penceresi boyalı yazması var oyalı / Translation and text İki Keklik Bir Kayada - Erkan Oğur

Penceresi Boyalı Yazması Var Oyalı

penceresi boyalı yazması var oyalı

Paroles de İki Keklik Bir Kayada - Erkan Oğur

Ma foi crie dans un ruisseau de deux perdrix Ma foi crie dans un ruisseau de deux perdrix Ne chante pas, mon problème s'aggrave, je t'admire, il s'aggrave. Ne chante pas, mon problème s'aggrave, je t'admire, il s'aggrave. Emine a bu du cognac et s'est allongée sur le lit de camp. Emine a bu du cognac et s'est allongée sur le lit de camp. Son écriture est brodée, ses chaussures sont peintes, si tu étais à moi, mon pote Longues nuits, ma langue est moitié syllabes, moitié si tu étais à moi, moitié syllabe Emine, ma foi vient de sortir du bain. Emine, ma foi vient de sortir du bain. Son écriture est brodée, ses chaussures sont peintes, si tu étais à moi, mon pote Même les longues nuits, ma langue est à moitié syllabe, si tu étais à moi, à moitié

Mavi boncuklarla oyalı beyaz yazmasını bağladı kadın. Kışın kirlettiği pencerenin ardından bakıyordu ve o sırada hiçbir şey düşünmediği gözlerinden okunuyordu. Bahçesindeki kuru ağacın dalına konan kapkara bir kargaya dalmıştı sanki. Nice zaman sonra omzuna çevirdi başını ve açıkta kalan bir tutam ak saçını örtüsünün altına sakladı. Bu sırada şuursuz bir gülüş gelip yerleşivermişti yüzüne. Ne büyük mutsuzluktu mevsiminde hüküm süren… Usulca aşağı döndürdü bakışlarını. Hemen yanı başında, tekerlekli sandalyesinde bekleyen adama baktı. Uzun uzun süzdü onu; yitip giden yılları akar gibiydi gözünün önünden. Tümü manasız, zaman israfı bir geçmişe sahip olduğuna inanıyor ama bir an olsun tasalanmaya bile güç bulamıyordu. En başından razıydı, anlaşmış gibiydi kaderiyle. Önce kendisinin bile fark edemediği bir yavaşlıkla kurudu kadın, sonra sırasıyla dokunduğu her şey. Sise boyalı kadının hiçliğiydi artık birlikte yaşlandığı.

Odadaki soba usul usul yanıyor, üzerindeki askılıkta, kocası bildiği adamın kenarı isli ter bezleri asılı duruyordu. Adamın sırtını yokladı kadın; o sabah bakmayı unuttuğunu fark etmişti. Rengi kaçmış pijamalarını giydirmişti adama. Yenisini alacak para yoktu ya, olsaydı da pek umursamazdı zaten. Kumaş sırılsıklamdı. Ter bezlerinin birini alıp, yarım yamalak yerleştirdi adamın sırtına. Koyu kahve, silindir sobanın üstünde, bakır çaydanlıkta demlenmekte olan çayın kokusu sarmıştı neyse ki odayı.

İki katlı, derme çatma, ahşap bir evdi yaşadıkları. Yıkık dökük bir merdivenle çıkılan odanın kapısı daracıktı ve hemen karşısındaki pencereden gelen ışığı koridora salan, buzlu camlı, uzun bir bölmesi vardı. Odanın girişinde, hemen sağda, kare bir masa kuruluydu. Sanki masa değil de, dünyanın bütün yükünü sırtından bir bir indirmiş bir bilge gibi yerleşmişti sobanın yamacındaki yerine. Boğum boğum ayaklarının ikisi, yerdeki Yağcıbedir’e dokunuyordu bir sevgiliye kavuşur gibi. Odadaki en değerli eşya da, kendi öyküsünü yıllardır, aynı yerde anlatan bu eski, yıpranmış halıydı. Masanın üzerinde çeyiz sandığından çıkma, ipek bir örtü seriliydi. Annesinin kendi elleriyle dokuyup, kenarlarına küçük çiçekler işlediği bu incecik örtüyü severdi kadın. Oysa kadının dört bir yanını kaplayan sandık lekeleri, önce bu örtüden başlamıştı yayılmaya.

Rengi koyu yeşile çalan, eski bir kanepe öylece terk edilmişti, duvarlarındaki kir ve yer yer dökülen kireç yüzünden harap görünen odaya. Kiraz ağacından yapılma, vitrinli kanepenin bir ucu sobadan ısınır, öte yanı pencereden sızan soğukla donardı kışın… Odanın genişliği topu topu bu kadardı.

Kadının da adamın da ömürlerinin geçtiği yerdi burası. Adam kanepenin karşısındaki duvara yaslı, siyah demirden bir yatakta yatardı. Uyurken dönebilse, bozuk yayların çıkaracağı sesler kâbusu olabilirdi kadının. Geceleri kıvrıldığı kanepede sık sık uyanırdı kadın; yatağın sessizliğine inat, ince bir horultusu vardı adamın çünkü. Ara ara kesilir, sonra tekrar başlardı. Gür değildi ama öylesine derinden ve uzun gelirdi ki, sonunda uyandırırdı kadını. Adamın içinden, her yerinden salyalar akan küçük yaratıkların çıkacağına inandırmıştı kendini zamanla. Geceleri kalkıp, masanın üzerindeki sürahiden bardağa boca ettiği suyu içerken, duvardaki sırlı aynaya bakar, kendisinin ve kocasının yansımasını da öyle çirkin görürdü. Annesinden öğrendiği gibi dua etmeyi, kendisine okuyup üflemeyi unutalı çok olmuştu. Öylece kabul edivermişti bunu da. Aynadakileri izlerken bir yudum su içer, baş ucuna astığı, meşe ağacından yapılma, kurmalı duvar saatine göz ucuyla baktıktan sonra tekrar yatardı.

Adam çok hastaydı. Köyün doktoru sık sık uğrar, adamı muayene ederdi. Masada yığınla ilaç dururdu. Bir dağ köyüydü yaşadıkları. Kadının hem fırtınası hem limanı olmuştu bu topraklar. Derin uçurumlarla çevrili, yüksek tepeleri aşıp, asırlık kara üzüm bağlarını geçip ulaşırdınız köye. Daracık yolu, önce geniş bir meydana, sonra sarmaşıkların sakladığı, duman kokulu kahveye kavuşurdu. Köye geleni, bu meydanda önce kızıl maskeli, beyaz bir çoban köpeği karşılardı. Köpek iki kez havlayıp peşi sıra uludu mu, yabancı birinin geldiğini anlardı köy halkı ve kahvedeki dumanı tüttürenler heyecanla kapının önüne çıkardı.

Dün gibi hatırlıyordu o günü kadın. Meydanı gören ana evinin pervazları maviye boyalı penceresinden bakıyordu. Kollarını güvercinliğe dayar, uzaklara bakmayı severdi; günün büyük bölümünü böyle teslim ederdi ertesi güne. Bir yabancının köye doğru yaklaştığını da, kızıl maskeden bile önce, ilk o fark etmişti. Bir adam yürüyerek gelmiş, köpeğin yanında durmuştu. Meydanın yamacında sıralı evlere bakıyordu teker teker, sanki aranıyordu. Gidip kahveye oturdu nice sonra. Kimse tanımıyordu. Geçerken yolu düşmüş, bir tas çorba içmek istemişti. “Geceyi geçirebileceğim bir yer varsa, kalıp dinleneyim bu gece” diye de eklemişti. Köyde kalabileceği bir yer yoktu. “Kahvede yatarsan kal” dediler; nasıl olsa bir döşek bulunurdu. Adam da kabul etti.

Kahvehanenin sahibi kadının babasıydı. Akşam, annesinin pişirdiği bir kâse tarhanayı, biraz siyah zeytin ve iki dilim ekmekle adama götürdü kadın. Mor üzüm salkımları da tepsideydi. Hiç sevmezdi kahvedeki kokuyu; ahşapla ortadan bölünmüş camdan kapıyı çalmadan önce iyice örtünmüş, yazmasını burnuna kadar çekmişti. Kahvenin en derin köşesinden, karanlıkların arasından çıkıp geldi adam.

O yaşa gelip de evlenmeyen tek kız oydu köyde. Gür siyah saçları çok zor yazma tutar, yuvarlak hatlarını bol şalvarların, bluzların ardına gizlerdi. Kirpikleri kısaydı ama kapkara gözleri üzüm tanelerini kıskandıracak kadar büyüktü. Alnının açıklığını ve ince dudaklarını çirkin buluyor, ne zaman onları gizlemek istese gülümseyerek inci gibi sıralanmış, bembeyaz dişlerine dikkat çekmeye çabalıyordu. Güzeldi ama talibi yoktu. Çocukken kendi kendine okuma yazmayı söktüğünden beri köy halkı onu garip bulur, yaşıtları ne bulursa okuyan, duvarlara yazılar yazıp, resimler çizen bu çocuktan ürker, uzak durmaya çabalardı. Babası onu, annesinin zoruyla, birkaç kez komşu köydeki okula göndermeye çalışmış ama bu çaba da “Kızların okuduğu nerede görülmüş” diyen köylülerin baskısına yenik düşmüştü. Annesini en yakın arkadaşı sayarak büyüdü. Onun zaman zaman ağzını yokladığını, gönlünün düştüğü biri var mı diye anlamaya çalıştığını fark eder, “Niye kocaya varayım ana? Hem seninle gidelim buralardan. Şu tepeler yok mu, onların ardında ne var çok merak ediyorum” derdi.

Kahvenin uzun uzun gıcırdayan kapısını açmış, kadını süzüyordu adam. Tepsiyi almak için uzanırken, “Sağ ol” dedi. Birden utanmıştı kadın, gözleri kendi ayak uçlarında geziniyor, tanıştığı bu hissin karnına düşürdüğü minik çırpınışları anlamlandırmaya çabalıyordu. “Afiyet olsun” derken çıkardığı tiz ses kendisini bile şaşırtmıştı.

Ertesi gün köyün üzerine düşerken, kahveciye biraz daha kalmak istediğini söyledi adam. Çok sevmişti köyü, “Çayın da bana çok iyi geldi” diyordu tebessüm ederek. İnce ve çok uzun boyluydu adam. Uzun kirpikleri, düzgün bir burnu vardı. Yana taralı saçları uzundu biraz, alnına dökülüyordu. Kahverengi boyunlu bir kazağı, siyah deri bir ceketi vardı. Boynuna ekoseli bir atkı doluyordu. Kadının hayatında gördüğü en yakışıklı adamdı. “Sağ ol” derken duyduğu sesi sevmiş, gür bıyıklarının ardında bulduğu tebessüme yakınlaşmıştı. Yıllardır izlediği uzaklardan kopardığı, kimsesiz hasreti sanki böylece son bulmuştu. Akşam yine o götürdü adamın yemeğini ve sonraki akşam da… Bir hafta geçmişti ki, bir akşam elinden tuttu, kahveye çekti adam kadını. Mahcuptu kadın, sessizdi, utangaçtı, korkmuştu ama karşı koymak da istemiyordu, koymadı.

İçeri sızan ay ışığı dağınık saçlarına düşüyordu. Yere çökmüş, kollarıyla kendi bedenini sıkıca sarmıştı. Sessizlik öylesine ağır geliyordu ki, hareket edemiyor, yerinden kalkamıyordu. Az önce başından geçenlerin gerçekten yaşanıp yaşanmadığını kavramaya çalışıyordu kadın. Yanaklarından süzülen gözyaşlarının ardı ardına yere düşüşünü izliyordu ama ağlayan kendisi değildi sanki; merak ettiği uzaklara çoktan gitmişti.

Kadına doğru birkaç adım attı adam. Yere çöktü, kadının çaresiz gözlerini bulmuştu. “Seni bileydim, bu köyde yaşadığını, bu köyde sana rast geleceğimi” dedi, sustu. Kesik kesik çıkmıştı sesi. Konuşmasını gözlerini yere devirirken sürdürdü. “Seni bileydim, bir gün seni bulacağımı, vuramazdım o adamı” derken sesi titriyordu. Hızla toparlanarak, kapıdan çıkıp gitti. Adamın son sözleri başının içinde çınlamaya başladı kadının:

“Döneceğim mutlaka, mutlaka”

Adamın gölgesi de karanlığa karışırken, kendinden geçti kadın. Sabah kendi yatağında açtı gözlerini. Başında annesi ve babası bekliyordu. Onu kahvede öylece bulmuş, olanı biteni anlamaları zor olmamıştı. Çok geçmedi, iki gün sonra da komşu köyden Hasan’la evlendirdiler. Marazlı doğmuş, büyüdükçe yatağa mahkûm olmuş Hasan’ın karısı Emine’ydi o artık.

Uzun yıllar adamın yolunu gözledi Emine; döneceğine inanmıştı. Öyle çok inanmıştı ki, “Gelmeyecek” diye kulağına fısıldayan zamana kızarken, yüreğine söz geçiremediği için de deliye dönüyordu. Derken umudu tükendi, ama o gece kahveye giderken taktığı mavi boncuklu beyaz yazmasından hiç vazgeçmedi. Ve hiç öğrenemedi adamın kara yazısını: Emine’nin kaderi, o gece kaçarken, kanlıları tarafından öldürülmüş, komşu köye yakın bir yere gömülmüştü.

Hasan ile Emine’nin evine girip çıkan tek insandı doktor. Yaz kış hep koyu renk kıyafetler giyerdi. Daha çok siyahı tercih eder, kafasındaki kasketi ise hiç çıkarmazdı. Her gelişinde, tüm ayrıntıları ince ince düşünülmüş bir törenle girerdi eve. Aynı hareketleri, aynı sırayla ve hiç şaşmadan yapardı. Tahta kapıya ardı ardına üç kez vururdu. Ses çıkarmadan bekler, kapı açıldığında da önce selamını verir, sonra ayakkabılarını çıkarır ve kapıdan içeri girerdi. Doktor bağcıklı, siyah rugan ayakkabılarını kapının kenarına dakikalar alan bir özenle yerleştirir, Emine ise bu sırada zamanın donduğunu hissederdi. Doktorun ayakkabılarına gösterdiği özen, evlendiği ilk yıllarda evin bir köşesinde bulup baktığı, bir saksı Karyağdı çiçeğini hatırlatırdı ona. Zamanda solup gitmişti çiçek ama doktorun ayakkabıları hep pırıl pırıldı…

Emine odaya çıkan merdivenlere yönelene kadar beklerdi doktor, sonra da takip ederdi. Nice zaman sonra, hep aynı basamağa geldiğinde, garip bir ses duyduğunu fark etti Emine. Basamakları kontrol etti önce, ama ne yaparsa yapsın bir türlü aynı sesi çıkaramıyordu. Hatta birkaç kez basamağın üstünde tepindiği de oldu. Doktordan geliyordu ses. Birlikte yukarı çıkarlarken, o malum basamağa geldiğinde, arkasına dönüp doktoru izlemeyi de denedi ama yine de çözemedi işin sırrını. Bir süre sonra da peşini bıraktı ve ne olduğunu hiçbir zaman anlayamadı. Emine’nin sır saydığı, doktorda saklı kaldı.

Doktor odaya çıktığında masaya bakar, ilaçları kontrol eder, adamı muayene eder ve giderdi. Zorunda değilse hiç konuşmazdı. Yılda bir ya da iki kez konuştuklarından -o da kısa kısa- Emine doktorun sesini belleğine hiç yazamadı.

Doktor ilaçları nereden bulup buluştururdu, niye hiç para istemezdi anlamazdı Emine ama çok da kafa yormazdı. Birazdan yine gelir, diye düşündü. Kargaya baktı, o da hâlâ aynı dalda, kımıldamadan duruyordu. Hareketlendi Emine. Adamın sandalyesini hafifçe oynattı, pencerenin açıldığı balkona çıkardı. Yıkıldı yıkılacaktı balkon. Emayesi parça parça dökülmüş bir kâseyi de masanın üzerinden almıştı. Yine çorba yapmıştı. Zaten her gün aynı çorbayı hazırlar ve güneşin kırık ışığı altında adama içirirdi. Bu sırada karga da hep onları izlerdi.

Çorba biter bitmez karga uçup balkonun altına kondu. Emine, yeleğinin cebinden çıkardığı bir avuç dolusu hapı balkondan atmaya, karga da onları teker teker toplamaya başladı. Kadın attı, karga aldı, götürdü ve tekrar geldi. Kadın attı, karga taşıdı. Bu böylece birkaç sefer sürerken, kadın kargaya, adam kadına bakıyordu. İçirdiği çorbanın ve güneşin adama ilaçlardan daha iyi geldiğine inanıyordu kadın; kargayla tanışalı da, ilaçları keseli de yıllar olmuştu zaten. Yavaş yavaş adama döndü kadın, o şuursuz tebessüm yine belirir gibi oldu dudaklarının iki yakasında, sonra hızla kayboldu. İçeri taşıdı adamı. Kanepeye oturdu. Doktoru beklemeye başladılar. Kadın saati izliyordu; metal sarkaç sağa sola salınıyor ama zaman akmıyor, onun için durduğu yerde bekliyordu.

İki Keklik Bir Kayada Ötüyor

İki de keklik bir kayada ötüyor,
Ötme de keklik derdim bana yetiyor,
Aman aman yetiyor.
Annesine kara da haber gidiyor.
Yazması oyalı kundurası boyalı,
Yar benim aman aman yar benim
Uzun da geceler yar boynuma sar benim.
Aman aman sar beni.

İki de keklik bir derede su içer,
Dertli de keklik dertsizlere dert açar,
Aman aman dert açar.
Ona yanık sevda derler tez geçer.
Yazması oyalı kundurası boyalı,
Yar benim aman aman yar benim
Uzun da geceler yar boynuma sar benim.
Aman aman sar beni.

Kaynak: anonim
Telif durumu:

Bu maddede yer alan eser anonimdir
Anonim eser, sahibinin kim olduğu bilinmeyen/tespit edilemeyen eserdir. Telif hakkı koruması, genellikle eserin sahibinin bilindiği durumlarda geçerli olur. Bu nedenle sahibi bilinmeyen, anonim eserler telif hakkıyla korunmaz, yani kamu malıdır. Yine de, aksi durumun öngörüldüğü hâllerde bu durumun sayfada belirtilmesi ve ilgili telif şablonunun konulması gereklidir. Aksi takdirde Vikikaynak telif hakkı politikasının ihlali söz konusu olabilir ve sayfa silinebilir.

nest...

batman iftar saati 2021 viranşehir kaç kilometre seferberlik ne demek namaz nasıl kılınır ve hangi dualar okunur özel jimer anlamlı bayram mesajı maxoak 50.000 mah powerbank cin tırnağı nedir