dr ihsan jeon muayenehane / Prof. Dr. Alkin ÇOLAK | Personel WEB Havuzu | T.C. Trakya Üniversitesi

Dr Ihsan Jeon Muayenehane

dr ihsan jeon muayenehane

Dr. İhsan Jeon ismi ile tanınan doktor hakkında merak edilenler. Gerçek ismi nedir? aslen nereli? Kısaca kariyeri, hayatı ve biyografisi.

Günümüzde İstanbul Medipol Üniversitesi Hastanesi&#;nde eğitim veren Dr. Eun Sang Jeon Güney Kore asıllıdır. Ülkesinde İnteragtif bir Tıp Fakültesini tamamlamış, modern tıp ve geleneksel tıp alanlarında aynı anda eğitim almıştır.

Ülkemizde İhsan Hoca olarak tanınan Dr. Eun Sang Jeon yılının Ekim ayında Türkiye&#;ye gelmiştir. Erasmus Programı ile yurt dışından gelen öğretim elemanlarından birisidir.

Ekran severler tarafından ise yılında TRT 1 ekranlarında yayınlanan Halit Yerebakan&#;la Doktor Geldi isimli program ile tanınmıştır. Tamamlayıcı Tıp Uzmanı Dr. İhsan Jeon katıldığı programda migren ağrılarının akupunktur tedavisi ile nasıl tedavi edildiğini göstermiştir. Daha önce yine TRT ekranlarında yayınlanmış olan İyi Fikir isimli programda da yer almıştır.

Tüm araştırmalarımıza rağmen Dr. İhsan Jeon &#;un doğum tarihi, yaşı, evlilik (medeni) durumu gibi özel bilgilerine ulaşılamamıştır.

KimNereli

9th International Medicine and Health Sciences Researches Congress (UTSAK), March , ( Poceeding Book)

Amaç: Hekimbaşı Mustafa Behçet Efendi tarafından Türkçeye kazandırılan Fizyoloji Kitabının incelenmesi ve içeriğinin paylaşılmasıdır. Gereç ve Yöntem: Bu çalışmada Hekimbaşı Mustafa Behçet Efendi tarafından İtalyanca aslından Türkçeye “Tercüme-i Fisiologica” ismiyle tercüme edilen ve Esin Kâhya’nın günümüz Türkçesine aktarımı olan “Mustafa Behçet Efendi ve Türkçe İlk Fizyoloji Kitabı” isimli eser incelenmiştir. Bulgular: Hekimbaşı Mustafa Behçet Efendi tarafından eserin orijinalinin yazarının Antonio isminde bir İtalyan olduğundan bahsedilmiştir. Esin Kâhya ön adı Antonio olan kişinin o dönemde fizyoloji konusunda eser vermiş tek kişi olan Leopold Marc Antonio Caldani olduğunu belirtmiştir. Fizyoloji kitabının orijinalinin Caldani tarafından yazılış tarihi ’tür. Mustafa Behçet Efendi’nin bu eserin tercümesini tarihleri arasında yaptığı tahmin edilmektedir. tarihli kitap haline getirilmiş çalışmada tercümenin Sultan III. Selim için yapıldığı belirtilmiştir. Osmanlı Devleti’nin gerileme döneminde kötü gidişe bir dur denilmesini isteyen ve nitekim ’te Mustafa Behçet Efendiye Kasımpaşa’da, Tersane Tıp Mektebininin (Tersane Tabibhanesinin) kurulması görevini veren III. Selim’in tıp eserlerinin tercüme edilmesini desteklemesi onun bilime verdiği önemi göstermesi bakımından dikkat çekicidir. İşte bu eserin günümüz Türkçesine kazandırılmasını sağlayan Esin Kâhya eserinin Birinci Bölümünde; Mustafa Behçet Efendi ve Döneminden, Fisioloci tercümesinin nüshalarından ve Caldani’den bahsederek son olarak Fisioloci tercümesinin kısaca değerlendirmesini yapmıştır. İkinci Bölümde ise Tercüme-i Fisiologica’nın günümüz Türkçesine aktarımına başlayarak sırasıyla, insan vücudunun unsurları, damarlar, kalbin hareketi ve kan dolaşımı, kan, lenf damarları, solunum ve fonksiyonları, beyin ve sinir yolları, beş duyu, kasların hareketi, uyku ve uyanıklık, açlık, susuzluk, çiğneme, yutma, midenin çalışması ve sindirimi, bedenin beslenmesi ve fazlalıkların atılması, idrar ve idrar yolları ile insanın doğumun keyfiyeti konularını aktarmıştır. Eserin son bölümünde İstanbul Topkapı Sarayı Müzesi Müdürlüğü envanterinde H numarası ile kayıtlı olan “Fisyolocya Tercümesi” adlı eserin eski harfli Türkçe tıpkıbasımını sunmuştur. Sonuç: Türkiye’de modern tıp eğitiminin başlamasına öncülük etmiş olan Hekimbaşı Mustafa Behçet Efendi Türk Tıp Tarihinde farklı bir yere sahiptir. Fizyoloji kitabından başka dönemin önemli hastalıkları ile ilgili başka kitaplar da hazırlamıştır. Caldani tarafından fizyoloji hakkında yazılmış kitabın kısa süre sonra Türkçeye kazandırılması tıp alanında Avrupa’da kaydedilen başarıların takip edilmesi bakımından çok değerlidir. Eserin günümüz Türkçesine aktarılması konuyla ilgili kişilerin sadece bu kitabın varlığından haberdar olmalarını sağlamamış o dönemde kendi alanları ile ilgili insanlığın sahip olduğu bilgi düzeyini öğrenmelerini ve bunları günümüzle mukayese etme imkânı bulmalarını sağlamıştır. Önceki yüzyıllardan kalan tıp eserleri için de benzer çeviri ve günümüz Türkçesine aktarma çalışmalarının yapılmasının Türk bilim ve kültür tarihi açısından son derece önemli olduğunu düşünmekteyiz.

1 1

2

3 Türk Plastik Rekonstrüktif ve Estetik Cerrahi Derneği Bildiri Özetleri Kitabı

4

5 Değerli Meslektaşlarım, mızı Ekim tarihlerinde Antalya da gerçekleştireceğiz. Plastik Cerrahi nin tüm alanlarına yer vereceğimiz toplantıda Cerrahi ve Cerrahi Olmayan Estetik Girişimler de zengin bir programla işlenecek. Ülkemizden ve yurtdışından katılan yetkin konuşmacılarımız ve yoğun talep gören konulardan oluşan programımızla; Kurultayda yüksek bir bilimsel seviyeyi yakalamayı hedefliyoruz. Bu yılki Kurultayımız, Yılımızı doldurmanın ağırlığına yakışan şekilde planlandı. Yeniliklerimizin, kolaylaştırıcı bazı uygulamaların da ilginizi çekeceğini düşünüyoruz: Çok sayıda Deneyim Aktarım Sınıfı / Master Class hazırladık ve bunları gün içerisine de dağıttık. Yurtdışı konuşmacılarımızı artırdık. Oturumları interaktif olacak şekilde planlandık, serbest bildiri oturumlarını deneyimli konuşmacılarla daha cazip hale getirdik. Soru ve katkıların elektronik iletileceği ve kurultay programının uygulama üzerinden takip edilebileceği bir sistem oluşturduk. Etkinlikleri rahatça takip edebilmeniz için salon sayısını ikiye indirdik. Kurultayda yüksek talep gören bölümlerimiz yine devam ediyor; kongre öncesi kursları, deneyim aktarım sınıfları/uydu sempozyumları, uzman ve asistan yarışmalarını Kurultayımızda da bulacaksınız. Olağan Genel Kurul Toplantısının da gerçekleşeceği Kurultayda yeni Dernek Kurullarımız seçilecek. Ülkemiz, Estetik/Plastik Cerrahi uygulamalarında Dünyada ilk 8, Avrupa da ilk 5 e giren çok önemli bir konumdadır. Çıtayı daha da yükseltmek, geldiğimiz noktanın hakkını vermek, bilgi, donanım paylaşımlarıyla zenginleşmek için sizleri en geniş katılımla kurultayımıza bekliyoruz. Sadece toplantılarla kurslarla değil, kahve sohbetleriyle, kurulan arkadaşlıklarla, Antalya nın en güzel golf otellerinden biri olan otelimizin dinlendirici ortamıyla, akşam eğlencelerimizle çok güzel bir kurultay süreci geçireceğimizden eminim. Derneğimizin bu özel etkinliğinde, aramızda olmanızı, meslektaşlarınızı davet ve teşvik etmenizi bekliyoruz. Antalya da görüşmek dileğiyle. Akın Yücel TPRECD Başkanı 5

6

7 KURULLAR TPRECD Yönetim Kurulu Dr. Akın Yücel Başkan Dr. İbrahim Vargel Başkan Yardımcısı Dr. Koray Coşkunfırat Genel Sekreter Dr. Selahattin Özmen Bilimsel işler sorumlusu Dr. Cenk Demirdöver İnternet ve Bülten/e-Dergi Sorumlusu Dr. Şükrü Yazar Sayman Dr. Yiğit Özer Tiftikcioğlu TTB-Tarihçe ve Üyelik Sorumlusu 7

8

9 UZMAN BİLDİRİ YARIŞMASI

10

11 DENEYSEL 1 Ratlar Arasında Serum Yolu ile Taşınan İskemik Ön Koşullamanın Random Patern Deri Flebi Üzerindeki Etkisi Erkan Orhan 1, Özgür Gündüz, Oktay Kaya, Meltem Öznur, Ertan Şahin 1 Gaziantep Üniversitesi Tıp Fakültesi, Plastik, Rekonstrüktif ve Estetik Cerrahi ABD, Gaziantep Giriş:Flep cerrahisinin en önemli komplikasyonu, iskemi ve/veya iskemi-reperfüzyon(i-r) hasarın nedeni ile olan kısmi veya tam flep kaybıdır. Flep dokusunun iskemi ve İ-R hasarına karşı dayanıklılığı arttırıcı yöntemlerden biri de, koruyucu etkinin dokular arasında kan serumu içindeki proteinler aracılığı ile taşındığı uzak iskemik ön koşullamadır(ripc). Bizim bu projede amacımız kan serumunun nakli ile RIPC in flepler üzerindeki koruyucu etkisinin farklı bireyler arasında taşınıp taşınamayacağını göstermektir. Yöntem:Çalışmada adet sıçan kullanıldı. Sıçanların 8 tanesinden (grup x) bir işlem yapılmadan, 8 tanesinden RIPC yapıdıktan 1 saat sonra, 8 tanesinden ise RIPC yapıldıktan 24 saat sonra kan serumu alındı ve geri kalan sıçanlar her grupta 16 sıçan olacak şekilde 6 gruba ayrıldılar. Grup 1 de sadece sırt bölgesinde randon patern deri flebi kaldırıldı, Grup 2 de RIPC yapıldıktan 1 saat sonra, Grup 3 de RIPC yapıldıktan 24 saat sonra, Grup 4 de, grup x den, Grup 5 de Grup y den ve Grup 6 da Grup z den elde edilen serumun intravenöz enjeksiyonundan 1 saat sonra flep cerrahisi yapıldı. Flep cerrahisinden 7 gün sonra da kalan sıçanlardaki fleplerindeki yaşayan bölge oranları hesaplandı ve sonuçlar istatistiksel olarak karşılaştırıldı. Bulgular: Fleplerdeki yaşayan alanın tüm flep alanına oranı Grup 1 de; % ( ), Grup 2 de % ( ),Grup 3 de % ( ), Grup 4 de % ( ), Grup 5 de % ( ) ve Grup 6 da % ( ) olarak hesaplandı. Sonuçlar İistatistiksel olarak karşılaştırıldığında, Grup 2,3 ve 6 daki yaşayan alan oranlarının diğerlerinden istatistiksel olarak anlamlı olacak şekikde daha fazla olduğu, Grup 3 ve 6 daki yaşayan alan oranlarının, Grup 2 den istatistiksel olarak anlamlı olacak şekilde daha fazla olduğu, Grup 3 ile 6 arasında ise fark olmadığı tespit edildi. KLİNİK 1 Rinoplastide Yeni Bir Teknik: Superior Bazlı Transpozisyon Flebi Süleyman Taş Giriş: Alt lateral kartilajların (ALK), sefalik bölgesine yapılan trim işlemi, burun ucundaki bülböziteyi gidermek için rinoplastide yapılan ana manevralardan biridir. Ancak, bu işlem sıkılmış burun ucu defomitesine ve valv kollapsılarına neden olma potansiyeline sahiptir. Amaç: Rinoplasti ameliyatında, skroll alanı korurken, internal ve eksternal nazal valvi destekleyen, ALK yı yeniden şekillendirmek, güçlendirmek ve lokalize etmek amacıyla kullanılan Superior Bazlı Transpozisyon (SBT) Flebinin teknik anlatımı ve klinik sonuçlarının sunulması amaçlanmıştır. Gereç ve Yöntem: Sunulan teknikle, toplam hasta (kadın, ; erkek, ) ameliyat edildi. Veriler retrospektif olarak değerlendirildi. SBT flep, basitçe, ALK nın sefalik kısmından hazırlanan, skroll bazlı bir kıkırdak ada flebidir. Bu flep, kalan ALK üzerine kaydırılarak adapte edilmektedir. Bulgular: Fonksiyonel olarak, SBT flebin, ALK yı destekleyerek eksternal valvi güçlendirdiği, skroll bölge ile olan bağlantısı kesilmeyen bu kıkırdak ada flebinin, internal valv açısını arttırdığı tespit edilmiştir. Estetik olarak, ALK deki konveksite ya da konkavite probleminin 2 yüzeyin farklı açılarda adaptasyonu ile çözülebildiği ve trim işlemi yapılmış gibi daha kibar burun uçlarının oluşmasını sağladığı gözlemlenmiştir. Sonuç: SBT flebin, internal ve eksternal valv desteğini arttırması, skroll bölgeyi koruması, ALK nın şekillendirilmesini ve yeniden oryante edilebilmesini sağlarken, aynı zamanda estetik açıdan kibar burun uçlarının elde edilmesine imkan vermesi, primer rinoplastideki ana manevralardan biri olabileceğini göstermiştir. Sonuç: Bu çalışma ile RIPC flepler üzerinde koruyucu etki oluşturduğu ve bu etkinin kan serumu ile bireyler arasında taşınabileceği gösterilmiştir. 11

12 KLİNİK 2 Geçmişten Günümüze Plastik Cerrahinin Akademik Fotoğrafı: Yılları Arası Uluslararası Dergilerde Yayınlanmış Olan Plastik Cerrahi Yayınlarının Bibliometrik Analizi Ahmet Demir 1, Tonguç İşken 1 Antalya Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Plastik, Rekonstrüktif ve Estetik Cerrahi, Antalya Giriş: Yaptığımız bu bibliometrik çalışmada son 42 yılda plastik cerrahi ile ilgili olan literatürün uluslararası arenadaki ve Türkiye deki durumunu ve bunların birbiriyle karşılaştırılması ile ilgili sonuçlarını ortaya koymaya çalıştık. Türk Plastik Rekonstrüktif ve Estetik Cerrahi Derneği Gereç ve Yöntem: Web of Science (v) çevrim içi kütüphanesi kullanılarak yılları arasında yayımlanmış olan yayınlar uluslararası ve Türkiye için ayrı ayrı olarak, yayınların yıllara göre dağılımı açısından, kaynak ülkelerin sıralaması açısından, yayınlandıkları kurumların sıralaması açısından, yayınlandıkları dergi sıralaması açısından, aldıkları atıf açısından ve yazarları açısından analiz edilerek sonuçlar sayısal olarak sunulmuştur. Bulgular: Rohrich RJ dün ya çapında plastik cerrahi alanındaki lük yayın sayısı ile ilk sırada yer almaktadır. Türkiye plastik cerrahi literatürüne katkı sıralamasında ülkeler klasmanında 4. sırada yer almaktadır. Sonuçlar: Yayınların popülaritesi yüksek dergilerde yayımlanmasının yayına katkı sağlayacağı düşüncesi yanlıştır. Son yıllarda Türkiye den plastik cerrahi literatürüne yayın katkısı azalma eğilimi göstermektedir. Uluslararası ve ulusal anlamda akademik gelişim ve eğilimin daha kolay anlaşılması için bibliometrik analiz çalışmalarının 5 yılda bir yapılması söz konusu olabilir. 12

13 ASİSTAN BİLDİRİ YARIŞMASI

14

15 DENEYSEL BİLDİRİLER ABY-D 01 Haşlanma Yanığı Modelinde Aksolotl Blastema, Aksolotl Trombositten Zengin Plazma ve Rat Trombositten Zengin Plazma Uygulamalarının Etkinliği Hasan Çelik 1, Mustafa Sütçü 4, Mustafa Hancı 1, Bircan Kolbaşı 2, Turan Demircan 3, Mustafa Keskin 1, Naci Karacaoğlan 1, İlknur Keskin 2 1 İstanbul Medipol Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Plastik Rekonstrüktif ve Estetik Cerrahi Anabilim Dalı, İstanbul 2 İstanbul Medipol Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Histoloji ve Embriyoloji Anabilim Dalı, İstanbul 3 İstanbul Medipol Üniversitesi, Uluslararası Tıp Fakültesi, Tıbbi Biyoloji Anabilim Dalı, İstanbul 4 Selçuk Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Plastik Rekonstrüktif ve Estetik Cerrahi Anabilim Dalı, Konya Giriş: Günümüzde çocuklarda yanık sık olarak görülmekte olup en sık sebebi haşlanmadır. Yanığın tedavisi uzun ve pahalı bir süreçtir. Yüzeyel ve derin yanıklarda hızlı tedavi sağlayarak hastada oluşabilecek morbiditelerin asgaride tutulması hedeflenmektedir. Bu nedenle yanık yarasında ideal bakım ürünü ve ideal yanık tedavisi ne ulaşma gayesi süregelmektedir. Aksolotlarda yara iyileşmesinin skarsız ve rejenerasyonun kusursuz olması, yanık skarı tedavisinde olumlu etkisinin olabileceğini akla getirmiştir. Neotenik bir hayvandır, tam yetişkin boyutuna ve cinsel olgunluğa ulaşsa bile larva özelliklerini korur, metamorfozu tamamlayamaz. Aksolotlar hem karada hem suda yaşayabilen yaşamları boyunca kaybettikleri vücut yapılarını tam olarak yenileyebilen ve bunu yapabilen nadir yetişkin omurgalı canlılardır. Bu amaçla çalışmamızda yara iyileşmesinde etkinliğine dair birçok çalışma bulunan Trombositten Zengin Plazma (PRP) ve etkinliği daha önce ortaya konulmamış, aksolotların yenilenmesinde kilit rol aldığı düşünülen blastema dokusunun kullanılması planlandı. Çalışmamızda Aksolotl blasteması ve PRP si ile Rat PRP sinin etkinlikleri karşılaştırıldı. Materyal Ve Metod: Çalışmamız aksolotl ve rat olmak üzere 2 farklı deney hayvanı ile planlandı. Yanık modeli için ağırlıkları g arasında değişen beşer aylık 40 adet Wistar Albino türü ratla beraber Blastema ve PRP eldesi için 6 aylık 10 adet Ambystoma Mexicanum türü aksolotl kullanıldı. Ratlarda yanık oluşturulmadan 7 gün önce aksolotl blasteması elde etmek için aksolotların üçer ekstremitesi ampute edildi ve 7 gün sonra meydana gelen blastema dokusu tariflenen protokollerce homojenize edildi. Blastema eldesinden sonra aynı aksolotların solungaç venlerinden alınan birer cc kan ile PRP hazırlandı. Rat PRP si de aynı şartlar altında elde edildi. Hazırlanan PRP örneklerindeki trombosit miktarı SysmexXTi cihazı (Japonya ) ile ölçülerek teyit edildi. Hazırlanan düzenek ile tüm ratlarda 2 cm çaplı, düzgün sınırlı haşlanma yanığı C suyun 10 sn teması ile oluşturuldu. Sıcak su temasından sonra amaçladığımız funduszeue.info yanık oluşması için 30 dk beklendi. Tüm ratlar 2. derece yanık oluşturulduktan sonra rastgele sekizerli 5 gruba ayrıldı. 1. Grup - Kontrol; hiç bir uygulama yapılmadı. 2. Grup - Sham; topikal olarak gümüş sülfadiazin (Silverdin ) krem 16 gün boyunca günde bir defa uygulandı. 3. Grup Rat PRP; her bir ratın kendisinden hazırlanan PRP intralezyonel enjekte edildi 4. Grup Aksolotl PRP; intralezyonel PRP enjeksiyonu yapıldı. 5. Grup Aksololt Blastema; intralezyonel blastema enjeksiyonu yapıldı. Makroskopik değerlendirme için her gruptan rastgele seçilen 2 ratın yanık bölgesi üç günlük aralıklarla fotoğraflandı ve yanık yüzey alanlarındaki küçülme Image J (Amerika ) programı ile ölçüldü. günün sonunda son fotoğraflamayı takiben yanık bölgeleri eksize edildi. Alınan taze doku örnekleri iki eşit parçaya ayrıldı. Birinci parça; immun-görüntüleme için Western-Blot protokolü çalışmak üzere kuru buz içine alınarak C de saklandı. İkinci parça; ışık mikroskobu altında değerlendirmek üzere %10 luk tamponlu formaldehit içerisinde tespit edilerek oda sıcaklığında saklandı. Mikroskopik değerlendirme için yara uçları arasındaki mesafe ölçümü ve skorlama yapıldı. Skorlama için epidermal ve dermal rejenerasyon miktarı, granülasyon dokusu kalınlığı ve anjiyogenez farkları değerlendirildi. İmmun-histokimyasal değerlendirme için Western-Blot protokolü ile dokulardaki protein miktarları ölçüldü. Bu ölçümlerde VEGF-alfa, IL-6, TNF-alfa ve Kollajen I olmak üzere dört proteinin değerleri tespit edildi. Sonuçlar immün boyama ile doğrulandı ve istatistiksel olarak değerlendirildi. Bulgular: Makroskopik değerlendirmede yanık yüzey alanında en az küçülme (1,73 cm2) kontrol grubunda iken; en fazla küçülme (2,84 cm2) blastema grubunda tespit edildi. Gruplar arasında istatistiksel olarak anlamlı fark bulunmadı (p=0,). Yara uçları arasındaki mesafenin değerlendirilmesinde; kapanma mesafesi Blastema grubunda , μm olarak belirlendi. Kontrol (, μm-p=) ve Sham (, μm-p=) grubuna göre istatistiksel olarak anlamlı düzeyde fark bulundu. Skor çalışmasında Blastema grubu 10,8 puan ile en yüksek puanı aldı. Kontrol ve Blastema grupları arasında granülasyon dokusu ve anjiogenez açısından bakıldığına Blastema grubunda istatistiksel olarak anlamlı derecede daha iyi sonuç elde edildi (p=0, ve p=0,). İmmun-histokimyasal inceleme için Western-Blot Protokolünde IL-6 değerlendirmesinde Blastema (1,), Aksolot PRP (1,) ve Rat PRP (1,) grupları kontrol grubu ile kıyaslandığında istatistiksel olarak anlamlı fark bulundu (p< 0,05). TNF-alfa değerlendirmesinde Blastema (p=0,) ve Aksolotl PRP (p=0,) grupları kontrol grubu ve sham grubu ile kıyaslandığında istatistiksel olarak anlamlı fark bulundu. Ancak Rat PRP grubu ile Kontrol (p=0,) ve Sham grubu (p=0,) arasında istatistiksel olarak fark saptanmadı. Kontrol grubu VEGF-alfa değerleri diğer 4 grup ile karşılaştırıldığında sadece Blastema (p=0,) ve Aksolot PRP (p=0,) arasında istatistiksel olarak anlamlı fark saptandı. Rat PRP grubu ile Aksolotl PRP grubu arasında Aksolotl PRP grubu lehine istatistiksel olarak anlamlı fark saptandı (p= 0,). Rat PRP grubu ile Blastema grubu arasında Blastema grubu lehine istatistiksel olarak anlamlı fark saptandı (p= 0,). Kollajen I değerlerinde ise Kontrol grubu ile diğer 4 grubun karşılaştırmasında sadece Blastema (p=0,) grubunda istatistiksel olarak anlamlı fark belirlendi. Tartışma: Aksolotların istisnai rejenerasyon ve kendini tamir etme yeteneğinin arkasındaki moleküler mekanizmalar henüz net değildir. Bununla birlikte aksolotl doku ve hücrelerinin memelilerin kutanöz yara iyileşmesini artırıp arttırmadığını incelemek için literatürde ilk olan çalışmamızda yanık yarası iyileşmesi için aksolotl dokularının ve hücrelerinin etkilerini araştırdık. Memelilerdeki saat süren epitelizasyon periyodunun 15

16 aksolotlarda 4 saatte gerçekleştiği bilinmektedir. Bununla uyumlu olarak blastema grubunda epitelizasyonun daha hızlı ilerlediği, dermal papillaların belirgin ve daha düzenli olduğu görüldü. Yara iyileşmesinde endotel hücrelerini uyararak yeni kan damar oluşumunu sağlayan ve anjiogenez göstergesi olan VEGF-alfa sitokin seviyeleri de ölçülmüş olup sadece Blastema ve Aksolotl PRP grubundaki yüksek VEGF-alfa değerleri istatistiksel olarak anlamlı bulunmuştur. TNF-alfa ise yara onarımının ilk evresini proinflamatuvar sinyaller göndererek başlatan sitokinlerden birisi olduğundan Blastema ve Aksolotl PRP grubundaki iyileşmenin daha hızlı olmasının da aynı etki mekanizması ile olduğunu düşünmekteyiz. Yara iyileşmesi ile IL-6 seviyesi arasında korelasyon olduğu, eksojen IL-6 verilmesinin iyileşmeye olumlu etki ettiği gösterilmiştir. Çalışmamızda da Blastema ve Aksolotl PRP gruplarında IL-6 seviyesinin en yüksek olduğu görülmüş olup, bu fark istatistiksel olarak anlamlıdır. Kollajen I seviyesinin blastema grubunda daha az bulunmasının da anlamı vardır. Bilindiği gibi ideal yara iyileşmesinde Tip III/Tip I oranının yüksek olması beklenmekte olup; Blastema grubunda en yüksek orana ulaşılmıştır. Ve tip I oranlarındaki fark sadece blastema grubunda istatistiksel olarak anlamlı bulunmuştur. Makroskopik, Histolojik ve İmmun-histokimyasal Sonuçlar GRUPLAR Makroskopik Küçülme (cm²) Yara Uçları Arasındaki Mesafe (μm) Skor Çalışması (puan) IL-6 değerleri (br) TNF-α değerleri (br) VEGF-α değerleri (br) Kollajen I değerleri (br) Kontrol 1,73 , 4,8 0, 0, 1, 1, Sham 2,5 , , 0, 1,29 1, Rat PRP 2,09 , 7,8 1, 0, 1, 1, Aksolotl PRP Aksolotl BLASTEMA 2,4 , 9,8 1, 0, 1, 1,16 2,84 , ,8 1, 1, 1, 1, Sonuç: Çalışmamız yanık tedavisinde Aksolotl PRP si ve Aksolotl Blastema sının kullanıldığı literatürdeki ilk deneysel çalışmadır. Yanık iyileşmesinde en iyi sonucun blastema grubunda alındığı görülmüş olup; bu sonuç istatistiksel olarak da anlamlıdır. Aksolotl Blastema, Aksolotl PRP eldesi ve Standart Yanık Oluşturma Modeli için oluşturduğumuz yeni protokoller; başka çalışmalarda da etkili bir şekilde kullanılabilir. Bu metodlar ile yapılacak ileri çalışmalar ile yanık tedavi süresini, maliyetini ve hastanede kalış süresini azaltacak yeni ürünler geliştirilebileceği kanaatindeyiz. Deney Aşamaları 16

17 ABY-D 02 Botulinum Toksin ile Ön Koşullandırmanın Yağ Grefti Sağ Kalımı Üzerine Etkisi Samet Şendur, Conor Alakuş, Mehmet Bayramiçli, Özhan Çelebiler Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi, Plastik Rekonstrüktif ve Estetik Cerrahi, İstanbul Giriş-Amaç: Son yıllarda otolog yağ grefti uygulamaları, rekonstrüktif ve estetik cerrahide sıkça kullanılmaktadır. Yağ grefti uygulamasının ana avantajları; kolay uygulanabilir olması, tekrarlanabilir olması, hastanın mevcut dokularının kullanılması ve uygulanan hastaya göre istenilen miktarda elde edilebilir olmasıdır. Yağ grefti sağ kalım oranlarının yüzde 20 ile 90 arasında değişim göstermesi ve bu sağ kalımın ön görülemez olması ise en önemli dezavantajıdır (Ersek, ) (Goldwyn, ). Botulinium toksin enjeksiyonları, yüz germe efekti (Kashkouli, Amani, Jamshidian-Tehrani, Yousefi, & Jazayeri, ), skar dokusunu azaltma (Xiao, Zhang, Liu, & Ren, ) ve flep sağkalımını artırma (Chenwang et al., ) gibi geniş yelpazede klinik uygulamalarda kullanılmaktadır. Deri fleplerinde botulinium toksin-a nın sempatik nöronları baskılaması sonucunda vazodilatasyon yapması ile flebin kan akımını ve yaşayabilirliğini arttırabileceğini, bunu da VEGF ve CD31 gibi mediyatörlerin salınımını artırması ile gerçekleştirdiğini belirten çalışmalar literatürde mevcuttur (Kim et al., ). Bu çalışmanın amacı; sıçanlarda botulinium toksin-a ile denerve edilmiş ve damarlanması artmış alanlardan alınan veya böyle alanlara verilen yağ greftinin sağ kalımına etkisinin hem alıcı hem de verici alan üzerinden değerlendirmektir. Gereç-Yöntem: Bu çalışma çift kör randomize bir çalışma olarak tasarlanmıştır. Araştırmamızda 40 adet Wistar cinsi sıçanlar randomize olarak 5 gruba ayrılmıştır. Tüm gruplarda yağ grefti verici alan olarak sağ inguinal yağ yastıkçığı ve alıcı alan olarak interskapular bölgedeki dorsal subkutan saha kullanılmıştır. Kontrol grubu dışındaki enjeksiyonlar, gruplara uygun olarak belirtilen bölgelere uygulanmıştır. Kontrol grubunda (grup 1); yağ grefti, sağ inguinal bölgeye insizyon ile girilip yağ yastıkçığı şeklinde alınmıştır. Verici alanın primer sütüre edilmesinin ardından, alınan yağ grefti serum fizyolojik ile yıkanıp, dorsal subkutan bölgeye kesi ile girilmiş ve burada standart olarak açılan alana yerleştirilmiştir. İkinci grupta; sağ inguinal bölgeye Ü (0,75 cc serum fizyolojik içerisinde) botulinium toksin A (BTx- A) enjeksiyonu uygulanıp, 7 gün sonra aynı işlem ile alınan yağ grefti dorsal subkutan bölgeye aynı işlem ile yerleştirilmiştir. Üçüncü grupta; sağ inguinal bölgeye 0,75 cc serum fizyolojik enjeksiyonu uygulanıp, 7 gün sonra aynı işlem ile alınan yağ grefti dorsal subkutan bölgeye aynı işlem ile yerleştirilmiştir.dördüncü grupta; dorsal subkutan bölgeye Ü BTx- A (0,75 cc serum fizyolojik içerisinde) uygulanıp; yedi gün sonra, sağ inguinal bölgeden alınan yağ grefti ön koşullandırılan dorsal subkutan bölgeye aynı işlem ile yerleştirilmiştir. Beşinci grupta ise; dorsal subkutan bölgeye cc serum fizyolojik uygulanıp; 7 gün sonra, sağ inguinal bölgeden alınan yağ greftinin, daha önce enjeksiyon yapılan dorsal subkutan bölgeye aynı işlem ile yerleştirilmiştir. Beş gruptaki dorsal bölgeye yerleştirilmiş olan yağ greftleri sekiz haftanın sonunda ağırlık ve hacim kaybı açısından, apoptotik hücre varlığı açısından ve histopatolojik olarak da beş kriter altında (kist oluşumu, inflamasyon, anjiyogenez, hasarlı uniloküler yağ doku varlığı ve multiloküler yağ doku oluşumu) incelenmişfunduszeue.info bir grubun kendi içerisindeki ağırlık ve hacim değişim verileri Wilcoxon matched pairs signed rank test ile değerlendirilmiştir. Beş grubun biribiri ile histolojik parametrelerin değerlendirilmesinde Kruskal- Wallis (non-parametrik ANOVA) testi kullanılmıştır. Bu testte değerlerin anlamlı bulunması durumunda ise Dunn çoklu karşılaştırma testi ile gruplar ikili olarak karşılaştırılmıştır. Bulgular: Yağ greftlerindeki ağırlık ve hacim kaybı açısından gruplar arasında anlamlı bir farkın olmadığı tespit edildi (p >0,05). Ancak dorsal alıcı alana botulinum toksin-a (BTx- A) enjeksiyonu uygulanan dördüncü gruptaki yağ grefti ağırlık kaybının en az olduğu, kontrol grubu olan birinci gruptaki yağ grefti ağırlık kaybının ise en fazla olduğu tespit edildi. Beş grup arasında; kist oluşumu, inflamasyon derecesi, apoptotik hücre varlığı ve anjiyogenez açısından anlamlı bir farkın olmadığı tespit edildi (p > 0,05). İnguinal ve dorsal bölgenin BTx-A ile ön koşullandırıldığı iki gruptaki anjiogenez skorlamasının diğer gruplara göre göreceli olarak artmış olduğu saptandı. Hasarlı uniloküler yağ doku varlığı açısından gruplar değerlendirildiğinde; verici alana (inguinal bölgeye) BTx-A enjeksiyonu yapılan grupta (grup 2), hasarlı doku oranının istatistiksel olarak anlamlı derecede azalmış olduğu tespit edildi (p: ). Multiloküler yağ doku oluşumu açısından gruplar değerlendirildiğinde ise; alıcı alana BTx-A enjeksiyonu yapılan grupta (grup 4), yeni yağ doku oluşumunun istatistiksel olarak anlamlı derecede artmış olduğu tespit edildi (p: ). Tartışma ve Sonuç: Botulinum toksin-a ile birlikte yağ grefti işlemi plastik ve rekonstrüktif cerrahide yaygın olarak kullanılmaktadır. Bununla birlikte, bu kombine kullanım halen tartışmalıdır. Baek ve arkadaşlarının yaptıkları bir çalışmada, BTx-A ile karıştırılarak verilen yağ greftlerindeki hücresel bütünlüğün, yağ grefti ağırlığının ve hacminin istatistiksel olarak anlamlı derecede artmış olduğu, bununda alıcı alandaki kas kasılmasının BTx-A ile azalmasına bağlı olabileceği savunulmuştur (Baek et al., ). Bizim çalışmamızda, alıcı alandaki kas kasılmasına BTx-A ile müdahale edilmeksizin verici alana uygulanan BTx-A grubunda hasarlı yağ dokularının anlamlı derecede daha az olduğu ortaya konulmuştur. Elde edilen bu sonuç ise, BTx-A nın yağ grefti üzerine etkisinin sadece kas kasılmasını engelleyerek etki etmediği şeklinde yorumlanabilir. Tang ve arkadaşlarının yaptıkları deneysel bir çalışmada ise botulinum toksin-a ile karıştırılarak verilen yağ greftlerinde CD31 ve VEGF ekspresyon düzeyinin istatistiksel olarak arttığı saptanmıştır (Tang et al., ). Bizim çalışmamızda ise BTx-A nın etkinliği dokular üzerine ön koşullandırma yapılarak ve verici alan üzerindeki etkisi de araştırmaya alınarak yağ grefti sağ kalıma etkisi incelenmiştir. Sonuç olarak bizim çalışmamızda alıcı ve verici saha BTx-A ile ön koşullandırılmasının ardından yağ grefti sağ kalımı araştırılmıştır. Verici alanın BTx-A ile ön koşullandırıldığı yağ greftlerinde hasarlı yağ doku oranın istatistiksel olarak anlamlı derecede azalmış olduğu, alıcı alanın BTx-A ile ön koşullandırıldığı yağ greftlerinde ise yağ greftindeki yeni multiloküler yağ oranın istatistiksel olarak anlamlı derecede artmış olduğu tespit edilmiştir. Alıcı alanda BTx-A ile kas kasılması engellenmeksizin sadece verici alana BTx-A uygulanan grupta hasarlı yağ dokuların daha az olması, BTx-A nın yağ grefti üzerinde sağ kalım artırıcı etkisinin sadece kas kasılmasını engelleyerek yapmadığını göstermektedir. Alıcı veya verici sahanın botulinum toksin-a ile ön koşullandırılan dokulardaki yağ grefti sağ kalım artışının net mekanizması ve bunun adipoz kökenli kök hücre ile ilişkisi ilerleyen çalışmaların konusu olabilir. 17

18Kapsül kontraktürü etiyolojisinde, implant yüzeyinde oluşan biyofilm tabakası ve bunun yarattığı subklinik inflamatuar sürecin önemli bir yer tuttuğu son yıllarda daha iyi anlaşılmıştır. Öte yandan, yılından sonra giderek artan sıklıkta tanı konan, meme implantıyla ilişkili anaplastik büyük hücreli lenfoma (BIA-ALCL) nın da etiyolojisinde implant yüzey yapısının özellikleri ve genetik yatkınlıkla birlikte, biyofilm oluşumunun olduğu düşünülmektedir. Farklı yüzey yapısına sahip implantlarda, kapsül kontraktürü oranlarının farklı olduğu bilinmekte; literatürde, poliüretan kaplı implantlarda kapsül kontraktürü oranlarının pürtüklü ve düz yüzeyli protezlere göre daha az olduğu bildirilmektedir. İmplantların yerleştirilmeden önce antibiyotikli solüsyonlarla yıkanmasının kapsül kontraktürü, biyofilm ve ALCL gelşmesine etkileri konusunda çelişkili yayınlar mevcuttur. Bu çalışmada, farklı yüzey yapılarına sahip meme implantlarının, bakteriyel bulaş sonucu biyofilm oluşması ve antibiyotikli solüsyon ile yıkanması sonrasında biyofilm oluşması açısından herhangi bir fark olup olmadığı konusunda karşılaştırılması planlanmıştır. Gereç ve Yöntem: Çalışmada 24 adet Long Evans türü sıçan kullanıldı. Sıçanlar, her bir grupta 6 adet olacak şekilde 4 gruba ayrıldı. Her bir sıçanda, sırt bölgesine düz, pürtüklü ve poliüretan kaplı olmak üzere 3 farklı yüzey yapısına sahip, 1x1 cm boyutlarında ve 2 ml hacminde mini-implantlar (Polytech Health & Aesthetics GmbH, Almanya) yerleştirildi. 1. Grup: İmplantlar hazırlanan ceplere doğrudan yerleştirildi (steril implant grubu) 2. Grup: İmplantlar önce CFU/ml Staphylococcus epidermidis içeren ortamda, 24 saat bekletildikten sonra, hazırlanan ceplere yerleştirildi. (enfekte implant grubu) 3. Grup: İmplantlar, CFU/ml Staphylococcus epidermidis içeren ortamda 24 saat bekletilip, ardından mg/3ml rifamisin sodium içeren ortamda 1 dakika bekletildikten sonra hazırlanan ceplere yerleştirildi. (antibiyotikli-enfekte implant grubu) funduszeue.info: İmplantlar, mg/3ml rifamisin sodium içeren ortamda 1 dakika bekletildikten sonra hazırlanan ceplere yerleştirildi. (antibiyotikli implant grubu) Tüm gruplardaki sıçanlar, üçüncü ayın sonunda feda edildi. İmplant ve kapsüle ait klinik değerlendirme Baker skorlaması ile, biyofilm oluşumu taramalı elektron mikroskobik inceleme ile, bakteriyel yükleri mikrotitrasyon plaka yöntemi ile, kapsül histolojisi Masson üçlü boyası ile değerlendirildi. İstaitistiksel değelendirme için Kruskal Wallis ve Friedman testleri kullanıldı Bulgular: Baker skorlaması: Klinik değerlendirmede hiçbir implantta ekspozisyon olmadı. Enfekte implant grubunda (Grup 2) altı adet pürtüklü implantın tümünde (%) ve antibiyotikli-enfekte implant grubundaki (Grup 3) altı adet pürtüklü implantın beşinde (%83,3) kapsül kontraktürü tespit edildi. Düz ve poliüretan kaplı implantların hiçbirinde kontraktür gelişimi tespit edilmedi. Histolojik değerlendirme: Kapsül kalınlığı ve inflamatuar hücre yoğunluğunun, pürtüklü implantlarda anlamlı olarak daha fazla olduğu tespit edildi (p=). Taramalı elektron mikroskopisi sonuçlarına göre; bakteri kontaminasyonu yapılan Grup 2 ve 3 te tüm implant yüzeyleri arasında en az biyofilm oluşumu, düz yüzeyli implantlarda tespit edildi. Poliüretan ve pürtüklü yüzeyli implantlardaki biyofilm oluşumu, düz implantlara göre daha fazla olmakla birlikte, iki grup arasında belirgin fark yoktu. Grup 3 te, Grup 2 ye oranla tüm implant yüzeylerinde daha az biyofilm oluştuğu tespit edildi. Mikrobiyolojik değerlendirme: Mikrotitrasyon plaka yöntemi ile bakteri yükü tespitinde; her üç tip implant yüzeyinde bakteri kontaminasyonu sonrasında, steril gruba oranla bakteri yükünde artma görüldü. İstatistiksel olarak sadece pürtüklü yüzeydeki bakteri yükü artışı anlamlı bulundu (p<). Düz ve poliüretan implantların bakteri kontaminasyonu sonrası bakteri yük artışları istatistiksel olarak anlamlı bulunmadı. Grup 3 te, üç farklı yüzeye sahip implantlarda, Grup 2 ye göre bakteri yükünde azalma tespit edildi, ancak her üç yüzey için de bu azalma istatistiksel olarak anlamlı bulunmadı. Sonuç: 1. Staph. epidermidis ile bulaş sonrasında pürtüklü implantlarda, düz ve poliüretan kaplı implantlar ile karşılaştırıldığında, daha fazla denekte kapsül kontraktürü oluştuğu görülmüştür. 2. Antibiyotik solüsyonu ile implantın yıkanmasının, her üç farklı yüzey yapısında da bakteri yükünün azaltmasına rağmen, pürtüklü implantlarda kapsül kontraktürü gelişmesini önleyemediği saptanmıştır. 3. Pürtüklü ile poliüretan implantlar arasında biyofilm oluşumu açısından bir fark tespit edilememesine rağmen, pürtüklü implantlarda gözlenen kapsül kontraktürü 18

19 poliüretan implantlarda tespit edilememiştir. Bu durum, poliüretan yüzeyin üç boyutlu fiziksel özelliklerinin, biyofilm oluşmasına rağmen, kapsüldeki kollajen diziliminin paralel ve konsantrik yapıda olmasını engelleyerek kapsül kontraktürünü önlediği şeklinde yorumlanabilir. İmplant ve Kapsül Dokuları üçüncü ayın sonunda grup 2 deki bir deneğe ait mini-implant ve kapsül dokularının görünümleri, A)düz, B)poliüretan, C)pürtüklü yüzeye sahip implantların görünümleri Deney Grupları GRUP 1 POLİÜRETAN GRUP 1 PÜRTÜKLÜ GRUP 1 DÜZ GRUP 2 POLİÜRETAN GRUP 2 PÜRTÜKLÜ GRUP 2 DÜZ GRUP 3 POLİÜRETAN GRUP 3 PÜRTÜKLÜ GRUP 3 DÜZ GRUP 4 POLİÜRETAN GRUP 4 PÜRTÜKLÜ GRUP 4 DÜZ Steril mini-implant Steril mini-implant Steril mini-implant Steril mini-implant Steril mini-implant Steril mini-implant Staph. Epidermidis Staph. Epidermidis Staph. Epidermidis Steril mini-implant Staph. Epidermidis Rifamisin sodium Steril mini-implant Staph. Epidermidis Rifamisin sodium Steril mini-implant Staph. Ancak istenilen hedef doku hücre diferansiyasyonu sağlanmasında zorluk yaşanmakta, verildiği bölgede kök hücreler farklı doku kompartmanlarına geçebilmektedir. Bu durumda kök hücrelerin hedeflenen dokuya ulaştırılmasını sağlayan ve dokuda yaşabilirliklerini devam ettirebilecek bir taşıyıcı benzeri yapılara ihtiyaç duyulmuştur. Bir çok doku iskelesi bu amaçla literatürde mevcut olup, çalışmamızda doku iskelesi olarak kitosan kriyojel mikroküreler kullanılmıştır. Kitosan nontoksik olup, biyolojik uyumlu, biyolojik olarak sindirilebilen bir maddedir. Genellikle yengeç, karides, istakoz kabuğunun kitin kısmında bulunmaktadır. Kitosan daha önce biyomedikal ve ilaç uygulamalarında farklı form yapılarında kullanılmıştır. Çalışmamızda, kök hücreleri enjekte edilebilen kitosan mikroküreler üzerine yerleştirerek farklı doku kompartmanlarına geçmelerini engellemeyi ve istenilen doku formatına diferansiyasyonlarını sağlamayı amaçladık. Materyal-Metod: Çalışmamıza; yeni zellanda cinsi, genç erişkin, dişi 18 adet tavşan dahil edildi. Altışarlı 3 grup oluşturuldu. Grup 1(n=6) Sadece kitosan uygulanan grup. Tavşanların sağ malar bölgelerine anatomik olarak; posteriorda masseter kasının anterior sınırı, süperiorda infraorbital rim, anteriorda lateral nazal duvar, inferiorda oral kommüssürün sınırlarını oluşturduğu alana cilt altı, periost üzerine 20mg kitosan doku iskelesi pembe (1,2 38mm 18G) iğne ucu ile enjekte edildi. Grup 2(n=6) Sadece kök hücre uygulanan grup. Tavşanların sağ inguinal bölgelerinden yaklaşık 1 cm³ yağ dokuları eksize edildi. Alınan yağ dokuları medium içerisinde küçük parçalar halinde kesildi. 37 O C de kollejenazda 30 dakika bekletildi. 70 µm lik cell strainer kullanılarak elde edilen süspansiyon santrifüjlendi. Üst faz atıldıktan sonra hücre pelleti katkılı medium ile resüspande edildi ve flasklara ekildi. Üç günde bir beslenen hücreler 3. pasajında kaldırılıp lipofilik fluoresan bir madde (PKH26) ile iki milyon kök hücre işaretlendi ve tavşanların sağ malar bölgesindeki anatomik olarak sınırları belirlenen alana cilt altı, periost üzerine enjekte edildi. Grup 3(n=6) Kitosan+kök hücre uygulanan grup. Tavşanların sağ inguinal bölgelerinden yaklaşık 1 cm³ yağ dokusu eksize edildikten sonra aynı protokolde PKH26 ile işaretli 2 milyon kök hücrenin in vitro ortamda 20 mg kitosan kriyojel mikroküre doku iskelesi üzerine tutunmaları sağlandıktan sonra, tavşanların sağ malar bölgelerinde 19

20 daha önce sınırları belirlenen alana kitosan+kök hücre çözeltisi pembe (1,2 38mm 18G) iğne ucu ile cilt altı, periost üzerine enjekte edildi. Bütün gruplarda deneklerin sol malar bölgeleri kontrol grubu olarak değerlendirildi. Tavşanlar 3 hafta kafes ortamında takip edildi. Sonrasında anestezi altında bilgisayarlı tomografi görüntüleri alındı ve akabinde sağ malarda daha önce belirlenen bölgeler cilt dahil edilerek periost üzerindeki dokular total olarak eksize edildi. Bu işlem sonrasında tavşanlar sakrifiye edildi. Alınan dokuların yarısı morfolojik değerlendirme için formaldehit solüsyonunda fikse edilirken, işaretli hücrelerin varlığını göstermek için ise dokular paraformaldehite alındı. Morfolojik değerlendirmeler için dokulara rutin doku takibi yapıldıktan sonra mikrotom ile alınan kesitler Hematoksilen-Eozin (HE) ile boyandı ve ışık mikroskobunda incelemeler yapıldı. İşaretli hücrelerin varlığını göstermek için paraformaldehitte fikse olan dokulardan kriyostat ile alınan dondurulmuş kesitler 4,6-Diamidinophenylindole dihydrockloride (DAPI) ile işaretlenerek fluoresan mikroskopta incelendi. Bulgular: Kesitlerin mikroskobik incelemesi sonucunda PKH26 ile işaretli hücreler sadece kök hücre ve kök hücre+kitosan gruplarında izlendi. Genel morfolojik değerlendirmeler için hematoksilen eozin boyamaları yapıldı. Çekilen tomografi kesitlerinden elde edilen veriler ANOVA testi sonucuna göre çalışma grupları arasında,sağ sol hacim ortalama farkları arasında istatistiksel olarak anlamlı farklılık bulundu (p<0,05), LSD testine göre grup 3 ün grup 1 ve grup 2 ile hacim fark ortalaması farkı istatistiksel olarak anlamlı bulundu (p=0,). Gruplardaki tavşanların sağ ve sol malar bölgeleri hacimsel olarak değerlendirildiğinde; grup 3 sağ (,±,) ve sol (,±,) hacim ortalamaları arasındaki fark istatistiksel olarak anlamlı bulundu (p<0,05). Grup 1 de sağ ve sol malar bölge hacim ortalamaları arasındaki fark istatistiksel olarak anlamlı bulundu (p<0,05). Grup 2 de sağ ve sol malar bölge hacim ortalamaları arasındaki fark istatistiksel olarak anlamlı olmadığı görüldü (p>0,05). Tartışma: Doku mühendisliğinde, kök hücreler ile bütünleşerek çoğalma ve diferansiye olmalarına imkan veren doku iskelesine ihtiyaç duyulmaktadır. Birçok doku iskelesi üzerinde çalışmalar mevcut olup, mikroinvaziv enjekte edilebilen kitosan kriyojel mikroküre doku iskelesi üzerinde in vivo ortamda çalışmamız ilk olarak yapılmıştır. Kitosan doku iskelesinin üzerinde mezenkimal kök hücrelerin tutunabileceği makroporlar mevcuttur. Daha önceki çalışmalarda, kitosan doku iskelesi kalıplar halinde kullanılmıştır. Bu çalışmada enjekte edilebilen kitosan doku iskelesi minimal invazyon ile kullanılmakla birlikte, gelecekte kullanımı pratik olup hasta konforunu arttıracaktır. Yabancı cisim olan kitosan kriyojel mikroküre doku iskelesinin nontoksik olması, biyolojik uyumlu olması önemini arttırmaktadır. Öncelikle in vitro ortamda kök hücreler doku iskelesi üzerine yerleştirildikten sonra pembe (1,2*38mm 18G) iğne ucu ile minimal invazyon oluşturularak dokuya zerk edilmesi önem taşımaktadır. Ayrıca kök hücrelerin histolojik kesitlerde görülmesi çalışmamızı değerli kılmaktadır. Enjekte edilebilen kitosan doku iskelesi üzerinde verilen kök hücrelerin, hacimsel olarak diğer gruplara göre anlamlı artış sağlamaları, hücrelerin hedeflenen doku kompartmanında viabilitelerini sürdürdüğü, prolifere yada diferansiye olduklarının göstergesi olabilir. minimal invazyon ile bu sağlanmıştır. Enjekte edilebilen mikroküre kitosan kriyojel doku iskelesi gelecekte hastalar için daha konforlu ve daha umut verici bir kök hücre tedavi tekniği sağlayabilecektir. Plastik cerrahi açısından dokuların hacimsel kayıpları sonrasında oluşan defomitelerin giderilmesinde, kronik açık yaraların tedavisinde yada estetik amaçlı olarak kök hücre tedavileri kullanılmakta olup gelecekte bu tedavilerin mikroinvaziv enjekte edilebilen kitosan doku iskelesi kullanılarak etkinliğinin arttırabileceğini öngörmekteyiz. Kök hücreler hakkında bilgiler her an artmakta olup çalışmamızın bundan sonraki yapılacak çalışmalara kaynak teşkil edeceğini düşünmekteyiz. Verilen kök hücreler ve bilgisayarlı yomografi görüntüsü verilen kök hücreler ve bilgisayarlı yomografi görüntüsü İstatistiksel Değerlendirme Hacim farkları grup N minimum maksimum Ort±ss p kök hücre 6 13,61 ,59 64,±53, , kök hücre + kitosan 6 ,54 ,55 ,±, , kitosan 6 71,60 ,75 ,±73, , ANOVA testi sonucuna göre çalışma grupları arasında sağ sol hacim ortalama farkları arasında istatistiksel olarak anlamlı farklılık vardır (p<0,05) LSD testine göre kök hücre uygulanan grup ile ve kök hücre+kitosan uygulanan grubun hacim fark ortalaması farkı istatistiksel olarak anlamlıdır (p=0,01) kitosanuygulanan grup ile ve kök hücre+kitosan uygulanan grubun hacim fark ortalaması farkı istatistiksel olarak anlamlıdır (p=0,). Sonuç: Kök hücre tedavisinde doku iskelesinin önemi günden güne artmaktadır. Çalışmamızda, mikroinvaziv ejekte edilebilen kitosan doku iskelesinin, kök hücreler için uygun bir doku iskelesi olduğu gösterilmiş olup daha 20

21 ABY-D 05 Antifibrotik Bir Ajan Olan Pirfenidonun Tendon İyileşmesi Üzerine Etkilerinin İncelenmesi Yasemin Aydınlı 1, Burak Kaya 1, Melihcan Sezgiç 1, Yanad Abou Monsef 2, Abdullah Eyidoğan 3 1 Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi, Plastik, Rekonstrüktif ve Estetik Cerrahi Ana Bilim Dalı, Ankara 2 Ankara Üniversitesi Veterinerlik Fakültesi, Patoloji Ana Bilim Dalı, Ankara 3 Ankara Üniversitesi Mühendislik Fakültesi, Biyomedikal Mühendisliği Ana Bilim Dalı, Ankara Amaç: Tendon musküloskeletal sistemin önemli bir parçasıdır ve asıl görevi eklem hareketini sağlamak için kaslar ve kemikler arasında gücü iletmektir. Tendon iyileşmesi yaş, beslenme, sistemik hastalıklar, hormonlar, enfeksiyon ve vitaminler gibi birçok faktöre bağlıdır. Tendon damarsal beslenmesi ve hücre içeriği az bir doku olduğu için yavaş iyileşir ve genellikle bu iyileşme sonucu skar oluşur. Hiçbir zaman da sağlıklı, normal bir tendon fonksiyonu görülmez. Bu iyileşmede bir çok tedavi stratejisi denenmiştir. Çeşitli ilaçlar, doku mühendisliği, mobilizasyon, mekanik yükleme, ultrason, ekstrakorporeal şok dalga tedavisi ve elektrik uyarma gibi fiziksel modaliteler de denenmiştir ve denenmeye devam etmektedir. Tendon iyileşmesindeki en büyük sorunlardan biri tendonlarda yapışıklık olması ve bu yapışıklıkların hareket kısıtlılığına yol açmasıdır. Bu yapışıklık büyük oranda çevre dokularda ve tendonda oluşan fibrotik dokular nedeniyledir. Bu sebeple antifibrotik ajanların bu iyileşme sürecinde etkilerinin incelenmesi önemlidir. Pirfenidonun, yapılan bir çok çalışmada antifibrotik etkisi gösterilmiş olup, bu etkisini, interselüler adezyon moleküllerini downregüle ederek, reaktif oksijen radikallerinin uzaklaştırılmasını sağlayarak ve proinflamatuar sitokinler olan Tümör Nekroz Faktör- α (TNF-α) ve interlökin-6 (IL-6) nın salınımı baskılayarak gösterir. Postoperatif adezyonlar üzerinde denenmekle birlikte, bu özelliği tendonlar üzerinde daha önce denenmemiştir. Bu sebeple bu çalışmada pirfenidon, iyileşmesinde yapışıklık olmamasını hedeflediğimiz tendonlar üzerinde denenmiştir. Literatürde antifibrotiklerin tendon iyileşmesi üzerine etkilerini inceleyen sınırlı çalışma mevcuttur ve özellikle antifibrotik ajanlardan 5-flurourasilin tendon iyileşmesi üzerine etkileri incelenmiş olsa da pirfenidon için böyle bir çalışma bulunmamaktadır. Bu çalışmada idiopatik pulmoner fibrozis tedavisinde kullanılan antifibrotik bir ajan olan pirfenidonun, tendon iyileşmesi üzerine etkisi incelenmiştir. Yöntem-Gereçler: Bu çalışma Ankara Üniversitesi Rektörlüğü Hayvan Deneyleri Yerel Etik Kurulu tarafından incelenip Karar No ile onay aldıktan sonra Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Deney Hayvanları ve Araştırma Laboratuarı nda gerçekleştirildi. Çalışmada Wistar Albino cinsi, 24 adet, gram arasında ve ay arasındaki dişi sıçanlar kullanıldı. Sıçanlar 12 si kontrol, 12 si deney grubu olmak üzere rasgele 2 gruba ayrılarak çalışmaya başlandı. Hayvanlar herhangi bir kısıtlama uygulanmadan, 12 saat aydınlık/12 saat karanlık döngüsünde ve ad libitum beslenerek barındırıldı. Kontrol grubunda sağ aşil tendonuna kesi yapılmasını takiben, tendon sütüre edildi ve sahaya serum fizyolojik verildikten sonra cilt sütüre edildi. Deney grubunda da aynı prosedür uygulandı fakat sahaya 50 mg pirfenidon uygulandı. Ayrıca deney grubundaki hayvanlara postoperatif 14 gün boyunca, Gancedo ve ark. çalışmasında olduğu gibi her gün mg/kg/gün dozunda pirfenidon, oral olarak da verildi. Postoperatif 4. hafta sonunda, hayvanlar sakrifiye edilmeden önce Murrell ve ark. tarafından belirlenen hesaplamalara uygun olarak aşil fonksiyonel indeksleri hesaplanmak üzere, Özmen ve ark. tarafından daha önceki çalışmalar baz alınarak geliştirilen ıstampa ve kağıt metoduna göre, yürüme analizine tabii tutuldu. Yürüme analizi sonrası hayvanlar yüksek doz anestezik madde ile sakrifiye edilerek, kontrol ve deney grubundaki hayvanların işlem geçirmiş tendonları makroskopik olarak incelendi ve tendonlar Zhang ve ark. tarafından geliştirilen makroskopik skorlama sistemine göre skorlandı. Bu aşamadan sonra her iki gruptan rasgele seçilen 6 sıçanın sağlam ve işlem geçirmiş aşil tendonları biyomekanik tendon gerim testi ile değerlendirildi. Her gruptan kalan 6 sıçanın sağlam ve işlem geçirmiş aşil tendonları ise histopatolojik olarak değerlendirildi ve yarıkantitatif skorlama sistemi olan Bonar kriterlerine göre skorlandı. Bunun dışında incelenmek istenen selülarite ve adezyon oluşumu da incelemeye dahil edilerek Modifiye Bonar kriterleri olarak da ayrıca skorlandı. Sonuçlar IBM SPSS programı ile Mann-Whitney U testi ve Wilcoxon testi ile p<0,05 istatistiksel olarak anlamlı kabul edilerek değerlendirildi. Bulgular: Yapılan hesaplamalar sonucunda aşil fonksiyonel indeksi ortalamaları açısından kontrol grubu ve deney grubu arasında anlamlı olarak fark yoktu (p>0,05). Aynı zamanda ayrı ayrı topuk ve parmak ucu arasındaki iz mesafesi, parmaklar arasındaki mesafe ve parmaklar arasındaki mesafe ölçümleri karşılaştırıldığında da iki grup arasında anlamlı fark bulunamadı (p>0,05). Makroskopik incelemede, skorlama sisteminde yer alan kriterler göz önüne alınarak yapılan değerlendirme sonucu, kontrol ve deney gruplarında, işlem geçirmiş tendonların genel olarak cilde yapışık olup, kolay kayamadığı gözlendi. Kontrol grubunda sayıca daha fazla olmak üzere tendon rüptürleri ve yine kontrol grubu tendonlarında daha belirgin olmak üzere, tendonların tamamında değişken derecede kalınlaşma mevcuttu. Kontrol grubunda skorların ortalaması deney gurubuna göre daha düşüktü ve sonuçlar istatistiksel olarak anlamlıydı(p<0,05). Biyomekanik gerim testine göre, her iki grupta da sağlam tendonları koparmak için gereken maksimum kuvvet, işlem geçirmiş tendonları koparmak için gereken kuvvetten fazlaydı ve aradaki fark anlamlıydı (p<0,05). Ayrıca deney grubundaki işlem geçirmiş tendonları koparmak için gereken kuvvet, kontrol grubundakileri koparmak için gereken kuvvetten fazlaydı ve sonuçlar istatistiksel olarak anlamlıydı (p<0,05). Benzer şekilde tendonlar kopana kadar, tendonlarda meydana gelen uzama miktarı hesaplandığında ve tendonlara uygulanan kuvvetin uzama miktarına bölünmesi ile hesaplanan tendon sertliği hesaplandığında da aradaki fark hem her grup içinde sağlam ve işlem geçirmiş tendon arasında, hem de kontrol ve deney grubundaki işlem geçirmiş tendonlar arasında istatistiksel olarak anlamlıydı (p<0,05). İşlem geçirmiş tendonlar, sağlam tendonlardan daha çok uzarken, sertlikleri daha azdı. Fakat deney grubundaki işlem geçirmiş tendonlar, kontrol grubundakilere göre daha az uzamaktaydı ve daha sertti (p<0,05). Tendonlar histopatolojik olarak incelendiğinde, fibroblast proliferasyonu veya selülarite, vaskülarite ve kollajen düzenlenmesi ile ilgili skorlar kontrol grubu ve deney grubu arasında belirgin olarak farklıydı. Fibroblast aktivitesi ve neovaskülarizasyon kontrol grubunda belirgin olarak artmıştı ve mikroskopik olarak neredeyse tüm sahalarda hiperselülarite baskın olarak görülmekteydi. Deney grubunda daha az kapiller oluşumu görüldü. Kollajen düzenlenmesi açısından da iki grup arasında belirgin fark mevcuttu. Deney grubunda tendonlar daha kompakt görünümde olup, lif demetleri arasında daha az ayrılma funduszeue.info ve peritendinöz boşluk arasında adezyon oluşumu her iki grupta da mevcuttu. Fakat aynı zamanda kontrol grubunda, adezyonlar neredeyse tüm tendonlarda tendon aksisinde bozulmaya neden olurken, deney grubunda aksiste bozulma görülmedi. Bonar skorlaması ve Modifiye Bonar skorlaması ortalamaları karşılaştırıldığında, deney grubunda skorların ortalaması kontrol grubundan daha düşüktü ve aradaki fark istatistiksel olarak anlamlıydı (p<0,05). 21

22 Sonuçlar: Literatürde pirfenidonun antifibrotik etkilerini inceleyen çalışmalar olmakla beraber, tendonlar üzerindeki etkisini inceleyen bir çalışma yoktur. Ayrıca literatürde daha önce 5-flurourasil dışında antifibrotik bir ajanın iyileşmeye etkisi de incelenmemiştir. Pirfenidon uygulaması, aşil fonksiyonel indeksi ve yürüme analizi üzerinde anlamlı bir fark oluşturmasa da, makroskopik, biyomekanik ve histopatolojik bulgular göz önüne alındığında, tendon iyileşmesini olumlu yönde etkilemekte ve tendon aksisinde daha az bozulmaya neden olmaktadır. Kontrol ve deney grubunda kollajen demetlerinin yapısı. Sol: Kollajen düzenlenmesi evre 1. Demet yapısı bozulmadan kollajen demetleri arasında hafif ayrılma mevcut. (Deney grubu, H-E, X20) Sağ: Kollajen düzenlenmesi evre 3. Kollajen dokuda belirgin ayrılma ve dezorganizasyon mevcut (Yıldızlar)(Kontrol grubu, H-E, X20) Bulgular Ölçülen Değer Kontrol Grubu Deney Grubu p değeri* AFİ ,88 ± 16,,41 ± 18,62 0,55 PLF -2,36 ± 6,,73 ± 6,31 0,41 TSF ,17 ± 14,,79 ± 17,58 0,55 ITF -9,32 ± 4,,89 ± 7,72 0,29 MS** 3,83 ± 0,94 5,08 ± 0,99 0, TKMK (N) 19,26 ± 1,23 23,76 ± 1,97 0, TUM (mm) 4,78 ± 0,43 3,82 ± 0,68 0, TSe (N/mm) 4,06 ± 0,43 6,35 ± 1,07 0, BS*** 10,17 ± 0,75 7,67 ± 1,51 0, MBS**** 15 ± 0,89 12 ± 1,55 0, Değerler ortalama ± standart sapma olarak verilmiştir. p<0,05 istatistiksel olarak anlamlı kabul edilmiştir. Radyoterapi uygulamalarında cilt ve cilt altı dokularda erken dönemde dermatitten alopesiye kadar birçok yan etki bildirilmiştir. Bu yan etkilerin bir kısmı geri dönüşümsüz olup kişinin hayat kalitesini olumsuz etkilemektedir. Bunların tedavisinde yağ doku kaynaklı kök hücrelerin (Adipose-derived Stem Cells: ASCs) etkilerinden faydalanılabileceği bilinmekle birlikte etki mekanizmasının hangi yollar üzerinden olduğunu gösteren objektif kriterlere dayalı yeterli deneysel çalışma mevcut değildir. Bu çalışmada, deneysel hayvan modeli üzerinde radyoterapiye bağlı yan etkilerin giderilmesinde ASCs ve ASCs nin Plateletten Zengin Plazma (Platelet Rich Plasma: PRP) ile kombinasyonunun etkinliğinin kantitatif parametrelerle gösterilmesi amaçlanmıştır. Gereç ve Yöntem: Çalışmada 24 adet, haftalık, gram ağırlığında, inbred CD 1 nude (atimik ve tüysüz) erkek fareler ve yüz-karın germe ameliyatı yapılan 47 yaşındaki erkek hastanın yağ dokusu ve kıl foliküler ünitelerini içeren eksizyon materyalleri etik kurul onayları alınarak kullanıldı. Her farenin ense bölgesine 14,5 () adet anagen evredeki insan kaynaklı foliküler ünitelerin transplantasyonu gerçekleştirildi. Transplantasyon sonrası haftalık biyopsi incelemeleriyle foliküler döngü siklusu ve yeniden anagen evreye geçiş zamanları belirlendi. Foliküllerin tamamı anagen fazın matür ve proliferatif 6. evresine geçtiklerinde, tüm farelerin sadece ense bölgelerine izole 10 Gray radyoterapi uygulandı. Radyoterapi sonrası her grupta 6 fare olacak şekilde rastgele 4 gruba ayrıldı (Şekil 1). 1. Salin grubu; RT sonrası 0. gün ekim yapılan bölgeye tek doz salin uygulandı. 2. PRP grubu; RT sonrası 0. gün ekim yapılan bölgeye tek doz PRP uygulandı. 3. ASCs grubu; RT sonrası 0. gün ekim yapılan bölgeye tek doz ASCs uygulandı. 4. ASCs+PRP grubu; RT sonrası 0. gün ekim yapılan bölgeye tek doz ASCs+PRP kombinasyonu uygulandı. Foliküler ünitelerle eş zamanlı elde edilen yağ dokudan izole edilen ASCs, RT nin uygulanacağı güne kadar oC de dondurularak saklandı. PRP, etik kurul onayı alınarak aynı hastaya yapılacak anti-aging amaçlı uygulamalar esnasında temin edildi. Tüm gruplardan RT sonrası 1, 7, 14, 28, 42 ve günlerde foliküler ünite biyopsisi yapıldı. Takiplerde RT öncesi ve sonrası, makroskopik olarak biyopsi alanlarının epitelizasyon süreleri (gün), foliküler kılların kök uzunlukları (mm) ve gövde uzama miktarları (mm/ hafta); mikroskobik olarak foliküler ünitelerdeki distrofik değişiklikler, inflamasyon, dejenerasyon dereceleri ve fare 22

23 cilt örneklerinde epidermal atrofi, fibrozis ve keratinizasyon dereceleri değerlendirildi. İmmünhistokimyasal incelemelerle, foliküler ünitelerin ve fare cilt örneklerinin proliferasyon (Ki), anti-apoptotik (Bcl-2), hücresel farklılaşma ve sinyalizasyon (β-catenin) derecelerindeki azalmalar belirlendi. Her örneklem için RT yan etkilerini inceleyen bu kriterler 0 ile 4 arasında skorlandı. RT öncesi ve sonrası elde edilen veriler istatistiksel olarak karşılaştırıldı. Bulgular: FU transplantasyonu sonrası herhangi bir komplikasyon görülmedi. Foliküler greftlerin alıcı alanlara iyi adapte olduğu gözlendi. Tranplantasyon sonrası 8. hafta foliküllerin mikroskobik olarak anagen evreye geçmeye başladıkları, haftada ise tüm foliküllerin anagen fazın matür ve proliferatif 6. evresinde oldukları ve makroskopik kıl uzamasının olduğu tespit edildi. RT sonrası biyopsi alanlarının epitelizasyon süreleri, kıl kök uzunlukları ve haftalık gövde uzama miktarına bakıldığında (Tablo 1); RT öncesi döneme en yakın değerlerin 4. grupta elde edildiği ve istatistiksel olarak anlamlı olduğu gözlendi (funduszeue.info: 0, > 0,05 > funduszeue.info: 0, > funduszeue.info: 0, > funduszeue.info: 0,). RT öncesi dönemle karşılaştırıldığında, insan foliküler ünitelerindeki distrofik değişikliklerin, inflamasyonun ve dejenerasyonun artışıyla birlikte proliferasyon, antiapoptoz, hücresel farklılaşma ve sinyalizasyondaki azalmaların RT sonrası dönemde 1. grupta en fazla, 4. grupta ise en az olduğu görüldü. Özellikle inflamasyonun, 1. ve 2. gruplarda şiddetliyken; 3. ve 4. gruplarda belirgin azaldığı gözlendi. RT öncesi dönemle karşılaştırıldığında, fare cilt örneklerindeki atrofi, fibrozis ve keratinizasyonun artışıyla birlikte proliferasyon, anti-apoptoz, hücresel farklılaşma ve sinyalizasyondaki azalmaların RT sonrası dönemde 1. grupta en fazla, 4. grupta ise en az olduğu görüldü. RT sonrası dönemde, hücre proliferasyonunundaki (Ki- 67 boyanma) azalmanın 4. grupta en az olduğu ve RT öncesi dönemle aralarında istatistiksel olarak anlamlı fark olmadığı; diğer 3 grubun değerlerinin ise RT öncesi dönemden istatistiksel olarak farklı olduğu gözlendi (p1. grup: 0, < funduszeue.info: 0, < funduszeue.info: 0,03 < 0,05 < funduszeue.info: 0,09). RT sonrası dönemde, apoptozisten koruyucu (antiapoptotik, bcl-2 boyama) etkilerdeki azalmanın sırasıyla en az 4. ve 3. gruplarda olduğu ve RT öncesi dönemle istatistiksel olarak aralarında fark olmadığı; diğer 2 grubun değerlerinin ise RT öncesi dönemden istatistiksel olarak farklı olduğu gözlendi (funduszeue.info: 0, < funduszeue.info: 0, < P 0,05 < funduszeue.info: 0, < funduszeue.info: 0,). RT sonrası dönemde, hücresel farklılaşma ve sinyalizasyondaki (β-catenin) azalmanın 4. grupta en az olduğu ve RT öncesi dönemle istatistiksel olarak aralarında fark olmadığı; diğer 3 grubun değerlerinin ise RT öncesi dönemden istatistiksel olarak farklı olduğu gözlendi (p1. grup: 0, < funduszeue.info: 0, < funduszeue.info: 0, < 0,05 < funduszeue.info: 0,). Tartışma: RT, direkt ve indirekt olarak hücreler üzerine etki ederek çeşitli doku hasarları meydana getirir. Bu hasarlı hücrelerin dokudaki mevcut onarım mekanizmasıyla düzeltilmesi zordur. RT ye bağlı gelişen bu etkilerin tedavisinde amaç, doku hasarını en aza indirecek tedavi protokollerinin geliştirilmesi olmalıdır. Çalışmada RT sonrası dönemde, biyopsi alanlarının epitelizasyon sürelerinin sırasıyla 4. ve 3. gruplarda en kısa ve RT öncesi değerlere en yakın olması; ASCs in yara iyileştirme ve anjiogenetik etkilerinin PRP ve salinden daha fazla olduğu göstermektedir. Bu da ASCs lerin yara iyileşmesinde rol alan büyüme faktörlerini daha fazla arttırmalarına bağlanmaktadır. Aynı şekilde kıl kök ve gövde uzunlukları kıyaslandığında ASCs nin folikül içi ve folikül dışı faktörler üzerine daha etkin olduğu görülmektedir. RT sonrası dönemde, hem foliküllerdeki distrofik değişikliklerin, inflamasyonun ve dejenerasyonun hem de epidermisteki atrofi, fibrozis ve keratinizasyonun artışıyla birlikte proliferasyon, anti-apoptoz, hücresel farklılaşma ve sinyalizasyondaki azalmaların ASCs içeren 4. ve 3. gruplarda PRP ve salin gruplarından daha az olduğu görülmektedir. Bu durum ASCs in hem hücresel destek sağlaması hem de anti-apoptotik, anti-inflamatuvar, anjiogenik, immün-modülatör ve proliferatif etkilerinin daha güçlü olmasına bağlanmıştır. PRP nin RT yan etkileri üzerine salinden daha etkin olması ise PRP içeriğindeki çeşitli büyüme faktörlerinin varlığına bağlanmıştır. Tüm incelemelerde ASCs nin PRP ile birlikte uygulandığı 4. grupta, RT yan etkilerin en az seviyede olması, ASCs nin etkilerinin PRP tarafından potansiyelize edildiğini düşündürmüştür. RT tedavisi sonrasında klinik olarak gözlenen komplikasyonlar için henüz etkin bir tedavi seçeneği tanımlanmamıştır. Rejeneratif uygulamaların bu komplikasyonların çözümünde rol oynayacağı öngörülebilir. Sonuç olarak bu deneysel çalışma, yağ doku kaynaklı kök hücre ve plateletten zengin plazma uygulamalarının klinik uygulamalar dahil RT ye bağlı gelişen alopesi ve diğer cilt yan etkilerininin azaltılmasında etkin ve güvenilir bir tedavi seçeneği olabileceğini ortaya koymuştur. Şekil 1 Deney protokolü ve grupların ayrılması. Tablo 1 Epitelizasyon süresi (gün) Kıl gövdesi uzama miktarı (mm/hafta) Foliküler kök uzunlukları (mm) RT öncesi 13,2 1,7 3,6 ± 0,9 RT sonrası 1. Salin grubu 32,3 0,5 3 ± 0,5 RT sonrası 2. PRP grubu 25,6 0,6 3 ± 0,3 RT sonrası 3. ASCs grubu 21,5 1 3,3 ± 0,3 RT sonrası 4. ASCs +PRP grubu 17,3 1,2 3,4 ± 0,4 Biyopsi alanlarının epitelizasyon süreleri, kıl kök uzunlukları ve haftalık gövde uzama miktarının RT öncesi ve sonrası ortamala değerleri. 23

24 KLİNİK BİLDİRİLER Örnek Hasta ABY-K 01 Le Fort I Osteotomi Sonrası Maksilla Hareketlerinin Burun Görünümü Üzerine Etkileri Galip Gencay Üstün 1, Ersoy Konaş 1, Hakan El 2, Bengisu Akarsu Güven 2, Osman Dağ 3, Haldun Kamburoğlu 4, Mehmet Emin Mavili 1 1 Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi, Plastik Cerrahi Anabilim Dalı, Ankara 2 Hacettepe Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesi, Ortodonti Anabilim Dalı, Ankara 3 Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi, Biyoistatistik Anabilim Dalı, Ankara 4 Özel Muayenehane, Ankara Giriş: Ortognatik cerrahi işlemlerin planlanması aşamasında, maksiller ve mandibular kemiklerin uyumu üzerinden şekillenen cerrahi planın, bu segmentlerin hareketinden etkilenen yumuşak doku değişimlerini de göz önünde bulundurması gerekmektedir. Le Fort I osteotomi ile hareketlendirilen maksillanın hareketlerinin, yumuşak doku üzerine yansımaları üzerine çalışmalar yapılmış olmasına rağmen, bu çalışmalar üzerinde uzlaşma sağlanamayan veriler barındırmakla birlikte konuyla ilgili henüz araştırılmamış veriler de mevcuttur. Materyal/Metod: Hacettepe Üniversitesi Plastik Rekonstrüktif ve Estetik Cerrahi Kliniği nde Ocak Aralık arasında ortognatik cerrahi uygulanan 61 hastanın; yaş, cinsiyet, değerlendirme süresi, tek/çift çene girişimi uygulanma durumu incelendi. Hastaların yumuşak doku analizi, ameliyat öncesi ve sonrası fotoğrafları üzerinden indirekt antropometrik yöntemle yapıldı. Ameliyat esnasında uygulanan maksilla hareketleri ile nazolabial bölge üzerinde tanımlanan mesafe ve açıların değişimi arasındaki ilişki regresyon analizine tabi tutularak incelendi. Bulgular: Alar genişlik, supratip break açısı, nazal dorsum açısı, kolumellolabial açı, üst dudak eğimi açısı ve burun ucu orta hat uzaklığı açısında, ameliyat öncesi ve sonrası değerler arasında anlamlı fark bulundu (p<=0,05). Üst dudak uzunluğu ve kolumellolabial açı maksilla hareketleriyle anlamlı düzeyde ilişkilendirilebilen ölçümler olarak saptandı(p<=0,05). Maksillanın anteriora hareketinde üst dudağın uzadığı ve her 1 mm hareket için kolumellolabial açının 2 derece genişlediği, impaksiyon hareketlerinde ise üst dudağın kısaldığı ve kolumellolabial açının her 1 mm maksilla hareketi için 7 derece daraldığı belirlendi. Daha önce çalışılmamış veriler olan burun ucu orta hat uzaklığı ve kolumellolobuler açı verileri maksilla hareketleri anlamlı ölçüde ilişkilendirilemedi. Çalışmada tespit edilen alar genişlik ve üst dudak eğimi açısındaki değişiklikler diseksiyon esnasında serbestlenen kasların retraksiyonuyla ilişkilendirildi. Sonuç: Mevcut çalışma verilerine bakıldığında, maksilla hareketleri burunun alt 1/3 üne etki etmekte, buradaki mesafe ve açıları değiştirmektedirler. Ameliyat öncesi ve sonrası anlamlı farklılık gösteren bazı değerlerin maksilla hareketleriyle anlamlı ölçüde korele edilememesi, sonuca etki eden farklı değişkenler olabileceğini göstermektedir. Çift çene girişimi uygulanan hastanın ameliyat öncesi ve sonrası görüntüleri. Maksilla sola iki mm rotasyon yaptırılacak şekilde sağda dört solda iki mm öne alınmış, mandibulaya sağda beş solda iki mm geriletme yapılmış. Kolumellolabial açıdaki artışa dikkat ediniz. A. Ameliyat öncesi yüzün lateral görüntüsü. B. Ameliyat öncesi ağız içi oklüzyon görünümü. C. Ameliyat sonrası yüzün lateral görünümü. D. Ameliyat sonrası ağız içi oklüzyon görünümü ABY-K 02 Cerrahi Onarım Yapılan Periferik Sinir Yaralanmalarında Hiperbarik Oksijen Tedavisinin Sinir İyileşmesi Üzerine Etkileri Majid İsmayılzade 1, Bilsev İnce 1, Abdullah Arslan 2, Mehmet Dadacı 1 1 Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi, Plastik, Rekonstrüktif ve Estetik Cerrahi Ana Bilim Dalı, Konya 2 Konya Eğitim Ve Araştırma Hastanesi, Sualtı Hekimliği ve Hiperbarik Tıp, Konya Giriş: Periferik sinir sistemini oluşturan sinirlerin her hangi bir nedenle hasar görmesi halinde ciddi morbiditeler ortaya çıkmaktadır. Periferik sinir onarımı son iki yüz yıldır gerçekleştirilmesine karşın halen tam iyileşmeyi sağlayan bir teknik ve/veya ilaç bildirilmemiştir. Sinir iyileşmesi üzerinde etkileri araştırılan seçeneklerden biri olan hiperbarik oksijen tedavisi (HBOT); basınç odalarında, 1 atmosferden (1 ATM= mmhg) daha yüksek basınç altında, maske veya başlıkla aralıklı olarak % oksijen solutmak suretiyle uygulanan bir tedavi yöntemidir. HBOT ile hipoksik olan travmatik dokunun oksijenizasyonu artar. Sinir iyileşmesi sürecinde ise aksonal büyümeyi ve onarım bölgesine doğru uzanmayı sağlayan nörotropik faktörlerin yenilenen vasküler yatak zemininde olumlu şekilde etki gösterebileceği iddia edilmiştir. Literatürde HBOT un sinir rejenerasyonu üzerine etkinliğini değerlendiren birçok deneysel çalışma mevcut olsa da, periferik sinir yaralanmalarını ve sinir onarımını takiben HBOT uygulanan klinik çalışmaya rastlamadık. Bu çalışmada amacımız primer ve greftle onarım yapılan 24

25 sinir yaralanmalarında HBOT un etkinliğinin araştırılmasıdır. Hastalar ve Yöntem: yılları arasında travma sonucu el bileği ve dirsek arasında radial, ulnar ve median sinir yaralanmaları nedeniyle yaralanma sonrası ilk 24 saat içinde kliniğimize başvuran ve cerrahi tedavi uygulanan hastalar ile aynı bölgede onarım yapılmasına karşın 6 aydan daha fazla sürede EMG de iyileşme bulgusu görülmeyen veya travma sonrası 6 aydan uzun sürede onarım yapılmamış hastalar çalışmaya dahil edildi. Komorbidesi olanlar, sigara içenler, takiplere devamlı gelmeyen ve HBOT kontrendikasyonu olan hastalar çalışma dışı bırakıldı. Hastalar başvuru zamanlarına göre rastgele randominizasyon yöntemine göre iki farklı gruba ayrıldı. funduszeue.info: Standart sinir onarımı sonrası HBOT alan hastalar, funduszeue.info: Sadece standart sinir onarımı yapılan hastalardan oluşturuldu. Bütün sinir yaralanmaları standart sinir onarımı şeklinde epinöral yapıldı.sinir grefti gereken hastalara defektinin büyüklüğüne göre 3 veya 4 kablo şeklinde greft olarak sural sinir kullanıldı. Tüm hastalardan yazılı ve sözlü onam alındı. Yerel etik kurul onamı alındı. funduszeue.infoki hastalara onarım sonrası 1.günde başlayarak 5 gün boyunca 2 ATM basınçta günde 2 saat olmak üzere tek seans HBOT uygulandı. Değerlendirme için onarımı takiben 3, 6 ve aylarda her iki gruptaki hastaların travmatik sinir elektronöromyografik (ENMG) incelemeleri ve ilişkili motor muayene ile iki nokta diskriminasyon testi kullanıldı. Tüm ENMG incelemeleri aynı nörolog tarafından yapılırken motor güç değerlendirmeleri ve iki nokta diskriminasyon testi aynı cerrah tarafından gerçekleştirildi. Motor muayene motor güç değerlendirme ölçeği baz alınarak uygulandı. Ulnar sinir motor fonksiyon değerlendirmesi için funduszeue.info aralığına kağıt sıkıştırma becerisi uygulandı. Median sinir motor fonksiyon değerlendirmesi için hastalara başparmak opozisyon testi uygulandı. Ön kol 1/3 proksimalde radiyal sinir hasarı olan hastalarda ise motor fonksiyonu el bilek ekstansyion hareketi değerlendirildi. Her iki gruptaki hastaların sinir hasarı Sunderland sınıflandırmasına göre tiplendirildi. İstatistiksel analiz: Veriler SPSS istatistik programı ile analiz edildi. Ölçümler arasındaki farklı analiz etmek için Friedman testi kullanıldı. Farklılığı yaratan grubu bulmak için Bon Ferroni düzeltmeli Wilcoxon işaret testi kullanıldı. P<0,05 anlamlılık düzeyi olarak kabul edildi. Bulgular: Her grupta 14 hasta olmak üzere toplam 28 hastaya (23 erkek, 5 kadın) ait 40 sinir çalışmaya dahil edildi. Her iki grupta da 20 farklı sinir onarıldı. Grup 1 yaş ortalaması , grup 2 yaş ortalaması ise şeklinde idi. Ortalama takip süresi her iki grup için 12 aydı. Grup 1 de travma seviyesi 7 hastada zone 5 seviyesinde, 2 hastada ön kol 1/3 distal seviyede, 4 hastada dirsek seviyesinde ve 1 hastada ön kol 1/2 seviyesinde idi. Grup 2 de ise yaralanma hastaların 8 inde zone 5 seviyesinde, 3 ünde ön kol 1/3 distal seviyede, 2 sinde dirsek seviyesinde ve 1 inde ön kol 1/3 proksimal seviyede idi. Sunderland sınıflamasına göre grup 1 de 10 hastada tip 5 ve 4 hastada ise tip 6 sinir hasarı görülürken, grup 2 de 9 hastada tip 5 ve 5 hastada tip 6 sinir hasarı mevcuttu. Grup 1 de hastaların ayın sonunda ENMG sonuçlarında 10 hastada belirgin düzelme gözlenmiş olup, 2 hastada rejenerasyon devam etmekte ve 2 hastada ise ağır dejenerasyon bulguları bulunmaktaydı. Grup 2 de ise ayın sonunda toplamda 6 hastada belirgin düzelme mevcuttu. Belirgin düzelme Grup 1 de 10 hastanın 6 da funduszeue.info itibaren başlamasına karşın, grup 2 de bu düzelme funduszeue.info itibaren görülmüştür. ay kontrollerinde grup 2 de 5 hastada ağır dejenerasyon bulgularının sergilendiği, 3 hastada ise rejenerasyonun devam ettiği belirlenmiştir. funduszeue.info, funduszeue.info ve ay motor güç derecelendirme karşılaştırması sonucunda ise kas gücünün HBOT alan hastalarda sadece onarım uygulanan hastalara göre daha yüksek kuvvet skoruna eriştiği görüldü (p<). Buna ilaveten, kas gücü geri kazancı grup 1 deki hastalarda grup 2 ye kıyasla anlamlı derecede daha erkendi (p<). ENMG sonuçları karşılaştırıldığında tüm takiplerde funduszeue.infoki hastalarda sinir rejenerasyonu funduszeue.info göre istatistiksel olarak anlamlı derecede daha iyiydi (p<). İki nokta diskriminasyon testi karşılaştırma sonucunda ise parmak ucu, avuç içi ve el dorsalindeki diskriminasyon mesafeleri grup 1 de daha düşük olmasına rağmen önkol bölgesinde iki grup arasında anlamlı fark saptanmadı (p>). Tartışma: HBOT, pek çok farklı patolojik durumlarda kullanılan bir tedavi yöntemi olması yanısıra deneysel çalışmalarda periferik sinir rejenerasyonu için kanıtlanmış faydaları bildirilmiştir. HBOT hiperoksijenizasyon sağlayarak doku viabilitesini korumaktadır. Aynı zamanda hiperoksijenizasyon yara iyileşmesinin temel yapıtaşlarını ve neovaskülarizasyonu aktive ederek doku onarımına katkıda bulunmaktadır. HBOT periferik sinir rejenerasyonuna katkılarını bazı büyüme faktörlerinin üretimini hızlandırarak veya baskılayarak sağladığı ileri sürülmüştür. HBOT alan hastalarda yaralanmayı takiben 1. günden itibaren gliyal hücre türevi nörotropik faktör gen ekspresyonunda düşüş saptandığını bildirilmiştir HBOT; temel fibroblast büyüme faktörü (bfgf ), vasküler endotelyal büyüme faktörü (VEGF) ve TGF- β1 üretiminin arttığı bildirilmiştir. HBOT başlama zamanının sinir iyileşmesi üzerine etkisini inceleyen deneysel bir çalışmada HBOT nin onarım sonrası ilk gün başlandığında maksimum etkisi olduğu ancak günden sonra etkisinin ortadan kalktığı bildirilmiştir. Bu nedenle çalışmamızda HBOT, hastalarımıza onarım sonrası ilk gün başlandı. HBOT nin primer periferik sinir onarımı sonrası kullanıldığında sinir rejenerasyonunu arttırdığı iddia edilmiştir. Yine başka bir çalışmada sinir grefti uygulanan ratlarda fonksiyonel sonuçların standart onarılan gruba göre anlamlı olarak daha iyi olduğu bildirilmiştir. Ancak tüm bu çalışmalar deneysel olup literatürde sinir yaralanmalarında onarım sonrası HBOT kullanılan klinik çalışma bulunmamaktadır. Çalışmamızın en önemli dezavantajı hasta sayısının kısıtlılığıdır. Daha geniş serilerde yapılacak çalışmalar sinir iyileşmesi ile ilgili literatüre değerli bilgiler sunacaktır. Bu çalışmada sinir onarımı sonrası verilen HBOT nin sinir rejenerasyonuna belirgin olumlu katkısı olduğu klinik ve elektrofizyolojik olarak tespit edildi. Sinir onarımı yapılan hastalara onarım sonrası 5 gün boyunca tek seans HBOT verilmesi, sinir iyileşmesini hızlandırarak oluşacak morbiditenin azaltılmasına katkıda bulunabilir. 25

26 Tablolar Tablo funduszeue.info 1 hasta ve yaralanma özellikleri Tablo funduszeue.info 2 hasta ve yaralanma özellikleri Tablo ayın sonunda nörolog hekim tarafından ENMG yorumlarına gore sinir iyileşmesi. Tablo 4. Aynı seviyeden benzer travma sonrasında aynı sinir yaralanması olan hastaların aylara göre motor güç derecelendirme karşılaştırması Tablo 5. Her iki gruptaki hastaların iki nokta diskriminasyon testi ortalama değerleri Aynı seviyede benzer travmalar sonrasında aynı sinir hasarı olan hastaların 3., 6. ve aylarda ENMG parametrelerinin karşılaştırılması Travma seviyesi Yaralanan sinir Grup sıralaması İletim hızı(m/sn) Latans (msn) funduszeue.info ENMG parametrelerinin karşılaştırması Zone 5 Ulnar sinir Grup 1 Grup 2 Önkol 1/3 distal Median sinir Grup 1 Grup 2 Zone 5 Radiyal sinir Grup 1 Grup 2 Zone 5 Median sinir Grup 1 Grup 2 Dirsek seviyesi Ulnar sinir Grup 1 Grup 2 Zone 5 Ulnar sinir Grup 1 Grup 2 Önkol 1/3 distal Median sinir Grup 1 Grup 2 Zone 5 Radiyal sinir Grup 1 Grup 2 Zone 5 Median sinir Grup 1 Grup 2 Dirsek seviyesi Ulnar sinir Grup 1 Grup 2 Zone 5 Ulnar sinir Grup 1 Grup 2 Önkol 1/3 distal Median sinir Grup 1 Grup 2 Zone 5 Radiyal sinir Grup 1 Grup 2 Zone 5 Median sinir Grup 1 Grup 2 Dirsek seviyesi Ulnar sinir Grup 1 Grup 2 funduszeue.info ENMG parametrelerinin karşılaştırması ay ENMG parametrelerinin karşılaştırması 48,8 15, , , ,1 58,4 33,4 53,6 49,7 56,9 45, ,5 52, ,7 55,5 50,2 56, ,,4 22, ,6 12,7 9, ,58 5,7 8,60 9,74 2,52 5,7 3,20 5, ,10 2,97 3,8 6,5 2,20 4,47 2,42 3,74 4, potansiyel elde edilemedi. 26

27 ABY-K 03 D Vitamini Eksikliğinin Bazal Hücreli Deri Kanseri Oluşumu ve Nüksü Üstüne Etkisi Mehmet Emin Cem Yıldırım, Bilsev İnce, Mehmet Dadacı Necmettin Erbakan Üniversitesi, Meram Tıp Fakülesi, Plastik Rekonstrüktif ve Estetik Cerrahi Anabilim Dalı Giriş: Bazal hücreli kanser (BCC) ve yassı hücreli kanser (SCC) olmak üzere 2 subtipe ayrılan non-melanoma deri kanserlerinin (NMDK) majör risk faktörlerinden biri olan güneş ışığı, aynı zamanda vitamin D3 sentezinin ana kaynağıdır. Vitamin D3 (25 hidroksikoleklsiferol) kan dolaşımındaki majör vitamin D formudur. Vitamin D3 sentezi güneş ışığı varlığında deride gerçekleşen reaksiyon sonucu oluşmaktadıfunduszeue.info vitamin aynı zamanda bazı besinlerde hazır olarak bulunmaktadır. Vitamin D3 kanserle ilişkili vitamin D reseptörü (VDR) aracılığıyla hücre büyümesi, diferansiasyonu, apoptozisi ve tümör-immün sistem etkileşimi regülasyonu gibi pleotropik etkilere sahiptir. Vitamin D nin kolon, meme ve prostat kanserlerine karşı koruyucu rolü olduğu bildirilmiştir. Literatürde yüksek vitamin D3 düzeylerinin NMDK riskini azalttığını ileri süren çalışmalar olmasına rağmen, eksikliği olan hastalar ve replasman yapılan hastalarda NMDK nüks sıklığını araştıran çalışmaya rastlamadık. Bu çalışmada BCC tanısı alan hastalarda D vitamini eksikliği olup olmadığı ve eksikliği olan hastalarda D vitamini replasmanının BCC nüks oranlarına etkisinin belirlenmesi amaçlandı. Hastalar ve Yöntem: Çalışmaya yılları arasında polikliniğimize ciltte lezyon şikayetiyle başvurup BCC tanısı alan hastalar dahil edildi. Patoloji raporunda BCC tanısı almış ancak cerrahi sınırı 0,5 cm den küçük hastalar, kontrollere gelmeyen, güneş koruyucu kullanmayan hastalar, gastrointestinal emilim bozukluğu, ciddi hipertansiyonu, paratiroid ile karaciğer ve böbrek hastalığı olanlar ile birden fazla lezyonu bulunan hastalar çalışma dışı bırakıldı. Ayrıca burun ve alt göz kapağı gibi estetik ünitenin bozulabileceği riskli bölgelerde kitlesi bulunan ve dolasıyla < cm cerrahi sınır negatifliği olan hastalarda çalışmaya dahil edilmedi. Yerel etik kurul izni alındı. Veriler tek cerrah tarafından toplandı. Çalışma 3 aşamada prospektif olarak planlandı; 1. aşamada yılları arasında BCC tanısı alan tüm hastaların vitamin D düzeyine bakıldı. BCC ile D vitamini eksikliği arasında ilişki olup olmadığı araştırıldı. Ardından ikinci aşamada yılları arasında D vitamin düzeyi <25 ng/dl olan, primer cerrahi sonrası incelenen patoloji materyalinde cerrahi sınırı > cm negatif olup aynı cerrahi alanda BCC nüksü nedeniyle tekrar başvuran hastaların vitamin D düzeyine bakıldı. BCC nüksü ile D vitamini eksikliği arasında ilişki olup olmadığı araştırıldı. 3. aşamada yılları arasında ilk tanı olarak BCC tanısı konulan ve cerrahi sınırı >0,5 cm negatif olan D vitamini düşük hastalara IU vitamin D3 oral yoldan verilerek replasman yapıldı. Serum vitamin D3 düzeyi <=15 ng/ml altında olan hastalara 3 haftada bir 1 ampul olmak üzere 3 ampul tedavi verildi ng/ml değerleri arasında olanlara ise yine 3 haftada bir 1 ampul olmak üzere 2 ampul tedavi verildi. Tedavi sonrası kontrollerde değerleri ng/ml üzerinde olanlar normal olarak kabul edildi. Altında olanlara ise ek doz başlanarak normal düzeylere gelmesi beklendi. Replasman tedavisi sonrası D vitamini seviyesi yükselmeyen hastalar çalışma dışı bırakıldı. D vitamin replasmanı yapılan BCC li hastalar 3 yıl takip edildi. Bu hastalardaki nüks oranları, yılları arasında BCC tanısı almış, D vitamin replasmanı yapılmamış hastaların (1.aşama) nüks oranlarıyla karşılaştırıldı. Tüm cerrahi işlemler lokal anestezi altında yapıldı ve tüm patoloji preparatları tek patolog tarafından tekrar değerlendirildi. İkinci patoloji incelemesinde <0,5 cm cerrahi sınırı olan hastalar çalışma dışı bırakıldı. Tüm hastalara güneş koruyucu kullanmaları, güneşten kaçınmaları ve aylık kontrollere gelmeleri öğütlendi. İstatistiksel Analiz: Veriler SPSS istatistik program ile analiz edildi. Bağımlı değişken ile bağımsız değişkenler arasındaki ilişkiyi değerlendirmek için χ2 testi kullanıldı. İstatistiksel anlamlılık düzeyi için P<0,05 kabul edildi. Bulgular: Çalışma ilk aşamasına ( erkek,78 kadın), ikinci aşamasına 80 (43 erkek,37 kadın) ve son aşamasına (68 erkek,39 kadın) olmak üzere toplam hasta dahil edildi. Hastaların ortalama yaşı 69 du ve ortalama 30 ay takip edildi. Hastaların ilk tanısında %86 sında lezyon baş-boyun, %8 inde üst ekstremitede, %2 sinde gövdede, %4 ünde alt ekstremiteydi (Tablo-1). İlk tanı BCC lezyonlarının ortalama boyutu xx cm ydi. 1. aşamada BCC tanısı konulan ve D vitamini düzeyi bakılan hastaların ortalama D vitamini düzeyi , ikinci aşamada BCC nüksü görülen hastaların ortalama D vitamini düzeyi ng/ml di. Bu hastaların % inde nüks gözlemiş olup lezyonların 6 sı baş- boyun, 1 si üst ekstremitede, 1 i skapula üzerinde, 1 i ise alt ekstremiteydi. Üçüncü aşamadaki hastaların ortalama D vitamini düzeyi ng/ ml idi. Replasman sonrası ortalama D vitamini düzeyi ng/ml oldu. Bu hastaların % ü tekrar nüks ile başvurdu. D vitamini eksikliği ile hem ilk tanı BCC sıklığı hem de BCC nüksü arasında istatistiksel anlamlı ilişki belirlendi (P<0,05). İlk aşamada BCC tanılı hastalardaki nüks oranları D vitamini replasmanı yapılan hastalardan istatistiksel olarak daha fazlaydı (P<0,05). Tartışma: Yüksek yoğunlukta UVB maruziyetinin kutanöz inflamasyon ve DNA hasarı ile ilişkili olarak deri karsinogenezi gelişimine katkıda bulunduğu bildirilmiştir. Güneş ışınlarının zararlı etkilerinden korunmak için kullanılan SPF 30 olan güneş koruyucular % oranında UVB ışınını absorbe eder. Ancak aynı miktarlarda güneş koruyucular deride aktif vitamin D sentezini de azaltabilir. Çalışmaya dahil edilen hastalar Fitzpatrick sınıflamasına göre arasında değişmekteydi. Aşırı güneş maruziyeti olduğu bilinen hastalara cilt kanserlerinden korunma açısından tedavi protokolünün bir parçası olarak önerilen 30 faktör ve üzeri güneş koruyucu kremlerin, D vitamini eksikliğine yol açmaması için bölgesel kullanımı önerildi. Nüks görülen ve D vitamini düşük saptanan 80 hastanın tamamı güneş koruyucu kullanmaktaydı arası BCC tanısı alan hastaların nüks oranlarıyla yılları arasında BCC tanısı alan hastaların nüks oranlarının karşılaştırılması çalışmamızın dezavantajı olarak gösterilebilir. Ancak bir eksiklik olduğunu bilmemize karşın gerekli replasmanı yapmamanın etik olarak doğru olmadığını düşündüğümüz için kontrol ve çalışma grubu farklı tarihlerde başvuran hastalardan oluşturuldu. Bu çalışmada düşük vitamin D düzeyi ile hem primer BCC nin hem de BCC nüksünün ilişkili olduğunu saptadık. Ayrıca ilk tanı BCC li hastalarda D vitamin replasman tedavisinin BCC nüks oranını azalttığını belirledik. D vitamini besinlerle de alınabilmesine karşın en önemli kaynağı güneş ışınlarının deriye temas etmesidir. Öte yandan güneş ışığının BCC gelişiminde risk faktörü olduğu bilinmekte ve kanser gelişiminin engelenmesi için bu tip hastaların özellikle güneşin dik olarak dünyaya geldiği öğle saatlerinde güneş ışığından kaçınması önerilmektedir. Bu paradoksun çözümü olarak BCC tanısı alan hastaların güneş ışığından kanser bölgelerini korumalarını ancak BCC gelişmemiş diğer vücut bölgelerini günlük dakika güneş ışığına maruz bırakmaları önerilebilineceğini düşünüyoruz. Güneş ışığıyla temas etmemesi gereken hastaların ise düzenli D vitamini seviyesinin kontrol edilerek gerekli durumlarda D vitamini replasmanı yapılması çözüm olabilir. 27

28 Sonuç olarak hem ilk tanı olarak BCC tanısı alan hem de nüks nedeniyle başvuran tüm hastalarda D vitamini düzeyinin takip edilerek D vitamini seviyesinin 25 ng/dl seviyesinin üstünde tutulmasının sağlanması BCC sonrası nüks oranını anlamlı derecede düşürebilir. Tablo 1 1. Aşama 2. Aşama 3. Aşama Ortalama Yaş Cinsiyet Lokalizasyon Erkek, 78 Kadın %86 B.B., %10 E., %4 G. 43 Erkek, 37 Kadın %66 B.B., %22 E., %11 G. 68 Erkek, 39 Kadın % B.B. D vitamini düzeyi ng/ml ng/ml > ng/ml Nüks Oranı % % ABY-K Hastada Triceps Uzun Başının Transferi ile Dirsek Fleksiyonunun Elde Edilmesi Mehmet Solmaz, Mehmet Gencer, Atakan Aydin Istanbul Üniversitesi Istanbul Tip Fakültesi,Plastik Rekonstrüktif ve Estetik Cerrahi Ana Bilim Dali, Istanbul Amaç: Üst ekstremitenin en önemli fonksiyonu dirsek funduszeue.info nedenle bu fleksiyon yeteneğinin yitirilmesi ciddi fonksiyon kaybina yol funduszeue.info fleksiyon kısıtlılığı hem konjenital(artrogripozis) hem de sonradan kazanılmış(travmatik/doğumsal brakiyal pleksus paralizisi) durumlarda görüfunduszeue.info çalışmada travmatik ve konjenital vakalarda triceps uzun başının bicepse transferinin cerrahi tekniğine ait sonuçlarımızı açıklıyoruz. Olgu: Bu transferi yaş arası 15 hastada uyguladık.6 yetişkin hasta travmatik brakiyal pleksus paralizisine sahip iken 9 genç hasta artrogripozisli veya doğumsal paraliziliydi. Tricepsin uzun başına median dorsal insizyonla ulaşıldı. Uzun başının tendonu distalde olecranon üzerinde kesildikten sonra medialden ulnar sinirin altından anteriora transpoze funduszeue.infoun ucu bicepsin tendonuna uç yan olacak şekilde tutturuldu. Dirsek 90 derecede alçı atele alındı. 4 haftalık immobilizasyondan sonra alçı atel değiştirildi ve fizik tedavi başlandı. Sonuç: Doğumsal ve travmatik brakiyal pleksus paralizili hastalarda dirsek ekstansiyonunu koruyarak derece dirsek fleksiyonu,artrogripozisli hastalarda ise derece dirsek fleksiyonu elde ettik.tüm hastalar elini ağzına götürebilme fonksiyonunu kazandığı için funduszeue.info ekstansiyon kısıtlılığı sonradan kazanılmış durumlarda kabul edilebilir ölçüde iken artrogripozisli hastalarda omuz abduksiyonu beklenmediğinden kısmi triceps güç kaybı günlük yaşamı neredeyse hiç etkilemedi. Dirsek fleksiyonunu yeniden canlandırmak için birçok kas transfer yöntemi(funduszeue.info,pectoralis vs) olmasina rağmen,triceps uzun başının transferinin hem konjenital hem de kazanılmış vakalarda güvenilir bir teknik olduğu sonucuna varıldı. ABY-K 05 Wise Paterni ve Süperomedial Pediküllü Meme Redüksiyonu Gerçekleştirilen Gigantomasti Hastalarının İntraoperatif İndosiyanin Yeşili Anjiyografisi ile Değerlendirilmesi Gökhan Semerci 1, Erol Kozanoğlu 2, Ufuk Emekli 1 1 İ.Ü. İstanbul Tıp Fakültesi 2 Haseki Eğitim ve Araştırma Hastanesi Amaç: Gigantomasti hastalarında estetik beklentilerin giderek artmasıyla süperomedial pedikül tekniği giderek daha çok tercih edilmektedir. Bu tekniğin yaygınlaşmasında memenin üst polünün daha dolgun olması ve psödopitoz gelişme riskinin daha az olması en önemli etkendir. Fakat yaygın kullanılan tekniklere göre meme başı ve areola kompleksinin dolaşımının idamesine kuşku ile bakılmaktadır. Bu çalışmada süperomedial pedikül tekniğinin gigantomasti hastalarında parankim rezeksiyonu ile pedikülün oluşturma işlemindeki ve memenin şekillendirme sürecinin meydana getirdiği doku perfüzyonundaki patofizyolojik değişimlerin indosiyanin yeşili (ICG) anjiyografisi ile değerlendirilmesi amaçlanmıştır. Gereçler ve Yöntem: Kasım Kasım tarihleri arasında wise paterni ve süperomedial pediküllü meme redüksiyonu yapılan 41 kadın hasta çalışmaya dahil edilmiştir. Bu hastalara ameliyat sırasında rezeksiyon işlemi tamamlanıp 4 cm lipodermal kalınlıkta pedikül oluşturulduktan sonra ve ameliyat sonunda, hastaların her iki memesi dahil edilerek 82 olgunun Ters T bölgesi, meme başı areola kompleksi ve pedikül tabanının, 0,1 mg/ kg IV ICG ile ICG anjiyografisi görüntülemeleri yapılmıştır. Hastaların ameliyat öncesi elde edilen pedikül uzunluğu, meme başı yer değiştirme mesafesi gibi preoperatif veriler, olguların ters t birleşim bölgesinde oluşan açık yaralar, meme başı ve areola kompleksi (NAC) nekrozu gibi kısa dönem ve yağ nekrozu ve fibrozisi düşündüren palpabl kitleler gibi uzun dönem komplikasyonlar, SPY-Q programı kullanılarak ICG anjiyografi görüntülemelerinden elde edilen kantitatif verilerle istatistiksel olarak karşılaştırılmıştır. Bu kantitatif veriler IV ICG enjeksiyonu sonrası her olguda saniyeye en yakın zaman aralığında meme başı, pedikülün tam orta noktası ve ters t bölgesinin mediali ve lateralinden verilerin elde edilmesiyle standardize edilmiştir. Bulgular: 82 olgunun değerlendirildiği bu çalışmada olguların pedikül uzunlukları ortalama 8,96 cm, meme başı yer değiştirme mesafeleri 11,4 cm,ortalama rezeke edilen doku miktarı gramdır. 2 olguda (%) parsiyel meme başı nekrozu gözlenmiştir ve nekroz gelişen alanlar ICG anjiyografi alanları ile uyumlu olduğu görülmüştür. Kapiller dolum zamanının anjiyografi bulguları ile uyumlu olarak kısaldığı gözlenmiştir. Fakat şekillendirme sonrası venöz konjesyon ile uyumlu muayene bulguları anjiyografi bulguları ile uyumsuzdur. Postoperatif 2. haftada ise demarkasyon hattının anjiyografi bulguları ile yine uyumlu olduğu gözlenmiştir. Bütün olguların pedikül tabanı ve meme başı areola bileşkesinin pedikülün oluşturulduktan sonra ve şekillendirdikten sonraki ICG anjiyografi görüntülemeleri SPY-Q programının OVERLAY modu kullanılarak elde edilen mutlak ve rölatif değerleri istatistiksel olarak karşılaştırılmıştır. Şekillendirme süreci sonrası meme başı ve areola bileşkesinde tespit edilen ICG değerlerinin pedikül oluşturduktan sonra elde edilen verilere göre anlamlı artışı gözlenmiştir. Bu olguların şekillendirme süreci sonrası meme başı ve areola bileşkesinde gözlemlenen hiperemi ile uyumlu olduğu gözlenmiştir. Fakat pedikül tabanındaki değerlerin ise tam tersi olarak anlamlı ölçüde azaldığı gözlenmiştir. Pedikül uzunluğundaki ve NAC yer değiştirme mesafelerindeki artış ile meme başı areola bileşkesinde ve pedikül tabanında ameliyatın her iki basamağında tespit 28

29 edilen ICG anjiyografi değerlerinin istatistiksel olarak anlamlı ölçüde değişim gözlenmemiştir. 22 olguda(%27) postoperatif 6. ayındaki değerlendirmelerinde palpabl ağrılı kitle tespit edilmiştir. BU olguların 10 unda yapılan mammografi incelemelerinde yağ nekrozu, yağ kisti ve fibrozis ile uyumlu olduğu görülmüştür. Palpabl kitle tespit edilen olgular tespit edilmeyen olgularla karşılaştırıldığında istatistiksel olarak anlamlı ölçüde pedikül uzunluklarının ve NAC yer değiştirme mesafelerinin daha fazla olduğu tespit edilmiştir. Bu olguların ICG anjiyografi değerleri palpabl kitle tespit edilmeyen olgularla karşılaştırıldığında memenin şekillendirme sonrası pedikül tabanı ve NAC/pedikül tabanı değerlerinde istatistiksel olarak anlamlı artışı gözlenmiştir. 31 olguda (%37,8) ters t bölgesinde açık yara gelişmiştir. Bu bölgenin ICG anjiyografi verileri ile açık yara gelişen ve gelişmeyen olgularla karşılaştırıldığında istatistiksel olarak anlamlı fark saptanmamıştır. Fakat palpabl kitle gelişen olgularda istatistiksel olarak anlamlı ölçüde ters t bölgesinde açık yara gelişiminin arttığı gözlenmiştir. Tartışma: ICG anjiyografi bulgularından yola çıkarak pedikül uzunluğu ve meme başı yer değiştirme mesafesi artışının NAC dolaşımında değişkenlik göstermemesi süperomedial pedikülün gigantomasti olgularında güvenli olduğunu göstermektedir. Parsiyel nekroz gelişen 2 olguda da pedikülün oluşturulmasıyla saptanan arteriyel yetmezliğin nekroz gelişiminin primer sebebi olduğunu düşündürmektedir. Meme şekillendirme sürecinde NAC ta gözlemlenen ICG değerlerindeki artış, süperomedial pedikülün ark rotasyonu ve pedikül tabanına oluşan bası etkisiyle subklinik venöz konjesyon tablosuna yol açmakta olduğu düşünülmektedir. Fakat bu durum süperomedial pedikülün yaygın venöz ve arteriyel ağı ile tolere edilmektedir. Şekillendirme sonrası NAC inde hiperemi gözlenmesine rağmen venöz yetmezlik tablosu oluşmaması bu hipotezi desteklemektedir. Palpabl kitlesi bulunan olgularda pedikül tabanında ICG birikiminindeki anlamlı artışı bahsi geçen subklinik venöz konjesyonun şiddetlendiği ve yağ nekrozu ve fibrozise neden olduğunu düşündürmektedir. Pedikül uzunluğu ve meme başı mesafesindeki değişim miktarındaki artışın da ark rotasyonu ve parankimal hacim artışını şiddetlendirerek bu patofizyolojik değişime neden olduğunu düşündürmektedir. Literatür taramalarıda da hafif ölçüde venöz ve arteriyel yetmezliğin cilt nekrozuna neden olmasa bile damarsal açıdan fakir olan yağlı dokuda nekroza neden olabileceği hipotezimizi desteklemektedir. NAC ın ICG anjiyografi ölçümleri standart sapmanın altında saptanan 6 olgunun 2 inde parsiyel nekroz görülmesi diğer 2 sinde de sadece papabl kitle oluşumu gözlenmesi bu bulguları da ayrıca desteklemektedir. Sonuç: ICG anjiyografisi meme başı nekrozu gelişimini öngörmede spesifitesi yüksek olmakla birlikte sensitivitesi düşük olduğu söylenebilir. Gigantomasti hastalarında doku perfüzyonunu olumsuz etkilenmesinin asıl neden memenin şekillendirme sürecidir. süperomedial pedikülün meme başı ve areola kompleksinin dolaşımının idamesinde hem venöz hem de arteriyel olarak çok iyi bir seçenek iken, lipodermal pedikülün parankimal bölümü memenin şekillendirmesi ile oluşan dolaşım stresine daha fazla maruz kalmaktadır. Bu durum süperomedial pedikülün yüzeyel seyretmesi nedeniyle olabilir. Özellikle 10 cm üzerinde pedikül uzunlukları ve meme başı yer değiştirme mesafesinin uzaması palpabl kitle oluşum riskini yani yağ nekrozu ve fibrozisi arttırmaktadır. Literatür taramalarında süperomedial pedikülün arteriyel ve venöz ağının çok yüzeyel seyrettiğini, pedikülün 2 cm kalınlığa kadar inceltilerek meme başı ve areola bileşkesinin dolaşımın idamesinin sağlandığını gösteren çalışmaların mevcut olması; özellikle uzun pediküllerde lipodermal pedikülün inceltilmesi ile ilgili önerileri bu çalışmamızda da desteklemektedir. Meme başı ve areola kompleksinde parsiyel nekroz gelişen olgunun takipleri ve ICG anjiyografisi görüntülemeleri ile karşılaştırılması ABY-K 06 El Rehabilitasyonunda Giyilebilir Teknoloji: Akıllı Fleksör Atel Hasan Büyükdoğan, Burak Kaya, Serdar Mehmet Gültan Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi, Plastik, Rekonstrüktif ve Estetik Cerrahi Anabilim Dalı, Ankara Amaç: İyi bir el terapisi olmadan fleksör tendon onarımları başarısız olmaya mahkumdur. Rüptür korkusu olmadan erken dönemde egzersizlere olanak sağlaması için gelişen teknolojilerin de tedaviye entegre edilmesi fonksiyonel geri dönüşü arttıracaktır. Kleinert daha önce Young ve Harmon tarafından tarif edilen elastik bant ile traksiyon yöntemini popülarize etmiştir. Duran ve Houser de ilk defa pasif mobilizasyon metodunu önerenler arasındadır. Bu yöntemler ile Strickland ve Gette nin modifikasyonları, Belfast ve Billericay rejimleri, Tang ve Chow un teknikleri incelendiğinde göze çarpan ortak özellik, önerilen egzersiz süresi ve sıklığının her yeni teknikte arttırılmasıdır. Sonuçları diğer serilere göre daha üstün olarak açıklanan çalışmaların en önemli farkları; post-operatif dönemde hastaların egzersizlerinin tamamını askeri bir tesiste veya hastane kampüsü içerisinde, hastayı yönlendirecek sağlık profesyonelleri gözetiminde yapmış olmalarıdır. Son çalışmalar, pasif fleksiyon egzersizlerinin süresi ve sıklığını arttırmanın gerilme direncini arttırarak daha iyi sonuçları alındığını göstermiştir. Egzersizlerin optimal sıklığı veya süresi üzerine bir karar birliği sağlanamamıştır fakat egzersizlerin bir hekim veya el terapisti gözetiminde yapıldığı çalışmalarda iyileşme oranlarının daha yüksek olduğu bir gerçektir. Bu projenin amacı fleksör tendon yaralanmaları sonrasında hastalarının egzersizlerini, hekimlerinin onlara önerdiği sıklıkta ve doğru şekilde yapıp yapmadıklarını takip edip, hasta-tedavi uyumunu arttıracak biyomekanik sensörlü bir kol ateli geliştirmektir. İnovatif bir giyilebilir teknoloji örneği olan bu model, adezyon ve rüptür olasılığını azaltacak, esnek ve gerçekçi tedavi hedeflerini sağlayacak, 29

30 kişiselleştirilmiş, her yaş ve anatomiye uygulanabilen, iki yönlü veri akışı sağlayan bir Nesnelerin İnterneti (Internet of Things/IoT) ürünüdür. Yöntem: Bu projede mikrodenetleyici, flexsensör, jiroskop ve Wi-Fi modülü içeren akıllı el ateli geliştirilmiştir. Cihaz yapılan egzersiz sayısını ve ameliyat edilen parmağını hareketini, üzerindeki flexsensör ile ölçmekte olup gerilme miktarına göre flexsensör, potansiyometre gibi davranarak direncini değiştirmektedir. Mikrodenetleyicide voltaj bölücü olarak kullanılan direnç değişimi, bir belirteç olarak görev yapmaktadır. Her harekette değişen potansiyometredeki ve voltaj bölücüdeki değerler orantılanarak, hastanın kendisi için belirlenen hedef değerlere ulaşıp ulaşmadığı kontrol edilmektedir. Hareket yeterli oranda yapılmadığında cihaz uyarılar vererek daha fazla germe yapılması gerektiğini hastaya bildirmektedir. Üzerinde bulunan ESP Wi- Fi modülü sayesinde internete erişim sağlayabilmekte, MQTT (Message Queuing Telemetry Transport) protokolü üzerinden doktorun bulunduğu sunucuya verileri anlık olarak gönderebilmektedir. Doktor da cihaza eş zamanlı olarak bildirim göndererek egzersiz hakkında hastaya bilgi verebilmektedir. Kablosuz ağ bulunamazsa, cihaz yapılan aktiviteyi hafıza birimine kaydedebilmektedir. Hafıza birimi olarak cihazın dahili EEPROM u (Electrical Erasable Read Only Memory) okuma/yazma işlemlerinde sınırlı ömre sahip olduğu için SD kart depolama alanı olarak kullanılmaktır. SD kart SPI Protokolü ile haberleşme yapmaktadır. Bu haberleşme Master-Slave konfigürasyonunda iletişim sağlamaktadır. MISO (Master In/Slave Out) pininden, yani Slave cihazdan gelen verileri Master cihazımız alıp işlemektedir. Aynı şekilde MOSI (Master Out/Slave In) pini de mevcut olup, Master dan çıkan verileri de Slave cihazı almakta olup gerekli işlemleri yapmaktadır. Bu üç pinin veri alışverişinin senkronizasyonunu belirli frekansta kare dalgalar üreten CLK (Clock) piniyle kontrol edilmektedir. Mikrodenetleyi Master durumunda olup Slave olan SD kartı kontrol etmekte ve SPI protokolü gereği Slave in bir CS (Chip Select) pini lojik olarak LOW (0V) a çekildiğinde iletişime başlamaktadır. SD karta yazma işlemi yaparken alışılagelmiş C programlama dilindeki Struct yapısından daha üstün olan JSON formatı array (dizi) yapısı olarak kullanılmaktadır. Bu dizinin içerisindeki veriler string, sayı, nesne, array, boolean ve null olarak işlenebilmektedir. JSON formatı ile veriler daha kolay okunup yönetilmektedir. Çevrimdışı yapılan bu aktivite çevrimiçi bir bağlantı oluştuğunda otomatik olarak doktorun sunucusuna gönderilmektedir. Cihaz x64 piksel çözünürlükte OLED ekrana sahiptir. OLED ekran eski tip LCD ekranlara göre daha ince olup I2C protokolü sayesinde sadece 4 adet pin yeri işgal etmektedir (VCC, GND, SDA, SCL). I2C haberleşmesi Start biti ile SDA pininin Lojik olarak 0 a düşmesiyle, SCL Lojik 1 de iken başlar. Bunun devamında 8 bitlik datalar akmaya devam eder. İlk 8 bit Slave adresi olarak gider ve 9. bit R/W (Read/Write) işlemlerinden hangisinin yapılacağını gösterir ve hemen ardından ACK (Acknowledge) komutuyla veri iletiminde hata olup olmadığını denetler. Zaman takibinde RTC (Real Time Clock) osilatörü ve DS saat çipi kullanılmaktadır. Bu çip SD kart ta kullanılan SPI protokolünün aksine I2C protokolü ile haberleşmesini yapmaktadır. I2C protokolü SPI a göre daha az pine sahip olmakta ve daha az enerji tüketmektedir. SPI da kullanılan 4 pinin aksine I2C da sadece SDA (Data pini) ve SCK (Clock pini) kullanılmaktadır. Cihazın üç boyutlu uzaydaki konumunu ve vertikal düzlemde hareketini tayin edebilmek için Gy jiroskop modülü mevcuttur. Üzerinde bulunan komponentlerin ve mikrodenetleyicisinin düşük güç tüketimi ve birçok haberleşme protokollerine uyumu sayesinde cihaza yeni modüller eklenebilir. Master- Slave olarak çalışmakta olan modüllerle mikrodenetleyici arasındaki iletişim oldukça yeterli ve hızlıdır. Günümüz standartlarında şarj edilebilir batarya ile çalışmaktadır. Piyasada veya İngilizce literatürde muadili bulunmayan cihazımızın ulusal ve uluslararası patent işlemleri halen devam etmektedir. Bulgular: Günümüzde IoT uygulamaları medikal alanda da kullanım sahibi olmaya başlamıştır. Nesnelerin İnterneti nde herhangi bir nesne internete erişim sağlayarak diğer cihazlarla etkileşim halinde olup, uzaktan kablosuz komut/kontrol sistemi oluşturulabilmektedir. Ameliyat edilen parmaklardaki tendonun mm lik ekskürsiyonunu sağlayarak adezyonu engelleyecek minimum hareket açıklığı peri-operatif tayin edilmekte ve post-operatif erken dönemde bu hedeflere ulaşacak egzersizlere başlanmaktadır. Geliştirdiğimiz cihaz hem bu hareket açıklığına ulaşıp ulaşılmadığını takip etmekte hem de tendonun rüptüre olmasına sebep olabilecek hedef değerin çok üstündeki gerilmelerde hastayı uyarmaktadır. Mikrodenetleyici el atelini eskisine oranla çok daha fonksiyonel yapmaktadır. Hasta elini uzun süre aşağı sallandırdığında üzerindeki jiroskop sayesinde sesli ve görüntülü uyarılar vererek elini kaldırmasını hatırlatmakta ve parmak ödeminin oluşmasını engellemektedir. Veritabanında bulunan hasta verileri, doktor web arayüzü üzerinden bilgisayar, tablet veya akıllı telefon aracılığı ile her yerden görüntülenebilmektedir. Bunlara ek olarak ürün sayesinde muazzam seviyede Büyük Veri (Big Data) elde edilip her hasta için daha etkili ve kişiselleştirilmiş tedaviler planlanabilecektir. Sonuç: Hasta uyumsuzluğu sebebiyle yanlış veya eksik uygulanan tedaviler yüzünden sağlık sistemimiz her yıl ek harcama yapmak zorunda kalmaktadır. Bu durum kaynakların israfına, hastanın ve sağlık çalışanlarının zamanının ve enerjisinin harcanmasına ve hastalıkların tam olarak tedavi edilememesine sebep olmakta, özellikle genç nüfusta iş gücü kaybına ve malpraktis davalarına yol açmaktadır. Hastaların yarısından çoğu doktorun ne anlattığını muayene odasından çıkar çıkmaz unuttuğunu söylemektedir. Tedavini başlangıç evresinde hastadaki yüksek anksiyete, söylenenleri tam olarak anlamasını ve ilerleyen dönemde hatırlamasını güçleştirmekte, bu da tedaviye uyumsuzluğuna sebep olmaktadır. Geliştirdiğimiz biyomekanik model hastayı egzersizlerini düzenli ve doğru bir şekilde yapacak şekilde yönlendirerek tedaviye uyumunu arttırmakta, hastane dışında bile tedaviyi hastaya fonksiyon kazandıracak şekilde yönlendirerek hekime objektif veriler sunmakta, tedavinin daha etkili yönetilmesini sağlamaktadır. Resim 1 Akıllı Fleksör Atel 30

31 UZMAN ARAŞTIRMA YARIŞMASINA BAŞVURAN BİLDİRİLER

32

33 DENEYSEL BİLDİRİLER Ratlarda Mc. Farlane Flep Modelinde Mikroiğneleme İle Yapılan Ön Koşullamanın Flep Yaşamı Üzerine Etkileri Ömer Faruk Ünverdi 1, Atilla Çoruh, Kemal Deniz 1 S.B.Ü Derince Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Plastik Cerrahi Servisi, Kocaeli Giriş: Onarım cerrahisinde flebin kısmen veya tamamen kaybı cerrahi onarımın en istenmeyen komplikasyonudur. Günümüze kadar, çeşitli metotlar denenmesine rağmen en sık uygulanan ve en güvenilir metot cerrahi flep geciktirmesidir. Bu çalışmanın amacı Vascular Endothelial Growth Factor (VEGF) düzeyini arttırdığı bilinen mikroiğneleme uygulaması ile yapılan ön koşullamanın flep canlılığına etkisini ve bu etkinin kullanılan mikroiğne uzunluğu ile uygulama süresine bağlı farklılık gösterip göstermediğini araştırmaktır. Gereç ve Yöntem: Kontrol, cerrahi geciktirme ve mikroiğneleme uygulaması yapılan 6 gruba ayrılan sıçanların sırtında modifiye Mc Farlane flepler kaldırıldı. Kontrol grubunda flepler kaldırılarak geri yerine dikildi. Cerrahi geciktirme grubunda flepler on dört günlük bekleme süresi tamamlandıktan sonra kaldırıldı ve tekrar yerine dikildi. Mikroiğneleme gruplarında 0,5 ve 1 mm iğne uzunluğuna sahip mikroiğneleme aleti 7 ve 14 er günlük ön koşullama uygulandıktan sonra flepler kaldırıldı. Gruplar arasında flep canlılık oranları, doku ve plazma VEGF düzeyleri, toplam damar sayıları değerlendirildi. Her gruptan bir denekte mikroanjiyografi ile flep vasküleritesine dair görüntüler elde edildi. Bulgular: Flep canlılık oranlarının, mikroiğneleme uygulanan gruplarda anlamlı düzeyde arttığı gözlendi (p<0,05). Plazma VEGF düzeylerinin gruplar arasında farklılık göstermediği saptandı (p>0,05). Doku VEGF düzeyinin, sadece cerrahi geciktirme grubunda anlamlı düzeyde yükseldiği saptandı (p<0,05). Mikroanjiografide cerrahi geciktirme grubunda flebin damar sayısı ve çaplarının diğer gruplardan daha fazla olduğu dikkati çekerken, mikroiğneleme yapılan gruplarda damar sayısı ve çapını en fazla arttıran grubun 1 mm iğne ile 14 günlük ön koşullama yapılan grup olduğu gözlendi. Histopatolojik incelemede cerrahi işlem öncesinde alınan biyopsilerde cerrahi geciktirme ve mikroiğneleme uygulanan gruplardaki damar sayılarının daha fazla olduğu ve kontrol grubundan istatistiksel olarak farklı olduğu saptandı (p<0,05). Flep nekroz hatları kesinleştikten sonra alınan biyopsilerde cerrahi geciktirme ve mikroiğneleme uygulanan gruplardaki damar sayıları arasında fark olmadığı saptandı (p>0,05). Sonuç: Mikroiğneleme uygulaması yapılan deneklerde damar sayısı ve flep canlılık oranlarının arttığı, mikroiğneleme ile yapılan ön koşullamanın cerrahi flep geciktirmesine yakın başarılı sonuçlar verdiği gözlendi. Koyun Kafası Modelinde Piezo, Perkütan ve Endonazal Osteotomilerin Karşılaştırılması Sevgi Kurt Yazar 1, Merdan Serin 1, Memet Yazar 2, İbrahim Taşkın Rakıcı, Fatih Irmak 2, Selami Serhat Şirvan 2 1 İstanbul Eğitim ve Araştırma Hastanesi 2 Sağlık Bilimleri Üniversitesi S işli Hamidiye Etfal Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Plastik, Rekonstrüktif ve Estetik Cerrahi Ana Bilim Dalı, İstanbul Giriş: Osteotomi, rinoplastide sonuç üzerinde direk etkisi olan çok önemli bir bölümdür. En sık kullanılan iki teknik olan perkütan ve endonazal tekniklere ek olarak, Piezo da den beri rinoplasti pratiğinde kullanılmaktadır. Bu deneysel model, her üç osteotomi tekniğini karşılaştırmak amacı ile tasarlandı. Gereç ve Yöntem: Bu çalışma koyun kafası osteotomi modelinde yapıldı. Her birinde 12 kafanın olduğu toplam 3 grup oluşturuldu. Tüm bu gruplar kemik boşluğu, parçalı kırıklar ve mukoza hasarı açısından değerlendirildi. Bulgular: Piezo grubunda mukoza hasarı ve parçalı kırık gözlenmedi. Ayrıca kemik boşluğu miktarı da diğer iki tekniğe göre daha düşük hesaplandı. Osteotomi için gereken süre endonazal teknikte daha kısa, piezo ile eksternal teknikte ise benzer olarak bulundu. Tartışma: Rinoplastide daha iyi sonuçlar alabilmek için sürekli yeni teknikler geliştirilmektedir. Teknolojik gelişmeye paralel olarak rinoplasti pratiğine de yeni üretilen cihazlar girmektedir. Piezo da bunlardan biridir. Bu çalışmada yapılan karşılaştırmada piezo kullanılan grupta daha az mukozal hasar ve parçalı kırığın olduğu saptandı. Daha yeni ve güvenilir cihazlar bulunana kadar Piezo nun rinoplastide güvenle kullanılabileceğini düşünüyoruz. Çap Uyumsuzluğu Mevcut Anastomozlarda Yeni Bir Teknik Uygulama Normal Damar İyileşmesi ve İnvajinasyon Tekniği ile Onarım Ardından İyileşme Karşılaştırılması Can Zeliha Gül, Memet Yazar 2, Sevgi Kurt Yazar 1, Semra Hacıkerim Karşıdağ 2, Ramazan Uçak, Kemalettin Yıldız 3 1 İstanbul Eğitim ve Araştırma Hastanesi 2 Sağlık Bilimleri Üniversitesi S işli Hamidiye Etfal Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Plastik, Rekonstrüktif ve Estetik Cerrahi Ana Bilim Dalı, İstanbul 3 Bezmialem Vakıf Üniversitesi Tıp Fakültesi Plastik, Rekonstrüktif ve Estetik Cerrahi Ana Bilim Dalı, İstanbul Giriş: Mikrocerrahi, özellikle tümör ve travma cerrahisi ile gelişirken beraberinde bazı zorluklar getirmiştir. Serbest doku aktarımlarının rekonstruksiyon merdivenindeki endikasyonu genişlerken özellikle çap farkı içeren anastomozların başarısı plastik cerrahinin gündemindedir. Bu çalışma ile çap farkı içeren anastomozlarda çözüme yönelik geliştirdiğimiz yeni bir tekniğin, bilinen konvansiyonel uç uca ve invajinasyon ile anastomoz teknikleri ile teknik ve histolojik olarak karşılaştırmasını sunduk. 33

34 Materyal Ve Metod: Wistar tipi erkek cinsi 35 adet sıçanda, belirlenen 3 tip anastomoz toplam 70 adet olarak gerçekleştirildi. Anastomoz teknikleri süreleri arasında karşılaştırma yapıldı. Tüm anastomozlar 1. gün ve 1. haftada eksplore edilerek tromboz oranları değerlendirildi. Uç uca (E), invajinasyon (İ) ve tanımladığımız M plasti tekniği ile yapılan anastomozlar 6. hafta ve 4. ayda tam kat eksize edilerek hemotoksilen-eozin boyama ile değerlendirildi. Türk Plastik Rekonstrüktif ve Estetik Cerrahi Derneği Bulgular: E, İ ve M teknikleri arasında yapılan süre karşılaştırmasında E>İ>M plasti anlamlı fark bulundu. Erken dönem tromboz eğilimi açısından 1. gün ve 1. hafta değerlendirilmelerinde anlamlı fark olmadığı görüldü. Histolojik değerlendirmede 6. haftada tunika mediada fibrozis kriterinde anlamlı fark bulundu. Diğer kriterlerde yeni tanımlanan M plasti tekniğinin, E ve İ grupları arasında anlamlı fark oluşturmadığı görüldü. Her 3 teknik belirlenen histolojik kriterleri, zaman değişkeni ile ayrıca karşılaştırıldı. Sonuç: Çap farkı, gelişen mikrocerrahinin önemli konularından biridir. Damar anastomozunda altın standart uç uca anastomoz olmasına rağmen, çap farkı bulunan anastomozlarda başarı oranının düştüğü bildirilmiştir. Farklı damar çapları ve çap oranlarına yönelik çözüm algoritması henüz mevcut değildir. Tanımladığımız tekniğin, histolojik parametreler açısından bilinen ve sık kullanılan diğer anastomoz tekniklerine eş değer iyileşme ile farklı çap oranlarında ve kan akımı yönünden bağımsız olarak lineer akım sağlayabileceği görüşündeyiz. 34

35 KLİNİK BİLDİRİLER Submukozal Diseksiyonun Eşlik Ettiği Modifiye Free Dome Sütür Burun Ucu Dinamiklerine Yeni Bir Yaklaşım Sercan Yücel 1, Ömer Faruk Ünverdi 2 1 Yozgat S ehir Hastanesi, Plastik Cerrahi Servisi, Yozgat 2 S.B.Ü Derince Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Plastik Cerrahi Servisi, Kocaeli Nazal tip plasti, rinoplasti üzerinde en çok tartışılan ancak anlaması ve uygulaması en zor olan aşamadır. Tip plasti ile oluşturulacak burun ucu projeksiyonu ve rotasyonu; başarılı sonuçlar elde etmede anahtar rol funduszeue.info dönemlerde gelenekselleşmiş kıkırdak şekillendirici yöntemlerin yerini; koruyucu ve destrüktif olmayan yöntemlerin aldığı gözönünde bulundurulduğunda sütür tekniklerinin gün geçtikçe popülarite kazandığı görülmektedir. Çalışmamızda tip plasti sırasında daha önce tanımlanmış olan standart dome sütürlerine ek olarak şekillendirilmek istenen kıkırdak bölgesindeki mukozanın da diseksiyonu dahil edilerek bu sayede middle ve lateral krus arasındaki açının arttırılması ve bunun projeksiyon üzerindeki etkilerinin değerlendirilmesi amaçlanmıştır. Gereç ve Yöntem: Bu çalışmaya Ocak mart tarihleri arasında opere edilen 81 hasta dahil edildi. Genel anestezi altında opere edilen hastalarda, planlanan tip rotasyonunu ve projeksiyonunu elde etmek amacıyla yeni domlar işaretlendi. İşaretlenen domların medial ve lateral bacaklara doğru 3 er mm lik kısımları mukozadan disseke edilerek serbestlendi. Modifiye serbest dome sütürü, standart bir prosedür olarak burun ucunu şekillendirmek amacıyla uygulandı. yeni domlar şekillendirildi. Bulgular: Çalışmaya dahil edilen 81 hastanın 65 i kadın 16 sı erkeklerden oluşmaktaydı. Hasta yaşı dağılımı 18 ile 55 yıl arasındaydı (ortalama yıl). Ortalama takip süresi 14 ay ( ay)olarak hesaplandı. 70 hasta primer rinoplasti, 10 hasta sekonder rinoplasti hastası olup 1 hasta revizyon rinoplasti hastasıydı. Hastaların % ü sonuçtan çok memnun, % ü memnun, %6,2 si ise memnun olmadığını bildirdi. Sadece sonuçtan memnun olmayan 5 hastaya revizyon rinoplasti operasyonu yapıldı. Sonuç: Modifiye serbest dome sütürünün sınırlı alanda mukoza diseksiyonu ile kombine edilmesi, istenilen tip rotasyonu ve projeksiyonunun elde edilmesinde, tip bölgesinde simetrinin elde edilmesinde oldukça başarılı sonuçlar vermektedir. Tekniğin kıkırdak dokunun dolaşımında sorun oluşturmadan kısıtlı alanda mukozadan disseke edilerek uygulanması olası komplikasyonların önüne geçmektedir. Bazal Hücreli Karsinomda Yüksek ve Düşük Riskli Anatomik Bölgeler Arasında Hastaların Bağışıklık Farklarının Araştırılması: Nötrofil Lenfosit Oranı Tümörün Bölgesel Dağılımında Etkili Midir? Erol Kozanoğlu, Fethi Sarper Mete Sağlık Bilimleri Üniversitesi, Haseki Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Plastik ve Rekonstrüktif Cerrahi Kliniği Giriş: Bazal hücreli karsinom(bhk) en sık görülen kanser türüdür. Nötrofil lenfosit oranı(nlo), hastaların bağışıklık durumunu gösteren bir ölçüttür ve tümör saldırganlaştıkça artmaktadır. Bu çalışmanın amacı, yüksek riskli H bölgesinde bulunan olgular ile olağan riskli bölgelerdeki olguların NLO larını karşılaştırmaktır. Bu sayede, yüksek riskli anatomik bölgelerdeki subklinik tümör yayılımında hastanın bağışıklık durumunun rolü değerlendirilecektir. Gereç ve Yöntem: Ocak Mayıs arasında, BHK nedeniyle ameliyat edilen olgular çalışmaya dahil edilmiştir. Hastalar, tümörlerinin yerleşimine göre iki gruba ayrılmıştır. Tümörleri subklinik yayılım açısından yüksek riskli olan H bölgesindeki hastalar Grup 1 dir. Tümörleri diğer anatomik bölgelerde bulunan hastalar ise Grup 2 dir. Her hastanın elektronik dosyası ve arşivdeki fotoğrafları incelenmiştir ve demografik verileriyle hemogram değerleri kayıt edilmiştir. Bulgular: Kırk altı olgu çalışmaya dahil edilmiştir. On dört hasta kadındır(% ) ve 32 hasta(% 69,6) erkektir. Hastaların yaş ortalaması 64,6 dır(33 87 yaş). Hastaların ortalama takip süresi 8 aydır(1 17 ay). Gruplara göre olguların NLO ve trombosit-lenfosit oranı ölçümleri, istatistiksel olarak anlamlı farklılık göstermemektedir (p>0,05). Primer onarım riskli olgularda anlamlı düzeyde düşük düzeyde uygulanmıştır (p<0,05). Greftlemenin ise riskli gruba daha yüksek oranda uygulandığı saptanmıştır (p>0,05). Tartışma: Literatürde, malign melanom, yassı epitel hücreli karsinom ve BHK, NLO ları açısından karşılaştırıldığında; tüm deri kanserleri arasında, BHK un NLO ı en düşük olarak saptanmıştır. NLO nın deri kanserlerinde de kullanılabileceği görülmektedir. Çalışmamızda, H bölgesi ile diğer anatomik bölgelerdeki NLO ları arasında istatistikel olarak anlamlı bir fark saptanmamıştır. Bu da, H bölgesindeki tümör biyolojisinde, bağışıklık değişikliklerinin etkili olmadığını göstermektedir. H bölgesinde greft veya flep ile onarım seçenekleri tercih edilmiştir çünkü işlevsel anatomik yapıların çok katmanlı kayıplarında kompozit nakiller gerekmektedir. H bölgesinde greft ile onarım daha çok tercih edilmektedir. Çünkü, H bölgesinde tümörün yayılma ve nüks eğiliminin daha fazla olduğu öğretisi hakimdir ve H bölgesinde nüks takibi için greftleme tercih edilmektedir. Sonuç: NLO, BHK un H bölgesi ile diğer bölgeler arasında tümörün biyolojik özellikleri açısından herhangi bir ayrım yaptırmamaktadır. 35

36 Yüksek Riskli Hasta Grubunda Superomedial Pedikül ile Güvenli Meme Redüksiyonu Can Zeliha Gül, Sevgi Kurt Yazar 1, Çağatay Öner 2, Semra Hacıkerim Karşıdağ 2 1 İstanbul Eğitim ve Araştırma Hastanesi 2 Sağlık Bilimleri Üniversitesi S işli Hamidiye Etfal Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Plastik, Rekonstrüktif ve Estetik Cerrahi Ana Bilim Dalı, İstanbul Giriş: Gigantomasti, genel olarak memenin fiziksel ve psikolojik sorunlara neden olan aşırı gelişimi olarak kabul edilir. Sıklıkla hastalar obez ve morbid obezdirler. Vücut-kitle indeksi yüksekliği, pedikül uzunluğu ve iştirak eden hastalıklar ile bu hasta grubu redüksiyon cerrahisi için yüksek riskli olarak değerlendirilir. Bu çalışmada superomedial pedikül-wise pattern meme redüksiyonunun güvenli kullanımını sunduk. Hastalar ve Metod: Ekim Temmuz tarihleri arasında 9 hasta superomedial pedikül tekniği ile opere edildi. Bu hastalardan 6 sı yüksek riskli hasta grubunda değerlendirilerek prospektif olarak takip edildi. Bulgular: Hastalardan 1 i komplikasyonsuz; 5 inde t bölgesinde iyileşme gecikmesi, hipoestezi, parsiyel NAC nekrozu gibi minör komplikasyonlar izlendi. Hastaların hiçbirinde majör komplikasyon izlenmedi. Tartışma: Obezite ve uzun pedikül sebebiyle yüksek riskli hasta grubunda güvenli ve aynı zamanda tatminkar sonuçlara ulaşmak redüksiyon cerrahisinde önemlidir. Gigantomastik hasta grubunda yaşam kalitesini artırıcı cerrahi olarak endike edilmelidir. Bu amaca yönelik teknikler geliştirilmeye devam ederken hasta ve cerraha güvenli alan sağlayan superomedial pedikül ilk sıralarda yerini almalıdır. Mikrocerrahide Damarların Çap Uyumsuzluğunu Düzeltmek İçin Kolay ve Etlili Bir Yöntem: Hemoclip ile Konileştirme Ulaş Bali Manisa Celal Bayar Üniversitesi Tıp Fakültesi, Plastik ve Rekonstrüktif Cerrahi Anabilim Dalı, Manisa Uzatılmış Temporoparietal Fasya Flebinin Periorbital Rekonstrüksiyonda Çok Yönlü Kullanımı Özlem Çolak 1, Özay Özkaya Mutlu 1, Kadri Özer 2, Tiber Menteşe 1 1 Okmeydanı Eğitim ve Araştırma Hastanesi 2 Aydın Devlet Hastanesi, Plastik, Rekonstruktif ve Estetik Cerrahi Kliniği, Aydın Giriş: Temporoparietal fasya flebi (TPFF) vücutta tarif edilen en ince fleptir ve baş boyun bölgesinde mevcut olan tek pediküllü fasyal flepdir. Pediküllü TPFF skalpe, orta yüze, mandibulaya ve hatta oral kaviteye kadar uzanmasını sağlayan geniş bir rotasyon arkına sahiptir. Bu çalışmada, uzatılmış TPFF nin çok yönlülüğü ve periorbital rekonstrüksiyonda kullanımı ile ilgili deneyimlerimizi sunmyı amaçladık. Gereç ve Yöntem: Uzatılmış TPFF flebi Ocak ile Aralık arasında 5 hastada çeşitli periorbital defektlerin rekonstrüksiyonunda kullanılmıştır. Hastaların tümü erkekti ve ortalama yaş 52,4 olarak bulundu ( yaş). Uzatılmış TPFF 2 hastada travma sonrası oluşmuş defekt için, diğer 2 hastada tümör rezeksiyonu nedeniyle ve 1 hastada hemifasyal atrofiye bağlı periorbital bölge atrofisi için rekonstrüksiyon yapıldı. Periorbital bölge anatomik sınıflamasına göre 2 hastada defekt zon I de, 1 hastada Zon II de ve 2 hastada Zon IV te idi. Dört hastada fasya flebinin üzeri tam kalınlıklı deri grefti ile örtüldü. Bulgular: Tüm flepler herhangi bir major komplikasyon oluşmaksızın başarılı bir şekilde transfer edildi. Flep kaybı ve klinik enfeksiyon belirtisi yoktu, hiçbir hastada total deri grefti kaybı görülmedi ve tüm hastalarda rekonstrüktif hedeflere ulaşıldı. Ortalama takip süresi 14,7 ay ( ay) olarak bulundu. Tüm hastalarda fonksiyonel ve estetik açıdan tatmin edici sonuçlara ulaşıldı. Sonuçlar: Uzatılmış TPFF, periorbital bölge rekonstrüksiyonu için ince, esnek ve iyi vaskülarize bir fleptir. Uygun düzlemde dikkatli cerrahi diseksiyon ve loupe büyütme ile çok fazla donor saha komplikasyon riski olmadan mükemmel flep elevasyonuna izin verir. Travma, tümör ve konjenital deformitelere bağlı çeşitli periorbital bölge defektleri uzatılmış TPFF ile tatmin edici estetik ve fonksiyonel sonuçlarla başarılı bir şekilde rekonstrükte edilebilir. Mikrovaskuler doku transferleri nin başarısında anastomoz kritik rol oynar. Flep damarları ve alıcı damarlar arasında ki çap uyumu cerrahinin sonucuna direk etki eder. Damarlar arasındaki çap uyumsuzluğunu önlemek için birçok teknik tanımlanmıştır. Biz, flep damarlarının geniş olduğu, büyük çap farkı görülen nadir olgularda uygulanabilecek, kolay ve güvenilir bir teknik geliştirdik. Geniş damar duvarının fazla kısmına oblik olarak yerleştirdiğimiz hemoclip ile ani kan akımı geçişini önleyip, anastomoz hattındaki turbulansı azalttık. 5 hastada, arter ve vende eşzamanlı olarak, toplam 10 anastomozda tekniği uyguladık. Rekesplorasyon ihtiyacı olmadan % başarı elde ettik. Tekniğin, flep damarlarının alıcı damarlardan geniş olduğu nadir durumlarda önemli bir alternatif olduğunu düşünüyoruz. 36

37 SÖZLÜ SUNUMLAR

38

39 S Fasiyal Arter Perforator Anatomisinin Anjiyografik İncelenmesi Heval Selman Özkan, Deniz Yıldırım Adnan Menderes Üniversitesi Plastik Rekonstrüktif ve Estetik Cerrahi Anabilim Dalı, Aydın çalışmamızın ileri klinik çalışmalar için yararlı olacağını düşünüyoruz. Anjiyografik inceleme Giriş: Fasiyal arter perforator flepleri, son yıllarda özellikle primer olarak kapatılamayacak perioral-perinasal defektlerin rekonstruksyonunda kullanılmaktadır. Sahanın perforatör anatomisinin bilinmesi ve flap dizaynının buna uygun yapılması kritik önem taşımaktadır. Perforator Flap terimi ilk olarak da Koshima ve Soaeda tarafından kullanılmıştır. Miroanastomoz gerektirmemeleri ve pedikül etrafında dereceye kadar rotasyona izin vermeleri, yüksek flep başarı oranları; perforator flapların avantajlarındandır. Bu sebeplerle özellikle son dönemde random veya serbest doku transferlerine bir alternatif olarak kullanılma sıklıkları artmıştır. Fasiyal arterin perforator dağılımı ilk olarak Qassemyar ve arkadaşları tarafından yılında çalışılmıştır. Fasiyal arterin görüntülenmesinde MR anjiyografi, Bt anjiografi, konvansiyonel anjiografi kullanılabilir. Biz kendi çalışmamızda, aynı zamanda altın standart olan konvensiyonel anjiografinin 3D modelini kullanarak, fasiyal arterin seyrini, perforatorlerin anatomisini ve sıklığını inceledik. Materyal-Metod: Başka nedenler ile Nöroloji Anabilim Dalınca eksternal karotis konvaniyonel anjiografiler çekilen hastalar çalışmaya dahil edildi. Çalışmamızda yüz 3 parçaya ayrıldı; mandibula corpusundan oral komissure kadar olan kısımı Saha I, buradan zigomatik prosese kadar olan kısımı Saha II, süperior nasiden glabellaya kadar olan sahayı ise Saha III olarak kabul edildi. Bu sahaların belirlenmesinde Camuzard ve meslektaşlarının yaptığı çalışma bazalındı. Görüntü üst üste binmesi neticesinde değerlendirilememek ve cm çaptan daha küçük damar çapına sahip olmak, geçirilmiş yüz cerrahisi öyküsü ve fasiyal arter patolojisi saptanması; çalışmadan çıkarılma kriteri olarak belirlendi. Görüntülemede Philips FD20 Allura Clarity 3D digital anjiografi cihazı kullanıldı. Çalışmaya dahil edilen 73 hastanın fasiyal arterlerinden toplamda dal ayrıldığı saptandı. Bunların adedi çalışmaya dahil edilebildi. Dalların tanesinin Saha I de arter gövdesinden ayrıldığı gözlendi. Bu nedenle Saha I in, perforator arter flep dizaynı için daha uygun olduğu düşünüldü. Fasiyal arterin 3D anjiyografik görüntüleri S Alt Dudak Skuamoz Hücreli Karsinomlarında Tümör Kalınlığının Lenf Nodu Metastazına Etkisi Necip Sefa Özden, Yasemin Aydınlı, Nijat Babayev, Burak Kaya Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi, Plastik, Rekonstrüktif ve Estetik Cerrahi Anabilim Dalı, Ankara Tartışma: Fasiyal defektlerin perforatör flepler ile rekonstrüksiyonun gelişimsel ilerlemesi, vücudun diğer sahalarına uygulanan perforatör fleplere nazaran daha yavaş olmaktadır. Bunun temel nedeni ise diseksiyon zorluğu ve perforatör varyasyonlarının daha sık karşılaşılan bir sorun olması sayılabilir. Vasküler ağdan zengin olan yüz; temel olarak fasiyal, temporal superfiyal ve oftalmik arterlerce beslenir. Fasiyal arter submental, inferior ve süperior labial, lateral nasal dallarını verdikten sonra angular arter olarak son bulur. Özellikle gözlerin ve burun dorsumunun üst 2/3 ünün beslenmesinde internal karotisin dalları ile olan anastomozlar da görev alır. Planlanan flebin ana perforatörünün önceden belirlenmesi için hassas görüntüleme yöntemlerinden faydalanılması faydalı olabilir. Sonuç: Fasiyal defektlerin kapatılması, hem estetik hem de fonksiyonel bütünlüğün korunması açısından, planlaması ve uygulaması özen gerektiren bir konudur. Flep planlanmasında, perforatörün yerinin, çapının ve uzunluğunun pre-operatif olarak bilinmesi cerrahi süresini anlamlı derecede kısaltabileceği gibi, cerrahi başarısını da olumlu yönde etkileyebilir. Bu nedenle yürüttüğümüz Giriş: Dudak kanseri ağız boşluğunda en sık görülen kanser türü olup % oranında alt dudakta bulunur. Alt dudak tümörleri arasında da en sık skuamöz hücreli karsinom (SCC) görülür. Etiyolojisinde ultraviyole ışınlar, sigara, radyoterapi ve genetik faktörler sorumludur. Prognostik faktörler arasında lenf nodu metastazı, tümör çapı, cerrahi eksizyon sınırlarının durumu, EGFR ekspresyonu ve P53 mutasyonunun varlığı yer almaktadır. Amerikan Birleşik Kanser Komitesi(AJCC) kanser evrelemesi için kullanılan TNM sınıflamasını yılında güncellenmesiyle birlikte, alt dudak tümörlerinde T2 evresine tümör çapının 2 cm den büyük olmasının yanı sıra invazyon derinliğinin 5 mm den fazla olması kriteri de eklenmiştir. T3 evresi ise tümörün 4 cm den büyük olması veya invazyon derinliğinin 10 mm den fazla olması kriterleri ile revize edilmiştir. Bu çalışmada kliniğimizde alt dudakta kitle nedeniyle opere edilen ve SCC tanısı alan hastalarda, tümör kalınlığı ile lenf nodu metastazı arasındaki ilişki incelenmiştir. 39

40 Yöntem: Çalışmada Ankara Ünivesitesi Tıp Fakültesi Plastik, Estetik ve Rekonstrüktif Cerrahi Anabilim Dalı na yılları arasında alt dudakta kitle nedeniyle başvuran ve yapılan insizyonel biyopsi sonucu skuamöz hücreli karsinom gelen vakalar retrospektif olarak hastane veri tabanından tarandı. Vakalar klinik evre, yapılan operasyon ve histopatolojik inceleme sonuçları açısından değerlendirildi. Çalışmada yer alan 26 erkek, 6 kadın toplamda 32 hastanın ortalama yaşları 67 idi. Klinik olarak palpe edilen lenf nodu olan ve çekilen boyun ultrasonografisinde patolojik lenf nodu saptanan 6 hastaya supraomohyoid boyun diseksiyonu yapıldı. Lenf nodu metastazı histopatolojik olarak doğrulanan 3 hastada, ortalama tümör kalınlığı 10,60 ± mm, boyun metastazı olmayan hastalarda ise ortalama tümör kalınlığı 4,41 ± 1,68 mm idi. Her iki grubun tümör kalınlıkları arasındaki fark istatistiksel olarak anlamlıydı (p <). Güncel TNM sınıflamasının patolojik evrelemesine göre 25 hasta pt1n0, 4 hasta pt2n0, 1 hasta pt1n1, 1 hasta pt2n1, 1 hasta pt3n1 olarak sınıflandırıldı. 3 hastanın klinik ve histopatolojik N evreleri farklıydı. Tartışma: Dudak kanserlerinde en önemli prognostik faktör boyunda yer alan gizli lenf nodu metastazıdır. Bu hasta grubunda mortalitenin en önemli nedeni ise kontrol edilemeyen boyun nüksleridir. T1 evre dudak tümörlerinde, gizli lenf metastaz oranının % 0 ile % 15 arasında değiştiği bildirilmiştir. Bu nedenle T1N0 alt dudak tümörü olan hastalarda boyun diseksiyonu gerekli olmasa da yakın takip zorunludur. Diğer taraftan bu oran T2 evre tümörlerde % 11 ile % 35 arasındadır. Bu evre tümörlerde, elektif lenf nodu diseksiyonu tartışmalı olmasına rağmen elektif diseksiyon yapılmazsa ve boyunda lenf nodu metastazı daha sonra ortaya çıkarsa, cerrahi kür şansı azalmakta ve prognoz kötüleşmektedir. Jones ve arkadaşları elektif boyun diseksiyonunun hastaların yaşam süresine katkısının minimal olduğunu ileri sürmekle beraber, supraomohyoid diseksiyonun minimal bir morbiditeye sahip olduğunu ve cerrahi süresini çok az artırdığını da belirtmişlerdir. Vanderlei ve arkadaşları 3 cm den küçük evre T2a alt dudak tümörlerinde, metastatik servikal lenf nodu oranını % 9,3 cm den büyük evre T2b tümörlerinde% olarak belirtmişlerdir ve tümör boyutu 3 cm ve daha fazla olan primer tümörlü hastalarda elektif boyun diseksiyonu yapılması gerektiği vurgulamışlardır. Tümör kalınlığı servikal lenf nodu metastazı riskini artıran ve elektif boyun diseksiyonu ihtiyacını belirleyen, nispeten yeni bir faktördür. Servikal metastaz riskinin, 5 mm den daha kalın olan tümör varlığında belirgin şekilde arttığı bildirilmiştir. Frierson ve Cooper tümör kalınlığının 6 mm üzerinde olduğunda, servikal metastazların belirgin bir şekilde arttığını göstermişlerdir. Bu çalışmada tümör kalınlığı 6 mm üzerinde olan 6 vakanın 3 ünde, histoplatolojik olarak kanıtlanmış lenf nodu metastazı mevcuttu. Serimizdeki hastaların % 18 i klinik olarak N1 olmasına rağmen bunların % 9 u histopatolojik olarak tanı almıştır. Bu farklılık büyük olasılıkla lenf nodlarındaki hiperplastik veya inflamatuar değişikliklere neden olan, kötü ağız hijyeninden kaynaklanmaktadır. Sonuç olarak tümör kalınlığı önemli bir prognostik faktördür ve gizli servikal metastaz oranı tahmininde yol gösterici olabilir. Bu da hastalarda elektif lenf nodu diseksiyonu gerekliliğini belirlemede önemlidir. S Migren Baş Ağrısının Cerrahi Tedavisinde Kliniğimizin Deneyimleri Mustafa Keleş, Muhammet Uraloğlu, Hasbi Mert Meral, Yunus Sağlam, Gökhan Efe Karadeniz Teknik Üniversitesi Tıp Fakültesi, Plastik Rekonstrüktif ve Estetik Cerrahi Anabilim Dalı, Trabzon Giriş: Migren baş ağrısı mevcut medikal tedavinin sıklıkla yetersiz kaldığı yaygın bir nörovasküler bozukluktur ve bu yetersiz tedavi önemli oranda iş gücü kaybına neden olmaktadır. ABD de kadınların sıklıkta olduğu 35 milyon insanı etkilemektedir.(1) Migren semptomları genellikle günlük işlevsellik kaybına neden olmakta ve ABD de yılda 1 milyar dolarlık tıbbı maliyete ve yılda 16 milyar dolarlık üretkenlik kaybına neden olmaktadır. (2) Çogu migren hastası farmakolojik tedavinin bir kombinasyonu ve çevresel tetikleyicilerin önlenmesi ile tedavi edilmektedir. Standart farmakoloik tedavinin kullanımı engelleyecek bir çok yan etksisi vardır. Migren baş ağrısının etyolojisi klasik santral fenomen olarak kabul funduszeue.infoıca son 10 yılda migren baş ağrısının trigeminal ve servikal spinal sinirin ekstrakraniyal duyu dallarının anatomik seyri boyunca tahriş olması, diğer anatomik yapılar(foramen, fasya, bant, arter) tarafından sıkıştırılması ve kompresyona neden olması sonucu tetiklendiği teorisi gelişmiştir ve buna bağlı olarak ekstrakraniyal tetik noktaları tanımlanmıştır. Bu periferal tetik noktalarının cerrahi olarak dekompresyonunun semptomatoloji üzerinde önemli etkisinin olduğu gösterilmiştir.(3,4) Bu tetik noktaların cerrahi olarak deaktivasyonu medikal tedaviye dirençli ve ilaç kullanmak istemeyen hastalar için alternatif bir tedavi seçeneği haline gelmiştir. Bu cerrahi tedavi 4 major ve diğer seyrek potansiyel periferal tetik noktaların dekompresyonunu içeririr. Bu tetik noktalar frontal(i), zigomatikotemporal(ii), oksipital(iii), nazoseptal(iv), aurikulotemporal(v), lesser oksipital(vi) olarak tarif edilmiştir. (5) Metod: Kliniğimizde son 15 ay içerisinde migren baş ağrısı nedeniyle cerrahi dekompresyon yapılan 51 hasta retrospektif olarak incelendi. Ve analizleri yapıldı. Sonuç: Yaş ortalaması olan 29 kadın ve 22 erkek hasta opere edildi. Hastalara preoperatif tetik noktalarının belirlenmesi için ağrının nereden başladığını parmak uçları ile göstermesi istendi ve bu noktalar funduszeue.info şüpheli noktaların konfirme edilmesi için hastalara lokal anestezik ile periferik sinir bloğu testi uygulandı. Bunun için hastalara migren atağı sırasında poliklinik kontrolü önerildi. Opere edilen hastalar içerisinde en düşük yaş 13, en yüksek yaş 64 idi. Toplam tetik noktası deaktive edildi. Hastalar ortalama tetik noktaya sahipti. Hastaların %21 i tek, %79 u multiple tetik noktasına sahipti. Tek bölge opere edilen hastalar içerisinde en sık zigomatikotemporal tetik noktası olduğu görüldü.(%) Zigomatikotemporal bölge(ii) toplam tetik noktalar arasında en sık opere edilen bölgeydi(%29). Opere edilen multiple tetik noktasına sahip hastalar içerinde I-II-IV kombinasyonu en sık görülen kombinasyondu. 15 adet ikili kombinasyon içerinde I-II kombinasyonu en sık orana sahipti( 11 hasta) ve bunun literatür ile uyumlu olduğu gözlendi. 22 adet üçlü kombinasyon en sık multiple kombinasyondu ve bu grupta en sık I-II-IV (13 hasta) kombinasyonu olduğu görüldü ve bu literatür ile uyumlu değildi. 3 hastada dörtlü kombinasyon vardı ve en sık I-II-IV-VI beraberliği görüldü(2 adet). Hastalar postoperatif ortalama 8 ay takip edildi. 10 hasta 1 ay içerisinde tekrar migren atağı geçirdiğini ve bu hastalar içerisinde 1 ayın sonunda 5 hasta tekrar atak geçirdiğini 40

41 belirtmekte. Bu 5 hastanın 3 tanesi zigomatikotemporal bölgeden, 1 tanesi frontal, 1 tanesi oksipital bölgeden ağrılarının başladığını belirtmekte. Fakat bu hastalar ağrılarının sıklığının ve şiddetinin büyük oranda azaldığını belirtmektedir. Migren baş ağrısının cerrahi tedavisinde tarif edilen tetik noktalarının kalıcı dekompresyonunun etkinliğini ve güvenilirliğini destekleyen kanıtlar hızla artmaktadır. Kliniğimizde de literatür ile uyumlu olarak genel başarı oranı %90 a yaklaşmaktadır. Kaynak: 1. Stewart WF, Simon D, Shechter A, et al. Population variation in migraine prevalence: a meta-analysis. J Clin Epidemiol. ; Goldberg LD. The cost of migraine and its treatment. Am J Manag Care ;11(2 Suppl):S62 S Guyuron B, Tucker T, Davis J. Surgical treatment of migraine headaches. Plast Reconstr Surg. ; Janis JE, Dhanik A, Howard JH. Validation of the peripheral trigger point theory of migraine headaches: single-surgeon experience using botulinum toxin and surgical decompression. Plast Reconstr Surg. ; Janis JE, Barker JC, Javadi C, Ducic I, Hagan R, Guyuron B,A Review of Current Evidence in the Surgical Treatment of Migraine Headaches, Plast Reconstr Surg S Burun Cildi Defektlerinin Onarımında Sirküler İlerletme Flebi (Omega Flep) kullanımı ve Sonuçlarımız Serdar Altun, Ali Bal Fırat Üniversitesi Tıp Fakültesi, Plastik, Rekonstruktif ve Estetik Cerrahi Ana Bilim Dalı, Elazığ Giriş: Baş ve boyun bölgesi deri tümörlerinin insidansı son yıllarda artış göstermektedir. Burun, yüzün en çıkıntılı ve güneşe en fazla maruz kalan bölgesi olması nedeniyle baş boyun bölgesinde malign deri tümörlerinin en sık görüldüğü bölgedir. Dolayısıyla burun defektlerinin rekonstrüksiyonu da önemli hale gelmektedir. Cilt tümörlerinin eksizyonları yuvarlak veya oval şekilli olmakta ve primer kapamanın mümkün olmadığı durumlarda rekonstrüksiyonu için deri greftleri veya lokal flepler gerekmektedir. Rekonstrüksiyonunda amaç, burun cildine en yakın renk ve kalınlıkta doku kullanarak estetik açıdan kabul edilebilir bir görüntü sağlamak, komşu dokularda distorsiyona sebep olmamak ve solunumu engellemeyen fonksiyonel bir onarım elde etmektir. Bu sunuda küçük ve orta ölçekli burun cildi defektlerinin onarımında kullandığımız bir sirküler ilerletme flebi olan Omega (Ω) flebini ve sonuçlarını sunmayı amaçladık. Gereç ve Yöntemler: yılları arasında burunda malign deri tümörü nedeniyle opere edilen 18 hastanın oluşan defektleri omega ilerletme flebi ile onarıldı. Tümörler güvenilir marjinden eksize edildikten sonra eş zamanlı olarak fleple kapama uygulandı. Cerrahi Teknik Cerrahi eksizyon sonrası oluşan defektin bitişiğine defektle aynı çap ve büyüklükte sirküler flep planlandı. Flepin yeri planlanırken çevre yumuşak dokunun elastik olup flebin ilerlemesini kolaylaştıracak şekilde olmasına dikkat edildi. İlerletme işlemiyle flebin her iki tarafında oluşacak deri fazlalığını bertaraf etmek ve ilerletmeyi kolaylaştırmak için flep tabanından Burow üçgenleri çıkartıldı. Burow üçgenleri, defekt ile flep arasından geçen hayali tanjansiyel çizgiye flep tabanından uzatılan ikinci bir çizgi eklenerek planlandı (Resim 1). Flep planlamasından sonra sirküler flep subkutan seviyeden eleve edildi, her iki kenardaki Burow üçgenleri eksize edildi. Flep ilerletilerek iki tabakalı onarım yapıldı. Bulgular: Hastalardan on dördü kadın (% ) ve dördü erkekti (% ). Yaşları 47 ile 82 arasında olup ortalama yaş 57 idi. Tüm hastaların lezyonu Bazal hücreli karsinom du. Lezyonlar iki hastada burun ucunda, beş hastada burun kanadında, üç hastada supratip bölgesinde ve sekiz hastada lateral nasal duvarda lokalizeydi. Defekt çapı 1x1 cm ile 2,5x2 cm arasında değişmekte olup ortalama defekt çapı 1,6x 1,8 cm di. Ortalama takip süresi 13 ay dı. Erken postoperatif dönemde enfeksiyon, dehisens ve flep nekrozu gibi komplikasyonlar görülmedi sadece 3 hastada flep altında hematom gözlendi. Bu hematomlar drenaj ile düzeldi. Takip süresince tümör nüksü görülmedi ve sonuçlar tüm hastalarda tatmin ediciydi. Sonuç: Son yıllarda popülasyonun yaşlanması, ozon tabakasında incelme ve güneşe maruziyetin artması gibi sebeplere bağlı olarak melanom dışı cilt kanserlerinde artış bulunmaktadır. Dolayısıyla Rekonstrüksiyon ihtiyacı olan burun defektlerinin çoğu, tümör eksizyonuna sekonder gelişir. Nazal defektler için rekonstrüksiyon yöntemini seçerken, boyut ve derinlik, hastanın yaşı ve orantılı cilt gevşekliği, fiziksel durum, hasta istekleri ve cerrahın deneyimi olmak üzere lezyonun özellikleri önemli rol oynamaktadır. Burun sırtı ve lateral duvar derisi ince ve gevşek yapıda olduğu için bu bölgenin 1 cm den daha küçük yüzeysel defektleri için çoğu zaman primer kapatma veya tam kalınlıklı deri grefti tercih edilebilir. Burun ucu ve burun kanadı derisi kalın ve alttaki yapılara yapışık olduğu için cm den küçük defektler haricinde primer kapamaya izin vermez. Bu nedenle daha büyük defektlerde simetri bozukluğu ve çentiklenme olmaması için fleple onarım önerilmektedir. Biz de kliniğimizde opere olan 18 hastada omega ilerletme flebiyle onarım yapmayı tercih ettik. Postoperatif dönemde flep kaybı gibi komplikasyonlarla karşılaşmadık. Oluşan skarlar da tatmin ediciydi. Sonuç olarak Omega ilerletme flebi, Burun derisi onarımında Banner flep, Bilobe flep, nazolabial flep gibi klasikleşmiş fleplere bir alternatif olarak akılda bulundurulabilir. Resim 1 A) Omega flep, defekte bitişik planlanır. Burow üçgenleri ise flep ile defekt arasındaki hayali tanjansiyel çizgi ile flep tabanı arasında çizilen üçgen alandır. B)Flep defekte kaydırıldıktan sonraki intraoperatif görünüm C) Postoperatif 6 ay görünümü 41

42 S Mandibula Rekonstrüksiyonu Yapılan Hastalarda Elektif Trakeotomiye Her Zaman Gerek Var Mı? Bülent Saçak, Nazım Ramazanov, Mehmet Cömert, Zeynep Deniz Akdeniz Doğan, Melekber Çavuş Özkan, Özhan Bekir Çelebiler, Mehmet Nuri Ümit Bayramiçli Marmara Üniversitesi Pendik Eğitim ve Araştırma Hastanesi Plastik Rekonstrüktif ve Estetik Cerrahi Anabilim Dalı Giriş: Mandibulektomi sonrası fibula flebi ile yapılan rekonstrüksiyonlarda elektif trakeotomi gereksinimi ile ilgili literatürdeki bilgiler kısıtlıdır. Trakeotomi sayesinde, mandibula rekonstrüksiyonu sonrası postoperatif dönemde havayolu güvenliği sağlanabilmesine karşın, trakeotominin kendisi ile ilişkili komplikasyonlar hayat kalitesini azaltmakta ve yatış süresini uzatmaktadır. Bu çalışma ile kliniğimizde mandibula rekonstrüksiyonu esnasında elektif trakeotomi yapılan ve yapılmayan hastalar hava yolunu tehdit edebilecek postoperatif komplikasyonlar açısından karşılaştırıldı. Materyal-Metod: Çalışmaya ve yılları arasında kliniğimizde serbest fibula flebi ile mandibula rekonstrüksiyonu yapılan ve dosyalarına ulaşılabilen 45 i erkek 29 u kadın olmak üzere 74 hasta dahil edildi. Hastaların yaş ortalaması 52, ( 6ay - 85 y) olarak hesaplandı. 29 hastaya (39%) elektif trakeotomi açıldı. Trakeotomi açılan hastaların 25 tanesine malign, 3 tanesine benign tümör rezeksiyonu sonrası, 1 tanesine ise ateşli silah yaralanması nedeni ile fibula flebi ile rekonstrüksiyon uygulandı. Malignite nedeni ile opere edilen 13 hastanın ise ağız tabanı invazyonu mevcuttu. 16 hastaya segmental mandibulektomi,12 hastaya hemimandibulektomi, 1 hastaya total mandibulektomi uygulandı. Segmental mandibulektomi uygulanan 5 hastanın mandibula simfizis bölgesi serbest fibula flebi ile onarıldı. 29 hastadan 28 inin, fibula flebi cilt adası veya ek flep ile yumuşak doku rekonstrüksiyonu ihtiyacı oldu. Trakeotomi açılmayan 45 hastanın 17 tanesine malign, 22 tanesine benign tümör rezeksiyonu sonrası, 6 tanesine ise travma ve osteomyelit nedeni ile fibula flebi ile rekonstrüksiyon uygulandı. Malignite nedeni ile opere edilen 5 hastanın ağız tabanı invazyonu mevcuttu. Trakeotomi açılmayan 31 hastaya parsiyel veya segmental, 12 hastaya ise hemimandibulektomi uygulandı. 2 hastanın mandibula simfizis bölgesi rekonstrükte edildi,17 hastanın ek yumuşak doku rekonstrüksiyonu ihtiyacı oldu. Sonuç: Analiz sonrası trakeotomi açılan 6 hastada total flep kaybı olduğu, 1 hastada fibula flebi cilt adası kaybı olduğu, trakeotomi açılmamış olan 2 hastada cilt adası kaybı olduğu görüldü. Trakeotomi açılmamış olan 8 hastada operasyon lojunda koleksiyon geliştiği ( lokalize hematom, tükrük fistülü vb.), bu hastalardan 1 tanesinin hematom boşaltılması amacıyla postop 1. gün tekrar ameliyat gereksinimi olduğu tespit edildi. Trakeotomi açılmış olan 1 hastada postop 1. gün hematom gelişimi gözlendiği ve ek müdahele gerekmediği tespit edildi. Koleksiyon gelişen hastalarda havayolu problemi saptanmadığı tespit edildi. Sadece 1 hastanın postoperatif solunum sıkıntısı nedeni ile yoğun bakım ünitesinde takip edildiği, bu hastanın odontojenik kist nedeni ile opere edildiği ve elektif trakeotomi açılmamış olduğu, operasyona sekonder ek komplikasyonunun olmadığı görüldü. Tartışma: Baş ve boyun tümörlerinde elektif trakeotomi ile havayolu güvenliğinin sağlanması çoğu zaman operatörün insiyatifi doğrultusunda gerçekleşmektedir. Olgularımızda tümör invazyon bölgesi, yumuşak doku ihtiyacının miktarı ve yeri (ağız tabanı, dil kökü vb.), rezeke edilen mandibula segmentinin yeri ( orta hat rezeksiyonu, hemimandibulektomi, total mandibulektomi) baz alınarak elektif trakeotomi kararı verilmiştir. Ayrıca trakeotomi açılan 25 hastanın 6 sında total flep kaybı olduğu (%24), 1 inde flep cilt adası kaybı olduğu (%4), trakeotomi açılmamış olan 2 hastada ise flep cilt adası kaybı olduğu(%0,04) tespit edildi. Çalışmamızda trakeotomi açılmasının total flep kaybı ile ilişkili olabileceği düşünülmesine karşın, elektif trakeotomi kararı verilmiş olan hastalar çoğunlukla aynı zamanda ağız tabanı invazyonu, tümör nüksü vb. gibi daha fazla kemik ve yumuşak doku ile rekonstrüksiyon ihtiyacı olan hastalardır. Buna ek olarak fibula flebi ile mandibula rekonstrüksiyonu yapılan olgularda, hava yolunu tehdit edebilecek komplikasyonların yönetiminde elektif trakeotominin rolünün tartışmalı olduğu görülmektedir. S Ortognatik Cerrahinin Yaşam Kalitesi Üzerine Etkisi Ahmet Bilirer, Şeyda Güray Evin, Erkut Erkol, Mustafa Sütçü, Osman Akdağ, Zekeriya Tosun Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi, Plastik Rekonstruktif ve Estetik Cerrahi Ana Bilim Dalı, Konya Giriş: Ortognatik cerrahi iskeletsel deformiteleri ve dental bozuklukları düzeltme amacı ile günümüzde sıklığı giderek artan cerrahilerdendir. Yüz gelişimini tamamlamış büyüme modifikasyonları ile düzelmeyecek hastalar ve ortodontik kamuflaj ile düzeltilemeyecek kadar ileri deformiteli hastalar ana grubu oluşturmaktadır. Bu deformitelere bağlı iskeletsel ve yumuşak doku bozuklularının da yanında; ısırma güçlüğü, artikülasyonda zorluklar, temporomandibuler eklem(tme) problemleri ortaya çıkmaktadır. Cerrahide temel amaç; maksilla, mandibula ve çene ucunun yanlış yerleşiminin düzeltilmesidir. İskeletsel düzeltmenin yanında; yumuşak dokunun ve fasyal konturun da düzeltilmesi; hastaların sosyokültürel yaşamlarını da etkilemektedir. Bu çalışmada temel amaç; kliniğimizde ortognatik cerrahi ile dentofasyal deformite düzeltilen hastaların operasyon sonrası yaşam kalitelerinin, dentofasyal deformite düzeyi ile memnuniyet arasında korelasyonunun, operasyonun fonksiyonel sonuçlarının(çiğneme, artikülasyon, tme eklem problemleri) irdelenmesidir. Materyal- Metod: yılları arasında kliniğimizde dentofasyal deformiteler sebebiyle opere edilen ve operasyon sonrası dönemde düzenli gelerek çalışmaya gönüllü olan 30 hasta çalışmaya dahil edildi. Çalışma verileri operasyondan sonra en erken 1 yıldaki hastalardan toplandı. Hastaların verileri; ameliyat öncesi ve sonrası dönemi birçok açıdan değerlendiren ortognatik cerrahi yaşam kalitesi testi toplandı. Elde edilen veriler IBM SPSS Statistics version software (IBM Corp., Armonk, NY, USA) programı ile istatistiksel olarak değerlendirildi. Veriler Two-way ANOVA testi karşılaştırıldı. Bulgular: Çalışmaya dahil edilen hastaların 16 sı kadın iken 14 erkek idi. Hastaların hiç birinde revizyon cerrahisi ve relaps saptanmadı. 19 hasta sınıf 3 malokluzyon sebebi ile opere edilirken 11 hasta sınıf 2 malokluzyon sebebi ile opere edilmiş idi. 17 hastanın maksilomandibuler uyumsuzluk miktarı 8 mmden fazla iken 13 hastada bu miktar 8 mmden az olarak belirlendi. 17 hastanı bimaksiller cerrahi geçirmiş iken 13 hasta bilateral sagittal split osteotomisi tekniği ile opere edilmiş idi. Hastaların tümünün ameliyat öncesi ve sonrası dentofasyal 42

43 görünüm skorlamasına bakıldıgında memnuniyet ortalamasının arttıgı saptanmıstır. 8 mmden küçük defekti olan hastaların memniniyet skoru ortalama den 8 e yükselmiş, 8 mmden büyük olanların skoru den e yükselmiştir ve bu oranlar istatistiksel olarak anlamlı olarak saptanmıştır (sig.=< p=). Temporomandibuler eklem şikayetlerininin malokluzal açıdan(sınıf 2/3) ve preoperatif maksilomanidbuler uyumsuzluk miktarı açısından(8mm</>) bakılıgında anlamlı bir farklılık saptanmamıştır. Isırma gücü memnuniyet ortalamasına bakıldıgında sınıf 2 hastaların ısırma güçlerinin anlamlı olarak değişmediğini (preoperatif 6,6;postoperatif 6,5), sınıf 3 hastalarda ise ısırma gücü memnuniyet oranının belirgin olarak arttıgını (preoperatif 3;postoperatif 7,84) ve bu durumun istatistiksel olarak anlamlı oldugu saptanmıştır(sig.=< p=). Konuşabilme ve kelimeleri düzgün çıkarabilme (artikülasyon) memnuniyet derecesi sınıf 2 hastlarda 7 den 8 e, sınıf 3 hastaların oranı 4,32 den 7,68 e yükselmiştir. Hastaların büyük çoğunluğu sürecin başına dönme şansına sahip olsa tekrar opere olacaklarını belirtmiştir(%).aile bireylerinden herhangi birinin operasyona onay verenlerin oranı % olarak hesaplanmıştır. Hastaların en fazla zorlandıkları süreç % oranıyla cerrahi ve sonrası 1 haftalık nekahat dönemi olarak belirlenmiştir. Bunu azalan sırasıyla 25% oranıyla cerrahi sonrası ortodontik tedavi ve preoperatif ortodontik tedavi, % oranıyla cerrahi sonrası komplikasyonlar (kaynamama, uyuşukluk vb.) gibi olgular takip etmektedir. Hastaların %33 ünde postoperatif ilk 1 ayda depresif duygudurumun hakim oldugu ve bu süreçte operasyondan pişman oldukları saptanmıştır. 30 hastanın 4 ünde postoperatif dönemde BSSO na bağlı alt dudakta uyuşukluk gözlenmemiş 11 hastada ise 1 yıla yaklaşan uyuşukluk; parestezi saptanmıştır. Tartışma: Hastlarımız; dentofasyal estetik açıdan literatur ile karşılaştırıldıgında benzer oranda yüksek derecede memnun olarak bu süreci geçirmiştir. Hastalarımızın skoru ortalama 6 puan yükselmiştir. Preoperatif deformitesi fazla olan grupta(>8mm) memnuniyet oranı daha yüksek olarak saptanmıştır. Literaturde cerrahi öncesinde tme eklem disfonksiyonu olan hastalarda cerrahi sonrası bu şikayetlerin arttıgı belirtilmiştir. hasta grubumuzda ise cerrahi ile tme eklem şikayetleri arasında istatistiki açıdan anlamlı bir değişiklik saptanmamıştır. Çiğneme ve ısırma sindirimin ilk basamağını olusturur. Hastaların malokluzyonlarının düzeltilmesi sonucunda özellikle sınıf 3 hastalarda ısırma ve çiğneme memnuniyetinde artış olması hastaların hayat kalitesini arttıran bir etmendir. Ortognatik cerrahide kemik deformitenin yanında dil tabanı, dil kasları, dudak yerleşimi ve pozisyonu da değişmektedir. Bir çok literaturde malokluzyonun artikulasyon üzerine belirgin etkisinin olmadıgı belirtilmiştir. Ruscello DM ve arkadaslarının yaptıgı çalışmada ise ortognatik cerrahi sonrası artikülasyonda düzelme oldugu belirtilmiştir. Hastalarımızda ise cerrahi sonrası artikülasyon memnuniyet derecesi cerrahi sonrasında iyileşmiş olarak bulunmuştur. Literatürde BSSO sonrası alt dudakta %50 lere varan oranda hipoestezi/parestezi görülebileceği belirtilmiştir. Hasta grubumuzda cerarhi sonrası % hastada hipoestezi/parestezi görülmüş bu hastaların %36 ında bu komplikasyon 12 ay civarında sebap etmiştir. Hastaların neredeyse tamamında(%) cerrahi süreci tekrar yaşama şansına sahip olsalar yine opere olacaklarının saptanması ve hastaların % sinde aile bireyinin benzer operasyon geçirmesi durumunda onay vermesi bu komplikasyonun; cerrahiye onay motivasyonuna engel olmadıgını işaret etmektedir. S Mikrotia Onarımında Aurikulosefalik Açı Yönetiminde Ek Kıkırdak Greft Kullanımı Ali Cem Oktay, Göktekin Tenekeci, Alper Sarı, Şakir Ünal, Yavuz Demir Mersin Üniversitesi Tıp Fakültesi, Plastik, Rekonstrüktif ve Estetik Cerrahi Anabilim Dalı, Mersin Giriş: Mikrotia, farklı seviyelerde dış kulak gelişim anomalileri şeklinde karşımıza çıkmaktadır. Tedavisi anomalinin derecesine bağlı olarak zor ve tecrübe gerektiren bir süreçtir. Yeniden yapılandırmada çoğunlukla otolog kıkırdak greft kullanılan seanslı teknikler tercih edilmekle beraber buna alternatif olarak alloplastik çatılar da kullanılabilmektedir. Kliniğimizde mikrotia cerrahisi sırasıyla otolog kıkırdak çatı hazırlanması, posterior sulkus oluşturulması ve kulak lobül transpozisyonu şeklinde 3 aşamalı olarak gerçekleştirilmektedir. Mikrotia tedavisi teknik olarak birçok zorluk içermekte olup yeterli ve uygun projeksiyonu sağlayabilmek bu zorluklardan birisidir. Bu sunuda posterior sulkus oluşturulması aşamasında aurikulosefalik açıyı yönetebilmek amacı ile takoz olarak fonksiyon gören kıkırdak greftlerin kullanıldığı olgular sunulmaktadır. Materyal-Metod: Kliniğimizde yılında bu tekniğe geçtiğimizden itibaren opere ettiğimiz 7 hastamızda posterior sulkus oluşturulması aşamasında kıkırdak takoz greftleri ve yüzeyel temporal fasya flebi kombine uygulanmıştır. Bu hastalarda mikrotia 2. seansta kıkırdak çatı eleve edildikten sonra kulak kepçesinin uygun projeksiyonda kalması amacı ile kıkırdak çatıyı destekleyecek şekilde posterior sulkusa kıkırdak takoz greftler konulmuştur. Bu amaçla 1. seansta kıkırdak çatı hazırlanması sonrası artan ve cilt altına yerleştirilen kıkırdak greftler kullanılmıştır. Sulkusa konulan takoz amaçlı kıkırdak greftlerin viabilitesinin sağlanması amacı ile temporal fasya flebi kaldırılmış ve kıkırdak greftlerin üzeri örtülmüştür. Temporal fasya flebinin üzerine deri grefti uygulanmıştır. Teknik, intraoperatif çekilen video ve fotoğraflarla sunulacaktır. Bulgular: Hastaların uzun dönem takiplerinde kıkırdak ve deri greftlerinde herhangi bir kayıp görülmemiştir. Kıkırdak greft kullanılan hastalarda kulak projeksiyonunun, kullanılmayan hastalara nazaran daha iyi olduğu gözlenmiştir. Tarafımızca, bu hastalardaki tatmin düzeyinin daha yüksek olduğu kanısına varılmıştır. Tartışma ve Sonuç: Mikrotia onarımı teknik olarak birçok zorluk içermektedir. Doğala benzer sonucu yakalamak açısından kıkırdak yapıların şekli kadar pozisyonu da önem arz etmektedir. Normal bir kulak kepçesi-mastoid açısı derecedir. Bu açıyı sağlamak üzere kulak kepçesi mastoid mesafesi yaklaşık 1 cm olmalıdır. Posterior sulkus oluşturulması aşamasında sadece deri grefti kullanılması sonrası deri greftinin kontraksiyonu nedeniyle sulkus derinliği kaybolmakta buna bağlı projeksiyon kaybı yaşanmaktadır. Kıkırdak takoz greftler kullanılarak kulak kepçesinin mastoid bölge ile yaptığı açı daha kontrollü şekilde manipüle edilebilmekte ve kalıcılığını koruyabilmektedir. Bu tekniğin kullanımı ile projeksiyon kontrollü bir şekilde sağlanabilmekte ve daha tatminkar estetik sonuçların elde edilebilmektedir. Sonuç: Ortognatik cerrahi; yaşam kalitesini yükselten, postoperatif süreç zorlu olmasına rağmen hasta memnuniyet oranının yüksek olduğu bir süreçtir. 43

44 Intraoperatif Kıkırdak Takoz Greft güvenilir bir seçenek olduğunu göstermektedir. Kaynaklar: funduszeue.info H, Bali U, Sönmez E, Manavbaşı YI, Yoleri L. The cranially based contralateral nasolabial flap for reconstruction of paranasal and periorbital surgical defects. J Plast Reconstr Aesthet Surg May;67(5): S Geniş Anterior Damak Fistüllerinde Dil Flebi ile Rekonstrüksiyon S Orbito-nazal Flep ile Göz Kapağı Defektlerinin Onarımı Yavuz Keçeci, Z. Ulaş Bali, Merve Özkaya, Levent Yoleri Manisa Celal Bayar Üniversitesi Tıp Fakültesi, Plastik ve Rekonstrüktif Cerrahi Anabilim Dalı, Manisa Giriş: Göz kapakları özgün anatomik yapı ve işlevlere sahip dokulardır. Yüzün estetik görünümünde çok önemli olmalarının yanında gözün korunması ve gözün işlevinin sürdürülmesinde rol alırlar. Bu özelliklerinden dolayı tümör eksizyonu veya travma sonrası oluşan göz kapağı defektlerinin onarımı özel bir önem taşımaktadır. Göz kapağı onarımında hem işlevsel yeterlilik hem de iyi bir kozmetik sonuç hedeflenmektedir. Göz kapağı defektinin boyutu ve yerleşimine göre çok sayıda farklı onarım yöntemleri tanımlanmıştır. Özellikle kapağın yarısına yakın veya daha büyük defekterin onarımında, kapak dokusu yetersiz kalmakta ve göz kapağı çevresindeki dokular kullanılmaktadır. Tümörün yerleşim yerine bağlı olarak farklı yerlerde ve boyutlarda defekt olabilmesi, eski skarların mevcudiyeti gibi değişkenler nedeniyle tek bir yöntem tüm hastalara uygun değildir. Bu nedenle plastik cerrah göz kapağı onarımında çok farklı flepleri uygulayabilmelidir. Bu çalışmada göz kapağı onarımında yeni bir yöntem olarak, daha önce tanımladığımız, orbito-nazal flepler ile tam kat göz kapağı defekti onarımı yaptığımız hastalar sunulacaktır (1). Materyal-Metod: Üst göz kapağı defekti olan 6 hastada, alt göz kapağı defekti olan bir hastada, egzenterasyon ve enükleasyon yapılmış birer hasta olmak üzere toplam 9 hastada orbito-nazal flep ile göz kapağı onarımı uygulandı. Hastaların yaşları arasında idi. Önceden egzenterasyon ve enükleasyon yapılmış hastalar hariç diğer 7 hastanın tamamında tümör eksizyonuna bağlı tam kat defekt oluşmuştu. Orbito-nazal flepler aynı taraf kraniyal bazlı anguler arter tabanlı ada flebi olarak kaldırıldı. Tüm hastalarda flep donör alanları primer olarak onarıldı. Sonuçlar: Hastaların hiçbirinde kısmi veya tam flep kaybı olmadı. Kozmetik olarak bulky görünüm nedeniyle üst göz kapağı onarımı yapılan bir hastada ilk ameliyattan 3 ay sonra flep inceltilmesi yapıldı. Tüm hastalarda iyi bir kozmetik sonuç ve kabul edilebilir derece işlev olduğu saptandı. Tartışma: Bu vaka serisi bize orbito-nazal flepbin göz kapağı tam kat defektlerinin onarımında kullanılabilecek Emrah Efe Aslaner 1, Burak Özkan 2, Ahmet Çağrı Uysal 2, Nilgün Markal Ertaş 2 1 Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi, Plastik Rekonstrüktif ve Estetik Cerrahi Ana Bilim Dalı, Adana 2 Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi, Plastik Rekonstrüktif ve Estetik Cerrahi Ana Bilim Dalı, Ankara Giriş: Palatoplasti sonrası sert damak fistülü görülme insidansı yaklaşık % civarındadır. Fistülün boyutları ve lokalizasyonu, damakta skar varlığı ve hastanın yaşı fistülün hangi yöntemle kapatılacağını belirlemede en önemli etkenlerdir. Geniş defektlerin (5mm den büyük) kapatılması bölgedeki lokal dou azlığı nedeniyle zorlayıcıdır. Geniş defektlerin kapatılmasında literatürde cerrahi ve prostetik yöntemler tanımlanmıştır. Dil flebi yüksek vaskülaritesi olan ve geniş damak fistüllerinde başarıyla kullanılan güvenilir bir fleptir. Materyal-Metod: Bu çalışmada son 8 yıl içerisinde damak yarığı onarımı sonrası 5 mm den büyük çaplı anterior damak defekti olan ve dil flebi ile rekonstrüksiyon yapılan toplam 7 hasta dahil edildi. Tüm hastalar damak yarığı onarımı sonrası gelişen sert damak fistülü nedeniyle birden fazla operasyon geçirmişti. ortalama defekt boyutu yaklaşık 4 cm2 idi. Hastalara anterior bazlı dil flebi ile rekonstrüksiyon planlandı. Sonuçlar: İki hasta hariç diğer hastalarda defekt kapamaları nazal ve oral mukozal kapama olarak iki tabakalı yapıldı. Nazal tabaka mukozal turn over fleplerle sağlanırken, oral mukoza dil flebi ile kapatıldı. Ortalama hastanede yatış süresi 3 gündü. Tüm hastalarda ikinci seans 3 hafta sonra yapıldı. Operasyonlar genel anestezi altında yapıldı. Flep ayrılması sonrasında erken ve geç dönem majör bir komplikasyon görülmedi. Dilde herhangi bir morbiditeye rastlanmadı. Tartışma: Geniş anterior damak fistülleri yarattığı regürjitasyon, velofaringeal yetmezlik gibi ciddi sorunlar nedeniyle rekonstrükte edilmesi gereken önemli bir post palatoplasti komplikasyonudur. Literatürde tanımlanmış lokal mukozal flepler, nasolabial flepler, serbest flepler, kemik ve kıkırdak greftlemeleri incelendiğinde geniş defektlerin kapatılması için tanımlanmış altın standart bir yöntemin olmadığı dikkat çekmektedir. Dil flebi intraoral planlaması, görünür bir skar yaratmaması, yüksek vaskülaritesi ve myomukozal yapısı nedeniyle vüvenilir bir fleptir. Nazal mukozanın onarılamayacağı geniş defektlerde tek tabakalı onarımlarda dahi başarılı sonuçlar bildirilmiştir. İki aşamalı olması, hasta konforunun düşük olması, pediatrik operasyona uyum güçlüğü gibi dezavantajlarının yanında damakta yoğun skar varlığı olan geçirişmiş çoklu operasyon öyküsü olan geniş defektlerde kullanılması uygun olan bir fleptir. 44

45 Dil flebi S Onarım Sonrası Zorlu Bir Dönem; Primer Dudak Damak Yarıklı Hastalarda Cerrahi Sonrası Yoğun Bakım Takip Oranlarının ve Etyolojisinin İncelenmesi Murat Kara, Mert Çalış, Figen Özgür Hacettepe Üniversitesi Plastik, Rekonstrüktif ve Estetik Cerrahi Anabilim Dalı, Ankara Giriş: Dudak damak yarıkları, coğrafi bölgelere göre değişkenlik göstermekle birlikte, ortalama ila doğumda bir görüldüğü kabul edilmektedir. Baş boyun bölgesinin en sık anomalisi olan dudak damak yarıklarının takibi, prenatal dönemde başlayıp, estetik kaygıların giderilmesi ile erişkin yaşa kadar devam etmektedir. Bu denli geniş takip yelpazesi olan dudak damak yarıkları ile ilgili, literatürde cerrahi ve onarım zamanı ile ilgili araştırmalar mevcut olup, cerrahi sonrası yoğun bakım ihtiyaçları ile ilgili çalışmaya rastlanmamıştır. Bu noktada, çalışmamızın amacı, dudak damak yarıklı hasta grubunda onarım sonrası yoğun bakım ihtiyacının ortaya konarak literatüre kazandırmaktır. Materyal ve Metot: Çalışmamıza, 1 Ağustos ile 1 Ağustos tarihleri arasında Hacettepe Üniversitesi Dudak Damak Yarıkları Ekibine başvurup, primer onarımı yapılan hasta verileri retrospektif olarak taranarak çalışmaya dahil edilmiştir. Bu hastaların yaş, cinsiyet, yarık tipi, eşlik eden anomaliler, sendromik tanılı olma durumu, cerrahi onarım yaşları, onarım tekniği, cerrahi sonrası yoğun bakımda takip durumu ve süresi ile, yoğun bakımda takip nedenleri ile bu süreyi uzatan durumlar kayıt altına alınmıştır. Yoğun bakımda takip nedenleri, ek anomali olan, sendromik tanılılar, zor entübasyon, zor ekstübasyon ve postoperatif durumlar olarak gruplandırılmıştır. Dudak damak yarığı onarımı yapılan hasta izole olarak incelendiğinde, bu hastalarının % ü (58 hasta), cerrahi sonrası çeşitli sürelerde yoğun bakımda takip edilmiştir. Hastaların %90 ı Anestezi Sonrası Yoğun Bakım Ünitesinde, %10 u ise Çocuk Yoğun Bakım Ünitesinde takip edilmiş olup, %76 sının yoğun bakım ihtiyacı preoperatif dönemde öngörülmüştür. Ancak %24 ünün yoğun bakıma çıkışı onarım öncesi planlanmamış olup, perioperatif dönemde ameliyathanede veya postoperatif dönemde servis şartlarında gözlenen problemlerden dolayı yoğun bakım takibi gerekmiştir. Yoğun bakım takibi yapılan hastaların yarık tipleri incelendiğinde, %64 ünün izole damak yarıklı, %33 ünün dudak ve damak yarıklı, %3 ünün ise izole dudak yarıklı olduğu görülmüştür. Ayrıca bu hastaların % 23 ünün (13 hasta) sendromik tanılı olduğu, %7 sinin (4 hasta) sendromik ön tanılı olduğu ancak tanı sürecinin devam ettiği, %48 inin (28 hasta) ise eşlik eden ek anomalileri olduğu gözlenmiştir. Sonuç olarak, yoğun bakımda takip gerektiren en sık nedenin, solunum yolunu ilgilendiren durumlar olduğu, bunu sendromik tanılı hastalar takip etmiştir. Yoğun bakımda ortalama takip süresi saat (1 saat) olduğu, ve hastaların % sinin (12 hasta) yoğun bakım takiplerinde uzama (>24 saat) olduğu saptanmıştır. Bu uzamanın en sık nedenlerinin ateş, taşikardi, solunum problemleri ve solunum yolu enfeksiyonları olduğu görülmüştür. Tartışma: Dudak damak yarıkları onarımı, multidispliner takip ve tedavi gerektiren uzun soluklu bir süreç olup, hasta yaş grubu itibarı ile erken postoperatif takibi zorluklarla doludur. Takipler sonrası cerrahiye hazırlanan hasta ve cerrahın başarması gereken ilk iş, hastanın onarım sonrası erken postoperatif dönemi sorunsuz atlatmasıdır. Hastanın yaşı ve buna bağlı vücut toleransının düşük olması, ve bu anomaliye eşlik eden başka anomalilerin de olması, bu dönemi oldukça zorlu hale getirmektedir. Nihayetinde çalışmamızın sonuçlarında olduğu gibi, cerrahi sonrası yoğun bakımda takip edilen hastalar arasında, dudak damak yarıkları yüksek bir oranı teşkil etmektedir. Bu oran literatürdeki bir çalışmada % olarak raporlanmış ve yoğun bakımda kalma süreleri ise farklı hasta serilerinde ortalama ile saat olarak bildirilmiştir. Bu oranlar çalışmamızda daha yüksek olarak bulunmuş olup, yoğun bakım takip oranı %, yoğun bakımda takip süresi ise ortalama saat olarak hesaplanmıştır. Bu noktada, primer dudak ve damak yarıkları onarımı öncesi, çeşitli sendromların ve anomalilerin eşlik edebileceği, ve bu durumun onarım sonrası takibi etkileyeceği unutulmamalıdır. Öte yandan, tamamen sağlıklı bir bebeğin, onarım sonrası solunum intoleransı nedeni ile genel durumunun tehlikeye girebileceği göz önünde bulundurulmalıdır. Sonuç: Sonuç olarak, günümüzde yarık cerrahisi ayrıntılı bir şekilde anlaşılmış ve uygulanıyor olsa da, söz konusu popülasyonun özelliklerinden dolayı, yarık cerrahisinin dudak damak yarıkları ekibi, yetkin anestezi ve yoğun bakım imkanlarının olduğu merkezlere yapılması hasta ve cerrah açısından güvenli olacaktır. Sonuçlar: Yapılan son iki yıllık incelemede, kliniğimizde acil servisten alınan hastalar dahil olmak üzere toplam cerrahi girişim gerçekleştirilmiştir. Bu cerrahilerin si genel anestezi altında yapılmış olup, bunların da %26 sı ( hasta) primer dudak ve damak yarıkları cerrahisi olmuştur. Genel anestezi altında opere olan tüm hastaların % si ( hasta), cerrahi sonrası yoğun bakımda takip edilmiştir. Yoğun bakıma çıkan bu hastanın ise %24 ünü (58 hasta) primer dudak damak yarığı onarımı yapılan hastalar oluşturmuştur. 45

46

nest...

çamaşır makinesi ses çıkarması topuz modelleri kapalı huawei hoparlör cızırtı hususi otomobil fiat doblo kurbağalıdere parkı ecele sitem melih gokcek jelibon 9 sınıf 2 dönem 2 yazılı almanca 150 rakı fiyatı 2020 parkour 2d en iyi uçlu kalem markası hangisi doğduğun gün ayın görüntüsü hey ram vasundhara das istanbul anadolu 20 icra dairesi iletişim silifke anamur otobüs grinin 50 tonu türkçe altyazılı bir peri masalı 6. bölüm izle sarayönü imsakiye hamile birinin ruyada bebek emzirdigini gormek eşkiya dünyaya hükümdar olmaz 29 bölüm atv emirgan sahili bordo bereli vs sat akbulut inşaat pendik satılık daire atlas park avm mağazalar bursa erenler hava durumu galleria avm kuaför bandırma edirne arası kaç km prof dr ali akyüz kimdir venom zehirli öfke türkçe dublaj izle 2018 indir a101 cafex kahve beyazlatıcı rize 3 asliye hukuk mahkemesi münazara hakkında bilgi 120 milyon doz diyanet mahrem açıklaması honda cr v modifiye aksesuarları ören örtur evleri iyi akşamlar elle abiye ayakkabı ekmek paparası nasıl yapılır tekirdağ çerkezköy 3 zırhlı tugay dört elle sarılmak anlamı sarayhan çiftehan otel bolu ocakbaşı iletişim kumaş ne ile yapışır başak kar maydonoz destesiyem mp3 indir eklips 3 in 1 fırça seti prof cüneyt özek istanbul kütahya yol güzergahı aski memnu soundtrack selçuk psikoloji taban puanları senfonilerle ilahiler adana mut otobüs gülben ergen hürrem rüyada sakız görmek diyanet pupui petek dinçöz mat ruj tenvin harfleri istanbul kocaeli haritası kolay starbucks kurabiyesi 10 sınıf polinom test pdf arçelik tezgah üstü su arıtma cihazı fiyatları şafi mezhebi cuma namazı nasıl kılınır ruhsal bozukluk için dua pvc iç kapı fiyatları işcep kartsız para çekme vga scart çevirici duyarsızlık sözleri samsung whatsapp konuşarak yazma palio şanzıman arızası