Ocak 30,
Kuran-ı Kerimde Hz. İsa ve Doğumu
Hz. İsa Kurân-ı Kerimde İsa, ibn-i Meryem, Mesih ünvanlarıyla zikredilen, kendisine İncil (Müjde, iyi haber anlamında) diye anılan kitabın gönderildiği, Allahtan bir ruh ve kelime olarak tanıtılan peygamberdir. Kurân-ı Kerime göre İsa Peygamber babasız dünyaya gelmiş, Allah tarafından mübarek kılınmış (Maide, ; Meryem, ), hayatı boyunca insanları bir olan Allaha itaate çağırmış, Tevratın hak olduğunu tasdik etmiş fakat bazı hükümlerini neshetmiştir. Hz. İsa, resullerin en büyükleri kabul edilen ulul azm peygamberlerden birisidir. Hz. İsanın doğumu ve göğe yükselmesi maddi sebepler gerçekleşmeden vuku bulmuş, İlahi Kudret ve İrade bu olaylarda adetullahın dışında bir tecelliyi tercih etmiştir.
Hz. İsanın annesi Meryem, Kurân-ı Kerimde mümtaz ailelerden birisi olarak tavsif edilen İmran ailesine mensuptur. İmran ailesi Allahın emir ve yasaklarını titiz bir şekilde yerine getirmeleri ve güçlü iman sahibi olmaları ile tanınıyordu. Kurân-ı Kerimin 3. suresi olan Al-i İmran Suresi, adını bu mübarek aileden almaktadır. Hz. Meryem, İsrailoğulları içerisinde saygın bir yeri olan İmranın kızıdır. İmran Hz. Davudun soyundan gelmektedir. Meryemin annesinin adı Hannadır. Hanna dünyaya bir evlat getirmek istiyor ve bu çocuğun Allaha samimi bir şekilde ibadet eden birisi olmasını diliyordu: Ey Rabbim, ben karnımdaki çocuğu dünya meşguliyetlerinden uzak bir kul olarak Senin ibadetine adadım. Bunu benden kabul buyur. Şüphesiz Sen her şeyi işiten, her şeyi bilensin! (Al-i İmran, 35) şeklinde dua etmekteydi. Bir süre sonra hamile kalır ve erkek evlat beklerken Hz. Meryemi dünyaya getirir. İmran henüz Hz. Meryem doğmadan vefat eder. Al-i İmran suresinde anlatıldığına göre Hz. Meryem Hz. Zekeriyanın himayesine verilmiş ve ayetteki tabirle çiçek gibi yetiştirilmişti.(Al-i İmran,37) Kurân-ı Kerimde İsrailoğullarının Hz. Meryeme ey Harunun kızkardeşi şeklinde hitap ettikleri görülmektedir. (Meryem Sûresi, 28). Müfessirlerin büyük kısmı burada bahsedilen Harunun Hz. Musanın kardeşi olmadığı hususunda ittifak halindedir. Tefsirlerde bu kişinin Hz. Meryem ile muasır bir zat olduğu belirtilmektedir. Hz. Meryem insanlık alemi içinde en hayırlı insanlardan birisidir. Peygamber olmamasına rağmen Cebrail ile görüşme şerefine nail olmuştur ve Hz. İsa gibi büyük bir peygamberin dünyaya gelmesine vesile olmuştur. Hz. Meryem Kurân-ı Kerimde Ey Meryem! Allah seni seçti; seni tertemiz yarattı ve seni bütün dünya kadınlarına tercih etti (Al-i İmran, 42) şeklinde övülmüştür. Hz. Meryemin bu özellikleriyle tavsif edilmesi Onun Allah katında ne kadar makbul bir kul olduğunu ispatlamaktadır.
Hz. Meryem belli bir olgunluğa eriştikten sonra Mescid-i Aksanın doğu tarafına, insanlardan uzak bir yere çekilerek orada Allaha ibadette bulunmaktaydı. Yine böyle bir günde Hz. Cebrail insan suretinde görünmüş ve Meryemin yanına gelmişti. Hz. Meryem hiç tanımadığı bu şahsı görünce senin şerrinden Allaha sığınırım. Eğer Allahtan korkun varsa, yanımdan çek git. Şerrinden emin kıl beni diye mukabelede bulunmuştur. (Meryem Sûresi, 18). Hz. Cebrail, ben, sana temiz bir oğlan bağışlamak için, Rabbinin gönderdiği bir elçiyim (Meryem Sûresi, 19) şeklinde mukabele ederek Allah tarafından gönderildiğini ifade etmiştir. Hz. Meryemin kendisine hiç erkek eli değmediğini, sözü edilen nitelikte bir çocuğu nasıl dünyaya getireceğini sorması üzerine Cebrail, Meryemin iffetli geçmişini onaylayan içerikte şu cevap verir: Bu, dediğin gibidir. Ancak Rabbin buyurdu ki: Bu (babasız çocuk vermek), bana çok kolaydır. Hem biz onu nezdimizden insanlara bir mucize ve rahmet kılacağız. Hem, bu önceden (ezelden) kararlaştırılmış bir iştir. (Meryem Sûresi, 21) Al-i İmran suresinde Hz. Meryemin İsa (a.s)yı babasız dünyaya getirecek olması şu şekilde anlatılır: (Meryem): Ey Rabbim, bana bir beşer dokunmamışken benim nasıl çocuğum olur? dedi. Allah buyurdu ki: Evet öyledir. Lakin Allah dilediğini yaratır, bir şeyin olmasını dilediğinde Onun işi sadece ol demektir; o da hemen oluverir' (Al-i İmran, 47) Buna göre Hz. İsanın dünyaya geliş şartları Allahın kâinatta vaz ettiği kanunlardan farklı şekilde gerçekleşmiştir: Canlıların dünyaya gelmesi Allah tarafından bazı maddi sebeplere bağlı kılınmıştır. Allahın kudretinin ve iradesinin adetullah çerçevesindeki biyolojik şartlara taalluk etmesiyle canlılar yaratılmaktadır. Bir başka anlatımla bir canlının zuhur etmesi Allahın kudret ve iradesinin taallukuyla mümkün olmakta, fakat Allahın hikmetinden dolayı bazı maddi sebeplerle ilişkilendirilmektedir. Yoksa sebeplerin herhangi bir icadı söz konusu değildir. Allahın azameti ve izzeti sebeplerin perde olarak halk edilmesini gerektirmiştir. Hz. İsanın dünyaya gelmesinde ise bu maddi sebeplerin bir kısmı ortadan kaldırılmıştır. Kâinatın kün emriyle İlahi Kudret tarafından yaratılması nasıl sebeplerin icadda etkisiz olduğunu gösteriyorsa, Hz. İsanın doğumunun bazı maddi sebepler gerçekleşmeden vuku bulması da, kün emriyle gerçekleşmiş ve Allah sebeplerin yalnızca bir perde olduğunu bu tasarrufuyla insanlara göstermiştir.
Hz. İsayı dünyaya getirdikten sonra İsrailoğullarının yanına dönen Hz. Meryem, iftiraya ve sözlü tacize uğrar. Kavmi İsanın (a.s.) gayr-i meşru bir şekilde dünyaya getirildiğini düşünerek, Ey Meryem! And olsun ki sen çirkin bir şeyle geldin. Ey Harunun kız kardeşi! Senin baban kötü bir insan değildi, annen de iffetsiz değildi. (Meryem Sûresi, ) şeklinde iftirada bulunurlar. Hz. Meryem beşikteki Hz. İsayı işaret edince, İsrailoğulları beşikteki bir çocukla nasıl konuşalım derler. Bunun üzerine henüz yeni doğmuş olan İsa (a.s), Ben Allahın kuluyum. O bana kitap verdi ve beni peygamber yaptı. Nerede olursam olayım O beni mübarek kıldı; hayatta bulunduğum müddetçe namaz kılmamı ve zekat vermemi emretti. Beni anneme hürmetkar kıldı. Beni bedbaht bir zorba yapmadı. Doğduğum gün de, öleceğim gün de ve diri olarak haşredileceğim gün de selamet üzerimedir. şeklinde konuşur. (Meryem Sûresi, ) Bu ayet-i kerimelerdeki kati naslarla Hz. İsanın Hz. Meryemin gayr-i meşru çocuğu olduğu görüşleri Allah tarafından yalanlanmakta, Meryem oğlu İsa olayı hakiki manasına kavuşturulmaktadır.
Hıristiyanlıkta İsanın Doğumu
Havariler ve Hıristiyan din adamlarının görüşlerine göre şekillenmiş Hıristiyan akidesinde Hz. İsaya uluhiyet isnat edilir. Hıristiyanlık inancına göre İsa Allahın bedenleşmiş kelamıdır, dolayısıyla tanrıdır. Hz. İsanın henüz yeni doğmuş iken konuşması, ölüleri iyileştirmesi, gözleri kör olanların gözlerini açması, çamurdan nesneler yapıp üflediği zaman bu nesnelerin canlanması gibi mucizeler Allahın İsada vücut bulması görüşünün kaynağı olmuştur. Tahrif edilen Hıristiyanlık akidesinde Tanrının yaratılmamış olan ezeli mesajı bedenleşmiştir ve İsa olarak insanlar arasında yaşamaktadır. Bu, Latincede incarnation terimiyle ifade edilmektedir. Incarnation, Tanrının İsada vücut bulması manasına gelmektedir.
Hz. İsa ile ilgili inanç ve telakkiler üzerine sistemleştirilen Hıristiyanlıkta Hz. İsa, Hz. Meryem tarafından babasız olarak dünyaya getirilmiştir. Her ne kadar tahrif edilmiş olsa da hala İlahi emirlerin özünün hissedildiği İncillerde İsa (a.s)nın doğumu hakkında bölümler bulunmaktadır. Matta İnciline göre Hz. Meryem, Nasıra kasabasında bir marangoz olan Yakupun oğlu Yusufla nişanlıydı. (Matta, ) Luka İnciline göre Cebrail, Yusuf ile nişanlı olan Meryeme bir oğlan doğuracağını müjdeler ve adının İsa olacağını bildirir. Ona yüce Allahın oğlu deneceği, Rab Allahın Ona saltanat vereceği anlatılır. (Luka, 1/) Meryem kendisinin evli olmadığını, dolayısıyla böyle bir doğumun olamayacağını belirtince melek, Kutsal Ruh senin üzerine gelecek ve en yüce olanın gücü sana gölge salacak; onun için de doğacak olan Kutsala Allahın Oğlu denecek diye cevap verir. Melek, doğum olayının maddi sebepler olmaksızın gerçekleşeceği hususunda şüphesi olan Hz. Meryeme bilinen bir olayı anlatarak bu şüpheleri ortadan kaldırır: Ve işte akraban Elizabeth (İncilde Hz. Zekeriya’nın (a.s) hanımı olarak anlatılır) de yaşlılığında bir oğula gebe kaldı; ve kendisine kısır denilenin bu altıncı ayıdır şeklinde cevap verir ve ekler; çünkü Allah katında imkansız hiçbir şey yoktur. (Luka, 1/). Hz. Zekeriyanın çocuk sahibi olması Kurân-ı Kerimde Meryem Sûresinde anlatılmaktadır. Buna göre Hz. Zekeriya ve hanımı tıbben imkansız görünmesine rağmen ilerlemiş yaşlarında çocuk sahibi olmuşlardır. İncilde bu olağanüstü durum ile Hz. İsanın babasız dünyaya gelmesi arasında ilişki kurulmuştur.
İncil ve Kuran-ı Kerimin Hz. İsanın Doğumu Olayında Karşılaştırılması
Kurân-ı Kerim ve İncil Hz. İsanın doğumu açısından karşılaştırıldığı zaman bazı benzerliklere rastlanıldığı gibi, bazı farklılıklara da rastlanılmaktadır. Hz. Meryem hem Kurân-ı Kerimde hem de İncilde bakire olarak tavsif edilmiştir. İncillere göre Meryem Yusuf adlı birisiyle nişanlıdır. Kurân-ı Kerimde ise Hz. Meryemin nişanlısı olup olmadığı anlatılmamaktadır. Luka İncilinde (1/) Meryeme müjde veren melek Cebrail ile hamile kalmasına sebep olan Ruhülkudüs aynı değildir. Hıristiyanlar meleğin yalnızca müjde için geldiğine, İsanın Allahın bedenleşmiş kelamı olduğuna inanırlar. Meryemin, babasız doğumun nasıl gerçekleşeceğini sorması üzerine meleğin Luka İncilinde yer alan cevabı, Hıristiyanlığın karakteristik inancını yansıtır. Buna göre, melek, doğacak çocuğun Allahın Oğlu olacağını ifade eder. Bu inanç pek tabiidir ki, İslamın temeli olan Tevhid ile bağdaştırılamaz. İttifak edilen husus Hz. İsa (a.s)nın Hz. Meryem tarafından babasız olarak dünyaya getirilmiş olduğudur. İncilin bundan sonraki bölümleri teslis inancının gerektirdiği düzenlemeleri yansıtmaktadır.
Kurân-ı Kerimde ise Allah Meryeme gönderilen melekten bizim ruhumuz diye bahseder ve bu meleğin Cebrail olduğu hakkında sağlam kanaat vardır. (Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Ömer Faruk Harman, C: 22, s. ). Kurân-ı Kerimde İsa (a.s)nın babasız doğumunun Hz. Ademin yaratılışıyla karşılaştırılması Hıristiyanların Hz. İsa Allahın oğludur akidesine reddiye niteliğindedir. Al-i İmran Suresinin ayetinde, Doğrusu Allah katında İsanın (yaratılışındaki) durumu, Ademin durumu gibidir; onu topraktan yarattı, sonra ol dedi, o da oluverdi sözleriyle ifade edildiği üzere, İsanın yaratılması tıpkı Hz. Ademin yaratılmasında olduğu gibi biyolojik sebeplerin mevcudiyetine bağlı kılınmamıştır. Hz. Adem nasıl Allahın kulu ise Hz. İsa da Allahın kuludur. Onun biyolojik şartlar gerçekleşmeden dünyaya gelmiş olması, Onun Allahın oğlu olduğunu göstermez. Bilakis Allahın sebeplerle bağlı olmaksızın yaratma sıfatına malik olduğunu ispatlar ve Allahın kudretinin ve iradesinin alışılmışın dışında bir tecellisini gösterir.
Hz. İsanın doğum tarihi kesin bilinmemektedir. Miladi başlangıç olarak kabul edilen tarihin doğruluğu kesin değildir. Milat olarak kabul edilen (Sıfır yılı) tarihten en az üç veya dört yıl önce dünyaya geldiği konusunda tarihçilerin ciddi delilleri bulunmaktadır. Doğum günü konusunda da önemli ayrılıklar vardır. Batı kiliselerinde kabul edilen 25 Aralık tarihi ilk defa dördüncü yüzyılda doğum günü olarak kutlanmıştır. Doğum tarihinin değişik Hıristiyan alimleri tarafından farklı kabul edildiği görülmektedir. Bu tarihler 25 Aralık, 19 Nisan, 29 Mayıs ve 28 Marttır. Gregoryen Ermeni kiliselerinde ise Hz. İsanın doğum tarihi, yani NOEL 6 Ocak olarak kabul edilmiştir. Bu yüzden Hıristiyan dünyasında Hz. İsanın doğum günü olarak kutlanılan Noelin kesin bir tarihi göstermekten ziyade, Hıristiyanların kültürel birlikteliğini gösteren bir ritüel olduğunu söylemek mümkündür. Batı kiliselerinin büyük bir çoğunlukla kabul ettiği doğum günü kutlamalarının 25 aralıkta yapılması Roma İmparatorluğu döneminde Hıristiyanlık öncesi yaygın inanç sisteminin (mitra dini) yıldönümü ayin gününe tekabül etmesi tesadüfi değildir. Antropologlara göre Roma İmparatorluğu, yönetimi altındaki insanlara Hıristiyanlığı benimsetmek için eski ritüel ve inançların bir şekilde sürdürülmesine imkan sağlamıştır.
Kurân-ı Kerimin dört esasından biri olan ve İslamiyetin temeli olan Tevhid inancı Allahtan başka bir ilahın varlığını reddeder. Bu yüzden Kurân-ı Kerimde Hz. İsaya Allahın oğlu yakıştırması yapan Hıristiyanlar, şiddetli bir üslupla tehdit edilmişlerdir. Tevbe Suresinin ayetinde Hıristiyanlar da, Mesih (İsa) Allahın oğludur dediler. Bu onların ağızlarıyla geveledikleri sözlerdir. Sözlerini daha önce kâfir olmuş kimselerin sözlerine benzetiyorlar. Allah onları kahretsin! Nasıl da haktan batıla döndürülüyorlar! şeklinde irşadi belagatin zecredici üslubu tercih edilmiştir.
Risâle-i Nurda Hz. İsanın Doğumu
Bediüzzaman Hz. İsanın babasız dünyaya gelmiş olmasını kâinattaki İlahi kanunlardan birisi olan kanun-u tenasülün (üreme ve neslin devam ettirilmesi kanunu) bir istisnası olarak yorumlamaktadır. Canlıların ilk yaratılması nasıl kanun-u tenasülün haricinde gerçekleşmişse, Hz. İsanın babasız dünyaya gelmesi de aynı şekilde gerçekleşmiştir Al-i İmran Suresinde, Allah katında İsanın hali Ademin hali gibidir ayet-i kerimesi ile Hz. İsanın babasız dünyaya gelmesi, yani bu vakıanın maddi sebepler olmaksızın vuku bulması nass-ı kati (kesin hüküm) ile bildirildiğine göre bu vakıadan şüphe etmek ve tevillere sapmak gereksizdir. (Lemalar, s. 88) Hz. İsanın doğumunun akıl ilkeleriyle kavranamayacağını söyleyenlere, ilk yaratılışa ve her yıl bahar aylarında hiç yoktan yaratılan canlılara bakmalarını tavsiye eden Bediüzzaman, bu gözlem sonucunda Hz. İsa (a.s)nın babasız dünyaya gelişinin anlaşılabileceğini söylemektedir. Maddecilerin kanun-u tabii diye adlandırdıkları düsturların ancak Allahın emrinin ve iradesinin külli cilveleri olan adetullah kanunları olarak mana kazanacaklarını belirten Bediüzzaman, Cenâb-ı Allahın bu kanunları bazı hikmet için değiştirdiğini ifade etmektedir. Allahın bu tasarrufu ile her şeyde ve her kanunda irade ve ihtiyarının hükmettiğini gösterdiğini belirtir. Allah katında İsanın hali, Ademin yaratılısı gibidir. (Al-i İmran, 59) ayet-i kerimesi bu hakikati ispatlamaktadır. (a.g.e., s. 89) Bediüzzaman Lema adlı eserinde, O doğmamış ve doğrulmamıştır (İhlâs Suresi, 3) ayet-i kerimesinin doğrudan Hz. İsanın uluhiyetini reddettiğini belirtir. Zira Valide ve veledi bulunanlar ilah olamazlar. (Lemalar, s. )
Hülâsa: Hz. Meryemin Hz. İsayı babasız olarak dünyaya getirmiş olması, bir başka deyişle İsanın doğumunun İlahi hikmet tarafından alışılmışın dışında bir tarzda vuku bulması Hıristiyanların ve Müslümanların ittifak ettikleri bir gerçektir. Tartışma ve farklılıklar Hıristiyanların teslis inancı gereği olarak İsaya uluhiyet isnat etmelerinde yatmaktadır. Tevhid esası üzerine bina edilen İslamiyet ise, Allah birdir. Sameddir; her şey Ona muhtaçtır, O ise hiçbir şeye muhtaç değildir. Doğurmamış ve doğrulmamıştır. Hiçbir şey de Onun dengi değildir (İhlâs Suresi, ) hakikatine teslim olmayı gerektirmektedir.
Etiketler: Allah, Bediüzzaman, Esmai Hüsna, Haşir, Hz. İsa, ibadet, ilim, iman, kainat, manai harfi, Marifetullah, Meryem, Nübüvvet, Nur, Risale, Said Nursî,, Sözler, tefekkür, Tevhid, Ubudiyet, yaratılış
Îsâ -aleyhisselâm-, Yahyâ -aleyhisselâm-’ın doğumundan altı ay sonra Kudüs’te dünyâyı şereflendirmiştir. Îsâ -aleyhisselâm-, İsrâîloğulları’na gönderilen peygamberlerin sonuncusudur.
Peygamberler içinde en yüksekleri olan ve kendilerine “ülü’l-azm” denilen beş peygamberin dördüncüsüdür. Kendisine “Rûhullâh” denmesi, bir tekrîm ifâdesi olmakla birlikte, Allâh Teâlâ’nın, Hazret-i Âdem’i yarattığı gibi O’nu da rûhundan üfürerek yaratması sebebiyledir.
Îsâ -aleyhisselâm-’a otuz yaşında peygamberlik gelmiş, kendisine kitap olarak İncîl gönderilmiş ve otuz üç yaşında da diri bir şekilde göğe kaldırılmıştır.
Kıyâmet yaklaştığında dünyâya inecek, evlenip çocukları olacak, “Hazret-i Mehdî” ile buluşacak, İslâm’ı bütün cihâna hâkim kılacak ve Medîne-i Münevvere’de vefât edecektir. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in medfûn olduğu Hücre-i Saâdet’te türbe-i şerîfin yanına defnolunacaktır.
Îsâ -aleyhisselâm-’ın annesi Hazret-i Meryem, Dâvûd -aleyhisselâm-’ın neslindendir. Annesi Hunne, babası İmrân’dır.
Kaynak eserlerde zikredildiğine göre, Hunne’nin çocuğu olmuyordu. O da:
“Yâ Rabbî! Benim bir çocuğum olursa, onu Beyt-i Makdis’e hizmetçi yapacağım!” diye nezirde bulundu.
Hunne, bu nezirde bulunduktan sonra hâmile kaldı. Âyet-i kerîmede buyrulur:
“İmrân’ın karısı şöyle demişti: «–Rabbim! Karnımdakini âzâdlı bir kul olarak sırf Sana adadım. Adağımı kabûl buyur. Şüphesiz (niyâzımı) hakkıyla işiten ve (niyetimi) bilen Sen’sin!»” (Âl-i İmrân, 35)
Bir müddet sonra bir kız çocuğu dünyâya getirdi. Adını Meryem koydu:
“O’nu doğurunca, Allâh, ne doğurduğunu bilip dururken: «–Rabbim! Ben O’nu kız doğurdum. Oysa erkek, kız gibi değildir. O’na Meryem adını verdim. Kovulmuş şeytana karşı O’nu ve soyunu Sen’in korumanı diliyorum!» dedi.” (Âl-i İmrân, 36)
O zamana kadar Beyt-i Makdis’e erkek çocuklarını adamak câiz ve çok sevaptı. Bu şekilde nezredilen erkek çocukları, doğumundan bülûğuna dek orada hizmete devâm ederdi. Bülûğdan sonra ise, dilerse yine orada hizmet eder, isterse arzuladığı başka bir yere giderdi. Ancak bülûğdan önce Beyt-i Makdis’ten ayrılması câiz değildi.
Böyle bir nezir, yalnızca erkek çocukları için yapılırdı. Allâh Teâlâ’nın, Beyt-i Makdis için Meryem hakkındaki ilticâyı makbul kılıp kız çocuklarının nezredilmesini de kabûl buyurmasından sonra, kız çocuklarının da Beyt-i Makdis’e adanması câiz oldu.
Hunne, kızı Meryem’i Beyt-i Makdis’teki vazîfelilere teslîm etti. Meryem’i kim himâyesine alacağına dâir kur’a çektiler. Allâh Teâlâ buyurur:
“(Rasûlüm!) Bunlar, Biz’im Sana vahiy yoluyla bildirmekte olduğumuz gayb haberlerindendir. İçlerinden hangisi Meryem’i himâyesine alacak diye kur’a çekmek üzere kalemlerini atarlarken Sen onların yanında değildin; onlar (bu yüzden) çekişirken de yanlarında değildin.” (Âl-i İmrân, 44)
Çekilen kur’a, Beyt-i Makdis’in imâmı ve Hunne’nin de eniştesi olan Zekeriyyâ -aleyhisselâm-’a çıktı. Zekeriyyâ -aleyhisselâm-:
“–O’nun teyzesi benim nikâhım altındadır.” dedi ve Meryem’in velîliğini üzerine aldı.
Meryem sütten kesilince, O’na Beyt-i Makdis’te bir oda tahsîs edildi. Bu odaya âyet-i kerîmede “mihrâb” denilmiştir. Mihrâb, harb ve cihâd vâsıtası demektir. Bu bakımdan bir nevî çile odası mânâsını taşır.
Hazret-i Meryem’in odasına yalnız Zekeriyyâ -aleyhisselâm- girerdi. Bu, on iki yaşına kadar devâm etti. Zekeriyyâ -aleyhisselâm-, O’nun odasına girerken anahtarı ile kapıyı açıp girer, çıkarken de kilitlerdi. Her gün, bir günlük yiyecek bırakırdı. Fakat içerde değişik meyveler görüp hayret ederdi. Nereden geldiğini sorduğunda, Meryem, Allâh -celle celâlühû- tarafından gönderildiğini söylerdi. Bu yiyecekler arasında, yazın kış meyveleri, kışın da yaz meyveleri bulunurdu. Allâh Teâlâ buyurur:
“Rabbi Meryem’e hüsn-i kabûl gösterdi; O’nu güzel bir bitki gibi yetiştirdi. Zekeriyyâ’yı da O’nun bakımı ile vazîfelendirdi. Zekeriyyâ, O’nun yanına, mâbede her girişinde orada bir rızık bulur ve: «–Ey Meryem! Bu Sana nereden geliyor?» der, O da: «–Bu, Allâh tarafındandır. Allâh, dilediğine sayısız rızık verir!» derdi.” (Âl-i İmrân, 37)
Allâh -celle celâlühû-’nun Hazret-i Meryem’e en büyük ikramları şunlardır:
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyurdular:
“İmrân kızı Meryem, zamanında dünyâda bulunan kadınların en hayırlısıdır. Bu ümmetin kadınlarının en hayırlısı da Hatîce’dir.” (Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe, 69)
Hazret-i Meryem, gece-gündüz ibâdet ederdi. Takvâsı, Benî İsrâîl arasında darb-ı mesel oldu. Kendisinden kerâmetler hâsıl olurdu. Seçkin kullardandı. Kur’ân-ı Kerîm’de “sıddîka” diye senâ edilmiştir.
Allâh Teâlâ şöyle buyurur:
“Hani melekler demişlerdi: «–Ey Meryem! Allâh Sen’i seçti; Sen’i tertemiz yarattı ve Sen’i bütün dünyâ kadınlarına tercîh etti (üstün tuttu).” (Âl-i İmrân, 42)
“Ey Meryem! Rabbine ibâdet et; secdeye kapan! (O’nun huzûrunda) eğilenlerle beraber Sen de eğil!»” (Âl-i İmrân, 43)
Bu emirler üzerine Hazret-i Meryem’in takvâsı o hâle geldi ki, ayakları şişinceye kadar namaz kılmaktaydı.
Yoktan Var Eden, Babasız Da Yaratır!
Hazret-i Meryem on beş yaşında iken Yûsuf-i Neccâr isimli birisi ile nişanlanmıştı. Fakat onunla evlenmeden önce Allâh Teâlâ, O’na babasız bir çocuk vereceğini müjdeledi:
“Melekler demişlerdi ki: «–Ey Meryem! Allâh Sana kendisinden bir Kelime’yi müjdeliyor. Adı Meryem oğlu Îsâ’dır. Mesîh’tir; dünyâda da, âhirette de îtibarlı ve Allâh’ın kendisine yakın kıldıklarındandır.»” (Âl-i İmrân, 45) Mesîh, İbrânîce bir kelime olup, Hazret-i Îsâ’nın lakâbıdır ve “mübârek” anlamına gelmektedir.
Yine melekler Hazret-i Meryem’e dediler ki:
“(–Ey Meryem!) O sâlihlerden olarak beşikte iken ve yetişkinlik hâlinde insanlara (peygamber sözleri ile) konuşacak.” (Âl-i İmrân, 46)
Bunun üzerine:
“Meryem: «–Rabbim! Bana bir erkek eli değmediği hâlde nasıl çocuğum olur?» dedi. Allâh şöyle buyurdu: «–İşte böyledir. Allâh dilediğini yaratır! Bir işe hükmedince ona sâdece «Ol!» der; o da oluverir.»” (Âl-i İmrân, 47)
Melekler, Meryem’e hitâben Hazret-i Îsâ hakkındaki sözlerine şöyle devâm ettiler:
“Allâh O’na yazmayı, hikmeti, Tevrât’ı ve İncîl’i öğretecek!” (Âl-i İmrân, 48)
Yukarıdaki âyet-i kerîmelerde cemî olarak geçen “melekler” ifâdesinden maksat, Cebrâîl -aleyhisselâm-’dır. Kendisinden bu şekilde cemî olarak bahsedilmesi, O’nu tekrîm içindir.
Cenâb-ı Hak buyurur:
“(Rasûlüm!) Kitâb’da Meryem’i de zikret! Hani O, ailesinden ayrılarak doğu tarafında bir yere çekilmişti.” (Meryem, 16)
Âyette geçen “doğu tarafı” müfessirlere göre, Mescid-i Aksâ’nın doğu yanı, yahut Meryem’in evinin doğu tarafı şeklinde açıklanmaktadır. Hristiyanların bu sebeple doğuya yöneldikleri ifâde edilmiştir.
Çok geçmeden Allâh Teâlâ, Hazret-i Meryem’e Cebrâîl -aleyhisselâm-’ı gönderdi. Âyet-i kerîmede buyrulur:
“Meryem, onlarla kendi arasına bir perde çekmişti. Derken, Biz O’na Rûh’umuzu gönderdik de O, kendisine tastamam bir insan şeklinde göründü.” (Meryem, 17)
Burada Rûh’tan maksat, Cebrâîl -aleyhisselâm-’dır. Her âzâsı düzgün genç bir insan şeklinde gönderilmesinin sebebi, Meryem’in ürküp korkmaması içindi. Çünkü Hazret-i Meryem, Cebrâîl -aleyhisselâm-’ı aslî şeklinde görseydi, şüphesiz ki buna tâkat getiremezdi.
Ancak Hazret-i Meryem, yine de karşısında genç bir insan görünce kemâl-i edeb ve iffetinden dolayı çok korktu. Onun Hazret-i Cibrîl olduğunu bilmediği için büyük bir endişeye kapıldı ve âyet-i kerîmelerde buyrulduğu üzere:
“Meryem dedi ki: «–Sen’den, çok esirgeyici olan Allâh’a sığınırım! Eğer Allâh’tan sakınan bir kimse isen, (bana dokunma!)»” (Meryem, 18)
“Melek: «–Ben, yalnızca, sana tertemiz bir erkek çocuk bağışlamam için Rabbimin elçisiyim.» dedi.” (Meryem, 19)
“Meryem: «–Bana bir insan eli değmediği, iffetsiz de olmadığım hâlde benim nasıl çocuğum olabilir?» dedi.” (Meryem, 20)
“Melek: «–Öyledir!» Dedi. (Zîrâ) Rabbin buyurdu ki: «–Bu Bana kolaydır. Çünkü Biz, O’nu insanlara bir delil ve kendimizden bir rahmet kılacağız. Bu, hüküm ve karara bağlanmış (ezelde olup bitmiş) bir iş idi.” (Meryem, 21)
Cenâb-ı Hakk’ın murâd ettiği şekilde:
“Meryem, O’na (Îsâ’ya) hâmilekaldı. Bunun üzerine O’nunla (karnındaki çocukla) uzak bir yere çekildi.” (Meryem, 22)
Hazret-i Meryem’in doğum sancıları artmaya başladı. Kurumuş bir hurma ağacının yanına geldi ve ona yaslandı. Âyette buyrulur:
“Doğum sancısı O’nu bir hurma ağacına (dayanmaya) sevk etti. «–Keşke, bundan önce ölseydim de unutulup gitseydim!» dedi.” (Meryem, 23)
Nihâyet kuru ağacın altında Îsâ -aleyhisselâm- dünyâya geldi. Allâh Teâlâ, O’nu babasız yaratmıştı.
Sonsuz kudret sâhibi olan Cenâb-ı Hak, azametinin muktezâsı olarak Âdem -aleyhisselâm-’ı annesiz ve babasız bir şekilde topraktan; Havvâ vâlidemizi annesiz olarak Hazret-i Âdem’den; Îsâ -aleyhisselâm-’ı da babasız olarak Meryem vâlidemizden yaratmıştır.
Hazret-i Îsâ’nın doğumu ile Hazret-i Âdem’in yaratılması arasında bir benzerlik vardır ki, bu, her ikisinde de yaratılışın «Kün! = Ol!» emri ile gerçekleşmiş olmasıdır. Cenâb-ı Hak bu hakîkati âyet-i kerîmede şöyle bildirmektedir:
“Allâh nezdinde Îsâ’nın durumu, Âdem’in durumu gibidir. Allâh O’nu topraktan yarattı. Sonra da O’na «Ol!» dedi ve (O da) oluverdi.” (Âl-i İmrân, 59)
Bu âyet-i kerîme, hem Allâh’ın kudretinin sonsuzluğunun, hem de yahûdîlerin baştan şaşırıp sonradan da atacakları çirkin iftirâlar karşısında Hazret-i Meryem’in iffetli olduğunun bir ifâdesidir.
Îsâ -aleyhisselâm-’ın doğum târihi hakkında, kaynaklarda hiçbir kayıt yoktur. Bütün İncîl’lerde de bu hususta bir bilgiye rastlanılmamaktadır. Yalnız bir İncîl’de Hazret-i Îsâ’nın yahûdî kralı zamanında doğduğu yazmakta ise de, (Matta, 2/1) Roma kaynakları, bu kralın mîlâddan önce öldüğünü bildirmektedir. Yapılan bütün beyanlar, birbirlerine açık bir şekilde tezat teşkil etmektedir. Böyle olunca, “noel”in mânâsı da, uydurulmuş boş bir efsâneden öteye gidememektedir.
Bu sebepledir ki bugün Katolikler, Noel bayramı olarak Aralık gününü kutlarken, Ermeni kiliseleri 6 Ocak’ı kutlarlar. Bir kısım Protestanlar ise bu târihin kutsal metinlerde kesin olarak geçmediğini öne sürerek Noel’i kutlamazlar.
Hazret-i Îsâ doğduktan sonra:
“(Hazret-i Meryem’in) aşağısından (Îsâ yahut melek) O’na şöyle seslendi: «–Tasalanma! Rabbin Sen’in alt yanında bir su arkı vücûda getirmiştir.»” (Meryem, 24)
Âyete şu mânâ da verilmiştir:
«–Tasalanma! Rabbin Sen’in altındakini (yâni Îsâ’yı) şerefli bir lider olarak yaratmıştır!»
Hazret-i Meryem’e hitâb eden ses şöyle devâm etti:
“Hurma dalını kendine doğru silkele ki, üzerine tâze, olgun hurma dökülsün!” (Meryem, 25)
Hazret-i Meryem, hurma dalını kendisine çekip salladığı zaman kış mevsimi olmasına rağmen, ağaç birdenbire hurma vermeğe başladı. Meryem, önündeki arktan su içip taze hurmalardan yedi. Ağacın bu şekilde kış mevsiminde hurma vermesi, Hazret-i Meryem’i tesellî içindi. O’na denildi ki:
“Ye, iç! Gözün aydın olsun! Eğer insanlardan birini görürsen de ki: «–Ben çok merhametli olan Allâh’a oruç adadım. Artık bugün hiçbir insanla konuşmayacağım!»” (Meryem, 26)
Rivâyete göre, Hazret-i Meryem’in kavminde yiyip içmeden oruç tutulduğu gibi, konuşmamak sûretiyle de oruç tutulurdu. Yahut oruçlu iken yeme ve içmeden kaçınıldığı gibi, konuşmaktan da sakınılırdı.
Îsâ -aleyhisselâm-’ın doğuşu ile, kavminin arasında büyük bir iftirâ ve dedikodu furyası başgösterdi. Âyet-i kerîmelerde bu hâl şöyle bildirilmektedir:
“(Meryem) nihâyet O’nu (Îsâ’yı kucağında) taşıyarak kavmine getirdi. Dediler ki: «–Ey Meryem! Hakîkaten Sen iğrenç bir şey yaptın!»” (Meryem, 27)
“–Ey Hârûn’un kızkardeşi! Sen’in baban kötü bir insan değildi; annen de iffetsiz değildi.” (Meryem, 28)
Âyette bahsedilen Hârûn, Mûsâ -aleyhisselâm-’ın kardeşi olan Hârûn -aleyhisselâm- değildir. Bu husustaki görüşlerin doğruya en yakın olanına göre Hazret-i Meryem’in hakîkî kardeşidir. O da ana ve babası gibi iffetli ve sâlih bir kimse idi. Bu sebeple kavmi, böyle birinin kızkardeşi olan Meryem’e zinâ etmeyi(!) aslâ yakıştıramadıklarını ifâde etmek istemişlerdi.
Hazret-i Meryem’e İsrâîloğulları tarafından devamlı hakâret ediliyordu. O da sabırla dinliyor, kendisine emredildiği üzere konuşmuyordu. Ancak kavminin münâsebetsiz tavırları iyice arttı. Nihâyet Allâh’ın inâyeti erişti.
Âyet-i kerîmede buyrulur:
“Bunun üzerine Meryem, çocuğu gösterdi. Dediler ki: «–Biz, beşikteki bir sabî ile nasıl konuşuruz?»” (Meryem, 29)
Allâh’ın istikbâlde elçisi olacak olan Hazret-i Îsâ, Cenâb-ı Hakk’ın verdiği konuşma kâbiliyeti ile dile geldi ve daha beşikte iken şöyle dedi:
“–Ben, Allâh’ın (seçilmiş bir) kuluyum! O, bana Kitâb’ı verdi ve beni peygamber yaptı!” (Meryem, 30)
“Nerede olursam olayım, O beni mübârek kıldı. Yaşadığım sürece bana namazı ve zekâtı emretti.” (Meryem, 31)
“Beni anneme saygılı kıldı; beni bedbaht bir zorba yapmadı.” (Meryem, 32)
“Doğduğum gün, öleceğim gün ve diri olarak kabirden kaldırılacağım gün selâmet banadır.” (Meryem, 33)
Hazret-i Îsâ’nın daha beşikte iken böyle konuşması, çevresinde büyük bir hayret uyandırdı. Hazret-i Meryem, tenzîh ve tebrie edildi.
İşte Hazret-i Meryem, münkir halkın kendisine sorduğu «–Bu çocuğu nereden aldın?» suâline karşı dâimâ cevap olarak bu şekilde çocuğunu gösterir ve «–Çocuk söylesin!» der, Îsâ -aleyhisselâm- da daha bebek iken:
“–Benim annem namuslu, iffetli bir kadındır. Ey câhiller! İffet ve hayâ âbidesi olan annemi ayıplamayın! Biliniz ki Allâh Teâlâ, beni babasız olarak dünyâya getirmiştir. Bu, Allâh’ın bir mûcizesidir!” derdi.
Bunun üzerine birçok kimse:
“–Bu, Allâh’ın apaçık bir mûcizesidir. Yoksa yeni doğmuş hiçbir çocuk daha beşikte iken konuşamaz. Hakîkaten bu, Allâh tarafındandır; Cenâb-ı Hakk’ın azametini gösteren bir hâdisedir.” dediler.
Bir kısmı ise yine de hâinliklerinden dönmediler. Âyet-i kerîmede buyrulur:
“İşte, hakkında şüphe ettikleri Meryem oğlu Îsâ -hak söz olarak- budur!” (Meryem, 34)
Âyette Îsâ -aleyhisselâm-’ın “hak söz” olarak ifâde edilmesi, O’nun «Kün! = Ol!» emrinin eseri olmasındandır. Bu hakîkat, başka âyet-i kerîmelerde de anlatılır:
“Irzını iffetle korumuş olanı (Meryem’i de hatırla!) Biz O’na rûhumuzdan üfledik; O’nu ve oğlunu cümle âlem için ibret kıldık.” (el-Enbiyâ, 91)
“İffetini korumuş olan İmrân kızı Meryem’i de (Allâh örnek gösterdi). Biz O’na rûhumuzdan üfledik ve O, Rabbinin sözlerini ve kitaplarını tasdîk etti. O, gönülden itaat edenlerdendi.” (et-Tahrîm, 12)
Hazret-i Îsâ’nın bebek iken konuşması, birçok iftirâları bastırmıştı. Ancak kısa bir müddet sonra tekrar fitne ve iftirâlar başladı. Gâfil kavim:
“–Babasız çocuk mu olurmuş?!” dediler.
Sonra da:
“–Yapsa yapsa bu zinâyı Zekeriyyâ yapmıştır!” diyerek Zekeriyyâ -aleyhisselâm- Beyt-i Makdis’te yalnız kaldığı bir sırada:
“–Sen Meryem’le zinâ ettin!” diye bühtanda bulundular ve üzerine hücûm ettiler.
Zekeriyyâ -aleyhisselâm-, onların şerrinden korunmak için bir ağacın kovuğuna saklandı. Şeytan, insan kılığında oraya gelip Zekeriyyâ -aleyhisselâm-’ı arayan bedbahtlara, O’nun saklandığı ağacı göstererek:
“–Şu ağacı testereyle ikiye ayırın! Bir şey kaybetmezsiniz! Zekeriyyâ onun içindedir!” dedi.
Bedbahtlar, hemen ağacı kesmeye koyuldular. Testere Zekeriyyâ -aleyhisselâm-’ın başını yarmaya başladığı zaman mazlum peygamber «âhh!» diyecek oldu, fakat:
“–Ey Zekeriyyâ! Şikâyette bulunma!” diye bir nidâ geldi.
Zekeriyyâ -aleyhisselâm- da büyük bir tevekkül ve sabır içinde testereyle ikiye bölünerek şehîd oldu. İnd-i ilâhîde yüce mertebelere ulaştı.
Bu sırada Hazret-i Meryem’in önceden nişanlısı olan Yûsuf-i Neccâr da aynı iftirâya uğramıştır.
Zekeriyyâ -aleyhisselâm-’ı şehîd eden bedbaht yahûdîlerin, Hazret-i Meryem’e ve oğlu Hazret-i Îsâ’ya da bir zarar vermemeleri için Cenâb-ı Hak, onları hıfz-ı emânına almayı murâd etti:
“Meryem oğlunu ve annesini de (kudretimize) bir alâmet kıldık. Onları, yerleşmeye elverişli, suyu bulunan bir tepeye yerleştirdik.” (el-Mü’minûn, 50)
Bu yerin Mısır’da olduğu rivâyeti vardır. Hazret-i Meryem ve Hazret-i Îsâ, orada on iki sene kaldı ve bu zaman zarfında fevkalâde hâdiseler meydana geldi:
Birgün, kaldıkları evde ağa’nın bir miktar parası kaybolmuştu. O evde düşkünler ve fakirler vardı. Ağa, bu parayı kimin aldığını anlayamadı. Herkes töhmet altında kalmıştı. Bu durum, Hazret-i Meryem’e çok ağır geldi. Orada ikâmet edenler arasında bir kör ve bir kötürüm bulunuyordu. Hazret-i Îsâ, annesinin üzülmesi karşısında bu iki kişiye:
“–Parayı sakladığınız yerden çıkartın!” dedi.
Onlar da bu açık mûcize karşısında aldıkları parayı mecbûren getirdiler. Bu hâdiseden sonra Hazret-i Îsâ’nın îtibârı halk nezdinde iyice yükseldi.
Hazret-i Îsâ, Mısır’da on iki sene kaldıktan sonra Kudüs’e dönüp “Nâsıra” kasabasına yerleşti. Hristiyanlara bu sebeple “Nasrânî” denilmektedir.
Hazret-i Îsâ’ya otuz yaşında peygamberlik verildi. O da hemen vazîfesini yapmaya, insanları tevhîde çağırmaya başladı.
Allâh Teâlâ buyurur:
“And olsun ki Biz, Nûh’u ve İbrâhîm’i gönderdik. Peygamberliği de Kitâb’ı da onların soyuna verdik. Onlardan (insanlardan) kimi doğru yoldadır; içlerinden birçoğu da yoldan çıkmışlardır.” (el-Hadîd, 26)
Kur’ân-ı Kerîm’de ismi geçen dört büyük kitabın, bunların soyundan gelen peygamberlere indirildiği anlaşılmaktadır.
“Sonra bunların izinden ardarda peygamberlerimizi gönderdik. Meryem oğlu Îsâ’yı da arkalarından gönderdik. O’na İncîl’i verdik; O’na tâbî olanların kalblerine şefkat ve merhamet vermiştik. Uydurdukları ruhbanlığa gelince, onu Biz yazmadık. Fakat kendileri Allâh rızâsını kazanmak için (böyle) yaptılar. Ama buna da gereği gibi uymadılar. Biz de onlardan îmân edenlere mükâfatlarını verdik. İçlerinden çoğu da yoldan çıkmışlardır.” (el-Hadîd, 27)
Ruhbanlık, hristiyanların sonradan ortaya çıkardığı bir anlayış ve yaşayış tarzıdır. Rivâyetlere göre Hazret-i Îsâ -aleyhisselâm-’dan sonra mü’minler, inkârcı zorbalarca yok edilmeye çalışılmış, girişilen üç savaşta mü’minler ağır kayıplar vermişler, sağ kalan îmân ehli, kendilerinin de ölümü hâlinde dîne dâvet edecek kimsenin kalmayacağı endişesiyle savaş yapmama kararı almış, sâdece ibâdetle meşgul olmaya başlamışlardı. İşte bu sûretle fitneden kaçarak, dinlerinde ihlâs ve samîmiyet gösteren bu insanlar, dünyânın bütün zevklerinden, fazla yiyip içmekten ve evlenmekten vazgeçmişler; dağlar, mağaralar, oyuklar ve hücrelerde ibâdetle meşgul olmuşlardır. Ama birçoğu buna riâyet etmeyerek, Hazret-i Îsâ -aleyhisselâm-’ın dînini inkâr ettiler; hükümdarlarının dînine girdiler; teslîs akîdesini ortaya attılar; bi’set gerçekleştiğinde de Hazret-i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i inkâr ettiler ve benzeri sapıklıklara düştüler.
Îsâ -aleyhisselâm-, dînini teblîğe devâm ediyordu. Fakat insanların birçoğu küfründe inat hâlindeydi.
Îsâ -aleyhisselâm- birçok mûcizeler gösterdi. Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm-’a verilen Tevrât’ı tasdîk ettiğini, ancak yüce Allâh’ın bazı hükümleri değiştirdiğini teblîğ etti:
“(Îsâ dedi ki:) «–Benden önce gelen Tevrât’ı doğrulayıcı olarak ve size haram kılınan bazı şeyleri de helâl kılmam için gönderildim. Size Rabbinizden bir mûcize getirdim. O hâlde Allâh’tan korkun, bana da itaat edin!”
“Allâh, benim de Rabbim, sizin de Rabbinizdir. Öyle ise O’na kulluk edin! İşte doğru yol budur.” (Âl-i İmrân, )
“Hatırla ki, Meryem oğlu Îsâ: «–Ey İsrâîloğulları! Ben size Allâh’ın elçisiyim; benden önce gelen Tevrât’ı doğrulayıcı ve benden sonra gelecek Ahmed adında bir peygamberi de müjdeleyici olarak geldim!» demişti. Fakat O, kendilerine açık deliller getirince: «–Bu apaçık bir büyüdür!» dediler.” (es-Saff, 6)
Yuhanna İncîli’nin bölümünde Îsâ -aleyhisselâm-’ın şöyle dediği rivâyet edilir:
“–Ben Peder’e ibâdet edeceğim ve O size başka bir tesellî edici (Faraklit) gönderecek ki, O sizinle ebediyyen kalabilir.” (Yuhanna, 14/)
Ve bölümünde de demiştir ki:
“Size gerçeği söylüyorum, benim gidişim sizin yararınızadır. Gitmezsem, yardımcı (tesellîci, Faraklit) size gelmez. Ama gidersem, O’nu size gönderirim. Size daha çok söyleyeceklerim var, ama şimdi bunlara dayanamazsınız. Ne var ki O, yâni «Gerçeğin Rûhu» gelince, sizi gerçeğe yöneltecek. Çünkü O, kendiliğinden konuşmayacak, yalnız duyduklarını söyleyecek ve gelecekte olacakları size bildirecek.” (Yuhanna 16/, )
“Faraklit” kelimesi, “hamd”e tekâbül eden bir kelimedir. Bazı hristiyanlar bunu “muhallıs” (kurtarıcı) olarak açıklamışlar; bazıları da “hammâd” ve “hamîd” diye tefsîr etmişlerdir. Bu da gösteriyor ki “Faraklit” kelimesinin, Ahmed ve Muhammed mânâsına uygun olarak asıl isme işâret ettiği açık bir şekilde anlaşılmaktadır.
Barnabas İncîli Bâb’da da şöyle bir bahis vardır:
“–Söylediğin Mesîh’in ismi nedir ve O’nun geldiğini nasıl anlayacağız?” diyen havârîlerine Hazret-i Îsâ şöyle dedi:
“–Mesîh’in (Rasûl’ün) adı, hayran olmağa değer güzelliktedir. Cenâb-ı Hak, O’nun nûrunu yarattığı zaman, O’na bu ismi verdi ve O’nu semâvî ihtişâmı içine koydu. Sonra:
«–Senin hatırın için Ben, cenneti, dünyâyı ve birçok mahlûku yarattım. Bunların hepsini Sana hediye ediyorum. Sen’i takdîr eden, Ben’den nîmet bulacak; Sen’i inkâr eden, tarafımdan lânet olunacaktır. Ben Sen’i dünyâya Ben’im Rasûlüm olarak göndereceğim. Sen’in sözün sırf hakîkat olacaktır. Yer ve gök ortadan kalkabilir, fakat Sen’in îmânın dâimâ ebedî olacaktır.» buyurdu.
O’nun ismi Ahmed’dir.”
Bunun üzerine Îsâ -aleyhisselâm-’ın civârında toplanmış olan mü’minler, hemen seslerini yükselterek:
“–Ey Ahmed! Dünyâyı kurtarmak için çabuk gel!” diye niyazda bulundular. (Benzer ifâdeler için Barnabas İncîli’nin 41 ve bâblarına da bakılabilir.)
Münkirlerin Hazret-i Îsâ -aleyhisselâm-’a gayz ve kinleri gittikçe artmıştı. Bunu farkeden Îsâ -aleyhisselâm-, kendisine inananların arasından seçtiği on iki mü’mine, yâni havârîlerine:
“–Allâh -celle celâlühû-’nun dînine hizmette ve onu muhâfazada kim benim yardımcım olacak?” diye sordu.
Havârîlerin hepsi birden:
“–Biz Sana yardımcılarız. Her şeyimiz ile Allâh’ın yoluna yardımcı olacağız. Çünkü biz, O’nun dînine gönül verdik. Sen şâhid ol ki, biz, Sen’in dînine bağlı gerçek müslümanlarız!” dediler.
Âyet-i kerîmede buyrulur:
“Îsâ, onlar (bedbaht insanlar)daki inkârcılığı sezince: «–Allâh yolunda bana yardımcı olacaklar kimlerdir?» dedi. Havârîler: «–Biz, Allâh yolunun yardımcılarıyız; Allâh’a inandık! Şâhid ol ki, bizler müslümanlarız!» cevâbını verdiler.” (Âl-i İmrân, 52)
“Ey îmân edenler! Allâh’ın yardımcıları olun! Nitekim Meryem oğlu Îsâ havârîlere: «–Allâh’a (giden yolda) benim yardımcılarım kimlerdir?» demişti. Havârîler de: «–Allâh (yolunun) yardımcıları biziz!» demişlerdi. İsrâîloğulları’ndan bir zümre inanmış, bir zümre de inkâr etmişti. Nihayet Biz, inananları, düşmanlarına karşı destekledik; böylece üstün geldiler.” (es-Saff, 14)
“Havârî” kelimesi, Arapça’ya Habeşçe’den geçmiş olup aslı “havâryâ”dır ve “yardımcı” mânâsı taşımaktadır. Ayrıca “seçkin insan” anlamına da gelmektedir.
Havârîler de, Îsâ -aleyhisselâm-’a herkesten önce îmân eden ve O’na yardımcı olan on iki ihlâslı ve temiz mü’mine verilen isimdir. Bunlara “ensârullâh” da denmiştir. Havârîler, Hristiyanlığın yayılması için Îsâ -aleyhisselâm- tarafından seçilmişlerdir. Meşhur Barnabas İncîli’ni yazan Barnabas da bunlardandır.
Havârîler, Hazret-i Îsâ’dan, semâdan sofra inmesi için duâ etmesini istediler. Îsâ -aleyhisselâm-
“–Allâh’ın kudretinden şüphe mi ediyorsunuz? Böyle bir şey istemeye nasıl cesâret ediyorsunuz?” diye sordu.
Havârîler:
“–Başka bir maksadımız yoktur. Allâh -celle celâlühû-’nun lutfuna nâil olmak ve daha da mutmain olmak için böyle bir sofra istedik!” dediler.
Îsâ -aleyhisselâm-, gusledip iki rek’at namaz kıldı. Üzerine tezellül için eski bir elbise giyip Allâh’a ilticâ etti. Bu sofra ve onun ihsân gününün bir bayram olmasını Cenâb-ı Hak’tan niyâz etti.
Bu duâ makbûl oldu ve “mâide” (sofra) indi. Üzerinde kebap olmuş bir balık vardı. Balığın baş tarafında tuz, kuyruk tarafında sirke mevcuttu ve sofra yeşilliklerle donatılmıştı. Ekmek üzerinde de zeytin, bal, peynir vs. vardı.
Havârîler bu sefer:
“–Ey Allâh’ın peygamberi! Bu mûcize içinde de bir mûcize göster!” dediler.
Îsâ -aleyhisselâm- sofradaki balığa:
“–Ey balık! Kâinâtın Rabbinin izni ile diril!” dedi.
Balık canlandı. Havârîleri bir korku sardı. Îsâ -aleyhisselâm- bu defa:
“–Ey balık! Rabbimin izni ile eski hâline dön!” buyurdu.
Balık önceki hâline döndü. Havârîler, Hazret-i Îsâ’ya:
“–Ey Rûhullâh! Önce Siz yiyin!” dediler.
Îsâ -aleyhisselâm- ise:
“–Hayır! Kimler istedi ise onlar yesin!” buyurdu.
Havârîlerde bir korku meydana geldi. Bunun üzerine Îsâ -aleyhisselâm-
“–Fakir ve hastalar gelsin, onlar yesin!” diye emretti.
Hemen fakir ve hastalara haber verdiler. Bin üç yüz kişi geldi ve bu sofradan yedi. Buna rağmen balık bitmedi. Bütün yiyenler şifâ buldu; yemeyenler de pişman oldular.
Diğer bir rivâyete göre Îsâ -aleyhisselâm-, havârîlere otuz gün oruç tutmalarını emretmişti. Onlar, oruçlarını tamamlayınca, yaptıkları bu ibâdetin kabûl olup olmadığı husûsunda mutmain olmak için gökten bir sofra inmesini, o günün bayram olmasını ve sofranın da zengin-fakir herkese yetmesini Hazret-i Îsâ’dan taleb ettiler.
Îsâ -aleyhisselâm-, onların, böyle bir talebin şükrünü yerine getiremeyeceklerinden endişe etti. Kendilerine nasihatte bulundu. Bu isteklerinden men etmeye çalıştı.
Fakat havârîler arzularından vazgeçmeyince, Îsâ -aleyhisselâm- seccâdesine geçti, onlar da arkada saf tuttular. Rûhullâh, Cenâb-ı Hakk’a niyâz ile ağlamaya başladı. İlticâsı biterken Allâh’ın bir lutfu olarak gökten mâide (sofra) geldi. Onu, sarıklı iki kimse taşıyordu. Îsâ -aleyhisselâm-, bu sofranın rahmet olması; azâb olmaması için duâ etti.
Gökten inen sofra yaklaştı, Îsâ -aleyhisselâm-’ın önünde durdu. Hazret-i Rûhullâh:
diyerek sofranın örtüsünü kaldırdı. Üzerinde yedi balık, yedi pide, sirke, nar ve çeşitli meyveler vardı.
Sofra, gün aşırı inmeye başladı. Bu, kırk gün devâm etti. Mâide, kuşluk vakti iner, zengin-fakir herkes yer ve öğle vakti semâya çekilirdi ve bu esnâda gölgesi yere düşerdi.
Daha sonra, «Zenginler ve sağlamlar yemesin!» diye vahiy geldi. Bu emir, kalbi bozuk olan zengin ve sağlamların ağırına gitti. Nefislerine tâbî olarak sofradan mahrum bırakıldıklarına kızdılar ve:
“–Siz bu sofrayı hak mı kabûl ediyorsunuz?” diye alaya başladılar.
Bunlar otuz veya üç yüz otuz kişiydi ki, gazab-ı ilâhîye dûçâr olarak bir gecede domuz hâline döndürüldüler. Hak Teâlâ’nın bildirdiği azâba uğradılar. Diğer insanlar da, bunların hâlini görüp korktular. Îsâ -aleyhisselâm-’a sığındılar.
Domuz hâline gelenler, Îsâ -aleyhisselâm-’ı görünce derman dilerlerdi. Etrafında dolaşarak bunu ifâde edici hareketler yaparlardı. Îsâ -aleyhisselâm-, bunlara isimleri ile hitâb edince ağlarlar; başları ile işâret edip imdâd isterlerdi. Ancak çok büyük bir isyâna düştükleri için, bu azâbı hak etmişlerdi ve üç gün sonra da tamâmen helâk oldular. Leşleri de kayboldu.
Rivâyete göre Îsâ -aleyhisselâm-, yanından bir domuz geçerken «Selâmet ol!» diyordu. Etrâfındakiler:
“–İlâhî azâba dûçâr oldukları hâlde, niçin böyle buyuruyorsunuz?” diye sordular.
Îsâ -aleyhisselâm- da:
“–Ağzımı kötüye alıştırmamak için!” buyurdu.
Sofra indirilmesi hâdisesi, Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle ifâde buyrulur:
“Hani havârîler: «–Ey Meryem oğlu Îsâ! Rabbin bize gökten, donatılmış bir sofra indirebilir mi?» demişlerdi. O (da): «–Îmân etmiş kimseler iseniz, Allâh’tan korkun!» cevâbını vermişti.”
“(Fakat) onlar: «–Ondan yiyelim, kalblerimiz mutmain olsun! Bize doğru söylediğini bilelim ve onu gözleriyle görmüş şâhidler olalım istiyoruz!» demişlerdi.”
“(Bunun üzerine) Meryem oğlu Îsâ şöyle dedi: «–Ey Rabbimiz! Bize gökten bir sofra indir ki, bizim için, geçmiş ve geleceklerimiz için bayram ve Sen’den bir âyet (mûcize) olsun! Bizi rızıklandır; zâten Sen, rızık verenlerin en hayırlısısın.»”
“Allâh da şöyle buyurdu: «–Ben onu size şüphesiz indireceğim; ama bundan sonra içinizden kim inkâr ederse, kâinatta hiçbir kimseye etmediğim azâbı, ona edeceğim!»” (el-Mâide, )
Âyet-i kerîmelerden de anlaşıldığı gibi, havârîlerin mâide talebi, kalblerinin mutmain olması içindi. Yoksa şüpheleri olduğu için değildi. Onlar, ilâhî bir mûcize manzarası seyretmek istiyorlardı. Ancak bu taleb, büyük bir mes’ûliyeti de peşinden getirdiği için Hazret-i Îsâ -aleyhisselâm-:
“–Eğer mü’min iseniz Allâh’tan korkun!” buyurmuştu.
Burada iki husus vardır:
Ammâr bin Yâsir -radıyallâhu anh-’tan gelen bir hadîs-i şerîfte şöyle rivâyet edilir:
“Sofra gökten inerdi. Üzerinde ekmek ve et bulunurdu. Yiyenlere; hıyânet etmemeleri, alıp saklamamaları ve ertesi gün için (yemek üzere) ayırmamaları emrolundu. (Fakat) onlar, (bu emri) dinlemeyip hıyânet ettiler. (Sofradaki yiyecekleri) aldılar ve sakladılar. Bunun üzerine maymunlar ve domuzlar hâline döndürüldüler.” (Tirmizî, Tefsîr, 5/)
Selmân-ı Fârisî -radıyallâhu anh-’tan şöyle rivâyet edilir:
Îsâ -aleyhisselâm-, Nusaybin’de kibir ve zulüm ile mâruf bir hükümdarı îmâna dâvet etmeye memur edildi. Kendisinden önce oraya birkaç havârîsini göndermeyi düşündü:
“–Kim gidecek?” diye sordu.
Ya’kûb:
“–Ben gideceğim.” dedi.
Ona Tevman ve Şem’un da iltihâk etti. Şem’un, Hazret-i Îsâ’ya:
“–Ey Rûhullâh! İzninizle ben de gideceğim, ancak dara düşüp de sizi çağırırsam, nazar ve yardımlarınızı üzerimizden eksik etmeyiniz!” diye ricâda bulundu.
Üçü birlikte yola çıktılar. Şem’un şehrin dışında kaldı:
“–Yardım isterseniz ben gelirim.” dedi.
Ya’kûb ve Tevman şehre girdiler. Halkı toplayıp tevhîd akîdesine dâvet ettiler. Halk, Hazret-i Meryem ve Îsâ -aleyhisselâm- hakkındaki sû-i zanlara inanmış oldukları için bu dâvete red ile mukâbelede bulundular. Hattâ onları lânetlediler. Sonra Tevman’ı hükümdara götürdüler. Hükümdar, onun ellerini ve ayaklarını kestirdi. Gözlerine de mil çektirip zindana attırdı.
Bu arada Şem’un, hâlini gizleyerek şehre girdi. Hükümdâra yaklaştı. Güzel bir dostluk kurdu ve onun sohbet arkadaşlarından oldu. Birgün Şem’un, Tevman’a bir şeyler sormak istediğini söyleyerek hükümdardan müsâade istedi. İkisi de birbirlerini tanımıyor gibi yaptılar.
Şem’un:
“–Ey kişi! Sözün nedir?” diye sordu.
Tevman:
“–Îsâ -aleyhisselâm- Allâh’ın kulu ve Rasûlü’dür.” dedi.
Sonra konuşmaları şöyle devâm etti:
“–Sözünün doğruluğuna delîlin nedir?”
“–Her hastalığa şifâ olmaktadır.”
“–Bunu tabipler de yapar. Başka delîlin var mı?”
“–Halkın, evlerinde ne yiyip ne sakladıklarını bilir.”
“–Bunu kâhinler de bilir. Başka?”
“–Çamurdan kuş yapıp uçurtur.”
“–Bunu sihirbazlar da yapar. Başka?”
“–Ölüleri diriltir!..”
“–İşte bu, insanüstü bir şeydir. O hâlde Îsâ’yı çağıralım. Hakîkaten ölüleri diriltir ise O’na îmân edelim!”
Hükümdar, Şem’un’un bu sözlerini hoş karşıladı. Hemen haber ulaştırdılar ve bu dâvet üzerine Îsâ -aleyhisselâm- Nusaybin’e geldi. Şem’un’u hiç tanımıyor gibi yaptı.
Şem’un hükümdâra:
“–İsterseniz O’nu Tevman’la deneyelim.” dedi.
Tevman’ı getirdiler. Îsâ -aleyhisselâm- Tevman’ın ayaklarını ve kollarını sıvazlayınca vücûdu yine eski hâline geldi. Daha sonra gözlerini de eliyle sildi; onlar da iyileşti.
Şem’un hükümdâra bakıp:
“–İşte bu gerçekten peygamberliğe bir delildir.” dedi.
Daha sonra Şem’un:
“–Ey Îsâ! Meclisimizde bulunanlar bu gece evlerinde ne yediler? Ne sakladılar?” diye sordu.
Îsâ -aleyhisselâm-, hepsini bir bir söyledi.
Çamurdan yarasa yapmasını teklîf etti. Onu da yapıp uçurdu. Hastalar için şifâ talebinde bulundu. Bütün hastalar şifâya kavuştular. Bir ölü diriltmesini istedi. Üstelik diriltilecek şahıs da Nûh -aleyhisselâm-’ın oğlu Sâm olarak tâyin edildi. Îsâ -aleyhisselâm-, Allâh’ın izni ile Sâm bin Nûh’u da diriltti. Sâm’a:
“–Öldüğün zaman böyle yaşlı mı idin?” dediler.
O da:
“–Hayır! Kıyâmet koptu zannettim!..” dedi.
Ardından Sâm bin Nûh, Hazret-i Îsâ -aleyhisselâm-’ın peygamberliğini tasdîk ederek, tekrar vefât etti.
Bu kadar çok ve açık mûcizeler karşısında hükümdar ve askerleri hep birlikte îmân ettiler.
Buradan anlaşılmaktadır ki, bir müslümanın akıl ve idrâk sâhibi olması ve firâsetli hareket etmesi gerekir. Zîrâ her doğru her yerde söylenmez; zamanı beklenir, zemîni hazırlanır.
Îsâ -aleyhisselâm-, Antakya taraflarına iki havârî gönderdi. Bunlar, insanları putperestlikten vazgeçip îmâna gelmeye dâvet ettiler. Ancak orada putperest bir kral vardı ve bu iki havârîyi yakalatıp hapse attırdı.
Bunun üzerine Îsâ -aleyhisselâm-, havârîlerin reisi olan Şem’un’u oraya gönderdi.
Şem’un, ilk önce kralla yakınlık kurdu. Kral ve etrâfı üzerinde oluşturduğu müsbet tesirini ve nüfûzunu iyice kemâle erdirdikten sonra da onları güzel bir usûlle îmâna dâvet etti. Kral ve etrâfı bu dâvetten mutmain olup îmân ettiler. Fakat halk îmân etmedi.
Halkın bu îtirazlarını duyan Habîbü’n-Neccâr isminde bir şahıs, şehrin uzağındaki evinden koşarak onların arasına girdi. Bu elçilerin bildirdiklerine kendisinin inandığını söyleyerek herkesi îmâna çağırdı. Ancak gâfil halk, onu dinlemedikleri gibi iyice taşmış bulunan öfkelerine tâbî olarak Habîbü’n-Neccâr’ı oracıkta şehîd ettiler.
Bu hâdise Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle bildirilir:
“Onlara, şu şehir halkını misâl getir! Hani onlara elçiler gelmişti.” (Yâsîn, 13)
“İşte o zaman Biz, onlara iki elçi göndermiştik. Onları yalanladılar. Bunun üzerine üçüncü bir elçi gönderdik. Onlar: «–Biz size gönderilmiş elçileriz!» dediler.” (Yâsîn, 14)
“Elçilere dediler ki: «–Siz de ancak bizim gibi birer insansınız. Rahmân, herhangi bir şey indirmedi. Siz ancak yalan söylüyorsunuz!»” (Yâsîn, 15)
“(Elçiler) dediler ki: «–Rabbimiz biliyor; biz gerçekten size gönderilmiş elçileriz.»” (Yâsîn, 16)
“«–Bizim vazîfemiz, açık bir şekilde Allâh’ın buyruklarını size teblîğ etmekten başka bir şey değildir!» dediler.” (Yâsîn, 17)
“(Fakat gâfil halk:) «–Doğrusu siz, bize uğursuz geldiniz. Eğer bu işten vazgeçmezseniz, and olsun sizi taşlarız. Ve bizden size mutlakâ fenâ bir kötülük dokunur.» dediler.” (Yâsîn, 18)
“Elçiler şöyle cevap verdi: «–Sizin uğursuzluğunuz sizinle beraberdir. Size nasihat ediliyorsa, bu uğursuzluk mudur? Bilâkis, siz aşırı giden bir milletsiniz!»” (Yâsîn, 19)
“Derken şehrin öbür ucundan bir adam koşarak geldi: «–Ey kavmim! Bu elçilere uyunuz!» dedi.” (Yâsîn, 20)
“Sizden herhangi bir ücret istemeyen bu kimselere tâbî olun; çünkü onlar, hidâyete ermiş kimselerdir.»” (Yâsîn, 21)
Bu tavsiyesinden dolayı, adama dönerek:
«–Vay sen de mi onların dînindensin?!» dediler. Bunun üzerine adam şöyle dedi:
“–Bana ne olmuş ki, beni yaratana ibâdet etmeyecekmişim! Hâlbuki, hepiniz O’na döndürüleceksiniz.” (Yâsîn, 22)
“O’ndan başka ilâhlar mı edineyim? O çok esirgeyici Allâh, eğer bana bir zarar dilerse, onların (putların) şefâati bana hiçbir fayda vermez; beni kurtaramazlar.” (Yâsîn, 23)
“İşte o zaman ben apaçık bir sapıklığın içine gömülmüş olurum.” (Yâsîn, 24)
“Şüphesiz ben, Rabbinize inandım; beni dinleyin!” (Yâsîn, 25)
Ancak azgın ve bedbaht güruh, bu sözleri dinlemeyip o zâtı taş yağmuruna tuttu. Habîbü’n-Neccâr tam öleceği esnâda ona:
“«–Gir cennete!» denildi. (O da bunun üzerine) dedi ki: «–Keşke, Rabbimin beni bağışladığını ve beni ikrâma mazhar olanlardan kıldığını kavmim bilseydi!»” (Yâsîn, )
Ebû Mücâhid Hazretleri buyurur ki:
“Mahlûkatın en ahmağı nefistir. Çünkü hep kendi aleyhine olan şeyleri ister.”
Nitekim bedbaht ahâlî, Habîbü’n-Neccâr’ın yüce dâvetini kabûl etmemişler, ayrıca nefsânî arzularına uymadığı için onu uğursuzlukla ithâm etmişlerdi. Hâlbuki Habîbü’n-Neccâr, onların dünyâ ve âhiret selâmetini istemişti. Fakat onlar, nefsâniyetlerine tâbî olarak îmâna gelmediler ve âhiretlerini helâk ettiler.
Mûsâ -aleyhisselâm-’a gönderilen dinde Benî İsrâîl gevşeklik göstermiş, pek çok îtirazlarda bulunmuş ve doğru yoldan tamâmen ayrılmışlardı. Bundan sonra gelen nebîler, kendilerini dâimâ îkâz ettilerse de, bu azgın millet, yine de uslanmayıp şiddete dahî başvurdular; hattâ peygamberleri katletmeye kadar aşırıya gidip peygamber kâtili oldular.
İşte bu kavim, Îsâ -aleyhisselâm-’ın zuhûrunda dağınık durumdaydı. Bir kurtarıcı bekliyorlardı. Bekledikleri peygamberin, mücâdeleci, tuttuğunu koparan ve çok şiddetli bir kimse olmasını istiyorlardı. Çünkü o peygamber, kendilerini esâretten kurtarıp büyük menfaatlere kavuşturmalı idi.
Bunun içindir ki Îsâ -aleyhisselâm-, onları hidâyete dâvet ile gönderildiğinde, yahûdîler onu çok yumuşak buldular. Ve kendisine inanmak istemediler.
Ancak Îsâ -aleyhisselâm-, her şeye rağmen sabır göstererek yeryüzünde sulh ve selâmet hislerini yerleştirmeye, insanların aralarını düzeltip onları barıştırmaya gayret gösterdi. Yahûdîleri içinde bulundukları sapık yoldan kurtarmaya çalıştı. Fakat elleri peygamber kanlarına bulanmış azgın yahûdîler, bu dâvetten rahatsız oldular. Netîcede Hazret-i Îsâ -aleyhisselâm-’ı öldürmeye karar verdiler. Hem Îsâ -aleyhisselâm-’a, hem de etrâfındakilere zulmetmeye başladılar.
Öyle ki, mâruz kaldıkları zulümler karşısında havârîlerden Yudas, Ishar ve Yot (Yehûdâ) irtidâd etti. Üstelik içlerinden Yehûdâ, Zekeriyyâ ve Yahyâ -aleyhimesselâm-’ı öldüren cânî yahûdîlere Îsâ -aleyhisselâm-’ın bulunduğu yeri haber verdi. Ancak Cenâb-ı Hakk’ın gazabına uğrayanlardan oldu ve yaptığının cezâsı olarak, cânî yahûdîlere Îsâ -aleyhisselâm- sûretinde gösterildi ve çarmıha o gerildi. Îsâ -aleyhisselâm- ise, göğe ref’ edildi.
Îsâ -aleyhisselâm-’ın semâya ref’i hakkında farklı görüşler vardır:
İbn-i Abbâs -radıyallâhu anhümâ-’dan gelen rivâyete göre, yahûdîlerden bir cemâat, Îsâ -aleyhisselâm- ve annesi Hazret-i Meryem’e dil uzattılar. Hazret-i Îsâ da ellerini kaldırdı ve:
“–Yâ Rabbî! Sen beni «Kün! = Ol!» kelimesi ile halk ettin. Bana ve anneme dil uzatanlara lânet et!” diye duâ etti.
Allâh Teâlâ, bu duâyı kabûl buyurarak, iftirâ ve alay edenleri maymun ve domuza çevirdi.
İşte bu hâdiseden sonra yahûdîler, Îsâ -aleyhisselâm-’ı katletmeye karar verdiler. Havârîlerden Yehûdâ’ya birkaç kuruş para vererek ondan Hazret-i Îsâ’nın yerini öğrendiler. Fakat Cebrâîl -aleyhisselâm-, Rûhullâh’ın yanından hiç ayrılmıyor, O’nu koruyordu. Âyet-i kerîmede buyrulur:
“Biz Meryem oğlu Îsâ’ya açık mûcizeler verdik ve O’nu Rûhu’l-Kudüs ile güçlendirdik” (el-Bakara, )
Nihâyet Îsâ -aleyhisselâm-, Allâh tarafından semâya kaldırıldı. O sırada otuz üç yaşındaydı.
Yahûdîler, Hazret-i Îsâ’nın kaldığı eve girince Cenâb-ı Hak, Yehûdâ’yı Îsâ -aleyhisselâm- şeklinde temessül ettirdi de Rûhullâh’ın yerine Yehûdâ’yı öldürdüler. Allâh Teâlâ buyurur:
“İnkâr etmelerinden ve Meryem’in üzerine büyük bir iftirâ atmalarından ve «–Allâh elçisi Meryem oğlu Îsâ’yı öldürdük!» demeleri yüzünden (onları lânetledik). Hâlbuki O’nu ne öldürdüler; ne de astılar. Fakat (öldürdükleri) onlara Îsâ gibi gösterildi. O’nun hakkında ihtilâfa düşenler, bundan dolayı tam bir kararsızlık içindedirler. Bu hususta zanna uymak dışında hiçbir (sağlam) bilgileri yoktur ve kesin olarak O’nu öldürmediler.” (en-Nisâ, )
“Bilâkis Allâh, O’nu (Îsâ’yı) kendi nezdine kaldırmıştır. Allâh izzet ve hikmet sâhibidir.” (en-Nisâ, )
Allâh, Îsâ -aleyhisselâm-’ı yahûdîlerden muhâfaza etmiş O’nu öldürmelerine mânî olmuştur. Bu kesindir. O’nu kendi katına kaldırmış bulunduğu da şüphesizdir. Ancak bunun şekli ve zamanı husûsunda değişik rivâyetler vardır. Ekseriyete göre Allâh -celle celâlühû-, Îsâ -aleyhisselâm-’ı, kudretiyle mânevî semâlardaki husûsî mevkiine kaldırmıştır. Kıyâmetten önce tekrar dünyâya gönderecektir. O zaman bütün hristiyanlar, müslüman olacak ve dünyâda tek din olarak İslâm kalacaktır.
Âyet-i kerîmede buyrulur:
“(Yahûdîler) tuzak kurdular; Allâh da onların tuzaklarını bozdu. Allâh, tuzak kuranların en hayırlısıdır.” (Âl-i İmrân, 54)
“Allâh buyurmuştu ki: «–Ey Îsâ! Şüphesiz ki Sen’i öldürecek olan (onlar değil) Ben’im; Sen’i nezdime yükseltecek, Sen’i küfredenlerin içinden tertemiz (kurtarıp) çıkaracak ve Sana tâbî olanları kıyâmet gününe kadar küfredenlerin üstünde tutacak da (Ben’im). Sonra dönüşünüz (de) yalnız Bana (olacak)tır. İşte (o zaman) aranızda, hakkında ihtilâf etmekte olduğunuz şeylerin hükmünü Ben vereceğim.” (Âl-i İmrân, 55)
“İnkâr edenler var ya, onları dünyâ ve âhirette şiddetli bir azâba çarptıracağım; onların hiçbir yardımcıları da olmayacak!” (Âl-i İmrân, 56)
“Îmân edip sâlih amel işleyenlere gelince, Allâh onların mükâfatlarını eksiksiz verecektir. Allâh zâlimleri sevmez.” (Âl-i İmrân, 57)
Îsâ -aleyhisselâm- semâya ref’ edildikten sonra hristiyanlar, yetmiş iki fırkaya bölündüler. Teslîs akîdesi ortaya çıktı. Hristiyanların Ya’kûbiyye fırkası:
“Allâh, Îsâ’ya hulûl etti. O’nun bedeninde şekillendi ve O’nun şeklinde göründü. Yâni Allâh, Îsâ’dır” dediler.
Bu görüş, Hind felsefesinden gelmektedir. Kudüs, Hind medeniyeti ile Roma’nın dâimâ tesiri altındaydı. Hind felsefesine göre Allâh, dünyâya indi; bir anne ve babadan doğmuş olan “Krişna”ya hulûl etti. Bu şekilde Krişna, yaratıcı oldu; Allâh oldu.
Oysa Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyrulur:
“And olsun ki, «–Allâh, kesinlikle Meryem oğlu Mesîh’tir!» diyenler, kâfir olmuşlardır. Hâlbuki Mesîh: «–Ey İsrâîloğulları! Rabbim ve Rabbiniz olan Allâh’a kulluk ediniz! Biliniz ki, kim Allâh’a ortak koşarsa, muhakkak Allâh ona cenneti haram kılar; artık onun yeri ateştir ve zâlimler için yardımcılar yoktur!» demişti.” (el-Mâide, 72)
“Meryem oğlu Mesîh, ancak bir rasûldür. Ondan önce de (birçok) rasûller gelip geçmiştir. Anası da çok doğru bir kadındır. Her ikisi de yemek yerlerdi. Bak, onlara delilleri nasıl açıklıyoruz; sonra bak, nasıl (haktan) yüz çeviriyorlar.” (el-Mâide, 75)
Bu âyet-i kerîmelerde Cenâb-ı Hak, tamâmen şirkten ibâret olan teslîs akîdesinin bâtıllığını ifâde buyurmaktadır.
Îsa -aleyhisselâm-’ın göğe kaldırılmasından sonra teşekkül eden yetmiş iki fırka, ana hatlarıyla üç kısma ayrılır:
İlk iki grup küfre ve dalâlete düşenler, üçüncü grup ise gerçekten îmân edenlerdir.
Yahûdîler, Hazret-i Îsâ’nın ardından da havârîlere olan eziyetlerine devâm ettiler. Gerçek havârîler ise, bütün işkence ve cefâlara karşı büyük bir sabır ile tahammül gösteriyorlardı.
Bunlardan biri olan Barnabas, Îsâ -aleyhisselâm-’ın son günleri hakkında İncîl’inin ve bâblarında şu bilgileri veriyor:
Roma askerleri, Hazret-i Îsâ’yı yakalamak için eve girdikleri vakit, Cenâb-ı Hakk’ın emri ile dört büyük melek onu pencereden çıkararak semâya ref’ ettiler. Romalı askerler:
“–Sen Îsâ’sın!” diye Yehûdâ’yı yakaladılar ve onu bütün yalvarmalarına rağmen çarmıha gerip öldürdüler.
Daha sonra Îsâ -aleyhisselâm-, annesi Meryem’e ve havârîlerine göründü. Hazret-i Meryem’e:
“–Anneciğim, görüyorsun ki ben asılmadım. Benim yerime Yehûdâ çarmıha gerilip asıldı. Şeytandan sakının; çünkü o, dünyâyı süslü göstererek sizi aldatmaya çalışacak.” dedi.
Sonra inananların muhâfaza edilmesi için Cenâb-ı Hakk’a duâ etti. Ardından havârîlerine döndü:
“–Allâh -celle celâlühû-’nun nîmet ve rahmeti sizinle olsun!” dedi.
Bu sözlerinin ardından dört büyük melek, O’nu tekrar semâya kaldırdılar.
Îsâ -aleyhisselâm-, semâya çıkarıldıktan kırk sene sonra (M.S. 70 yıllarında) Romalılar, kumandan Titus önderliğinde Kudüs’ü yağmaladılar. Yahûdîlerin bir kısmını öldürürken, bir kısmını da esir aldılar. Tevrât ve diğer kitapların hepsini yaktılar. Kudüs’ü harâbeye çevirip Süleyman Mâbedi’ni yıktılar. Mâbedden geriye sadece bir duvar kaldı. Yahûdîler bugün “Ağlama Duvarı” (Batı Duvarı) olarak bilinen bu kalıntının önünde o günlerin anısına ağlayıp gözyaşı dökerler. Bundan sonra yahûdîler toparlanamadı, hor ve hakir olarak yaşadılar.
Havârîler, Yehûdâ mürted olunca yerine Matthias’ı seçtiler. Etrâfa dağılıp Îsevîliği yaymaya başladılar.
Îsevîlik yayılmağa başlayınca yahûdîler; Romalılar, Yunanlılar ve putperestlerle birleşip bu dînin karşısına çıktılar. Hristiyanlığı benimseyen ilk yahûdîleri, sirklerde arslanlara parçalattılar. Çok büyük zulüm ve işkenceler yaptılar.
Yahûdî Zûnuvas ve adamları, Yahûdîliği kabûl etmeyen Necran hristiyanlarını, hendek içinde tutuşturulmuş bir ateşe atarak yakıyor ve yanmakta olan insanları seyrediyorlardı. Buna rağmen Îsâ -aleyhisselâm-’ın sâdık mü’minleri, inançlarından vazgeçmiyor ve dâvâları uğruna korkusuzca ölüme gidiyorlardı. “Ashâb-ı Uhdûd” diye anılan bu mü’minler hakkında Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyrulmaktadır:
“Burçlara sâhip gökyüzüne, geleceği bildirilmiş olan güne, (o günde) şâhidlik edene ve edilene and olsun ki, ateşle dolu hendeğe atılanlar, (yakılarak) öldürüldü. Onlar (yakanlar) da başlarına oturmuşlar, mü’minlere yapmakta oldukları işkenceyi seyrediyorlardı.” (el-Burûc, )
Bu vahşet ve zulümlerle de yetinmediler. Hristiyanlığı kökünden yıkmanın plânlarını yaptılar. Bolüs (Pavlos) adlı bir yahûdî, kendi yalanlarını da katarak muhtelif risâleler yazdı. Kendisini Îsevî gibi göstererek:
“–Îsâ Allâh’ın oğludur!” dedi.
Şarabın ve domuzun helâl olduğunu, Cumartesi gününün yasaklarına uymanın ve sünnet olmanın gereksiz olduğunu söyledi. Böylece Hazret-i Mûsâ’nın şerîatinde bulunan emir ve nehiylere uymaya gerek olmadığını bildirdi. Sâdece îmânın yeterli olduğunu, amele gerek kalmadığını söyledi. Halbuki Hazret-i Îsâ, Hazret-i Mûsâ’nın şerîati üzere amel etmişti. Nitekim İncîl’de Hazret-i Îsâ’ya izâfe edilen bir sözde:
“Sanmayın ki ben şerîati veya peygamberleri yıkmaya geldim. Ben yıkmaya değil, fakat tamamlamaya geldim.” (Matta, 5/17) ifâdeleri yer almaktadır.
Bundan dolayı Hazret-i Îsâ -aleyhisselâm-, hayâtı boyunca Yahûdî mâbedlerinde ibâdet etmiş, sünnet olmuş, şarap içmekten, domuz eti yemekten sakınmış ve sakındırmıştır. Pavlos ve arkadaşları ise, ne Hazret-i Îsâ ne de Allâh Teâlâ kendilerine böyle bir yetki vermediği hâlde bu yasakları meşrûlaştırarak dîni tahrîf etmişler ve Hristiyanlığı nefsânî arzularına göre şekillendirmeye çalışmışlardır.
Pavlos: “Allâh birdir, sıfatı üçtür.” diyordu. Dîni, Eflâtun’un felsefesi ile te’lif ediyordu. Eflâtun’un felsefesi kısaca şudur:
Pavlos da, Hristiyanlığın ulûhiyet inancını şu şekilde düzenledi:
Böylece Hristiyanlığa bugünkü teslis inancı girmiş oldu.
O zamanki şartlar da buna müsâit idi. Zîrâ halk, taassupları sebebiyle Yahûdîlik’ten hoşlanmıyordu. Bu yeni teslîs inancını ise atalarından devraldıkları çok tanrılı inanca daha yakın buluyorlardı.
Bundan sonra hristiyanlar ikiye ayrıldı:
1. Bolüsçüler (Pavlosçular): Kendilerine inanan krallar oldu. Bu sebeple kuvvetlendiler.
Îsâ -aleyhisselâm-’ın semâya ref’ edilmesinden sonra Hristiyanlığı seçen Pavlos, bu yeni dîni, aslî inancından uzaklaştırarak teslîse dayalı bir inanç sistemine dönüştürdü. Daha sonra bugünkü İncîl’lerin önemli bir kısmını oluşturan ve ilk dört İncîl’e de kaynaklık edecek olan 14 değişik risâle yazdı. Bunlar, Hristiyan kutsal metinlerinde dört İncîl gibi önemlidir.
2. Barnabasçılar “–Îsâ -aleyhisselâm- insandır; bir peygamberdir. Ona aslâ tapılmaz.” diyorlardı. Ayrıca havârî Ya’kûb’un başkanlığındaki Ebiyonitler de bu gruba dâhil olup aynı inancı savunuyorlardı. Bunlar, kendilerini destekleyen krallar olmadığı için zayıf duruma düştüler.
Diğer taraftan Pavlosçuların düşmanca tavırları her geçen gün artmakta ve Barnabasçılar’ı eritmekteydi. Buna ilâveten, târihinde Kostantin tarafından toplanan konsülden müteşekkil papazlar hey’eti, Barnabas İncîli’ni geçersiz saydılar ve birçok İncîl’lerden birbirine yakın dört İncîl’i geçerli kabûl ettiler. Bunlar, Luka, Yuhanna, Markos ve Matta’dır. Bu dört İncîl’in dışında kalan İncîl’ler imhâ edildi. Bunların dışındaki İncîl’ler resmî kilise tarafından sahte sayıldı.
Artık sadece dört bozuk İncîl resmen yazılıp okunmaya başlandı. Böylece diğerleriyle birlikte Barnabas da -en güvenilir İncîl olmasına rağmen- ortadan kalkmış oldu. Gerçekten Barnabas, havârîlerin en eskilerindendi. Îsâ -aleyhisselâm’dan görüp işittiklerini doğru olarak yazmıştı. Ancak bu durum, yahûdî Pavlos’un ve onun tâkipçilerinin işine gelmemiş, bu sebeple Barnabas’ı safdışı etmişlerdi. Öyle ki, Îsâ -aleyhisselâm-’ın semâya kaldırılmasından otuz sene sonra Kıbrıs’ta şehîd olan Barnabas’ı, bugünkü hristiyanlar da İznik Konsülü’ndeki kararı nazar-ı îtibâra alarak havârîlerden saymazlar. Onun yerine Thomas’ı havârî kabûl ederler.
Barnabas’tan sonra Aryüs isimli bir papaz, Pavlosçularla mücâdeleye girdi. Fakat afaroz edildi. O da Mısır’a gitti. Tevhîd inancını yayarken öldürüldü.
Aryüs’ün Hristiyanlığa yönelttiği tenkitlere resmî kilisenin verdiği cevaplar, târih boyunca hristiyanları tatmin etme başarısını gösterememiştir. Benzer tenkitler, hristiyan târihinde uygun zemin bulduğu her dönemde yeniden ortaya çıkmış ve resmî kilisenin otoritesinin ve onun kabûl ettiği inancın sarsılmasına sebep olmuştur. İşte hristiyan din adamları, bu tenkitlere cevap vermek, hristiyan birliğini sağlamak, en önemlisi de hristiyan esaslarını tespit etmek için birçok konsül düzenlemiş ve bu toplantılarda değişik kararlar almışlardır.
Meselâ ilk konsül ’te İznik’te yapılmış, bu konsülde, Îsâ’nın tanrılığı îlân edilmiş, ’deki İstanbul Konsülü’nde ise Kutsal Rûh’un da tanrılığı kabûl edilerek teslîs tamamlanmıştır. Efes Konsülü’nde Meryem’in Tanrı’nın anası olduğu inancı benimsenirken, ’deki Kadıköy Konsülü’nde Îsâ’nın tabiatı ile ilgili görüşler tartışılmış ve kiliseler arasında bölünmeler yaşanmıştır. Yine ’da İstanbul’da yapılan 8. Konsül’de Kutsal Rûh’un kimden çıktığı tartışması başlatılmıştır. Bu uzun tartışmalar sonucu yılında Hristiyanlık, Katolik (Roma) ve Ortodoks (İstanbul) olmak üzere iki büyük mezhebe bölünmüştür. yüzyılda ise baskıcı ve skolastik Katolikliğe bir tepki olarak Protestanlık mezhebi doğmuştur.
Bütün hristiyanları ilgilendiren, aynı zamanda dînin esâsını teşkil eden en temel prensiplerin ve aslî inançların, çok sonraları bizzat insanlar tarafından tespit edilmeye çalışılmış olması, o dînin ne kadar tahrîfe uğradığını ve aslının bozulduğunu açıkça göstermektedir. Üstelik bu konsüllerde alınan kararlar, kimi zaman birbirlerini nakzetmektedir. Dünyâda, üzerinde bu kadar oynanan ve her defasında yeni bir şeyler eksiltilip eklenen bir başka din görülemez.
Tahrîf edilmiş Hristiyanlık’taki teslîs akîdesine göre; Allâh, Allâh’ın oğlu Hazret-i Mesîh (Îsâ) ve Rûhu’l-Kudüs vardır. Bu inanca sâhip birçok papaz da, Rûhu’l-Kudüs’ün kendilerine vahiy getirdiğini söyleyerek rastgele İncîl yazmışlardır. Rûhu’l-Kudüs, Cebrâîl’dir ya da insanın kalbine sünûhât veren mânevî güçtür, gibi karmaşık bir ifâde ile ortaya konmaktadır. Tam olarak bir îzâhı yoktur. Nitekim günümüzde dahî, bu şekilde İncîl yazanlar bulunmaktadır.
Îsâ -aleyhisselâm-, kıyâmete yakın semâdan yere inecektir. Bu hususta birçok hadîs-i şerif bulunmaktadır. Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyrulur:
“Şüphesiz ki O (Îsâ), kıyâmetin (ne zaman kopacağının) ilmidir (bilgisidir). Ondan hiç şüphe etmeyin ve bana tâbî olun; çünkü bu dosdoğru bir yoldur.” (ez-Zuhruf, 61)
Bu âyette Hazret-i Îsâ’nın kıyâmet için bir bilgi olduğu beyân edilerek âhir zamanda O’nun tekrar dünyâya döneceğine işâret edilmektedir. Nitekim âyetteki “ilim” kelimesi, işâret mânâsına gelen «alem» şeklinde de okunmuştur.
Îsâ -aleyhisselâm-, yeryüzüne indiğinde Hazret-i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in şerîati ile hükmedecektir.
O, Mehdî -aleyhisselâm- ile birlikte olacak ve Mehdî, Deccal’i yeryüzünden kaldıracaktır. Mehdî -aleyhisselâm-, Hâşimî soyundan gelecek ve hilâfeti Îsâ -aleyhisselâm-’a devredecektir.
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyurmuşlardır ki:
“Ömrüm uzarsa, Îsâ ile buluşmak isterim. Şâyet ömrüm vefâ etmezse, içinizden kim O’nunla buluşursa, O’na benden selâm söylesin.” (İbn-i Hanbel, II, )
Hazret-i Îsâ’nın yeryüzüne nüzûlü, bütün insanlık için bir rahmet vesîlesi olacaktır. Hadîs-i şerîfte buyrulur:
“Hazret-i Îsâ, üzerinde kızıl toprak renginde iki elbise olduğu hâlde iner; salîbi (haçı) kırar, hınzırı öldürür, cizyeyi kaldırır, insanları İslâm’a çağırır. Allâh, onun zamanında İslâm hâriç bütün dinleri ortadan kaldırır. Yeryüzüne emniyet gelir. (Bunun bereketiyle) arslanlar develerle otlar. Çocuklar, yılanlarla oynar.” (Bkz. İbn-i Mâce, Fiten, 33, nmr, )
Bir başka hadîs-i şerîf de şöyledir:
“Nefsim kudret elinde olan Zât-ı Zü’l-Celâl’e yemîn ederim ki, Meryem oğlu Îsâ’nın, aranıza (İslâm şerîati ile hükmedecek) adâletli bir hâkim olarak ineceği, istavrozları (haçları) kırıp, hınzırları öldüreceği, cizyeyi (ehl-i kitâbdan) kaldıracağı (yâni ehl-i kitâbın da müslüman olup Yahûdîlik ve Hristiyanlığın kalkacağı) vakit yakındır. O zaman mal öylesine artar ki, kimse onu kabûl etmez; tek bir secde, dünyâ ve içindekilerin tamâmından daha hayırlı olur.”
Bu hadîs-i şerîfi rivâyet eden Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh-, rivâyetinin sonunda der ki:
“Dilerseniz şu âyeti okuyun: «Ehl-i kitâbdan her biri, ölümünden önce O’na muhakkak îmân edecektir. Kıyâmet gününde O, onlara şâhid olacaktır.» (en-Nisâ, )” (Buhârî, Büyû , Enbiyâ 49; Müslim, Îmân )
Îsâ -aleyhisselâm- Allâh’ın izni ile;
1- Ölüleri diriltirdi.
2- Hastaları iyileştirirdi.
3- Yenilen şeyleri ve evlerde saklanılanları bilirdi.
4- Çamurdan kuş yapıp uçururdu.
5- Kendisine gökten mâide inmişti.
6- Uyku hâlinde iken bile etrafında söylenen ve yapılanları duyar ve bilirdi.
7- Ne zaman arzulasa, gökten yemek ve meyve gelirdi.
8- Uzak ve gizli olarak söylenilenleri de duyardı.
Melekler, Hazret-i Meryem’e Îsâ -aleyhisselâm-’ı müjdelediklerinde şöyle demişlerdi:
“(Îsâ) İsrâîloğulları’na bir elçi olacak (ve onlara diyecek ki:) Size Rabbinizden mûcize getirdim; size çamurdan kuş sûreti yapar, ona üflerim ve Allâh’ın izniyle o kuş oluverir. Yine Allâh’ın izni ile körü ve alacalıyı iyileştirir, ölüleri diriltirim. Ayrıca evlerinizde ne yiyip ne biriktirdiğinizi size haber veririm. Eğer inanan kimseler iseniz, bunda sizin için bir ibret vardır!” (Âl-i İmrân, 49)
Diğer âyet-i kerîmelerde de şöyle buyrulur:
“Allâh’ın, peygamberleri toplayıp da: «–Size ne cevap verildi?» dediği gün: «–Bizim hiçbir bilgimiz yok, şüphesiz gizlilikleri hakkıyla bilen ancak Sen’sin!» diyeceklerdir.” (el-Mâide, )
“Allâh o zaman şöyle diyecek: «–Ey Meryem oğlu Îsâ! Sana ve annene (verdiğim) nîmetimi hatırla! Hani Sen’i mukaddes Rûh (Cebrâîl) ile desteklemiştim; (bu sâyede) Sen beşikte iken de yetişkin çağında da insanlarla konuşuyordun. Sana kitâbı (okuyup yazmayı), hikmeti, Tevrât ve İncîl’i öğretmiştim. Ben’im iznimle çamurdan kuş şeklinde bir şey yapıyordun da ona üflüyordun; hemen Ben’im iznimle o, bir kuş oluyordu. Yine Ben’im iznimle anadan doğma körü ve alacalıyı iyileştiriyordun. Ölüleri Ben’im iznimle (hayâta) çıkarıyordun. Hani İsrâîloğulları’nı (Sen’i öldürmekten) engellemiştim; kendilerine apaçık deliller (mûcizeler) getirdiğin zaman içlerinden inkâr edenler: «Bu apaçık bir sihirden başka bir şey değildir!» demişlerdi.” (el-Mâide, )
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Nebiler Silsilesi-3, Erkam Yayınları
İslam ve İhsan
çamaşır makinesi ses çıkarması topuz modelleri kapalı huawei hoparlör cızırtı hususi otomobil fiat doblo kurbağalıdere parkı ecele sitem melih gokcek jelibon 9 sınıf 2 dönem 2 yazılı almanca 150 rakı fiyatı 2020 parkour 2d en iyi uçlu kalem markası hangisi doğduğun gün ayın görüntüsü hey ram vasundhara das istanbul anadolu 20 icra dairesi iletişim silifke anamur otobüs grinin 50 tonu türkçe altyazılı bir peri masalı 6. bölüm izle sarayönü imsakiye hamile birinin ruyada bebek emzirdigini gormek eşkiya dünyaya hükümdar olmaz 29 bölüm atv emirgan sahili bordo bereli vs sat akbulut inşaat pendik satılık daire atlas park avm mağazalar bursa erenler hava durumu galleria avm kuaför bandırma edirne arası kaç km prof dr ali akyüz kimdir venom zehirli öfke türkçe dublaj izle 2018 indir a101 cafex kahve beyazlatıcı rize 3 asliye hukuk mahkemesi münazara hakkında bilgi 120 milyon doz diyanet mahrem açıklaması honda cr v modifiye aksesuarları ören örtur evleri iyi akşamlar elle abiye ayakkabı ekmek paparası nasıl yapılır tekirdağ çerkezköy 3 zırhlı tugay dört elle sarılmak anlamı sarayhan çiftehan otel bolu ocakbaşı iletişim kumaş ne ile yapışır başak kar maydonoz destesiyem mp3 indir eklips 3 in 1 fırça seti prof cüneyt özek istanbul kütahya yol güzergahı aski memnu soundtrack selçuk psikoloji taban puanları senfonilerle ilahiler adana mut otobüs gülben ergen hürrem rüyada sakız görmek diyanet pupui petek dinçöz mat ruj tenvin harfleri istanbul kocaeli haritası kolay starbucks kurabiyesi 10 sınıf polinom test pdf arçelik tezgah üstü su arıtma cihazı fiyatları şafi mezhebi cuma namazı nasıl kılınır ruhsal bozukluk için dua pvc iç kapı fiyatları işcep kartsız para çekme vga scart çevirici duyarsızlık sözleri samsung whatsapp konuşarak yazma palio şanzıman arızası