bir tetikçinin itirafları pdf / (PDF) John Perkins - Bir Ekonomik Tetikçinin İtirafları funduszeue.info - funduszeue.info

Bir Tetikçinin Itirafları Pdf

bir tetikçinin itirafları pdf

John Perkins - Bir Ekonomik Tetikçinin İtiraflarıpdf

Remembering the Latin proverb ‘’Verba volant, scripta manent – söz gider yazı kalır’’ in Turkish; I am going to introduce the books to you which I evaluated socio-politically important. The seventh one is; ‘’Batı Terörizmi: Hiroşima’dan İnsansız Hava Araçlarına (On Western Terrorism: From Hiroshima to Drone Warfare)’’ which is summarized by my dear friend Halit Yıldırım under this generic title. In On Western Terrorism Noam Chomsky, world renowned dissident intellectual, discusses Western power and propaganda with filmmaker and investigative journalist Andre Vltchek. The discussion weaves together a historical narrative with the two men's personal experiences which led them to a life of activism. The discussion includes personal memories, such as the New York newsstand where Chomsky began his political education, and broadens out to look at the shifting forms of imperial control and the Western propaganda apparatus. Along the way the discussion touches on many countries of which the authors have personal experience, from Nicaragua and Cuba, to China, Chile, Turkey and many more. A blast of fresh air which blows away the cobwebs of propaganda and deception, On Western Terrorism is a powerful critique of the West's role in the world which will inspire all those who read it to think independently and critically. The pages long subject book, is covering a large spectrum from the early days of colonialism to the modern methods of Western propaganda machine. After Chomsky’s important book ‘’Who is Ruling the World?’’ this book is also reflecting a new perspective to readers’ look, beyond the ‘’repetition of known facts’’ from socio-political point of view. If you consider the following excerpt of the important conversation parts about our country from the book, do you think this book is not worth reading? Andre Vltchek – I recently visited the area and I realised that: In the surrounding areas of the Hatay city which is on the Southeastern tip of Turkey, there are some camps close to the border with Syria and Aleppo indeed used for the refugees, although there are different camps like Apaydin Camp. They are military camps, in which NATO and Turkey as a member of it, are arming and training Syrian militia. They go across the border to Syria and some are returning in the morning. Borders are only open to them and even now the same borders are closed to the Turkish citizens. The largest air force base Incirlik, just outside the city of Adana, is also being used as a training facility for "Syrian opposition". This is a very touchy subject. I am working together with a group of Turkish journalists from a TV channel, who are quite outspoken and courageous people. In fact, they are investigating those camps, for a long time. They went to the camps on the Syrian border especially those in areas around Hatay. And pursued them who are trained in Turkey, until Syria, particularly Damascus. Noam Chomsky – Could they do that? Andre Vltchek - Yes, they shared their (video) shootings and photos with me. I am also sharing my films and my analysis on the other parts of the World with them. They are also allowing me to reach their ongoing works. I find this, I mean what they do, is very important. They are lifting the veil on the so-called Syrian opposition by revealing its true face. In fact, who are they?, who are supporting them?, what are their targets? And this is even a very rare thing that was made news in the West……. Authors / Yazarlar: Noam Chomsky – Andre Vltchek Language / Basım Dili: Turkish / Türkçe Translation / Türkçesi: Aysel Yıldırım Publisher / Yayınevi: BGST Publication Date / Basım Tarihi: Page Nr. / Sayfa Sayısı: Key Words: Terrorism, Radical Islam, Syrian Opposition, US Middleeast Policy, Turkey’s Policy on Syria, Wahhabism M. İskender TARGAÇ

John Perkins - Bir Ekonomik Tetikçinin İtirafları funduszeue.info

(1)(2)

Bir Ekonomik Tetikçinin

İtirafları-II

EKONOMİK TETİKÇİLER, ÇAKALLAR,DÜNYA BANKASI VE IMF

John Perkins

ŞİRKETOKRASİ

(3)

İÇİNDEKİLER

ÖnsözI ASYA

1-Cakarta’daki Esrarengiz Kadın 2-Cüzzamlıları Soymak

3-Geyşalar 4-Bugimen

5-Yozlaşmış ve Acımasız Bir Ülke 6-SweatshopIar

7-ABD Destekli Kıyım 8-Tsunamiden Kâr Etmek 9-Yozlaşmanın Meyveleri

Endonezya’da Saldırı ve Dayak Budist Olmayın

Biyolojik Zorunluluklar Finans Diktatörlüğü Sessiz Dev

II-LATİN AMERİKA

Guatemala’nın Kiralık Silahları Öfkenin Güdümünde

Bolivya’da Gücün Başına Getirilmek Üzere La Paz’da Kârı En Üst Düzeye Çıkartmak Düşü Değiştirmek

Chávez

Ekvador: Başkanının İhanet Ettiği Ülke Bolivya: Bechtel ve Su Savaşları Brezilya: Gardıroptaki iskeletler İmparatorlukla Boy Ölçüşmek Uyuşan Ruhlar

Bir Suikastlar Tarihçesi

Latin Amerika'dan Alınan Dersler

III-ORTADOĞU

İflas Etmiş Bir ABD Kral Dolar

(4)

Lübnan:“Düpedüz Çılgın” USAID Konuşuyor

Mısır: Afrika’yı Kontrol Etmek Kâfir Köpek

İran: Otoyollar ve Kaleler İsrail: Amerika’nın Hazır Kıtası

Irak-İran Savaşı: Bir Başka ET Zaferi

Katar ve Dubai; Mollalar Diyarında Bir Las Vegas Uçurumda

IV-AFRİKA

Modern Konkistadorlar

Amerika’nın Kucağına Oturmak Bir Çakal Doğuyor

Diego Garcia’nın ‘Olmayan Halkı’ Bir Başkanı Aradan Çıkarmak Air India ’sinin Kaçırılışı Bir Çevrecinin İnfazı

En Az Anlaşılmış Kıta

STK’lar: Afrika’yı Yoksul Tutma Planında Kimlerin Üstüne Oynanıyor? Dizüstü Bilgisayarlar, Cep Telefonları ve Otomobiller

Eski Barış Gönüllüleri Umut Vermeye Talip Kararlılık: Her Şey Değişecek

V-DÜNYAYI DEĞİŞTİRMEK

Dört Zorunlu Soru Değişim Mümkündür Modern Hazır Kıta Efsaneyi Değiştirmek Yeni Kapitalizm Bir Yakınma Listesi

Korkularımızla Yüzleşmek

Wall Street’i Paranın Manivela Gücüyle Değiştirmek Üçüncü Dünya’nın Borçlarını Satın Almak

Beş Ortak Nokta Fırsat Zamanları

(5)

Gün Bu Gündür

Kitapta Adı Geçen Kurum ve Kuruluşlar İçin Erişim BilgileriNOTLAR

(6)

Yayın No: 201, Baskı, Baskı, 6. Baskı, ISBN: Yayın Yönetmeni K. Egemen İPEK Editör Asiye Koray BENDON Türkçesi Cihat TAŞÇIOĞLU Katkıda Bulunanlar Zuhal KOÇDAĞ Son Okuma ve Dizgi Özlem ARAS Kapak Tasarım Mineral Tasarım Baskı Özkan Matbaacılık Yayın A.P.R.I.L Yayıncılık Cinnah Cad. Kırkpınar Sok. 5/4 Çankaya-ANKARA Tel: () Fax: () 89 10 funduszeue.info [email protected] THE SECRET HISTORY OF AMERICAN EMPIRE © BİR EKONOMİK TETİKÇİNİNİTİRAFLARI 2 © Bu kitabın yayın hakları AKÇALI Telif Hakları Ajansı aracılığı ile alınmıştır. Her türlü yayım hakkı A.P.R.I.L Yayıncılık'a aittir. Bu kitabın baskısından ve sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasası Hükümleri gereğince alıntı yapılamaz, fotokopi yöntemiyle çoğaltılamaz, resim, şekil, şema, grafik funduszeue.info yayınevinin izni olmadan kopya edilemez.

(7)

Önsöz

Bu kitap Bir Ekonomik Tetikçinin İtirafları I’in bıraktığı yerden başlar. yılında ilk kitabımı yazmayı bitirdiğimde, birilerinin benim ekonomik tetikçi (ET) olarak yaşadığım hayatı okumakla ilgilenip ilgilenmeyeceği konusunda hiçbir ikrim yoktu. İtiraf etme gereği duyduğum olayları anlatmaya karar vermiştim. Sonrasında ABD’yi ve öteki ülkeleri dolaştıkça, konuşmalar yaptıkça, tartışma programlarına katıldıkça ve geleceğimiz için kaygılar taşıyan insanlarla konuştukça, dünyanın her tarafındaki insanların bu dünyanın uzak köşelerinde gerçekten neler olup bittiğini bilme isteği taşıdığının bilincine vardım. Hepimiz haberlerin satır aralarını okuyabilmek, ülkemizi, iş dünyamızı ve medyamızı (işbirliği ya da bir şirketleşme anlayışıyla) yöneten bireylerin sadece kendi amaçlarına hizmet eden bir söylemle kararttığı gerçekleri duymak isteriz.

Bir Ekonomik Tetikçinin İtirafları I’de açıkladığım gibi, o kitabı yazmaya birçok kez niyetlenmiştim. Oteki ekonomik tetikçiler ve sponsorluğunu CIA’nın yaptığı, rüşvet, tehdit ve kimi zaman suikast eylemleriyle On plana çıkan çakallarla ilişkiye geçtim; onlardan öykülerini anlatmalarını istedim. Ama bu girişimimin haberi çabucak yayıldı ve kendimi hem rüşvetle doyurulur halde, hem de büyük tehditler altında buldum. Yazmayı kestim. 11 Eylül saldırılarından sonra tekrar harekete geçmeye karar verince, bu kez müsveddeler hazır olana dek yazdıklarımdan kimseye söz etmemekte kararlıydım. Bir noktaya gelindiğinde, bu benim için bir yaşam sigortası olacaktı. Çakallar bana bir şey olursa kitabın satışının roket gibi fırlayacağını bilecekti. Bir Ekonomik Tetikçinin İtirafları I’i benzer deneyimlerden geçmiş diğerlerinden yardım almadan yazmak zor olmuştu ama benim için güvenli bir güzergâh da oluşturmuştu.

Kitap yayınlandıktan sonra kimi insanlar gölgelerden çıkmaya başladı. Ekonomik tetikçiler, çakallar, haberciler, Bar ış Gönüllüleri, ticari kuruluşların, Dünya Bankası’nın, IMF’nin yöneticileri ve devlet memurları kendi itira larını paylaşmak için bir adım atıp benimle ilişkiye geçmeye başladı. Onların öyküleri, okuyacağınız sayfalara çocuklarımızın miras alacağı dünyayı şekillendirmiş gerçekler olarak yansıyacaktır. Hepsi de kaç ınılmaz sonucun altını vurguyla çizer: Harekete geçmeliyiz, değişmeliyiz.

Bu kitapta keder ve lanetli bir yazgıya doğru gidiş belirtileri bulmayacağınızı önceden belirtmek isterim. Ben iyimser bir insanım. Sorunlarımız her ne kadar ciddi olsa da, insan aklının ürünüdür. Yani gezegenimiz kaç ılması olanaksız dev bir meteor tarafından tehdit edilmiyor. Güne şin verdiği ısı sönmeye yüz tutmadı henüz. Mevcut sorunları biz yarattıysak, çözüm de ancak bizde olabilir. Geçmi şimizin karanlık girintilerini araştırarak, geleceğe dönük araştırmaya (ve değişime) bir ışık kaynağı oluşturabiliriz.

Bir Ekonomik Tetikçinin İtirafları I başlıklı kitabım çıktıktan birkaç ay sonra Washington’daki bir kitabevinden bir davet aldım. Konuşma yapmam ve imza vermem isteniyordu. Beni dinleyicilere sunacak olan hanım, Dünya Bankası’ndan da birilerinin gelmesini beklediklerini söylemişti. Bu beni çok gerilere götürdü.

Temelleri ’te, çocukluk ve gençlik yıllarımın geçtiği New Hampshire’deki Bretton Woods’da atılan Dünya Bankası, savaşta yıkıma uğrayan ülkelerin toparlanmasına yardım etmek amacıyla kurulmuştu. Kurumun misyonu kısa zaman içinde kapitalist sistemin o

(8)

zamanki Sovyetler Birliği’ne üstünlüğünü kanıtlamaya dönüştü. Organizasyon çalışanları daha sonra bu rolü bir adım daha ileri taşıyarak, kapitalizmin ana oyuncularından çokuluslu şirketlerle sıcak ilişkiler kurdu. Bu da bana ve öteki ekonomik tetikçilere multi-trilyon dolarlık bir çıkar sağlama oyununun köşesine ilişme fırsatı tanıdı. Dünya Bankası’ndan ve kardeş organizasyonlarından gelen fonları görünüşte yoksul halklara yardım etmek için ama gerçekte varlıklı insanların çıkarlarını ön planda tutarak aktardık. Bunu yaparken sıkça izlediğimiz yol ticari kuruluşlarımızın göz diktiği (petrol gibi) kaynaklara sahip, gelişmekte olan bir ülke belirleyip, çok büyük miktarlarda borçlanmasını sağlamak, bu paranın çok büyük bir bölümünü de bizim mühendislik ve inşaat irmalarımıza (o arada birazını da ülke içinde bizimle işbirliği yapan kişilere) yönlendirmekti. Her yerde enerji santralleri, havaalanları, sanayi tesisleri gibi altyapı projeleri patlak veriyordu. Ancak bunların elektrik şebekelerine bağlı olmayan, havaalanı kullanmayan ve sanayi tesislerinde işe girecek eğitim ve yapıya sahip olmayan yoksullara nadiren yararı oluyordu. Sürecin bir aşamasında ekonomik tetikçiler olarak ülkeye geri dönüyor ve katkılarımızın bedelini istiyor, bunu ucuz petrol, kritik Birleşmiş Milletler kararlarında yandaş oy ya da askerlerimizin Irak gibi yerlerde desteklenmesi olarak tahsil ediyorduk.

İlk kitabımı yazdıktan sonra yaptığım konuşmalarda, dinleyicilerimi (çoğu insanın yanlış anladığı bir noktayı açıklayarak) uyarma gereği duydum: Dünya Bankası gerçekte ‘dünyanın bankası’ değil ABD’nin bankasıdır. T ıpkı onun en yakın çalışma arkadaşı konumunda olan kardeş kuruluşu IMF gibi. Yönetim kurullarındaki 24 yöneticiden 8 kişi birer ülkenin temsilcisidir: ABD, Japonya, Almanya, Fransa, Britanya, Suudi Arabistan, Çin ve Rusya. Oteki üye ülke, geri kalan 16 yönetici tarafından temsil edilir. ABD, IMF’de belirleyici oyun %17’sini, Dünya Bankası’ndaysa %16’sını elinde bulundurur; onu IMF’de yaklaşık %6 ve Dünya Bankası’nda %8 ile Japonya izler. ABD ayrıca kararları veto etme yetkisine sahiptir ve Dünya Bankası başkanını da ABD başkanı atar.

Bunlar önümüzdeki sayfalarda sıkça karşılaşacağımız bazı kavram ve kuruluşlara dair kısa notlardı. Kitaba geçmeden önce biraz daha açıklığa kavuşturmamız gereken birkaç nokta daha olabilir, Örneğin imparatorluk kavramı.

Son birkaç yıldan beri Amerika kastedilerek dile getirilen imparatorluk yakıştırması okullarda, basında, hatta akşam içkilerine eşlik eden sohbetlerde ağızdan ağza dolaşıyor. Ama bir imparatorluk tam olarak nedir? Harika anayasası, İnsan Hakları Bildirgesi, o ünlü demokrasi savunuculuğuyla Amerika, akla zarar bir zulüm geçmişini ve sadece kendi çıkarlarını kovalamayı belirten böyle bir etiketi gerçekten hak ediyor mu?

İmparatorluk{1}: Başka ulus devletleri egemenliği altında tutan ve şu karakteristiklerden bir ya da birden fazlasını gösteren ulus devlettir: 1) Egemenliği altında tuttuğu toprakların kaynaklarını sömürür. 2) Kendi nüfusu ba şka ülkelerle kıyaslandığı zaman oransız bulunacak miktarda kaynak tüketir. 3) Daha ılımlı önlemler yetersiz kaldığında, politikalarını dayatarak hayata geçirecek büyük ordular besler. 4) Dilini, edebiyat ını, sanatını ve kültürünün birçok unsurunu etki alanı içinde yayar. 5) Sadece kendi yurtta şlarını değil, başka ülkelerin halklarını da vergiye bağlar. 6) Kontrolü altındaki ülkelere kendi para birimini dayatır.

(9)

turnelerinde çok sayıda üniversite öğrencisiyle birlikte belirlenmiştir. Tüm ö ğrenciler neredeyse istisnasız, Birleşik Devletler’in bir küresel imparatorluğun tüm karakteristik özelliklerine sahip olduğu ve yukarıda sıralanan altı ana noktanın gereğini yerine getirdiği sonucunda birleşmiştir. Şöyle:

ABD dünya nüfusunun %5’ten azına sahiptir. Ama dünya kaynaklarının %25’ten fazlasını tüketir. Bu büyük ölçüde ba şka ülkelerin ve öncelikle gelişmekte olanların sömürülmesiyle gerçekleştirilir.

3: ABD dünyanın en büyük ve en so istike donanıma sahip ordusunu besler. Her ne kadar imparatorluğu (ekonomik tetikçilerin de katılımıyla) ekonomi temelli olsa da, dünya liderleri, başka yaptırımların yetersiz kaldığı anda (Irak’ta olduğu gibi) ordunun devreye gireceğini bilir.

4: İngiliz dili ve Amerikan kültürü dünyayı domine eder.

5 - 6 : ABD her ne kadar ülkeleri doğrudan vergilendirmese de ve dolar ulusal para birimlerinin yerine resmen geçirilmiş olmasa da, şirketokrasi gizli bir vergi sistemi dayatır. Böylece dolar dünya ticaretinin standart para birimi haline gelmiştir. Bu süreç İkinci Dünya Savaşı sonrasında altın standardının yeniden düzenlenmesiyle başlamıştır; ’ler ve ’larda para satışları Amerika’nın büyüyen tüketimini, Kore ve Vietnam savaşlarını, Başkan Lyndon B. Johnson’un Büyük Toplum’unu inanse edecek şekilde genişletilmiştir. Bunun sonraki dönemlerde nasıl dayatıldığını (özellikle Suudi Arabistan Para Aklama Tezgahı SAMA’yı) ilerleyen bölümlerde okuyacaksınız.

Öğrencilerle yaptığım tartışmalarda öne çıkan yedinci bir nokta daha vardı: Bir imparatorluk, hükümet ve iletişim organları (günümüzde medya) üzerinde denetime sahip, gücü halk tarafından seçilerek eline geçirmemiş, halkın iradesi erişiminde olmayan ve iktidar süresi ve koşulları yasalarca belirlenmemiş bir imparator ya da hükümdarın buyruğu altındadır. Bu ko şul ilk bakışta Birleşik Devletler’i öteki imparatorluklardan ayrı yere koyar ama bu bir yanılsamadır. Sözünü etti ğimiz imparatorluk, bir hükümdar gibi ve eşgüdüm içinde davranan bir grup insanın denetimi altındadır. Bunlar hükümet ile i ş dünyası arasında ‘döner kapı’ gibi iki yana da açılarak çalışan bir sistem oluşturmuştur. Siyasi kampanyaları ve medyayı fonlar aracılığıyla finanse ettiklerinden, seçimle gelinen görevlere yerleşen kişileri ve bize verilen bilgileri denetim altında tutarlar. Bu insanlar (yani şirketokrasiyi oluşturanlar), Beyaz Saray ya da Kongre’yle kimin kimi denetimi altında tuttuğundan bağımsız olarak ülkeye hükümet edenlerdir ve hükümet süreleri ve koşulları yasalarca belirlenmemiştir.

Bu modern imparatorluk, gizlice ve yasal değerler göz ardı edilerek kurulmuştur. Denetimi altında yaşayan yurttaşların büyük bölümü varlığından habersizdir. Ama onun tarafından sömürülür ve bir bölümü yoksulluğa sürüklenir. Daha üst ölçekteki etkileriyse, kabul edilemez düzeydedir: Her gün ortalama 24 bin insan açlık ya da açlığa bağlı hastalıklar nedeniyle ölmektedir. Dünya nüfusunun yarısından fazlası günde bir dolardan az bir gelirle yaşamaya mahkum edilmiştir, yani bizim konforlu hayatlarımızı devam ettirebilmemiz için milyonlarca insanın çok büyük bedeller ödemesi gerekmektedir. Ve ço ğumuz bu bedellerin nasıl acılarla ödendiğine ya yabancı kalırız ya da bunları inkâr eder, görmezden geliriz. Ama çocuklarımızın bizim yarattığımız dengesizlikten doğan ve bizim şimdi kaçtığımız sorumluluğu

(10)

üstlenmekten başka seçeneği olmayacaktır.

Tarih ö ğretmenleri imparatorlukların ayakta kalamadığını, çöktüklerini ya da yıkıldıklarını anlatır. Sava şlar devam eder ve doğan boşluğu başka imparatorluklar doldurur. Tarih bize ibret alınması gereken bir mesaj gönderiyor. De ğişmemiz gerek. Gelinen noktada, tarihin kendini tekrar etmesine seyirci kalacak lükse sahip değiliz.

Ve bu kitap da, o aşamaya nasıl gelindiğini tüm çıplaklığıyla gösterecek gerçekleri ve örnekleri anlatıyor.

(11)

I ASYA

1-Cakarta’daki Esrarengiz Kadın

’de Asya’ya gitmek üzere yola çıktığımda tecavüz etmeye ve yağmalamaya hazırdım. Yirmi altı yaşındaydım; kendimi hayat tarafından aldatılmış hissediyordum. İntikam almak istiyordum.

Şimdi durup geçmişe baktığımda, bana mesleğimi kazandır a n şeyin ö ke olduğunu görüyorum. Ulusal Güvenlik Servisi’nde (NSA) saatler boyunca yapılan psikolojik testler beni potansiyel ekonomik tetikçi olarak tanımlamıştı. Ulkenin en gizli casusluk organizasyonu, tutkuları imparatorluğu genişletme misyonuna yardım edecek şekilde yönlendirilebilecek bir adam olduğum sonucuna varmıştı. Böylece şirketokrasinin kirli işlerini yapan, yani Uçüncü Dünya’yı yağmalamak için ideal bir aday olan uluslararası danışmanlık irması Chas. T. Main (MAIN) tarafından işe alındım.

Her ne kadar ö kemin nedenleri Bir Ekonomik Tetikçinin İtirafları I’de{2} ayrıntılarıyla anlatıldıysa da, birkaç cümlede özetlenebilir. Yoksul bir ortaokul ö ğretmeninin oğlu olarak büyürken, çevremde hep varlıklı çocuklar olmuştu. Kadınlar beni hem büyüler, hem de ürkütürdü; o nedenle de onlardan uzak durmayı yeğlemiştim. Nefret ettiğim bir üniversiteye, sırf annem ve babam istediği için kaydoldum. İlk karşı çıkış hareketim okulu bırakıp bir kent gazetesinde fotokopi işlerine bakmak üzere çalışmaya başlamaktı; sevdiğim işi bulmuştum. Ama sonra askere alınmaktan kurtulmak için mecburen üniversiteye döndüm. Çok genç yaşta evlendim, çünkü sonunda karşıma beni olduğum gibi kabul edecek bir kız çıkmıştı. Beş parasız bir Barış Gönüllüsü olarak Amazon’da ve And Dağları’nda üç yıl kaldım.

Kendimi gerçek ve sadık bir Amerikalı addediyordum. Bunun da ö keme katkısı oluyordu. Atalarım ABD’nin girdiği birçok savaşta yer almıştı. Ailemdeki baskın siyasi eğilim muhafazakâr Cumhuriyetçi çizgideydi. Dişlerimi Thomas Paine{3} ve Thomas Jefferson ile bilediğimden, bir muhafazakârın ülkemizin temelindeki ideallere, adalete ve herkes için eşitliğe inanan kişi olduğunu düşünüyordum; Vietnam’da bu ideallere ihanet edilmesine ve petrol şirketlerine ö ke duyuyordum. Çünkü Amazon’da iken Washington’un hilelerini ve insanları nasıl köleleştirdiğini görmüştüm.

Neden bir ekonomik tetikçi olmayı seçtim? İdeallerimle uyuştuğu için mi? Geriye baktığımda bu işin fantezilerimin çoğunu tatmin ettiğini görüyorum: Para, güç, güzel kadınlar ve hepsinin yanı sıra egzotik diyarlara birinci sınıf bilet. Elbette ki, yasadışı hiçbir şey yapmak zorunda kalmayacağım söylenmişti. İşimi iyi yaparsam övgüyle karşılanıp yüceltilecek, Ivy League’deki{4} üniversitelerde ders vermeye, aristokrasiyle yemek yiyip şarap içmeye davet edilecektim. Bir yandan da çıktığım o yolculuğun tehlikelerle dolu olduğunu seziyordum. Ruhum karşılığında kumar oynuyor, istisnalar olabilece ğini kanıtlayacağıma inanıyordum. Asya’da ilk birkaç yıl işimin semeresini aldıktan sonra, sistemi a işe etmeyi ve kahraman olmayı düşünüyordum.

Şunu da itiraf etmeliyim ki, çocukluğumda korsanlar ve macera duygusu beni büyülerdi. Oysa tam tersi bir hayat sürmüş, her zaman benden beklenenleri yerine getirmiştim. Universiteyi (bir yarıyıl için) bırakmak dışında ideal oğul olmuştum. Şimdiyse tecavüz ve

(12)

talan zamanıydı.

Endonezya benim ilk kurbanım olacaktı.

Dünyanın en büyük takımada devleti olan Endonezya, Güneydoğu Asya ile Avustralya arasına yayılmış 17 bin adadan oluşur. farklı etnik grup, kadar birbirinden ayırt edilebilir dil konuşur. Nüfusu içinde ba şka herhangi bir ulusunkinden fazla Müslüman barındırır. ’lara girildiğinde ülkenin bol miktarda petrole sahip olduğu anlaşılmıştır.

Başkan John F. Kennedy yılında Güney Vietnamlı Ngo Dinh Diem’e yapılan darbeyi destekleyerek Asya’yı antikomünist imparatorluk kurma peşinde olanların mekânına dönüştürmüştü. Diem suikasta kurban gitti ve birçok insan bu emri CIA’nın verdiğine inandı. Ne de olsa İran’da Musaddık’a, Irak’ta Kasım’a, Venezuela’da Jacobo Arbenz’e ve Kongo’da Lumumba’ya karşı yapılan darbeleri düzenleyip idare edenin de CIA olduğu biliniyordu. Diem’in devrilmesi de ABD askeri güçlerinin Güneydoğu Asya’ya yerleşmesini, sonrasında da Vietnam Savaşı’nı doğurdu.

İşler Kennedy’nin planladığı gibi gitmiyordu. Nitekim onun suikast sonucu ölümünden uzunca bir süre sonra, savaş ABD için bir felakete dönüştü. ’da Başkan Richard M. Nixon bir dizi asker çekme girişiminde bulundu. Onun yönetimi daha örtülü stratejiler benimseyerek bir ülkeyi diğerinin ardından komünistleştirecek zincirleme domino etkisini engellemeye odaklandı. Endonezya komünizmin yayılmasını engellemekte kilit konuma geçmişti.

Endonezya’nın stratejik ülke kabul edilmesinin birincil nedenlerinden biri Başkan Suharto idi. Görüşlerinden ödün vermeyen bir antikomünist olarak ün yapmıştı Suharto, politikalarını uygulamaya koyarken en acımasız yöntemlere başvurmaktan çekinmiyordu. yılında ordunun başkumandanı olarak komünist yanlısı bir darbeyi ezdi. Bunu izleyen kanlı olaylarda bin ila bin insan hayatını kaybetti ki bu vahşet Adolf Hitler, Josef Stalin ve Mao Tse-Tung’unkilerle birlikte yüzyılın en büyük siyasi güdümlü kitle katliamları arasına girdi. Bir milyon kadar insan da hapse ve toplama kamplarına atıldı. Bu ölüm ve tutuklama dalgasının sonrasında Suharto, yılında başkan olarak yönetimi ele aldı.

Ben yılında Endonezya’ya gittiğimde, ABD’nin dış politikası açık ve netti: Komünizmi engelle, Başkan’ı destekle. Suharto’nun Washington’a t ıpkı İr a n Şahı gibi hizmet etmesini bekliyorduk. İki adam aynı özelliklere sahipti: Tamah, kibir ve pervas ızlık. Petrolüne göz dikmenin yanı sıra Endonezya’nın Asya’nın geri kalanına olduğu kadar İslam dünyasına da, özellikle de Ortadoğu’ya örnek oluşturmasını istiyorduk.

B e n i m şirketim MAIN’in görevi, Suharto ve avenesini (daha da zenginleşmelerini sağlayacak) sanayileşme düzeyine taşıyacak ve bu yolla uzun vadeli Amerikan egemenliğini pekiştirecek entegre elektrik sistemlerinin geliştirilmesiydi. Benim kişisel görevim ise Dünya Bankası, Asya Gelişme Bankası ve Birleşik Devletler Kalkınma Ajansı’ndan (USAID) inans sağlanması için gerekli ekonomik çalışmaları yapmaktı.

Cakarta’ya vardıktan hemen sonra MAIN ekibi olarak Hotel InterContinental’ın üst katındaki şık restoranda buluştuk. Proje müdürümüz Charlie Illingworth misyonumuzu bize özetledi: “Ulkeyi komünizmin pençesinden kurtarmak için gerekli her şeyi yapmak üzere buradayız.

(13)

Yurdumuzun petrole nasıl bağımlı olduğunu hepimiz biliyoruz. Endonezya bu yönden bizim için güçlü bir mütte ik olabilir. Sonuç olarak, ana planı geliştirirken petrol endüstrisinin ve ona hizmet eden diğerlerinin -limanların, boru hatlarının, inşaat şirketlerinin- 20 yıllık planın tamamı boyunca elektrik ihtiyacı adına istediği her şeyi almasına özen gösterin.” O zamanlar Cakarta’daki devlet dairelerinin çoğu çok erken, saat yedi gibi açılır ve öğleden sonra ikide kapanırdı. Oğle yemeği kapanış saatine ertelenirdi ama memurlar kahve, çay ve bir şeyler atıştırmak için molalar verirdi. Ben de o aralarda çabucak otele gitmeyi, mayomu giyip havuza inmeyi, ton balıklı sandviçle yerel bir bira olan Bintang Baru ısmarlamayı âdet edinmiştim. Gerçi yanımda toplantılar sırasında biriken belgelerle dolu, bavul büyüklüğünde bir çantayla geziyordum ama yine de iyi manevraydı; çalışırken bir yandan da güneşleniyor, çoğu uzak bölgelerde görevli olan ve sadece tatil günlerini Cakarta’da geçiren Amerikalı petrolcülerin ya da kentteki o islerde çalışan yöneticilerin eşi olan bikinili güzel hanımlara göz atıyordum.

Asya-Amerikan karışımını miras olarak almış gibi görünen, benim yaşlarımda bir kadına vurulmam fazla zaman almadı. İnsanı afallatacak kadar düzgün iziğinin yanı sıra alışılmadık derecede de cana yakındı. Aslına bakılırsa, ayağa kalkışında, gerinmesinde, İngilizce olarak yemek siparişi verirken bana gülümsemesinde ve havuza dalışında benimle lört eden bir yan var gibiydi. O gibi durumlarda başımı başka yana çeviriveriyordum. Çünkü kızardığımın farkındaydım. Ve beni püriten bir anlayışla büyüten ebeveynlerime kızıyordum.

Her gün saat dört dolaylarında, yani benim havuz kenarına yaklaşmamdan bir buçuk saat sonra, kadına Japon olduğu anlaşılan bir adam katılıyordu. Köşedeki butikten alınma pantolonla iyi ütülü bir gömleğin resmi kıyafet kabul edildiği bir ülkede garipsenecek şekilde takım elbise giyiyordu adam. Birkaç dakika sohbet ediyor, sonra birlikte gidiyorlardı. Onları görmek için otelin bar ve restoranlarında etrafa bakınıyordum ama havuz haricinde hiçbir yerde birlikte ya da tek başına rastlamıyordum.

Bir öğleden sonra asansörle giriş katına inerken kendimi hazırladım. Konuşmak için kadına yanaşacaktım. Kendi kendime kaybedecek bir şeyim olmadığını söylüyordum; Japon adamla evli olduğu belliydi ve benim istediğim de sadece birileriyle iş konuları dışın d a İngilizce konuşmaktı. Bunu uygunsuz bir yaklaşım olarak kabul edecek değildi herhalde. Bu yorumla iyice şevke geldim.

Beklentilerimle neşelenmiş halde bir şarkı mırıldanarak havuza geçtim. Ama dışarıya çıkar çıkmaz adımlarım şaşkınlık ve hayal kırıklığıyla yavaşladı. Kadın her zamanki yerinde değildi. Telaşla etrafa bakındım, başka yerde de göremedim onu. Çantamı bir şezlonga bırakıp havuz çevresindeki bahçeleri aradım. Daha önce oralara hiç gitmemiştim. Envai çeşit orkideyle renklere, cennet kuşlarının bağırtılarıyla seslere bürünmüş, Amazon’da gördüklerimin yanında dev sayılabilecek bromeliadlarla dolu uçsuz bucaksız bahçelere sahip olduklarını ilk kez fark ediyordum. Ama aklımda sadece kaçırdığım fırsat vardı. Palmiyeler ve tropik çalılar, küçük kuytular, saklanma yerleri oluşturuyordu. Bodur bitkilerden oluşan bir çitin gerisindeki küçük çimliğe serilmiş havluda yatan kadını görünce o yana yöneldim. Ve yanına ulaşınca onu uyandırmayı başardım. Arkası çözülmüş bikini üstünü göğüslerine bastırarak doğruldu, beni dikizcilikle suçlar gibi yüzüme baktı ve bağırarak anlamadığım bir dilde bir şeyler söyledi.

(14)

Yapabildiğimce özür dileyip çantamı bıraktığım yere döndüm.

Garson siparişimi almak için yanıma gelince kadının her zaman oturduğu ve şimdi boş olan yeri gösterdim. Başını eğerek gülümsedi ve oraya taşımak için çantamı aldı.

“Hayır, hayır, tidak” Hâlâ aynı yeri işaret ediyordum. “Kadın. O nerede?” Havuz kenarında çalışan bir garsonun daimi müşterilerin alışkanlıklarını bileceğini düşünmüştüm. Ayrıca Japon adam da iyi bahşiş bırakacak birine benziyordu. “Hayır, hayır,” dedi garson. “Tidak.” Ellerimi evrensel bir jest olduğunu düşündüğüm şekilde iki yana açıp omuz silktim. “Nereye gittiğini biliyor musun?” Beni taklit ederek aynı şeyi yaptı ve yüzünde sersemce bir gülümsemeyle sözlerimi tekrar etmeye çalıştı. “Nere gitti?” “Evet. Nereye gitti?”

“Evet,” diye tekrarladı, “Nere?” Bir kez daha omuz silkti. Yüzündeki ifade Alice Harikalar Diyar’ındaki Cheshire Kedisi’ninkini andırıyordu. Sonra parmaklarını şıklattı ve güldü. “Evet!”

Soluğumu koyuverirken havuz başı garsonlarıyla ilgili kuramımı gözden geçirmem gerektiğini düşünüyordum.

Adam, “Tonbalık sandviç, Bintang Baru?” dedi. Başımı sallamakla yetindim. Koşar adım gitti.

Saat dört oldu ve geçti. Ne kadından eser vardı, ne de her gün buluştuğu adamdan. Odama gittim, duş alıp giyindim ve otelden çıktım. Oradan biraz uzaklaşmak istiyordum. Kendimi kentin yerel sahneleriyle oyalayacaktım.

(15)

2-Cüzzamlıları Soymak

Tipik bir Cakarta akşamıydı; sıcak ve yapış yapış. Yağmur tehdidi taşıyan ağır bulutlar kentin üzerinde asılıp kalmıştı. Daha önce arazi aracım olmadan otelden hiç çıkmamıştım. Adımımı kaldırımdan otelin araç yoluna atar atmaz becak olarak bilinen üç tekerlekli bisiklet taksilerden biri tarafından neredeyse çiğneniyordum. Arabayla toplantılara giderken o araçlardan yüzlercesinin yanından geçmiştim. Yüksek oturakların yanlarındaki düz yüzeylere yaptıkları gökkuşağının tüm renklerini taşıyan resimleri pitoresk ve Endonezya’nın bir sanatçılar diyarı olduğunu gösterir nitelikte bulmuştum. Şimdi o araçlara dair bir başka şey daha görüyordum: Sürücüleri paçavralara bürünmüş, müşteri kapmak için birbirleriyle telaş ve çaresizlik içinde rekabet eden son derece yoksul adamlardı. Zillerini çalarak ve dikkatimi çekmek için bağrışarak başıma üşüşmüşlerdi. Kendimi onlardan sakınmaya çalışırken, kaldırım kenarındaki katran karası, çöp dolu ve idrar kokan oluğun içine bastım.

Oluk dik bir meyille sömürgecilik döneminde Hollandalılar tarafından yapılmış olan çok sayıdaki kanaldan birine açılıyordu. Şimdi durgun su ve pislikle dolu kanalın yüzeyi yeşil ve çürümüş gibi görünen bir köpükle kaplıydı; kokusu da dayanılmaz derecede kötüydü. Denizi tarım arazisine dönüştürecek kadar yaratıcı insanların, o tropik sıcağın göbeğinde bir Amsterdam kurma girişimi akıl almaz derecede abes geliyordu insana. Kanal da kendisini besleyen cadde olukları gibi molozla dolmuş taşıyordu. Biri diğerinden sadece belirgin kokuları sayesinde ayırt edilebilirdi. Cadde oluklarınınki çürümüş meyve ve idrar kokarken, kanalınki daha karanlık, daha uzun vadeli bir keskinlik, insan dışkısı ve çürüme getiriyordu akla.

Yol kenarlarını işgal etmiş bisiklet taksileri geçiştirerek yürümeye devam ettim. Onların ötesindeki anayolda çılgınca akan bir otomobil ve motosiklet tra iği vardı; durmadan çalan kornaların, homurdanan motorların, patlayan egzozların gürültüsü, sıcak asfalttan yayılan geniz yakıcı yağ kokusu, nemli havadaki gazlarla birleşince boğucu bir hal alıyordu. Tüm bunların ağırlığı beni fiziksel olarak etkilemeye başlamıştı.

Kendimi saldırıya ve yenilgiye uğramış hissederek bir an duraladım. Vazgeçip otelin dinginliğine dönme düşüncesi cazip gelmeye başlamıştı. Sonra kendi kendime Amazon ormanlarına dayandığımı, And Dağları’nda her gün patates ve bir avuç bitki tohumu yiyerek kerpiç barakalarda oturan, çocuklarının adları sorulduğunda yaşayanların yanı sıra ölenlerin (ki onların sayısı hayatta olanlardan daha fazlaydı) adını da sayan insanlarla yaşadığımı hatırlattım. Ekibimin öteki üyelerini ve ziyaret ettikleri ülkelere orada yaşayan insanların gözüyle bakmaktan kasıtlı olarak kaçınan tüm Amerikalılar’ı düşündüm. Barış Gönüllüsü olarak yaşadığım deneyimleri anımsamıştım birden; o insanlardan bazılarıyla kurduğum bağlardan, yaşamlarını bana açışlarından, zaten kıt olan edinimlerini mutlulukla, bencillikten uzak, sıcacık, terbiyeli bir tavırla paylaşmalarından ve hatta beni sevmelerinden çok etkilenmiştim. Çökmekte olan Cakarta akşamında tek başıma öylece dikilirken gerçekten korsanlık yapmaya uygun kumaşım olup olmadığını düşünüyordum. O becak sürücülerini, otelde ve iş için gittiğim o islerde hizmetime koşan genç insanları, pirinç tarlalarında didinen köylüleri, balıkçıları, yoksul terzileri ve marangozları soyabilir miydim? Zenginden çalan bir Robin Hood ya da kralın altınlarıyla yüklü İspanyol kalyonuna saldıran bir korsan olmak başka şeydi, yoksulları tamamen perişan durumda bırakacak şekilde talana dalmak başk a şey.

(16)

Aslında yapmakta olduğum işin başka bir tari i daha vardı: Yoksuldan çalıp zengine vermek (ve arada komisyonumu almak). Nasıl yapabilirdim bunu? Charlie Illingworth ve onunkine benzer işleri olan başkaları, kendi benliklerine tahammül ederek nasıl yaşayabiliyordu?

Kişisel sorumluluğumu üstlenmeliydim. Ekvador’da geçirdiğim yılların, bana, meslektaşlarımın ya da vergileriyle bizi destekleyen mükelle lerin sahip olmadığı bir perspektif verdiği olasılığını göz önüne almalıydım. Bana pek az Amerikalının paylaştığı anlayış ve meselelerin içyüzünü görme yeteneği armağan edilmişti (ya da başka deyişle öyle bir lanete uğramıştım). Herkes yaptığını haklı göstermek için kendine göre nedenlere sığınıyordu. Charlie komünistlere karşı mücadele veriyordu. Başkalarının derdi sadece kâr etmekti. Bunun ‘itin iti yediği bir dünya’ olduğunu söylüyorlardı. “Ailem her şeyden önce gelir,” diyen vardı. Kimileri öteki ırkları ve sınıfları, özünden tembel ya da ikinci sınıf görüyor, üstlerine çöreklenen belaları hak ettiklerini düşünüyordu. Sanırım elektrik şebekelerine servetler yatırmanın dünyanın sorunlarını çözeceğine sahiden inanan birkaç kişi de vardı. Ya ben? Benim yapılanı haklı göstermek için sığındığım sözde neden neydi? Ben kendini çok yaşlı hisseden bir gençtim sadece.

Bakışlarım kanala sabitlenip kalmıştı. Yanımda Tom Paine’nin Sağduyu'sunun bir kopyası olmasını çok isterdim; böylece onu karşımdaki pis sulara fırlatıp atabilirdim.

O dalgınlık anında gözüm daha önce farkına varmadığım bir şeye ilişti. Yıpranmış, büyükçe bir karton kutuydu. Durgun ve pis suyun kenarına yakın bir yere, öylesine atılmış gibi duruyordu. Tam ben dikkatimi vermi ş bakarken, ölümcül yara almış bir hayvanın can çekişmesini andırır bir şekilde sarsıldı. Sıcak, havadaki gazlar ve gürültü nedeniyle yanılsamalar yaşamaya başladığıma ve otele dönmenin en iyisi olacağına karar verip hareketlenmeye yeltenmiştim ki, daha arkamı dönmeye fırsat bulamadan kutunun yan tarafından bir kolun ya da daha doğru deyişl e şimdi kanlı bir kütleye dönüşmüş ama zamanında kol olduğu anlaşılan bir şeyin çıktığını gördüm.

Sarsıntı da yoğunlaşmıştı. Ucunda el olmayan kanlı organ, kutunun yanından tepesine doğru kaydı. Doğruca havaya uzandı. Onu incecik örgüler haline getirildiği ve çamurla kaplandığı için Medusa’nın yılanlı başını andıran bir saç kümesi izledi. Baş silkindi, yükseldi ve omurgamda tiksinti karıncalanması yaratan bir beden, saklandığı kutudan yavaşça çıktı. Bükülmüş, bir deri bir kemik kalmış ve bir kadına ait olduğunu tahmin ettiğim beden kanalın kıyısına doğru süründü. O anda tüm hayatım boyunca duyduğum ama daha önce hiç görmediğim bir şeyle karşı karşıya olduğumu anladım. O kadın, cinsiyeti buysa eğer, bir cüzzamlıydı, etleri gözümün önünde dökülen bir insandı.

Beden kanalın kıyısına ulaşınca oturdu, daha doğrusu bir paçavra kümesi halinde yere yığıldı. Daha önce gözükmeyen bir kol uzandı ve lekeli pis bir bezi kanal suyuna soktu, yavaşça salladı, sonra onu kopuk parmakların açık yaralar bıraktığı kanlı organ parçasına sardı.

Kulağıma acı bir inilti geldi, hemen ardından bunun benden çıktığını anladım. Dizlerim gevşemeye başlamıştı. Derhal otele dönmem gerekiyordu ama kendimi orada kalmaya zorladım. O insanın çektiği büyük azaba tanıklık etmeye dayanmam gerekiyordu. Yapacağım başka herhangi bir şeyin abes olacağını yürekten biliyordum. Kadının o anda izlediğim mücadelesi her gün belki defalarca tekrarlanıyordu ve bunu her seferinde yalnız yapıyordu.

(17)

Daha kaç terk edilmiş ruhun, Cakarta’da, Endonezya’da, Hindistan’da ve Afrika’da lanetten kaynaklanan böylesi bir ritüeli izlemek zorunda olduğunu merak ettim.

Karton kutuda bir hareket daha çekti dikkatimi. Cüzzamlı, kutuya bakmak için yavaşça döndü. Kan ve irin dolu kesecikler gerisindeki yüzü hatlarını yitirmişti; dudakları yoktu. Çökük gözlerdeki bakışların dikildiği yere döndüm.

Kutunun kenarından bir bebek başı çıkmıştı. Bakmak istemiyordum ama tıpkı önlemekte başarısız olduğu cinayete tanıklık eden bir insan gibi olduğum yere çakılıp kalmıştım. Bebek kadına doğru emekledi. Cüzzamlının yanına gelince oturdu ve ağlamaya başladı. Sesi çok zayıf, trafiğin gürültüsü de çok yüksek olduğundan onu duyamıyor ama açık ağzını, minik bedeninin sarsılışını görebiliyordum.

Cüzzamlı birden başını kaldırdı ve benim kendisini izlediğimi gördü. Yere tükürdü, aya ğa kalktı ve parmakları kopuk elini bana doğru salladıktan sonra bebeğini kollarının arasına alıp düşünebileceğimden daha hızlı adımlar atarak kutunun içinde gözden kayboldu.

Oracıkta şaşkınlık ve dehşetten uyuşmuş bir halde bakarken bir şey çarptı sırtıma. Birden dönüp elimi arka cebimdeki cüzdana attım. Hem cüzdanın yerinde olduğunu anlamaktan, hem de dikkatimin başka yana çekilmesinden ötürü rahatlamıştım. Güzelce iki kadın aylakça salınıyordu karşımda. Kıkırdayarak bana baktılar. Birinin üstünde darac ık bir şort, ötekinde her şeyi ortada bırakan bir mini etek vardı. İkisi de sipsivri topuklu ayakkabılar ve dar atletler giymişti. Etekli olan, “Biz cepçi değil,” dedi. “Biz sevgili.” İşaret parmağını kıvırarak beni çağırdı. “Gel. Sevmek bizi.”

Başımı iki yana salladım.

“Ha!” dedi. “Oğlan sevmek sen.” Dönüp yürüdüler.

Az ileride çılgın tra iğin üstünde karşıdan karşıya uzanan bir yaya geçidi vardı. O yana doğru salınırlarken, sinsice etrafı kolaç a n ederek yürüyen iki dişi kaplanın görüntüsünü sunuyorlardı ve dalgalanan kalçalarından cinsellik yayılıyordu. Mini etekli olan dönüp bana sırıttı ve el salladı. Sonra da üst geçidin basamaklarına yöneldiler.

Karton kutuya göz attım. Hareket yoktu. Kanaldaki suyun yüzeyine dalgacıklar gönderen ha if bir esinti çıktı. Tam içimden ta şan aşağıya inip üstümdeki tüm nakit parayı o kadına verme isteğine kapılıyordum ki, gözüm yerdeki lekeli beze ilişti; benim bakışlarımdan kaçma telaşıyla, sahip olduğu belki de birkaç şeyden birini oraya düşürmüştü. Onu ancak mahremiyetinin kendisine sağlayacağı vakarla baş başa bırakmaya karar verdim. Bir cüzzamlıdan kimse para bile kabul etmeyeceği için ona zaten yardım edemezdim. Beni nereye götüreceği konusunda hiçbir fikrim olmayan üst geçide doğru hızlı adımlarla yürüdüm.

Ekvator bölgesinde güneş hızlı batar ve renkleri çok parlaktır. Ama o gün yo ğun bulutlar da bir oyun oynamış, bir ampulün aniden sönmesi gibi gün ışığının birden kaybolmasına yol açan bir aldatmacaya neden olmuştu. Ben az ilerideki üst geçide vardığımda ortalık kararmaya yüz tutmuştu bile. Caddenin karşısında neonla yazılmış bir ‘RESTAURANT’ yazısı gördüm ve geçidin basamaklarını tırmanmaya koyuldum.

Yukarıda uzun boylu bir kadın korkuluğa dayanmış duruyordu. O ışıkta emin olmak zordu ama galiba güzeldi. Aynı hizaya geldiğimizde insanı şaşırtacak kadar boğuk bir sesle, “Sen ben

(18)

iyi zaman geçirmek,” dedi. “Biz fuki fuki!” Bana adem elmas ını gösterdi, onu aşağı yukarı kıpırdattı, ardından kıçını sergileyip gülümsedi. O sırada yüzündeki makyaj katmanlarının da farkına vardım. Adımlarımı sıklaştırdım.

Sokak lambaları birden kırpışarak canlandı ve geçit boyunca birbirini izleyerek yandı. Etrafa doğallıktan çok uzak, tekinsiz yeşilimtırak bir ışık veriyor ve geçidin puslu, bulanık, adeta bataklık gibi bir ortamda uzayıp gittiği hissini yaratıyordu. Lambalardan birinin altında durup, elektrik talebini karşılamaya yönelik olan işimin o tür şeyleri incelemeyi de içermesi gerektiğini düşündüm. Beton direk çatlamış, yer yer aşınıp dökülmüştü ve küf kaplıydı. Dokunmaya çekindim.

Ayaklarıma ve geçidin çiçek bozuğu lekesi şeklinde oyuklarla kaplı zeminine bakarak yürümeye devam ettim. Aşınmış beton, paslı dolgu demirini yer yer ortada bırakıyordu ve bataklıklardakini andıran sarı ışık o şeylerin ö keli kurtçuklar gibi algılanmasına neden oluyordu. Ust geçidi, yapılış tarihini, onu yapan insanları düşünmeye çalıştım ama dikkatim bir kez daha başka yöne kaydı. Otelin havuzundaki güzel kadının görüntüsü aklıma sızıvermişti. Aslında etrafımı çevreleyen gerçeklikten beni uzaklaştırması açısından rahatlatıcıydı bu ama zihnime dadanması Onu aklımdan silip atamıyordum. Aşk ve terk edilme duygusu benliğimden bir an için geçince, toparlanıp bunun kesinlikle ve mutlak şekilde aptallık olduğuna dair kendi kendime garanti verdim.

Başımı kaldırınca geçidin öte ucundaki merdivene geldiğimi gördüm. Ana caddeye açılan sokağın üstündeki alçak yapılardan birinin çatısına yerleştirilmiş olan neon ışıklı ‘RESTAURANT’ tabelas ı şimdi tam karşımdaydı. Altında daha küçük har lerle ‘Leziz Çin Yemekleri’ yazıyordu. Durduğum yerden ABD Büyükelçiliği’nde kullanılanlara benzeyen siyah bir sedan arabanın restorana yavaşça yaklaştığını görebiliyordum. O tek araç, kentin itiş kakışının arasında olmaması gereken bir yere düşmüş gibi göründü bana.

(19)

3-Geyşalar

Basamakları indim. Ben yaklaşırken sedan da restoranın kapısının önünde durdu. Bir an orada oyalanır gibi oldu, sonra içindeki kişi gördüğü şeyden hoşlanmamış ya da aradığı kişiyi bulamamış gibi santim santim ilerledi. Camlardan arabanın içini görmeye çabaladım ama tek görebildiğim restoranın neon tabelasının yansıması oldu. Sürücü birden gaza basıp hızlandı.

Restorana yönelince mekânın iç görüntüsünün ince perdelerle engellendiğini fark ettim. Yüzümü cama yaklaştırdım. Mumlardan yansıdığını tahmin ettiğim küçük ışıkların haricinde içerisi karanlıktı. Kapıya doğru yürüdüm.

Kapı her birinin üstünde fenerler bulunan on-on iki tane masanın bulunduğu salona açılıyordu. İçerideki müşterilere yönelik hızlı bir araştırma beni kültürel çeşitlilik sonucuna ulaştırdı: Asyalılar, Avrupalılar ve Amerikalılar aynı mekânda.

Çinli bir kadın önümde ha ifçe eğildi. “Hoş geldiniz. İyi akşamlar. Bir ki şilik masa mı?” Aksanı İngiliz bir eğitmenle çalıştığı kanısı veriyordu. Önüme düşüp bana yolu gösterdi.

Ve ben gördüğüm şey karşısında donakaldım.

Havuzdaki kadın , benim leydi, bulmak için o kadar koşuşturduğum kişi, başka bir Asyalı kadınla bir masada oturmuş, gözümün içine bakıyordu. Sonra gülümsedi ve beni masaya davet eden bir el hareketi yaptı. Bunu gören Çinli kadın o yana yönelmişti. “Arkada şınız mı?” diye sordu.

Havuzdaki kadın hiç duraksamadan, “Evet,” dedi ve bana döndü. “Bize kat ılır mısınız, lütfen.”

Restoranın sahibesi konumunda olduğu anlaşılan kadın masaya benim için bir sandalye çekti ve bir kez daha eğilerek selam verdikten sonra uzaklaştı.

Şaşkınlıktan bocalayarak, “Eşiniz nerede?” diye sordum.

İki kadın birbirine baktı ve kahkahalara boğuldu. Sonunda benim tanıdığım, “Ben evli değilim,” dedi.

“Ama havuzdaki adam”

“Bir iş arkadaşım.” K ıkırdayarak eliyle hâlâ oturmadığım sandalyeyi işaret etti. “Lütfen oturun. Biz siparişlerimiz verdik. Hiç değilse başlangıç için hepimize yetecektir. Yoksa yaln ız yemeği mi yeğlerdiniz?” İngilizcesi mükemmele o kadar yakındı ki aksanı olduğu ancak çok; dikkat edilirse anlaşılıyordu.

Oturdum. Benliğimin bir parçası şansımın o kadar yaver gitmiş olmasına inanamıyordu. Bir başka parçasıysa gayrimeşru bir şeye bulaşıyor olma olasılığı nedeniyle biraz evhamlıydı. Garson gelip önüme küçük bir kadeh koydu.

Havuzdaki kadın porselen sürahiyi işaret etti. “Sake içer misiniz? Biz epey içtik. Bu geceyi kendimize ayırmıştık. Buranın sakesi çok iyidir.” Kadehimi doldurdu. “Sa ğlığa.” Uç kadeh birbirine dokundu. “Ah, evet!” dedi ilk yudumdan sonra keten bir peçeteyi zarif bir hareketle dudaklarına dokundururken, “Ne kadar kabayım! Ben Nancy ve arkadaşım da Mary.”

(20)

“Sizi havuzda izledim, John. Gelip bana merhaba demenizi bekledim. Çok yalnız ve hoş bir haliniz vardı. Ama galiba son derece utangaçsınız.” Bana soluğundaki içki kokusunu belli belirsiz alabileceğim kadar yaklaştı. “Eşinize delice aşıksınız anlaşılan.”

Bu kez gülme sırası bendeydi. “Boşanıyoruz.”

“Şansa bak,” dedi Mary. Kadehini kald ırdı. “Bozulan evliliklere.” Nancy’ninkine benzer bir aksanla konuşuyordu ama onunki biraz daha belirgindi.

Garson dolu tabaklarla geldi. Yerken birbirimize nereden geldi ğimiz ve kim olduğumuz konusunda bilgi aktardık. Nancy ile Mary’nin geyşa olduklarını öğrenmek beni şok etti. Ben o geleneksel işin yapıldığı zamanların çok gerilerde kaldığını sandığımı itiraf ettim, onlar da kesinlikle öyle olmadığı konusunda bana güvence verdi.

“Petrol bu eski sanatı yeniden canlandırdı,” dedi Mary. “Evet, günümüzde biraz farkl ı ama hâlâ mevcut ve olması gerektiği gibi yürüyor.”

Tayvanlı hamile anneleri, İkinci Dünya Savaşı ertesinde ülkelerine dönen Amerikalı asker babaları tarafından terk edilmişti. Kadınlar yeni doğmuş bebeklerini bir Japon işadamına teslim etmiş, o da onların bakımını, eğitimini üstlenmişti ki, bu eğitim ileri düzeyde İngilizceyi ve ABD tarihi ve kültürünü de kapsıyordu. Ergenliğe ulaşınca adam için çalışmaya başlamışlardı.

Nancy perdeli pencerenin ötesinden gözüken üst geçidi işaret ederek, “O caddelerdeki kadınları görmüşündür,” dedi. “Onlardan biri olabilirdik. Biz şanslıyız.” Sonra Japon girişimcinin, onlara iyi para ödediğini ve ne yapmaları ya da yapmamaları gerektiği konusunda çok az dayatmada bulunduğunu anlatmaya koyuldu. “O, sonuç bekler. Hepsi bu. Sonuca nasıl erişileceği bize kalmıştır.” Hepimizin sakesini tazeledi.

“Ne tür sonuç bunlar?”

Mary, “Ne kadar da naifmiş!” dedi. “Buralarda yeni herhalde.”

İlk yolculuğum ve ilk görevime çıktığımı itiraf ettim, öğrenmeye hevesli olduğumu eklemeyi de unutmadım.

“Öğretmekten mutluluk duyarız.” dedi Nancy. “Sen bizim dünyam ızda ender bulunan bir cevhersin. Ama karşılığını bekleriz. Bu gece değil ama başka bir zaman.”

“Hizmetinizdeyim.” Soğukkanlı görünmeye çalışıyordum.

Gücü elinde tutan adamların kaynak ve güç birikimi elde etme adına servetler harcamaya ve başka insanları kurban etmeye hazır olduğunu anlatırken sözleri kulağıma bir geyşanınkinden çok üniversite öğretim görevlisininki gibi geliyordu. Açık sözlülükleri beni büyülemişti ve her ne kadar bunun bir bölümünü sakenin etkisine bağlasam da, söylenilen her şey kesinlikle mantık içeriyordu. Bana Avrupalı kâşi ler döneminde baharat ticaretinin ne kadar önemli olduğunu ve altının yüzyıllar boyunca oynadığı rolü anlattılar.

Nancy bu girişten sonra, “Günümüzde bunların yerini petrol aldı,” diye devam etti. “Tüm zamanların en değerli doğal kaynağı artık o. Her şey ona bağlı. Baharat ve altın gerçek anlamda çok fazla değer içermeyen lükslerdi. İyi tatlar, mücevher ve sanat eseri yapımında kalıcı sonuç Ama petrol Petrol yaşamın kendisidir. Modem dünyada onsuz hiçbir şey

(21)

işlemez. Burada yaşanan, tarihin en büyük el koyma olayıdır. Buna ba ğlanan umutlar, yaşamlar ve gelecek muazzamdır. Oyleyse insanların onu kontrol altına almak için her şeyi riske etmeye hazır olmasına şaşırmamız mı gerekir? Bunun için aldatacak ve çalacaklardır. Gemiler, füzeler yapacak ve binlerce, hatta yüzbinlerce genç insanı o şey (petrol) uğruna ölmeye göndereceklerdir.”

“Bunları tarih kitaplarından mı öğrendin?”

Bana burnunu bükerek baktı. “Elbette hayır. Bunlar daha ele gelir bilgilerin aktarıldığı ekolden geliyor.”

“Ele gelir!” Mary kahkahalara boğulmuştu. “Bu lafı bulup çıkarttığına inanamıyorum, Nance! Harika. Unutmamalıyım. Ele gelir.”

Bense Charlie’yi ve ilk gece Hotel InterContinental’in en üst katındaki restoranda bize verdiği, Endonezya’yı komünistlerden kurtarma ve petrolünü ABD için güvence altına alma temalı söylevini düşünüyordum. Sonra düşüncelerim bana Boston’da ekonomik tetikçi olma yolunda akıl hocalığı yapan Claudine’ye kaydı. Onu da karşımdaki iki kadınla aynı Asya-Amerika geleneğinden geldiği düşmüştü aklıma. Bakışlarım gülmekte olan Mary’den Nancy’e kaydı, o anda karşımda Claudine’yi gördüm ve onu ne kadar özlediğimin farkına vardım. Aklımın karşımda oturan kadına, havuz kenarı takıntıma öylesine ısrarla saplanıp kalmasının nedeninin yalnızlığımdan, hatta onunla Claudine arasında kurduğum bilinçaltı bağlantıdan kaynaklanıp kaynaklanmadığını düşündüm.

Silkinip yaşanan ana dönmeye çabaladım. Mary gülmekten gözlerine dolan yaşları peçetesiyle siliyordu. Nancy’e döndüm. “Ya sen? Senin rolün nedir?”

“Biz nefer gibiyizdir. Harcanabilir ama aynı zamanda vazgeçilmezizdir. İmparator’un hizmetindeyizdir.” “Ve kim bu imparator?” Nancy göz ucuyla Mary’e baktı. “Bunu asla bilmeyiz. İhaleyi kazanan patronumuz olur.” “Havuzdaki adam gibi mi?” “O gerçek patron değil, benim oradaki bağlantım. Beni müşterilere götürür.” “Hotel InterContinental’dakilere mi?” “Balayı süitine.” K ıkırdadı, sonra kendini tuttu. “Ozür dilerim. Mary ile her zaman o süitte gerçek bir balayı yaşamak istediğimizi konuşuruz.” Bir an için gözlerini kaç ırıp pencereye baktı.

Aynı yere baktığımda daha önce restoranın önünde durmayıp gazlayan siyah sedanı tanıdım ve içindeki kişinin onlardan birini arayıp aramadığını merak ettim. “Sadece orada Yani o otelde mi çalışıyorsunuz?”

“Elbette hayır. K ırsal kesimdeki dinlenme merkezlerinde, gemi gezilerinde, Hong Kong’da, Hollywood’da, Las Vegas’ta Aklına neresi gelirse orada. Politikacıların ve petrolcülerin sevdiği her yerde bulunmuşuzdur.”

(22)

konuşuyorlardı. Bense yirmi altı yaşındaydım ve öykülerinden çıkarttığım kadarıyla ikisi de benden beş yaş kadar küçüktü. “Müşterileriniz kim?” diye sordum.

Nancy işaret parmağını kaldırıp dudaklarına dokundurdu. Bakışları bir an için restoranın içinde dolaşıvermişti. “Asla,” dedi sesi birden ciddi bir tona bürünerek. “Bu soruyu asla sorma.”

(23)

4-Bugimen

{5}

Sonraki birkaç yıl boyunca Endonezya’ya sık sık gittim. Dünya Bankası, ona bağlı kuruluşlar ve Suharto yönetimi, Amerikan şirketlerinin ve Endonezyalı egemenlerin çıkar sağlayacağı muazzam borçlanmaları güvence altına alacak raporları sağlamaktaki istekli tavrı nedeniyle MAIN’e müteşekkirdi. Bu kredilerin ülkeyi gırtlağına kadar borca batırmasını umursamıyorlardı. Zaten bankalar için planın bir parçasıydı bu. Suharto’ya gelince: Mantar gibi bitip hızla büyüyen servetini, denizaşırı yatırımlara yönelterek kendini gelecekteki mü lis Endonezya’dan uzak tutuyordu.

Görevlerim yıllar boyunca beni Java dağlarındaki pastoral köylere, uzak kumsallara ve egzotik adalara götürdü. Bahasa Endonezya lisanı, İkinci Dünya Savaşı ertesinde adaların birlikteliğinin sağlanmasını kolaylaştırmak için icat edilmişti ve basitliği temel kullanım ilkelerini kolayca öğrenmemi sağlamıştı. Yabancıların pek ender ziyaret ettiği bölgeleri keşfetmeyi, insanlarla konuşmayı ve kültürlerini anlamaya çalışmayı seviyordum. Barış Gönüllüleri deneyimim çoğu işadamı, diplomat ve turistin tuttuğu yollardan uzaklaşmanın, çiftçilerle, balıkçılarla, öğrencilerle, esna la ve sokak afacanlarıyla konuşmanın yararlarını öğretmişti. Ama aynı zamanda, benim gibi insanların Endonezya halkının büyük bölümü üzerinde yarattığı etkiden kaynaklanan suçluluk duygusunun, bir hayalet gibi peşimi bırakmamasını da sağlayacaktı.

Cakarta’dayken Hotel InterContinental’ın havuzunda olabildiğince fazla zaman geçirdim. Nancy’i ya da Mary’i bir daha hiç görememekten dolayı hayal kırıklığına uğramıştım. Ama onların sureti gibi olan soydaşlarıyla sık sık karşılaşıyordum. İçlerinden biriyle, genç bir Taylandlı kadınla yakınlaştık ve bu sayede geyşa geleneğinin sadece Japonlar’la sınırlı olmadığını öğrendim. Biz Amerikalıların da Avrupalıların ve öteki Asyalıların olduğu gibi bu konuda kendimize özgü versiyonları vardır. Ancak öyle görünüyordu ki, o kadınlar arasında Japonlar’ın ideal meslek erbabı olduğu, işlerini başka kültürlerde olmayan bir tavırla mükemmelleştirerek yaptığı konusunda bir uzlaşım vardı ve bunun nedeni bana göre uzun tarihlerinden kaynaklanıyordu.

Benimle arkadaşlık kuran Taylandlı kadın bunu maddi bir çıkar ya da başkası tarafından beni hoşnut kılmakla görevlendirildiği için yapmıyordu. İkinci seçenek iyice abesti, çünkü ben çoktan satılmıştım. Ya sevecen bir yüreği olmasından ya da belki aramızda bir kimyasal çekim doğmasından ötürü benimle birlikte oluyordu. Kendine göre nedenleri her neyse, bunları hiçbir zaman kesin olarak öğrenemedim. Bildiğim, erotik esin sağlayan ve güven verici bir partner olduğuydu. Her şeyin yanı sıra beni uluslararası yüksek düzey iş ve diplomasi ilişkilerinin nasıl yürüdüğü konusunda aydınlattı.

Bir seferinde, “Seni baştan çıkartmaya çalışan bir kadınla birlikteysen, o odada gizli kameralar ve ses kayıt sistemi olduğunu düşünebilirsin,” demi ş ve çabucak gülümseyerek, “Çekici olmadığından değil,” diye eklemi şti. “Sadece işler her zaman aslında göründüğü gibi yürümediğinden.” Kendisi gibi bir kadının dünyanın en önemli pazarlıklarının bağlanmasında kilit rol oynayabileceğini anlattı bana.

İlk görevimden birkaç yıl sonra, üç aylığına Borneo’ya yakın adalardan biri olan Sulawesi’ye gönderildim. Harita üstündeki şekli nedeniyle yaygın olarak ‘koşan sarhoş zürafa’ diye anılan

(24)

bu ada, kırsal gelişim modeli olarak hizmet etmek üzere diğerlerinden ayrılmıştı. Bir zamanlar Doğu Hindistan baharat ticaretinin önemli bir parçasıyken, yüzyılda durgunluğa ve ilgisizliğe terk edilmişt i . Şimdi Endonezya hükümeti burayı bir gelişim sembolüne dönüştürmekte kararlıydı. Biz Amerikalılar ise onu madencilik, ormancılık ve tarım endüstrileri için potansiyel nakit kaynağı olarak görüyorduk. Birçok dev şirket Sulawesi’nin altınına, bakırına ve egzotik ağaçlarına göz dikmişti; büyük bir Teksas çiftli ği binlerce dönüm ormanlık alanı kapatmış, temizlemiş ve iştah açıcı Singapur ve Hong Kong piyasalarına, futbol sahası büyüklüğünde mavnalarla et naklini planlamaya başlamıştı bile. Ada aynı zamanda devletin karşılıklı muhaceret programının kilit noktası olarak görülüyordu ki Amazon’da uygulanan ve Barış Gönüllüsü yıllarımda birlikte çalıştığım insanları son derece etkileyen şemanın bir benzeriydi bu. Dünyanın en yüksek nüfus yoğunluğuna sahip olan Java’daki kentsel kesim, fakirlerini yerleşimin az olduğu bölgelere aktarmayı amaçlıyordu.

Latin Amerika versiyonunda olduğu gibi bu program da derme çatma kenar mahallelerde oturan yoksullaştırılmış halkın, yerleşimin olmadığı kırsal bölgelere dağıtılması, bunu hükümet karşıtı girişim olasılıklarını azaltma yöntemi olarak gören uluslararası kuruluşlarca destekleniyordu. Uygulama, ben Barış Gönüllüleri’nden ayrıldığım sırada, her iki kıtada da uzmanların o tür programların sık sık felakete varan sonuçları olduğunu belirlemesine rağmen devam ediyordu. O bölgenin yerlisi olan insanlar yerinden ediliyor, toprakları ve kültürleri hırpalanıyor, yeni yerle ştirilmiş kentli nüfus netameli toprak yapısını verimli kılmak için başarısızlıkla sonuçlanacak bir mücadeleye giriyordu.

Sulawesi’ye ulaştığımda, bana (Suharto’nun girişimiyle adı Ujung Pandang olarak değiştirilen) eski Portekiz kenti Makasar’ın dışında hizmetçisi, bahçıvanı, aşçısı, arazi aracı ve şoförüyle eksiksiz ve müstakil bir devlet lojmanı tahsis edildi. İşim her zamanki gibi çokuluslu şirketlerin sömürebileceği türden kaynaklara sahip olan her bölgeye yolculuk yapmak, toplumsal liderlerle bir araya gelmek, erişilebilecek her türlü bilgiyi derlemek ve o ortaçağ ekonomisinin (tabii ki muazzam borçlanmalarla hayata geçirilecek) elektrik gelişim ve öteki altyapı projeleriyle modern bir başarıya dönüştürüleceğini ileri süren ışıltılı bir rapor yazmaktı.

Yeni yeni ortaya çıkmaya başlayan Teksas s ığır çiftliğinin yakınlarındaki ‘Batsville’{6} olarak bilinen kasaba, bir enerji santrali yapımı için olası yerlerden biri olarak seçilmişti. Bir sabah erken saatlerde şoförümle yola çıktık ve harika kıyı şeridinin yukarılarında yer alan liman kenti Parepare’ye gittik. Oradan adanın iç kesimlerindeki dağlara uzanan ve orman kesilerek açılmış patikadan biraz daha düzgün olan yola saptık. Kendimi Amazon’a dönmüş gibi hissediyordum.

Arazi aracımız Pirang köyünde durunca şoförüm, “İşte burası,” dedi. “Batsville.”

Etrafa bakındım. Köyün adı merakımı uyarmıştı. Etrafta yarasa aradım ama olağandışı bir şey görmedim. Endonezya’nın her tarafında rastlananlara benzeyen bir meydandan geçtik; tek fark çok sayıdaki ağacın dallarından ekstra büyük boy hindistancevizi gibi sarkan koyu renk hevenk benzeri şeylerdi. Sonra o kümeleri oluşturan şeylerden biri açılıverdi. Dev bir yarasanın kanatlarını gerdiğini görünce yüreğim ağzıma geldi.

(25)

İnanılmaz yaratık tepemizde hareket ediyordu; kanatları yavaşça çözülüp açılıyordu ve gövdekısmı bir maymununki kadar büyüktü. Gözler açıldı, koca bir kafa bize döndü. O hayvanlara dair bir sürü şey duymuştum; elektrik hatlarında kısa devreye neden oluyorlardı ve kanat açıklıkları bazen iki metreye yaklaşıyordu. Ama tüm duyduklarıma rağmen en çılgın düşlerimde bile gördüğümle kıyaslanamazdı.

Daha sonra Pinrang’ın belediye başkanıyla buluştum. Onu yerel kaynaklar, bölgede bir santral yapılmasına yönelik olası tavırlar ve başka yabancıların yatırım yaptığı endüstriler konusunda kısaca sorguya çektim ama aklım yarasalardaydı.

Sorun yaratıp yaratmadıklarını sorduğumda başkan, “Hayır,” dedi. “Her gece uçup giderler ve yerleşimin uzağında meyvelerini yerler. Sabah da geri gelirler. Bizim meyvelerimize asla dokunmazlar.” Çay incan ını bana doğru kaldırdı. “Tıpkı sizin şirketleriniz gibi. Onlar da uçup gider, uzaklardaki kaynaklarla beslenir, dışkılarını Amerikalılar’ın hiç gitmediği yerlere bırakır ve geri döner.”

Bu temayı sıkça duydum. Çoğu Amerikalının, hayat tarzlarının sömürü üstüne kurulduğuna dair (başka ülkelerdeki milyonlarca insanın tersine) en ufak ikri olmadığını anlamaya başlıyordum. Ancak ’lere gelindiğinde ordumuzun demokrasinin savunucusu değil, sömürgeci ticari kuruluşların silahlı bekçisi olduğu gerçeğini görebildiler ve korkup ö keye kapıldılar.

Sulawesi ayrıca, adı kötüye çıkmış Bugi kabilesinin de yurduydu. Avrupalı baharat tüccarları yüzyıllar önce bu en vahşi, dünyanın kana en fazla susamış korsanlarından korkardı. Avrupalılar, ülkelerine döndüklerinde yaramazlık yapan çocukları akıllanmazlarsa ‘Bugimen gelip seni alacak,’ diye korkuturdu.

’lerde Bugiler yüzlerce yıl önceki yaşamlarını sürdürüyordu. Pharus adı verilen muhteşem yelkenlileri adalar arası ticaretin omurgasını oluşturuyordu. Siyah yelkenli kalyonların mürettebatını oluşturan bu adamlar uzun saronglar giyiyor, ba şlarına parlak renkli eşarplar bağlıyor ve göz kamaştırıcı altın küpeler takıyordu; silah olarak da bellerine sardıkları kuşağa geçirdikleri pakları kullanıyorlardı. Eski şöhretlerinden taviz vermeye yanaşmayan bir görüntüleri vardı.

Buli adında, atalarının sanatını onların tarzında devam ettiren yaşlı bir tekne yapımcısıyla ahbap oldum. Bir gün öğle yemeği yerken, bana halkının kendisini hiçbir zaman korsan olarak kabul etmediğini söyledi; onlar sadece yurtlarını işgalcilere karşı koruyordu. Daha önce hiç görmediğim bir meyveden kestiği dilimi uzatırken, “Ne yapacağımızı bilmez bir haldeyiz,” dedi. “Ahşap yelkenlilere doluşmuş bir avuç insan, Amerika’nın denizaltılarını, uçaklarını, bombalarını ve füzelerini buradan nasıl uzak tutabilir ki?”

Bu tür soruları hiçbir zaman duymazdan gelemedim. Ve sonunda yolumu değiştirmem gerektiğine beni ikna eden de bu sorular oldu.

(26)

5-Yozlaşmış ve Acımasız Bir Ülke

Ekonomik tetikçi kariyerimi, Bugi gemi ustasıyla yaptığım konuşmadan yıllar sonra bitirdim. Bu kararı, Bir Ekonomik Tetikçinin İtirafları I’de anlattığım gibi, bir zamanlar İspanya’nın Altın Filosu’nu yağmalayan korsanların kalesi olan Karayipler’e yelkenliyle yaptığım bir tatil gezisi sırasında aldım. Bir öğleüstü eski bir şeker çiftliğinin yıkık duvarlarına oturmuş, o yapıları inşa eden Afrikalı kölelerin yaşadığı dehşeti düşünürken, kendimin de bir köle taciri olduğunu anlamıştım. Yıllardır süren duygusal karmaşanın ve bocalamanın sonunda o işi bırakmaya karar verdim. Uçağa atlayıp Boston’a gittim ve istifa ettim. Ama bu yeni imparatorluğun gerisindeki korkunç gerçekleri ifşa etmedim. Rüşvete dayanamadım, gelen tehditlere direnemedim. Bildiklerimi açıklamayı hep erteledim. Ve aradan geçen yıllar boyunca geçmişim, benliğime musallat olmuş bir hayalet gibi beni izledi, peşimi bırakmadı. Yaptıklarımla ve bildiklerimle yaşamak zorundaydım. Sonra 11 Eylül’ün hemen ertesinde, bir zamanlar Dünya Ticaret Merkezi olan, şimdiyse dehşetengiz, hâlâ için için yanan bir çukura dönüşmüş o şeyin kenarında dikilirken, bir adım daha atmak zorunda olduğuma karar verdim. İtiraf etmeliydim.

Bir Ekonomik Tetikçinin İtirafları I’in ’te yayınlanmasından sonra, radyo yapımcılarından ekonomik tetikçi olarak eylemlerde bulunduğum ülkelerde yaratılmasına neden olduğum etkilere dair çok da fazla şey bilmediğimi ortaya vuran çağrılar almaya başladım. Sovyetler Birliği’ni yenmiş ve dünyada başka hiçbir süper gücün tehdidiyle karşılaşmak zorunda olmayan, ilk gerçek küresel imparatorluk olarak öne çıkmıştık. İlerlemeve sanayileşme kavramlarıyla övünüyorduk. Yeni bir Uçüncü Dünya seçkinleri, şirketokrasinin sadık uşakları sınıfını yaratmıştık. Ya boyun eğdirdiğimiz ülkelerin halklarına ne olmuştu? Kendimi kariyerimin başladığı ülkede güncellemeye karar verdim.

Endonezya’daki genel olguları medya aracılığıyla izlemeye çalışmıştım . Şimdi de sivil toplum örgütlerinden, Birleşmiş Milletler’den, Dünya Bankası ve zamanında hizmet ettiğim başka kuruluşlardan edinilebilecek bilgileri derleyerek daha derin bir araştırma yapmaya koyulmuştum. IMF Krizi olarak da bilinen Asya ekonomik çöküşünü çevreleyen ortama dönük bilgileri derledikçe merakım da derinleşmeye başladı. Yüzlerce milyon insanı doğrudan etkileyecek, binlercesinin (hatta büyük olasılıkla milyonlarcasının) salgın hastalık, açlık, cinayet/intihar nedeniyle hayatını kaybetmesine neden olacak, ardından da dünyanın her tarafına sıçrayacak olan ani çöküş ilk olarak Asya’da patladı. Bu olgu kulak vermeye niyeti olanlara, IMF ve Dünya Bankası’nın gerçek amacının, şirketokrasiyi geri kalan tüm unsurların zararına da olsa zenginleştirerek bir ekonominin nasıl yönetilemeyeceğine dair ders vermek olduğu yönünde güçlü mesajlar veriyordu.

Resmi istatistikler ilk bakışta bizim ’lerde yaptığımız çalışmanın, Endonezya’nın (hiç değilse ’ye kadar) hayranlık duyulacak bir ekonomik düzey tutturmasını sağladığını gösteriyordu. Bu istatistikler düşük en lasyonla, 20 milyar doların üstüne çıkan döviz rezerviyle, milyon dolarlık dış ticaret fazlasıyla ve sağlam bir bankacılık sistemiyle övünüyordu. Endonezya ekonomisi ’lardan ’ye kadar (GSMH ölçeğinde) yıllık ortalama %9 oranında büyümüştü ki bu öngörülen çift haneli büyüme rakamları kadar görkemli olmasa da epeyce etkileyiciydi. Dünya Bankası’ndaki, IMF’deki, müşavir irma ve akademik kuruluşlardaki ekonomistler, bu tür istatistikleri biz ekonomik tetikçilerin

(27)

destekleyerek yürüttüğü gelişim projelerinin başarısını tartışmakta kullanır.

Ne var ki ben, araştırmalarım sonucunda o istatistiklerin vurguladığı ve uzmanların ‘ekonomik mucize’ olarak nitelendirdiği olgunun Endonezya halkına son derece yüksek bir bedele mal olduğunu kısa sürede saptayacaktım. Yarar sadece ekonomi merdiveninin en üst basamaklarını işgal edenlerle sınırlıydı. Ulusal gelirdeki ani ve hızlı ilerlemeye, işçilerin uzun saatler boyunca ve insan hayatını tehdit eden koşullar altında çalıştırılması, yabancı ticari kuruluşlara çevreye verdikleri zarar nedeniyle Kuzey Amerika ve Avrupa’da yasad ışı kabul edilen yöntemlerle üretim yapma lisansı veren politikalar sayesinde ulaşılmıştı. Asgari ücret günde 3 dolar seviyesine yükseltilmişse de, buna pek aldırış eden yoktu. ’de Endonezya nüfusunun tahminen %52’si günde 2 dolardan az bir gelirle yaşıyordu ki bu da birçok perspektiften bakıldığında modern zamanlar köleliği olarak kabul edilebilir. Aç ıktı ki 3 dolar gündelik bile çoğu işçinin ve ailesinin hayatını kolaylaştıracak temel öğelere yetmez.

Endonezya’nın kendi halkına böylesine ağır yük bindiren politikalara boyun eğmesi tesadüf değildir. Ulkenin elitlerinin servetlerini büyütmek için alınan muazzam borçlar başka seçenek bırakmıyordu. Dünya Bankası’nın Küresel Gelişim Mali Raporu’na ve IMF-IFS’ye (IMF’nin Uluslararası Finans İstatistikleri) göre, ülke tüm Asya ülkeleri arasında, sürekli olarak (GSMH’ye oran açısından) en yüksek borç düzeyini tutturmaktadır. Asya çöküşüyle sonuçlanan kritik döneminde, bu rakam hep %60’lar düzeyinde dolaşmış, bazen bunun da üstüne çıkmıştı (ki aynı dönemde Tayland’da %35, Çin ile Hong Kong’da %15 ve Singapur ile Taiwan’da %10 idi). Borçlanma ve k ısa vadeli borçlanma toplamları, döneminde döviz rezervlerinin ortalama %’üne yaklaşıyordu [ki bu oran Tayland’da %, Çin’de %60, Hong Kong ve Taiwan’da %25 idi (Singapur için bilinmiyordu)]. Şurası çok açıktı ki Endonezya’yı olasılıkla asla ödeyemeyeceği kadar büyük borçların altına sokmuştuk; Endonezyalılar bizim ticari kuruluşlarımızı tatmin etmek için kendilerini rehin vermeye zorlanmıştı.{7} Hazırladığımız sahte ekonomik raporlar ve bir denklemden yola çıkarak dünya ekonomisine uyarladığımız GSMH gibi yalan parametrelerle biz ekonomik tetikçiler amacımıza ulaşmıştık. Ulusal ekonomi mihenk taşlarının büyük oranda aldatıcı olduğu bir kez daha kanıtlanmıştı. Aynı koşullar altında örneğine sık rastlandığı gibi, Endonezya’daki artan döviz rezervi, düşük en lasyon, uygun dış ticaret dengesi ve etkileyici GSMH artış rakamları sadece nüfusun küçük ve varlıklı bir kesiminin durumunu tanımlıyordu. Bunun dışında yaşayan herkes korkunç bir yükün altındaydı. Yoksulluk ve insana yönelik kurumsal suistimalle ABD tüketicisi aras ındaki ilinti, olasılıkla dünyanın başka hiçbir yerinde Endonezya’nın se il atölyelerinde olduğu kadar belirgin şekilde görülemez. Dünya Bankası ve IMF’nin özelleştirmeyi ve yabancı kuruluşlara vergi indirimini teşvik eden politikalarıyla desteklenen büyük uluslararası şirketler, insanların asgari ücretin çok altında çalıştırıldığı, protesto ederlerse dövüldüğü ve öldürüldüğü fabrikalara ya sahip olmaktadır ya da o tür yerlerle üretim anlaşmaları yapmaktadır. İnsanlar ürettikleri malın Birinci Dünya ülkelerindeki mağazalarda daha ucuza satılması için muazzam acılara katlanmak zorunda bırakılmaktadır. Ulkede yapt ığım yolculuklar sırasında insanlar bana yanaşıp, Nike, Adidas, Ralph Lauren, Wal-Mart ve The Gap gibi irmaların köleleştirilmiş denebilecek işgücünden nasıl kâr sağladığını anlatıyordu. Her ne kadar bu şirketler üzerinde

(28)

araştırma yapmadıysam da, mallarını piyasada daha ucuza satmak için işçilik maliyetini aşağıya çekme girişiminde olmaları bana mantıklı geliyordu.

Read more

nest...

çamaşır makinesi ses çıkarması topuz modelleri kapalı huawei hoparlör cızırtı hususi otomobil fiat doblo kurbağalıdere parkı ecele sitem melih gokcek jelibon 9 sınıf 2 dönem 2 yazılı almanca 150 rakı fiyatı 2020 parkour 2d en iyi uçlu kalem markası hangisi doğduğun gün ayın görüntüsü hey ram vasundhara das istanbul anadolu 20 icra dairesi iletişim silifke anamur otobüs grinin 50 tonu türkçe altyazılı bir peri masalı 6. bölüm izle sarayönü imsakiye hamile birinin ruyada bebek emzirdigini gormek eşkiya dünyaya hükümdar olmaz 29 bölüm atv emirgan sahili bordo bereli vs sat akbulut inşaat pendik satılık daire atlas park avm mağazalar bursa erenler hava durumu galleria avm kuaför bandırma edirne arası kaç km prof dr ali akyüz kimdir venom zehirli öfke türkçe dublaj izle 2018 indir a101 cafex kahve beyazlatıcı rize 3 asliye hukuk mahkemesi münazara hakkında bilgi 120 milyon doz diyanet mahrem açıklaması honda cr v modifiye aksesuarları ören örtur evleri iyi akşamlar elle abiye ayakkabı ekmek paparası nasıl yapılır tekirdağ çerkezköy 3 zırhlı tugay dört elle sarılmak anlamı sarayhan çiftehan otel bolu ocakbaşı iletişim kumaş ne ile yapışır başak kar maydonoz destesiyem mp3 indir eklips 3 in 1 fırça seti prof cüneyt özek istanbul kütahya yol güzergahı aski memnu soundtrack selçuk psikoloji taban puanları senfonilerle ilahiler adana mut otobüs gülben ergen hürrem rüyada sakız görmek diyanet pupui petek dinçöz mat ruj tenvin harfleri istanbul kocaeli haritası kolay starbucks kurabiyesi 10 sınıf polinom test pdf arçelik tezgah üstü su arıtma cihazı fiyatları şafi mezhebi cuma namazı nasıl kılınır ruhsal bozukluk için dua pvc iç kapı fiyatları işcep kartsız para çekme vga scart çevirici duyarsızlık sözleri samsung whatsapp konuşarak yazma palio şanzıman arızası