eros cinsel bilim ansiklopedisi pdf / FLSF Felsefe ve Sosyal Bilimler Dergisi » Makale » CİNSELLİK, SEVGİ VE AŞKIN DİYALEKTİĞİ

Eros Cinsel Bilim Ansiklopedisi Pdf

eros cinsel bilim ansiklopedisi pdf

Türkler Ansiklopedisi CİLT 4 ORTA ÇAĞ

ÖZET Büyük Selçuklu Tarihi içerisinde Nizamü'l-Mülk () önemli bir siyasi figür olarak karşımıza çıkmaktadır. Alparslan ve Melikşah gibi Selçuklunun azametli iki sultanına toplamda otuz yıla yakın vezir olarak görev yapmıştır. Büyük Selçuklulardan önce Gazneliler’e hizmette bulunan Nizamü'l-Mülk daha sonra Horasan Bölgesinde hâkimiyet kuran Selçuklular bünyesine geçmiştir. Çağrı Bey ile tanışmış ve onun isteği doğrultusunda oğlu Alparslan’ın vezirliğine geçmiştir. Tuğrul Bey’in vefatından sonra Alparslan’ın Sultan olmasında Nizamü'l-Mülk büyük rol oynamıştır. Bu yüzden Sultan Alparslan(), babasının kendisine hoca olarak bıraktığı Nizamü'l-Mülk’ü Vezaret Makamına getirmiştir. Kısa süre içerisinde devleti, içinde bulunduğu kargaşa ortamından kurtarıp, imar faaliyetleri ile halkın sevgisini kazanmış, bu tarihten sonra Halife tarafından verilen “Devletin Düzeni” anlamındaki Nizamü'l-Mülk lakabıyla anılmaya başlamıştır. Alparslan’ın vefatından sonra Atabeg’liğini yaptığı Melikşah’ın() da tahta geçmesindeki en önemli aktör yine Nizamü'l-Mülk olmuştur. Kurulmasında öncülük ettiği Nizamiyye medreseleri ile yükseköğretimde yeni bir çağ açılmasını sağlayan Nizamü'l-Mülk ayrıca Selçuklu Devleti’nin idari kurumlarını ve bu kurumların nasıl işlediğine dair bilgiler içeren Siyerü’l-Mülûk(Siyasetname)’u kaleme almıştır. Nizamü'l-Mülk hayatı boyunca en büyük mücadeleyi Bâtınilere karşı vermiştir. İslam dinine zarar veren bu düşüncenin Selçuklu topraklarında yayılmasını engellemek için her türlü önlemi almıştır. Bâtınilerin düşmanlığını kazanan Nizamü'l-Mülk, yılında bir fedai tarafından suikasta uğramıştır. Nizamü'l-Mülk dindar, hayırsever, ilmi bilgisi yüksek bir vezir olarak Selçuklu tarihinde kıymetli bir yer işgal etmektedir. Selçuklu Sultanları, kendisinden sonra evlatlarını, torunlarını vezaret makamına getirerek devletin tekrar yükselişini Nizamü'l-Mülk’ün soyunda aramıştır. Ne yazık ki Nizamü'l-Mülk kadar azametli bir vezire Selçuklu tarihi içerisinde rastlamak mümkün olmamıştır. ABSTRACT Nizama'l-Mulk appears as an important ruler in the Great Seljuk History. What makes him important is that he served as the grand vizier for almost thirty years to two of the most magnificent Seljuk sultans, such as Alparslan and Melikşah. Nizama'l-Mulk, who served the Ghaznavids before the Great Seljuks, later passed under the service of the Seljuks which established domination in the Horasan region. His life changed when he met Çağrı Bey by chance and he became the vizier of his son Alparslan at the request of Çağrı Bey. Nizama'l-Mulk played a major role in the Alparslan's(), accession to the throne after the death of Tuğrul Bey. For this reason, Sultan Alparslan appointed Hasan, whose his father left him as a teacher, as the Grand Vizier of the Great Seljuk State. Who soon gained the love of the people by rescuing the state from the turmoil, began to be called the title of Nizama'l-Mulk, meaning "the order of the state" given by the Caliph after this date. After the death of Alparslan, Nizama'l-Mulk was also the most important actor in Melikşah's() accession to the throne. Nizama’l-Mulk, which opened a new era in higher education with the madrasahs of Nizamiyya, wrote “Siyerü’l-Mülûk”, which is also known as Siyasetname, which contains information about the administrative institutions of the Seljuk State and how these institutions operate. Nizama’l-Mulk has put up the greatest struggle against the Batinis during the course of his life. He took every precaution to prevent the spreading of this idea which harms the Islamic religion in the Seljuk lands. Therefore, Nizama'l-Mulk, who won the hostility of the Batini, was assassinated in by a bouncer. Nizama’l-Mulk occupied a valuable place in Seljuk history as a religious, a philanthropist vizier with high scientific knowledge. Seljuk Sultans, after him, sons, grandchildren brought to the office of vizier sought the rise of the state again in the lineage of Nizama’l-Mulk. Unfortunately, it was not possible to encounter such a grand vizier in the Seljuk history as Nizama’l-Mulk.

March 3, André Comte-Sponville: Cinsellik, Aşk ve Ölüm[1] Halil Çelik “Aşk, kadınların buluşudur dediğimde, bu aşkın olmadığı anlamına gelmiyor; tersine, erkekler için de olmak üzere, aşkın var olduğunu ama kadınlar ön ayak olmasaydı mevcut olmayacağını varsayıyor. Yarı şaka yarı gerçek bu söz vasıtasıyla söylemek istediğim, yalnızca erkeklerden oluşan bir insanlık aşkı hiçbir zaman bulamazdı. Seks, savaş, para ve futbol her zaman yeterli olurdu.” Eros “Sevgi, ama hangi sevgi?” diye soran Comte-Sponville, “üç (farklı) sevgi tipi” ayrımı yapar bunları, Eros, Philia ve Agape olarak adlandırır. İlk olarak "eros" ile başlayan Comte-Sponville, bu sevgi türünü, eros üzerine yazılmış en güzel kitap olarak nitelendirdiği Platon’un Şölen kitabına referansla açıklamaya çalışır. Eros, Antik Yunan’da cinsellik tanrısı değil aşk tutkusunun tanrısıdır ve seks değil özel bir aşk tipidir: Tutkulu aşk. Bu, Platon’a göre sevgidir ve Şölen adlı yapıtında, Aristophanes ve Sokrates konuşmalarında olmak üzere, iki farklı biçimde anlatılır. Aristophanes’in söylevine göre; bizi birlikten ikiliğe, tamlıktan eksikliğe geçiren ilk bölünmeden beri çılgınca eksik yanımızı arıyoruz. Sevgi; sevdiğine (diğer yarısına) kavuşmak, onda erimek, iki ayrı varlıkken bir tek olmaktır. Bu sevgi Comte-Sponville’e göre dışlayıcıdır, zira herkes tanım gereği tek bir yarıyı kaybettiğinden ancak bir kişiyi sevebilir. İkincisi nihai aşktır çünkü insan bir kez yarısını buldu mu, hem yaşam hem de ölümden sonrayı kapsayacak nihai bir sevgiyi bulmuş demektir. Üçüncüsü, bizi tamamıyla tatmin eden, eksikliğimizi giderip mutluluğa erdirecek bir sevgidir bu. Son olarak bu sevgi, ilk bütünlüğü yeniden oluşturan, ikiyken bir olma olanağı veren kaynaşmalı bir sevgidir (s). 1 March 3, İnsanların tüm deneyimi, Aristophanes’in sevgiye atfettiği dört temel karakteristiği (dışlayıcılık, ebedilik, mutluluk ve kaynaşma) reddeder: Aynı anda veya peşpeşe farklı birçok kişiye aşık olmak, sevmek veya sevilmenin mutlu olmaya yetmemesi, sevginin bitmesi, kaynaşmaya fiziken en fazla yaklaşan cinsel birleşmede bile ikiliğin sürmesi (s). Sokrates’in söylevinde ise sevgi, arzudur, arzu da yoksunluk. Sevgi bütünlük değil eksiklik, kaynaşma değil arayış, tatmin olmuş mükemmellik değil yiyip bitiren yoksulluktur. Sahip olmayan arzulandığında duyulan üzüntüye Schopenhauer “acı” der. Arzulanmış olana sahip olunduğunda, yani artık yoksunluk olmadığında acı da yoktur ancak yoksunluk denen arzu da olmadığından bu mutluluk da değildir. Bu ne acı ne de mutluluk olan duruma Schopenhauer basit ve güçlü bir şekilde “can sıkıntısı” der (s). Platon’un sevgi-mutluluk paradoksunu aşmak için önerdiği iki yol vardır. Birinci çıkış yolu, Eros’un sadece sahip olmayı arzulamadığı, aynı zamanda ilelebet sahip olmayı arzuladığı yani sevginin özündeki “ölümsüzlük” isteğine dayanır. İnsanoğlu ölümlü olduğuna göre bu nasıl sağlanacaktır? Platon’un cevabı, “üreme (çocuklar bırakma) ya da yaratma (yapıtlar bırakma)” yoluyladır. Önerilen ikinci yol ise, kademe kademe bir sevgiden diğerine, en kolay olan en basit sevgiden en nadir ve çok şey gerektiren en yüksek sevgiye çıkmaktır. Platon’a göre sevginin mantığı bizi, güzel bir vücuda duyulan kösnül (şehvete dayalı) sevgiden, kendisinden Güzel (kendinde Güzel, mutlak Güzel)’in sevgisi olan en arı sevgiye yükseltmektir (s). Cinsellik söz konusu olunca, başlarda Eros’a karşı hoşgörülü olan Platon, yalnızca kösnül hazlara yönelen “bayağı Afrodit”e karşı katı olduğu izlenimini verir. Şölen’deki hafif eleştiri Yasalar’da bir tür püritanizme varır: Cinsel arzu, ölçüsüz bir ateştir. Cinselliğe, aşkta hak ettiği yer verilmelidir. Çünkü vücudun ısınması ve gevşemesi, türün ya da ulusun devam etmesi gerekir. Ama bu doğaya uygun (eşcinselliği dışlar) ve evlilik çerçevesinde olmalıdır. Schopenhauer’e göre, bedenin ihtiyaçları temel olarak insanın hayatta kalması ve türün üremesini hedefler. Cinsellik, bireyin değil türün, şimdiki neslin değil gelecek neslin, mutluluğun değil bugünkü tabirle genlerin hizmetindedir. Aşk, tür için (gelecek neslin niteliği) en uygun birleşmeleri teşvik etmek 2 March 3, için doğanın tuzağından (hilesinden) başka bir şey değildir (s). Cinselliğin, orgazm arzusu olan bir yanı vardır ve bu Platon’a hak vermeyi sağlar. Ancak Platon’un hatası, yiyecek yoksunluğu olan açlık ile yoksun olunmayan yiyecekten zevk alma gücü olan iştahı birbirine karıştırmış olmasıdır. Appetitus, Spinoza’da önemli bir kavramdır. Daha önemlisi Spinoza’da arzu yoksunluk değildir (s). Comte-Sponville, Aristoteles ve Spinoza’da bulduğunu düşündüğü çıkış yolunu önermeyi deneyecektir. Philia Comte-Sponville, Philia isimli sevgi türünü açıklarken Spinoza’nın arzu kavramına başvurur. Ona göre, Spinoza, sevginin arzu olduğu noktasında Platon’la hemfikirdir ama arzunun yoksunluk olduğu noktasında kesinlikle değildir. Spinoza’ya göre arzu insanın özüdür ve yoksunluk değil, "güç"tür: Arzu ve eyleme gücü, dolayısıyla da potansiyel veya fiili zevk alma ve sevinç duyma gücüdür (s). Spinoza’daki conatus sözcüğü genellikle arzu (desire) olarak tercüme edilir, ancak eros olarak anlaşılması, çevrilmesi de mümkündür. Freud’un eros’u cinsel arzu olarak tanımlamasından farklı olan Jung’un yaklaşımı Spinoza ile benzerlik göstermektedir. Jung’a göre eros ya da arzu, özellikle psikolojik farklılık ve entegrasyonu sağlamak için, yaşam için genel bir iştahtır (Eugene Webb, ). Comte-Sponville, Spinoza’daki yoksunluktan ziyade güce karşılık gelen arzu anlamındaki sevgi anlayışını, olanı-yaptığını-zevk duyduğunu yani yoksun olmadığını sevme anlamına gelen Philia sözcüğü ile adlandırır. Bu kavram, orgazmı değil ötekini, gerçekten aşk yapmayı ve yapılan aşkı arzulamaktan ibaret olan cinsel deneyimi anlamaya yardımcı olur. Her varlık kendi varlığını sürdürmeye yönelir ve arzu (iştah, istek, itki gibi insan doğasının tüm çabaları) bu eğilimin kendisidir. Cinsel arzu (Spinoza’da Libido) bunun özel bir durumundan başka bir şey değildir. Sekse duyduğumuz arzuyu doğrulayan, seksin değeri değil, ona duyduğumuz arzudur 3 March 3, (arzunun öznelliği). Özellikle yoksun olduğumuz şeyleri arzuladığımızda Platon haklıdır, olanı ya da yaptığımızı arzuladığımızda ise Spinoza haklıdır (s). Ulus Baker, “aşkı cinsellik, yani bedensel tutkular nezdinde ele aldığımızda ne olur?” diye sorar. Spinoza bu konuda çok açıktır ona göre:"Sevgi aşırı olabilir". Bu, her sevginin öncelikle bir bedenler karışımı, etki-tepki vaziyeti olduğu anlamına gelmektedir. Bu etki-tepki ve karışım bireyin vücudunun bütününü de, yalnızca bir kısmını da etkileyebilir. Ama tutkular çoğu zaman vücudun belli bir parçasını etkilerler ve cinsel organlarımızı etkilediklerinde "fiziki aşk" ya da "erotizm" denilir bu tutkulara. Organizmamızın belli bir yeriyle sınırlı kalan etki, başka başka etkilenmelere yatırılacak güçlerimizin tek bir yerde odaklanmış olmaktan dolayı engellendiği anlamına gelebilir. Spinoza için bir tutkunun, bir duygunun -sevgi gibi olumlu da olsa- "aşırı" olabileceği buradan çıkar (Baker II). Marx Comte-Sponville kitabının bir yerinde Marx’a da değinir. Ona göre Hobbes ya da Spinoza’daki conatus mantığı, yani her varlığın kendi varlığında sürüp gitmeye, kendisini tehdit eden ya da karşı gelene karşı çıkmak pahasına olabildiğince uzun ve iyi bir şekilde var olmaya yönelen mantık, Marx’taki sınıf mücadelesinin, Nietzsche’deki güç istencinin, dolayısıyla yaşamın mantığıdır. Savaşın, politikanın ya da ekonominin mantığı da budur. Cinsellik düşünüldüğünde, en azından erkeğin mantığı da aynıdır. Güç mantığı: Her şey güç ve güç ilişkisidir. Peki güç ve sevinç her şeye yeter mi? Sevgi anlayışı daha ileriye sıçrayarak bu durumdan kurtarabilir mi bizi? İşte burada Comte-Sponville, Spinoza’dan ayrılıp Agape olarak isimlendirdiği sevgiyi anlatmaya başlar (s). 4 March 3, Agape Comte-Sponville’e göre, Simone Weil, güç ve sevinç konusunda Spinoza’dan ayrılır. Kötü sevinçler ve haksız güçler olduğundan güç ve sevinç yeterli olmayacaktır. Doğanın gereği olarak, herkes yapabildiği her yerde buyurur. Bunun istisnası “ilahi sevgi”dir, yani gücünü azamide uygulamayı reddeden sevgi. Dolayısıyla geri çekilen bu sevgi, ne “eros”tur ne “philia”. Gücünü azamide kullanmaktan feragat eden (gücü olduğu halde kullanmaktan kaçınan), kendisinden başka bir şeyin var olabilmesi için daha az var olmaya razı olan ilahi bir sevgidir. Bir ateist için ilahi aşk; yalnızca arzunun ve yoksunluğun (eros) şiddetini azaltmakla kalmayıp, tek başlarına gücün ve sevincin çok güçlü, istila edici ve neredeyse yayılmacı (philia) olabilmesini zayıflatan “uysallık”, belki Doğuluların söyleyeceği şekliyle merhamet, Simone Weil’ın tabiriyle geri çekilme payıdır. Bu conatus’un tersine, diğerinin biraz daha var olabilmesi için daha az var olmaya razı olmak, uysal ve sevecen bir şekilde kendi kendini sınırlamaktır (s). AquinoluThomas’ın “şehvani sevgi” dediği, ötekini kendi iyiliği için sevmektir. İyiliksever aşk ise ötekini onun iyiliği için sevmektir. İlahi sevgi, egodan kurtulmuş, egoizmin, sahipleniciliğin, aidiyetin, sınırın olmadığı sevgidir. Kabaca, annesinin memesini emen çocuğun sevgisi eros (alan, sahip olmak ve muhafaza etmek isteyen sevgi), emziren annenin sevgisi philia (veren, sevinç duyan ve paylaşan sevgi), komşu sevgisi ise koşulsuz ve kayıtsız şartsız sevgi (agape) olarak örneklendirilebilir. Sevgi nereden gelir? Comte-Sponville, seksten ve kadınlardan diyerek yanıtlar bu soruyu. Cinsel itki olmasaydı, arzu olmasaydı, sevgi de olmazdı. Ama cinselliğe eşlik eden ve onu sınırlayan yasak olmadan da (ensest yasağı) olmazdı. Sevgi seksten, dolayısıyla aileden ve yasadan gelir. Ve sevgi kadınlardan gelir; sevgililerden önce ve daha fazla annelerden (s). Sonuç 5 March 3, Comte-Sponville için, Spinoza’daki “güç” anlamındaki arzu (conatus) kavramı, Platon’daki “yoksunluk” olarak arzu olan “eros”tan ayrı, almaya değil vermeye dayalı bir sevgi türünü (philia) açıklamak için elverişli görülür. Spinoza’daki yoksunluktan ziyade güce karşılık gelen arzu anlamındaki sevgi anlayışı, olanı-yaptığını-zevk duyduğunu yani yoksun olmadığını sevme anlamına gelen philia sözcüğü ile adlandırılır. Bu kavram, orgazmı değil ötekini, gerçekten aşk yapmayı ve yapılan aşkı arzulamaktan ibaret olan cinsel deneyimi anlamaya yardımcı olur. Her varlık kendi varlığını sürdürmeye yönelir ve arzu (iştah, istek, itki gibi insan doğasının tüm çabaları) bu eğilimin kendisidir. Cinsel arzu, bunun özel bir durumundan başka bir şey değildir. Sekse duyduğumuz arzuyu doğrulayan, seksin değeri değildir; ona duyduğumuz arzudur. Özellikle yoksun olduğumuz şeyleri arzuladığımızda Platon haklı görülebilir, olanı ya da yaptığımızı arzuladığımızda ise Spinoza haklıdır. Comte-Sponville, cinsellik ve aşk’ın ilişkisel kavranışı bakımından Spinoza’daki arzu kavramını olumlamakta ama yeterli görmemektedir. Ona göre Hobbes ya da Spinoza’daki conatus mantığı, yani her varlığın kendi varlığında sürüp gitmeye, kendisini tehdit eden ya da karşı gelene karşı çıkmak pahasına olabildiğince uzun ve iyi bir şekilde var olmaya yönelen mantık, Marx’taki sınıf mücadelesinin, Nietzsche’deki güç istencinin dolayısıyla yaşamın mantığıdır. Sevgi anlayışı daha ileriye sıçrayarak bu durumdan nasıl kurtarılacaktır? İşte burada Comte-Sponville, Spinoza’dan ayrılıp Agape olarak isimlendirdiği sevgiyi anlatırken Simone Weil’in düşünsel dünyasına girer. Agape “ilahi sevgi”dir, gücünü azamide uygulamayı reddeden, dolayısıyla geri çekilen bir sevgidir ve ne eros ne de philia değildir. Duyguların dıştan belirlenmesi bağlamında bile olsa kapitalizme ve yapı-duygu ilişkisini hiç dikkate almayan Comte-Sponville bireye seslenir ve “gücün olsa da, sonuna kadar kullanma, sınırla” der. Böylece kötülük bireylerden kaynaklanan ve düzenden kaynaklanan yapısal köklere sahip olmayan bir şey haline gelir (Mike 6 March 3, Wayne, ). Ayrıca; ahlakın sevgi taklidi, nezaket ve tüzenin (yasanın, hukukun) ise ahlak taklidi olduğunu söyledikten sonra, taklit de olsalar, yani sevgiye dayanmasalar da, bunların, suçluluk, barbarlık ve kabalıktan daha iyi olduğunu ekleyerek bir ölçüde gerekliliğini kabul eder. Ancak bu "gereklilik", gücü sınırlamaya, güçlü olanların güçlerini kullanmalarının sınırlanmasına uzanmaz. Geri çekilme payı, sadece bireye yönelen bir erdem çağrısı olarak kalır. KAYNAKÇA Baker, Ulus, (II), Spinoza’nın Etika’sının Sunuluşu, funduszeue.info?id=21,,0,0,1,0 Özgen, Mehmet Kasım, , Spinoza’da Aşk Felsefesi, Beytulhikme An International Journal of Philosophy, Cilt 3, Sayı 1, Haziran Webb, Eugene, Eros and The Psychology of World Views, Anthropoetics 12, no. 1 (Spring / Summer ) Wayne, Mike, Marksizm ve Medya Araştırmaları, Yordam, [1] Çev. Canan Özatalay, İletişim, Birinci Basım, , İstanbul (Le sexe ni la mort (Trois essais sur l'amour et la sexualité, Albin Michel, ) 7

Turan Dursun - Din Ve Cinsellik

%(3)% found this document useful (3 votes)
views73 pages

Original Title

Turan Dursun - Din ve Cinsellik

Copyright

Share this document

Share or Embed Document

Did you find this document useful?

%(3)% found this document useful (3 votes)
views73 pages

Original Title:

Turan Dursun - Din ve Cinsellik

TURAN DURSUN
DİN VE CİNSELLİK
Kaynak Yayınlan No: Yayıncı Sertifika No: ISBN:
Basım: Berfin Yayınları 4. Basım: Haziran
Genel Yayın Yönetmeni Sadık Usta
Redaksiyon
Ali Eren, Gökçe Şenoğlu
, Sayfa Tasanm Güler Kızılelma
Kapak Tasanm Çağlar Yalçın
Baskı ve Cilt
İnkılâp Kitabevi Yayın Sanayi ve Ticaret A.Ş.
Çobançeşme Mah. Sanayi Cad. Altay Sk. No: 8 Yenibosna/İstanbul Tel:
Matbaa Sertifika No:
© Bu kitabın yayın haklan Analiz Bas. Yay. Tas. Gıda Ticaret ve Sanayi Ltd. Şfunduszeue.info Eserin
bütün haklan saklıdır. Yayınevinden yazılı izin alınmadan kısmen veya tamamen alıntı yapılamaz,
hiçbir şekilde kopya edilemez, çoğaltılamaz ve yayımlanamaz.
ANALİZ BASIM YAYIN TASARIM GIDA TİCARET VE SANAYİ LTD. ŞTİ. Galatasaray,
Meşrutiyet Caddesi Kardeşler Han No: 6/3 Beyoğlu İstanbul
funduszeue.info • [email protected] Tel: 21 Faks:
28 92
TURAN DURSUN, yılında Sivas-Şarkışla'da doğdu. İmamlık ve müftülük görevleriyle
meslek hayatına başladı. Fıkıh, Kelam, Hadis, İslam Hukuku ve Din Etnolojisi alanlarında
uzmanlaşan Dursun, TRT Kültür Müdürlüğü'nde dini yayınların hazırlanmasında yapımcı olarak
çalıştı. TRT'deki 16 yıllık görevinden emekli olduğu yılından sonra Saçak, Teori, ‘e
Doğru ve Yüzyıl dergilerinde yazıları Sayımlandı. 4 Eylül 'da İstanbul'da uğradığı silahlı saldın
sonucu öldürüldü. Yayınevimizce yayımlanan kitapları: Kur'an Ansiklopedisi (8 cilt), Din Bu (3
cilt), Kutsal Kitapların Kaynaklan I-H-III, Allah-Kur'an-üua-îman, Kulleteyn, Müslümanlık ve
Nurculuk, Ünlülere Mektuplar, flhan Arsel'e Mektuplar, Turan Dursun Hayatını Anlatıyor.
TURAN DURSUN

DİN VE CİNSELLİK
Ortaçağ Avrupası ve Osmanlı Turan Dursun'dan Bir Açıklama Şeriatçı Düşüncenin Sonuçları
Bireyin İnsan Olarak Yaşatılması Şeriatta Kadın Bir Seks Vakasıdır
SUNUŞ

Eski bir müftü olan, Kur'an ve semavi dinler üzerine çalışmalar yapan Turan Dursun bu
çalışmalarıyla toplumu aydınlatmayı hedefledi. Eserleriyle dine ilişkin gerçekleri gözler önüne
sererek bunu büyük ölçüde başardı. Elinizdeki kitap da Turan Dursun'un aydınlatıcı eserlerinden biri.
Turan Dursun, bu kitabında dini farklı bir açıdan ele alıyor. Dinlerin kutsal sayılan kitapları ve
kaynaklarındaki cinselliğe ilişkin tartışmalı ve merak edilen konuları ortaya koyuyor.
Turan Dursun'un kitabının ilk bölümü "Tevrat'ta Seks". Bölümün adından da anlaşılacağı üzere,
Tevrat'ta geçen ve birçoğu Kur'an'a da etkide bulunan cinselliğe ilişkin konuları işlemiş. İlk insanın,
Âdem'in ve Havva'nın yaratılışına ilişkin olarak anlatılan ve bizim kanıksadığımız nice öykünün
cinsellikle olan bağlantısına dikkat çekmiş. Zina, fuhuş, eşcinsellik konularında dinlerin tavrını ve ne
tür yaptırımlar öngördüğünü ortaya koymuş. Tevrat'ın konuyla ilgili anlatımlarından yararlanmış.
Kimi zaman Kur'an'm verilerine de başvurmuş. Bazen öyle ifadelere yer vermiş ki "Kutsal diye
tanımlanan ve sahiplenilen bir kitapta bu ifadenin işi ne" sorusunu sormaktan kendinizi
alamıyorsunuz.
Kitabın ikinci ve son bölümü ise Gürbüz Tüfekçi'nin kaleme aldığı "Din ve Seks Konusunda". Bu
bölümde Tüfekçi, kendi ifadesiyle Turan Dursun'la şeriat, Atatürk devrimleri, laiklik ve kadın
haklarıyla ilgili sohbetlerinin özetini sunmakta.
Turan Dursun'un, eserlerinde gerçekleri yalınlıkla ve cesaretle halkına anlatması din üzerinden
toplumu sömürenleri rahatsız etmişti. Oysaki Turan Dursun taşıdığı aydın sorumluluğunun gereğini
yapıyordu. Ancak toplumun aydınlanması ve uyanması demek sömürücülerin kaynaklarının kuruması
demekti. Ne yazık ki yılında kalleşçe bir suikastla öldürüldü. Geride ise günümüze ve
geleceğimize ışık tutan birçok eser bıraktı.
Kaynak Yayınları
BİRİNCİ BÖLÜM

TEVRAT'TA SEKS
İlk Çift
"Ve Rab Allah, yerin toprağından adamı yarattı ve onun burnuna hayat nefesini üfledi ve adam,
yaşayan can oldu."1
"Ve Rab Allah dedi: Adamın yalnız olması iyi değildir; kendisine uygun bir yardımcı yapacağım."2
"Ve Rab Allah, adamın üzerine derin uyku getirdi ve o uyudu ve onun kaburga kemiklerinden birini
aldı ve yerini etle kapadı ve Rab Allah adamdan aldığı kaburga kemiğinden bir kadın yaptı ve onu
adama getirdi. Ve adam dedi: Şimdi bu, benim kemiklerimden kemik ve etimden ettir, buna Nisâ
denecek, çünkü o, insandan alındı. Bunun için insan, anasını ve babasını bırakacak ve karısına
yapışacaktır ve bir beden olacaklardır."3
Kutsal kitaplarda "İlk Çift" niteliğinde açıklanan "Âdem ve Hawa"nm yaratılışları anlatılıyor bu
Tevrat ayetlerinde. Bunu izleyen ayetlerdeyse, "ilk günah" ve "Aden Bahçesi"nden (cennetten)
çıkarılışları anlatılır.4
Âdem-Havva öyküsü, Tevrat'tan Kur'an'a, hadislere ve Kur'an yorumlarına da geçmiştir. Ama asıl
kaynak, eski efsanelerdir. Hemen her ulusun mitolojisinde "Âdem ve Hawa"yı andıran "ilk erkek ve
ilk kadın"la ilgili anlatımların yer aldığı görülür.
Orhan Hançerlioğlu şunları yazar:
"Hemen bütün mitolojilerde ilk erkek ve ilk kadın tasarımı vardır, örneğin Hititlerin tanrıçası
Hepa, Yunanlılarda Nio-be, Iskandinavların Embla'sı birer çeşit Havva'dırlar."5
Azra Erhat da Yunanlıların "Hebe"sini anlatırken şu açıklamada bulunur:
"Hebe, Hitit yazıtlarında, Hepa, Hepat ya da Hepatu diye adlandırılan büyük Güneş Tanrıçası
Arinna'nm Yunanca-laştırılmış adı olsa gerek. Hitit yazıtlarında bu Tanrıçaya ‘Sedir ağaçlarının
ülkesinde' tapımldığı belirtilir.
Sedir ağaçlarının ülkesi Lübnan, Filistin'dir. Hepa-Hebe ise, Tevrat'ta ilk insanın, yani Âdem'in
eşi ve bütün insanların anası olarak gösterilen Havva'nın ta kendisidir."6
Mısırlı bir Türk tarihçisi olan Ebubekir b. Abdullah b. Aybek ed-Devadari'nin aktardığı ve
Türklerin ilk babasının yaratılışına ilişkin bir efsanede Âdem ve Havva'nın anlatıldığına tanık
oluyoruz. Bu efsanede Âdem, "Ay-atam", Havva da "Ava" olarak geçiyor.7
Türk Ansiklopedisi'nde "Âdem ve Havva" konusu, önce Tevrat'a dayanılarak şöyle anlatılır:
"Tanrı, eş olarak Âdem'in bir kaburga kemiğinden Havva'yı yarattı. Âdem, cennet bahçesine
bekçi olarak gönderilmişti.
Bu bahçenin ortasında 'hayat' ve iyi ile kötüyü tanıma ağaçları vardı. Bu son ağacın meyvesini
yemesi Âdem'e yasaklanmıştı. Yılana uyarak önce Havva, sonra da Âdem, bu meyveden yediler. Ve
ceza olarak cennetten kovuldular."8
Sonra şunlar yazılıdır:
"Tevrat'ın başında ele alman bu konu, aslında Asur kaynaklarından gelmekteyse de, oraya,
Tektanrıh (monoteist) İsrail dininin karakterine uyacak biçime sokulmuştur."9
" Aslında Babillilerin evrenin yaratılışı inancına yakın olan bu görüş, Musa dininin yabancı
konuları işlemekteki kudretini bir kere daha gösterir."10
Aynı ansiklopedide "Asur-Babil" efsanelerinden "Adapa" efsanesine de yer verilir ve bu efsane
şöyle açıklanır:
"Adapa, Asur-Babil efsanelerinden biri. Âdem Peygam-ber'in yasak meyveyi yemesi üzerine
cennetten kovulduğunu ve ölümlülüğünü anlatan öyküye benzeyen efsane, bugün eksik olarak elimizde
bulunmaktadır. Çivi yazılı tabletlerin bir bölümü Mısır'daki Tel-el-Amarna mahzeninde, bir bölümü
de Assurbanipal'in kitaplığında bulunmuştur. Efsaneye göre Adapa, zeka tanrısı Ea'nın oğluydu, Etidu
kentinde yaşıyordu. Fakat bütün hikmetine rağmen kendisine ölmezlik verilmiyordu.
Bir gün balık avmdayken kayığını deviren güney rüzgârına kızarak onun kanatlarını kırdı. Adapa,
ceza görmek üzere Gök Tanrısı Anu'nun huzuruna çıkarıldığı zaman kıskanç Ea, kendisine sunulacak
ekmekle suya dokunmamasını Adapa'ya tembih etti. Anu'nun huzurunda, Tanrılardan Temmuz ile
Gişzida araya girerek mutlak bilgiye sahip olan Adapa'nm, ölmezlik de verilerek Tanrılaştırılmasmı
rica ettiler (Anu'dan). Bunun üzerine Anu, Adapa'ya ölmezlik ekmeğini ve suyunu sundu. Fakat
Adapa, bunları reddettiği için, kendisiyle birlikte bütün insanlar ölümlü oldular."11
Havva'ya yasak meyveyi yemesini öneren Tevrat'ın diliyle "yılan" ve Kur'ariın diliyle "Şeytan",
söz konusu ağacın meyvesinin "ölmezlik" kazandıracağını söylemişti, Tevrat ve Kur'an'a göre Bu
da göz önünde tutulursa, kutsal kitaplara Âdem-Havva öyküsünün nereden geçtiği daha açık biçimde
anlaşılır. Tevrat'a efsanelerden, özellikle de Sümer ve Babil efsanelerinden daha nice öyküler
geçmiştir. Hatta Sümer ve Babil kaynaklarından birtakım ilkel yasa hükümleri bile aktarılmıştır
Tevrat'a. Tabii oradan da ötekilere
Âdem ve Havva öyküsünün konumuzu ilgilendiren yanı, "Adem"e "eş" olacak bir "dişi"nin
düşünülmüş olmasıdır.
Erkek ve dişi. Biri olmayınca öteki de olmaz, olamaz. Kadınsız erkek, erkeksiz kadın düşünülemez.
Biri olunca öteki de olur. Yaşamın vazgeçilmez bir gerçeğidir bu. İlkel biçimde de olsa, kutsal
kitaplarda yer verilen "Âdem ve Havva" öyküsü, bu yaşam gerçeğinin dile getirilişidir. "Âdem"
yaratılmamış, sonra onun "yalnız" kalması "hoş görülmemiş" ve hemen ardından bir "eş", bir "dişi",
yani "Havva" da yaratılmış. Böylece Âdem, "dişisiz" bırakılma-
mış. Tevrat'ın anlatışıyla öylesine bir dişi verilmiş ki Âdem'e, vücudunun bir parçası olmuş,
"Kemiğinden kemik, etinden et“ durumuna gelmiş.
Zaten bu eş, onun "kaburga kemiklerinden" yaratılmış değil miydi? Tevrat,' "ilk eş"in, yani
"Hawa"mn "Âdem" için ne demek olduğunu böyle açıkladıktan sonra Âdemoğullarının eşlerinin
durumlarına ve kendileri için ne denli önemli olduklarına da değiniyor. Hem de çok ilginç biçimde:
"Bunun için insan, anasını ve babasını bırakacak ve karısına yapışacaktır. Ve bir beden olacaklardır."
Demek ki Tevrat, "dişi"yle "erkek"i "bir beden gibi" kabul ediyor. Tevrat'ta "seks"e ne denli değer
verildiğini açıkça anlatmıyor mu bu?
Cennette "Âdem ve Hawa"ya yasaklanan "meyve" neydi ve neden "yasaklanmış"tı?
Bu konuda çeşitli yorumlar vardır. Ama bunların içinde yalnızca biri konumuzu ilgilendirir: Kimi
yorumculara göre, "yasak meyve", Âdem ile Havva’nın "cinsel ilişki"leriydi. Neden yasaklandığına
gelince: M. Sadeddin Evrin bu yasağı, eşlerin "meşru evlilik"ten önce birbirlerine dokunmamaları ve
"vücut arkadaşlığımdan önce bir "ruh arkadaşlığı sağlamak" gereğine bağlıyor.w
Yani demek istiyor ki, Âdem ile Havva, "meşru bir evlilik"e girmeden önce cinsel ilişki
kurmasınlar, önce, bir süre "arkadaşlık" etsinler diye "yasak meyve"den, yani "cinsel ilişki"den
uzaldaş-tırılmışlardı. Ne var ki bu yorum, pek tutarlı gözükmüyor. Çünkü Âdem ile Havva için
"meşru evlilik"ten önce "nişanlılık" gibi bir dönem söz konusu değildi. "Yasak meyve" eğer "cinsel
ilişki"yse, bu, "cennet"te kaldıkları sürece yasaklanmıştı Âdem ve Havva'ya. Kutsal kitapların
anlattığı böyle. Bu ilk çift, "cennetten kovulma"yı göze almadan, hiçbir zaman "yasak meyve"ye
yaklaşamayacaklardı, yani cinsel ilişki kuramayacaklardı. Bu durumda bir seçim
yapmaları gerekiyordu: Ya "cennet" ya da "cinsel ilişki". Âdem ile Havva İkincisini seçtiler.
"Cennetten kovulma" pahasına da olsa Ve tabii kovuldular. Eros Cinsel Bilim Ansiklopedisi'nde
şöyle denir:
"Âdem, yalnız başına kendi kendine yetmemiş ve Havva'nın arkadaşlığını gereksemiştir.
Havva'nın yaratılışı, tek bir cinsin kendi başına ne hazzı ne de mutluluğu bulamayacağının bir
anlatımıdır. Âdem günah işlemeyi ve dolayısıyla cennetten kovulmayı göze alarak Havva'nın
kendisini baştan çıkarmasına razı olmuştur. Bu da iki cinsin arasındaki çekiciliğin ne denli güçlü
olduğunu gösterir. Âdem erkek ve Havva da kadın olarak birbirlerinden çok değişik olmakla birlikte,
birbirlerini tamamlayıcı niteliktedirler. Her ikisi de kendi başlarına eksik ve kendi kendilerine
yetersizdirler. Ancak sevgi, cinsel ilişki ve haz içinde birleşebildikleri zaman kendilerini
tamamlayabilirler. Din kitaplarının işlediği Âdem ile Havva efsanesi, insanlığın en büyük gerçeğini
dile getirmektedir. Kadın ve erkek, ancak birlikte oldukları zaman mutluluk meyvesini tadabilirler."14
Tüm toplumların inançlarında ilk çift, "Âdem ve Havva" diye geçmez. Başka başka ad, nitelikte
geçer. İlk çift "İskandinavlarda Ask-Embla, Japonlarda Îzanami-İzanakhi, Çinlilerde Yin-Yang"dır
Dünyadaki tüm insanların "bir kadın ve erkekten" türemiş olmaları düşünülebilir mi? Bilimsel
açıdan düşünülemez elbet. Böyle bir düşünce ancak, inançlarda, efsanelerde yer alabilir. Ne var ki
konumuz bu değildir. Onun için, bilimsel açıdan böyle bir şeyin neden düşünülemeyeceği üzerinde
durulamayacak.
İlk Cinayet ve Kadın
Gerek Tevrat'ta gerek Kur'an'da, "Âdem"in "iki oğlu"ndan söz edilir: Kain ve Habil. Adlar
Kur'an'da geçmez, ama Tevrat'ta geçer. "Kain"e, Müslümanlar “Kabil" derler.
Tevrat'ta ve Kur'an'da Âdem'in iki oğlundan birinin öbürünü, yani Kain'in (Kabil'in) Habil'i
öldürdüğü anlatılır. 16 Ama niçin öldürdüğü anlatılmaz. Niçin öldürdüğü, Tevrat ve Kur'an
yorumlarında açıklanır. İslâm Ansiklopedisinde şöyle anlatılıyor konu:
"Bu hikâye, zayıf ve kuru görüldüğünden, Tevrat tefsirleri gibi Kur'an tefsirleri de bu hareketin
ruhi saiklerini keşfetmeye çalışmışlar. Kur'an tefsirlerine göre: Âdem'in oğulları hep, birer kız
kardeş ile birlikte ikiz olarak doğmuşlardır. Kabil'in kız kardeşinin adı Aklîme (İklime) ve ondan iki
yaş küçük olan Habil'in kız kardeşinin adı da Labune idi.
() Âdem her erkek kardeşin diğer erkeğin kız kardeşiyle evlenmesini emretmişti. Kabil ise, kendi
ikiz kardeşini almak istiyordu. Çünkü o daha güzeldi. İki kız kardeşten
daha güzelini kimin alacağı, kurban kesmek suretiyle tayin edilecekti. () Kurbanının kabul
edilmemesinden öfkelenen Kabil, 20 yaşındaki kardeşini (Habil'i) öldürdü."17
Demek ki, Habil'in kız kardeşinin güzelliği, Kabil'i baştan çı-karmasaydı, Kabil, Habil'i
öldürmeyecekti, Tevrat ve Kur'an yorumcularına göre. Bu yorum, cinsel içgüdünün, Tevrat ve
Kur'an yorumcularınca da ne denli önemsendiğini gösterir. Bu yoruma göre, "ilk cinayet", "dişi” ve
dişinin güzelliği yüzünden işlenmiş oluyor. Konumuz yönünden oldukça ilginç bir yorumdur bu.
Allah'ın Oğullan - Adam'ın Kızlan
“Ve vaki oldu ki toprağın yüzü üzerinde adamlar çoğalmaya başladı ve onların kızlan doğduğu
zaman, Allah oğullan adam kızlarının güzel olduklarını gördüler ve bütün seçtiklerinden kendileri
kanlar aldılar. Ve Rab dedi: Ruhum adam ile ebediyen çekişmeyecektir, çünkü o da ettir, bunun için
onun günleri yüz yirmi yıl olacaktır. Allah oğulları insan kızlarına vardıkları zaman, o günlerde, hem
de ondan sonra, yeryüzünde Nefılim (iri adamlar) vardı. Bunlar eski zamandan (kalma) zorbalar,
şöhretli adamlardı."18
Tevrat'ın bu ayetleri dolayısıyla Tanrıların Arabaları adlı kitabıyla büyük ün kazanmış ve
ülkemizde de geniş bir çevre tarafından tanınmış olan Erich Von Dâniken şu sorulan soruyor:
"İnsanın kızlarını kendilerine eş olarak alan 'Tanrı'nın oğulları' kimlerdi? Tanrı bir tek olduğuna
göre 'Tanrı'nın çocukları' neyin nesiydiler?"19
Dâniken'e göre "Tanrı" ve "Tanrı'mn çocuklarıyla" anlatılmak istenen, "uzaylılardır": "Tanrı'lar,
uzaydan geldiler. Kimi yaratıkları seçerek döllediler. Genetik malzemelerini taşıyan yaratıklara,
gelişme yeteneğindeki bir uygarlık için gereken kuralları ve öğütleri verdiler. "20
Erich Von Dâniken Tevrat'ta sözü geçen “nefilim" (iri adamlar) üzerinde de duruyor, bu konuda da
şunları yazıyor:
"Karşımıza yine insanlarla çiftleşen 'Tanrı'mn oğullan' çıkıyor. İlk kez devlerden söz edilmesi de
burada () Acaba 'devler' nasıl yaratıklardı? Dev binaları kuran, kocaman taşlan oradan oraya
sürükleyen atalarımız mı yoksa teknik yetenekleri yüksek uzaylılar mı? Kesin olan bir şey var:
Tevrat, 'devler'den söz ediyor ve onları 'Tanrı'mn oğullan' tanımlıyor. 'Tanrı'mn oğulları' ise,
insanlarla çiftleşiyor ve çoğalıyorlar."21
Bu yoruma göre "Âdem"den önce de dünyamızda insanlara benzer akıllı yaratıklar vardı ve
yaratıklar dünyamıza "başka dünyalardan" gelmişlerdi. MTevrat"ta sözü edilen "Âdem'in (Adamın)
kızlan"yla çiftleşen "Allah'ın oğulları" bunlardı. İleride, "Kur'an1 da Seks" bölümünde görüleceği
gibi Kur'arı ayetlerinde de "Âdem'den önce akıllı yaratıklar" bulunduğunu kabul eder nitelikte
anlatımlar yer alır; Dâniken'in yorumuna elverişli anlatımlar. Muhyiddin b. Arabi diyor ki:
"Rüyamda kendimi Kâbe'yi bir takım insanlarla birlikte tavaf ediyor gördüm. Bunlardan biri beni
bilmediğim bir adla çağırdı. Sonra bana dedi ki, ben senin atalanndanım.
’Ne vakit ölmüştün?' dedim. 40 bin küsur yü önce, dedi. Âdem'den bu yana o kadar yıl geçmedi ki,
dedim. Şöyle
karşılık verdi: Hangi Âdem'i soruyorsun? Sana yakın olandan mı, yoksa başkasından mı? Bunun
üzerine Peygamberin şu hadisini hatırladım: Cenabı Hak, Âdem'den önce yüz bin Âdem yaratmıştır."
Muhyiddin b. Arabi'nin bu sözlerini Fütûhât-1 MeJckiyye'den aktaran M. Sadeddin Evrin de Erich
Von Dâniken'in yorumuna uygun görüşü benimsiyor ve ünlü gizemcinin sözlerine, bu yoldaki
görüşünü kanıtlamak için sıraladığı kanıtlar arasında yer veriyor
Gerçek ne olursa olsun, Tevrat ayetlerindeki anlatımlar ilginç: "Ve onların kızları doğduğu
zaman, Allah oğulları, Adam kızlarının güzel olduklarını gördüler ve bütün seçtiklerinden kendilerine
karılar aldılar"
Konumuz yönünden bizi ilgilendiren de burasıdır sadece.
Tufan ve Yeniden Üreme
"Tam o günde Nuh ve Nuh'un oğullan Sam, Ham, Yafet ve karısı ve oğullarının 2 karısı
kendileriyle birlikte gemiye girdiler. Onlar ve kendi cinsine göre her hayvan cinslerine göre bütün
sığırlar ve cinslerine göre toprak üzerinde her sürünen ve cinsine göre her kuş, her çeşitten her kuş
girdiler. Ve kendisinde hayat nefesi olan her bedenden ikişer ikişer gemiye, Nuh'un yanma girdiler.
Ve girenler Allah'ın ona emrettiği gibi bütün beden sahiplerinden erkek ve dişi olarak girdiler. Ve
Rab onun üzerine kapıyı kapadı."23
"Tufan" efsanesi, kutsal kitaplara eski efsanelerden, özellikle Sümer efsanelerinden geçmiştir.
Tevrat'ın kaleme alınışından en az yıl ve miladdan yıl önceki Sümer efsanelerindeki
"tufan" öyküsü ile Tevrat'taki "tufan" öyküsünü karşılaştırdığınız zaman aşağı yukarı birbirinin aynı
olduğunu görürsünüz. Tevrat yazarı ya da yazarları Tevrat'ı kaleme aldıkları zaman bu öyküyü biraz
değiştirerek almışlardır. Aynı öykü biraz daha değişik
biçimiyle Kur'an'a da geçmiştir. Hepsinde konumuz yönünden dikkati çeken de "erkek ve dişi"ye
önem verilmiş olmasıdır. Çünkü hepsine göre, insanlar ve öteki hayvanlar gemiye alınırlarken "her
cins"ten "erkek ve dişi" olarak alınması buyurulmuş Tann tarafından. 24 Demek ki Tanrı'ya göre de
üremenin bir başka yolu yok. "Çift"ler olacak, "çiftleşme"ler olacak ve “üreme" bu yolla
gerçekleşecek. Sümerlerin tabletlerindeki konuya ilişkin anlatım oldukça ilginç. Ünlü Sümer Tanrısı
Ea, Sümerlerin Nuh'u durumundaki bilge Utnapiştim'e şöyle buyurur: "Gemiye, bütün canlı
yaratıkların tohumunu al!"25 Bu buyruğa uyan Utnapiştim, ailesiyle ve "bütün canlıların tohumuyla"
birlikte tufandan kurtulur
Tevrat’a göre Tanrı tufandan sonra Nuh'a buyruğunu şöyle yöneltir: "Semereli olun ve çoğalın ve
yeryüzünü doldurun. () Yeryüzünde türeyin ve onda çoğalın." s Kutsal kitabın yazdıktan-na göre
Nuh'tan sonra, kurtarılmış olan gerek insanların ve gerek öteki hayvanların "dişi ve erkek"leri, yani
"çift"ler "çiftleştiler" ve dünya yüzünde "yeniden üreme" başladı. Ve insanlar, hayvanlar, giderek
çoğalarak dünyamızı doldurdular. Tevrat'a göre tufandan sonra Tanrı yeryüzünde hızlı bir "üreme"
olsun istiyordu ve onun için de çiftlere buyruğunu bu yolda yöneltiyordu: "Semereli olun ve çoğalın!"
Yani "Çiftleşin ve üreyin!"
İbrahim Peygamber, Güzel Karısı Sara (Sare) ve Mısır Hükümdarı
"Ve vaki oldu ki ülkede kıtlık oldu. İbrahim (Abram) misafir olmak üzere Mısır'a gitti. Çünkü
ülkede kıtlık ağırdı.
Ve vaki oldu ki, Mısır'a gitmesi yaklaştığı zaman, karısı Sa-ra'ya dedi: İşte biliyorum ki, sen güzel
bir kadınsın. Ve olur ki Mısırlılar seni görünce, bu onun karısıdır derler ve beni öldürürler, fakat seni
sağ bırakırlar. Senin için bana iyi davranılsın ve senin sebebinle canım bağışlansın diye, onun kız
kardeşiyim de. Ve vaki oldu ki İbrahim Mısır'a girdiği zaman, Mısırlılar kadının (Sara'nın) çok güzel
olduğunu gördüler ve Firavun'un emirleri onu gördüler ve onu Fira-vun'a övdüler ve kadın,
Firavun'un sarayına alındı."27
Tevrat'ta daha sonra anlatıldığına göre: "Firavun'un sarayına" alındıktan sonra güzel Sara için
İbrahim'e "çok iyi davranıldı". Canı bağışlandıktan başka, birtakım olanaklar da sağlandı.
"Koyunlar"a, "sığırlar"a, "dişi eşekler"e, “develer"e, ve “cariyeler"e kavuştu İbrahim Peygamber. 2
İbrahim'in istediği de bu değil miy-
di? Bunun için kanst Sara'yı "kız kardeşim" diye tanıtmamış mıydı? Ne var ki Firavun, sonradan
gerçek durumu anladı. O yüzden de şöyle çıkıştı İbrahim'e: "Bana bu yaptığın nedir? Bunun senin
kann olduğunu bana niçin bildirmedin? Niçin 'Bu benim kız kardeşimdir!' dedin, ben de onu karı
olarak aldım? İşte kann, al ve git!"28
Bu öykünün, Tevrat'tan Hz. Muhammed'in sözlerine (hadislere) de geçtiği görülüyor. Ancak biraz
değiştirilerek aktarıldığı anlaşılıyor. Böyle olması da doğaldır. Çünkü, Tevrat'tan Kur'an'a ve
hadislere olan aktarmalar, her zaman aynen olmaz. Kimi zaman, hatta çoğu zaman biraz değiştirilerek
aktarılır.
Bu öykü, Sahihi Buhari Muhtasarı Tecridi Sarih Tercemesi’ nin Hadisinde yer alır. Aynı
öyküye, Tecridi Sarih'in Hadisinde de değinilir. Bu hadiste İbrahim Peygamber'in 3 yalan
söylediği ve karısı Sara (Sare) için dediği "Bu, benim kız kardeşimdir!" sözünün, bu "üç yalandan
biri" olduğu açıklanır. İbrahim'in bu yalanı, İbni Cevzi gibi İslam düşünürlerinden kimilerinin
”zihni"ni oldukça yormuştur
İbrahim, karısı Sara (Sare) ve Sara'nın Mısır hükümdannın sarayına alınışına ilişkin öykü,
Müslümanlar katında sağlam hadis kitaplarından sayılan Sahîh-i Müslim'de de yer almıştır. Tecridi
Sarih'in ve Hadisleri, Sahîh-i Müslim'de, "Kitabu'l-FedaiF'de, “İbrahim Peygamber'le
ilgili Bap"ta, Hadis olarak yer alıyor
Demek ki karısı "Sara"nın (Sare'nin) güzelliği ve dişiliği olmasaydı, İbrahim Peygamber canını
kurtaramayacaktı Firavun ve adamlarının elinden. Sara, güzelliği ve dişiliğiyle hem kocasının canını
bağışlattı hem de kocasına birtakım olanaklar sağladı.
İyi ama Peygamber, ölümden kurtulma amacıyla bile olsa, nasıl yalan söyleyebilir? Daha önemlisi
kendi kurtuluşu için karısının güzelliğini ve dişiliğini nasıl araç olarak kullanabilir? Yani İbrahim
Peygamber bu yola nasıl gidebildi?
Bu öyle bir sorudur ki İslam'ın en usta "tevilci"leri bile, buna doyurucu bir karşılık
bulamamışlardır. Denebilir ki Hz. Muham-med konunun böyle kafaları kurcalayacağını bilseydi belki
de Tevrat'tan aktarmayacaktı bu öyküyü. Gerçi hadiste, hükümdarın "Sara"yla cinsi birleşimde
bulunmadığı, Tanrı'nın buna izin vermediği anlatılıyor. Ama bu bile akla gelen soruları yok etmeye,
İbrahim'in tutumunu açıklamaya yetmiyor.
Tevrat'ın anlattıklarına bakılırsa, Sara, kocasına oldukça ödün vermişti. Kocasına kendi cariyesi
olan Hacar'ı sunmuştu. Kocası, yani İbrahim Peygamber bu cariyeyle yatmıştı Ancak sonraları
kadınlık kıskançlıkları baskın geldi. Sara, kocasını sıkıştırdı, kocası da zavallı cariyeye dilediği
kötülüğü yapması için izin verdi ona. Konunun bu kesimi, Tevrat'ta şöyle açıklanır:
"Fakat İbrahim Sara'ya dedi: İşte cariyen senin elindedir, gözünde iyi olanı kendisine yap. Ve Sara
ona cefa etti ve Hacar onun yanından kaçtı. Ve Rabbin meleği, Şur yolunda olan pınarın, çölde sular
pınarının başında buldu. Ve dedi: Ey Sara'nm cariyesi Hacar, nereden geldin? Ve nereye gidiyorsun?
Ve dedi: Ben hanımım Sara'nm yanından kaçıyorum."32
Lut Peygamber'in Toplumu, Kızları ve Melekler
Tevrat'ın ve Kur'an'm anlattıklarına göre, Lut Peygamber'in içinde yaşadığı toplum, "günah"
işlemekten hiç çekinmeyen bir toplumdu. Bu toplumda olanlar genellikle "uçkurlarına düşkün"düler.
En çok da kendi cinslerine ilgi duyarlardı. Yani “oğlancılık" (Homoseksüellik) yaygındı bu toplumda.
Kur'an'a göre oğlancılık, Lut toplumundan önce, hiçbir toplumda rastlanmadık bir sapıklıktı Lut,
onlara şöyle diyordu: "Siz kadınları bırakıp da erkeklere şehvetle yaklaşıyorsunuz. Doğrusu çok aşırı
giden bir toplumsunuz."34
Yine Tevrat'ın ve Kur'an'ın anlattıklarına göre, bu toplum yok edilmek istenmişti. Yok edilsin diye
"melek"ler gönderilmişti. Yani söz konusu toplumun bulunduğu ülkeyi "altüst" etme görevi verilmişti
meleklere: "İki melek akşamleyin Sodom'a vardılar. Lut, Sodom'un kapısında oturuyordu. Ve Lut,
görünce onları karşılamak için kalktı ve yere kapandı ve dedi: İşte efendilerim! Şimdi kulunuzun
evine inin. Ve geceyi geçirin. Ve ayaklarınızı
yıkayın, erken kalkıp yolunuza gidersiniz. Ve dediler: Hayır, biz geceyi meydanda geçireceğiz. Ve
Lut, onları çok zorladı ve onlar onun yanına indiler. Ve evine girdiler. Ve Lut, onlara ziyafet yaptı. Ve
mayasız ekmek pişirdi ve yediler.
Fakat onlar yatmazdan önce şehrin adamları, Sodom adamları, her mahalleden, gençten kocamışa
kadar bütün halk evi sardılar. Ve Lut'u çağırıp ona dediler: Bu gece senin yanma giren o adamlar
nerede? Onları bize çıkar ve onları bilelim!"35
Anlaşılan "melek"ler birer "oğlan" görünüşlüydüler. "Sodom adamları", "atoli"lerini onlarla
doyurmak istiyorlardı.
Bu sırada Lut, bir öneride bulundu: "İşte benim ere varmamış iki kızım var, rica ederim onları size
çıkarayım ve onlara gözünüzde iyi olanı (dilediğinizi) yapın. Ancak bu adamlara (meleklere) bir şey
yapmayın!"*
Lut Peygamber böylece kızlarını sunmuştu "Sodom adamları"na. Kızlarıyla ilişki kurmalarını ve
"şehvef'lerini kızlarıyla doyurmalarını önermişti. Ancak cinsel isteklerini sadece "oğlanlarda
doyurma tutkusunda bulunan "Sodom"lular, bir tek şey istiyorlardı Lut'tan: "Oğlan" görünüşündeki
"konuk"larla cinsel ilişki kurmak, öykünün bu kesimi Kıır'arida şöyle anlatılır:
" (Lut), 'Ey toplumum! İşte bunlar benim kızlarım! Onlar sizin için daha temizdir. Tanrı'dan
sakının, konuklarım önünde beni rezil etmeyin. İçinizde aklı başında kimse yok mu?' dedi. (Onlarsa)
'Senin kızlarınla bir işimiz olmadığını biliyorsun. Bizim şimdi ne istediğimizi de biliyorsun sen!' diye
karşılık verdiler."36
Yani Lut toplumu, "Sodom"lular, "kız"ı, kadını filan değil, ille de "oğlan"ları istiyorlardı. Onun
için kızlarını sunan Lut'un öneri-
sini kabul etmemişlerdi. "Oğlancılık" daha çok ilgilerini çekiyordu onların.
Bu toplumun sonunun ne olduğu, Tevrat'ta ve Kur'an'da aşağı yukarı aynı biçimde anlatılır. Lut
toplumunun yaşadığı kentler, "Sodom" ve "Gomorra" altüst edildi. Tevrat'ın anlatışı şöyle:
"Ve Rab Sodom ve Gomorra üzerine göklerden kükürt ve ateş yağdırdı. O şehirleri ve bütün
havzayı ve şehirlerde oturanların hepsini ve toprağın üzerindeki bitkileri altüst etti. Fakat karısı onun
arkasından baktı ve bir tuz direği oldu."37
Kur'an'ın anlatışı da şöyle:
"Buyruğumuz gelince oraların altını üstüne getirdik, üzerine de Rabbinin katından işaretli olarak
yığın yığın sert taş yağdırdık. Bu ceza, zalimlerden hiçbir zaman uzak kalmayacaktır."38
Erich Von Dâniken, "Sodom" ve "Gomorra"nın ve buralarda yaşayanların yok edilişleriyle ilgili
Tevrat'ın anlattıklarını ilginç buluyor. Dâniken, bu işi planlayan ve uygulayanların, "uzaylılar", başka
dünyalılar olduğu inancındadır. Söz konusu kentlerin ve halklarının, yukarıdan atılan ve "atom
bombası"na benzeyen silahlarla yok edildikleri görüşündedir. 39 Konumuzu ilgilendirmediği için işin
bu yönünü geçiyoruz.
Kısacası, Lut’un toplumu, Tevrat'a ve Kur'an'a göre "günahkâr"dı. En büyük günahı da
"oğlancılık"tı ve onun için yok edilmişti.
Tevrat'ın Buyruğu ve Oğlancılık (Homoseksüellik)
Tevrat, şu buyruğu yöneltiyor inanırlarına: "Kadınla yatar gibi, erkekle yatmayacaksın, uzak
kalınması gereken şeydir bu,"40 İnsanlar, Tevrat'ın bu buyruğuna uymuş mudur? "Oğlancılık"tan
(Homoseksüellik'ten) uzak kalınabilmiş midir?
M. Sadeddin Evrin şunları yazar:
"Aylık baskısı 25 milyon olan The Peoples Magazine adındaki katolik din dergisinin Ocak
sayısında, başyazıda ünlü bir din adamı olan Daiel Dare, bütün Kanada'da sayıları birkaç milyonu
bulan Homoseksüellerin kurdukları klüpler, toplantı lokalleri ve yayın organlarıyla normal yurttaşlar
arasında huzursuzluk yarattıklarını belirterek bütün cinsel sapıkların idamını istemişti. Öte yandan
İngiltere'de Oxford Üniversitesi öğrencilerinden 2 bin kişi, homoseksüelliği cezalandıran kanunun
kaldırılması için dilekçe vermişlerdi. Kenterbury Baş Piskoposu da 30 yaşını geçkin erkekler
arasında anormal cinsi münasebetlerin biraz tabii olduğunu söylemişti. Nihayet, rüştünü ispat edenler
arasında rızalarıyla ve kapalı yerlerde yapabileceklerine dair kanun, Avam Kamarası'nda alkışlarla
kabul edildi.
Almanya'daki 1,5 milyon homoseksüel de cezanın kalkmasını, hatta bunlardan bazıları aralarında
karıkoca hayatına müsaade edilmesini istiyordu. Nihayet başka bir memlekette bir çift erkeğin nikah
merasiminin yapıldığını gazetede okuduk.
Görülüyor ki, ahlakın gittikçe kötüleşmesini çok sert cezalarla önlemeyi düşünen yahut bu hali
tabii gören din adamları arasında o memleketin kanunları da toplumun gidişine uymak zorunluluğunda
kalmıştır. Esasen ne Kanadalı din adamı ne de Kenterbury Baş Piskoposu, kanun yapmaya yetkilidir.
Eski Ahit Levililer 18/22'deki 'Kadınla yatar gibi erkekle yapmayacaksın!' () hükmüne aykırı bir
şey söylememeleri gerekirdi din adamlarının. Ama Hıristiyanların kutsal başkanı olan bir Papa bile,
vaktiyle bu günahı resmen işlemişti: On altıncı yüzyılda Papa olan Jules III., metresiyle yaşamaktan
hazzetmediği için, ruhani ve cismani idarede işi serip, âşığı olduğu Innocent (günahsız) adında 17
yaşında bir delikanlı ile, hiç utanma duymadan yaşaya-bilmişti. Papa bu gence Kardinallik rütbesini
vermişti. Ve Hıristiyanlara Papa tarafından ihsan edilen bütün lütuflar onun eliyle yapılmıştı"41
Bunları göz önünde tutunca insan şöyle düşünmekten kendini alamıyor:
"Oğlancılık" günahını işledikleri için Tanrı, Lut toplumunu yok etti. İyi ama aynı günah
işlenegeldiğine göre niye bir şey olmuyor? Yani Lut toplumunun günahını işleyen başka toplumları
neden yok etmiyor Tanrı? Tanrı'nın Lut toplumunu yok etmesi, bu tür günahı işleyenlerin kökünü
kazıma amacıyla olmuşsa aynı günahı işleyen başka toplumların yaşamalarına neden izin verilmiştir?
Üstelik "Papa"lar bile aynı günahı işlerken?
Eros Cinsel Bilim Ansiklopedisinde şunları okuyoruz:
" Birçok ülkelerde homoseksüel davranışlarda bulunmak, yasalara aykırıdır. Ama bu tür
yasakların homoseksüelliği önlediği ya da azalttığını söylemek doğru olmaz. Genellikle
homoseksüellik küçük görülür. Oysa bu kişiler de herkes gibi ideal bir eş bulmak, mutlu bir evlilik
kurmak isteğinde olabilirler. Hatta dünyanın bazı yerlerinde bu tür 'evlilik'ler vardır. Birlikte yaşayan
aynı cinsten iki kişinin kurdukları yuva ile ayrı cinsten iki kişinin kurdukları yuvalar arasında hemen
hemen hiçbir fark yok gibidir. Ayrıca tüm homoseksüelleri aynı gruba koymak, en azından
anlayışsızlıktır. Bir takım peşin yargıların etkisinden kurtularak bakıldığında ‘homoseksüeller 1
grubunda da 'normal' saydığımız grupta olduğu kadar çeşitli kişiler, çeşitli ölçü ve değerler
bulunduğu açıkça görülebilir.
Günümüzde, dünyanın bazı ülkelerinde (örneğin Danimarka'da) homoseksüeller, kulüpler, özel
dergiler ya da ilanlar aracılığıyla birbirlerini bulabilmektedirler. Yasaların ve toplum kurallarının
anlayışsızlığına karşın, bu kişilerin de hemen hemen herkes kadar mutlu bir yaşam sürme imkânları
olabilmektedir."42
Bir zamanlar homoseksüeller, "Masonluk" gibi "kardeşlik" örgütü bile kurmuşlardı. Hatta
homoseksüellerin kurdukları "kardeşlik" örgütü, "Masonluk"tan ve "herhangi bir dini mezhepten bile"
daha güçlüydü. Homoseksüeller "bütün inanç, devlet ve sınır duvarlarını aşan bir bağ kurmuş; en
uzak, en yabancı kişiler bir kardeşlik toplumu içinde, her türlü saldırı ve savunmaya hazır olduklarını
göstermişlerdi
Homoseksüellerin bir kesimi de "Sodomistler Mezhebi" kurmuşlardır bir tarihte: "XIV. Louis'nin
egemen olduğu sırada Ver-sailles Sarayı'nda, büyük bir homoseksüellik skandali meydana çıkmıştı.
En yüksek soylular kesiminin kimi üyeleri, bu arada Conti Prensi Duc de Gramont ile Marquis de
Beman da vardı. Üyelerinin, kadınlarla hiçbir ilişki kurmaması için ant içmek zorunda olduğu bir
kulüp kurulmuştu. Paltolarının içinde, ayağının altına bir kadın almış ezen bir erkeği gösteren altın bir
haç vardı. Saray tiyatrosunun ve operasının Müdürü Floransalı Jean Baptiste de Lully de bu işe
karışmıştı. Kendisine 'Sodom Kralı' denmişti. Bu mezhebin izleyicilerine de Sodomistler
deniyordu."44
"Sodomistler", yani Lut'un toplumu "Sodomlular" gibi, “oğlancılığı benimseyenler" Tarihin her
döneminde varolagelmiş-lerdir bunlar. Ve hiçbir dönemde de eksik olmayacaklardır.
Lut Peygamber ve İki Kızı

Tevrat'ta yazılı olduğuna göre, Lut Peygamber'in iki kızı, babalarına şarap içirerek onu sarhoş
etmişler, onunla cinsel ilişki kurmuşlar ve ondan, yani babaları Lut'tan gebe kalmışlardır. Tevrat' ta
bu şöyle anlatılır:
"Ve Lut Tsoar’dan çıkıp dağda oturdu ve iki kızı onunla birlikteydi. Çünkü Tsoar'da oturmaktan
korktu ve o ve iki kızı bir mağarada oturdular. Ve büyük kızı küçüğüne dedi: Babamız kocamıştır ve
bütün dünyanın yoluna göre yanımıza girmek için ülkede erkek yoktur. Gel, babamıza şarap içirelim
ve babamızdan zürriyeti yaşatmak için onunla yatarız. Ve o gece babalarına şarap içirdiler ve büyük
kız girip babasıyla yattı ve (Lut) onun yatmasını ve kalkmasını bilmedi. Ve vaki oldu ki, ertesi gün
büyük kız küçüğüne dedi: İşte dün gece babamla yattım. Bu gece de ona şarap içirelim ve
babamızdan zürriyeti yaşatmak için gir, onunla yat. Ve o gece de babalarına şarap içirdiler ve küçük
kız kalkıp onunla yattı ve onun yatmasını ve kalkmasını bilmedi. Lut'un iki kızı böylece babalarından
gebe kaldılar. Ve büyük kız bir oğul doğurdu ve onun adını Moab çağırdı, o bugüne kadar
Moablıların atasıdır. Ve küçük kız da bir oğul doğurdu ve onun adını İbni Ammi diye çağırdı, o
bugüne kadar Ammen oğullarının atasıdır."'
Tevrat'ta bu anlatılanlar için İslam yazarları "Lut Peygamber'e yöneltilmiş bir iftiradır" derler. Bu
yazarlardan İbni Hazm (ölüm: H / M), Tanrı'mn, "kendi kızlarıyla art arda cinsel ilişkide
bulunmak gibi çok çirkin bir iş"i, kendi Peygamber'ine "isnat" etmiş olamayacağını yazar. Böyle bir
"iftira"nm Tevrat'ta yer almasını, "Tevrat'ın değiştirilmiş olduğu"na "bir kanıt" diye gösterir. 1 Bu
"itiraz"lar karşısında akla şu sorular gelir ister istemez: Tevrat'ta, Lut Peygamber'in kızlarını "gebe"
bıraktığına ilişkin ve benzeri açıklamalar eğer birer "iftira" ise, bunların birer "iftira" olduğu
Kur'arida neden açıklanmamıştır? Tevrat "değiştirilmiş"se Hz. Muhammed'den çok önceleri
değiştirilmiştir. Tevrat'a sonradan birtakım "iftira"lar sokuşturulmuş olsaydı, Kur'ari da açıklanmaz
mıydı bu iftiralar? Kur'arida böyle bir açıklama yer almıyor, tersine, Mâide Suresi'nin ayetinde,
Tevraf'takilerin "Tann'nın hükmü" olduğu belirtiliyor. Gerçi Kur'arida, Yahudiler'in “Üze-yir
Tanrı'mn oğludur!" gibi yanlış sözler söyledikleri açıklanır. 2 Ama bu gibi açıklamalarda Tevrat
değil, "Yahudiler" suçlanıyor. "Tevrat'ta yapılan tahriflerle peygamberlere iftira ediliyor. Lut
Peygamber'e de iftira edilmiştir. Lut Peygamber şarap içerek kızlarıyla cinsel ilişkide bulunmamıştır"
biçiminde bir açıklamaya rastlanmıyor Kur'arida. Eğer gerçekten "iftira" edilmiş olsaydı, bu denli
önemli bir konuda Kur'arida açıklama yapılmaz mıydı?
Kaldı ki İbni Haldun () gibi çok önemli İslam düşünürleri, Tevrat'ın "tahrif" edilmiş
olamayacağı görüşündedirler.
İbni Haldun, Tevrat'ın değiştirilmiş olamayacağına, İbni Abbas’m Buhari'de de yer alan bir sözünü
kanıt olarak gösteriyor. İbni Ab-bas diyor ki: "Böyle bir şey olmaz (yani Tevrat değiştirilmiş
değildir). Bir toplum, peygamberine inen kitabına inansın da, sonra o kitabı değiştirmiş olsun, böyle
bir şey düşünülemez. Tevrat'ın inanırları olsa olsa, Tevrat'ı tevil etmiş olabilirler ve olsa olsa bu
tevilleri tahrif sayılabilir."
İbni Haldun, İbni Abbas'ın bu görüşünü, yani Tevrat'ın değiştirilmiş olamayacağı yolundaki
görüşünü, Mâide Suresi'nin ayetinde de açıkça kanıtladığını yazıyor.3
Konumuz "Tevrat'ın değiştirilip değiştirilmediği" değildir. Onun için bu konu üzerinde daha fazla
durmaya gerek yok. Ancak burada şöyle bir sorunun daha akla geldiğini belirtmek gerek: Eğer eldeki
Tevrat değiştirilmişse, değiştirilmemiş olan Tevrat nerededir? Âl-i İmrân Suresi'nin ayetinde
"getirilip okunması" istenen Tevrat hangi Tevrat'tır? "Tanrı Kitabı" olarak bildirilen Tevrat'ın şimdi
nerede olduğu söylenebilir mi? Göğe mi uçmuştur bu Tevrat?
Yakup Peygamber, Karıları ve Cariyeleriyle İlişkisi
"Ve İshak Yakup'u çağırdı, onu mübarek kıldı ve tembih edip ona dedi: Kenan kızlarından kadın
almayacaksın. Kalk, Pad-dan-aram'a, ananın babası Betuel'in evine git ve orada ananın kardeşi
Laban'ın kızlarından kendine kadın al"4
Yakup, babası İshak'ın öğüdüne uyarak dayısı Laban'ın "kızlarından almak" üzere yürür, "şark
oğullarının memleketi"ne doğru yola koyulur. Vara vara, yöneldiği ülkenin yakınlarında bir kuyu,
kuyunun çevresinde de üç koyun sürüsü bulur. O yörenin halkı sürülerini bu kuyudan suvarmak
zorundaydı. Kuyunun üzerinde büyük bir taş vardı. Taşın kaldırılması büyük bir güç gerektirdiği için
sürülerini getirenler birbirlerine yardım ederler, taşı birlikte kaldırırlardı kuyunun üzerinden. Sürüler
suvarıldıktan sonra da yine elbirliğiyle taşı kuyunun üzerine kapatırlardı. Yakup, kuyunun yanında
sürülerini suvarmak üzere gelenlerle karşılaşır, konuşurken dayısını ve dayısının kızlarını sorar.
Oradakiler de "İşte, kızlarından Rahel, koyunlarla geliyor!" derler ve kızı gösterirler.
Rahel koyunlarıyla gelir kuyunun başına. Yakup ister ki sürülere su içirme işi bitsin de, kızla
konuşmaya sıra gelsin. Acele eder. Ne var ki, oradakiler herkesin gelmesini beklemek zorunda
olduklarını, yoksa kuyunun ağzındaki taşı kaldıramayacaklarım söylerler. Yakup olağanüstü bir güce
sahiptir. O kocaman taşı tek başına kaldırdığı gibi yuvarlar bir kenara. Ve hemen ardından kıza
yaklaşır, dayısının kızı Rahel'i öper. Sonra kendisini tanıtır.
Laban, yani Yakup'un dayısı, kız kardeşinin oğlunun geldiğini duyunca çok sevinir, karşılamaya
çıkar, karşılaşınca sarılır, sevgisini ve coşkusunu dile getirir.
Yakup, dayısı Laban'ın yanında kalır, sürüsüne çobanlık eder. Ama Laban, Yakup'un aynı zamanda
kendisine damat olmasını ister. Bu isteğini dolaylı yoldan anlatmayı uygun görür, şöyle konuşur:
"Kardeşimin (kız kardeşimin) oğlusun diye karşılıksız mı hizmet edeceksin? Olmaz bu. Söylesene
hizmetine karşılık ne istersin?"5
Yakup, karşılık olarak Rahel'i istediğini ve bu kız için kendisine "7 yıl" 6 hizmet edebileceğini
söyler.
Ancak Laban'ın, Rahel'den başka bir kızı daha var: Büyük kızı Lea. Laban ister ki önce Lea
evlensin. Çünkü gelenekler bunu, yani büyük kızın önce evlenmesini gerektirir. Bununla birlikte
Laban, Yakup'un Lea'yı değil, Rahel'i sevdiğini bilir. Onun için Yakup Rahel'i isteyince "Hayır!"
demez. Bir plan düşünür, planını uygular ve Rahel diye Lea'yı verir Yakup'un koynuna. Lea'ya bir de
cariye armağan eder: Zilpa.
Laban'ın Yakup'a oynadığı oyun, “zifaf gecesi" ortaya çıkar. Hatta o gecenin sabahı, yani Yakup
Lea'yla yattıktan sonra Yakup, üzüntüsünü şöyle anlatır Laban'a: "Bana bu yaptığın nedir?
Senin yanında Rahel için kalmadım mı, Rahel için hizmet etmedim mi? Beni niçin aldattın?"*
Laban'ın da karşılığı şu olur: "Küçük kızı, büyüğünden önce vermek, bizim yörede olmayacak
şeydir. Sen şimdi bu evlenmenin haftasını tamamla. Sonra yanımda kalır ve yedi yıl daha hizmet
edersen öbür kızı da sana veririm."7
Yakup, ister istemez Laban'ın önerisini kabul eder. Yedi yıl daha çobanlık eder. Ve sonunda
sevdiği kızı, yani Rahel'i de alır. 8 Laban, kızı Rahel'e de düğün armağanı olarak bir cariye verir. Bu
cariyenin adı da Bilha.
"Ve Rab Lea'nın sevilmediğini gördü, onun rahmini açtı. Ama Rahel kısır kaldı. Ve Lea gebe kalıp
bir oğul doğurdu, onun adını Ruben (bir oğul) koydu Ve yine gebe kaldı, bir oğul daha doğurdu ve
dedi: Sevilmediğimi Rab işittiği için bana bunu verdi. Lea, bu çocuğun adını da Şimeon (işitme)
koydu. Ve yine gebe kaldı, bir oğul daha doğurdu ve dedi:
Bu kez kocam bana bağlanacak. Çünkü ona üç oğul doğurdum. Onun için çocuğun adını Levi
(bağlanma) koydu. Ve yine gebe kaldı, bir oğul daha doğurdu. Ve dedi: Bu kez Rabbe hamt edeceğim
(Rabbi öveceğim!). Onun için bu çocuğun adını da Yahuda (övülmüş = Muhammed) koydu"9
Tevrat’ın bu ayetlerine göre, "Rab", yani Tanrı, acıdığı için Lea'dan yana olmuştu. Onun için
Lea'nın "rahmini açmış", onu doğurgan kılmıştı. Rahel'i ise "kısır" yapmıştı.
Rahel, ablasının sürekli çocuk doğurduğunu, kendisininse hiç çocuğu olmadığını düşünür, ablasını
kıskanır, içini kocasına döker. Kocası çaresiz şu karşılığı verir: "Ben ne yapabilirim? Döl yatağının
meyvesini senden esirgeyen Rabbin yerinde miyim ben?"10
O zaman Rahel kocasına şu öneride bulunur: "İşte cariyem Bil-ha. Onun yanına gir. Gir de (gebe
kalıp) dizlerimin üzerinde doğursun ve ondan çocuklarım olsun."11
Rahel böylece, cariyesini kocasına sunar, onunla cinsel ilişkide bulunmasını ister. Yakup kaçırır
mı bu fırsatı? Girer Bilha'nın koynuna ve onu gebe bırakır: "Ve Bilha gebe kaldı, Yakup’a bir oğul
doğurdu. Ve Rahel dedi: Tanrı davamı gördü, sesimi işitip bana bir oğul verdi. Rahel bunun için
çocuğun adını Dan (hükmetti) koydu. Ve Rahel'in cariyesi yine gebe kaldı, Yakup'a ikinci bir oğul
doğurdu. Ve Rahel dedi: Kız kardeşimle büyük güreş yaptım, onu yendim. Rahel bu çocuğun adını da
Naftali (güreşim) koydu."12
Rahel cariyesini kocasına sunar da, Lea durur mu? O da kendi cariyesi Zilpa'yı sunar Yakup'a.
Tabii Yakup'un yine canına minnet! Yakup, Zilpa'yla da yatar. Birkaç çocuk da Zilpa'ya doğurtur.
Bundan da Lea mutlu olur. Lea birkaç kez de kendisi doğurur; daha önce doğurduklarından başka
Neden sonra Tanrı "Rahel'i de hatırlar" Rahel'in de bir çocuğu olur: Yusuf.
Yani ünlü Yusuf Peygamber İleride Firavun'un kumandanlarından Mısırlı Polifar'ın güzel karısı
Zeliha'nın gönlünü tutuşturacak olan Yusuf
Yakup'un dayısı Laban'ın kızlarıyla ilgili öyküsü, Kur'aria da yansımıştır. Ama oldukça değişik
biçimde Kur'arida Yakup yerine Musa Peygamber geçiyor öyküde. "İki kız"dan söz ediliyor,
"su"dan (kuyudan), "davarlar"dan ve sürüye bu sudan su içirili-şinden söz ediliyor. "İki kız"ın bir
"yaşlı baba"ları bulunduğu ve kişinin, "kızını vermesi karşılığında" söz konusu delikanlıyı ço-
ban tuttuğu da anlatılıyor. Ama "baba“nın kim olduğu anlatılmıyor. Delikanlının kızı alma
karşılığında yapacağı çobanlık süresi de değişik gösteriliyor. " hacc (8 yıl)” deniyor
Anlaşılıyor ki, öykü Tevrat'tan olduğu gibi alınmamış. Belki de Tevrat'a hiç başvurulmadan, halk
arasında söylendiği biçimiyle alınıp geçirilmiş Kur'an ayetlerine ve bu öykünün, Tevrat, çıkış, Bap
2, ayet ; Bap 3, ayet l'de geçen Musa'nın öykü ile karıştırıldığı anlaşılıyor. Bu konuda daha
başka şeyler de söylenebilir. Ama asıl konumuz bu değil. Onun için geçiyoruz.
Onanizm (Mastürbasyon, Yani Kendi Kendini Tatmin)
Yakup Peygamber'in Lea'dan olma oğlu Yahuda'nın, "Er", "Onan" ve "Şela" adlarında oğulları
vardı. "Kendi kendini tatmin" (mastürbasyon) "Onan"a dayandırıldığı için, bu işe, "onanizm" de
denir.
Onan, "mastürbasyon" yapmış mıdır ya da "Onan"ın yaptığı, cinsel birleşmeden sonra cinsel
organını çekerek menisini yere akıtma işi miydi? Tevrat 'ta anlatılanlardan açıkça anlaşılmıyor bu:
"Ve vaki oldu ki Yahuda, kardeşlerinin yanındaydı ve Adul-lamlı bir adamın yanına indi. Ve onun
adı Hira idi. Yahuda orada Kenanlı bir adamın kızını gördü, adamın adı Şua idi.
Ve o kızı alıp yanına girdi ve kız gebe kalıp bir oğul doğurdu ve onun adını Er koydu. Ve yine gebe
kalıp bir oğul doğurdu ve onun adını Onan koydu. Ve yine bir oğlan doğurup adını Şela koydu. Bu
kadın doğurduğu zaman Yahuda Kezib'dey-di. Yahuda ilk oğlu Er için bir karı aldı. Onun adı
Tamar'dı.
Er Rabbin gözünde kötüydü ve Rab onu öldürdü. Yahuda Onan'a dedi: Kardeşinin karısının yanma
gir ve ona kayın-biraderlik görevini yap ve kendi kardeşine zürriyet yetiştir.
Onan, o zürriyetin kendisinin olmayacağını bildi. Ve vaki oldu ki kardeşinin karısının yanına
girdiği zaman, kardeşine zürriyet vermesin diye yere dökerdi. Ve Onan'm yaptığı şey, Rabbin gözünde
kötü oldu ve onu da öldürdü."15
Burada anlatılanlardan anlaşılan şu: Yahuda’nın oğlu Er, işlediği bir günahtan ötürü Tanrı
tarafından cezalandırılır ve öldürülür. Kardeşi Onan, Er'in dul kalan karısı Tamar'la evlenmek
zorunda bırakılır. Çünkü "bekârlık" açıkça yasak edilmiş değildir ama, doğal da sayılmamaktadır.
Yani belirli bir durumda bir erkeğin evlenmesi şarttır. Bir ağabey, eğer erkek çocuk doğurmadan
ölecek olursa, küçük kardeşinin, ağabeyinin dul kalan karısıyla evlenmesi gerekir. Levirate (kocanın
kardeşi) denen bu tür zorunlu evlenme, ilkel toplulukların çoğunda vardır. Yahudiler, pek sıkı
uyguluyorlardı bu geleneği. Ama bu, evlenmek zorunda olan adam için her zaman hoş bir şey değildi.
Üstelik böyle bir evlilikten doğan oğullar, ölen kardeşlerin meşru çocukları sayılıyordu." 16 Onan da
bu yüzden pek istememişti ağabeyinin karısı Tamar'la evlenmeyi.
Onan, istemeye istemeye Tamar'la yatmak üzere odaya girer, ama tohumunu Tamar'm döl yatağına
değil de, yere akıtır. Böy-lece geleneğe karşı çıkmış, suç işlemiş olur ve bu yüzden Tanrı tarafından
cezalandırılarak öldürülür.
Ne var ki Tevrat'ın anlattıklarından bir nokta pek iyice anlaşılmıyor:
Onan'ın tohumu, bir "mastürbasyon" yani kendi kendini tatmin sonucu mu gelmiştir yoksa cinsel
ilişki sonucu mu?
Bu açıklanmıyor Tevrat'ta. Ama genellikle Onan'ın "mastürbasyon" yaptığına inanılır ve öyle
inanıldığı için "Onanizm" de denir bu işe Bununla birlikte "Onan'ın suçu, kendi kendini tat-
min değildi, kesintili birleşme yöntemiyle doğum kontrolü yapmaktı" diyenler de vardır. 18 Bu
görüşte olanlar şöyle derler:
"Onan, çocuksuz ölmüş olan kardeşinin (ağabeyinin) karısıyla cinsel birleşimde bulunarak ona
çocuk sağlamak zorundaydı. Ancak kadının gebe kalmasını önlemek isteyen Onan, penisini erken
çıkararak 'tohumunun yere boşalma-sı'nı sağlamıştı."19
"Kendi kendini tatmin" (mastürbasyon), kimi çevrelerce "büyük günah" sayılır. Bu inancın nedeni
üzerinde duranlardan kimileri, bu konudaki "günah" inancının Tevrat'taki "Onan" öyküsüne, "Onan'ın
Tanrı tarafından cezalandırılmış olması"na dayandığını ileri sürerler. Şöyle denir:
"Çocuk yapmaktan başka bir amaçla cinsel doyuru arayan kimseleri suçlamak isteyen bazı
çevreler, () Onan'ın Tevrat'ta ölüm cezasına çarptırılmış olmasına işaret ederek mastürbasyon
yapmanın bağışlanmayacak kadar kötü bir iş olduğunu iler sürmüşlerdir.
Baştan sona değin bir yanlış anlama sonucu ortaya çıkan suçlamalar, yıllar yılı bir sürü insana acı
çektirmiş olup günümüzde de bir sürü ve tüm gereksiz vicdan acılarına neden olmaktadır. Bugün bile
mastürbasyon yaptığı için utanç duyan ve sırf bu nedenle kendi kendini hadım eden delikanlılara
rastlanmaktadır. Oysa bu, yüzyıllardan beri hemen hemen herkesin yaptığı olağan bir şeydir."6
Bu konudaki "günah" inancının Müslümanlığa da geçtiğine tanık oluyoruz. Bir hadis: "Nâkihu'l-
yedi mel'ûnun." Yani: "Eliyle menisini getiren kimse lanetlenmiştir." İslam "fıkıh" kitaplarında şöyle
bir açıklama yer alır:
"Şehvetini dindirmek için insanın kendi kendine menisin! getirmesi caiz midir? Böyle bir insanın
günaha girmiş olmayacağını umarım. Ama insan, sırf şehvetinin gereğini yerine getirmek için bu işi
yaparsa, o zaman iş değişir ve ‘helal’ olmaktan çıkar. Çünkü Peygamber 'Eliyle menisini getiren,
lanetlenmiştir!' der. 'Şir'atü'l-İslâm ve öteki fetva kitaplarında da fetva böyle verilmiştir. Zeylaî, bazı
ulu kişilerden şöyle bir haber alıp aktarmıştır: 'Peygamberden işittim: Kıyamet günü kimi insanlar,
elleri gebe olarak dirilecekler! Bunlar, menilerini avuçlarıyla getiren insanlar olsa gerek.’ () Şurası
bilinmeli ki, haram olan yalnızca 'meniyi elle getirmek' değildir, bacakla ya da herhangi bir organla
meniyi getirmek de aynı hükümdedir."20
Yakışıklı Delikanlı Yusuf ve Efendisinin Güzel Karısı (Zeliha)
Yusuf'un Tevrat1 taki öyküsü, çok az ve önemsiz ayrıntıların dışında, olduğu gibi Kur'arida
geçmiştir. Kur'arida, ayetli "Yusuf Suresi"nde anlatılır bu öykü. Hem de ilgi çekici bir "roman"
niteliğinde Tabii bu romanın içinde "aşk" da vardır. Efendisinin güzel karısının Yusuf'a olan aşkı
Bu kitaptaki konumuz dolayısıyla bizi ilgilendiren de romanın bu kesimidir. Tevrat'tan izleyelim:
"Ve Yusuf Mısır'a indirildi. Firavun'un bir memuru, Muhafız asker komutanı Mısırlı Potifar, onu
oraya indirmiş olan İsmailîlerin elinden satın aldı. () Yusuf onun hizmetinde bulunuyordu ve
efendisi onu, evi üzerine tayin etti ve kendisinin olan her şeyi onun (Yusuf'un) eline verdi. ()
Ve bu şeylerden sonra vaki oldu ki efendisinin karısı Yusuf'a göz atıp 'Benimle yat!' dedi. Fakat
Yusuf, reddedip efendisinin karısına dedi: Efendim, benimle evde ne olduğunu bilmez. Ve kendinin
olan her şeyini elime vermiştir.
Bu evde o kendini benden büyük görmez. Ve senden başka hiçbir şeyi benden esirgemez. Seni
esirger çünkü sen karısı-sın. Ve ben nasıl bu büyük kötülüğü yapayım ve Allah'a karşı suç işleyeyim?
Ve (kadın) her gün Yusuf'a söylediği halde
Yusuf onunla yatma ya da birlikte olma yolundaki isteğini kabul etmezdi. Ve vaki oldu ki günlerin
birinde Yusuf, işini yapmak için eve girdi ve orada ev halkından (uşaklardan) kimse yoktu. Ve
(kadın) ‘Benimle yat!' diyerek onu (Yusuf'u) elbisesinden yakaladı. Ve Yusuf elbisesini onun elinde
bırakıp kaçtı, dışarı çıktı. Ve vaki oldu ki (kadın Yusuf'un) elbisesini bırakıp dışarı kaçtığını görünce
evinin adamlarını çağırdı. Ve onlara dedi: Bakın benimle eğlenmek, benimle yatmak için bu İbrani
adamı bana geldi"21
öykünün bundan sonrası şöyle:
Yusuf'un efendisinin karısı (Zeliha), Yusuf'a isteğini kabul et-tiremeyince "iftira“ya yönelir. Çünkü
kadının "şehvet çılgınlığı", kine, nefrete dönüşmüştür artık. Kendisine saldırdığını söyleyerek zindana
attırır Yusuf'u. Öldürtme olanağı olduğu halde bunu yapmaz. İçerler ama ne de olsa sevdiği, âşık
olduğu erkektir o.
Zeliha Yusuf'a tutulurken Yusuf ilgisiz mi kalmıştı bu güzel ve şehvetli kadına?
Tevrat'ın bu konuda açıklaması yok. Bu konuda Kur’an'da açıklama var: Yusuf Suresi'nin
ayetinde şöyle denir:
"And olsun ki, kadın Yusuf'a istekle yönelmişti. Yusuf da ona ilgiyle yönelmişti. Eğer Yusuf,
Rabbinin Burhanını (işaretini) görmeseydi olacak olurdu"
Denir ki: "Tevrat"ı yazanların, bu öyküyü, MÖ yüzyılda çok yaygın olan 'İki Kardeş' adlı Mısır
öyküsünden almış olmaları mümkün."22
Yusuf-Zeliha öyküsünün, kutsal kitaplara, çok eski efsanelerden geçmiş olduğuna kuşku yok. Ama
hangi efsaneden geçmiştir? Bu kesin değil. İleride bu konuya yeniden dönülecek ve bazı
karşılaştırmalar yapılacaktır.
Yasak Aşk ve Yasak Cinsel Birleşme
"Sizden hiçbiri, kendi yakın akrabasından birine onun çıplaklığını açmak için yaklaşmayacaktır.
Ben Rab'im. Kendi babanın çıplaklığını ve ananın çıplaklığını açmayacaksın,
o senin babanın çıplaklığıdır. Kendi kız kardeşinin, babanın kızının, yahut ananın kızının
çıplaklığını, evde doğmuş olsun yahut dışarıda onların çıplaklığını açmayacaksın. Senin oğlunun,
kızının yahut kendi kızının kızının çıplaklığını, onların çıplaklığını açmayacaksın. Çünkü onların
çıplaklığı seninkidir. Babanın karısının kızının çıplaklığını açmayacaksın, o, babandan olan senin kız
kardeşindir. Babanın kız kardeşinin çıplaklığını açmayacaksın, o senin babanın yakın akrabasıdır.
Annenin kız kardeşinin çıplaklığını açmayacaksın, çünkü o senin ananın yakın akrabasıdır. Babanın
kardeşinin çıplaklığını açmayacaksın, onun karısına yaklaşmayacaksın, senin yengendir. Kendi
gelininin çıplaklığını açmayacaksın, oğlunun karısıdır. Kardeşinin karısının çıplaklığını
açmayacaksın, kardeşinin çıplak-
lığıdır. Bir kadınla onun kızının çıplaklığını açmayacaksın, onun oğlunun kızını, yahut kızının
kızını, çıplaklığını açmak için almayacaksın, onlar yakın akrabadır. Bir kadını kendi kız kardeşi
üzerine, onu kıskandırmak, o hayatta iken kendi yanında çıplaklığını açmak için almayacaksın."23
Burada kimlerin kimlerle evlenemeyecekleri ve cinsel birleşmede bulunamayacakları anlatılıyor.
Tevrat1 taki bu hükümler, küçük farklarla Kur'aria da geçmiştir. 24 Dolayısıyla İslam hukukunda yer
almıştır.3
Yakın akrabaların evlenmeleri ve cinsel birleşmelerinin yasaklarıyla ilgili, Tevrat' ta yer alan ve
oradan Kur'ari a ve İslam hukukuna geçen hükümlerin çoğunun, Tevrat'tan yüzyıllar önce kaleme
alınmış olan "Hammurabi Kanunları"nda bulunduğunu görüyoruz. "Hammurabi Kanunlarının birkaç
maddesi şöyledir:
"Eğer bir adam kızı ile yatarsa, o adamı şehirden çıkartacaklardır.
Eğer bir adam, oğluna bir gelin seçer, oğlu onunla yatarsa ve sonra kendisi (kayınpeder) kadının
koynunda yatarken yakalanırsa o adamı bağlayacaklar ve suya atacaklardır.
Eğer bir adam, babasından (ölümünden) sonra annesinin koynunda yatarsa her ikisini de
yakalayacaklardır.
Eğer bir adam, babasının ölümünden sonra çocuk dünyaya getirmiş olan analığının koynunda
yakalanırsa o adam babasının evinden uzaklaştırılacaktır. ,,‘l
Tevrat'a dönelim:
"Babasının karısıyla yatan, babasının çıplaklığını açmıştır, ikisi de mutlaka öldürüleceklerdir,
kanları kendi üzerlerinde olacaktır. Ve bir adam geliniyle yatarsa mutlaka ikisi de öldürülecektir,
rezalet ettiler, kanları kendi üzerlerinde olacaktır. () Ve bir adam, bir kadınla birlikte anasını alırsa
alçaklıktır, aranızda alçaklık olmasın diye kendisi ve kadınlar ateşle yakılacaktır. () Ve bir adam,
kız kardeşini, babasının kızını, yahut anasının kızını alır ve onun çıplaklığını görürse, kadın da onun
çıplaklığını görürse utançtır ve kavimlerinin oğullarının gözleri önünde atılacaklardır, kız kardeşinin
çıplaklığını açmıştır, günahını taşıyacaktır."5
Yakın akrabalarla evlenme ve birleşmelere ilişkin hükümler böyle sürüp gider Tevrat'ta. İnsan,
Tevrat'taki bir bu hükümleri düşünüyor, bir de "Lut Peygamber’in kızlarıyla cinsel ilişkide
bulunduğu"na ilişkin yine Tevrat'ta anlatılanları göz önüne getiriyor ve "Ne büyük bir çelişki!"
demekten alamıyor kendini. Bu çelişkiyi "Tevrat'ın değişmiş olmasından ileri gelmiştir" diyerek
açıklayanlar var. Ama çağımızda ortaya çıkan gerçekler karşısında bu tür açıklamaların "ciddi"
hiçbir yanı kalmamıştır. Tevrat'tâki çelişki, onun sonradan değiştirildiğini değil, ilkel toplum
gelenekleri ve geleneklere ilişkin anlatımları içerdiğini gösterir: Eros Cinsel Bilim Ansiklopedisinde
şunları okuyoruz:
"Yakın akrabalar arasındaki evlenmelerle ilgili yasaklara, en eski tarihlerden beri hemen hemen
tüm toplumlarda rastlanmıştır. () Çocukların ana babaları ile cinsel ilişki kurmalarını yasaklayan
kanunlara, özellikle daha sık rastlanır. () Bununla birlikte Kızılderili Inca toplumunda ve eski
Mısırlılarda kardeşlerin birbirleriyle evlendikleri bilinmektedir. Ayrıca birtakım Afrika
kabilelerinde, kabile şefinin, kızları ile cinsel birleşmede bulunması zorunludur. Ama her iki
durumda da bu işlemleri yapma hakkına sahip olan kimseler ya toplumun başı ya da önderleridir. Ve
böylelikle yasaların üstünde kalmaktadırlar. Aynı hak hiçbir zaman geniş halk kitlelerine
tanınmamıştır."25
Sedat Veyis örnek'in Etnoloji Sözlüğü'nde de "Fücur" açıklanırken şunlar yazılı:
"Fücur, dar anlamda aile üyeleri arasındaki, geniş anlamda da yakın kardeş ya da hısım akrabalar
arasındaki cinsel ilişkidir. Fücur, hemen hemen her yerde sıkı kurallarla yasaklanmasına rağmen,
çeşitli biçimlerde istisnalarına da rastlanmaktadır. Hatta bu durum, toplum tarafından kabul edildiği
gibi, yeğlenmektedir de."26
Örnek, "akraba evlilikleri"nin "ekonomik, ideolojik ve kültürel gerekçelerle" yeğlendiğini yazar.
Demek ki bu konuda Tevrat'ta görülen çelişki, onun sonradan "değişikliğe uğradığını göstermez,
ilkel toplum geleneklerindeki özelliği, bu geleneklerde "fücur" alanında bazı "istisna"lar bulunduğunu
gösterir. Babalarına "şarap içirip sarhoş eden ve sonra da onunla yatıp cinsel ilişkide bulunan" Lut'un
kızları, belki de -babalarının önder olmasından dolayı- bu hakkı kendilerinde görmüşlerdi de onun
için bu yola gitmişlerdi. Belki de kaldıkları Tsoar'daki mağaradan önce içinde yaşadıkları toplumda,
"kabile şefleri"ne, Lut gibi önderlere, "kızlarıyla cinsel ilişki kurma hakkı" verilmişti, belki de böyle
bir hak kendisine verildiği halde Lut bu hakkı kullanmak istememişti, ancak "şarapla sarhoş
edildikten" sonra kullanmıştı. Yani belki de toplum geleneği buna elveriyordu o zamanlar.
Zina
"Zina etmeyeceksin!"27
Tevrat'ta, daha çok kadının durumu önemlidir zinada. Kadının durumuna göre ayrı ayrı hükümler
yer alır.
Evli Kadınla Zina
“Ve başka birinin karısıyla zina eden, komşunun karısıyla zina eden adam, hem o hem kadın,
mutlaka öldürüleceklerdir."28
"Eğer bir adam, başka bir adamın karısı olan bir kadınla yatmakta olarak bulunursa o zaman
kadınla yatan adam ve kadın, onların ikisi de Öleceklerdir ve kötülüğü İsrail'den kaldıracaksın."29
Evli ve Nişanlı Olmayan Kadınla (Kızla) Cinsel ilişki Kurulmuşsa
"Ve eğer bir adam, nişanlı olmayan bir kızı aldatır ve onunla yatarsa kendi karısı olmak üzere
mutlaka onun için ağırlık vere-çektir. Eğer babası, ona kızı hiç vermek istemezse kızlara verilen
ağırlığa göre para verecektir."30
Başkasına Nişanlı Olan Bir Kızla Köyde, Kentte Cinsel İlişki Kurulmuşsa
"Eğer kız olan bir genç kadın bir adama nişanlıysa ve bir adam onu şehirde bulup onunla yatarsa o
zaman onların ikisini de şehrin kapısına çıkartacaksınız ve şehirde olduğu halde bağırmadığı için,
kadını ve komşusunun karısını alçalttığı için, erkeği taşla taşlayacaksınız. Ve ölecekler ve kötülüğü
aranızdan kaldıracaksınız."31
Başkasına Nişanlı Olan Bir Kızla Kırda Cinsel İlişki Kurulmuşsa
"Fakat adam nişanlı genç kadını kırda bulursa ve onu yakalayıp kendisiyle yatarsa o zaman yalnız
onunla yatmış olan adam ölecektir. Ama genç kadına bir şey yapmayacaksın. Genç kadında ölümü hak
ettiren bir suç yoktur. Çünkü bir adam komşusuna karşı nasıl kalkar ve onu öldürürse, bu şey de
öyledir. Çünkü onu kırda buldu, nişanlı genç kadın bağırmıştır ve onu kurtaran olmamıştır."32
Kız Olarak Alınan Fakat Sonradan Kız Olmadığı Anlaşılan Kadının Durumu
"Genç kadında kızlık nişanları bulunmadığı gerçekse o zaman genç kadını babasının evinin
kapısına çıkaracaklar ve kentin adamları onu taşla taşlayacaklar ve ölecek. Çünkü babasının evinde
zina etmiş olmakla İsrail'de alçaklık etmiştir ve aranızdan kötülüğü kaldıracaksınız."33
Taşlayarak Öldürme
"Zina" edenlere verilen "Taşlanarak öldürülmelidirler!" hükmü, bu ilkel ve acımasız hüküm, İslam
hukukuna da geçmiştir. Bugün İslam dünyasında tek Kur'ari diye bilinen, oysa "mevcut" ayrı
Kur'ari dan (Mushaf'tan) sadece biri olan ve Zeyd İbni Sabit tarafından derlenmiş bulunan Kur'arida
böyle bir hüküm yoktur. 34 Bu Kur'arida sadece "bekâr" olarak "zina" edenler için "Yüz değnek
vurun!" hükmü vardır. 35 "Taşlayarak öldürün!" hükmü, "evli" zina edenler içindir ve Zeyd'in
derlediği Kur'arida bulunmayan bir ayette yer almıştır. Ayetin anlamı şöyledir: "Evli erkek ve evli
kadın36 zina ederlerse, onları kesinlikle taşlayarak öldürün! Tanrı'dan verilmiş bir ceza olarak
taşlayın ikisini de. Tanrı güçlüdür, hikmetlidir."37
İşte söz konusu acımasız hüküm bu ayete dayandırılmış ve Peygamber döneminde de
uygulanmıştır.'2
Buhari ve Müslim’in kitaplarında da yer alan bir hadis, zinadan dolayı taşlayarak öldürmeye
ilişkin hükmün Tevrat'tan alındığını açıkça gösteriyor.
Abdullah İbni Ömer’in anlattığına göre, Medine’de Yahudiler-den birileri gelip, Peygamber'e "bir
kadınla bir erkeğin zina ettiklerini" haber verirler. Peygamber sorar onlara:
"Zina suçundan dolayı taşlayarak öldürmeye ilişkin Tevrat'ta bir hüküm bulunduğunu biliyor
musunuz? Bu konuda bilginiz nedir?"
Yahudiler bu soruya şu karşılığı verirler:
"Biz (Tevrat'a göre) zina edenleri herkesin önüne çıkarırız ve zina edenler değnekle dövülürler."
O sırada orada bulunan Abdullah İbni Selam, Yahudilerin bu karşılığına: "Yalan söylüyorsunuz!"
der ve şöyle konuşur:
‘Tevrat'ta 'recim1 (zina suçundan dolayı taşlayarak öldürme hükmü) vardır."
Bunun üzerine Tevrat'ı getirirler, açıp bakarlar. "Recim" ayetiyle karşılaşılınca Yahudilerden biri,
elini ayetin üzerine koyar ve bu ayetten öncekiyle sonraki ayetleri okumaya başlar. Yani "recim"
ayetini göstermek istemez. O zaman Abdullah İbni Selam "Çek elini ayetin üzerinden!" deyince
Yahudi elini kaldırır ve böy-lece "recim" ayeti ortaya çıkar. Ve bunun üzerine Peygamber emir verir,
"zina" etmiş olanları, "taşlayarak öldürürler".'3
Zina Kuşkusunu Ortadan Kaldırmak İçin Başvurulacak Yol: "Lanet!"
"Ve lanet getiren acılık suyu kâhinin elinde olacak. Ve kâhin, kadına ant içirecek ve ona diyecek:
Eğer seninle adam yatmadıysa (yani biriyle zina etmedinse) ve eğer kocanın nikâhı altında bulunurken
murdarlığa sapmadınsa lanet getiren bu acılık suyundan beri ol! Fakat kocanın nikâhı altında
bulunurken saptın ve murdar oldunsa ve kocandan başka bir adam seninle yattıysa () Rab, senin
kalçanı düşürüp karnını şişirmekle kavminin ortasında seni lanet ve ant için ibret kılsın! Ve lanet
getiren bu su, senin karnını şişirmek ve kalçalarını düşürmek için bağırsaklarına girsin!
Ve kadın: Amin, amin! diyecek."38
Konuyla ilgili bundan sonraki ayetlere göre, "Kahin lanetleri yazacak", yazılanları "acılık suyu
içinde silecek" ve bu suyu, kuşku duyulan kadına içirecek. "Eğer kadın murdarsa" ve kocasını
aldatmışsa "kadının karnı şişecek ve kalçası düşecek"! O zaman kadın "kavminin arasında bir lanet
olacaktır"! O suyu içen kadın "eğer murdar değilse, temizse (kocasını aldatmamışsa) o zaman arınmış
olacak ve çocuklar doğuracaktır"
"Zina" kuşkusundan dolayı "lanet"i anarak ant içme ve ant içirme Kur'an'da da vardır. Ama
Kur'an'daki hükme göre, kadınla birlikte, kadına "zina" suçu "isnat" eden kocanın da ant içmesi
gerekir Bu ant içme karşılıklı olduğu ve ant içilirken "lanet" de anıldığı için bu işe "lanetleşme"
(lian=mülaane) diye ad verilir İslam fıkhında Bu konudaki ilkel geleneğin Tevrat'a, oradan da
ortam ve koşullara göre biraz değiştirilerek Kur'an'a ve İslam hukukuna geçtiği anlaşılıyor.
"Kızını fahişe ederek onu murdar etme, ta ki diyar zina etmesin. Ve diyar alçaklıkla dolmasın."41
"Ve Rab Musa'ya dedi: Harun oğullarına ve kâhinlere söyle: () Fahişe ve bozuk kadın
almayacaklar. () Ve bir kâhinin kızı fahişelik ederek kendini bozarsa babasını bozmuş olur, ateşte
yakılacaktır."2
"İsrail kızlarından ve İsrail oğullarından kendilerini fuhşa vermiş kimseler olmayacaktır. Kadın
fuhşunun kazancını yahut erkek fuhşunun ücretini, herhangi bir adak için Allah'ın Rabbin mabedine
getirmeyeceksin. Çünkü bunların ikisi de Allah'ın Rabbe mekruh şeylerdir."42
Jean-Gabriel Mancini, Fahişelik ve Kadın Ticareti diye dilimize çevrilen kitabında şunları yazar:
"İlk insanlarda fuhuş, konukseverlikle birlikte yürümüştür. Daha yakın zamanlara dek Eskimolarda
da bu, böyleydi. Aile ya da klan için az da olsa bir yarar aranmış olsa gerek Konuklarla fuhuş
yapmaya Kalde'de de rastlanır. Denizci ya da yolcuya bir çeşit toplumsal hizmet, bir yardımdır bu.
İleride dinsel nitelikteki bir zorunlulukta birleşerek 'kutsal1 denen fuhuş durumunu alacaktır.
Bu gelenek Hindistan ile Mısır'da da vardı. Herodot'a göre krallar bile kızlarını isteyene
sunuyorlardı."43
Evet, ilk çağlarda "krallar bile kızlarını isteyene sunuyorlardı". Peygamber Lut bile kızlarını
Sodomlulara sunmamış mıydı? Lut kızlarını sunmuştu, ama gerek Tevrat'a ve gerek Kur'an'a göre,
onlar Lut'un "kızlar"la değil, ancak konuklarla cinsel isteklerini do-yurabileceklerini söylemişlerdi
Lut’a. Yukarıda bunun öyküsünü aktarmıştık. ,
Jean-Gabriel Mancini'nin dediği gibi "fuhuş" bir zamanlar "dinsel" bir nitelik bile almış ve bir
"kutsal fuhuş"un bile sözü edilmişti. Richard Levvinshon, kitabında bu konuya ilişkin olarak şu
bilgileri verir:
"MÖ üç bin yıllarında, insanın o güne dek eriştiği en ileri uygarlıkların beşiği olan doğu
imparatorluklarında almış yürümüştü (fuhuş). Her yerde bir kamu kuruluşu olarak tapınağa bağlıydı,
tapınaklar, gelirlerinin bir bölümünü böyle bağlarlardı. Her yerde bu ticarete kadın da katılıyordu
erkek de. Fahişelerin, Tanrıların hizmetkârları olarak iş görmeleri ve çağlarındaki yazıların onlara
'kutsal' demesi, yaptıkları işin gerçek niteliğini değiştirmez."5
"Cinsel iktisadın bu kolu konusundaki kaynakların, bütün doğu devletlerinin en pratik zihniyetlisi
olan Babil'de özellikle çok oluşu"nun "hiç de tesadüfi" olmadığını da yazdıktan sonra yazar,
açıklamalarını şöyle sürdürüyor:
"Tapınakta fuhşun, bir zamanlar Sami ırktan gelen halk topluluklarının bir özelliği olduğuna
inanılıyordu. Bununla birlikte, tarihin yazdığı en eski tapınak genelevi Sami ırktan olmayan bir
ulusun, Sümer devletinin, Uruk'taki baş tanrı Anu tapınağındaydı. Fahişeler, Anu'nun şehvetli kızı
Iştar’a adamışlardı kendilerini."44
Bir zamanlar "rahiplerce bir tapınış biçimi" kazandırılmış fuhşa "Fuhuş" çıkar için
"kutsallaştırılmıştı". Ama daha sonra yasaklandı.
İşte Tevrat'taki "fuhuşu yasaklayıcı" ayetler, bu dönemdeki durumu dile getiriyor. Yani "fuhuş"
denen şeyin, dinsel yönden artık kötü görüldüğü dönemdeki durumu Tevrat'ın bu dönemi yansıtan
ayetlerdeki yasaklayıcı hükümler, Kur'ari ayetlerine ve İslam Peygamberinin sözlerine de
geçmiştir Ancak Kur'arida " Eğer iffetli olmak istiyorlarsa cariyelerinizi fuhuşa zorlamayın"
biçiminde esnek bir anlatım yer alıyor İleride bu konu üzerinde genişlemesine durmaya çalışacağız.
Jean-Gabriel Mancini diyor ki:
"Musa Peygamber fuhuşu yasaklamıştı. () Fakat Süleyman (Peygamber) tapınağı, yine de bir
"fuhuş pazarı" halindeydi. Çünkü yasaklama, ilke olarak yalnızca İbranile-re uygulanıyor, yabancı
kadınlarsa bu alışverişe (fuhuşa) konu olabiliyorlardı."48
Konunun anlaşılması için bu soruya da karşılık vermek gerekir.
Fuhuş, genel anlamda, "kadının para karşılığında kendini vermesi olayıdır" diye düşünülür." Ancak
"kendini para karşılığında veren" kadın olabileceği gibi "erkek" de olabilir. Çünkü "erkek fuhuşu" da
vardır Kaldı ki bu tanım, başka yönlerden de eksiktir. Sözgelimi, "fuhuş" olayının gerçekleşmiş
olabilmesi için "bilinçli ve iradi bir rızaMnın da varolması şarttır. 13 Sonra cinsel birleşme işinde
bedenini satan kimsenin, ille de "para" karşılığında satması gerekmez. Başka türlü maddi çıkarlar
karşılığında da bu yola gidebilir.
Hatta “cinsel doyum" amacı bile güdülmeyebilir. örneğin ilkellerde görülen fuhuş. Çünkü bu
fuhuşu "salt cinsel doyum ve para kazanma açısından değerlendirmek yanlıştır. İster metres tutma,
ister çok kadınla evlilik dışı ilişki, ister erginlik ve erginlik sonrası yıllardaki serbest cinsel yaşama
biçiminde olsun, bunların çoğu, toplum tarafından desteklenmekte, temelinde toplumsal ve ritüel
gerekçeler yatmaktadır. Hatta bir takım törenler ve ayinler sırasında yapılan fuhuş, kutsal olarak
nitelenmektedir. Parayı bilmeyen ve sınıf farkları bulunmayan toplumlarda çeşitli yan evlilikler adı
altında ve bayramlarda fuhuş yapılmaktadır. Bu tür fuhşun ritüel (ayin yöntemine ve töresine ilişkin)
bir niteliği vardır. “M
İlk çağlarda "kadın fuhuşu" kadar, "erkek fuhuşu" da önem
li olduğu için,15 Tevrat'ta, “kadın fuhuşu"yla birlikte "erkek fuhuşu"na değiniliyor ve "Kadın
fuhuşunun kazancını, yahut erkek fuhuşunun ücretini, herhangi bir adak için Allah'ın Rabbine
getirmeyeceksin" diyor. Sonra "Çünkü bunların ikisi de Allah'ın
Rabbe mekruh şeylerdir" diyerek Tanrı'nın fuhuşun bu iki türünden de "hoşnut olmadığı"nı
anlatıyor Yukarıda açıklandığı gibi Tevrat'ta "oğlancılık" da yasaklanıyor ve "Bir adam, kadınla
yatar gibi erkekle yatarsa, ikisi de nefret edilesi şey yapmışlardır, mutlaka öldürüleceklerdir"
deniyor
"Hayvanla her yatan, mutlaka öldürülecektir."52
"Ve bir hayvanla yatan adam mutlaka öldürülecektir. Hayvanı da öldüreceksiniz. Ve bir kadın, bir
hayvana yaklaşmak üzere onun yanına giderse, kadın ve hayvanı öldüreceksiniz, mutlaka
öldürülecekler ve kanları kendi üzerlerinde olacaktır."53
Hayvanlarla Cinsel Birleşme Yoluna Neden Gidilir?
Eros Cinsel Bilim Ansiklopedisinde şu bilgi veriliyor:
"Hayvanlarla cinsel birleşmede bulunanlar bunu merak dolayısıyla yapmış olabilirler. Ama bunu
alışkanlık haline getirenler de vardır. Cinsel sapıklıklar konusunda araştırma yapmış olan ünlü hekim
Krafft-Ebing, kadınlar karşısındaki erksiz (güçsüz) olan bazı ruh hastalarının, hayvanlarla
cinsel birleşmede bulunmayı, bir alışkanlık haline getirmiş olduklarını söyler. Günümüzde de bu
davranış cinsel sapıklık sayılmaktadır.
Ancak, tarihin en eski devirlerinde ve ilkel toplumlarda, hayvanlarla birleşmenin dinsel bir anlamı
vardır. Bilindiği gibi, ilkel toplumlarda hayvan, kendisine tapılan, kutsal sayılan bir yaratıktır.
Hayvanlarda doğaüstü güçler ve özellikler bulunduğuna inanan bu insanlar, bir yandan hayvanlara
taparken bir yandan da çeşitli yollardan onlara yaklaşmak, hatta bu yaklaşmayı gerçek birleşmeler
haline getirme çareleri aramışlardır. Tanrı ile, daha doğrusu onun hayvan biçimindeki sembolü ile
cinsel birleşmede bulunan rahipler, böylelikle onun gücünden bir bölümünü elde ettiklerine
inanmışlardır. Eski Mısır'ın Osiris rahipleri de Tanrı'ya adanan köpeklerle birleşmeyi, dinsel bir
görev saymaktaydılar
Demek ki "hayvanlarla cinsel birleşme"nin, kimi toplum ve geleneklerde "dinsel" bir anlamı
vardır. Bu gelenek ve inanış, "çok tanrı"ya inananlar için geçerlidir. Tevrat'ın, "hayvanlarla cinsel
birleşme"ye karşı çıkması da bundandır, dinsel bir anlam taşıdığı ya da böyle bir anlamı akla
getirdiği içindir. Cinsel ilişkide bulunan hayvan, daha önceki inançlarda "Tanrı'nın sembolü" diye
görüldüğü, bu da "Tektanrıcılığa" aykırı olduğu içindir. Yani konunun, böyle bir yorumu yapılabilir.
"Hayvanlarla cinsel birleşme"yi yasaklayan Tevrat ayetlerindeki hükümlerin bir bölümü İslam
"fıkıh" kitaplarına da geçmiştir. Gerçi, "hayvanla cinsel ilişki kuran" kimsenin "öldürülmesi"
gerektiğinden söz edilmiyor. Ama cinsel ilişki kurulan hayvanın öldürülmesi istenir.
Şimşon ve Kadın Yüzünden Başına Gelenler
"Şimşon", kimi kitaplarda "Samson" biçiminde yazılır. İslam "vaz" ve "tefsir" kitaplarında ise
"Şem'un" ve "Şem'unu'l Gazi" diye geçer.
Orhan Hançerlioğlu, "Samson" (Şimşon) için şunları yazar:
"Mitolojik Yahudi kahramanı Gerçekte İö XII. yüzyılda yaşamış bir İsrail yargıcı olan Samson'un
kişiliği efsaneleşmiş ve kutsal kitapta (Tevrat'ta) da bu niteliğiyle yer almıştır. Yunanlıların
Herakles'i, Romalıların Herkül'ü, İranlIların Rüstem'i gibi olağanüstü bir gücü olduğuna inanılır.
Filistin yerlilerinin baskısı altında ezilen göçmen İsraillilerin direnişini simgeler."1
Tevrat'ın anlattığına göre "Şimşon"un annesi "kısırdı": "Rab-bin meleği, kadına görünüp dedi: Sen
kısırsın ve doğurmuyorsun, fakat gebe kalacaksın ve bir oğul doğuracaksın. Rica ederim, sakın şarap
içme ve hiçbir murdar bir şey yeme, çünkü işte sen gebe
kalacaksın, oğul doğuracaksın. Onun başına ustura değmeyecek, çünkü ana rahminden Allah'a adak
olacak ve İsrail'i Filistîlerin elinden kurtarmaya başlayacak."55
Kadın olayı kocasına şöyle anlattı: "Bana bir Allah adamı geldi ve onun görünüşü, Allah'ın
meleğinin görünüşü gibi çok heybetliydi. Nereli olduğunu kendisinden sormadım ve bana adını da
bildirmedi. Fakat bana dedi: Sen gebe kalacaksın ve bir oğul doğuracaksın"56
Kadının çocuk doğurmaması belki de kocasındandı, yani "kısırlık" kadında değil, kocadaydı belki
de. Onun için de, kadının "melek" sandığı ya da kocasına öyle anlattığı "Allah adamı" çocuk
doğurmasını sağladı. Tohumunu vererek tabii Tevrat1 ta böyle, kadınlara "çocuk" doğurtan
"melek"lerin, "Allah adamları"nınsık sık sözleri edilir.
Neyse Anlaşılan Şimşon'u kadının dölyatağına düşüren "Allah adamı", oldukça iriyarı bir
adamdı. Onun için kadın onun "çok heybetli" olduğunu söylüyor. O, çok heybetli olduğu için Şimşon
da çok "heybetli" ve güçlü olmuştu, yani o "Allah'ın adamı"na benzemişti diye düşünülebilir.
Evet, Şimşon çok güçlü, iri yapılı bir delikanlı olmuştu büyüyünce. "Tanrısal" bir güce sahip
olmuştu.
Filistinliler, Şimşon'un toplumuna, İsraillilere düşmandılar. Bu iki toplum birbirlerine pek kız alıp
vermezlerdi.
Ne var ki Şimşon bir Filistinli kızı görünce sevdi. "Aşk sınır tanımaz" derler ya, onun aşkı da sınır
tanımadı: "Ve Şimşon (), çıktı, babasıyla anasına bildirip dedi: Timna'da Filistîlerin kızlarından bir
kadın gördüm, onu şimdi kadın olarak bana alın. Babası ve anası ona dediler: Kardeşlerinin kızları
arasında ya da toplu-munun içinde bir kadın yok mu ki, sünnetsiz Filistîlerden kadın almaya
kalkıyorsun? Şimşon babasına dedi: Onu bana al, çünkü gözüme hoş (güzel) görünüyor. (Seviyorum
onu.)"57
Tevrat'ın anlattığına göre, Şimşon'un gönlünün kıza yakılması "Rab"dendi. Annesi ve babasıysa bu
durumu bilmiyorlardı
"Ve Şimşon, babası ve anasıyla birlikte Timna'ya indi. Tim-na bağlarına geldiler ve işte genç bir
aslan gümürdeyip Şimşon'un karşısına çıktı. Rabbin ruhu kuvvetle Şimşon'un üzerine geldi ve
Şimşon, bir oğlağı iki parça eder gibi aslanı ikiye böldü"59
Şimşon bir "mucize" göstermişti. Koskoca aslanı yenmiş, parçalayıp bırakmıştı. Böylece kendinde
Tanrı'nın gücü olduğunu ortaya koymuştu. Bu arada Filistinli kızla ilgisini de "ihmal" etmemişti.
Fırsat bulunca gidip buluştu kızla: "Kadınla (kızla) söyleşti. Kadın, Şimşon'un gözüne hoş (güzel)
görünmüştü bir kez. Ve bir zaman sonra kadını almak için döndü, aslanın leşini görmek için de yoldan
saptı"4
Tevrat yazarı, burada bir mucize daha meydana geldiğini yazıyor:
" Ve işte aslanın leşinde bir arı sürüsüyle bal vardı. Şimşon balı avuçlarına aldı ve yiyerek gitti.
Babasıyla anasının yanına geldi, onlara da verdi. Ve yediler. Şimşon, balı aslanın leşinden almış
olduğunu onlara bildirmedi."5
Ayetlerde bundan sonra anlatılanlara göre, Şimşon ne yapıp ederek, Filistinli kızı "karı olarak"
aldı. O dönemin ve o yörenin geleneklerine göre, gençleri topladı, büyük bir "ziyafet" verdi onlara.
Ziyafetteki gençlere bir de "bilmece" sordu: " Şimdi sizlere bir bilmece söyleyeyim. Ziyafetin yedi
gününde onu bulup bana bildirirseniz size otuz keten esvap (elbise) ve otuz yedek esvap vereceğim.
Ama bana bildiremezseniz, o zaman siz bana otuz keten esvap ve otuz yedek esvap vereceksiniz.
'Bilmeceni söyle de onu işitelim!' dediler. Şimşon onlara bilmeceyi açıkladı: Yiyenden yiyecek,
kuvvetliden tatlı çıktı"6 öykünün bundan sonrası şöyle:
Filistinli gençler, Şimşon'un sorduğu bilmeceyi yedinci giine dek bilemezler. Kendilerine yardımcı
olması için Şimşon'un sevgili karısına başvururlar. Yani Filistinlilerden aldığı kadına " Kocanı
kandır da bize bilmeceyi bildirsin, yoksa seni ve babanın evini yıkarız"7 derler. Kadın da çaresiz
kabul eder. Ağlayarak
4 Tevrat, Hâkimler, Bap 14, ayet 7, 8.
5 Tevrat, Hâkimler, Bap 14, ayet 8, 9.
6 Tevrat, Hâkimler, Bap 14, ayet
7 Tevrat, Hâkimler, Bap 14, ayet
şöyle der kocasına: "Şimşon, sen beni sevmiyorsun, toplumumun oğullarına bilmece söyledin, bana
bildirmedin"8 (Oysa karınım, beni seviyorsan bana bilmecenin çözümünü söylemelisin.) Şimşon'sa
" Babam ve anama da bildirmedim. Onun için sana da bildiremem"9 karşılığını verir. Ne var ki
kadın Şimşon'u bırakmaz, çok sıkıştırır ve ondan, bilmecenin çözümünü öğrenir. Tabii öğrendikten
sonra da soydaşlarına, Filistinli gençlere söyler. Gençler, yedinci gün, Güneş batmadan Şimşon'a
gelirler ve bilmecenin, "yiyenden yiyecek ve kuvvetliden tatlı çıktı" sözünün anlamının ne olduğunu
söylerler: " Baldan tatlı ne vardır? Ve aslandan kuvvetli ne olabilir?" 10 (Yani, yenen ve kuvvetli
olan aslandır. Yiyenden çıkan yiyecek ve tatlı da baldır.)
Şimşon, Filistinli gençlerin bilmeceyi karısının yardımıyla öğrendiklerini kavrayınca şöyle
konuşur: " Eğer genç ineğimle çift sürmüş olmasaydınız, bilmecemi bulamazdınız."11
Şimşon böyle der ama yine de onlara, "30 kişilik esvap (elbise)" bulup verme gereğini duyar.
Bunun için 30 kişi öldürür ve bunların elbiselerini alıp onlara verir
Şimşon'un Filistinli karısı, Filistinli gençlere yardım ettikten sonra, kadının babası kadını alır, bir
başkasına, Şimşon'un arkadaşına verir. Yani kadın, Şimşon'a "yâr" olmaz.
Şimşon Filistinlilerle birkaç kez çarpışır. Birinde, " çakal" tutar, bunların kuyruklarına
"meşale"ler bağlayıp çakalları Filistinlilerin ekinlerine, zeytinliklerine salar ve bu yolla tümünü
ateşe verip yakar. 13 Bir başka kez de bir "eşek çene kemiği"yle "bin kişi"yi öldürür. 1" (Burada söz
konusu edilen "eşek çene kemiği", İslam va'z ve tefsir kitaplarına "deve çene kemiği" diye geçmiştir.)
8 Tevrat, Hâkimler, Bap 14, ayet
9 Tevrat, Hâkimler, Bap 14, ayet
10 Tevrat, Hâkimler, Bap 14, ayet
U Tevrat, Hâkimler, Bap 14, ayet
12 Tevrat, Hâkimler, Bap 14, ayet
13 Tevrat, Hâkimler, Bap 15, ayet 4 vd.
14 Tevrat, Hâkimler, Bap 15, ayet
"Ve Şimşon, gazaya gitti, orada bir fahişe kadın görüp yanına girdi."1
Şimşon başının derde girmesine aldırmadan ilişki kurabileceği kadınla kuruyor ilişkisini. Bu kez
de "fahişe" bir kadınla ilişki kuruyor ve tabii yine başı derde giriyor. "Kutsal ve Tanrı tarafından
desteklenen bir kişi nasıl olur da 'fahişe' kadınlarla düşüp kalkar!" diyeceksiniz. Kutsal kitap, kutsal
saydığı kişilerin bu tür ilişkilerinde sakınca görmüyor. "Fahişe", yani bedenini satan ya da keyif için
kim önüne çıkarsa, kimi dilerse, onunla yatan kadın bile olsa "kutsal" kişiler için sakıncasızdır.
Kutsal kitabın anlattıklarından bu anlaşılıyor. "Çapkınlık", kutsal kişilere ve ileride örnekleri
görüleceği gibi peygamberlere yasak değildir!
Şimşon, "fahişe" kadınla ilişki kurarken bulunduğu kalenin çevresini düşmanları çevirir ve
yakalayıp öldürmek isterler. Ama
0 olağanüstü gücüyle bu tehlikeyi de atlatır. Kanatlı kapıyı söker atar, sonra kapıları, "sürgüsü
ve söveleri"yle birlikte omuzlarına alır, bir dağın tepesine çıkar.2 Böylece kurtulmuş olur.
1 Tevrat, Hâkimler, Bap 16, ayet 1.
2 Tevrat, Hâkimler, Bap 16, ayet 2, 3.
"Ve ondan sonra vaki oldu ki Şimşon Sorek vadisinde bir kadın sevdi. Ve o kadının adı Delila idi.
Filistîlerin beyleri kadının yanına çıkıp ona dediler: Şimşon'u kandır ve bak onun büyük gücü
nerededir? Ve onu bağlayıp alçaltmak (alt etmek) için ne ile güç yetirebiliriz?"60
Şimşon-Delila öyküsüne böyle başlanıyor Tevrat1 ta. Ve sonra öykü uzun uzadıya anlatılıyor. Özeti
şu:
Delila, Şimşon'un gücünün neye dayandığını ("sırrı"nı) öğrenmek için büyük çaba gösterir. Tüm
dişiliğini kullanır. "Ben: seviyorsan gücünün sırrını söylersin" der, yalvarır yakarır. Şimşon
dayanamaz, hiç değilse gerçeği söylemeden kadını bu tutumundan vazgeçirme yoluna gider, ilgisi
olmayan şeyler söyler kadına, "Beni, kurumuş yedi taze kirişle bağlarlarsa gücüm gider" der. Filistin
beyleri kadına yedi taze kirişi getirip verirler. Bu yol denenir, ama sonuç alınamaz. Çünkü Şimşon,
bağlandığı kirişleri kıitiir kütür kırar. Olaydan sonra Şimşon, yakasını bırakmayan kadına
bu kez başka şey söyler: "Kullanılmamış yeni iplerle beni bağlarlarsa, gücüm elimden alınmış
olur." Bu yol da denenir, yine sonuç alınamaz. Şimşon, kendini bağladıkları iplerin tümünü lcınp atar.
Kadın Şimşon'un sırrını öğrenmek için direnince Şimşon üçüncü kez yalan uydurur: "Eğer saçımın
yedi örgüsünü bir araya getirip dokursan, artık olağanüstü gücüm kalmaz." Bu yol da denenir ve yine
sonuç alınamaz.
Delila işin arkasını bırakmaz. Dişiliğinin tüm numaralarını gösterir. Ve ne yapar eder, Şimşon'a
gerçeği söylettirir: "Başına ustura değmemiştir. Beni tıraş ederlerse, saçlarım kesilirse, herhangi bir
insandan farkım kalmaz." O zaman neler olduğu ayetlerde şöyle anlatılır:
"Ve Delila, Şimşon'un, bütün yüreğini kendisine açtığını görünce haber gönderdi () ve Filistîlerin
beyleri kadının yanına çıktılar. () Ve kadın dizlerinde onu uyuttu ve bir adam çağırıp başının yedi
örgülü saçını tıraş ettirdi ve onu (Şimşon'u) alçaltmaya başladı. Ve Şimşon'un üzerinden gücü gitti.
Ve kadın dedi: Filistîler senin üzerine geldi Şimşon! Ve Şimşon uykusundan uyandı, 'başka defalar
olduğu gibi yine silkinir çıkarım (kurtulurum)' dedi. Fakat, Rabbin kendisinden ayrılmış olduğunu
bilmiyordu. Ve Filistîler yakalayıp onun gözlerini çıkardılar. Ve onu Gaza'ya indirdiler ve tunç
zincirlerle bağladılar. Ve Şimşon, hapishanede değirmen çeviriyordu."61
Filistinliler, Şimşon'un gücünün elinden gitmesini, Tanrıları Dagon'dan bilirler. Düşmanlarının
gücünü kırdığı için Dagon'a "şükür" ederler, kurbanlar keserler, şenlikler düzenlerler. Bu arada,
düzenledikleri şenliklere, Şimşon'un da getirilip kendilerini eğlendirmesi istenir.
Hapishaneden çıkarılarak getirilir, şenlik yapılan yerde oynamaya zorlanır. Şimşon herkesin
önünde oynar ister istemez. Bir yandan da ,,Rabb"e yakarır, eski gücüne yeniden kavuşturmasını ister.
"Rab", Şimşon'un yakarışını kabul eder, ona eski gücünü kazandırır. Şenlik yapılan yer, ""
insanın sığabildiği büyüklükte çok büyük bir "ev"dir (tapınak). Şimşon, evin temel direklerini
yerinden söküp evin yıkılmasını sağlar. Ne var ki, Filistinlilerle birlikte kendisi de yıkıntılar altında
kalarak ölür.3
Kur'an1 da "Kadir Suresi" diye bir sure vardır. Bu surenin bir ayetinde "Kadir gecesi bin aydan
hayırlıdır" denir İşte bu ayet dolayısıyla "Şimşon", İslam kaynaklarında da yer almıştır "Şem'un" ve
"Şem'unu'l-Gazi" adıyla Va'z kitaplarında ve Kur’an yorumlarında "Şem'unu'l-Gazi"nin "deve
çenesi"ni silah olarak kullandığı, "bin ay" Tanrı yolunda savaştığı, "sayısız kafir" öldürdüğü, bir
"hadis"e dayandırılarak anlatılır. Hadiste "Şimşon"un Tevrat'ta yer alan efsanesi, İslami havaya göre
biraz değiştirilerek bir "öğüt" olarak sunulur inanırlara. "Hadis"e göre, "Şem'unu'l-Gazi"nin "bin ay",
yani 83 yıl 4 ay yaptığı "dinsel anlamlı savaş"tan elde ettiği "sevap" kadar, "kadir gecesini ihya
eden"e sevap verilir. Hadiste şu da anlatılır: "Peygamber, Şem’unu'l-Gazi'nin Tanrı yolunda bin ay
savaştığını söyleyince, Peygamberin arkadaşları Şem'un'un tutumuna ve kazandığı sevaba imrendiler.
Kendilerinin de öyle sevapları olsun istediler. Bunun üzerine Cebrail geldi Hazreti Muhammed'e.
Ümmeti'nin 'ömrünün kısa' olmasından dolayı 'kısa zamanda' Şem'un'un kazandığı sevap gibi sevap
kazanmaları için ümmetine Tanrı'nın 'kadir gecesi'ni armağan ettiğini söyledi." Yine hadise göre,
"Kadir Suresi"nin "inmesi"nin nedeni de işte bu olaydır
Kur'an "tefsirlerinin hemen hepsinde bu olaya değinen hadis yer almıştır. Kimi tefsirlerde
"Şem'un"un adı anılmadan, olaya kısaca değinen hadis ya da hadisler yer alır. 64 Kimindeyse
"Şem'un"un adından bile söz edilir
Kısacası, Tevrat'taki çapkın "Şimşon" efsanesi, Kur'arida yer alan bir surenin "iniş" nedeni olarak
gösterilir kimi hadislerde. Ve bu, Kur'an yorumlarına geçer.
İlginçtir ki, Müslüman vaizler, özellikle de "Süleymancı" vaizler, Tevrat'taki "Şimşon"dan, yani
çapkın Şimşon’dan, tabii Tevrat'ta sözü edildiği biçimdeki çapkınlığını bilmeden "büyük bir din
kahramanı" diye söz ederler. Her yıl "kadir gecesi"nde söz ederler Şimşon’dan. "Şem'unu’l-Gazi",
bir "deve çene kemiği"yle "bin ay" (83 yıl 4 ay) sayısız "kâfir"i nasıl öldürdü, nasıl "kahramanca
cihat etti" diye başlarlar, onun “susadığı zaman çene kemiğinden çıkan tatlı su"yu içtiğini, acıktığı
zaman da yine aynı "çene kemiğinden oluşan et"i yiyip besin aldığını, karısının "kafir"lerle birleşerek
ona tuzak kurduğunu ve "duası" sonucunda "Allah"ın ona nasıl yardım ettiğini ballandıra ballandıra
anlatırlar. "Müslüman cemaat" de "dinsel bir hava" içinde dinler bu efsaneyi.
Aslında bu efsanenin Tevrat yazarları tarafından uydurulup Tevrat'a sokuluşunun nedeni var: Bir
yandan "İsrail"lilerin "Filistin"lilere karşı "mücadele"lerini, bir yandan da "kadının şeytanlığını,
hileciliğini" anlatmak. Amaç budur ve Tevrat'ta bu işleniyor. Bu efsanenin, Müslüman vaizlerin kadir
gecesi dolayısıyla "cemaatlerine anlatırken estirdikleri "İslami hava"yla hiçbir ilgisi yok. Gerçi bu
efsaneyi anlatırken Müslüman vaizler de "kadın milleti"nin "şeytanlığından ve "kadınlar"a
"güvenilmemesi" gerektiğinden söz etmiyor değiller. Üstelik konunun bu yanı iize-
rinde de önemle duruyorlar. "Erkeklerin dikkatlerini çekiyorlar olabildiğince. "İslamiyet"in neden
kadınları "kapalı tuttuğu"nu, neden "dört duvar" arasında bulundurup erkeklerden uzaklaştırmak
istediğini özenle anlatıyorlar. Ancak efsanenin kökenini, Tevrat1 ta yer aldığını ve nasıl yer aldığını
bilmeden "İslâmlaştırırlar" anlattıklarını.
Kitabımızın konusu yönünden, efsanede bizi en çok ilgilendiren "kadının fettanlığı"dır. Onun için
efsanenin bu yönü üzerinde biraz durmak gerekiyor:
Dikkat edilirse, kolayca anlaşılır ki, Şimşon'un başına gelenlerin, daha çok "kadın" yüzünden
geldiğini işliyor Tevrat. Bu yüzden Şimşon'un başına birçok kez dert açıldığı anlatılmak isteniyor.
Tevrat'ın anlattıklarına göre, Şimşon'un başına en büyük derdi açan da Delila adındaki sevgilisiydi.
Delila yüzünden "esrarlı" saçları kesiliyor, Delila yüzünden gücünü yitiriyor ve Delila yüzünden
yakalanıp gözleri oyuluyor
Çapkın Şimşon'un Sevgilisi Fettan Delila ve Şeytansı İlk Dişi İnsan Pandora
"Pandora", Yunan mitolojisinde yer alır. Ama Azra Erhat'ın da yazdığına göre, Pandora ve Pandora
efsanesi, "Ortadoğu ve özellikle Sami kaynaklı" olsa gerek Tevrat'ta zaman zaman yer verilip
işlenen Delila gibi "şeytansı" kadınların, daha başka deyişle "kadın şeytanlıklarımın önemle
anlatılışı, "Ortadoğu ve Sami kaynaklı" metinlerde "kadın"a nasıl bakıldığını gösterir. Tevrat'ta "ilk
kadın"ın, eşi "Âdem"in yasak meyveyi yemesine nasıl yol açtığı anlatılmıyor mu? "Havva"nın
"aldatıcılığı" olmasaydı "Âdem Baba", yasak meyveyi yiyip de cennetten kovulacak mıydı? Azra
Erhat diyor ki: "Pandora efsanesi () Âdem'le Havva efsanesinin Yunan mitosuna aktarılmış bir
kopyasına benzer. Kadını her türlü kötülüğün, her dert ve belanın başlangıcında görmek, Yunan
görüşlerine pek uymaz. Nitekim, Hesiodos'tan sonra bu efsaneyi işleyen pek olmamıştır."67
Pandora, Yunan mitolojisinin "Hawa"sı niteliğindedir. Efsaneye göre, Pandora, erkeklere "bela"
olsun diye yaratılmıştır. Tanrılar tanrısı Zeus'un buyruğuyla su ve topraktan heykeli yapıldıktan sonra
canlandırılmıştır. Sözcük olarak "tüm armağan" anlamındadır. Çünkü ona, Afrodit güzelliğini,
Minerva çekiciliğini, Hermes kurnazlığını ve yalancılığını armağan etmiştir. Böylece kadın, ilk
yaratılışta bir tüm tanrı niteliğini almıştır. Artık ona hiçbir güç karşı koyamayacaktır. Erkekler onun
önünde dize gelecekler ve o, Tanrılardan aldığı niteliklerle istediğini başarabilecektir. Tanrılarda da
bulunmayan "akıl"dan başka her şeye sahiptir. Tanrılar gibi bencil ve duygusuzdur. İsteklerinin önüne
çıkan her türlü engeli gözünü kırpmadan yıkabilecektir. Üstelik akılsız olduğundan tanrılara
bağlanacak ve tanrılar onun yönetiminde bütün insanları yönetecektir. Tanrılar ayrıca, Pandora'ya bir
de "kapalı kutu" vermişlerdir. Tanrıca bencillik niteliğinden ötürü, bir gün dayanamayıp bu kutuyu
açacağını bilmektedirler. Nitekim Pandora bir gün kutunun kapağını açacak ve bütün kötülükler,
acılar insanların arasına yayılacak. "Kapalı kutu"da sadece "umut" kalacaktır. Kardeşi Prometheus'un
yasaklamasına rağmen, Pan-dora'nm çekiciliğine ve güzelliğine dayanamayıp onunla evlenen Titan
Epimetheus, çevresine yayılmış bulunan bütün kötülüklerin ve acıların ortasında, bu umudu da
kullanmayı ve kendisinden türeyecek kuşaklara kullandırmayı bilecektir. Pandora'yta Epimetheus'un
birleşmesinden birçok kızlar doğmuştur Orhan Hançerlioğlu böyle anlatıyor Pandora'yı ve
efsanesini
Azra Erhat'm Mitoloji Sözlüğü1 nde de söz konusu efsaneyle ilgili şu anlatımlara yer veriliyor:
"Kızdı bulut devşiren Zeus. ()
()
Namlı şanlı Hephaistos'u çağırdı hemen,
Bir parça toprak al, suyla karıştır, dedi.
İçine insan sesi koy, insan gücü koy,
Bir varlık yap ki yüzü ölümsüz Tanrıçalara benzesin,
Bedeni de güzelim genç kızlara.
Athena, sen de ona elişlerini öğret, dedi,
Renk renk kumaşlar'dokumasını öğret.
Nur topu Aphrodite, sen de büyülerinle kuşat onu,
İstekler, arzularla tutuştur gönlünü.
Yüz gözlü devi öldüren Hermeias, sen de Bir köpek yüreği, bir tilki huyu koy içine.
Böyle dedi Zeus, onlar da yaptılar dediğini.
()
Tanrıların babası kurunca bu düzeni,
Ephimetheus'a gönderdi Pandora'yı kılavuz Tanrı Herme-ias'la.
Epimetheus unuttu Prometheus'un dediğini:
Zeus'tan armağan alma demişti ona Prometheus,
Alırsan ölümlüleri derde sokarsın demişti.
Epimetheus armağanı aldı ve alınca anladı başına bela aldığını.
Eskiden insanoğulları bu dünyada,
Dertlerden, kaygılardan uzak yaşarlardı,
Bilmezlerdi ölüm getiren hastalıkları.
Pandora açınca kutunun kapağını,
Dağıttı insanlara acıları, dertleri.
Bir tek, umut kaldı dışarı çıkmadık kapağı açılan dert kutusundan.
Umut tam çıkacakken, Pandora kapamıştı kapağı,
Böyle istemişti bulutlar devşiren Zeus.
O gün bu gündür insanların başı dertte:
Toprak bela doludur, deniz bela dolu,
Geceler dert doludur, gündüzler dert dolu.
Belalar başıboş dolaşır sessizce,
Ölümlülerin çevresinde
Derin düşünceli Zeus ses vermedi onlara,
Sessizce gelişlerini duymasın diye insanlar,
Görüyorsun ya Zeus'un dilediğine karşı konmaz."*
Pandora efsanesinde kadın böyle anlatılıyor işte. Kısacası, bu efsaneye göre, ilk kadın Pandora
olmasaydı, insanlar "acı-sıkıntı" nedir bilmeyeceklerdi. Erkeklere "ceza" vermek için yaratılmış bu
kadın. "Kadın" güzelliği ve çekiciliğiyle erkeklerin akıllarını başından alsın onları "beladan belaya"
uğratsın diye
Delila Pandora'yı ne denli anımsatıyor değil mi?
Şimşon'un sevgilisi Delila ve benzeri kadınları anlatırken Tevrat1 ın vermek istediği anlayış,
Pandora efsanesinde verilmek istenen anlayıştan başka değildir. Amaç "Kadın, güvenilir bir yaratık
değildir. Kadın, erkeğin başının belasıdır. Kadın şeytandır" anlayışını yerleştirmektir tümüyle.
"Va'z", "tefsir" ve benzeri alanlardaki kitaplara bakılırsa bu ilkel anlayışın İslam kaynaklarına da
geçtiği görülür. Çoğu İslam kaynaklarında, özellikle hadislerde "kadın" güvenilmemesi gereken bir
yaratık olarak işlenir. "Kadın fettandır, şeytandır." İleride bu konu üzerinde ayrıca duracağız.
4 Erhat, age, "Pandora" maddesi.
Tevrat ayetleri izlenerek Davut Peygamber'in kadınlara olan ilgisi anlatılacak burada. Ancak bu
arada açıklanması gereken bir durum var:
Bilindiği gibi, İslami "ilmihar'lerde ve inançla (akaitle) ilgili kitaplarda şöyle denir: "4 büyük
kitap vardır: Tevrat, Zebur, Kur'an ve İncil. Tevrat Musa'ya, Zebur Davud'a, İncil İsa'ya inmiştir."
Oysa bu yargının bilimsel yönden hiçbir değeri yoktur. Sözgelimi Tevrat adı verilen ve Yahudilerin
Tora dedikleri "Mukaddes Kitap" ("Bib-le"= küçük kitaplar) içinde Musa'nın döneminde kaleme
alınmış olan bölümler çok azdır. "Mukaddes Kitap"ın, MÖ ’te kaleme alınmaya başlandığı ve
MS 98'de bitirildiği ve 35 ya da daha çok kişi tarafından gerçekleştirildiği ileri sürülür. 1 Kesin olan
gerçek şu ki "Mukaddes Kitap" denen ve Eski Ahit'ie "Yeni Ahit'ten oluşan kitap çok sayıda kişinin
eseridir. Genellikle Eski Ahit'e Tevrat, Yeni Ahit'e de İncil denir. Kur'an'da Zebur diye geçen
"Davud'un
Mezmurları"ysa "Eski Ahit'in yani Tevrat'ın içindedir. "Mezmur-lar", birtakım ilahilerden
oluşurlar. Tevrat'ın öteki kesimlerinden olduğu gibi "Mezmurlar"dan da birçok "ayet"ler Kur'ari a
geçmiştir.2 "Mizmar" denen bir "ney"le okunduğu için bu ilahilere bu ad, yani "mezmurlar" adı
verilmiştir.3
Burada "Davud"un kadınlara olan düşkünlüğünün Tevrat'ta nasıl anlatıldığından söz ederken
"Tevrat Musa'ya indi. Davud'la ilgili öyküler Tevrat'ta nasıl yer alabilir?" diye bir soru akla
gelebilirdi. Onun için, yani böyle bir soru karşılığını bulsun diye Tevrat ve "Mukaddes Kitap"
konusunda kısa bir bilgi sunmayı gerekli bulduk.
Daha önce İbrahim, Yakup (İsrail) peygamberlerin ve karılarının cariyeleriyle ilişkileri
anlatılırken de görüldüğü gibi, Tevrat, "çok kadınla evlilik ilişkisi"ne karşı değildir. Üstelik ayrıca
"cariye"lerle de cinsel ilişki kurmayı sakıncasız görmüştür. Onun için peygamberlerin de "bir"den
çok karıları olduğu gibi ayrıca "cariye"leri de vardı ve böylece peygamberler de "çok sayıda"
kadınla cinsel ilişki kurabiliyorlardı. Tıpkı İslam Peygamberi Hz. Muhammed gibi Hz.
Muhammed'in çok kadınla ilişkisi ileride genişlemesine anlatılacaktır.
Davut Peygamber de birçok peygamber gibi tek kadınla kalmayıp birçok kadınla ilişki kurmuştur.
Kimi Kur'an yorumcularına göre, Davud Peygamber'in karısı, de cariyesi vardı.4
Kur'an yorumcuları, Davud Peygamber'in karılarının tane olduğunu, Sad Suresi'nin ve
ayetlerinden ve bu ayetlerle ilgili hadislerden çıkarıyorlar. Davud'un "Etilerden (Hitit) Üriya"nın
karısıyla ilgili öykü anlatılırken görüleceği gibi, Sad Suresi'nin bu ayetlerinin alındığı Tevrat'ın 2.
Samuel bölümündeki Bap'ın
1. ve 7. ayetlerinden de Davud'un pek çok sayıda karısı ve cariyesi olduğu anlaşılıyor.
Tevrat'ın anlattıklarına bakılırsa Davud, oldukça yakışıklıydı. Kadınların ilgisini çekiyordu. Şöyle
deniyor Tevrat'ta: "Kendisi kızıl, gözleri güzel ve bakılışı hoştu"5 Ayrıca ondan şöyle söz
ediliyor: "Beyt-lehemli Yesse'nin oğlu iyi cenk çalan, yürekli bir yiğit, savaş eri, akıllı sözlü ve
yakışıklı bir adamdır"6
Davud'un çok karısı ve çok cariyesi oluşunda, onun kadınlara düşkünlüğünün ve krallığının
yanında bu özelliklerinin de büyük payı olsa gerek. Yani yakışıklı, iyi bir çalgıcı, yiğit ve savaşçı
oluşunun. Ama o denli kadınları toplayışında en büyük etken, onun kral ve peygamber oluşuydu
kuşkusuz. Kur'arida, Ahzab Sure-si’nin ayetinde de genellikle peygamberlerin çok karılı
oluşlarının, "Tanrı’nın bir yasası" gereği (sünnetullah) olduğu anlatılır. Hatta Kur'an yorumcuları, bu
ayette Davud Peygamber'e de "işaret" bulunduğunu açıkça yazarlar. Sözgelimi, Nisâburî tefsirinde
(Garaibu'l-Kur'an ve Reğaibu'l-Fur'kan'da) bu ayetin yorumu yapılırken "pek çok sayıda karıları
olan Peygamberler" bulunduğunu anlatmak için "Davud ve Süleyman peygamberler" örnek gösterilir.
Öteki tefsirlerin çoğunda da aynı örneğin verildiği görülür.
Ahzab Suresi'nin bu ayeti, Hz. Muhammed'in, oğulluğu Zeyd'in
karısı Zeyneb'i sevip aldığı zaman ortaya çıkar "dedikodu"ları kapatma ve bunun da "Tanrı'nın
yasası gereği" (sünnetullah) olduğu anlatma amacına yöneliktir. Yani "Davud Peygamber ve
başkaları, aldıkları karıları nasıl Tanrı'nın yasası gereği aldılarsa Muhammed de aynı yasanın gereği
olarak almıştır Zeyd'in karısını. Muhammed, çok karı alırken eski peygamberlerin uydukları yasaya
uymuştur. Onun için kınanmaması gerekir" demek isteniyor. İslam Peygamberi'nin "Zeyd'in karısı
Zeyneb"le ilgili öyküsü ileride gelecek.
Kralın Kızı İçin Davud'un Göze Aldığı Tehlike
Tarih, MÖ 10, yüzyılın sonları ya da yüzyılın başları. Yahudi krallarından, Kur'arida "Tâlut"7
diye geçen8 Kral Saul'ün dönemi. İsrailoğullarıyla savaşan Filistinlilerin ordusunda, Kur'ariddi
"Calut" adıyla sözü edilen9 "Gatlı Golyat" adında bir insan azmanı, Kral Saul'ün ordusuna meydan
okuyor. Tevrat'ın anlattığına göre "altı arşın bir karış boyu, başındaki tunçtan başlığı, beş bin şekel
ağırlıktaki pullu zırhı, omuzları arasındaki tunçtan kargısı, sapı çulha tezgâhına benzeyen ve altı yüz
şekel ağırlıkta bulunan mızrağryla görenlere, duyanlara korku salıyor ve karşısına çıkacak İsrailli
bekliyor. Saul ve tüm İsrailoğulları Golyat'ın gücü ve "heybetinden korkup yılgınlığa gömülmüş, ne
yapacaklarını şaşırmış dürümdalar. 10 O sırada -Gatlı Golyat'ın karşısına çıkacak biri bulunur
umuduyla- Kral Saul'ün bir "ilan"ı duyulur:
"İsrail'e meydan okuyan adamı gördünüz. Kim onun hakkından gelirse kral o kimseye büyük
varlık bağışlayacak ve ayrıca kızını da verecek!"11
İşte o zaman Davud ortaya çıkar, "Ben varım!" der. Krala iletirler. Kral huzuruna çağırır:
"Ve Davud Saul'e dedi: O adamdan dolayı kimsenin yüreği güçsüzleşmesin. Bu kulun gidip o
Filistîyle savaşacaktır. Ve Saul Davud'a dedi: Bu Filistîyle savaşmak için sen onun karşısına
çıkamazsın, çünkü sen çok gençsin. O ise, çocukluğundan beri savaş adamıdır. Ve Davud Saul'e dedi:
Bu kulun babasının koyunlarını güderdi, aslan ya da ayı geldiği ve sürüden bir kuzu aldığı zaman,
ben ardından izler ve onu vururdum, ağzından kuzuyu kurtarırdım. Aslan ya da ayı bana karşı
direnirse sakalından tutup onu vurur öldürürdüm. Kulun hem aslanı hem de ayıyı vurmuştur. Ve
o sünnetsiz Filistî de onlardan biri gibi olacaktır. ()
Ve Saul Davud'a dedi: Git, Rab seninle olsun. Ve Saul kendi elbisesini Davud'a giydirdi. Ve
Davud'un başına tunç başlık koydu, ona zırh da giydirdi. Davud bu esvap üzerine kılıcını kuşandı.
Ama yürümek istedi, yürüyemedi. Çünkü böyle şeyler giymeye alışmamıştı. O zaman Saul'e dedi:
Bunlarla yürüyemem. Çünkü alışık değilim. Davud onları üzerinden çıkardı.
Ve eline değneğini aldı. Vadiden de kendine 5 çakıl taşı seçti ve onları üzerinde bulunan çoban
torbasına, dağarcığına koydu. Sapanı da elindeydi. Ve Filistîye yaklaştı.
Ve işte Filistî yürüyüp geliyor, Davud'a yaklaşıyor. Kalkanı taşıyan uşak da onun önünde.
Filistî bakındı ve Davud'u görünce onu adam yerine koymadı. Çünkü Davud genç ve kırmızı yüzlü,
bakılışı da güzeldi.
Filistî Davud'a dedi: Ben köpek miyim ki bana değneklerle geliyorsun? () Yanıma gel de senin
etini göklerin kuşlarına ve kırın hayvanlarına vereyim. Ve Davud Filistîye dedi:
() Bugün Rab, seni benim elime verecek ve sana vuracağım. Ve başını gövdenden ayıracağım.
Filistî ordusunun leşlerini, göklerin kuşlarına ve yerin canavarlarına vereceğim. Ve İsrail'de Allah
olduğunu bütün dünya bilecek. ()
Ve vaki oldu ki Davud'un karşısına çıkmak için Filistî kalkıp yaklaşınca, Davud çabuk davranıp
Filistînin karşısına çıkmak üzere savaş dizisine doğru koştu. Ve Davud dağarcığına el attı, oradan bir
taş alıp sapanla fırlattı ve Filistîyi alnından vurdu. Taş, Filistînin alnına battı. Filistî yüzü üstüne yere
düştü.
Böylece Davud Filistîyi, sapanla ve taşla yendi, onu vurup öldürdü. Davud'un elinde kılıç yoktu.
Ve Davud koşup Filistînin üzerinde durdu, onun kılıcını kınından çekip aldı ve bu kılıçla onun başım
kesti. Filistîler, pehlivanlarının öldüğünü görünce kaçtılar."12
Davud, bu başarısıyla artık kralın armağanlarını ve onun için armağanların en büyüğü olan "kralın
damadı olmayı" hak etmişti. Kralın kızı onun olmuştu artık.
Ne var ki, kralı öfkelendiren bir olay oldu: Kralı karşılamak üzere "İsrail kentlerinden gelen
kadınlar", teflerle ve "üç telli saz"larla şarkı söyleyip dans ederlerken kraldan çok, onun yanında
bulunan Davud'a sevgi gösterisinde bulunuyorlardı. Şarkılarında ondan çok Davud'u övüyorlardı.
Kral son derece içerlemişti buna. Ve Davud'a içinden kin beslemişti
Bununla birlikte Davud'a doğrudan karşı çıkmayı, politikasına uygun görmedi. Hatta verdiği sözü
yerine getiriyor gözükmek için şöyle konuştu: "İşte büyük kızım Merab. Onu sana karı olarak
veriyorum"14 Ama gerçekleşmedi bu iş. "Merab, Davud'a verileceği sırada, Meholalı Adriel'e
karı olarak verildi."15
Kral Saul'ün "Merab"dan başka bir kızı daha vardı, Mikal adında. Bu kız Davud'a adamakıllı
tutulmuştu, "âşık" olmuştu Kral, başka çare bulamayınca bu kızı verdi ona. Ama yine de Davud için
iyi şeyler düşünmüyordu. Davud'un ölmesini, öldürülmesini istiyordu. Bu amaçla, kızını verirken
"kullarına" şunları söyledi: ” Davud'a şöyle diyeceksiniz: Kral ağırlık istemiyor, ancak
düşmanlarından öç almak için yüz Filistînin gulfesini (Sünnet yerlerinin derilerini) istiyor"17
Kral gerçekte istiyordu ki, Davud Filistinlilerle savaşırken öldürülsün.
Kralın "kullan", kralın isteğini ilettiler Davud'a. "Mikal"in koynuna girmek için başka çare
olmadığını anlattılar.
Davud kralın kızını, "Mikal"i alabilmek için ne istenirse yapacaktı. Kafaya koymuştu bir kez. Ne
yapıp ederek kızı alıp Kral'a damad olacaktı: "Davud, kralın damadı olmak için Filistîlerin
gulfelerini (sünnet yerlerinin derilerini) getirdi. Ve gulfeleri, tam sayısıyla krala verdiler. Ve Saul
kızı Mikal'i Davud'a karı olarak verdi. Ve Rabbin Davud'la birlikte olduğunu görüp anladı. Saul'ün
kızı Mikal, Davud'u (çok) seviyordu. Ve Saul, artık Davud'dan son derece korktu. Yaşamı boyunca da
Davud'un düşmanı oldu."18
Bu bölümün ayetinde anlatıldığına göre, Davud, Kral'ın kızını almak için "yüz Filistinli" yerine
"iki yüz Filistinli" öldürmüştü Ne var ki, Kral Saul'ün ona olan kini azalmamış, daha da artmıştı.
Onu öldürmek, öldürtmek için fırsat kolluyordu. Fakat, kralın "Yonatan" adında bir oğlu da Davud'u
çok seviyordu.
Kral Davud'u öldürmek için çok yollara başvurdu, ama Yonatan, kız kardeşiyle birlikte onun
kurtulmasını sağladı. Bununla birlikte Davud'un, Kral Saul'ün elinden kurtulması kolay olmadı.
Tevrat1 ın uzun uzun anlattığı birçok serüvenden sonra gerçekleşti kurtuluş.1* Ve İsrail kentlerinin
genç kız ve kadınlan Davud için şarkılar söylüyor ve onun, kral Saul'den çok Filistinli öldürdüğünü
dile getirmek için şöyle diyorlardı: "Saul vurdu binlerini, Da-vud'sa onbinlerini"15
^ bkz. Tevrat, 1. Samuel, Bap 19; Bap
15 bkz. Tevrat, 1. Samuel, Bap 18, ayet 7; Bap 2i, ayet 11; Bap 29, ayet 5.
Mikal Başka Kocaya Veriliyor, Ama Sonradan Davud Onu Yeniden Alıyor
Davud uğruna birçok tehlikeye atıldığı, adamlar toplayıp iki yüz Filistinliyi kestiği sevgilisi
Mikal'inden bir süre ayrılmıştı. Çünkü Mikal'in babası Kral Saul, onu Davud'dan alıp bir başka
kocaya, Laiş oğlu Paltiel'e vermişti Ama Davud, hiçbir zaman unutmamıştı Mikal'ini. Başka
kadınlar da almıştı Ama Mikal'in tadı, havası başkaydı. Onun kendine özgü bir anlamı vardı.
Uğruna nice tehlikeler göze alınmış bir kadındı. Onun için Davud unutamazdı onu.
Davud Peygamber, Mikal'i yeniden almak için sürekli "fırsat" kolladı. Kral Saul'ün ölümünden
sonra onun Başkomutanı Nerin oğlu Abner, gelip Davud'a anlaşma önerdi. 22 O zaman Davud,
anlaşmayı ancak bir koşulla kabul edebileceğini söyleyerek şöyle konuştu: "Seninle anlaşabilirim.
Ancak senden bir şey isterim,
0 da şudur: (Antlaşma yapmak üzere) beni görmek için geldiğin zaman, önce Saul'ün kızı Mikal’i
getirip göstermelisin. Yoksa yüzümü göremezsin."1'
Peygamber bir yandan Abner'e bunları söylerken, öbür yandan da Saul'ün oğlu İş-Boşet'e "ulaklar
gönderip" şöyle dediğinin iletilmesini istedi: "Mikal'i, Filistîlerin yüz gulfesi karşılığında kendime
nişanlayıp almıştım. Karımı, Mikal'i alıp vermelisin bana."23
Başkomutanı Abner'in de "teşviki"yle olsa gerek, İş-Boşet, hemen adam gönderdi ve Mikal'i
"kocası Laiş oğlu Paltiel"den aldırttı "Ve kocası, onunla birlikte Bahurim'e kadar ardınca yürüyüp
ağladı. Sonra Abner ona, 'Haydi dön!' dedi ve adam döndü."25
Davud Peygamber, adamı ağlata ağlata karısını elinden aldı, çünkü o kadının, yani Mikal'in o
adamdan çok kendinin olduğuna inanıyordu.
Sonuç olarak, Mikal'ine kavuştu Davud Peygamber. Uğrunda tehlikelere atıldığı, adamlarıyla
birlikte Filistinliyi öldürüp sünnet yerlerini krala armağan ettiği Mikal'ine
Davud, kimi kadın için böyle adamlar öldürürken kimi kadına kavuşmak için de öldürmeye ant
içtiği adamların kanma girmekten vazgeçmiştir. Örnek: Mabal adında zengin bir kişinin güzel karısı
Abigail!
"Ve Maon'da bir adam vardı, onun işi Karmel'deydi ve adam çok büyüktü. Adamın üç bin koyunu
ile bin keçisi vardı. Karmel'de koyunlarını kırktırıyordu. Adamın adı Nabal ve karısının adı
Abigail'di. Kadın çok anlayışlı ve bakılışı güzeldi. Adamsa kaba ve işlerinde kötüydü"26
Davud, bu zengin adamın kırdaki çobanlarına, uşaklarına nedense iyilik yapar. Onların birtakım
ihtiyaçlarını karşılamaya çabalar. Sonunda da kendi uşaklarıyla Nabal'a selam gönderir ve
yaptıklarını bildirir. Bu arada çabalarının karşılığını beklediğini duyurur ona.
Ne var ki zengin adam Nabal, Davud'u küçümseyen sözler söyleyerek hiçbir karşılıkta ve yardımda
bulunmayacağına ilişkin haber gönderir.
Davud, Nabal'ın bu tutumuna çok öfkelenir. Hemen kılıcım kuşanır ve kişiyle birlikte adamdan
öç almak üzere yola düşer. "Sabaha dek adamlarından kimseyi sağ bırakmayacağına" ant içer.
Davud'un adamlarını alıp öfkeyle yola çıktığını, Nabal'ın adamları, Nabal'a değil, gelip onun
karısına bildirirler. Nabal'ın karısı Abigail, bunu duyar duymaz, kocasına hiçbir şey söylenmemesini,
bilgi verilmemesini ve her şeyi kendinin çözümleyeceğini söyler. Ve "çabuk davranıp iki yüz ekmek,
iki tulum şarap, hazırlanmış beş koyun, yüz salkım kuru üzüm ve iki yüz parça basılmış incir" alır,
"eşeklere" yükletir ve Davud'u karşılamak üzere yola koyulmalarını emreder uşaklarına. "Siz önden
gidin, ben de arkanızdan geliyorum!" diyerek onları gönderir.2
Genç ve güzel kadın, uşaklarının ardından yetişir ve hepsi birlikte Davud ve adamlarıyla
karşılaşırlar: "Ve Abigail, Davud'u görünce çabuk davranıp eşeğinden indi, Davud'un önünde yüzüstü
düştü, yere kapandı. Ve ayaklarına düşüp dedi: Günah benim üzerimde, efendim benim üzerimde
olsun. İzin ver cariyen sana söylesin ve cariyenin sözlerini dinle. Yalvarırım Nabal'dan (kocamdan),
bu yaramaz (huysuz) adamdan dolayı efendim yüreğine dert koymasın. Çünkü adı nasılsa kendisi de
öyledir.3 () Ben cariyen, efendimin gönderdiği uşakları görmedim. Ve şimdi efendim, hay olan
Rabbin hakkı için ve senin hayatın hakkı için, sen kan dökmekten ve kendin için öç almaktan Rab seni
uzak kıldığı sürece, sen efendimin kötülüğünü isteyenler, Nabal gibi olsunlar. Ve şimdi efendime
getirdiğim bu armağan, efendimin ardınca yürüyen (izinden giden) uşaklarına verilsin. Bu cariyenin
eksiğini bağışlamanı dilerim"4
Abigail'in kuşkusu yoktur Davud üzerinde etkili olacağına. Sunduğu armağanlarla, sözleriyle ve en
önemlisi de dişiliğiyle Davud daha kral değil, sadece peygamber. Ama Abigail Davud'un kısa bir
süre sonra kral olacağını biliyor. Onun için tutumunda son derece saygılı ve sözlerinde son derece
dikkatli, özenli. "Fettan" kadının kafasındaki düşünce, Davud'a karı olmak, kral karısı olmak. Bu
düşünceyle sözlerine şunu da eklemeyi ihmal etmez:
2 Bkz. Tevrat, 1. Samuel, Bap 25, ayet 5*
3 Nabal, ahmak demektir.
4 Tevrat, 1. Samuel, Bap 25, ayet
"Ve Rab, efendime iyilik ettiği zaman (yani kral olursan ya da sana bu yol açılırsa) cariyeni (yani
beni) hatırlamalısın!"27
Davud "hatırlamaz" olur mu bu güzel kadını? Kadın evliymiş, kocası filan varmış Bu, kadın için
önemli olmadığı gibi Davud için de önemli değil Peygamber, hele kral olunca elverir ki istesin,
gerisinin hiç önemi yok. Şeytan kadın bunu bildiği için rahatça anlatır düşüncesini. Pek açık
söylemez, ama onun ne demek istediğini Davud çok iyi anlar. Nitekim Davud onu da karıları arasına
katacaktır ileride.
Davud Peygamber’in, Abigail'e karşılığı şöyle olur: "İsrail'in Allah'ı Rab mübarek olsun ki,
bugün beni karşılamaya seni gönderdi. Senin anlayışın mübarek olsun, sen mübarek olasın. Kana
girmekten ve öcümü kendi elimle almaktan sen bugün beni alıkoydun. Ve gerçek, sana kötülük
etmekten beni alıkoyan İsrail'in Allah'ı, hay olan Rabbin hakkı için, eğer beni karşılamak üzere çabuk
davranıp gelmese idin, mutlaka sabah ışığına kadar, Na-bal'ın erkeklerinden biri bile sağ
kalmazdı."28
Davud, genç ve güzel kadın Abigail'e bu karşılığı verdikten sonra gelen armağanları alır ve "senin
sözünü dinledim ve seni kabul ettim!" diyerek evine uğurlar onu.
Abigail, artık alacağı sözü almıştır. Rahat ve sevinçle evine döner. İleride Davud'a karı olacağını
düşünmenin sevinciyle Evine gittiği gecenin sabahı da kocası Nabal öbür dünyayı boylar!29
İKİNCİ BÖLÜM
DİN VE SEKS KONUSUNDA (TURAN DURSUN'LA BİR SOHBET)
Gürbüz D. Tüfekçi’
Sosyal antropolog.
Dostum Turan Dursun'un "Din ve Seks" konusundaki bu araştırması beni çok etkilemiştir. Kitap
yoğun bir çalışma ve geniş bir bilgi birikiminin ürünüdür. Müsveddeleri okuduğumda beraber geçen
günlerimizi anımsamıştım. Sanki karşılıklı konuşuyormuşuz gibi gelmişti bana. Hâlâ aynı yakınlıkta
olduğumu duyumsuyorum. Atatürk'ün yaptığı devrimlerle gerçekleştirmek istediği idealinin insanlığın
mutluluğu olduğu konusunda birleşirdi düşüncelerimiz. Araştırdığı konular kuşkularıydı. Elde ettiği
sonuçları, önce Kulleteyn'de, sonra diğer yapıtlarında insanlığın hizmetine sunmuştu. Aydınlık yüzü,
yumuşak ses tonuyla anlatırdı dinlerin kökenini, şeriatın çarpıklığını. En çok üzerinde durduğumuz
konulardan birisiydi bu. Din bezirganlarının insanları kendi çıkarlarına nasıl alet ettiklerini açıklardı.
Tarihin eski kaynaklarından edindiği bilgileri sabır ve özveriyle dile getirirdi. Her şeyden önce bir
"beşeri bilimler" uzmanı, bilgesiydi. Orta Doğu Teknik Üniversitesinde, "Atatürk İlkeleri Türk
Devrimi ve Tarihi" dersi verdiğim günlerde, üzerinde en çok durduğumuz konu insan haklarıydı.
Yüksek lisans çalışmalarım süresince de çok değerli bilgiler edin-mişimdir kendisinden. Tez konum
kısaca "Türk Devrimi İçinde Kadın Hakları"ydı. Turan'la bu "kadın haklan" sözüne çok
takılırdık. "Yani erkeğin hakkı hiç mi yok?" diye sorgulardık. Türk Devrimi'nin beyin gücü
dışdinsaltçılıktır (laiklik). Atatürk dünya uygarlık tarihleri içinde din konusunu, ayrı bir özenle
incelemiştir. İnsanların yeryüzündeki serüveni üzerinde ayrıntılı olarak durmuştur. Vardığı sonuçları
dışdinsaltçılık ilkesine yansıtarak, şeriat karşıtı bilimsel bir düşünce akımı yaratmıştır. Kitabın
bundan sonra okuyacağınız kesimi, Turan Dursun'la bu konuşmalarımızın bir özeti niteliğindedir.
İnsan Öğesine Tarihsel Bakış
Din ve Seks, insana özgüdür ve toplumsal ekin (kültür) kökenlidir. Akademik olarak insanbilim
(antropoloji) ana bilim dalının sınırları içine girmektedir. Bu nedenle önce insan, sonra ekinsel
etkileşimle toplumsal değişimler üzerine tarihi kısa bilgiler sunacağız. Yurdumuzda dışdinsaltçı
devrim beklentileri ile sevgili dostum Turan Dursun'un düşünsel paralelliğini göstermeye çalışacağız.
İnsan dediğimiz varlık, çevremizi sarmalayan tüm dünya ve evreni anlamlandırarak adlandıran tek
canlıdır. Etrafımızı çevreleyen biyolojik, fiziksel ve kültürel yapılanmaların tümünü yaşama geçiren
insandır. İnsanın olmaması halinde ne ağaç ne orman ne dere ne deniz ne hava ne su kısacası ne
yaratan ne de yaratılan vardır.
“Hayvanlar aleminin bir üyesi olan insan, primat takımının (order) alt takımı (sub order) olan,
simian (anthorophe-dia) grubuna mensup, homonidis ailesinden, homogenus kökenlidir. Bugün yer
küresi üzerinde yaşayan insanların
tümü ise homo sapiens olup, dişisi ve erkeği ile akıllı insan olarak adlandırılırlar."30
Yeryüzünde görüldüklerinden bu yana insanlar toplu olarak yaşarlar. Bilim bu sonuca insanlarla
aynı grubu paylaşan hayvanların yaşam biçimleri üzerinde yapılan araştırma sonuçlarına dayanarak
varmıştır. Örneğin apeler, küçük aile grupları olarak yaşamlarını sürdürürler. Buradan hareketle
denilir ki, insanlar yeryüzünde görüldüklerinden bu yana sürekli bir grup içinde yaşamışlardır. Bunun
nedenini biyologlar şöyle açıklıyor: "Evrende yaşamlarını ve topluluklarını sürdürmeye yarayacak
hiçbir içgüdüsü olmayan tek varlık insandır." Bu içgüdü yokluğuna karşın insanların çok güçlü bir
öğrenme yetisi vardır. Öğrenme, homo sa-piensin dişisi ve erkeği için aynıdır. Toplu yaşam, öyle
gelişigüzel, bireysel bir toplaşma değildir. Topluluk, bireyler arası ilişkilerin sürüp gitmesine aracı
olarak kişinin dış dünyayla uyumunu sağ lar. Bu uyumda etkili olan, o topluluğun kültürel
yapılaşmasıdır Akıllı insan bir kültür ürünüdür. Bireyi insanlaştıran kültürüdür Kültür, başka
kültürlerle karşılaşınca, etkilenerek değişime uğrar Kültür değişimi evrensel, kaçınılması olanaksız
bir olgudur. Bu ta nımıyla değişim tümüyle toplum içindeki insana özgüdür. Değişim canlıdır; gelişir,
büyür, etkiler ve etkilenir. Hareketlidir; göç eder, gezer, dolaşır, atlar, zıplar, koşar, yorulur, uyur,
dinlenir Konuşmaz, ama buyurucudur. Kimseye belli etmeden emreder ve yaptırır. Uslu/akıllı bilim
düşkünü bir mantığı, yasaları, kuralları ve yöntemi vardır. İnsan ve toplumla ilgili konuların
incelenmesinde, kültür değişimi konusu göz ardı edilemez. İnsanoğlu, değişim yasasının kural ve
koşullarından kendisini kurtaramamıştır:
"İlk insanlar doğanın her şeyinden, gök gürültüsünden, karanlıktan, taşan bir nehirden ve vahşi
hayvanlardan ve hatta birbirlerinden korkuyorlardı İnsan doğanın bir mahlukudur. Doğanın kendisi
dahi mutlak özgür değildir; evrenin yasalarıyla bağımlıdır. Bu nedenle insan ilk önce, yerel ortamda,
doğanın yasalarına, koşullarına, nedenlerine, etmenlerine bağlıdır."31
Ölüme duydukları korku ise sıralamaya girmeyecek boyutta güçlüydü. Önceleri hiçbir şekilde
nedenini kavrayamadıkları bir biçimde, yakınlarında bulunan bir insan hareketsiz kalıyor, sesi soluğu
kesiliyordu. Anlam veremiyorlardı, ama korktukları kesindi. Bunu bilmek için herhangi başka bir
belgeye gerek yok. Günümüz insanı da aynı korku içindedir. Kısaca, insanlar ölmekten ölesiye
korkarlar. Çağımız bilimselleri yaptıkları araştırmalarla, eski çağ uygarlıklarına da ışık
tutabilmektedirler. "Arkeoloji ve Antropoloji" dallarının araştırma verileri ile eski ve yeni uygarlık
tarihleri bu konuda önde gelmektedir Bohannon'a göre "insan tanımlanırken" dört temel nitelikte
değerlendirilir. Biyolojik ve fiziksel açıdan "memeli bir hayvandır". Toplu olarak yaşama biçimiyle
"sosyal bir hayvandır". Algılama yönünden "psikolojiktir". Son olarak yaptığı ve yarattığı her türden
ekiniyle "kültürel bir varlıktır". Bu akıllı varlığın çeşitli yollarla aşamalar geçirerek kendisini
tanıması ve tüm yeteneklerinin bilincine varmasının bir öyküsü vardır. Bu öyküyü "antropoloji"
(insanbilim) açıklayarak anlatır
Yeryüzündeki canlılar arasında insan türünün dişisine kadın adı verilmiştir. Toplum içindeki yeri -
statüsü ve rolü- yönünden pek çok araştırmacıya esin kaynağı olmuştur kadın. Kuşkusuz ka* dına
yakıştırılan her türden betimlemenin en önde gideni "ana" ve "sevgili" oluşudur. Tarihin hangi
aşaması olursa olsun değişmeyen bir olgudur bu durum. Analık, statiktir, biyolojik yapısının doğal
sonucudur. Ama sevgili oluş -biraz tartışmalı da olsa- kadının ilk özelliğiyle atbaşı beraber yürür.
Kadın bu özellikleriyle, toplum içinde bir rol üstlenmiş olmaktadır. Her iki konumda da farklı bir
seks söz konusudur. Analık rolünde yasal bir cinsel temas zorunlu. Sevgililik, yasaya bağlanmadan
platonik de olabiliyor. Kadının statik rolünde, son derece güçlü bir duygu, analık yer alır. Tüm öbür
insancıl duygulardan daha yoğun olan bu duygu, anayı önce yavrusunun yaşamını kolaylaştırıcı
yenilikler bulmaya yönlendirmiştir. Böylece ana-kadın, içinde yaşadığı topluluğa da yararlar
sağlamıştır.
Toplu yaşamın ilk çağlarında kadın ve erkek ayrı gruplar oluşturuyordu. Kadınlar erkekleri kendi
gruplarının dışında tutmaya çaba gösteriyorlardı. Genel olarak bu eylemlerinde başarılı da
oluyorlardı. Ayrı gruplaşmanın nedeni, kadınların analık duygusundan kaynaklanıyordu. Çocuklarını
doğanın olası tehlikelerinden ve yörede et yiyen vahşi hayvanların saldırısından korumaktı asıl amaç,
öte yandan erkekler et oburdu. Kadınlardan daha kolaylıkla avladıkları vahşi hayvan etlerini
yiyorlardı. Kadınlar yerden çıkardıkları kökler ve bitkilerle ağaçlardan topladıkları yaprak ve
meyveleri yeğliyordu. Çocuklar karınlarını doyurabilecek çağa gelinceye değin, kadın grubu içinde
kalırdı. Ergenlik çağını izleyen dönemde, erkek çocuklar erkekler arasına katılır, kız çocuklar ise
kadınlar arasında kalırdı. Burada şunu hemen belirtmek isteriz: İnsan bilimcilerin değişik topluluk ve
toplumlarda yaptığı araştırmalar göstermiştir ki kadın-
lar, doğuştan erkeklere nazaran, daha yumuşak başlı, daha barışsever, daha sevecen, ev işlerine
daha yatkın değillerdir. Bu özellikler kadının yetiştiği toplumsal yapının düşünsel ve ekinsel kökeni,
kısaca kültür dokusuyla sıkı sıkıya bağlıdır. Saptamalara göre, basit tarım topluluklarında kadınlar,
büyük oranda, tarlada belirli işleri yapıyorlarsa bunun temel nedeni, çok uzun süre bakıma muhtaç
olan çocuktan ya da çocuklardan uzak kalmayacak işleri yeğlemelerinden kaynaklanır. Kadın,
çocuklarına bakmak, onların sağlıklı büyümesini sağlamak çabasındadır. Çocuğunu beslerken bir gıda
uzmanıdır, sayrılığına çözüm bulabilmek için yararlandığı otları karıştırırken ise bir farmakologdur.
Hangi otun hangi ağrıya iyi geleceğine karar verirken bir tıp doktorudur. Çok güçlü olan öğrenme
yeteneğiyle yüzyıllardan bu yana uygulanagelen yaşamı sürdürmenin doğal kurallarından da
yararlanmaktadır. Yaşlı kadınlardan öğrendiği deneyimlerden oluşan bilgi birikimlerini, türdeşinin
geleceğini güvence altına almak için kullanmaktadır. Bir sonraki günün hava durumunu, gelecek
mevsimin nasıl geçeceğini, ürünün bol olup olmayacağını bilebilmektedir. Toplu yaşamaktan ve
bireysel ilişkilerden kaynaklanan sorunların çözümleyicisi de kadınlardı. Bu bilge kadınlara kitaplı
kutsallıklar çıktıktan sonra büyücü dediler. Böylece toplum içinde, bilge kadınlara öykünen yeni bir
meslek dalı türetilmiş oldu. Ruhban sınıfı ve engizisyon mahkemeleri, "iyiyi ve kötüyü bilen" birçok
bilge kadını, büyücü suçlamasıyla yakacaktır. Büyücülerin hizmetleri karşılığı belli bir ücretleri
vardı. Varsayılan kutsal güçlerle insanlar arasında aracılık ederken tabu saydıkları güce getirilen
armağanları, bu yeni işkolu yerine ulaştırıyordu. Sıradan bir insan neyin, nereye, nasıl verileceğini
nereden bilsindi? Doğal olarak büyücüler bu işi üstlenmekle büyük bir hizmet görmüş oluyorlardı.
Kendileri için hiçbir istekleri yoktu doğrusu(!) Tabuya verilen armağanların kıyısından köşesinden
sarkanlar yeterdi ona ve yandaşlarına. Herhalde her dileğin bir karşılığı o çağlarda da var olmalıydı.
Günümüzde falcı, medyum vb. emekçiler bedava mı çalışıyorlar ki? 0 dönemde de yapılan
hizmetlerin bir fiyatı vardı herhalde! Toplumsal sorunlar da bilge kadınların denetimindeydi. Örneğin
avlanma zamanı, kök toplama mevsimi, ertesi gün havanın nasıl olacağı konuları hep onlardan
sorulurdu. Bilge kadınlar kendi cinslerinin yaşlılarından edindikleri bilgileri topluluklarına
aktarıyorlardı. Ölmüşlerin ruhlarıyla iletişim kurabildiklerini söylüyorlardı. Zaman içinde kadınlar
doğum işlerinde de yardımcı olmaya başladılar. Doğa olaylarıyla ilgili tahminlerinin tutması
nedeniyle, artık tapınma derecesinde bağımlılık kazandılar. En eski çağlarda kadınların ateşi
keşfetmeleri yeni kutsallıkların yaratılmasına neden olacaktır.
Stok ve Savaş
Bilge kadınların en önemli buluşları hayvanların evcilleştiril-mesiydi. Neolitik Çağ bu koşullar
altında başladı diyebiliriz. Yine bu çağda kadın, tarımı kolaylaştıracak bir araç da buldu: Çapa.
Çapanın bulunuşunu Gordon Childe bir devrim olarak değerlendiriyor. Childe'a göre: "Yeryüzünde
Endüstri ve Fransız Büyük İhtilali'nden önceki en büyük devrim çapanın bulunuşudur."34 Orta
Neolitik Çağ'da (MÖ ) ikinci bir devrim daha gerçekleşti. Kadınlar evcilleştirdikleri
hayvanları tarımda kullanmaya başladılar. Hemen hemen aynı dönemde sabanı buldular. Bu keşiflere
koşut olarak, doğa güçlerini de insan aklının buyruğu altına aldılar. "Su gücü", "rüzgâr gücü" bunlar
arasındadır Yeni bulgular insanların statü, rol ve hakları ile görevleri üzerinde de etkili oldu.
Childe'a göre: "Tarımın ağır bölümünün sorumluluğunu erkekler üstlendi Ufak bahçeler tarla oldu.
Küçük yerleşim alanları, yerlerini kasabalara bırakmaya başladı. Mal miilk
sahiplerinin hem ürünleri hem de mal varlıkları arttı. Bir tür servet doğdu. Zanaatkârlık, işçilik
başladı ve yeni kazançları savunmak, malları korumak amacıyla güvenlik güçleri devreye girdi."36
İnsanların ölüme duydukları korku, birkaç boyutluydu. Beraber yaşadıkları baba ve dedelerinden biri
ölünce her zaman akıl danıştıkları bir büyüğü yitirmiş oluyorlardı. Ölenin ne olduğunu, nereye
gittiğini bilmiyorlardı. Bu durum korkularını daha da artırıyordu. Ölüm, ekonomik, psikolojik, sosyal
bir olgu, korkutucu bir olaydı. Zaman içinde Güneş, fırtına; yerine göre ağaç, toprak, Ay ya da yıldız;
kısaca ulaşamadıkları, anlamlandırmadıkları olaylarla, insanlara zarar veren ne varsa toplumlarca
kutsallaştırıldı. Örneğin yürürken ayaklarını çarptıkları taşın verdiği acı nedeniyle, bir daha o taşın
yanından geçmediler. Yol üzerinden kaldırıp kenara koymayı düşünemediler. İlkçağ kabilelerindeki
yaşam biçimleriyle ilgili bilgilere Batı dünyası, keşiflerle ulaştı. Kadının toplumdaki yeriyle ilgili en
özgün bilgilerden bir kesimini, Papaz Joseph Lafitau'nun 'de Society ofjesus (İsa Topluluğu)
adıyla yayınlanan mektuplarında buluyoruz. Papaz Lafitau, mektuplarında "İrokualar"ın yaşam
düzeninden söz ederek şu bilgilere yer veriyor:
"Kabilede kadının üstün konumundan başka gerçek yok Ulusu ayakta tutan kadın Kan bağı ile
şecerenin asaleti kadın kökenli Tam başatlık kadınlarda Toprak ve ürünler kadınların. Savaş ve
barış kararlarının hakemleri kadınlar. Hâzineden, tutsaklardan, evlilikten, çocuklardan onlar
sorumlu Erkekler izole edilmiş durumda Çocukları (babalarına) yabancıydı"37
Kadın Tanrıça
Kadınların biyolojik yapıları nedeniyle, gerekçesini o zamanlar tam bilemedikleri bir yetenekleri
daha vardı. Kadınlar doğuruyordu, yeni bir canlı dünyaya getiriyorlardı. Konunun o dönem insanı için
ne denli korkutucu olduğunu söylemeye gerek yok sanırım. Kadının doğurması, onu toplum içinde ayrı
bir konuma ulaştırmıştı:
"Örneğin dünyaya gelmek veya gelmemek insanın elinde olmamıştır ve değildir. İnsan dünyaya
geldikten sonra da, daha ilk andan, doğadan ve birçok canlı varlıktan güçsüzdür. Korunmaya,
beslenmeye, bakılmaya, büyütülmeye muhtaçtır."38
Kadın doğurduğu çocuğa bakabildiği gibi toplumsal sorunlarla da uğraşıyordu. Doğum olayını
hiçbir erkek başaramamıştı. Hâlâ da -şimdilik- başarabilmiş değiller. İleriki yıllarda ne olur
bilinmez. Kuşkusuz, çok büyük bir olaydı kadınların doğurması. 0 günün insanı bu işi yaratıcılık
yönünden ele alıyordu ve de öyle düşünmekte haklıydı. Toplumsal yaşamın her alanında yeniliklere
imzasını koymuş olan kadın, artık vazgeçilemez bir güç kaynağıdır. Bireyin, uzun süren, bakıma
muhtaç çocukluk döneminin ardından, karşılaştığı doğa güçlerine duyduğu korku nedeniyle, insan yeni
bir koruyucuya gereksinim duymuş olmalıdır. Uzun yıllar yeteneklerini görerek danıştıkları bilge
kadını kutsallaştırdılar. "İnsanlık bir kez yaratma düzeyine erişip" yaşam koşullarını geliştirdikçe çok
yararlı ve sevgili bir varlık olan kadını "Tanrıça" ilan ettiler. İnsanlar bu kutsallığı, yontulara
yansıttılar. " Mağaralarına çizdikleri figürinlerle ölümsüzleştirdiler Daha ileri uygarlıklarda
gördüğümüz 'Ana Tanrıça' ve Yakm-Doğu'daki, Greco-Romen dünyasının 'Magna Mater' kültünün
insanlık tarih-
terindeki ilk örnekleri, Üst Paleolitik'te mağaraları süsleyen kadın figürleri ile başlamıştır."10
Erkeğin Toplumda Rol Almaya Başlaması
Kadının toplumdaki özgün durumu, erkeklere de yansıdı. Doğrusu onlar da bir üst konuma
gelmeliydi. Toplumun yönetiminde sorumluluk üstlenecek, yeni bir iş kolu oluşturuldu. Bunlara "Şef"
ya da "Reis" demiş olmalılar. Taze işkolu, ayağının tozuyla toplumu daha sıkı çalışmaya zorladı.
Daha çok ürün elde edilmesini istiyorlardı. Artık Paleolitik dönemin barışsever yaşam biçimi
değişiyordu. Fazla ürün için sınırları genişletmek gerekiyordu. Komşuların topraklarını almaktan
başka çözüm yoktu. Kimse kimseye sahip olduğu toprağı vermezdi. Savaşılmalıydı. Savaş erkek işi
olarak görüldü. Aklıevvel birtakım kişiler, yönetim ve savaştaki başarıları kendi icatları olan
"Tabu"ların (Kutların) gücüyle birleştirme yolunu seçtiler. Savaşı kendileri istemiyordu; savaşmak
buyruğunu, varsayılan kutsal güçlerin verdiğini söylüyorlardı. Halk reisin değil, büyücünün
"Tabu"yla konuşabildiğine şartlanmıştı. Bu yolla yeni arazi veya mülk sahibi olmak, yöneticiler için
öylesine avanta bir gelir kaynağı oluşturuyordu ki, kendilerine yardımcı olan büyücünün rolü hiç
değişmeden kaldı. Sadece bu orunu (makamı) işgal edenin adı sanı değişti. Böylece de yeni meslek
dalı olarak ruhban sınıfı icat edildi. Kazanılan savaşta elde edilen gelir ve kaynakların en büyük
bölümü yöneticilerin kasasına -kesesine- akıyordu. Bu büyük kazançtan ruhban sınıfını da
yararlandırdılar. Böylece yöneticiler ile ruhbanlar arasında öyle bir işbirliği doğdu ki anlatmakla
bitmez
10 Işın Yalçınkaya, "Paleolitik Devirlerde Kadın Figürleri", Antropoloji, sayı 6, Ankara
üniversitesi DTCF, Ankara, , s; daha geniş bilgi için bkz. Gürbüz D. Tüfekçi, "Türkiye
Cumhuriyeti'nin Kuruluş Kökenini Oluşturan 'Türk İnkılabı* İçinde Yer Alan ‘Kadın Hakları'
Konusunun Sosyal Kültürel Antropoloji Açısından Değerlendirilmesi", Yayımlanmamış Yüksek
Lisans Tezi, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara.
Emperyalizm ve Din Etkileşimi
Ben yaştaki gençlerin tarih dersi bilgilerinin, ana kaynağından alıntılayacağım bir konuyu anlatmak
istiyorum. Örneğimiz Türk Tarihinin Ana Hatları adlı yapıttan olacak Kitabın "Mısır'ın Tarihi ile
Mısır'da Tarih Devirleri" başlıklı kesiminde yer alan bilgilerin bir özetini sunacağım:
"Bugün kesindir ki, ilk Mısır ahalisi Milattan sene evveline doğru Asya'dan gelmiş beyaz
ırktır; bu ırk Nil vadisinde yerleşti. Kabileler halinde kümeler oluşturdu. Her bir kümenin reisi, dini
ve kanunları vardı Mısır'ın ilk ahalisini oluşturan aile ve kabilelerin ayrı ayrı -bayrak makamında-
birlik işaretleri vardı. Bunlar, kurt, şahin gibi hayvanların ve Güneş'in levhalar üzerine çizilmiş
resimleri veya bir hayvan derisi üzerine resmedilmiş (çizilmiş) çapraz oklar gibi şeylerdi. Bu
belirtiler kendilerine kutsallık yüklenen birtakım semboller idi. Eski Mısır ahalisi evvela bu
semboller etrafında kabileler halinde idi. Kabileler reis tarafından idare olunurdu. Bu reislere Saru
derlerdi. Daha sonraları bu kabileler birleştiler. İşgal ettikleri araziye Nome (El) dediler
Semboller zamanla Allah makamına çıkarıldı (orununa yüceltildi). Bu allahlar, diğer taraftan da
Sanıların üstünde, yegâne reisler ve krallar olarak tanındılar: Allah-Kral Sonra bütün krallıklar bir
kralın etrafında birleştiler. Artık Mısır sosyal heyeti, bir devlet haline geçmiş oldu. Mısır tarihi
milattan bin sene öncesinden başlar" denilerek " Her Nomenin Nut adı verilen bir merkezi"
olduğundan ve burada unvanı "Nep" olan Allahların oturduğu; ahalinin, "Allah’ın yasalarını
uygulayan hükümetinin, krallar yahut Nome valilerince" yönetildiği anlatılmakta. "Her durumda
iradenin kaynağı ilahi" idi. "Egemenliği kullanan organı Allah'ın vekili olarak
gösterilmektedir"12
Yapıtta, o çağda Kaide ve Elam'da uygarlığın ilk yıllarında, yönetim biçimi ve uygulanmasının
Mısır'la aynı olduğuna işaret edilmektedir.
Yukarı ve Aşağı Mısır olarak ikiye ayrılan ülkede ahalinin birçok allahlara bağımlı olarak pek çok
savaşın yapıldığı anlatılmakta, en büyük Allah'ı temsil eden Güneş Horus için "insanların
birbirleriyle boğazlaşmaları Devlet teşkilatının, Mısır tarihinin başlangıcında olduğu gibi, dini
karakterde olması, insanlar arasında daima düşmanlık hislerini ve yok yere kan dökülmesini
gerektirmiştir Birçok Tanrı yönetiminin mahiyeti böyleydi" denilmektedir
Bulunan belgeler "Heykellerde, ehramlarda, mabetlerde görülen zafer övgüleri, özgeçmişler, kral
buyruklarından oluşmaktadır Objektif değildir; hepsi mabetlerde bulunmuştur. Dini eğilimlerin
etkisi altındadır."1*
Mısır'ı yönetenlere "Firavun" adı veriliyordu. "Firavun gözle görünen bir allah sayılırdı. Bu allah
aynı zamanda kâinata (evrene) hükmeden büyük güneş Ra'nın oğlu olarak tanınıyordu. Ahali bu
Firavunlara taparlardı Mısır'da rahipler çoktu ve saygın idiler. Rahipler kralın verdiği arazinin
geliriyle geçinirlerdi Sonra, yine sayıları çok olan muharipler (savaşçılar) gelirdi. Firavun onlara
da arazi verirdi. Fakat kralın canı savaşmak isteyince itaat etmeye mecburdular. Sami ve Hami
Mısırlılar savaşçı değildiler. Askerlikten kurtulmak için kaçarlardı Çok çalışıyorlardı; fakat esirler
gibi, genellikle ancak karınlarını doyurabiliyorlardı Köylüler, Firavun, rahipler ve savaşçıların
topraklarında çalışırlardı.
'2 "Mısır'ın Tarihi ile Mısır'da Tarih Devirleri", Türk Tarihinin Ana Hatları, 1. basım, Devlet
Matbaası, İstanbul, , s. ,
13 Age, s
M Age, sü.
Tahsildara belli oranda tahıl vermek zorundaydılar. Aksi takdirde, sopayla dayak yerlerdi veyahut
baş aşağı Nil'in suyuna atılırlardı. Halk angaryaya da tabi idi Yapım işlerinde çalıştırılırlardı
Dayak, düzenli bir yönetim aracıydı. Esirlere hayvan gibi muamele edilirdi"40
Emperyalizm'in Ayak Sesleri
Şimdi aynı kaynakta "Mısır'da Dini İnanışlar" alt başlıklı bölümden bazı düşüncelere ilginizi
çekmek istiyorum:
"Mısırlılar yüzlerce allahlara taparlardı: Güneş'e, Ay'a, hayvanlara ve Nil'e. Mısır ilahları içinde
en çok tanınmışları, hayvan ilahlar idi. Her şehrin kedi, timsah, kurbağa veya aslan, kurt, çakal,
leylek, akrep gibi bir hayvan ilahı vardı Kendisine tapılan hayvanın cinsinden bütün hayvanlar o
bölgede kutsal idi. Bunları öldürenler idama mahkûm olurlardı."41
Vahşi hayvanların tümünü kutsallaştırmışlardı. Rahipler işin sulandığını fark ederek Tanrı sayısını
azaltmaya karar verdiler. Nasıl yapacaklardı bu işi peki? Kolayını Firavunları Tanrılaştırmakta
buldular:
"Papazlar, belli başlı allatılan üçe indirmişlerdir: Baba (Osiris), Oğul (Horus), Ana (İsis).
Teslis denilen inancın esası budur. Masum ve cahil insanları, yüzlerce allaha taptırmak veya allahları
belli gruplarda toplamak ve en nihayet bir allah kabul ettirmek, siyasetin doğurduğu neticelerdir
Yerel Tanrı ile Güneş'i bir yaptılar. Ataum-Ra = Ammon-Ra allahını icad ettiler ve papazlar herkese
anlattılar, öğrettiler ve tedris ettiler (eğittiler) ki, Ammon-Ra, en
büyük allahtır; diğer allahları, insanları ve her şeyi yaratan odur."17
Mısır Tanrısı artık Güneş'i temsil eden Firavundu. Böylece güneşin aydınlattığı alanların sahibi
sayıldılar. Yeni mesleklerini çok sevmiş olmalıydılar ki, Firavunlar bu yeni işlerini, yani Tanrılığı,
başkalarına kaptırmak istemediler. Kız kardeşleri ile evlendiler. Böylece görev aile içinde kalacaktı.
İlk sömürgecilik, "Güneş + Firavun = Tanrı" denklemi oluşturularak "Emperyalizm" yaratıldı
Büyü, Din ve Bilim
İnsanların korkularından kurtulmak amacıyla yarattıkları tabulara tapınmaları, sosyal antropolojinin
üzerinde önemle durduğu bir konudur. Bu olayı araştıran uzmanlardan birisi de James Frazer'dir.
Frazer, büyü, sihir ve dinsel kökenli inançların kültürler üzerindeki etkilerini incelemiş bir bilim
insanıdır. Ona göre topluluklar üç aşamadan geçmiştir: "Sihir, din ve ilim." İlk insan mutlak büyü ve
sihrin etkisi altındaydı. Bunların inancına göre, doğada insanların etkisi olmaksızın bir takım olaylar
"bazı kanunlara bağlı olarak vuku bulurdu. Ancak büyücüler ve sihirbazlar bu kanunun işleyişini
bildiklerinden doğadaki olayları kontrol edebilirlerdi. İlk büyücüler hayali birtakım kanunlara
inanmışlardı". Zaman ve mekân içinde çeşitli çıkarların devreye girmesi sonucu, akıllı ve açıkgözler,
insanları daha soyut öğeler üzerinde düşünmeye yönlendirdi. "Bunlar, doğadaki düzeni ruhlarla izaha
çalıştılar, ki insanlık böylece dinsel döneme erişti."19
17 Türk Tarihinin Ana Hatları, Kaynak Yayınları, s,
18 Atatürk kitabın müsveddelerini okuyarak düzeltmeler yapmıştır. Tek Tanrının icadını,
Emperyalizmin başlangıcı olarak yazmıştır. Bu not basılan yapıtta yoktur. (G. L>. T.)
19 Nephan Saran, "Antropoloji ve Kolları", Sosyal Antropoloji ve Etnoloji Bölümü Üergisi,
sayı 1, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları, İstanbul, , s,
Tek Tanrıya Doğru
Tarım ürünlerinin stoklanarak saklanmasından çok daha önceleri, kadınlar ateşi kullanmaya
başlamışlardı. Bu buluşları onlara yeni bir ün daha kazandırmıştı diyebiliriz. Kathleen Gou-gh'a göre
"Ateşin bulunuşu", alet ve dilin gelişmesi sonunda aile hayatı başlamış olmalıydı. Ateş, ışığı ve
sıcaklığıyla önce barınağın, sonra da evlerin kalbi oldu. Artık pişirme işlevi başlamıştı. Sıcak yemek
ev halkını birbirine bağlayan öğelerin başında geliyordu. "Pişirme olayı cinsler arasında işbölümünü
de etkiledi."42 Bu cümleden olarak kutsallıklar yeni adlarla anıldı. Örneğin Orta Asya'da Tanrıça
yerine "Od Ana"yı devreye soktular. Ateşli kutsallıktan erkekler de yararlanmasını bildi. İlk kez
kendilerine kadınınkine koşut yeni bir ad ve san yakıştırdılar. "Od Ata"yı icad ederek Tanrı katına
erkek cinsini soktular
İnsanlar arasındaki buluşlar, yeni kültür öğeleri olarak, oradan oraya geçerken, değişerek
gelişiyordu. Ayrı inançları yansıtan Tabular, daha da geniş alanlarda etkili olabilecek biçimde
güçlendirilerek genelleşiyordu. Bu konuda en özgün örnek, kuşkusuz Mısır'da Firavunların, Güneş'in
oğlu olarak tanrılaştırılmasıdır.
Yaklaşık MÖ ’lerde Ehram inşaatında çalışan tutsak işçiler kırbaçlar altında eziliyordu.
Ama Güneş'in oğluna nasıl karşı koyabilirlerdi ki? Bu tutsaklar arasında Sami kabilesinden bir adam
çıkarak "kainatı yaratan Yehova'dır. Güneş'i de Yehova yaratmıştır" dedi. Tanrıçalar dönemini
kapatmak için Tanrı'ya yeni bir cinsiyet veriliyor, erkekleştiriliyordu. Anadolu'da bir başka yöntem
daha vardı. Uygarlıkların doğum yeri olarak nitelendirebileceğimiz Çatalhöyük, Çayönü gibi
merkezlerde, yönetici hakanın yanında
kadınlar da görev almaktaydı. Hatta yabancı toplumlarla yapılan anlaşmalara, kadın hatunlar da
imza koymaktadırlar. Ama öte yanda "Finike uygarlığında, Akdeniz'in doğusunda, Ugarit kentinde,
Baal, Yehova, Adonis adlarıyla anılan ve sonraları Tevrat'ta da yer alan erkek Tanrılar da yaratılmış
bulunuyordu."44 Mustafa Kemal, Mısır'da Firavunların kendilerini Güneş Tanrı yerine koyarak halkı
sömürmelerine, daha gençlik yıllarından itibaren karşı olmuştur. Tek Tanrı olarak Yehova'nm tarih
sahnesine sokulmasını Museviliğin başlangıcı alarak şöyle anlatmaktadır:
"Musa Mısırlıların kamçıları altında inleyen Yahudilerin, bu baskı ve tutsaklıktan kurtulmaktan
oluşan eğilimlerinin, Tanrı'nın sözleriyle avutucusu oldu. İsa, çağının sonsuz düşkünlüklerini
kavrayarak ve genel ıstıraplar döneminde dünyada gerçekleşmeye başlamış olan, koruyucu sevgi
gerekliliğini, din biçimine çevirerek bu sıkıntıları yok etme yolunu bildi."45
Sanki o günlerde, bilinen uygarlık dünyası kaynıyordu. Asya, Anadolu, Akdeniz'in doğusu, Mısır
Her yerde değişik bir uygulama
Türk Devriminde Din Tarihi
Türkiye Cumhuriyeti'ni kurarken Gazi'nin üzerinde önemle durduğu konu, toplumu oluşturan
bireylerin özgürlük bilincine sahip olmalarıydı. Çünkü "özgürlük olmayan bir ülkede bağımsız bir
devlet" kurulamazdı. yılında Şam'dan Selanik'e giderken arkadaşlarıyla yaptığı bir toplantıda
söylediği bu sözler, yeni
Cumhuriyet'i yaşatmak için gerekenleri bizlere anlatmaktadır. 2" Birey toplum içinde, insan olarak
"iyi ve kötüyü" ayırt etme özgürlüğüne sahip olabilmelidir. İnsanın özgürlük alanlarını kısıtlayan en
önemli öğe, ilk çağlardan itibaren, doğa güçlerine duyulan korkuları kutsallaştırmalarıdır:
"İlkel insan kümelerinde, ata korkusu ve nihayet, büyük kabile ve kavimlerde ata korkusu yerine
geçen Allah korkusu, insanların kafalarında sayısız yasaklar yaratmıştır. Yasaklar ve hurafeler
üzerine kurulan birçok âdetler ve gelenekler insanları düşünce ve harekette çok bağlamıştır. O kadar
ki, kişisel düşünce ve hareket özgürlüğü gibi bir hak kavramı bilinememiştir."46
Günümüz dinlerinin başladığı, Musa'dan hareketle yaklaşık MÖ 'lerde Musevilik; 0. yılda
doğduğu varsayılan İsa'dan hareketle Hıristiyanlık; MS 7. yüzyılda çıkan Muhammed'in kurduğu
İslamiyet'le erkek Tanrı sayısı, her üç dinde ortak görüş olarak teke indirildi. İnanç, bu dinlere göre,
kutsal kitaplarındaki belirli kuralları, yeniden oluşturulan koşulları yerine getirmeye bağlandı.
Museviler bu koşullara (Tevrat kökenli olarak) "Tora"; Hıristi-yanlar (İncil kökenli kiliseye bağlı
olarak) "Skolastik"; Miislüman-lar (Kur'an kökenli olarak) "Ayet", (Peygamber kökenli olarak)
"Hadis" ve "Sünnet", toplamına "Şeriat" adını verdiler. Kısacası, artık yöneticilerin kontrolü altında,
sürekli değişebilen, adı belli kurallar vardı. Bu yeniliklere koşut olarak ruhban sınıfının da işkolu ad
ve sanları değişmekteydi. Aynı olay, yönetici kadro için de geçerliydi. Egemen oldukları alan
sınırları genişledikçe yöneticiler de terfi ediyordu. Şefler, hakan, kral, imparatorluğa doğru
yükseliyordu. Peygamber olamıyorlardı; ama, kendilerini kutsal kitap Tanrı'sının yeryüzündeki
temsilciliğine, hatta gölgesi olmaya kadar yüceltmişlerdi. Artık başatlar, yönettiği toplumu oluşturan
insanların efendisiydiler. Toplumlar, sözüm ona, Tanrı adına yapılan kurallarla yönetiliyordu.
Din ve Kültür Değişimi
Yaradılış söylencesi aynı kalıp içinde İslama da yansıtıldı. Özetle insanların korkuları, "iyiyi ve
kötüyü bilme"nin yaptırımı olarak cennetten kovulup cehennemde yanmaktır Böylece, araştırma ve
yenilik getirme özgürlüğü kulların, yani insanların elinden alınmış oluyordu. Bu kurala göre, düşünen,
bulan, bilen sadece Tanrı katındakilerdir. Aksine hareket eden insanlar ölümlüdür. Ama sonu
kesinlikle cehennem olan bir ölüm Kitaplı dinlerin taraftar bularak yaygınlaşması, toplum
yöneticilerinin güçlerinin artmasına da neden oldu. İlk çağlardan bu yana işbirliği içinde oldukları
ruhban sınıfı ile dayanışmayı sürdürmekte sakınca görmediler:
"İnsan toplumları büyüdükçe ve devlet haline geldikçe, bireyler üzerindeki yük de o kadar çoğaldı.
Devletin başında bulunan adamın hakkı, hudutsuz, kayıtsız, şartsız bir mutlak kudret olarak kabul
ediliyordu. Devletin şekli imparatorluk veyahut cumhuriyet olsun, bunun ehemmiyeti azdı; bireyin
kişisel bir hakkı yoktu. Eski zamanlarda insanların, yapabildikleri uygarlıkların en yüksek
dönemlerinde, vaziyet böyle idi Toplumların başına geçebilen adamlar, toplumu Allah adına
yönetirlerdi. Her türlü hak ve yetki onlardaydı. Bireyin hakkı, özgürlüğü söz konusu değildi
Zaten birey denince toplumu oluşturan insanların tümü değildi, söz konusu olan sadece erkeklerdi.
Kadın potansiyel suçludur. Kolay mı? İnsanın cennetten kovulmasına neden olan bir suç işlemiştir.
Yasak meyveyi hem kendisi yemiş hem de Âdem'e yedirmiştir. Aslında yasak meyve, kadın erkek
arasındaki cinsel ilişkidir. Bu ilişki sonunda sağlıklı çiftler bir tür yaratma işlevi görmektedirler.
Çocuk sahibi olmayı, şeriat benzeri kurallar sadece peygamber torunlarına özgü olarak
anlatmışlardır, hem de kutsal kitapta. Halk arasında bu meyvenin elma olduğu sanılır; ama aslında,
özgürlükleri kısıtlama ve kadını "potansiyel suçlu" ilan etmesi nedeniyle, bu meyve ayvadır. Yiyen
ise Âdem’in temsil ettiği insanların tümüdür
"Kadın haklarını araştıran bilim insanları, aydınlanmayı izleyen yıllarda hep dinsel söylenceler ve
devrin etkisi altında kalmışlardır. Latin kökenli bilim insanları arasında en ünlülerden olan
Schoolcraft, Maine, Mc Lenan, Lubbock, vb. araştırmacılar, bağımlısı oldukları dinsel söylencelerin
etkisinden kendilerini kurtaramamışlardır."29
"Tarihçiler, sosyologlar, pıehistoryacılar vb. düşünürler, kadın konusunu incelerken erkek
merkeziyetçi bir bakış açısından değerlendirmede bulunmuşlardır. Kendi modellerinde anahtar
olarak, geçmiş yılların dinsel söylencelerini kullanmakta sakınca görmemişlerdir."30
Neydi bu dinsel söylenceler? Bu konuda önce Turan Dursun'un da yakın dostu, bilim insanı, sayın
İlhan Arsel'e, sonra bir tarih kitabına başvuracağız. Bakın nasıl değerlendiriliyor söylenceler.
28 Erkeğin ayvayı yemesi olayını ilim konferans, clers ve tebliğlerimde de söylemişimdir. (G. Ü.
T.)
29 f'riedrich Engels, Ailenin, özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, çev. Kenan Sömer, 3. basım,
Sol Yayınları, Ankara, , s.lü; Tiilekçi, "Türkiye Cıımhııriye-li'nin Kuruluş Kökenini
Oluşluran", s vd.
30 İlbars, "Kadın Tarihi", s
Arsel'e göre "Yahudiliğin getirdiği bir inançtır ki 'Erkekten gelme kötülük, kadından gelen iyilikten
çok daha hayırlıdır' kanısına dayatılmıştır Bu inanışı Hıristiyanlık üstlenmiş ve MS 7. funduszeue.info
itibaren İslamiyet en doruk noktasına ulaştırmıştır."49
Yine ben yaştaki gençlerin lise tarih ders kitaplarından soralım bu söylence olayını. Kitabın
önsözünde konu açıkça anlatılır. İzleyelim:
"Bu kitap, belirli bir amaç gözetilerek yazılmıştır. Şimdiye kadar ülkemizde yayınlanan tarih
kitaplarının çoğunda ve onlara kaynak olan Fransızca tarih kitaplarında Türklerin dünya tarihindeki
rolleri bilinçli ya da bilinçsiz olarak küçültülmüştür Bu kitapta hedeflenen asıl amaç, bugün, bütün
dünyada doğal konumunu geri alan ve bu bilinçle yaşayan ulusumuz için zararlı olan bu hataların
düzeltilmesine çalışmaktır İkinci bir amacımız da, kâinatın oluşumuna, insanın ortaya çıkışına ve
insan hayatının tarihi devirlerden evvelki mazisine dair, yakın zamana kadar ilgi gören yanlış
değerlendirmelerin önüne geçmektir. Yahu-dilerin mukaddes saydığı efsanelerden çıkan bu görüşler,
kaynakların eleştirisiyle ve son zamanların ilmi keşifleriyle artık tamamen kıymetini kaybetmiştir.
Eleştirel tarihe ve tabii ilimlere dayanılarak kurulan varsayımlar elbette Sif-rittekvin'in haberlerinden
daha ilmidir. İşte bunun içindir ki, kitabımızda insanın tarihine girmeden önce, kâinat, dünya ve insan
hakkında zamanımızın ilme dayanan teorilerini aktardık ve açıkladık ve bunu yaparken batıl
fikirlerden sıyrılarak tarihi gerçekliği kavratmaya çalıştık.
Bu kitap halkımız ve bilhassa gençliğimiz için yazıldı
Bu kitapla, doğru görmeye, iyi düşünmeye alıştırmak istediğimiz insanlar Türklerdir. Türklerin
yanlış görüşler-
den, hatalı düşüncelerden bir an evvel kurtulması başlıca
emelimizdir."50
Bilim dünyasında bir ışık gibi parlayan Darwin teorisi, dünyada sıcak karşılanmış, toplumlar
arasında hızla yayılmaktadır. Türkiye de bu akımın getirdiği düşünce yapılanmasını benimsemiştir.
Dışdinsaltçı devrimin düşünsel yapısında "insan doğanın ürünüdür". Türk Tarihinin Ana Hatları
kitabı bu devrimci düşünce yönünde yazılmıştır. Devrimin söylencelerle kaybedecek zamanı yoktur.
Böylece insan düşüncesini tutsak eden "iyiyi ve kötüyü bilme" yasağı ve yaradılış söylencesi
dışlanarak özgür düşüncenin önü açılmıştır.
Ölüm Korkusu, Sömürü, Savaş
Genel olarak kral ve imparatorlar, yönetimlerinde din görevlileri ile işbirliği içinde olmuşlardır.
Bunun en belirgin örneği, Avrupa'nın başlattığı Haçlı seferlerinde yaşanmıştır. 0 dönem insanları
cennet cehennem korkusunun öylesine etkisi altındadır ki, bu savaşta silahlı kuvvetler için gereken
gücü, rahipler bu iki öğeyi kullanarak sağlamışlardır. Güzel bir öyküsü de vardır bu uygulamanın.
Anımsayacaksınız, MÖ 'lü yılların sonu. Artık üç sıfırlı, binli yıllar başlayacak. Kısaca, İsa'nın
doğum günü, dünyanın ilk milenyumu(!) yaklaşıyordu. Anadolu gibi verimli bir toprak parçasını
Müslümanlar işgal ediyordu. Roma kilisesinin burnunun dibindeki kazanç kaynağı elden gidebilirdi.
Çıkar söz konusu olunca Papa, olaya el koydu. İslamı durdurmak için, derhal savaş açılmalıydı. İlgili
makamlara kararını duyurdu. Çıkardan söz bile etmemiş, amacın, güneydeki kutsal topraklara inmek
olduğunu söylemişti. O yörenin İslam elinde olması, Hıristiyan dünyası için büyük bir günahtı.
Bağışlanmak için onlar cezalandırılmalıydı. İşte bu onuru Tanrı onlara
lütfediyordu. Şu ölümlü dünyada yöneticiler için büyük bir şanstı doğrusu bu savaş. Sevap
kazanacaklardı Papa, ordunun donanımı ve parasal sorunların çözüm biçimini gizlemişti. Plan
uygulanırken açıklandı. Önce Hıristiyan dünyasına bir haber açıklanacaktı. Haberi yaymak için, ajan
provokatörler saldı her yana. Öyle bir haberdi ki, duyanın dudakları uçukluyor olmalıydı: “Ey ahali!
Duyduk duymadık demeyin. İsa'nın bininci doğum gününde kıyamet kopacaktır."
Herhalde insanlar, günümüzün deyişiyle, şok olmuşlardı. Haber halka duyurulurken, söz bile
etmemiş olmalılardı savaştan Papa'nın takiyesi buydu. Hangi din olursa olsun bir aldatmacaya, her
zaman başvurulabilirdi. İnanç adına, sözüm ona, Tanrı adına yapılırdı bu yalancılık. Hatta insan bile
boğazlanır, kör testereyle kesilerek öldürülebilirdi. Bu eylem Tora, Kilise, Şeriat olarak Tanrı
buyruğu sayılırdı. O tarihten beri, dinsel buyruklara bağlı olarak işlenen faili belli, katili bulunmaz
cinayetlerde de aynı yöntem uygulanmıştır.
Kıyametin kopacağı yalanını halka duyurmak için kiliselerde, havralarda, sinagoglarda ruhban
sınıfı iş başındaydı. Papazlar, keşişler, zangoçlar, kardinaller ve diğerleri, başta Papa, İslam'a karşı
savaşın zorunlu olduğunu vaazlarında anlatıyor olmalıydılar. Medyada gündemi bu haberler
oluşturuyordu. Bir yanda kıyametin kopacağı, öte yanda savaş korkusu. Halk ne yapacağını şaşırmıştı.
Ya savaşta öleceklerdi ya kıyamet koptuğunda. Günahkârların yeri cehennemdi. Nerden bilsindi insan
günahını, sevabını? Belki haftada bir kiliseye giderdi. Ama belli mi olurdu, ya günahı varsa ne
olacaktı hali?
Savaş için asker ve para gerekiyordu. Kral ve derebeylerinde ne o vardı ne öteki, ikisini de
sağlamayı Papalık makamı üstlenmişti. Din adamları görevleri icabı Tanrı adına her türlü yalanı
söyler ve söyletebilirlerdi. Bir haber uyduruldu acele: "Kiliselerde cennetin anahtarları satışa
çıkarılmıştır."
Parayı bastıran, günahkâr da olsa cennetlikti. Parası olanlar kuyruğa girmiş olmalılar. Fakir fukara
için, İslama öykünen bir yöntem bulundu, "Din yolunda savaşta ölürsen yerin cennettir" dediler.
Kendisini günahkâr sayan fakirlere cennetin anahtarı (fak-fuk-fon) olarak Haçlı Seferlerine
katılmaları önerildi. İslam'ın Avrupa sınırlarına kadar gelebilmesinin gizi, bu düşünceye dayanıyor
olmalıydı. Hıristiyanlık, İslam'daki bu inancı, belki ilk kez Haçlı Seferi'nde uyguluyordu. Kim bilir?
Papa bilir, ruhban bilir Bir de Uygarlık Tarihi bilirdi.
Takiyeci yöntem başarılı olmuş, savaş için gereken para da asker de bulunmuştu. İnsancıklar
ölmüş, ölmüş; öldürmüş, öldürmüş, yine ölmüşlerdi. Tarih bilimi, bunları avucunun içi gibi
biliyordu. Burada bilinmeyen bir konu vardır ki, bizim gibi sıradan vatandaşlar için çok büyük bir
merak konusudur Anahtarlı ya da anahtarsız şehitler cennete gitmişler midir? Bu sorunun yanıtını
kimse verememiştir
Dinsel Yönetimle Baskı
Yöneticiler kendi çıkarlarını sağlamak için, bireylerin Tanrı inançlarını kurallara bağlayarak
sömürmüşlerdir. Din kitaplarının nedeni korku kökenli inançları, tek sisteme bağlayarak toplumda
ortak bir bilinç oluşturmaktır. İslam'ın yayılmasının ilk yıllarındaki başarının nedeni de budur.
"Muhammed, davet ettiği dinin kendisinden önce Musa, İsa vesaire peygamberler tarafından çağrıda
bulunulmuş olan, 'İbrahim ve Tevhid dini' olduğunu söylemiştir." Bu nedenle "Muhammed'in,
Medine'de yaptığı ilk camiin kıblesi Kudüs idi. Sonraları Mekke'ye döndürüldü."33
Başlangıç yıllarında İslam Peygamberi'nin güncel sorunlara çözüm getirici tebliğleri çok etkili
olmuştur. Yaşanan olaylar üzerinde her gün, yeni düşüncelerin ortaya konulması, toplumu
33 Gürbüz D. Tüfekçi, Atatürk'ün Düşünce Yapısı, Turhan Kitabevi, 3. basım, Ankara, ,
s, Tarih II Orta Zamanlar, Devlet Matbaası, İstanbul, , s vd.
çok etkilemiştir. Bir güce inanma gereksinimi içinde olan insan, güncel sorunlarına çözüm getiren
önerilerden işine gelenleri değerlendirmiştir.
"Muhammed'den sonra, İslam kamuoyunda görülen durgunluk ve gerilemenin nedeni, onun
ardıllarının Muhammed'in mesleğinin ruhunu değil, yazılı kısmını almalarında aranmalıdır."3"
İslam'da inançlar, zaman içinde şeriat adı altında kalıplaştırıl-mıştır. Yöneticiler kendilerini
Tanrı'nın temsilcisi sayarak yeni şeriat kuralları icat etmişlerdir. Böylece yöneticinin çıkarı, Tanrı'ya
olan inancın önüne geçmiştir.
Devrimin Tanrı İnancı
Yine ben yaştaki gençler bu konuyu yakından bilmektedirler. Türkiye'de Cumhuriyet'in ilanını
izleyen yıllarda, dışdinsaltçı devrimin kültür dokusunda kutsal kitap Kur'an, şöyle tanımlanmaktadır:
"Kur'an1 ın içindekiler üç bölümde incelenebilir:
1- Tanrı'nın bir olduğuna ve ondan başka Tanrı bulunmadığına ve Muhammed'in O'nun resulü
olduğuna inanmak,
2- Hukuksal kurallar ve ibadetler,
3- Tarihe ait bilgiler. Hukuk kuralları, zaman ve mekâna, toplumların uğradıkları değişimlere
göre düzenlendiğinden, yy. ile önceki günlerdeki ortamın gereksinimlerine göre gerekli ve yeterli
görülmüş olan esaslar yerine, bugün, birçok değişik yasalar ve yöntemler konulmak zorunluluğu
ortaya çıkmıştır. Bunlar dahi ölümsüz olmayıp, zamanla değişmeye mahkûmdurlar. Tarihe ait
bilgilere gelince yeni bilimsel yöntemler yardımıyla ortaya çıkartılan gerçekler, en yakın tarih
bilgilerini bile sarsmaktadır.
İnançlara ait birinci bölümün esasları, sadeliği nedeniyle gerçekten çok önemlidir. Bu esasların
her şahsın yeteneklerine göre açıklanmasında güçlük çekilmez."51
Zaman içinde haris, çıkarcı yöneticiler insanların bu tertemiz Tanrı inancını, akla gelmedik
kurallarla çarpıtarak bozmuşlardır. Kutsal kitap kökenli yaradılış inancasına bağımlı olarak
yönetimin aksamasının nedeni kadınlara bağlanmaya çalışılmıştır:
"tarih şunu kanıtlamaktadır ki her toplum, kadına verdiği değere oranla gelişir ya da ilkelleşir.
Eski Yunan'dan ve Ro-ma'dan bu yana durum hep bunun böyle olduğunu ortaya koymuştur. Tarihçiler
Roma uygarlığının belli açıdan Yunan uygarlığına üstünlüğünü, Romalı kadının toplumda işgal ettiği
üstünlüğe hamlederler. Örneğin Leckly, şöyle der: 'Her ne kadar Yunanlılar kadını barbarlar gibi
köle saymayıp erkeğin can yoldaşı ve arkadaşı durumunda saydıkları için barbarlara nazaran üstün
sayılmakla beraber, Romalılara nazaran daha aşağı kertede bulunmaktaydılar; çünkü Romalıların
kadına sağladıkları özgürlük ve bağımsızlık sisteminden yoksun kalmışlardı. Gerçekten de Yunanlı
kendi kadınını eve tıkarken ve yabancılarla aynı masada oturmaktan kaçınırken, Romalı hemen her
davete eşiyle beraber gider, sofranın en şerefli yerine eşini oturturdu.'"52
Roma'nın, Tevrat kökenli Hıristiyanlığı kabulünü izleyen yıllarda, dinsel inancın yaygınlaşması
sonunda, insanların "iyiyi ve kötüyü bilmek" özgürlükleri ellerinden alındı. Sonuçta önce Roma
İmparatorluğu bölündü, sonra da battı.
İslamiyetin kabulünden önceki dönemde Türklerde kadınlara saygı üst düzeydedir.
yüzyıldan itibaren Anadolu'da Türkler, İslamm kılıcı olarak işbaşı yapmışlardır. Önce ve
yüzyıllar arasında Selçuklular, daha sonra yüzyıldan, yüzyıl başlarına kadar Osmanlılar
bu görevi sürdürmüşlerdir. Türklerde kadına karşı olumsuz değişiklikler Selçuklu hükümdarı
Melikşah'ın veziri Nizamülmülk'le başlar. Koyu bir şeriatçı ve kadın düşmanı olan Nizam, kadın
haklarına karşı çok ünlü ve katı kurallar koymuştur. Siyasetname adlı yapıtında açıkladığı bu
düşüncelerinde, Muhammed'in hadisleri ile Kur'an ayetlerinin etkisi altındadır. Melikşah'ın
toplumsal ve askeri konularda bile, eşi Türkan Hatun'a danıştığını biliyoruz. Melikşah'ın kendisi
yerine eşi Türkan Hatun'a danışmasını hiçbir şekilde çekemeyen Nizamülmülk, bu Türk devletini
yıkmak için şeriata başvurmuştur. İslamiyet'i yeni kabul etmiş olan Selçuklu Türkleri, Müslümanlık
kurallarını Nizamülmülk'ten öğreniyor olmalıydılar. Vezir, hükümetin ve devletin yönetiminde şeriat
uygularken Peygamber Muhammed'in yolunda olduğunu söylüyordu. Haksız da sayılmazdı. Nisa ve
Mâide surelerinde bu konuda açık ayetler yer alıyordu Örneğin Nisâ Suresi'nin ayetinde şöyle
der:
"Ey inananlar! Allah'a itaat edin. Eğer bir şeyde çekişirseniz -Allah'a ve ahiret gününe
inanmışsanız- onun hallini Allah'a ve peygambere bırakın. Bu hayırlı ve netice itibariyle çok
güzeldir."
Bu ayet aynı zamanda halk arasında "ul'ul emre itaat" olarak bilinen buyruğu da içermektedir.
"Peygambere ve sizden buyruk
sahibi olanlara itaat ediniz." "kimdir sizden buyruk sahibi olanlar? Aranızdan seçilenler ve
atanarak bir göreve getirilenler değil mi?" Bu tanımlamada peygambere itaat konusu unutulmadığı
gibi, aynı surenin ayetiyle hadis ve sünnetlere boyun eğmek de yasalaşır. îşte Nisâ Suresi'nin
ayeti:
"Hayır; Rabbine andolsun ki, aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem tayin edip, sonra,
haklarında senin verdiğin hükümden dolayı içlerinden bir sıkıntı duymayıp tamamen kendilerini
vermedikçe inanmış olmazlar."
Kur'an, gerçek inanırları Mâide Suresi'nin ayetinde şöyle tanımlar:
"Ey Muhammedi Kur'an'ı, önce gelen Kitabı tasdiken ve ona şahit olarak gerçekle sana indirdik.
Allah'ın indirdiği ile aralarında hükmet; gerçek olan sana gelmiş bulunduğuna göre onların
heveslerine uyma! Her biriniz için bir yol ve bir yöntem kıldık; eğer Allah dileseydi sizi bir tek
ümmet yapardı, fakat bu, verdikleriyle sizi denemesi içindir; o halde iyiliklere koşun, hepinizin
dönüşü Allah'adır. O, ayrılığa düştüğünüz şeyleri size bildirir."
Mâide Suresi'nin ayeti de şöyledir:
"O halde, Allah'ın indirdiği Kitap ile aralarında hükmet, Allah'ın sana indirdiği Kur’an'ın bir
kısmından seni vazgeçirmelerinden sakın, heveslerine uyma; eğer yüz çevirirlerse bil ki, Allah bir
kısım günahları yüzünden onları cezalandırmak istiyor. İnsanların çoğu gerçekten fasıktırlar."
Nizamülmülk, Müslümanlığı şeriat kuralları olarak benimsetirken kendi eylemlerini güvence altına
almayı da ihmal etmemiştir. Türkan Hatun'un Melikşah yanındaki üstün konumunu engellemek
amacıyla, Gazali'den aldığı bir hadisi kullanmaktan çekinme*
miştir: "İşlerinizde kadınlarla istişare ediniz Onlar 'şöyle yapmalıdır' diye ne söylerlerse onun
aksini yapınız; ki, doğru çıksın."54 Vezir Nizam! Kadınlar konusundaki çabaları, Asya'dan kalma
alışkanlıkları nedeniyle toplumda tam olarak yaygınlık kazanamamıştır. Türklerin İslam öncesi kadına
verdikleri değer ve saygı, Selçukluların Anadolu'daki egemenliklerinin hemen hemen son yıllarına
değin sürmüştür. Selçuklu döneminde yapılmış bir takım kadın anıtları vardır. Örneğin Kayseri'de
Gevher Nesibe Hastanesi ile Sultan Mahperi Türbesi, Divriği'de Turan Melik Hastanesi, Kütahya'da
Gülsüm Yoncalı Ilıcası (su kaynakları), Amasya'da Yıldız Hatun Hastanesi. Bu anıtlar Anadolu'da
halen kullanılmaktadır. Bu vezirin adı, devletin düzenleyicisi anlamına gelir. Şeriat öğretmek için
açtırdığı Nizamiye Medreseleriyle bu sanı almıştır. Amacı, toplumu şeriat bağımlısı Müslüman
yapmaktır. Medreselerde alınacak şeriat bilgisiyle yetişecek gençler, ileriki yıllarda devlet
yönetiminde söz sahibi olacaklardır. Kuşkusuz aldıkları eğitim ve öğretime koşut bir yönetim
uygulayacaklardır.
Yine Turan Dursun'u Andım
Mustafa Kemal'in TBMM'nin koruyucusu olan "Eğitim Birliği" yasasını andım. Siz de Türkiye
Cumhuriyeti'ni çökertmek için açılmış olan Kur'an Kursları ile İmam Hatipleri anımsadınız galiba,
haklısınız. Turan Dursun'la konuşma konularımızdan birisi de buydu. Şeriat uygulanmasından amaç,
Türklerin hem kadına hem yurttaşlarına hoşgörülerini yok etmektir. Böylece "İyiyi ve kötüyü bilme"
yasaklamasının sonucu, toplumu "cennet-cehen-nem korkusuyla" bölmek ve devleti tıpkı Selçuklu,
sonra Osmanlı gibi çökertmektir.
Ortaçağ Avrupası ve Osmanlı
Batı dünyasında, keşifler öncesinde, yönetim dine dayalıdır:
"On altıncı asırda, ileri sürülen fikirler şöyle idi: Hükümdar, emirleriyle, kanunlarıyla ilahi hakkı
olduğu gibi, tabii hakkı da bozamaz. Tabii hak dahi, Allah tarafından tesis olunmuş gibi kabul
edilmek lazımdır. Hareket noktası, bu fikir kaldıkça, hükümdarın erk sınırlarının temelini, Tanrısallık
düşüncesi ve kutsal istenç oluşturdu. Çünkü doğal haklar da, aynı temele bağlanmıştı."39
Teokratik yönetim şeklinin böylesine yoğun biçim alması, Osmanlı'yı da etkilemekte
gecikmemiştir. Fatih'in İstanbul'u alışından sonra yayınladığı ikinci "Kanunname"de, toplumsal
yaşamın tüm alanlarında şeriat geçerli yasa olarak ilan edilmiştir. Mal mülk edinme, parasal
sorunlar, her türden anlaşmazlıklar, kadılar tarafından şeriata uygun olarak verilecek kararlarla
çözümlenecektir.*0
Anadolu'da şeriatın bir tür anayasaya dönüştürülmesi, funduszeue.info Fatih Sultan Mehmet dönemindeki
yönetici kadroyla başlatılmıştır. Önceki yıllarda, Nizamülmülk'ün açtırdığı Nizamiye Medreselerinde
şeri eğitim ve öğretimle yetişmiş olan gençler artık yönetimde etkindir. Babıâli'de görev alan
kimseler için bu ferman, son derecede yararlı olmuştur. Artık toplumsal yaşamda istenmeyen
olayların çözümü, kara kaplı defterlere yazdırılarak çözümlenebilecektir.
Padişah fermanlarının dinsel kaynaklarının fetvasını yaratma görevi, şeyhülislamdadır. O günlerde
meşihat kapısı adı verilen -bir tür Yargıtay ya da Danıştay benzeri- resmi yerlerde görev yapanlar, bu
medreselerde yetişmişlerdir.
39 Afetinan, Medenî bilgiler, funduszeue.info
40 Nevzad Ayas, Türkiye Cumhuriyeti Milli Eğitimi Kuruluşlar ve Tarihçeler, Milli Eğitim
basımevi, Ankara, , s
Şeriatın anayasal güç kazanması, kadınlara da yansıyacaktır. Kadınlar, yüzyılda artık hareme
kapatılacak, eski Türk geleneğine göre toplumda saygın bir yere sahip olan kadın, örtüler altına
gizlenecektir. Osmanlı împaratorluğu'nda eğitim ve öğretim çağdışıdır. Bunun sonucu olarak kısa süre
sonra, dünyadaki bilimsel ve teknik gelişmelerin de gerisinde kalınacaktır. Bu durum askeri
başarısızlıklara da yansıyacaktır. Olumsuzlukların tümünün suçu şeran kadınlara yüklenecektir.
Meşihat kapısından alınan şeri fetvalara dayalı olarak çıkartılan fermanlarla (yasalarla) kadınların
özgürlükleri kısıtlanacaktır. Bir gülmece yazısına konu olacak kadar ilginç olan bu fermanlardan
birkaç örneği, çıkarıldığı tarihleri de belirterek bilgilerinize kısaca sunmak istiyorum: Kadınların
erkeklerle sandala binmeleri (); kaymakçı dükkânına girmeleri () yasaklanacaktır. Kadınlar
feracelerinde yenilik yapmayacaklar (); mesire yerlerine gidemeyecekler (); ince ferace
giyemeyecekler, ince ferace diken terzi asılacak (). III. Osman zamanında kadınların sokağa
çıkmaları haftada 4 güne indirilecek; IV. Mustafa ise bu özgürlüğü çok görüp sokağa hiç
çıkamayacaklarını ferman edecektir. 'de II. Abdülhamit'in bu konuda bir yasa çıkarttığı da
bilinmektedir. yılında kadınların, babaları veya oğullan ile dahi "sokakta beraber
dolaşamayacakları" buyurulacaktır.*1
Turan Dursun'dan Bir Açıklama

"İslam'ın doğumu olan 7 funduszeue.info, Hıristiyanlıkta birtakım bunalımlar yaşanmaktadır. Bunalımın


kaynağı, doğrudan kutsallığın kimde olduğu doğrultusundadır İsa Tanrı'nın oğludur; yok değildir,
gölgesidir, temsilcisidir vb. tartışmalar yüzyıla kadar süre gelmiştir. Nihayet kutsal kitap
yazılmıştır.
41 Arsel, Age, s vd.; ayrıca bkz. Tülekçi, "Türkiye Cumhuriyeti’nin Kuruluş Kökenini
Oluşturan", s
Kutsal kitap Tevrat ve Incil'den oluşur. Tevrat1 ta başlangıcı oluşturan 'Tekvin, Çıkış, Levililer,
Sayılar, Tesniye' adlı beşli bölüm Musa'nın kitabıdır. Buna dayanarak 'Talmut' yazılmıştır. Yahudilik
inancasının kurallarına 'Tora' adı verilir ki bu, İslam'da 'Şeriat' olarak adlandırılır. Şeriat, doğru yol
(sırat-ı müstakim) anlamındadır. Allah'ın emri sayılan ayet, hadis ve icma-i ümmet esaslarına
dayanan din kurallarını oluşturur. Sözcük anlamı, 'şıra' ve 'meşra'dan gelir; yasa anlamında kullanılır.
Develerin suya giderken izledikleri yol da demektir.
İslam'da Yahudilerin Talmut'una karşılık 'Fıkıh' çıkar. İslam fıkhı, şeriat ilmi, şeriatın usul ve
hükümlerini, ameli (uygulamalı) ve şeri meseleler bilgisini inceler. Aynı zamanda Yahudi Tora'sını
tartışarak, Yahudi geleneğinde yer alan savunmaları ortadan kaldırmaya çalışır. İslam'da yapılan
'tefsirler'in amacı, Yahudi Talmut'unun savunmalarını yıkmaya yöneliktir. Aynı zamanda da İslam
inancasını savunmak, giiçlendirmektir. Sonuç olarak bu savunmalar, İslam'daki şeriat kurallarını
doğurmuştur."1
Osmanlı'da Padişah, toplumda şeriatı yasalaştırarak toplumun özgür düşüncesini kısıtlamıştır.
Yukarıda açıkladığımız gibi "iyiyi ve kötüyü" bilmek özgürlüğünden yoksun olan Osmanlı ümmetinde
gelişme durmuş, sonunda çökmüştür. Konuyu Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ten dinleyelim:
"Milleti uzun yüzyıllar aymazlık içinde bırakan çeşitli nedenler arasında gerçek noktayı, bir
sözcükle belirtmiş olmak için diyebilirim ki, tüm yoksulluklarımızın kesin nedeni, zihniyet sorunudur.
İnsanlar ve insanlardan oluşan toplumlar her şeyden önce tüm bireyleriyle tutarlı bir düşünceye sahip
olmalıdırlar. Zihniyeti zayıf, çürük, bozuk olan bir toplumsal kurumun tüm çalışma ve çabaları
boşunadır. İtiraf etmek zorundayız ki, tüm İslam dünyasının toplumsal kurumlarında hep yanlış
zihniyetler egemen olmuştur. Bu nedenle, doğudan batıya kadar İslam ülkeleri düşmanların ayakları
altında çiğnenmiş ve düşmanların tutsaklık zinciri altına girmiştir.""3
Şeriatçı Düşüncenin Sonuçları
Osmanlı'yı çökerten, Tanrıya olan inanç ya da inançsızlık değildir. Ümmette oluşan zihniyettir. Bu
sözcüğün» dilimizdeki karşılığı, "düşünsel doku"dur. Toplumlarda düşünsel dokuyu, içinde yaşanılan
kültürel yapı oluşturur. İmparatorluktan başlayarak, Osmanlı'da ümmetin kültür dokusu şeriat
kurallarıyla tutsak edilmiştir. Çağın gereklerine uygun bilimsel bulgulara katkı sağlayıcı çalışmalar
başlatılmamıştır bile. Teknoloji yerine, şeriatın Yahudi ve Hıristiyan inancından üstün olduğu
üzerinde çalışılmıştır. İşgal ettiği ülkeleri kendi kültürel baskısı altına alacağına, şeriatın buyruğunu
uygulamayı yeğlemiştir. Yüzlerce yıl önceki kurala göre yenilen devletten sadece vergi almakla
yetinilmiştir. İşgal edilen ülkeleri sömürgeleştirmek, ekonomik ve endüstriyel yönden yararlanma
yoluna gidilmemiştir. Anadolu'da erkekleri sadece savaşta asker kaynağı olarak kullanmıştır.
Kadınları da erkeklerin tarlası olarak görmüşlerdi. "İyiyi ve kötüyü bilmek" yasağının potansiyel
suçlusu kadın, sadece cinsel açıdan ve biyolojik yönden düşünülmüştür. Çocuklara Türk top-
lumlarının genlerinden gelen ulusal bağlılık ve dayanışma duygusu, yurt ve ulusseverliği, diğerkâm
yaşam biçimi unutturulmuş-tur. Bunların yerini şeriat kökenli mezhep ve tarikatçılık almıştır. Evrensel
boyutlarda barışseverlik, akla bile getirilmemiştir. Ulusalcılığa dayalı koruyucu bir sevgi, asla
yaşanmamıştır.
43 Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri (), funduszeue.info'den akt. Tüfekçi, Atatürk'ün Düşünce Yapısı,
s
Bireyin İnsan Olarak Yaşatılması
Uzun yıllar çok büyük bir toprak parçasına sahip olan OsmanlI yönetimi, şeriat nedeniyle çağın
gerisine düşmüştür. Avrupa’nın hasta adamının daha fazla yaşaması olanaksızdır artık. Toplumu
köklü bir biçimde değiştirmek ve çağdaş uygarlık düzeyine ulaştırmak zorunludur. Gazi Mustafa
Kemal Atatürk bu amaçla bir proje hazırlamıştır. İzleyelim:
"Efendiler yaptığımız ve yapmakta olduğumuz devrimle-rin amacı Türkiye Cumhuriyeti halkını,
bütünüyle çağdaş ve tüm anlam ve görünümüyle uygar bir toplumsal kurum konumuna ulaştırmaktır.
Devrimlerimizin asıl ilkesi bu-dur. Bu gerçeği kabul edemeyen zihniyetleri tarumar etmek zorunludur.
Bugüne değin ulusun beynini paslandıran, uyuşturanlar bu zihniyette bulunanlar olmuştur. Her halde
zihniyetlerde yaşayan boş inançlar (hurafeler) tümüyle çıkartılacaktır. Onlar çıkarılmadıkça, dimağa
gerçeğin nurlarını sokabilmek olanaksızdır."^
Projenin gerçekleştirilmesinin koşulları vardır. Öncelikle devlet eğitimde fırsat eşitliğini
sağlamalıdır. Yurttaşlarına, cins ayrımı gözetmeksizin, parasız olarak eğitim ve öğretim
verdirmelidir. Ulusun genel sağlık işleri vb. toplumsal sorunları yine eşit koşullarda ger-
çekleştirmelidir. Projenin can damarı, kuşkusuz en önemli öğesi, özgür insanların kuracakları tam
bağımsız bir devlettir: "Tam bağımsızlık için şu ilke vardır: Ulusalcı egemenlik, ekonomik
egemenlikle pekiştirilmelidir. Bu kadar büyük amaçlar, bu kadar kutsal ve ulu hedefler kâğıtlar
üzerinde yazılı genel kurallarla istek ve hırslara buyruklarla varılamaz. Bunların bütün olarak
gerçekleşmesi için, tek güç, en güçlü temel; ekonomik güçtür."45 Şeriat bağımlısı
44 Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri (), funduszeue.info, s
45 Afetinan, Devletçilik ilkesi ve Türkiye Cumhuriyetinin Birinci Sanayi Planı , Türk
Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, ; Tiilekçi, Atatürk'ün Düşünce Yapısı, s
inançlarla ulusun kalkınıp gelişmesi, uygarlıkta ilerleyebilmesinin olanaksızlığı, Osmanlı
denemesinde yaşanmıştır. Yüzyıllar öncesinin, kültür yapısını yansıtan düşünüşlerle kalkınmak ve
bağımsız bir devlet yaşamına ulaşmak olanaksızdır. Özellikle toplumun yarısını oluşturan kadın
yurttaşları, şeriatın köhne düşüncesiyle dışlamak, ulusal gücün yüzde ellisini atmak anlamına gelir.
Şeriatta Kadın Bir Seks Vakasıdır
Ulusu oluşturan bireylerin tümü uygarlıkta ilerlemek, gelişmek ve kalkınma yönünde çalışmak
zorundadır:
"Efendiler, dünyada her şey için, uygarlık için, yaşamak için, başarı için en gerçek önder bilimdir,
tekniktir Yalnız bilimin ve tekniğin yaşadığımız her dakikadaki aşamalarını, evrimini bilinçle
kavramak ve ilerlemesini günü gününe izlemek şarttır."2
Kuşkusuz bu işlerin yerine getirilmesinde kadın da çalışarak katkıda bulunmalıdır. Ancak,
kadınların erkeklerle bir arada çalışabilmesi, şeriat nedeniyle olanaksızdır. Bu konudaki çağdışılık,
akıl almaz boyutlardadır. Şeriat, kadını cinsel yönden, seks aracı olarak ele alır. Bu görüş tümüyle
Kur'an kaynaklıdır. Bakara Su-resi'nin ayetine göre, Tanrı'nın seslenişi şöyledir: "Kadınlar sizin
tarlalarınızdır. Tarlanıza istediğiniz gibi gelin, istikbal için hazırlıklı olun."
Günümüz teokratik yönel iminin Müslüman kesiminde ise kadın artık tarla değil, gemidir. Kuşkusuz
bu gemi petrol tankeridir.*7 Kadınların normal rahatsızlık günlerinde ise bu "tarlaya" girmek yasaktır,
o süre içinde ibadet edemez. Bu nedenle dinen eksik sayılır.
Şeriatta cinsellik (seks) görevi Kur'an ayetleri ile hadislere dayanır. Kadının varlığı, özellikle
erkek cinselliğini yansıtır. Kadının toplumsal yaşamda erkekle bir arada bulunması düşünülemez.
Erkeklerin bir kadınla yan yana oturması, aynı odada yalnız kalması yasaktır. Şeri gerekçesi,
Muhammed'in, bir kadınla yan yana oturduğu zaman cinsel duygulara kapılmış olmasına bağlanmıştır.
Tanrı'mn resulü bile cinsel duyumsama içine girerse sıradan bir erkek neler yapmaz, diye
düşünülmüştür. Bu nedenle İslam uleması, samimi inanç sahiplerine, cinsel konularda nefse güven
değil, Tanrısal önlemler önermektedir. Önlemler kısaca şöyledir: Kadınların örtünmesi, gözün
korunması, evlenilebilecek kadınlarla yalnız kalmamaktır. "En mühim tedbir ise, cinsel duyguların
harama dönüşmemesi için Allah'a sığınmaktır. Bu hususta her erkek Allah'a sığınmaya muhtaçtır." Bu
sözlerin yazarı aydın bir din adamıdır. Bu aydın din adamının yine "samimi inanç sahibi
Müslümanlara" önerdiği duayı aynen alıyorum:
"Allah'ım kulaklarımın şerrinden, gözlerimin şerrinden ve cinsel organımın; (cinsel organımdan
kaynaklanabilecek) kötülüklerin şerrinden sana sığınırım."*8
Böylece cinsel isteğin ortadan kalkacağına inanılmaktadır. Cinsel temasta bulunmak, eşinizle bile
olsa şeriat kurallarına bağlıdır. Kurallar cinsel temas öncesinden başlar. Örneğin "Besmele çekilip,
İhlâs Suresi okunup, tekbir tahlil getirilmeli"dir. Sonra "kadına duhul ederken onun kulağına 'ağır
ol' denilmesi gerekmektedir"/'9 Şeriatın kadın haklarıyla ilgili kuralları ile öbür kurallarına
değinmeye gerek olmadığı kanısındayım. Turan Dursun ve Galatasaray Lisesi'ndeyken beraber
okuduğum sınıf arkadaşım Babür'le bir araya geldiğimizde özellikle bu tür "hadis ve
48 Ali Rıza Demircan, İslam'a Göre Cinsel Hayat, c.l, Eymen Yayınlan, İstanbul, , s
49 Arsel, age, s
sünnet" konuları üzerinde konuşurduk. Babür, devletler hukuku doktoru, Turan bir teolog; çok
zevkli ve bilimsel sohbetler olurdu. Saatler sürerdi konuşma. Evet, evet bunu da söylemek
zorundayım, zamanın nasıl geçtiğini bilmezdik. Rakı şişesi biter, bazen sabah da olurdu. İkisini de
yitirmiş olmanın sıkıntısını hep duyumsarım. Bir konu daha vardı bu beraberlikte masada eksik
olmayan, Gazi Mustafa Kemal'in devrim ve insanlık anlayışı. Bize göre yapılan devrimlerin beyni
dışdinsaltçılık ilkesiydi. İlkenin anlamı ve tanımı uzun uzun yapılmazdı hiç. Çünkü korkuya dayalı
ahlak olmazdı. Çok kısa ve kolaydı anlamak. Dışdinsaltçılık, şeriata karşı olmak demektir. "Mürteci"
şeriat özlemi içinde olanlara verilen addır. Şeriatı uygulamaya kalkışma eylemi, "İrtica" hareketidir.
Dünya devletleri arasında bu tür düşüncede olan yönetimler, ne kadar bağımsızlıktan söz etseler de,
büyük devletlerin sömürgesidirler.
SONUÇ
Dünya uluslarının geleceğini kutsal kitaplar bağımlısı kurallar değil, insanlığı yüceltmeyi
amaçlayan düşünce sistemleri belirleyecektir. İnsanlığı kurtaracak olan yine insandır. Günümüzde,
hiçbir bilimadamı, yarattığı teoriyi uygulamaya koyamamıştır. "îyiyi ve kötüyü bilmek" yasağıyla,
"cennet, cehennem" söylenceleriyle öğrenim görüp "ölüm korkusuyla" eğitilen insanları kurtaracak
"dışdinsaltçı" bir devrimi (sosyokültürel değişimi) başaramamıştır. Gazi Mustafa Kemal Atatürk,
"altı ok"la simgeleşen bu dışdinsaltçı yönetimi "sistem"leştirmiştir. Sistem yeryüzüne uygarlıkların
doğum yeri olan Anadolu'dan yayılacaktır. Bu devrim (sosyokültürel değişim) "Ulusaltçılık,

nest...

çamaşır makinesi ses çıkarması topuz modelleri kapalı huawei hoparlör cızırtı hususi otomobil fiat doblo kurbağalıdere parkı ecele sitem melih gokcek jelibon 9 sınıf 2 dönem 2 yazılı almanca 150 rakı fiyatı 2020 parkour 2d en iyi uçlu kalem markası hangisi doğduğun gün ayın görüntüsü hey ram vasundhara das istanbul anadolu 20 icra dairesi iletişim silifke anamur otobüs grinin 50 tonu türkçe altyazılı bir peri masalı 6. bölüm izle sarayönü imsakiye hamile birinin ruyada bebek emzirdigini gormek eşkiya dünyaya hükümdar olmaz 29 bölüm atv emirgan sahili bordo bereli vs sat akbulut inşaat pendik satılık daire atlas park avm mağazalar bursa erenler hava durumu galleria avm kuaför bandırma edirne arası kaç km prof dr ali akyüz kimdir venom zehirli öfke türkçe dublaj izle 2018 indir a101 cafex kahve beyazlatıcı rize 3 asliye hukuk mahkemesi münazara hakkında bilgi 120 milyon doz diyanet mahrem açıklaması honda cr v modifiye aksesuarları ören örtur evleri iyi akşamlar elle abiye ayakkabı ekmek paparası nasıl yapılır tekirdağ çerkezköy 3 zırhlı tugay dört elle sarılmak anlamı sarayhan çiftehan otel bolu ocakbaşı iletişim kumaş ne ile yapışır başak kar maydonoz destesiyem mp3 indir eklips 3 in 1 fırça seti prof cüneyt özek istanbul kütahya yol güzergahı aski memnu soundtrack selçuk psikoloji taban puanları senfonilerle ilahiler adana mut otobüs gülben ergen hürrem rüyada sakız görmek diyanet pupui petek dinçöz mat ruj tenvin harfleri istanbul kocaeli haritası kolay starbucks kurabiyesi 10 sınıf polinom test pdf arçelik tezgah üstü su arıtma cihazı fiyatları şafi mezhebi cuma namazı nasıl kılınır ruhsal bozukluk için dua pvc iç kapı fiyatları işcep kartsız para çekme vga scart çevirici duyarsızlık sözleri samsung whatsapp konuşarak yazma palio şanzıman arızası