resûl-i Ekrem’in ümmetine tavsiye ettiğini, bu noktada
kendi tecrübelerinden de yararlandığını görüyoruz. Meselâ karın şişliği rahatsızlığı
sebebiyle müshil olarak sütleğen kullanan eşi Ümmü Seleme’ye (r.a.), tabiatı zehirli
olan sütleğen yerine zararsız bitkilerden sinameki ve sennûttan yararlanmasını tavsiye
etmesi, Allah Resûlü’nün fetaneti ve tecrübesiyle bazı bitkilerin özelliklerini bildiğini
göstermektedir.
Resûl-i Ekrem Arap toplumunun kültürel mirasından da istifade etmiştir. Arapla-
rın Rumlar ve İranlılarla temasları bulunmaktaydı. Eski Yunan’a ve kadîm medeniyetle-
re dayanan, eğitimle öğrenilen bir tıp müktesebatının varlığı inkâr edilemez. Öyle ki
Araplar arasında Kuzey İran’daki Cundişapur Tıp Okulu- nda eğitim görmüş Sakif kabi-
lesinden Hâris b. Kelede ve oğlu Nadr b. Hâris gibi bazı tabipler bulunmaktaydı. Allah
Resû lü’nün bunlardan istifade etmiş olması ihtimal dâhilindedir.
Hz. Peygamber tıp konusunda gayr-i müslim tecrübeden ve uzmanlardan da ya-
rarlanılmasını tavsiye etmiştir. Nitekim onun kalp rahatsızlığına düçar olmuş bazı has-
taları, yukarıda bahsi geçen ve dönemin önde gelen hekimlerinden Hâris b. Kelede’ye
gönderdiğini biliyoruz. Allah Resûlü’nin yukarıda değindiğimiz gayle hakkındaki açık-
laması buna diğer bir örnek olarak gösterilebilir. Bu sebeple Hattâbî (ö. /) ve
İbn Hacer (ö. /) eğitimle öğrenilen ve geleneksel tıp müktesebatını dikkate
alarak tıbb-ı nebevîyi, tıbb-ı kıyâsî ve tıbb-i tecrübî diye ikiye ayırmışlar; ilkine dünya-
nın çeşitli yerlerinde uygulanan Yunan tıbbını, diğerine de Peygamberimizin yaşadığı
dönemdeki Hind ve Arapların uygulayageldikleri tıbbı misâl vermişlerdir.
İbn Hacer, tıbbı “bedenle ilgili” ve “kalple ilgili” olmak üzere, aynı şekilde iki grup-
ta değerlendirir. Bedenle ilgili olan tıp, bu konuda Resûlullah’tan ve diğerlerinden nak-
ledilen bilgiler olup bunların çoğu tecrübeye dayanır. Kalple ilgili olan ise Allah Re-
sulü’nün din konusunda Allah’tan aldığı vahiylerdir. O, tıbb-ı nebevînin [bir kısmının]
vahye müstenit olduğunu, diğerlerinin ise hisse ve tecrübeye dayandığını belirtir.
Diğer yandan Resûl-i Ekrem, içinde yaşadığı toplumun tecrübesinden
yararlanmışsa da bazı uygulamalarını benimsememiş, bazı tıbbî uygulamaları da tashih
etmiştir. Meselâ Araplar bademcik iltihabında şişliği sıkarak tedavi etmeye çalışırlardı.
Resûl-i Ekrem bunun yerine ûdu’l-hindî (topalak otu) isimli bitkinin suyunun buruna
damlatılmasını tavsiye etmiştir. Ayrıca o, alkol içeren ilaçların tedavi amaçlı olarak
içilmesini yasaklamıştır.
Allah Resûlü, bazı tıbbî uygulamaların doğrusunu göstererek yapılmasına
müsaade etmiştir. Câhiliye döneminde olduğu gibi kendi zamanında da telkin (nefes)
yoluyla hastalar tedavi edilirdi. Ancak Câhiliye inancı gereği şifa, Allah’tan gayrı
varlıklardan umulur yahut uygulanan yöntemin mutlak şifa vereceğine inanılırdı.
Resûlullah, okunan dua ve hastaya sarf edilen sözlerin küfür ve şirk unsurları taşıma-
ması kaydıyla bu tür tedaviye izin vermiş, dolayısıyla söz konusu uygulama sünnet
tarafından tashih ve ibka edilmiştir.
54
Adana Uluslararası İslam ve Tıp (Tıbb-ı Nebevi) Kongresi
değiliz. Ancak şu kadarını belirtelim ki meselenin özü, sünnetin kaç kategoride değer-
lendirildiği ve tıbb-ı nebevînin bunlar içinde nerede yer aldığıdır. Daha kolay anlaşıl-
ması bakımından bu konudaki farklı görüşlere ve tartışmalara kısaca değineceğiz.
Bazı âlimlere göre Allah Resûlü- nün tıpla ilgili açıklamaları, sıradan tavsiyeler
olmayıp bazısı vahiyle kendisine bildirildiğinden ümmet için önem arz etmektedir.
Nitekim Hattâbî’ye göre, Allah Resûlü’nün tedavi maksatlı zikrettiği metotların çoğu,
vahye değil tecrübî kısma dayansa da Hz. Peygamber’e has, vahiy kapsamına girip ta-
biplerin idrakinin üstünde olan tıp bilgisi de vardır. Vahye dayalı olan tedavi şekli; dua,
Allah’a sığınma ve rukye şeklinde ortaya çıkar.
a. Tıbb-ı nebevînin ilahî kaynaklı ve bağlayıcı olduğunu savunanlar
Tıbb-ı nebevînin kaynağı konusunda İslâm âlimleri üç farklı görüş ileri
sürmüşlerdir: Bunlar; tıbb-ı nebevînin ilahî kaynaklı olduğu, onun vahiy unsuru
taşımadığı, bir kısımının vahye istinat ettiğidir.
Sünnetin vahiy kaynaklı olduğunu savunanlar, ondan bir cüz olan tıbb-ı nebevîyi
de -ister metlüv isterse gayr-i metlüv olsun- vahye dayandırmış olmaktadırlar. Tıbb-ı
nebevî özelinde onun kaynağı problemi ile ilgili olarak âlimlerin görüşlerini değer-
lendirdiğimizde ilk görüşü savunanların başında İbn Kayyım el-Cevziyye’nin (ö.
/) geldiğini görürüz. Öyle ki o, tıpla Hz. Peygamber’in getirdiği vahyin
münasebeti olmadığını iddia edenleri vahyi ve Hz. Peygamber’in görevini anlamamakla
ve böylelerinin onun getirdiği emir ve yasakları idrak etmede yetersiz olduklarını ileri
sürer.
Bazı çağdaş âlimler de bu görüşü benimsemişlerdir. Meselâ Mahmûd Nazım Nes-
imî ve Canan, “Tıbb-ı nebevînin kaynağı Kur’an ve sünnettir” diyerek kanaatlerini
yansıtırlar. Nesimî, bu görüşüne Yunan tıbbında ve Araplarda bilinmeyen bazı tedavi
yollarının Hz. Peygamber tarafından uygulanmasını delil olarak gösterir.
b. Bağlayıcı olmadığını savunanlar
İslâm âlimleri içinde, Hz. Peygamber’in (a.s.) asıl görevinin dini tebliğ ve tatbik
olduğunu savunarak, hayatın diğer alanlarına dair uygulamalarının onun yaşadığı
coğrafya ve içinde yetiştiği kültürle yakın alâkasından hareketle, bunların dinî
bağlayıcılığının bulunmadığı görüşünü benimseyenler bulunmaktadır. Bunlar, Hz.
Peygamber’in ismet sıfatı ile bazı içtihatlarında yanılmasının arasını bağdaştırabilmek
için sünneti, dinî ve dünyevî şeklinde ikiye ayırarak problemi çözmeye çalışmışlardır.
Tespit edilebildiği kadarıyla İslâm tarihinde ilk defa tıbb-ı nebevînin bağlayıcı
olmadığını iddia edenlerin başında Mu’tezile kelamcıları gelmektedir. Onlar, Resûl-i
Ekrem’in hastaları tedavi etmesinin peygamberliğiyle ilgisi bulunmadığını, hekimlerin
tedavi yöntemlerinde olduğu gibi, Hz. Peygamber’in yaptığı tedavilerde de şifanın
“ilaçların tesiriyle” ortaya çıktığını ileri sürmüşlerdir.
İbn Haldun (ö. /) da tıbb-ı nebevînin nübüvvetle ilgisinin bulunmadığını
iddia eden âlimlerdendir. O, tıbb-ı nebevî ile ilgili olarak şu değerlendirmede bulunur:
“İslâm şeriatı zâhir olduktan sonra nakil ve rivayet edilen tıp, Arapların âdetleri
kabilindendir. Allah Resûlü-nden tıbba dair rivayet edilen sözler, Araplar arasında mu-
tat olan tıbba aittir. Hz. Peygamber’in hâllerinden bahsedilirken, onun tıpla ilgili bazı
hâlleri nakledilmişse de bunlar bir âdet ve tabiî hâller cümlesinden olup
Peygamber’den nakledilen meşru işler ve ameller kabilinden değildir. Çünkü Hz.
Peygamber ilâhî olan şeriat hükümlerini bildirmek üzere gönderilmiş, tıbbı ve başka
âdetleri anlatmak için gelmemiştir. Nitekim hurma tozlaştırma (aşılama) meselesinde
Allah Resûlü’nün ashâbına ‘Siz dünya işlerini benden daha iyi bilirsiniz’ buyurması
55
Adana Uluslararası İslam ve Tıp (Tıbb-ı Nebevi) Kongresi
buna işaret eder.” Ayrıca İbn Haldun, hastaların iyileşmesinde psikolojik durumun da
rolünü dikkate alarak bazı hastaların Hz. Peygamber’in tıbbî tavsiyeleriyle iyileşmesin-
in psikolojik sebeplerle olabileceğini ifade etmiştir. Karnı ağrıyan kişi bal şerbetini ina-
narak içtiği için tesirini görmüştür.
Şah Veliyyullah ed-Dihlevî (ö/ ) de sünneti, “risalet görevini tebliğ ka-
bilinden olan sünnet”, “risalet görevini tebliğ kabilinden olmayan sünnet” şeklinde ikiye
ayırmaktadır. Dihlevî’ye göre tıpla ilgili ve ibadet niyeti olmaksızın âdet kabilinden olan
hadislerle, folklor türünden olup ümmetinin anlattığı şeyleri Resûlullah’ın zikretmesi
ayrıca Resûlullah’ın o güne has bazı cüz’i maslahatın teminine yönelik ve devlet başkanı
sıfatıyla yaptığı bazı tasarruflar, “risâlet görevini tebliğ kabilinden olmayan sünnet”e
girmektedir. O, bu saydıklarımızın ümmeti bağlayıcı olmadığını belirtir.
Fazlur Rahman da tıbbın kaynağı ve oluşum sebepleri hakkındaki üç farklı görüşü
zikrettikten sonra kendi kanaatini ifade etmiştir. O, tıbba dair hadislerin birçoğunun
Resûl-i Ekrem’in söz ve fiileri çerçevesinde müteakip nesiller tarafından yapılan
yorumlar olup bunların kendisine sonradan izafe edildiğini ve tıbbı mânevileştirme ve
ona kıymet kazandırmanın amaçlandığını ileri sürmüştür.
Çağdaş âlimlerden Yusuf el-Karadavî’ye göre kan aldırmak, çörekotu ve sürme
kullanmak gibi tıp hadislerini uygulamak sünnet değildir. Ona göre nebevî tıbbın ruhu
yani amacı önemlidir. Nebevî tıbbın ruhu da insan sağlığına önem vermek, tedavi olmak
ve hastalıklardan korunma gibi hususlardır.
Netice itibariyle her şeyden evvel Hz. Peygamber’in görevleri değerlendirilirken
gündeme getirilen dinî-dünyevî ayrımı, oldukça problemli, sübjektif ve sınırlarının be-
lirlenmesi hayli zor bir konudur. Tıbb-ı nebevî de dâhil siyaset, hukuk, ekonomi, sosyal
kurumlar, sağlık ve eğitim gibi alanlar dünyevî gibi görünse de biz Allah Resulü’nün bu
sahaya giren söz ve davranışlarının da dine dâhil olduğu kanaatindeyiz. Resûlullah’ın
birebir uygulamalarından, araçlardan ziyade amacın önemli olduğunu, sağlığın kıyme-
tini bilip hastalıklardan korunmak (tıbb-ı vikâî), tedaviye başvurmak (tıbb-ı şifâhî) gibi
unsurların tıbb-ı nebevînin özünü teşkil ettğini düşünüyoruz. Efendimizin tıbbî bazı
uygulamaları, onun “dine dair öğretileri” anlamındaki uyulması hidayet, terki dalalet
olan sünen-i hüdâ olmasa da uyulması güzel, terki mübah olan zevâid sünnet şeklinde
değerlendirilebilir.
56
Adana Uluslararası İslam ve Tıp (Tıbb-ı Nebevi) Kongresi
Tıbb-ı nebevînin diğer tıplardan başka bir farkı ise onun kapsamıdır. O, sadece
hastalıklarla değil kişinin aile hayatı, akraba ilişkileri, toplum içindeki davranışları, ye-
mesi, içmesi, giyimi, uykusu ve cinsî hayatı gibi hayatın her alanı ile ilgilenir. Resûl-i
Ekrem’in tedaviden önce koruyucu hekimliğe yoğunlaştığı söylenebilir. Yukarıda da
vurgulandığı gibi, helal ve temiz gıdalarla dengeli beslenme, perhiz, az yemeyi tercih
edip mideyi tıka basa doldurmayıp üçte birinin yemek, üçte birinin su, geri kalanın ise
boş kalması ve zararlı şeylerden kaçınma, nebevî tıbbın temel karakteristiklerindendir.
Bu hususlar bugünkü tıpta da tavsiye edilmektedir.
Bu esaslar çerçevesinde tıbb-ı nebevînin temel özellikleri şu şekilde sıralanabilir:
a. Hastalığı da şifayı da yaratanın Allah Teâlâ olduğu,
b. Koruyucu hekimlik (et-Tıbbu’n-vikâî),
c. Temiz ve helal gıdalarla beslenme,
d. Dengeli beslenme ve perhiz,
e. Ölüm hariç her hastalığın şifasının olduğu ve çaresinin aranması gerektiği,
f. Tedavi olmanın zarureti,
g. Maddî hastalıkların yanında psikolojik rahatsızlıklar ve sihrin de tıbb-ı ne-
bevînin ilgi alanı içinde olduğu,
h. Bazı bitki, yiyecek ve içeceklerde şifa özelliğinin bulunduğu,
i. Haramda şifa aramayı yasaklaması,
j. Alanında mütahassıs olan kişiler eliyle tedavi olmak gerektiği
k. Ehil olmayan kişilerin, verdikleri zararı tazmin edecekleri (hasta hakları),
l. Dua ve tedavi ile iyileşmenin de kader içinde mütalaa edilmesi gerektiği,
m. Resûl-i Ekrem’in kendi yaşadığı dönemin imkânlarına göre tavsiyelerde
bulunduğu,
n. Onun çağları aşan tıbbî tavsiyelerinin de mevcudiyeti,
o. Tıpta tedavi ve şifa imkânlarının maddi vasıtalarla sınırlı olmadığı,
p. Hastalıklara karşı duanın gücünden yararlanılması ve Kur’an’ın şifa niyetiyle
okunabileceği,
r.Şifa bulmak için uygulanan beşerî yöntem ve kullanılan maddelere kişinin mut-
lak kudret atfetmemesi gerektiği,
funduszeue.info Peygamber’in tıbbı ve tedaviyi gizemli, sihirsel ve büyüsel alandan çıkarıp
herkese ve akla açık hâle getirmek suretiyle rasyonelleştirdiği.
Sonuç
Tıbbî hadislerin vahiy ürünü olup olmadığı meselesi, sünnet-vahiy ilişkisi
temelinde, ulemâ arasında tartışmalıdır. Sünnetin vahiy mahsülü olup olmadığına ya da
ne ölçüde vahye dayandığına dair tartışmalarda olduğu gibi, tıbb-ı nebevînin de kaynağı
tartışılmış ve tıbbî hadislerin vahiy ürünü olduğu, hiçbirinin vahye dayanmadığı ve bir
kısmının vahye istinat ettiği şeklinde “üç farklı görüş” ortaya çıkmıştır.
Tıbb-ı nebevî konusunda asla göz ardı edilmemesi gereken husus, peygamber-
lerin asıl görevinin dini tebliğ ve ümmetlerini irşad ve şeriatı tatbik etmek olduğudur.
Ancak bu durum, dinin tam olarak yaşanabilmesi için temel şartlardan biri sağlık
57
Adana Uluslararası İslam ve Tıp (Tıbb-ı Nebevi) Kongresi
olduğundan, diğer peygamberler gibi Resûl-i Ekrem’in de ümmetinin sağlığı ile yakın-
dan ilgilenmesine mani değildir. Bu sebeple tıbbın ilkeleri ile bazı tedavi usullerinin ve
bazı bitkilerin hassalarının farklı bir vahiy türü ile (gayr-i metlüv vahiy) Hz.
Peygamber’e bildirildiğine, geçmiş bazı peygamberlerin de aynı mazhariyete erdiğine
dair rivayetler vardır.
Bu çalışmamız bize, tıbb-ı nebevînin birtakım evrensel prensipler getirdiğini, söz
konusu prensiplerin “temelde” Kur’an’a ve sünnetin belli bir kısmını oluşturan gayr-i
metlüv vahiy türüne dayandığını göstermiştir. Allah Resûlü’nün mezkûr evrensel pren-
siplerin dışındaki sağlıkla ilgili tavsiye ve uygulamaları, büyük ölçüde kendi görüş,
kıyas ve tecrübelerinin yanında, zamanının çevre kültürlerinin ve içinde yaşadığı mu-
hitin tıbbî birikim ve tecrübesine de dayanmaktadır. Bu, meselenin teorik ve tespiti
yönüdür.
Ancak bu noktada bazı problemler vardır:
a. Tanım ve kapsamı ile alâkalı olarak tıbb-ı nebevîden evrensel ilkeleri mi anla-
malıyız, yoksa yerel ve tarihsel uygulamaları mı?
b. Tıpla ilgili olarak nakledilen rivayetlerin sübutü ve sıhhati,
c. Evrensel olanlarının tespitine bağlı olarak bağlayıcı olan ve olmayanların belir-
lenmesi,
d. Tıbbî tavsiyelerin her insan üzerinde aynı etkiyi gösterip göstermediğidir.
Kanaatimizce tıbb-ı nebevînin yerel ve tarihsel uygulamalardan ziyade sağlıkla
ilgili olarak Resûl-i Ekrem’in koymuş olduğu “evrensel prensipler” olarak anlaşılması,
ancak bu kısmının bağlayıcılık niteliği taşıdığı görüşü daha isabetlidir. Nitekim tıbb-ı
nebevî ile ilgili hadislerin bir kısmının vahiy ürünü, bir kısmının Arapların ve çevre
kültürlerin bu konudaki bilgi ve tecrübelerinden yararlanarak Resûl-i Ekrem’in bunlara
kendi tecrübelerini de katarak yaptığı tavsiyelere dayandığı, İslâm âlimlerinin çoğun-
luğunun benimsediği görüştür. Hadislerde Allah Resûlü’nden gelen açık ifadeler yoksa
tıbb-ı nebevîye dair hadis ve uygulamaların (sünnet) vahiy ürünü olup olmadığı, ancak
onların taşıması gereken özellikleri değerlendirerek anlaşılabilir. Bu temel özellikler
kısaca, “Kur’ân’ın ve sünnetin ana ilkeleriyle bağdaşma, ayrıca tıbbın genel ilkeleriyle
uyum içinde olma” şeklinde özetlenebilir.
Tıbb-ı nebevînin özü, Allah’ın devası olmayan hastalık yaratmadığı, her şey ilâhî
takdirle olsa da tedbir almanın, kendimizi tehlikeye atmamanın ve sağlığı korumanın,
hastalığa yakalandığında tedavi olmanın da Allah’ın emri ve kaderi cümlesinden
olduğudur. Nitekim her derdin devasının yaratıldığına dair hadiste doktorları ve ilgili
diğer uzmanları hastalıkların çaresini bulmaya ve bu hususta çaba sarf etmeye teşvik
vardır. Tıbb-ı nebevînin önemli yönlerinden biri dua, rukye gibi uygulamalardır;
diğerleri insanlık tecrübeleriyle de bulabilir.
Burada dikkat çekeceğimiz diğer bir husus, konumuzla ilgili olarak günümüz
tıbbının tespitlerine aykırı olan hadislerin ya da sahih hadislere zıt olan tıbbî bulguların
yanlış olabileceğinin gözden kaçırılmamasıdır. Zira pozitif ilimlerde de mutlak doğru
yoktur. Bugün doğru diye kabul edilen bir husus, daha sonra yapılan derin araştırma-
larla değişebilmektedir. Bu sebeple tıbba dair bazı rivayetlerin en azından ihtiyatla
karşılanması, onları kesin olarak reddetmeden, belki ileride uygulanması gerekebilir
diyerek tevakkuf etmek daha uygun bir tavır olacaktır.
Ayrıca Hz. Peygamber’in sağlığa dair koymuş olduğu evrensel ilkelerde değil, uy-
gulamalarında ve tavsiye ettiği bazı tedavi usulleri konusunda ihtiyatlı davranılmalıdır.
Çünkü tıbb-ı nebevîye dair bir dizi çalışma yapmadan bu konudaki tavsiyelerin Hz. Pey-
58
Adana Uluslararası İslam ve Tıp (Tıbb-ı Nebevi) Kongresi
gamber dönemine mahsus olduğunu iddia etmek ve bu konudaki hadisleri hemen zayıf
ve mevzu gibi peşin değerlendirmelerle göz ardı etmek, ilmî ve isabetli bir tutum değil-
dir. Önce tıpla ilgili rivayetlerin sahih olanlarının tespit edilmesi, ardından bunların
geçerliliğinin tıp, mikrobiyoloji, eczacılık, farmakoloji, ilahiyat gibi bilim dallarının uz-
manlarının “müşterek çalışması” ve yapılacak deneylerle test edilip doğrulanması, ev-
rensel ve bilimsel parametreler ile test edilmesi, buradan alınacak neticelere göre ha-
reket edilmesi en isabetli yol olarak gözükmektedir.
Son söz olarak Hz. Peygamber’in “resûl” yönünün yanında “beşer” yönünün de
dikkate alınması zaruridir. Bununla birlikte “vahiy alan bir beşer” olarak vahyin kontro-
lü altında bulunan ve ümmete model olarak gösterilen Allah Resûlü, tıp konusunda da
ümmetine rehberlik etmiştir. Ancak tıbb-ı nebevî ile ilgili daha fazla ve müşterek ilmî
çalışmalar yapılmasına ihtiyaç vardır.
Kaynakça
Albayrak, Halis, Kur’an’da İnsan-Gayb İlişkisi, İstanbul
Âmirî, Ebu’l-Hasen Muhammed b. Yûsuf, Kitâbu’l-ilâm bi menâkıbı’l-İslâm (nşr. A.
Abdulhamid Gurâb), Kahire
Atmaca, Veli, Hadislerde Rukye, Rağbet Yayınları, İstanbul
, “Tedavi ve İnanç Meselesine Dair Hadisler Çerçevesinde Tıbb-ı Ne-
bevî’nin İnanç Boyutu Üzerine”, Hadis Tetkikleri Dergisi, IX: 2,
Aynî, Ebû Muhammed Bedreddin Mahmûd b. Ahmed b. Musa el-Hanefî (ö.
/), Umdetü’l-kâri şerhu Sahîhi’l-Buhârî, İdâretü’t-tıbâati’l-müniriyye, Kahire ty.
Browne, Edward G., İslam Tıbbı (çev. Enise Anaş), İnkilap, İstanbul
çamaşır makinesi ses çıkarması topuz modelleri kapalı huawei hoparlör cızırtı hususi otomobil fiat doblo kurbağalıdere parkı ecele sitem melih gokcek jelibon 9 sınıf 2 dönem 2 yazılı almanca 150 rakı fiyatı 2020 parkour 2d en iyi uçlu kalem markası hangisi doğduğun gün ayın görüntüsü hey ram vasundhara das istanbul anadolu 20 icra dairesi iletişim silifke anamur otobüs grinin 50 tonu türkçe altyazılı bir peri masalı 6. bölüm izle sarayönü imsakiye hamile birinin ruyada bebek emzirdigini gormek eşkiya dünyaya hükümdar olmaz 29 bölüm atv emirgan sahili bordo bereli vs sat akbulut inşaat pendik satılık daire atlas park avm mağazalar bursa erenler hava durumu galleria avm kuaför bandırma edirne arası kaç km prof dr ali akyüz kimdir venom zehirli öfke türkçe dublaj izle 2018 indir a101 cafex kahve beyazlatıcı rize 3 asliye hukuk mahkemesi münazara hakkında bilgi 120 milyon doz diyanet mahrem açıklaması honda cr v modifiye aksesuarları ören örtur evleri iyi akşamlar elle abiye ayakkabı ekmek paparası nasıl yapılır tekirdağ çerkezköy 3 zırhlı tugay dört elle sarılmak anlamı sarayhan çiftehan otel bolu ocakbaşı iletişim kumaş ne ile yapışır başak kar maydonoz destesiyem mp3 indir eklips 3 in 1 fırça seti prof cüneyt özek istanbul kütahya yol güzergahı aski memnu soundtrack selçuk psikoloji taban puanları senfonilerle ilahiler adana mut otobüs gülben ergen hürrem rüyada sakız görmek diyanet pupui petek dinçöz mat ruj tenvin harfleri istanbul kocaeli haritası kolay starbucks kurabiyesi 10 sınıf polinom test pdf arçelik tezgah üstü su arıtma cihazı fiyatları şafi mezhebi cuma namazı nasıl kılınır ruhsal bozukluk için dua pvc iç kapı fiyatları işcep kartsız para çekme vga scart çevirici duyarsızlık sözleri samsung whatsapp konuşarak yazma palio şanzıman arızası