sinan canan wikipedia / Dosya:Prof. Dr. Sinan funduszeue.info - Vikipedi

Sinan Canan Wikipedia

sinan canan wikipedia

Sinan Canan - Kimsenin Bilemeyeceği Şeyler PDF

%(4)% found this document useful (4 votes)
3K views pages

Original Title

Sinan Canan - Kimsenin Bilemeyeceği Şfunduszeue.info

Copyright

Available Formats

PDF, TXT or read online from Scribd

Share this document

Share or Embed Document

Did you find this document useful?

%(4)% found this document useful (4 votes)
3K views pages

Original Title:

Sinan Canan - Kimsenin Bilemeyeceği Şfunduszeue.info

• •

KiMSENiN
BİLEMEYECEÖİ
ŞEYLER

} '
!El tuti kita p
s N A N C A N A N

KİMSENİN
BİLEMEYECEÖİ
ŞEYLER
Bize, Bilime, İnanca ve Kaosa Dair
"Fraktal" Düşünceler
'
tutikita
KİMSENİN BİLEMEYECEGİ ŞEYLER
Bize, Bilime, İnanca ve Kaosa Dair "Frakta!" Düşünceler
SİNAN CANAN

ISBN:

Türkçe yayın hakları:


© Sinan Canan
© Nefes Yayıncılık A.Ş.
Sertifika No:
Tuti Kitap, Nefes Yayıncılık markasıdır.

Editör: Muvaffak Erman Yılmaz


Redaksiyon: Gülnar Mızrak
Kapak Tasarım: Özle Çetinkaya
Sayfa Düzenleme: Adem Şenel

4. Baskı: Şubat


İnkılap Kitabevi Yayın San. ve T ic. A.Ş.
Çobançeşme Mah. Sanayi Cad. Altay Sk . No: 8
Yenibosna İstanbul Tel : () 11 11
Sertifika No:

Tüm hakları saklıdır. Bu kitabın tümünün veya içeriğinin


herhangi bir bölümünün yayıncının yazılı izni olmadan,
fotokopi dahil, elektronik ya da mekanik herhangi bir yolla
çoğaltılması yasaktır.

TUTİ KİTAP
Bağdat Cad. No/2 Çatırlı Apt. B Blok D:4
Göztepe Kadıköy İstanbul Tel: () 10 20
e-posta: [email protected]

funduszeue.info
il /tutikitap
� @tutikitap
G @tutikitap
#tutikitap
#kimseninbilemeyecegiseyler

[email protected]

Sinan Canan
e-posta: [email protected] 1 [email protected]
facebook: /funduszeue.info
twitter: @sinancanan
İÇİNDEKİLER

ÖNSÖZ 7

BÖLÜM BİZE DAİR

KELİMELER VE DÜŞÜNCE 13


LİSAN NEDİR? · · · · · · · · · · · · · · · · · · · · · ··········· · · · · · · · · · · · ·· · · · · · · · · · · · · · · · · · · · · · · · · ······· 18
CELBEDİLMİŞ TOPLUMSAL SÖZ YİTİMİ (AFAZİ) 24
ZİHİN KONTROLÜ: BİLDİGİNİZ GİBİ DEGİL 31
YABANCI LİSANLA EGİTİM: NEDEN "OLMAMALI"? 41
TIBBIN "DİL" YARASI 57
DOKTOR, TABİP VE HEKİM . . . . .. 60
AŞK BEYİNDE Mİ, KALPTE Mİ? 64
GERÇEK "MATRIX" Mİ? 76
SIRADAN HAYATLAR 84
GEÇİCİLİK 91
ASİLER SÜRÜSÜ 94

BÖLÜM BİLİME VE İNANCA DAİR

DERİN BASİTLİK 99


BİLİM VE İNANÇ ÜZERİNE
EN KOLAY SEÇİM: EVRİM Mİ, DEGİL Mİ?
SEKÜLER EGİTİM VE EVRİM ..
İSLAM DÜNYASI VE EVRİM
TÜRLER BİRBİRİNE DÖNÜŞÜR MÜ?
EVRİM VE İNANÇ KONUSUNDA
SIK SORULAN SORULAR
HAYRET NEREDE?
DEGİŞİM VE SABİT F İKİRLER
BİLMEK KİMİN İŞİ?
BİLİMLE UGRAŞMAK İSTEYEN GENÇLERE
MİNİK HATIRLATMALAR . . .
BÖLÜM KAOS'A DAİR

KAOS'U funduszeue.info . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .


ÇEKERLER, KALIPLAR, BİLİNÇLER VE BEYİNLER
S OSYAL BİLİMLER VE EKONOMİDE KAOS
KAOSUN RESMİ: FRAKTAL GEOMETRİ.. . . . . . .
EVDEKİ FRAKTALLAR . . . . . . . . . . .
SALİH AMCA, KAOS TEORİSİ VE FRAKTALLAR
. . . . . . . . .

TABİATTAN ANAYASALARA:
BASİT KURALLARIN GÜCÜ :
"KAOS ANLAYIŞI" NE İŞE YARAR?
MODELLER VE GERÇEKLER
"KENAR ETKİSİ" VE FİKİR ZENGİNLİGİ . . . . . . .
KENARLARDA NELER OLUYOR? . . . . . . . . . . . . .
ZUHUR (EMERGENCE) . . .. .
KİMSENİN BİLEMEYECEGİ ŞEYLER . . .

SON SÖZ
MERAKIN OKU: TECESSÜS . . . . .

Kaynaklar ve İlave Okuma Listesi

DİZİN . . . . . . . . .


Ö N SÖZ

"B ir insan neden kitap yazar?"


Kitapçılarda gezerken rafları dolduran binlerce kitabı görünce hep
bu soruyu sorarım kendime. Bu önsözü yazarken de aynı şeyi dü­
şünüyor ve -açık yüreklilikle söyleyeyim- kendi adıma, cevabı ha­
len bilmiyorum.

Benim "Birileri okusun" diye yazma alışkanlığım hiç olmadı. İçimde


bir yerde, nedenini bilemediğim ve birçok insanda benzerini gör­
düğüm bir itkiyle bir şeyler yazdım, yazıyorum. Okundukça da gö­
rüyorum ki yazmak, bir anlamda buluşmakmış. Aynı sıkıntıları,
aynı endişeleri, aynı umutları paylaşanların buluşması, zaman­
ları farklı olsa dahi

Tecrübelerime dayanarak bir küçük uyarı yapmama izin verin:


Eğer bir şeyleri tam olarak bildiğini düşünenlerdenseniz, burada
yazılanlar size göre değildir. Burada örneklerini gördüğünüz ya­
zılar, sanırım benim gibi "bildiği ile yetinemeyenlere" yazılmış
mektuplardır.

Bugüne kadar Kaos Kuramı, karmaşıklık, insan beyni ve zihninin


yapısı, zihin kontrolü, bilim-inanç ilişkisi, Evrim Kuramı ve ben­
zeri konularda 'ü aşkın konuşma yaptım. Dinleyicilerim ge­
nellikle üniversite gençliği oldu ve onların geri bildirimlerinden
sürekli istifade ettim. Elinizdeki bu kitap, bu konuşma ve buluş­
malardan elde ettiğim tecrübelerle zenginleştirildi. İçindeki baş­
lıklar, benim düşünce alanımı en çok meşgul eden meselelerin öne
9 1 KİMSENİN Bİ LEMEYICEGİ ŞEYLER

çıkanlarıdır. Hayata dair yol gösterici ve farklı düşünceleri akta­


rırken, özellikle genç okurların kışkırtıcı bir metinle karşılaşma­
larını sağlamaya gayret ettim.

Kitabın ilk bölümü olan "Bize Dair"; beynimizin çalışması, lisan


yeteneğimiz, davranışlarımız, algılarımız ve gerçeklik gibi temel
konulara dair ipuçları içeren yazılardan oluşuyor. Bu bölümde,
müstakil ve birbiriyle doğrudan bağlı olmayan başlıklar altında;
biyolojik ve psikolojik verilerle dünyayı nasıl algıladığımızı, ona
nasıl tepkiler verdiğimizi, insanın ve insan davranışının neden
"böyle olduğunu" farklı ve sinirbilim temelli bir perspektifle su­
nabilmeyi amaçladım.

İkinci bölüm olan "Bilim ve İnanca Dair" adlı başlık altında, çağı­
mızın belki de en uzun ve en yaygın tartışmalarından birine, yani
bilim ve inanç arasındaki ilişkilere ve uyumsuzluklara dair Müs­
lüman bir sinirbilimci olarak görüşlerimi özetlemeye çalıştığım
yazılarımı bulacaksınız. Bir biyolog olmam dolayısıyla evrim ku­
ramları ve canlılığın kökeni ile inançlarımız arasında göze çarpan
uyumsuzluklar, yıllardır en önemli okuma ve çalışma alanımı oluş­
turdu. Bu uyumsuzlukların aslında hiç de "bizden" kaynaklanma­
dığını ve İslam'ın temel kaynakları ile bilimsel bilgiye dikkatli bir
bakışın bizi bu anlamsız ve yavaşlatıcı kavgadan rahatlıkla kurta­
rabileceğini anlatmaya gayret ettim. Bu gayretle sadece bir kav­
gayı sulha kavuşturmakla kalmayacağız, eğer bu sorunu çözebilir­
sek ayağımıza yüzlerce yıldır pranga olmuş fikri ataletten kurtuluş
için de çok önemli bir avantaj yakalayabileceğiz.

Üçüncü ve son bölümde, yani "Kaos'a Dair" başlığı altında bilimin


yüzyıldan bugüne kadar sessizce ilerleyen devrimine yakından
bakarak, modern bilimsel bilginin kadim bilgeliğimize nasıl temas
ettiğine dair düşüncelerimi bulacaksınız. Bilimin günlük kullanım­
dakinden çok daha fazla bir anlam atfettiği "kaos" kavramını genel
olarak açıkladıktan sonra, kaos ve karmaşıklık bilimlerinden dev­
şirdiğimiz güncel bilgi ile epeydir uzak kaldığımız kadim bilgeliği­
mizin o büyük irfan kapısının nasıl şaşırtıcı bir şekilde yavaş yavaş
aralanmaya başladığını birlikte müşahede edebilmeyi umuyorum.

8
ÖNSÖZ 1 4J

Kitabı oluşturan yazı ve fikirler, kitap sayfalarına sığdırmanın ol­


dukça zor olduğu, daha geniş ve büyük bir hayat görüşü.nün fikri
tohumları olarak görülebilir. Eğer benimle birlikte bu seyahate
çıkacak ve şimdiye kadarki kabul ve zanların sınırlarını biraz ol­
sun zorlamaya karar verecek olursanız, eminim hepimiz için çok
faydalı bir fikri seyahat gerçekleştirebilme şansını yakalayacağız.
Aynen biyolojik tohumlar gibi, buradaki düşünceler de mümbit zi­
hinsel topraklara ulaştıkça filizlenecek, yeşerecek, dal budak sa­
lacak, meyveler verecek ve böylece -inşallah- tahminlerimizin çok
ötesinde zihni ve fikri açılımlara vesile olacaktır.

Kısacası, her insan gibi sınırlı olan bakış açımla bazı nazik mev­
zulara dokunma cüretini göstermiş olabilirim. Fakat aslında tüm
yaptığım, "Acaba aynı lisanı kullanan insanlar olarak düşüncemi­
zin önündeki engelleri yıkacak bir rüzgara yol açabilir miyim?"
diye kendimce ve samimiyetle "kanat çırpmaktan" ibarettir. Okur­
ken aklınıza bir şey takılırsa, "[email protected]" adresinde
eleştiri, soru, katkı ve önerilerinizi bekliyor olacağım.

Kitabın hazırlanma aşamasında birçok kıymetli insanın emeği


geçti. Burada özellikle kitap metninin ilk okumalarında deste­
ğini ve eleştirilerini esirgemeyen sayın Şule Özkeçeci hanımefen­
diye, yayıncılık dünyasını bana sevdiren sevgili Muvaffak Erman
Yılmaz'a, kitaptaki görsellerin mimarı kadim dostum, sevgili Dr.
Atıl Barış Albayrak'a, desteğini ve hasbiliğini her fırsatta hisset­
tiren değerli dostum Murat Menteş'e ve daha adını buraya saya­
madığım nice gönül dostuma kalbi teşekkürlerimi huzurlarınızda
sunmak isterim.

Son olarak, yazdığım her şey, aslında

Doğduğum günden bugüne kadar mantıklı ve mantıksız her iste­


ğimi bir şekilde yerine getiren, desteklerini hiç esirgemeyen sev­
gili anne ve babam, Güzin ve Mustafa Canan'a

9
' 1 KİMSENİN BİLEMEYECEGİ ŞEYLER

Yaşamımın geri kalanını cennete dönüştürmek üzere gönderildi­


ğine inandığım Aybike, Metehan ve Melike Canan'ın anneleri, sev­
gili eşim Bige Canan'a

Yetişmemde ve muhayyilemde büyük etkisi olan, dua membaımız,


rahmetli dedem Mehmet Emin Canan'a ()

Buradaki fikirlerin birçoğunu kafama sokan, beni sürekli düşün­


meye zorlayan, eşsiz sohbetleri ve yazılarıyla ufkumu tahminle­
rimin ötesinde genişleten, bu ülkenin nadide değerlerinden Sayın
Alev Alath'ya

Yazı yazabildiğime beni inandırıp biraz tembel bir akademisyene


yazma disiplini aşılayan sevgili Yavuz Selim Ağabeyime

Ve tüm bu imkanlara ve çok daha fazlasına beni layık gören Yüce


Rabbime olan teşekkür borcumu ifa ve ifade gayretidir.

Elbette elim ve dilim döndüğünce

Doç. Dr. Sinan Canan


BÖLÜM-1

BİZE DAİR

" •
KELİMELER VE DÜŞÜNCE

"Kavga insanla kader arasında değil artık,


insanla kelime arasında "

Cemil Meriç

S okakta yürüyorsunuz ve yanınıza elinde mikrofonu, yanında


kameramanı ile televizyoncu olduğu belli bir bayan yaklaşıyor,
önce affınızı istirham ediyor ve ardından soruyor size: "Endop­
lazmik retikulum hakkında ne düşünüyorsunuz?" Sonra da mik­
rofonu o eşsiz görüşleri ortaya serecek olan ağzınıza doğru uzatı­
yor. Şimdi ne olacak? Eğer lisede biyoloji dersi görmüşseniz biraz
şanslısınız; "İyi bir şeydir, hücrede bulunur, böyle kargacık burga­
cık şekillidir " filan diye bir şeyler söyleyebilirsiniz. Peki, ya an­
lamını hiç bilmiyorsanız? Hayatınızda ilk defa duyduğunuz bir te­
rim hakkında görüş bildirebilir misiniz?

Diyelim ki siz öyle boş boş bakarken, televizyoncu bayan olayın


vahametini kavrayıp "Eh, madem o zaman siz de 'cari açık' hak­
kındaki düşüncelerinizi paylaşın bizimle" deyiverdi. Hay Allah, bu
da neredeyse her gün duyduğunuz bir şey ama ne demektir bilmi­
yorsunuz ki Hani memleketteki muhasebe hesabının tam denk
gelmemesiyle ilgili falan bir durum ama teferruatı hakkında hiç­
bir malumatınız da yok. Sanırım ilk yapacağınız şey, uygun bir ba­
haneyle mikrofon menzilinin dışına çıkmak olurdu.

Aynı televizyoncu bayan eğer size futbol, siyaset, ekonomik gidi­


şat, çağdaşlık, din, insan hakları yahut bilimsel düşünce mesele­
lerinden birini sorsa işiniz ne kolaydı, değil mi? Söyleyecek iki üç
laf hemen bulunabilirdi bu konularda. Siz üzerinde hiç düşünme­
miş, "Bu ne demektir acep?" diye hiç kafa yormamış olsanız da fark

13
q i KİMSENİN BİLEMEYICECii ŞEYLER

etmez, çünkü o konularla ilgili konuşan o kadar çok insan gördü­


nüz ki bu kadar kafadan ses çıkabildiğine göre siz de kendinizi ko­
nuşmaya yetkili görüyorsunuz haliyle. Korkmayın, kapatın gözü­
nüzü; ne kadar çok lafın aklınıza geleceğine siz de şaşacaksınız.

Kavga, insanla kelime arasında

Cemil Meriç, "Mefhumların kah 9ülünç kah korkunç maskelerle raksa


çıktıjjı bir karnaval balosu fikir hayatımız. Kav9a insanla kader ara­
sında dejjil artık, insanla kelime arasında . " diyor "Bu Ülke"de. İlk
..

okuduğumda zihnimde çok fazla yankı yapmamıştı bu ifadeler, ta


ki yaşım biraz kemale erip de kelimelerin düşünceyi ifade etme­
deki anlamını kavramaya başlayana kadar.

Özellikle etrafımdaki tartışmalara taraf olmadığım o mesut zaman­


larda, fark ettim ki insanlar kavramların değil, kendi zihinlerin­
deki taraflı ve muğlak, çoğu kez üstünkörü didiklenmiş ve şüphe
edilmemiş temsilleri üzerinde kavga ediyorlar. Tarifini nesnel ola­
rak yapamadığımız kavramlar, düşüncelerimizi ifade etmediği gibi
yeni kavgalar için de adeta zemin hazırlıyor ve bizleri sonuçsuz
tartışmalarda takatsiz, etkisiz ve bilinçsiz bırakıyor.

Meriç'in yukarıdaki ifadelerinden de ilham alarak sıklıkla duydu­


ğumuz birçok kavrama ve onların etrafında dönen tartışmalara
baktığımızda, tartışmaların çoğunlukla kavramın anlamındaki
belirsizlik (muğlaklık) nedeniyle sürdüğünü görebiliriz. Dahası bu
belirsizlik, çoğu zaman adeta istemli olarak korunur gibidir. Biri
çıkıp da "Yahu önce şu kavramın bir tarifini yapalım, ondan sonra
tartışalım" dediğinde kızgın sesler yükselir ve "Ne lüzumu var ca­
nım, var ya tarifi işte!" gibisinden kestirme kurnazlıklara başvu­
rulur. Çünkü tartışmacıların birçoğu bu belirsizlikten, bu puslu
havadan beslenir. Yani istenen çözüm değil, tartışmanın veya kav­
ganın bizzat kendidir.

İncelikli düşünmenin ve çözümlemeci (analitik) kafa yapısının otur­


madığı bir toplumda bu durumu normal kabul etmek gerek. Bu va­
kıayı görmezlikten gelerek sorunlara çözüm arama yahut aydın/

14
KELİMELER VE DÜŞÜNCE J �

entelektüel olma peşinde koşmak da beyhude bir çabadır. Amacı­


nız eğer kuru gürültü ile vakit öldürmek ise böyle bir ortam tam
size göredir. Zira hiçbir şey çözülemediği için, ana amaç olan tar­
tışma da hiç bitmez. Fakat yine Meriç'in ifadesi ile "düşünce na­
musu", bizi birkaç adım daha atmaya zorlamalı.

Teknik olarak bakacak olursak, kullandığımız veya tartışma konusu


ettiğimiz her kelimenin yahut kavramın öncelikle kelime köklerini
(etimolojisini) şöyle bir incelemek faydalı bir alışkanlıktır: "Bu ke­
limenin kökeni nedir? Tarih boyunca hangi anlamlarda kullanıl­
mıştır? Halihazırda hakim olan durum (konjonktür) gereği hangi
anlamlarda kullanılır olmuştur? Bu yeni anlamları esas anlamıyla
gerçekten ilişkili midir, yoksa bu yeni anlamlar kelimenin üzerine
bir şekilde iliştirilmiş midir? Bu kelime herhangi bir gerçeği kar­
şılamakta mıdır, yoksa yapay olarak mı üretilmiştir? Kişiler ara­
sında farklı anlamlarda kullanılmakta mıdır? Eğer kullanılmakta
ise anlamlar arasında zıtlık ilişkisi var mıdır? Varsa neden vardır
yahut hangi anlam gerçeğe daha yakındır?"

Anlamına hakim olmadığımız kavramlar hakkında hemen fikir be­


yan etmek için inanın herkesin sizin kadar iyi bahaneleri vardır.
Örneğin; konuyla ilgili yeni bir şeyler okumuş, yıllardır bir şeyler
dinlemiştir ve anneannesinin teyzekızı "hacı" olduğu için dini me­
selelerde, birkaç popüler bilim kitabında karşısındaki konuya rast­
lamış olduğu için de bilimsel mevzularda "derin" bilgi sahibidir(!).
Dolayısıyla önce konuşmaktan ziyade susmanın bir insan erdemi
olduğunu hatırlamak bu açıdan faydalı olabilir. Eğer zihninizde dü­
şünülmüş ve tanımı tarafınızca oturtulmuş bir gerçek varsa, o, bir
biçimde ihtiyaca binaen ortaya çıkar ve görevini hakkıyla ifa eder.
Fakat guguklu saat misali, sunulan her fırsatta konuşmaya kalk­
mak, bu devrin müzmin hastalıklarından biridir.

Anlam bulutları

"Zihnimiz kelimelerden kuruludur" desek abartmış olmayız. Keli­


meler ve kullandığımız lisan, düşünce biçimimizi dahi yönlendirir

ıs
• 1 KİMSENİN BİLEMEYECEGİ ŞEYLER

ve tüm hayatımıza yön verme konusunda tartışılmaz bir paya sa­


hiptir. Zira düşünce kalıplarımız, hatta zaman ve mekan algıla­
mamız bile kullandığımız lisanın dilbilgisi, söz kurulumu ve ses
kurallarıyla çok yakından ilişkilidir. Sadece kişisel tecrübeleri­
mizin şekillenmesinde değil, toplumumuzun kültürel altyapısı­
nın bize yansıması konusunda da dil ve sözlü iletişim, vazgeçile­
mez bir öneme sahiptir.

Bir lisanda kullanılan her kelimenin kendisi ve türemişleriyle bir­


likte, kelimeleri kullanarak düşünen zihnimizin işlemesindeki tu­
-
tarsızlıkları en aza indirgeyen ve manaları zenginleştiren geniş bir
"anlam bulutu" vardır. Zihnimiz, depoladığı bilgileri bir bilgisaya­
rın birbirinden bağımsız dijital verileri depolaması gibi değil, bir­
biriyle ilişkili yığınlar ve ağlar şeklinde kaydeder. Bu yüzden ha­
fızamızdaki bileşenler (kelimeler, isimler, kavramlar, görüntüler,
sayılar vs.), keskin sınırlarla birbirinden ayrılmış yahut yalıtılmış
değildir. Her bir kelime, her bir kavram, her insanın zihninde farklı
ve yegane olmak üzere, kendine has bir anlamlar ağına bağlıdır.
Dolayısıyla zihnimizdeki kelime ve kavramları ayrık dosyalar ha­
linde depolanmış bileşenlerden ziyade, sınırları belirsiz, bulutsu
bir ilişkiler ağı şeklinde tasavvur etmemiz gerçeğe çok daha uy­
gundur. "Elma" kelimesinin zihninizde nelere bağlı olduğuna bir
bakın: Kırmızı, tatlı, yaz, serinlik, ekşilik, vitamin, sağlık, tohum,
ağaç, manav, fiyat, enflasyon, tarım, çevre İlişkiler hesaplanama­
yacak kadar karmaşıktır ve her kavram, aynen diğerleri gibi tüm
kavramlarla bir şekilde bağlı ve ilişkilidir.

Bu bulutsu hafıza yapısının bir başka önemli özelliği ise her bir
kavram ve kelimenin etrafındaki karmaşık bağlantı yapısının her
yeni öğrenilen kavramla birlikte değişmesidir. Bu çarpıcı özellik,
"bulut" benzetmemizi daha da anlamlı kılıyor. Nasıl ki gökteki bu­
lutlar sürekli şekil değiştirip akarak biçimden biçime giriyor, görü­
nüp kayboluyor ve yeni biçimler oluşturuyorsa zihnimizdeki anlam
bulutları da buna çok benzeyen bir tarzda hareket ediyor. Her oku­
duğumuzda ve her öğrendiğimizde, zihnimizin içindeki kavramsal
ilişkiler üzerinde her düşündüğümüzde, gökyüzündeki bulutlar gibi

16
KELİMELER VE DÜŞÜNCE 1 •

beynimizdeki temsiller de sürekli değişiyor. Düşünmek bile tek ba­


şına son derece belirgin değişiklikleri oluşturmak için yeterlidir.
Anlam bulutları ne kadar geniş ve ne kadar karşılıklı çapraz bağ­
lantıya sahipse, zihinsel dünyanın da o oranda zenginleşeceğini,
çağrışım havuzunun o derece verimli olacağını rahatlıkla söyle­
yebiliriz. (Beyindeki bu garip örüntü depolama mekanizmasının
detaylarını "Kaos'a Dair" bölümündeki "Çekerler, Kalıplar, Bilinç­
ler ve Beyinler" başlıklı kısımda tartışacağız.)

Zihnimizdeki kelimeleri altı boş ezberler olarak depolamak, anlam


bulutlarını son derece dar ve sınırlı hale getirir. Halbuki kelimele­
rin anlam kökenlerini öğrenip ifade zenginliğimizi arttırmaya yö­
nelik göstereceğimiz her çaba, zihnimizin zenginliğine doğrudan
katkı yapacak, kurabileceğimiz bağlantıların sayısını hesapsız öl­
çüde arttıracaktır. Kelime ve kavramların çokluğu, zihinsel dün­
yamızın sınırlarının doğrudan bir göstergesidir. Kökeni ne olursa
olsun, meramımızı anlatan kelimeler, artık bizimdir.

Lisanımız, yani kullandığımız dil işte bu kadar önemli. Günlük ha­


yatta, belki kolaylık olsun diye ya da güncel modaya istinaden çoğu
kez dilimizi doğru kullanmıyor, ona gereken özeni göstermiyoruz.
Fakat bunun bedeli sandığımızdan çok daha ağır. Kelimelerimize ve
kavramlarımıza gereken özeni göstermediğimiz takdirde, bu kav­
ramları oyuncak edenlerin elinde oyuncak olmaktan kurtulamayız.

Peki, düzeltmeye nereden başlamalı? Bir sonraki sosyal medya


güncellemenizde imla kurallarına dikkat edip ifade etmek iste­
diğiniz şeyi birkaç farklı kelimeyle belirtmeye başlamayı dene­
yebilirsiniz. Kısa bir süre sonra şaşırtıcı değişimi siz de fark ede­
ceksiniz, takipçileriniz de Yeter ki vazgeçmeyin ve lisanınızın
"zihniniz" demek olduğunu hem kendinize hem de çevrenizdeki­
lere sıklıkla hatırlatın.

� •
LİSAN NEDİR?

"Dilinizin sınırları, dünyanızın sınırlarıdır "

Ludwig Wittgenstein

Dil yahut lisan, bildiğimiz anlamıyla sadece insanoğluna has ve


çok özel bir iletişim becerisidir. Öyle karmaşık bir yetenektir ki
bilinen evrendeki en karmaşık biyolojik organizasyon olan bey­
nimizde geniş bir alan, sadece bu işleve özel olarak ayrılmış du­
rumdadır. Birçok insanda, bilhassa beynin sol-ön tarafındaki özel
bölgelerle kontrol edilen dil işlevi, insana has zihinsel özelliklerin
belki de en önemlisi olarak nitelenebilir.

Hepimiz, doğuştan bir kusur olmadığı takdirde gayet yetkin ve


dinamik bir "dil öğrenme" yetisiyle doğarız. Bu yetenek, bugün
bilebildiğimiz kadarıyla tüm beyin kabuğu (korteks) yapılarının
sağlıklı olarak iş görebilmesine bağlı olmakla birlikte, özellikle
beynimizin ön bölgelerindeki özel bazı alanların varlığı ve faali­
yetleri sayesinde mümkün olur. Bu bölgeler işlevlerini sağlam bir
şekilde yapabiliyorsa, herhangi bir lisanı öğrenebilmek için gere­
ken hemen tüm donanıma sahibiz demektir.

Erken çocukluk çağlarında konuşmayı öğrenen miniklere baktığı­


mızda, bu lisan yeteneğinin ne kadar mükemmel bir şekilde orga­
nize edildiğini izleme şansı yakalarız. İlk aylarda sadece anlam­
sız sesler çıkarabilen bebekler, bir yaşlarından sonra ses birimleri
(fonemler) ile iletişim kurmaya başlarlar. Bunun öncesinde bebek­
lerin beyinleri, etraflarında duydukları sesleri sınıflandırarak ile­
riki yıllarda kazanacakları konuşma yetenekleri için gerekli deği­
şikliklerin oluşmasıyla meşguldür. Bu sayede bir yaşını takip eden
dönemlerde anlamlı sesler çıkarılmaya başlanır.

18
LİSAN NEDİR? 1 •

İki yaşından sonra basit kelimelerle cümleler kurabilecek bir yet­


kinliğe erişir insanoğlu. Bunun ardındansa daha karmaşık cüm­
leler gelir. İşte bu dönemler, çocukların "boyundan büyük laflar
ettiği" dönemler olarak bilinir. Bu gelişimi izlemek, bizi basit bir
gerçekle karşı karşıya bırakır: İnsan beyni, lisan öğrenmek üzere
kurgulanmış biyolojik bir yetenekle doğar. İşin ilginç yanı, bu ye­
teneğin öğrenilen lisandan bağımsız olduğudur. Türkiye'de doğan
bir Türk çocuğunu yaşamının ilk aylarından itibaren -sözgelimi­
Japonya'da büyütecek olursanız Japoncayı anadili olarak rahatlıkla
öğrenebildiğini görürsünüz.

Tüm bunlar olurken sadece bebeğin davranışları değildir değişen,


bebeğin beyni de yapısal olarak büyük bir farklılaşma gösterir. Öğ­
rendiği lisana göre şekillenen lisan bölgelerinin yanısıra etrafın­
daki dünyayı algılama, değerlendirme, yorumlama gibi özellikleri
de öğrendiği dille paralel olarak gelişmeye başlar. Çok fazla sayıda
sinir hücresi içeren insan beyni, doğumdan itibaren olgunlaşması
esnasında hücrelerinden önemli bir kısmını kaybeder ve bu sayede
belli bazı işlevleri layıkıyla yerine getirecek en uygun sinirsel bağ­
lantıları sağlama imkanına kavuşur. Bu dönemlerde beynin yeni
bağlantılar oluşturma hızı da inanılmazdır. Örneğin; bir insanın
anne karnından doğum sonrası 10 yaşına gelene kadar, beyninde
ortalama olarak her saniye 1,8 milyon kadar yeni bağlantı kurul­
duğu hesaplanmakta. İşte bu karmaşık ve kaotik mekanizmalar
sayesinde her birimiz farklı yetenekler ve anlayış düzeyleriyle ya­
şamımıza devam ederiz.
• 1 KİMSENİN BİLEMEYECEGİ ŞEYLER

RESİM 1: Beyindeki temel lisan alanları.

Dünyayı algılama ve anlamlandırma sürecimizde kullandığımız en


önemli "ara yüz" olan beynimiz, kabaca bu minvalde gelişiyor. Bu­
rada dikkatlerimizi çekmesi gereken birçok nokta var elbette. Bana
sorarsanız, bunlardan en önemlisi de lisan öğrenimi (edinimi) sı­
rasında genç beyinde meydana gelen değişikliklerin mahiyetidir.
Konu dışından olanlara sıkıcı gelebilecek teknik ve anatomik te­
rimleri bir yana bırakırsak, olan şey aslında kısaca şudur: Beyni­
miz, erken çocukluk çağlarında müthiş bir yeniden yapılanma sü­
reci geçirir. Doğumdan hemen sonra birçok ihtimale hazır ve birçok
gizli güce (potansiyele) sahip olan beynimiz, erken yaşamda edin­
diği tecrübelerle kendini yeni koşullara göre ayarlayabilme kabi­
liyetiyle donatılmıştır. Bu kabiliyetin hayata geçirilmesindeki en
önemli faktör ise lisandır. Lisan, sadece diğer insanlarla ilişki kur­
mamıza yaramaz; aynı zamanda tüm düşünce ve hayal dünyamız,
dünyadaki nesne ve olayları algılama kalıplarımız, kafamızdan

20
LİSAN NEDİR? J q

geçen fikirlerimiz, yani kısacası hemen hemen tüm zihinsel faali­


yetlerimiz de öğrendiğimiz dile göre şekillenir.

RESİM 2: Çince ve İngilizce konuşan insanların anadillerini dinlerken


beyinlerindekifaaliyetleri gösteren fotoğraflar. Görüldüğü gibi Çince konuşanlar,
dillerini anlamak için İngilizce konuşanlara göre daha büyük bir beyin alanı
kullanıyorlar ve dolayısıyla iki lisanın birbirlerinden sadece yapı açısından değil,
beyinde değerlendirme açısından da önemli farkları olduğu ortaya çıkıyor. Bu
fotoğraflardaki farklılıklar, farklı lisanlar konuşanların beyinlerindeki işlevsel
bağlantıların da farklı olduğunun bir işareti. . . (Türkçe konusunda yapılmış
benzer bir çalışma henüz olmadığından bu konuda ayrıntılı bilgi veremiyorum.)

Oliver Sacks, "Sesleri Görmek {Seeing Voices)" adlı kitabında 1 1 ya­


şındaki Joseph adlı bir hastanın durumunu anlatıyor. Önceden zeka
özürlü zannedilen Joseph'in, sonradan sadece işitme engelli olduğu
ortaya çıkmış. Çocuk üzerinde yapılan çalışmalardan sonra Sa­
cks şunları söylüyor: "(. . . ) ]oseph görüyor, ayırt ediyor, sınıflandırı­
yor ve kullanıyordu. Algısal sınıflandırma ve genellemeyle ilgW her­
hangi bir sorunu yoktu. Fakat görünüşe bakılırsa bunun çok ötesine
de geçemiyordu. Soyut fikirleri aklında tutamıyor, planlayamıyor,

21
• 1 KİMSENİN BİLEMEYECEGİ ŞEYLER

oynayamıyordu. Görüntüler, hipotezler yahut olasıllklarla başa Çika­


mıyor, hayalf veya mecazi bir dünyaya giremiyordu. Şimdiye sıkışıp
kalmış, düz anlama ve anllk algılara kıstmlmış gibi bir hali vardı.. "1 .

Görünen o ki Joseph, işitemediği için bir dil geliştirememiştir ve


dil geliştiremediği için de yüksek zihinsel işlevlerinin birçoğunu
yerine getirememektedir. Bu örnek bize, zihinsel işlevlerin kul­
lanılmasında lisanın ne kadar merkezi bir rol oynadığını bir kez
daha gösteriyor.

Bu örnek ve daha yüzlerce farklı çalışma, zihinsel süreçlerimizin


doğrudan dil yetimizle bağlantılı olduğunu artık açık bir biçimde
göstermektedir. Dilde yetkinleşme arttıkça, zihinsel süreçlerin ka­
litelerinde de oransal bir artış beklemek son derece mantıklıdır.
Tersine, yani dil yetileri köreltilmiş bir kişinin veya topluluğun
Joseph'inkine benzer belirtiler göstermesine ise şaşırmamak ge­
rekir. Zira özellikle günümüzde, toplumumuzu en çok tehdit eden
hastalıklardan biri olan "Toplumsal Söz Yitimi", etkisini tam ola­
rak böyle bir yoldan göstermektedir (Bkz. "Celbedilmiş Toplum­
sal Söz Yitimi (Afazi)" bölümü).

"Bir insanın düşüncesinin sınırları, dil yeteneğinin sınırları ta­


rafından belirlenir" dersek abartmış olmayız. Gerçekten de keli­
meler, onların anlam bulutlan, kelimelerin birbirleriyle ilişkileri,
etimolojik hakimiyet, mecaz ve diğer karmaşık lisan özelliklerini
kullanma becerisi şeklindeki olguların tamamı, "zihinsel dünya"­
nın yapılandırıldığı temeli oluşturması açısından önemlidir. Dil ye­
teneği geliştirildikçe, dünyaya ve düşünceye dair özellikle soyut
kavramlarla başa çıkabilme, bunlar üzerinde düşünce üretebilme
ve yeni kavramları algılayıp bunları isimlendirebilme becerisi ge­
lişebilir. Fakat lisan yetenekleriyle temel ve basit iletişim düzeyi­
nin ötesine geçemeyen insanlarda zihinsel işlevlerin de çok ileri
bir düzeye çıkmasını beklemek beyhudedir.

Günümüzde insanların neden birbirlerini anlayamadığını, ba­


sit kavramların etrafında nasıl bu kadar kavga çıkarılabildiğini,

Oliver W. Sacks, Seeing Voices: A Journey Into the World ofthe Deaf, , s.

22
LİSAN NEDİR?

edebiyatta, sanatta ve diğer kültürel alanlarda neden gittikçe kö­


reldiğini anlamak istiyorsak lisanın zihindeki yerini yeni veriler
ışığında derinlemesine düşünmeliyiz. Ayrıca dilimiz üzerinde oy­
nanan oyunların ne kadar yıkıcı sonuçlar doğurabileceğini yine
bu bağlamda değerlendirme zamanı çoktan geldi.

Bu mesele hayati mertebede önemlidir, zira lisanımız olmadan var


olmamız mümkün değildir.

� •
CELBEDİLMİŞ TOPLUMSAL
SÖ Z YİTİMİ (AFAZİ)

"Her bildiğini söyleme, her söylediğini bil "


Clavdius

Neden anlaşamıyoruz?

"Söz yitimi (aphasia/afazi: Latince; a-olumsuzluk �ki; phasis: ko­


nuşma)", insan beyninin "lisan" dediğimiz iletişim becerisinin be­
yindeki bazı sorunlara bağlı olarak ortaya çıkan bozukluklarını
tanımlamakta kullanılan genel bir terimdir.

Beynimizin "konuşma" ve "anlama" işlemlerini gerçekleştirdiği


bölgelerinden bir ya da birkaçı yaralanma, damar tıkanması veya
beyin kanaması gibi çeşitli nedenlerle hasara uğrarsa, hasar gö­
ren bölgenin işlevine göre özel bir söz yitimi tablosu ortaya çıkar.
Bu konu, tıbbi pratikte oldukça önemli olup birçok farklı hastalık
tipini de içermektedir.

Burada bahsedeceğimiz (ve yazının geri kalanında "C.T.S." olarak


kısaltacağım) "Celbedilmiş Toplumsal Söz Yitimi (induced social ap­
hasia)" ise fiziksel bir rahatsızlığa, yaralanmaya veya hasara bağlı
olmayan, organik açıdan tamamen sağlıklı beyinlerde de görüle­
bilen ve nispeten yeni tanımlanmaya başlanan bir söz yitimi tipi­
dir. C.T.S., yazılışı ve okunuşu aynı olan kelimelerin taban tabana
zıt anlamlarda algılanmasına neden olabilen, to_p_lumsal katman­
ların iletişim yollarını ciddi oranda kapatan, belirgin bir organik
rahatsızlıkla veya beyin hasarıyla doğrudan ilişkisi bulunmayan,
bilinçli olarak farkında olmasak da günlük yaşamımızı derinden et­
kileyen bir toplumsal zihin hastalığıdır. Bildiğim kadarıyla, teşhisi

24
CELBEDİLMİŞ TOPLUMSAL SÖZ YİTİMİ (AFAZİ) 1 ı,

ve tanımı geniş anlamda ilk defa yazar Alev Alatlı tarafından ya­
pılan C.T.S.'de sorun, iletişimde kullanılan kelimelerin anlamların­
daki muğlaklıktır. Kelimelere kendilerini kullanan kişiler tarafın­
dan muhtelifbağlamlara göre farklı anlamlar yüklendiğinde, ortaya
iletişimi engelleyen özel bir söz yitimi tipi çıkmaktadır.

Görünen o ki bu "toplumsal hastalık", günümüzde yaşadığımız bir­


çok kavramsal sorunun temelini oluşturmaktadır.

C.T.S.'nin belirtileri

C.T.S., aslında belirtileriyle uzunca bir süredir gündemimizde olan


bir toplumsal sorun. Televizyonlardaki tartışma programlarından
kimi köşe yazarlarının ele aldıkları konuları değerlendirmelerine,
arkadaş sohbetlerimizden uluslararası ilişkilerdeki söylemleri­
mize kadar pek çok yerde C.T.S. sıkıntılarıyla karşılaşıyoruz. Bir­
çok kavramın ve terimin bu anlamda net tanımı veya tarifi yapı­
lamadığı (yahut kasıtlı olarak net bir biçimde tanımı yapılmaktan
kaçınıldığı) için, en basit konular bile kavga nedeni haline getirile­
biliyor. Canlı örneklerini "laiklik", "milliyetçilik", "sosyalistlik", "ir­
tica" veya "vatanseverlik" gibi popüler kavramlara yüklenen bin­
bir farklı anlamı kavramaya çalışırken hepimiz yaşıyoruz.

Kimine göre insanları herhangi bir kıstasla ayırmaksızın vatan ve


vatandaşlık bağlamında öncelikli görmek milliyetçilikken, kimine
göre bu terim sadece belli bir kafatası çapına sahip insanların ya­
şadığı topluluğu ve bu topluluğun paylaştığı coğrafi alanı sevmek
anlamında kullanılabiliyor. Kimine göre başını örtmek "gericilik"
iken, kimine göre baştaki bezle uğraşmak "gericilik" olarak nite­
lendirilebiliyor. Biri kendi görüşünü "tek çağdaş yaklaşım" olarak
sunarken, bir diğeri ise onu "çağdışılık" ile suçlayabiliyor

Teşhisi yapan yazar Alev Alatlı, konu hakkında şunları söylüyor:


"Ben buna 'toplumsa/ afazi' diyorum. Çünkü kimsenin başına taş düş­
medi ama Türkiye insanlarının tıpkı travma geçirmiş afazi hasta/art
gibi, söylenenleri söylendiği biçimde anlamadık/art, ağızlarından Çikam

25
• 1 KİMSENİN BİLEMEYECEGİ ŞEYLER

formüle edemedikleri, söylemek istediklerini, istedikleri gibi söyleye­


medikleri bir duruma itilmiş olduklarını düşünüyorum, görüyorum."2

C.T.S.'nin muhtemel nedenleri ve sonuçları

Geçtiğimiz yüzyıl, dünyada çok büyük değişimlerin yaşandığı bir


yüzyıl oldu. Türk insanının yaşadığı değişim ise bunun da fev­
kinde idi. Zira o, yaşlı bir imparatorluğun yıkılışına ve genç bj_r
Cumhuriyet'in kuruluşuna aktif bir katılımcı olarak şahitlik ettf.
Hele 'lerden sonra köyden kente göçüşteki aşırı artış ve in­
sanların karşılaştıkları temel değer değişiklikleri, kemale erdiri­
lemeyen bir eğitim sistemiyle birleşerek insanların kafalarını iyi­
den iyiye karıştırdı. Diğer yandan bir dönem hayatımızın ayrılmaz
bir parçasına dönüşen çılgın enflasyon da Türk insanını şaşkına
çevirdi; bir ömür içinde kuruşlar, liralar, milyarlar, trilyonlar, kat­
rilyonlar; sonra tekrar yeni liralar, kuruşlar Hepsi birlikte değer­
lendirilmek ve kullanılmak zorundaydı.

Bir zamanlar ayıpladığımız kavramlar, hayat felsefesi olarak tak­


dim edildi; komşusu açken tok uyuyamayan insanlar "kapitalist"
ve "liberal" olmaya itildiler. Büyük bir imparatorl uğu kaybetme­
nin doğal travması olan "sıradanlaşma hissi" aşılamadı. Hamasi
düşünce kalıpları ve sloganvari fikirlerse gittikçe geçer akçe hale
gelmeye başladı. "Bilgi toplumu" olma yolunda hiçbir ciddi poli­
tika üretilemediği gibi, buna bir de sürekli "asli hedef" yakıştır­
masıyla takdim edilen "yabancı lisanla eğitim" ve Batı karşısın­
daki geri kalmışlık kompleksleri eklemlendi.

Nedenler muhtelif fakat neticede insanların birbirleriyle iletişimde


kullandıkları en önemli araç olan lisanın temel elementleri kelime­
ler de anlamlarını yitirmeye başladı. Anlamlarını bilmediğimiz ke­
limelerle konuşuyor, karşımızdakinin söylediğini ancak kendi ta­
nımlarımızla anlayabiliyoruz.

2 Zeynep Güven, "Neredeyse Türklük'ten Vazgeçeceğiz': Alev Alatlı ile röportaj, Hür­
riyet Gazetesi ı2. ı2.ı; http://webarsiv funduszeue.info ı 2/ ı 2/ ı 63 ı 38 asp
. .

26
CELBEDİLMİŞ TOPLUMSAL SÖZ YİTİMİ <AFAZİ) J 9

C.T.S. ve bundan kaynaklanan sorunlar, beynimizdeki anlamlan­


dırma mekanizmasında ciddi bir bozulmaya işaret etmektedir. Bey­
ninizde herhangi bir terimin net bir tanımı bulunmuyor veya sizin
tanımınız diğer beyinlerdekilerden ciddi farklılıklar gösteriyorsa,
bu durumda C.T.S. mağduru olmanız işten bile değil.

Meselenin boyutları sanıldığından çok daha ciddi. Üstesinden gel­


mek üzere çaba gösterilmediği sürece sonraki nesiller sadece ken­
dilerine dikte edilene inanacakları, kendi düşüncelerini üretemeye­
cekleri ve hür düşünce diye bir kavramın artık anlaşılmaz derecede
"lüks" olacağı bir ortamda yetişmeye mahkum olabilir. Zira lisa­
nı mız, dünyayı anlamlandırmakta kullandığımız en önemli araç­
tır ve kelimeler anlamını yitirdiğinde her şeyin anlamı da yavaşça
silinmeye başlayacaktır.

C.T.S.'den korunmanın yolu var mı?

Toplumsal söz yitiminin etkilerini bir anda ortadan kaldıracak si­


hirli bir formül ne yazık ki henüz yok. C.T.S.'nin kendisi de gökten
zembille inen bir sorun değil. Fakat sorunu teşhis edip nedenleri
üzerinde düşüil'e rek bazı çıkış yolları önerilebilir.

En önemli kalkan, bu manada belli ki bilgilenmektir. Gerekli olan


bilgi ise C.T.S.'nin bize yasakladığı, anlamamızı engellediği alan­
lardan alınacak bilgidir. Örneğin; kelimelerin anlamları, kökenleri,
kültürümüzdeki karşılıkları, olabildiğince belirgin tanımlamaları
ve anlam sınırları gibi Bu amaçla, mesela ayrıntılı ve dinamik bir
kavramlar sözlüğü hazırlanabilir. İhtilaf konusu terimler başta ol­
mak üzere, farklı kesimlerden uzmanların mutabakatıyla kelimele­
rin olası tüm anlamlarını içeren bu tarz bir proje, önemli bir baş­
vuru kaynağı ortaya çıkarabilir. Böyle bir başvuru omurgası ise
bir nevi "iletişimin anayasası" şeklinde kullanılarak ihtilafların ve
C.T.S.'nin önüne büyük oranda geçilebilir.

İkinci ve daha önemli bir yol da her konuda fikir beyan etme­
nin "ayıp" olduğunun sıklıkla hatırlanması ve bunun eğitiminin

27
• I KİMSENİN BİLEMEYECEGİ ŞEYLER

programlı olarak yeni nesillere verilmesidir. Konuşan, konuştuğu


konu ve o konuyla ilgili birikimi hakkında bilgi sahibi olmalı, yani
kendinin farkında olmalıdır. (İlmin temeli nedir ki zaten?)

·
Tartışılacak konular öncelikle uzmanları tarafından masaya yatı- ,
rılmalı ve yine uzmanlarca belirlenen bir tartışma çerçevesi içinde
makul ve olası tüm anlamlarıyla irdelenmelidir. Herkesin bilim
adamı, herkesin bilim felsefecisi, herkesin din alimi, herkesin futbol
yorumcusu olduğu bir toplumda "gerçekten uzman aydın" bulma
imkanımız gittikçe azalacaktır (azalıyor da). Meydan, gün geç­
tikçe kıymeti kendinden menkul akülü aydınlara kalacaktır. Dola­
yısıyla artık anlamsız kelimelerin havada uçuştuğu bir "söz yitim­
sel kakofoni" ortama hakim hale gelecektir. (Tanıdık geliyor mu?)

En sonuncu ve belki de en önemli yol ise "lisan" dediğimiz aracın


tabiatını anlamaktan geçer. Kullandığımız tanım ve kelimeler ge­
nellikle tek bir anlama gelmez, bu kelimelerin tek doğru anlamı
da bizim bildiğimiz anlamı olmayabilir -ki genellikle de durum bu­
dur-. Koşullara, bağlamlara ve kişilere göre aynı kelimeler, farklı
anlam bulutlarını ifade etmek için kullanılabilir. Bunu bildiğiniz
takdirde, kelimeler üzerinde kopan kavgalardan fayda ummanın
da ne kadar boş bir beklenti olacağı kendiliğinden ortaya çıkar.

Tanım aralığı belirlenemeyen kavramlar üzerinde tartışmak, E.


F. Schumacher'in "ıraksayan sorunlar" diye nitelendirdiği sorun­
lar kapsamına girer ve çözüm kümeleri "sonsuz"dur. Mesela Schu­
macher, bir mühendislik problemini örnek vererek, temel bilgilere
sahip tüm mühendislerin söz konusu meseleye dair çare nokta­
sında birbirini yakınsayan çözümler üreteceklerini söyler. Bu tip
sorunlar, dar bir aralıkta dağılım gösteren çözüm kümelerine sa­
hiptir ve Schumacher bunlara "yakınsayan sorunlar" adını verir.
Fakat "mutluluğun kaynağı", "en iyi ekonomik sistem" veya "ha­
yatın amacı" gibi çözümü belirsiz sorunlar, farklı görüşlere sahip
zihinler tarafından farklı çözüm önerileriyle cevaplanır ki bu tip

28
CELBEDİLMİŞ TOPLUMSAL SÖZ YİTİMİ <AFAZİ) 1 9

sorunlar muhtevaları itibariyle "ıraksayan sorunlar" arasında de­


ğerlendirilmelidir. 3

Günlük hayatta birbirimizi yediğimiz tartışma konuları, tabiat­


ları itibariyle böyle "ıraksayan sorunlar" grubuna giren mesele­
ler üzerinden yürütülür. Bu tip sorunların çözümü, düz mantıkta,
bilimsel analizde veya matematikte bulunmaz. Buradaki çözümün
anahtarı, "doğruya ulaşmanın tek yolu olduğu" fikrini bir kenara
bırakarak çoğulculuğu ve çok sesliliği kucaklayacak üst düzey bir
iletişim becerisi gerektirir.

Bir başka sorunumuz da ikili "Ya o ya bu!" mantığına olan sarsıl­


maz bağlılığımızdır. Çoğu zaman günlük hayatımızı etkileyen bir­
çok sorunun ikiden fazla doğru çözüm yolu vardır fakat nedense
insanlar genellikle kafalarındaki seçeneğin tek kurtuluş reçetesi,
alternatif görüşlerinse "ahmaklık" veya "ihanet" olduğuna en baş­
tan ikna olmuş gibidir. Bu durumda "Ya o ya bu!" çerçevesini aşa­
mayan argümanlar, bu tip sorunları çözmek bir yana, çözümsüz­
lüğe mahkum etmenin en garantili yoludur. Halbuki bu evrenin
işleyişinde ikili (binary) mantığa pek rastlamayız.

Etrafımızdaki canlı cansız her şey, kesintisiz bir tayf içinde her
olasılığı karşılayacak tarzda çeşitli ve zengin bir dağılım gösterir.
Bu yüzden idrakimizin ve lisanımızın sınırlılıklarının gerçek far­
kındalığıyla, kendi görebildiğimiz çözümlerin dışında kalan çö­
zümlere açılabilme, onlardan istifade edip değişebilme ve dönü­
şebilme becerisini geliştirmedikçe çözümsüzlükten yakınmaya da
hakkımız olmayacaktır. Yeni bir araç olarak "hem/hem de" yak­
laşımının, yani "saçaklı mantığın (fuzzy logic)" kullanılması, -bir
dereceye kadar da olsa- yeni bir düşünce yolu açması bakımından
fayda sağlayabilir.

Buraya kadar aklımızı ve iletişim yeteneklerimizi büyük oranda


iğdiş eden önemli bir toplumsal soruna dikkat çekmeye çalıştım.
Sorun gerçekten büyüktür ve bütün boyutlarını bu hacim içeri­
sinde irdelemek de imkan dışıdır. Fakat her birimiz, kendi fikir
3 E. F. Schumacher, Aklı Karışıklar İçin Kılavuz, İz Yayınları, ı

29
• 1 KİMSENİN Bİ LEMEYECEGİ ŞEYLER

yaşamımızda bu "sendrom"un sıkıntısını az yahut çok çekmekte­


yiz. Dolayısıyla bu konu, üzerinde ciddi biçimde kafa yormayı ge­
rektiren ve acil çözüm isteyen bir sorun olarak karşımızda duruyor.

Kelimeler, düşünme birimlerimiz; anlamları ise düşüncelerimi­


zin ta kendileri. Onlar olmazsa "biz" diye bir şey kalır mı acaba?

� •

30
ZİHİN KONTROLÜ: BİLDİGİNİZ GİBİ DEGİL

"İki şey dü nyaya hükmeder: Biri kılıç, diğeri düşünce


Kılıç, önü nde sonu nda düşü nceye yenilir."
Napolyon

Bilgi (information), insan davranışlarını yönlendiren en önemli et­


kenlerden bir tanesidir. İnsanoğlunun yaşam süreci içinde karşılaş­
tığı olaylara cevap olarak üreteceği davranışlar için bir hammadde
sağlayan bilgi, çoğu kez bu davranışları bizzat şekillendiriyor. Do­
layısıyla bilginin kaynakları ve sunum biçimleri, doğrudan davra­
nış kalıplarını etkilemekte ve insan davranışlarına yön vermekte.

Günümüzde teknolojideki baş döndürücü ilerleme ve kitle ileti­


şim araçlarının yaygınlaşması, bilginin belki de gelmiş geçmiş en
büyük silah olarak kullanılması konusunu kaçınılmaz bir şekilde
önümüze getiriyor. Bilgi yoluyla zihin ve davranış kontrolü her bi­
rimizi bireysel olarak ilgilendirdiği için sanıldığından çok daha bü­
yük bir öneme sahip. Zira bireyin bilinçlenmesi, toplumsal zihin
kontrolünü güçleştiren en önemli faktörlerden biri ve zihin kont­
rol mekanizmaları en çok da bu alanda işletilmekte.

Zihin kontrol yöntemleri

Zihin kontrolü, komplo teorileri ve bilim kurgu meraklıları için vaz­


geçilmez ve çekici konulardan bir tanesidir. Örneğin; ünlü "Man­
çuryalı Aday" adlı filmde, savaştan dönmüş askerlerin beyinlerine
yapılan bir operasyonla belli komutlara duyarlı robotlar haline dö­
nüştürülmesi ve bu askerlerin birer suikast silahı olarak kullanıl­
ması anlatılır. Gerçekte bu tip zihin kontrol yöntemlerinin -teorik

31
q 1 KİMSENİN Bİ LEMEYECEGI ŞEYLER

olarak mümkün olmakla birlikte- pratik uygulanabilirliği oldukça


sınırlıdır ve kitlesel kontrol için uygun yöntemler değildir.

Yine son zamanlarda özellikle elektromanyetik silahlar ve elektro­


manyetik (EM) dalgalarla zihin kontrolü konusunda yapılan spe­
külasyonlarda, bilimsel verilerle safsatalar birbirine karıştığı için
ortalıkta göz gözü görmüyor. Sıradan bir okuyucu, ClA'nın merkez
ofisindeki bir operatörün istanbul'daki birinin zihnini uzaktan
adeta bir oyun çubuğuyla kontrol edebileceği, insanların kolaylıkla
robotlaştırılabilecek yaratıklar oldukları sanrısına kapılabiliyor.

EM dalgaların biyolojik dokularının özellikle beyni etkilediği bili­


nen bir gerçektir. Fakat insan davranışları çok karmaşık bir yapı
sergilediğinden, operasyonlarla beynin özel bölgelerine birtakım
minik elektrotlar yerleştirmeden de dışarıdan insan davranışla­
rını kontrol etmek oldukça zordur. EM dalgaların birçoğu canlı
bedene gönderildiğinde onu sadece biraz "ısıtır". Bazı EM dalga­
lar ise dokuda kalıcı hasarlara neden olabilir. Teorik olarak bey­
nin, bazı zihinsel durumlarda yaydığı özel dalgaları algılayarak,
buna uygun elektromanyetik sinyalleri tekrar beyne gönderip ça­
lışmasını etkilemek mümkün olmakla birlikte, pratikte bunun ya­
pılabilirlik ihtimali (teknik zorluklar nedeniyle) oldukça düşüktür.

Bir başka güncel teori ise özellikle görsel basında hızla akan gö­
rüntüler arasına serpiştirilen bilinçaltı (subliminal) mesajlarla
yönlendiriliyor olduğumuz meselesidir. Bir düzeyde gerçekliği ol­
makla birlikte, bu tip yöntemlerin istenen kitlesel etkiyi yaratmak­
tan uzak olduklarını biliyoruz. Bilimsel olarak hakkında doğru dü­
rüst kanıt bulunmayan böyle bir yöntemin bu kadar çekinilen ve
korkulan bir konu olması da ayrıca ilginçtir.

Aslında fantezi ve bilimkurgu düzeyindeki zihin kontrol efsanele­


riyle boşuna uğraştırılmıyoruz. Buna benzer yöntemlerin yazılı ve
görsel basında sıkça yer alması, aslında günlük yaşamda adeta bir
bombardıman halinde üzerimizde denenen ve çoğunlukla da başa­
rıya ulaşan birçok "günlük" zihin kontrolü yönteminin gözden ka­
çırılmasını sağlıyor. İnsanların, özellikle de bu tip konuları merak

32
ZİHİN KONTROLÜ: BİLDİGİNİZ GİBİ DEGİL 1 �

etme eğilimi gösterenlerin zihinleri, birçoğu bilimkurgu düzeyini


aşamayan sanal iddialarla meşgul ediliyor. Yani "zihin kontrolü
paranoyası" ile zihin kontrolü, aslına bakarsanız en yaygın kont­
rol yöntemlerinden biridir.

Gündelik(!) zihin kontrol yöntemleri

Aşağıda, edindiğimiz bilgilerle ve yaşadığımız sosyal etkileşimler


sırasında karşılaşabileceğimiz binlerce zihin kontrol yönteminden
birkaçını sıralamaya çalışacağım.4 Bakalım her birimiz günlük ya­
şamımızda bunlardan kaçına maruz kalıyoruz?

1. Grup baskısı: Ait olunan grubun değerleri dışındaki değerle­


rin kabul edilmemesi için yapılan telkinler, sınırlamalar bütünü.

2. Eski değerlere saldırı: Yeni birtakım fikirlerin kabulünü ko­


laylaştırmak için, eski değerlere saldırarak onları gözden düşür­
meye çalışmak (ki bunun örneklerini sıkça yaşıyoruz).

3. Meta-iletişim: Konuşma veya yazma sırasında sürekli belli bir


kelimeler dizgesini yahut belli bir jargonu kullanarak ana içeriğin
üzerinden ama içerikten bağımsız mesajlar vermek. (Örneğin; ko­
nuşmalarda sürekli olarak "ultra-yeni Türkçe(!)" kelimeler ve anla­
şılması zor ifadeler kullanarak verilen "Ben sizden değilim, seçki­
nim" yahut "İşte görüyorsunuz, sizdenim!" gibi mesajların verilmesi.)

4. Soru yasaklama: Otorite kullanarak grup/cemaat/rejim için­


deki hakim düşünceyi tehlikeye sokabilecek soruların önünün ka­
patılması, soru sormanın ayıplanması, cezalandırılması.

S. Lisan suistimali: Lisanın kasıtlı ve yaygın bir biçimde kötüye


kullanılmasıyla insanların lisan yeteneklerini, dolayısıyla düşünme
ve algı melekelerini sakatlamak. (Televizyonlarımızdaki yaygın ar­
golaşma ve lisan bozukluğu da buna bir örnek olarak verilebilir.)
4 Farklı kaynaklardan derlenmiş ve genişletilmiştir.
• 1 KİMSENİN BİLEMEYICEGI ŞEYLER

6. Celbedilmiş söz yitimi (afazi): Bir önceki bölümde tartıştığı­


mız gibi, tıbbi bir terim olan ve konuşma/anlama melekelerinin
yitirilmesi anlamına gelen "afazi"nin toplum bilimsel türevi. Keli­
melerin anlamlarında karmaşa yaratarak, aslı ve tanımı olmayan
yeni kavramlar ortaya koyarak insanların iletişim yeteneklerini
baltalamak ve kişileri -aynı dili konuşmalarına rağmen- birbirle­
rinin dilinden anlamaz hale getirmek.

7. Giyim kodları: Giysilerde belli biçim ve işaretler kullanılarak


mesajlar verilmesi. Giysilere "aslında olmayan mesajlar" yüklen­
mesi ve bu sayede insanlar arasındaki farklılıkları pekiştirme,
vurgulama çabası.

8. Slogan atma/Slogan düşünce: Topluluğa ait düşünsel kalıpla­


rın bireyler arasında bilinçsizce ve sorgusuz olarak kabul edilme­
sine yönelik yüksek sesle tekrarlanan sloganların atılması, slogan­
vari ifadelerin her fırsatta tekrarlanması (ki bu yöntem, orijinal
düşünce karşısındaki en önemli engellerden bir tanesidir).

9. Parasal bağımlılık: Mali kaynaklar üzerinden bağımlı hale ge­


tirme. Bu yolla bağımlı hale getirilen bireyin veya topluluğun yön­
lendirilmesi büyük ölçüde kolaylaşır.

Sosyal yalıtım: Tehlikeli veya riskli düşünce/eylem sahibi bi­


rey veya grupların genel topluluktan ayrılması, iletişimlerinin kı­
sıtlanması.

Kontrollü korku veya toplumsal paranoya: Toplumu veya


bireyi sürekli gergin, korkulu bir halde tutmak üzere senaryolar
üretme. (ABD yönetiminin kendi halkına karşı uyguladığı en yay­
gın kontrol yöntemlerinden bir tanesidir.)

Zihin dumuru ve Limbik ateşleme5: Beyinde cinsellik, iştah


ve zevk gibi duyularla ilişkili bölgelerin (örneğin Limbik sistemin)
aşırı olarak uyarılmasını sağlayarak üst beynin yüksek zihinsel
5 Bildiğim kadarıyla bu terim bana aittir. Bilimsel yayın dizinlerinde böyle bir terim aran­
dığı takdirde bulunamayabilir.
ZİHİN KONTROLÜ: BİLDİGİNİZ GİBİ DEGİL 1 q

işlevlerini dumura uğratmak ve bireyleri zevkperest robotlara dö­


nüştürerek potansiyel düşünce suçlarını ve fikri tehlikeleri berta­
raf etmek. (Haber bültenlerinde, müzik kanallarında, gazetelerin
internet sayfalarında ve bazı özel kanalların genel yayın politika­
larında gözleyebileceğimiz cinsel, hatta sapkın içerikli haberler,
diziler, filmler ve görüntüler örnek verilebilir.)

Yukarıda sayılanlar, aşikar birçok yönlendirme mekanizmasının


yanısıra işleyen ve biraz daha örtülü yöntemlerden sadece birkaç
tanesidir. Haber bültenlerinde haberlerin veriliş tarzının kanallara
göre nasıl farklılıklar gösterdiğini, Amerikan filmlerindeki kahra­
manlık temalarını, gözümüze sokulan ve "izlenme rekorları" kır­
dırılan dizilerde bize öğütlenen yaşam tarzlarını şöyle bir düşün­
mek yeter ki bunlara benzer daha pek çok yöntemin var olduğunu
rahatlıkla söyleyebiliriz.

Bu yöntemlerin hiçbiri, tek başına bireyi veya toplumu yönlendir­


mede çok fazla etkili değildir. Fakat bunların birleşik halde, top­
yekun kullanılması, tahminlerin çok ötesinde kontrol başarısı sağ­
layabilir. Ülkemizdeki birçok anormal toplumsal davranışın altında
bu tip nedenlerin de rol oynadığına kuşku yok.

Bireylerin kitlesel yönlendirme ve zihin kontrolü konularında bi­


linçlenmesi, bu mekanizmaları işlevsiz kılabilecek en önemli unsur­
lardan bir tanesidir. Fakat çok daha önemli olan husus ise değerle­
rine bağlı insanlar yetiştirmektir. Zira belli değerleri olan insanlar,
menfi yönlendirilmelerden en az etkilenen kişilerdir.

Eğer bir toplum büyük oranda hayvani ihtiyaçlarını karşılamayı bi­


rinci öncelik edinmiş fertlerden oluşuyorsa, zihin kontrolörlerinin
işi hiç de zor değil: Havucu burnuna tut, at koşmaya başlayacaktır

Cinsellik neden sürekli satar?

Üreme güdüsü, bütün eşeyli üreme yapan canlılarda olduğu gibi in­
san organizmasının da -neslinin devamını sağlamak için- davranışsa!
• 1 KİMSENİN llİLEMEYECEGI ŞEYLER

devrelerinin içine çok güçlü bir biçimde kodlanmıştır. Doğada can­


lıların soylarını sürdürebilmesi, üreme ile ilgili faaliyetlere ciddi
zaman ve kaynak ayırmalarını gerektirir. Neslin devamının yanı­
sıra, en sağlıklı genlerin gelecek nesillere aktarılması konusunda
da büyük bir mücadele süreci yaşanır.

Bu süreçlerde eşeyli üreyen canlıların hemen hemen tamamında


eş seçimi kararını "dişi" bireyler verir. Zira çoğu zaman dişi, hem
"yumurta" dediğimiz üreme hücresini üretir hem de değişen sü­
relerde gebelik, doğurma ve yavru bakımı gibi uzun vadeli biyo­
lojik yatırımlardan sorumludur. Dişiler, eş seçimi meselesini ince
eleyip sık dokumalı, her erkeği "eş" olarak kabul etmemelidir. Bu
yüzden biyolojik alemin büyük kısmında "erkek" seçilmek için süs­
lenip uğraşırken dişiler seçici olarak görev yapar.

Olay normalde insanda da böyledir; özellikle erkek ve dişi davra­


nışları büyük oranda bu temel mekanizmalar üzerinden işler. An­
cak kültürel değişkenler ve toplumların alışkanlıkları, biyolojik do­
nanımımızdan farklı davranmamıza neden olabiliyor. Beynimizin
derinliklerinde, şuurlu kontrolümüzün dışında faaliyet gösteren
ve aşağı grup birçok canlıyla paylaştığımız "hayvani beyin" ola­
rak bilinen bazı bölgelerimiz ve bu bölgelerimizce yönetilen bazı
temel davranışlarımız vardır. Beynin iç kısımlarında, Limbik sis­
tem olarak bildiğimiz -ve "Aşk Beyinde mi, Kalpte mi?" başlıklı bö­
lümde daha detaylı olarak ele aldığımız- karmaşık yapılar, bu tip
temel dürtülerimizin kontrolünden sorumludur.

İnsanda bu bölgelerin davranışları yönlendirebilmesinin en önemli


şartı, üst-ön beyin bölgelerimizle temsil edilen yüksek insani özel­
liklerimizin bir süreliğine de olsa baskılanabilmesidir. Diğer hay­
vanların birçoğunda bulunmazken, insanda beynin çok büyük bir
kısmını kaplayan bu ön beyin bölgeleri, ahlaki değerler, öz disiplin,
yoğunlaşma, gelecek planlama, haz geciktirme, karmaşık hesapla­
malar yürütme ve davranışların sonuçlarını kestirme gibi karma­
şık işleri yürütür. Cinsel uyarım söz konusu olduğunda ise bu böl­
gelerin geçici bir süreyle baskılanması, cinsel birleşme sırasında
ve öncesinde gerçekleşmesi gereken süreçlerin devreye girmesini

36
ZİHİN KONTROLÜ: BİLDİGİNİZ GİBİ DEGİL 1 '

kolaylaştırır. Limbik sistemi yahut içimizdeki "hayvani beyni" uya­


ran etkenlerin bundan dolayı ön beyin işlevlerinde azalmaya se­
bep olduğunu biliyoruz.

Hayvani beynimizin dikkatini çekmek çok kolaydır. Aç olduğu­


muzda yiyeceğin kokusu, görüntüsü, hatta iması dahi bir anda bi­
yolojik organizmanın tüm işlevlerini ikinci plana iterek yiyeceğe
ulaşma konusunda bizi hareket geçirecektir. Bu süreçten sorumlu
olan bölgeler de yine Limbik yapılardır. Açlık hissi, organizmanın
bütünlüğünü tehdit edebilme potansiyeli taşıyan bir durumu -be­
sin ihtiyacı durumunu- bildiren temel hislerden biri olduğundan,
beynimiz için öncelikle baş edilmesi gereken konular arasında yer
alır. Böylece Limbik itkilerimiz, açlığın ortadan kaldırılması konu­
sunda organizmanın adeta bütün donanımıyla faaliyete geçirile­
bilmesini sağlar. Öfke veya panik gibi şiddetli zihin durumlarında
da mekanizma yaklaşık olarak aynıdır ve bu duyguların pençesine
düşen bireyin beyni, kontrolü çok zor bir dizi içgüdüsel davranış
sergileme konusunda şiddetli uyaranlar üretmeye başlar.

Cinsel uyarım da aynı şekilde işler. Cinsel olgunluğa ulaşma döne­


minin ardından, bilhassa sıklıkla cinsel ilişkiye girebilme özelli­
ğine sahip erkek bedeni cinsel uyaranlara karşı hassaslaşır. Aynı
durum dişiler için de geçerlidir fakat yukarıda sözünü ettiğimiz
"seçicilik" durumu nedeniyle dişide durum bir miktar daha kont­
rol altındadır. Açlık durumunda olduğu gibi, cinsel uyaranlar da
erişkin bir organizmanın hızla dikkatini çeker ve Limbik sistemin
anında faaliyete geçmesine neden olur. Ön beyin bölgelerinde mey­
dana gelen baskılanma ve beyin kimyasallarında meydana gelen
değişiklikler, organizmanın hızla cinsel uyarım safhasına geçme­
sini sağlar. Aynen açlık ve öfke durumlarında olduğu gibi, bu itki­
lere karşı konulması da oldukça zordur. Bu temel itkileri kontrol
altına alırken varlığı en önemli oyuncu ise daha önceden eğitile­
rek kuvvetlendirilmiş ve kontrol yetileri üst düzeye çıkartılmış
bir ön beyindir.

Günümüzde çıplaklık ve pornografinin gittikçe artan yayılımı herke­


sin malumu En basit dondurma reklamları bile ağır sayılabilecek

37
9 1 KİMSENİN BİLEMEYECEGİ ŞEYLER

cinsel imalar içerebiliyor. Otomobiller, bilgisayarlar, parfümler, yi­


yecekler, içecekler ve daha aklınıza ne gelirse, öncelikle kadın be­
deni olmak üzere, cinsel çağrışımları olan reklam ve tanıtımlarla
satılmaya çalışılıyor. Bir pazarlama uzmanı olan Martin Lindst­
rom, "funduszeue.info" adlı kitabında cinsel içerikli reklamların azalma­
sını beklemenin boşuna olduğunu vurgulayarak, bu beklentinin
tam tersine, yani gittikçe daha da pornografiye kayarak dozunu
artıracak olan reklamların yapılacağına dair bir öngörüde bulunu­
yor. Çünkü insanoğlunun ilgisini en kolay çekebilecek, irade ile se­
çim yapan beyin bölgelerini baskılayacak en kuvvetli ve garantili
uyaran, cinsel uyarımlardır. Zaten küreselleşen kapitalist ekono­
mik sistemde bu kadar kolay "paraya tahvil edilebilen" bir reklam
yönteminden vazgeçilmesini beklemek de saflık olurdu. Dolayısıyla
bu tarz cinsel içerikli reklam ve tanıtımların önünü almak için ya­
pılan çalışmaların yanısıra, insanları bu cinsel uyarım bombardı­
manına karşı korunabilecekleri bir zihinsel donanımla donatmak
da önemli işlerimizden biri.

insanlar olarak diğer canlılardan bariz bazı farklarımız olduğu or­


tada. Konumuz itibariyle her cinsel uyarım durumunda ve her fır­
sat bulduğunda cinsel ilişkiye girmeyen bir türüz. Çünkü toplum
ve ahlak kurallarımız var ve bu minvalde bir insana veya bir inanç
sistemine duyduğumuz bağlılık, bizi bu temel itkileri gerçekleştir­
mekten değişik düzeylerde alıkoyabiliyor. Fakat "özgürlüklerin" ala­
bildiğine genişlediği böyle bir zamanda bu tip içsel fren sistemleri
çoğu insanda pek işe yaramıyor. Bunun muhtelif sebepleri var fa­
kat sinirbilimsel (nörolojik) olarak en önemli kısmı, cinsel açıdan
uyarıcı her tür malzemeye ulaşımın artık çok daha kolay olması.

Günümüzde pornografi ve erotizmle aramızda pek fazla bir engel


yok. Eskiden bir insanın ömrü boyunca göremeyeceği, hatta ta­
hayyül edemeyeceği fantezileri yahut sapkınlıkları, birkaç saatlik
internet sörfü ile neredeyse doğrudan tecrübe edebilir haldeyiz.
internette yer alan her türlü cinsel fanteziyi tatmin edecek çap­
taki pornografik içeriklerse çocukların bile sadece birkaç tık uza­
ğında. En ufak bir kontrol altına alma hamlesi, hemen "Pornoma
ZİHİN KONTROLÜ: BİLDİGİNİZ GİBİ DEGİL 1 '

dokunma!" sloganlı eylemlerle protesto edilebiliyor. Fakat cinsel


içerikli bu yayınların beynimize neler yaptığını bilsek, sanırım hem
kendimiz hem de gelecek nesiller için alarm çanlarının ne kadar
gürültülü çaldığını duyabilirdik.

Aşırı cinsel uyarıma maruz kalma nedeniyle erkek ve kız çocuk­


larda ergenlik yaşının gittikçe düştüğünü biliyoruz. Ergenlik dedi­
ğimiz süreç, beyindeki kimyasal dengelerin belli bir yaştan itiba­
ren değişmesiyle doğal olarak başlayan bir süreçtir. Görsel, işitsel
ve benzeri uyarımlar, beyindeki bu kimyasal sistemi değiştirerek
cinsel olgunluk yaşının çok daha erkene çekilmesine sebep olabili­
yor. Bunun diğer bir anlamı da şudur: Pornografik uyarımlar, bey­
nimizin çalışma sistemine doğrudan etki ediyor.

Pornografik içeriklere hem erken yaşta hem de sınırsız düzeydeki


ulaşım, insan organizmasının milyonlarca yıllık biyolojik alışkan­
lıklarıyla ciddi anlamda uyumsuz bir süreci tetikliyor. Bu kadar
çeşitli ve kolay ulaşılabilir içerik, öncelikle "sıradan" pornografik
içeriğe karşı bir duyarsızlaşma (habituasyon) ve ardından daha
şiddetli uyarımlar arama sonucunu doğuruyor. Esasında internet
üzerinde akla hayale gelmeyecek derecede çeşitli pornografik içe­
rik olması da bu yüzden. Yani pornografik içerik bağımlısı haline
gelen insanlar, bir sonraki aşamada hep "daha fazlasını" istiyorlar.

Bütün bunlar, beynin ön bölgelerinin kontrol edebilme yeteneğini


köreltiyor. Zaman içinde hem cinsel işlevlerde ciddi bozukluklar
ortaya çıkıyor hem de temel ahlaki sınırları koruyabilecek zihinsel
donanımların iflasıyla, zihin adeta bir zevk kölesi haline dönüşü­
yor. "Tabiat her çağırdığında peşinden gidersek nerede kaldı bizim
insanlığımız?" sözünü hatırlatırcasına, tamamen hayvani güdü­
lerinin çevresinde bir hayat süren, zihinleri dışsal uyarıma karşı
çıplak ve savunmasız insanlar çevremizi sarmaya başlıyor. Eğer
bir zihin kontrolünden korkuyorsak, en büyük korkumuz belki de
burada kısaca özetlemeye çalıştığım "kontrol" tipi olmalı. Zira sa­
dece bizi değil, gelecek nesillerimizi de doğrudan tehdit eden bir
"zihin kısırlaştırma operasyonu" söz konusu
� 1 KİMSENİN BİLEMEYECEGİ ŞEYLER

Cinsel içeriğin gücünü küçümsememenizi öneririm. Milyarlarca


yıldır bu dünyaya yayılmamızı ve canlılık denen mucizenin böyle
hayret verici düzeyde bir çeşitliliğe taşınmasını sağlayan bu te­
mel güdümüz, günümüzde İnternet gazetelerinin baş sayfalarında
''Falanca yıldız cesur kıyafetiyle şaşırttı" veya "Bilmem kim yine
dekoltesiyle yürek hoplattı" tarzındaki "eğlencelik" haberlerle sı­
nanıyor. O gazeteler, tıklanma rekortmeni oldukları için bu tarz
haberlerden vazgeçemiyor, zira işin ucunda "para" var. Fakat biz­
ler bu masum tıklamalarla, zihnimizin dizginlerini "sürüngen bey­
nimizin" ellerine teslim ettiğimizi anlamalıyız.

4' •
YABANCI LİSANLA EGİTİM:
NEDEN "OLMAMALI"? 6

"Yabancı bir lisanla ilgili hiçbir şey bilmeyen,


kendi dili hakkında da hiçbir şey bilmez."
Johann Wolfgang von Goethe

Yabancı bir lisan bilmek, özellikle akademik bir kariyerle uğraşı­


yorsaı uz veya sizin lisanınızı konuşamayan insanlarla ilgili bir işi­
niz va·.·sa "olmazsa olmaz" bir beceridir. Yabancı bir lisanı öğren­
mek içm çeşitli yollar mevcut. Özellikle yabancı ülkelerde, Çince
gibi oldukça karmaşık lisanları bile kısa sürelerde öğretebilen sis­
temler uygulanmaktadır.

Ben meramımı anlatacak ve okuduğumu yeterince kavrayacak ka­


dar İngilizce bilirim. Hayatımın hiçbir döneminde yabancı dille eği­
tim veren bir okulda okumadım. Bu İngilizce bilgisi, başta sevgili
babamın ısrarlarıyla biraz mecburen başladı, sonra rock müziğe
ve Amerikan filmlerine olan düşkünlüğümle beslendi. Bir ara, bi­
zim erken gençlik dönemimizde yaygın olan "Amerikancayı aksan­
sız konuşabilme" hevesi sayesinde de ilerledi ve en sonunda üni­
versitede göreve başlamam ve yurtdışına gidip gelmemle şu anki
(ve genellikle benim için yeterli olan) haline ulaştı.

Başta okuma ve anlama konusundaki göreceli rahatlığımı gören


arkadaşlarım, genellikle üniversiteyi İngilizce eğitimle okuduğuma
hükmediyor ve böyle olmadığını söyleyince "O zaman kesin Ana­
dolu lisesi filan mezunusundur" diyorlardı. Benden aldıkları ikinci

6 Bu bölümün özeti, kısa bir makale halinde Üniversite ve Toplum Dergisi'nde yayın­
lanmıştır. Sinan Canan, () Yabancı Lisanla Eğitim: Neden Olmamalı? Üniversi­
te ve Toplum Dergisi, 2(4): 3 (funduszeue.info?id=96)

41
' 1 KİMSENİN BİLEMEYECEGI ŞEYLER

"Hayır" cevabından sonraysa hemen "E o zaman nasıl?" sorusu ge­


liyordu çoğu zaman; sanki ikinci bir lisan öğrenmenin başka bir
yolu yokmuş ya da ortalıkta mevcut olan en iyi dil öğrenme yolu
buymuş gibi. Ben İngilizcesini ilerletmek isteyenlere yıllarca ya­
bancı bir dil öğrenmeyi "merak etmelerini" ve ayrıca o dili konu­
şanları iyi dinlemelerini tavsiye ederim. Çünkü kurslara tonla para
döküp yabancı dil "dersleri" almanın fayda sağladığına çok fazla
şahit olmadım.

Yabancı dil "ders" ile öğrenilir mi?

Ülkemizdeki eğitim programının hemen her kademesinde "İngi­


lizce dersi" adettendir. İlköğretim ve lise düzeyinde İngilizce dersi
vermekle kalmaz, eğitim dili Türkçe olan birçok fakültenin progra­
mında da "mesleki" veya "ileri İngilizce" adlarıyla yabancı dil eği­
timini sürdürürüz. Toplamdaki duruma bakıldığında ortalama bir
Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı, liseyi bitirip diplomasını aldığında
binlerce saat İngilizce dersi almıştır. Hele bir de üniversite okursa
bu süre katlanarak artar. Peki, neticede yıllarca yabancı dil dersi
alan bu insanların İngilizce düzeyleri nasıldır? Binlerce saat ders
görerek "Hello", "My name is " yahut "You are welcome" diyebi­
lecek seviyeyi bir türlü aşamıyor olmamız size garip gelmiyor mu?

Bu efsanevi başarısızlığımızın elbette çeşitli nedenleri vardır. Fa­


kat bence en önemlisi, lisan gibi temel bir iletişim aracının sıkıcı
ve gereksiz detaylarla yüklü dersler şeklinde öğretilmeye çalışıl­
masıdır. Doğma büyüme İngilizce konuşan birçok insanın bile bil­
mediği zaman kalıpları, çekimler, zarflar ve edatlar, öğrencinin
üzerine adeta boca edilir ve o zavallı öğrenciden bu öğrendikle­
riyle yola çıkarak iç dünyasını ifade edeceği bir lisanı kafasında
halledivermesi beklenir. Bu beklenti tamamen saçma ve anlamsız­
dır. Çünkü hiçbirimiz, konuştuğumuz ve yazdığımız lisanı bu şe­
kilde öğrenmedik.

İki yaşında parmağımızla işaret ederken kullandığımız "şu" sözcü­


ğünün gramerde "işaret zamiri" diye adlandırıldığını yıllar sonra

42
YABANCI LİSANLA EGİTİM: NEDEN "OLMAMALI"? 1 ı,

öğrendik -belki de halen bilmiyoruz- fakat yine de konuşabiliyo­


ruz. Lisan, ders gibi öğretilebilecek bir beceri değildir. Nasıl dansı
öğrenirken müzik eşliğinde hareket etmeniz, bisiklet sürmek için
düşe kalka tecrübe etmeniz gerekiyorsa lisan da aynen bunlar gibi
"psikomotor" bir beceridir. Hayatın içinde deneyimlenmeden, kul­
lanma zorunluluğu hissedilmeden lisan öğrenilmez. Öğrenilse bile
gayet eğreti olur ve sınavlarda doğru cevap kutucuklarının kara­
lanmasının akabinde, hızla öğrencinin zihnindeki "gereksiz bil­
giler" arşivine kaldırılır. Beynimiz böyledir ve duygusal bağlantı
kurmadığı ve önem atfetmediği hiçbir şeyi ilanihaye kaydetmez.

Bir dönem görev yaptığım bir tıp fakültesinde, yoğun olarak İngi­
lizce dersi verilmesine rağmen öğrencilerim sıklıkla İngilizceyi öğ­
renememekten şikayetçilerdi. Haftada dört saat "İleri Mesleki İn­
gilizce" adında bir ders almalarına ve iki yıldır bu müfredatı takip
ediyor olmalarına rağmen kayda değer hiçbir ilerleme hissetmiyor­
lardı. Bırakınız konuşmayı ve dertlerini anlatmayı, izledikleri İn­
gilizce filmleri bile altyazısız anlayamaz haldeydiler. Onlarla ko­
nuştukça meselenin sadece öğrenememe olmadığını, aynı zamanda
bir "öğrenilmiş çaresizlik" hastalığına tutulduklarını fark ettim.

O yılın sonlarına doğru üniversitemiz, uluslararası bir gençlik bir­


liğinin toplantısına ev sahipliği yaptı. Bütün dünyadaki tıp öğren­
cilerine açık olan bu toplantıya çeşitli ülkelerden öğrenciler katıl­
mış ve üniversite panayır yerine dönmüş, canlanmıştı. Fakat esas
ilginç olanı, etkinliğin henüz ikinci gününde, bizim bu İngilizceden
mustarip durumdaki öğrencilerimizden bir tanesini, konuk olarak
toplantıya katılan yabancı öğrencilerden biriyle hararetli bir şe­
kilde muhabbet ederken gördüm. Yanlarına çaktırmadan yaklaşıp
kulak kabarttığımda ise edebiyat üzerine lafladıklarını ve okuduk­
ları kitaplardan bahsettiklerini duydum.

Dikkatimi çeken en önemli husus, daha bir ay önce bana İngilizceyi


asla öğrenemeyeceğinden emin olduğunu çaresiz bir yüz ifadesiyle
anlatan öğrencimin, arada hataları olsa da gayet akıcı ve anlaşılır
bir İngilizce konuşuyor olmasıydı. O "yeni" sosyal ortamda zuhur
eden "yeni" iletişim şartları, bir anda İngilizce lisanını beyinlerinde

43
� 1 KİMSENİN BİLEMEYECEGİ ŞEYLER

"önemli araçlar" bölümüne transfer etmiş olmalıydı. Çünkü sadece


söz konusu arkadaşımızı değil, diğer birçok İngilizce mağduru öğ­
rencimizi espriler yapıp kahkahalarla g ülecek kadar iyi İngilizce
konuşurken gördüm. Elbette bu yabancı lisan yeteneği patlama­
sında İskandinav ülkelerinden gelen genç katılımcıların etkileyici
fiziklerinin de büyük payı vardı. Fakat ne olursa olsun, bu hadise,
lisanın ihtiyaca bağlı olarak öğrenilebileceği konusunda benim için
en büyük derslerden biri oldu.

Kısacası, yabancı bir lisanı öğrenmek zor bir şey değil. Türkiye'de
birçok konuda olduğu gibi bu işi de zorlaştıran şey, genellikle işin
doğru yöntemlerle ve ehil kişiler tarafından yapılmıyor olması­
dır. Örneğin; yıllar evvel -henüz ortaokul sıralarındayken- birkaç
haftalığına kaydolduğum Ankara'daki özel bir İngilizce dersha­
nesinde bulunan yabancı bir İngilizce hocası, kelimenin tam an­
lamıyla birkaç hafta içinde harika bir iş başarıp bizi İngilizceden
anlar hale getirebilmişti. Yani sözün özü, yabancı bir dil, iyi bir öğ­
retmenle pekala kısa bir süre içerisinde gerektiği derecede öğre­
nilebilir ve öğretilebilir. Fakat canım ülkemde yıllardır soluğu bir
türlü kesilmeyen bir eğilim var: Aileler, yabancı bir lisanla eğitim
görüp "adam olsunlar" diye çocuklarını adeta yarış atı misali İn­
gilizce eğitim yapan kurumlar için hazırlamaktalar. Çoğu aile, ço­
cuğunun yabancı bir lisana (tercihen İ ngilizce) dayalı eğitim veren
bir bölümde okuyor olmasını -hala- iftihar vesilesi yapıyor. Hatta
Hacettepe Üniversitesi Biyoloji Bölümü'nde okuduğumuz yıllarda,
"Sizin bölümde İngilizce hazırlık sınıfı var mı?" diye soranlara "He­
nüz yok ama açılacakmış yakında" diye ezik cevaplar veren arka­
daşları hüzünle hatırlarım.

Sanırım çok iyi bir "kampanya" sonucu, bir şekilde yabancı lisanla
yapılacak eğitimin bizim için "kurtuluş" olduğuna inandırılmışız.
Öyle ki bunun neden böyle olduğunu, böyle başka bir örneğin, yani
devlet eliyle yabancı dille eğitimin desteklendiği bir başka "tam
bağımsız" ülkenin bulunup bulunmadığ ını, bunun bilimsel teme­
lini ve bize getirip götürdüklerini sormak çoğu zaman aklımıza
bile gelmemiş. Zaten hepsi bir yana, bir şeylerin "bilimsel temeli"ni

44
YABANCI LİSANIA EGİTİM: NEDEN "OLMAMALI"? 1 4J

araştırma alışkanlığımız olsaydı, bugün bulunduğumuz konum­


dan çok daha farklı bir yerde olurduk, bu kesin Bu konuya par­
mak basanlar elbette var -Prof. Dr. Oktay Sinanoğlu gibi- ama on­
ların da gerekli engizisyon süreçleriyle aforozları sağlanıyor zaten.

Bu konuda kısaca şu yargıma değindikten sonra bunu açıklayıcı


mahiyette olduğuna inandığım nedenlerime geleceğim: İnsanları
herhangi bir yabancı lisanla eğitim yapmaya zorlama davranışı,
en iyi ihtimalle bilgisizlikten kaynaklanır. Yabancı bir lisanla eği­
tim, Türkiye'ye bilinçli veya bilinçsiz olarak yapılan en büyük iha­
netlerden biridir ve kanımca yıllardır bizi yerlerde sürükleyen en
önemli etmenlerden biri olan Batı karşısındaki aşağılık komplek­
simizin de en önde gelen nedenlerindendir.

Yabancı lisan öğrenimi nasıl oluyor?


Sinirbilimden kanıtlar

Bir ülkenin insanlarını yabancı bir lisanla eğitime zorlamanın ne


kadar akıl almaz bir gaflet olduğunu gösterebilmek için ilk açık­
lanması gereken şey, lisanın beyinde nasıl öğrenilip kullanıldığı,
yani lisanın sinirbilimsel mekanizmasıdır.

Lisan, bilinen en gelişmiş haliyle insanda bulunan ve de kültürel


ve beşeri yaşantımızın temelini oluşturan belki de en önemli özel­
liktir. Hepimizin yaşamış olduğu gibi, anadili yakın çevremizden
taklit yöntemiyle öğreniriz. Bu lisan biçimi, dilbilgisi gibi yazılı
kurallardan bağımsızdır ve her insana göre farklı olduğundan da
herkesin lisanı ve onu kullanma biçimi "yegane"lik arz eder. Do­
ğuştan gelen altyapı üzerine yaşamsal tecrübelerle oluşturulan li­
san yeteneği kişiye özgüdür. Çünkü herkesin yaşadığı, eşsiz tecrü­
beler ağıyla bütünleşmiş bir şekilde zihne kaydedilir.

Kişinin ilk anlarından itibaren ölümüne kadar süren tecrübeler,


yıllar geçtikçe daha yavaş da olsa lisanı ve onun etrafındaki an­
lam ve çağrışım boyutunu sürekli olarak uyarlamakta ve değiştir­
mektedir. Örneğin; "ferah" sözcüğünü duyduğumuzda hepimizin

45
• 1 KİMSENİN BİLEMEYECEGİ ŞEYLER

aklında farklı bir imge oluşacaktır. Aynı şekilde birçok kelime, ki­
şiye has bir anlam bulutunu da beraberinde taşır ve bu anlam­
lara dair biçimsel bir kurallar dizgesi ortaya konulamaz. Çünkü
bu oluşum son derece karmaşık -daha doğru terimle "kaotik"- bir
yapı arz eder ve sayısız öznel hayat deneyimine doğrudan bağlıdır.

Beynimizde lisan ile ilgili en önemli bölge, insanların büyük kıs­


mında sol alnın yan-ön kısmına denk gelen ve keşfeden kişinin
adıyla "Broca alanı" olarak bilinen bir beyin kabuğu (korteks)
bölgesidir. Sadece bu bölgeyi etkileyen bazı yaralanmalarda kişi
konuşma yeteneğini kaybetmekte fakat söylenenleri anlayıp me­
ramını yazarak anlatabilmektedir. (Tıp dilinde bu tip rahatsızlık­
lara genel olarak "söz yitimi (aphasia, afazi)" adı verilmektedir.)

Bunun dışında, beynin biraz daha yan-arka kısımlarında bulunan


Wernicke alanı ve bu iki bölge arasında iletişimi sağlayan -"arkuat
bağlantı" adıyla bilinen- sinirsel yollar da lisan işlevinde birincil
derecede öneme sahip yapılardır. Bu bölgelerde meydana gelen de­
ğişik hasarlar, konuşma yetisini tamamen kaybetmekten sese an­
lam verme ve sesteki vurguları anlama bozukluklarına kadar çok
değişik tipte afazi belirtilerine neden olabilmektedir.

Hepimiz, bebeklerin lisan öğrenimindeki büyük yeteneklerine kar­


şın erişkin insanın herhangi bir ikinci lisan öğrenmesi sırasında
karşılaştığı güçlüklere şahit olmuşuzdur. Geleneksel bakış açısı,
bunu anadille düşünme ve muhakeme etme alışkanlığına bağlı ola­
rak değerlendirip aşılabilecek bir sorun olarak görme eğiliminde­
dir. Ancak yılında yayınlanan "Nature" dergisindeki bir araş­
tırma, aslında işin hiç de öyle olmadığını gösterdi7. Bu araştırmada
araştırmacılar, anadilini kullanan kişilerin beyinlerinde "anadilin
kullanımıyla ilgili bölgeleri" fMRI (işlevsel manyetik rezonans gö­
rüntüleme) tekniğini kullanarak belirlemişler. İlaveten, ikinci bir
lisan konuşan kişilerin beyin bölgelerini de lisan kullanımı sıra­
sında haritalandırmışlar. Değişik yaş gruplarında yaptıkları çalış­
malardan elde ettikleri sonuç oldukça ilginç: Küçükken öğrenilen
7 Nature July 10;() : 1 7 1

46
YABANCI LİSANIA EGİTİM: NEDEN 'OLMAMALI"? 1 q

a nadil beynin belli bir bölgesinde kodlanırken daha ileri dönem­


lerde -genellikle yaş sonrasında- edinilen yeni bir dilse "başka"
bir beyin bölgesinde işleniyor. Yani sözün özü, ne yaparsanız ya­
pın, sinirsel olarak ikinci bir lisanı anadil gibi öğrenemiyorsunuz.
(Konu halen tartışmalı olmakla birlikte, bu sonuçlar büyük oranda
kabul görüyor.) Bu sonucun anlamını iyi kavrayabilmek içinse si­
nir sisteminin temel işleyişini tekrar düşünmek gerekiyor.

Sinir sistemi, birbirleriyle son derece karmaşık bağlantılar aracı­


lığıyla ilişkide olan milyarlarca "birim"den oluşur. Bu birimler de
genellikle sinir hücresi topluluklarının -anatomik olmaktan ziyade­
işlevsel birlikteliklerine dayanır. Örneğin; ağzımdan çıkacak her­
hangi bir kelimenin kararı beyin kabuğunun tepelerinde bir yer­
lerde verildikten sonra, "premotor alan" dediğimiz bir kısımda da
kelimeyi söylemek için gereken motor -kas hareketleri gibi- faali­
yetler kabaca belirlenir. Bu bilgi, çoğu insanda genellikle beynin
sol-ön bölümünde yer alan Broca alanındaki birimlere iletilir. Di­
ğer birçok ilişkilendirme alanlarından elde edilen karmaşık bir veri
tabanının da katkısıyla, kelimeyi söylemek için gerekli "hareket­
leri" -dilimizin ve gırtlak kaslarımızın oynaması veya ses telleri­
mizin gerilmesi gibi- gerçekleştirebiliriz.

Konuşmanın anlaşılması da benzer bir yol izler ama bu kez ku­


laktan beyne giden tersine bir güzergah söz konusudur. Kulaktan
gelen veri, -mimik ve jestler gibi görme duyusundan alınan yan
verilerle birlikte- beynin özel algı ilişkilendirme (association) alan­
larında bir şekilde birleştirilir ve biz karşıdakinin ne söylediğini
"anlarız". Konuşarak anlaşma, işte böyle karmaşık ama mükem­
mel bir mekanizmayla gerçekleşir ve sonuçlar zekamız tarafından
ince ayarları yapılarak, bize özgü düşüncelerin ifade edilmesini ve
bir metindeki ya da konuşmadaki gizli anlam ve çağrışımları an­
layıvermemizi sağlar.

Bu çalışmaların sonucunda olduğu gibi, eğer bu devreye sonradan


dahil olan bir yeni eleman söz konusuysa, genellikle sonradan ya­
bancı bir lisan öğrenenlerde gözlenen bir sonuç ortaya çıkar. Ya­
bancı lisanda yapılan konuşma, önce beyindeki bu yeni merkeze

47
• 1 KİMSENİN BİLEMEYECEGİ ŞEYLER

gider, orada "tercüme edilir", anadil alanına gönderilir ve ardından


anadile dönüştürülen ifadeler bilinçli anlama düzeyine ulaşır. Ko­
nuşurken de tümceler önce anadilde tasarlanır, sonra kişinin ke­
lime bilgisine göre yabancı kelimelere çevrilir ve karşıdakine söy­
lenir. Bu durumda alınan ve ifade edilen dildeki çağrışım boyutları
kişiye bağlı olarak büyük şekil kaymalarına uğrayabilir. Ayrıca bu
yeni devre yüzünden karşımıza çıkacak zaman kaybı da -milisa­
niyeler bile olsa- önemli bir sorun oluşturabilir.

Beyindeki ana konuşma bölgelerinin ve diğer beyin alanıyla kur­


duğu özgül bağlantıların birçoğu anadilin öğrenilmesi sırasında son
halini alır. Bu bağlantılar sayesinde kullanılan lisan, -kişinin de­
neyimine ve ruhsal gelişimine de bağlı olarak- beraberinde büyük
ve belirsiz bir anlam bulutunu sürükler. O lisanı üreten kültür, bir
yerde o kişiye "son halini" verir ve bu ikisi arasındaki uyumluluğa
bağlı olarak dil kullanımının verimliliği ve şahsi lisan becerileri
de artış gösterir. Mecazlar, benzetmeler, kıssalar, karşıtların kul­
lanımı gibi üst düzey lisan özellikleri bu şekilde en kamil biçimine
ancak anadilde ulaşabilir. Sonradan edinilen bir dilde ise gündelik
konuşma kolayca yapılabilirken, alınan bilginin işlenmesi, içselleş­
tirilmesi, soyut sonuçlara gidilmesi ve yeni imgelemler üretilmesi
ise büyük oranda kısıtlanacaktır. Bu zaten bilinen bir vakıadır ve
yukarıda zikredilen araştırma sonuçlarıyla şaşırtıcı bir uyum ser­
gilemektedir. Zira yeni bir lisan, farklı bir beyin bölgesinde temsil
edildiği (kodlandığı) için beynin tabii süreçler içerisinde lisan ve
zihinsel işlevlerine ilişkin bağlantılarını aynı biçimde bu "diğer"
bölge için de oluşturmasını beklemek, akla yakın olmayacaktır.

Kaba bir benzetme için, on yıldır arkadaş olan bir grup insanın
arasındaki sohbete henüz katılmış olan "yeni" birinin durumunu
düşünün. Akla daha yakın olanı, bu bölge ve dolayısıyla burasıyla
ilgili yeni lisanın sadece basit işlemlerde -örneğin ekmek alırken,
basit dertleri anlatırken veya soru sorarken- etkili olabilmesine
karşın, daha karmaşık düzeylerde "yetersiz" kalabilmesidir.

Peki, bunun anlamı ne? Basitçe söylemek gerekirse, yabancı bir li­
sanda anlatılan bir şeyi anlamaya çalışmak, çoğu kez anadile göre

48
YABANCI LİSANLA EGİTİM: NEDEN "OLMAMALI"? 1 '

çok daha yavaş, pahalı ve kalitesiz olacaktır. Biraz derin düşünül­


düğünde, sonradan öğrenilen lisanla anadil arasındaki fark çarpıcı
bir biçimde ortaya çıkacaktır. Minik bir bebekken önce ses parça­
ları (fonemler) ile öğrenmeye başlarız. O dönemde kelimeler ol­
masa bile bazı seslerin etrafında bir anlam bulutu oluşmaya baş­
lar. "Mama (yemek), lıklık/duu (su), nana (anneanne)" gibi ses ve
benzeştirmeleri bebeklerden sıklıkla duymuşsunuzdur. Bu, sinir
sisteminin olgunlaşması döneminde, konuşulan esas lisanın tüm
çağrışımlarını geri dönüşsüz bir şekilde sinir sistemine işlemeye
yarayan ve adeta lisanın yatağını oluşturan kısımdır.

Bundan sonra kelimeler dönemi başlar. Cümleler tam kurulamasa


da kelimeler ve onların ekli türevleri -tam doğru olmasa da- ar­
tık kullanılmaya başlanır. Yine beyinde büyük değişiklikler cere­
yan etmektedir. Adeta beyin, lisana göre "şekil değiştirir". Kurallı
ve düzgün konuşma dediğimiz gelişkin dil yeteneği bunların üze­
rine bina edilir. Kelime dağarcığının genişlemesiyle birlikte, kişi­
nin dünyaya bakışını bile büyük oranda bu lisan şekillendirir. Dil­
ler arasındaki önemli yapı farklılıkları, fiillerin kökenleri ve cümle
dizgeleri gibi özellikler, kişinin düşünüşünü ve yaşamını doğrudan
etkileyen silinmez izler bırakacaktır. Artık o insan, o dilin kural­
larına göre yaşamaya, düşünmeye başlamıştır ve dünyayı algılar­
ken başvuracağı en önemli araçlardan biri anadilidir.

Yabancı dil öğrenimi ise buna göre çok daha basittir. Bunu biraz
matematiğe benzetebiliriz. Yani neyi nereye koyacağınızı ve bunun
sizin lisanınızda neye karşılık geleceğini öğrenirsiniz ve iş biter.
Sonrasında derdinizi yabancı bir lisanla da rahatlıkla anlatabilir­
siniz -sözlük kullanmanız gerekse bile-. İlk başlarda karşılaşılabi­
lecek güçlükler, biraz alıştırmayla kolayca ortadan kaldırılabilir.
Yani artık "iki lisan, iki insan" olmuşsunuzdur ve bu, çoğu zaman
insana büyük getirileri olabilen bir kazanımdır. Fakat konu özel­
likle ortaokul ve lise çağlarındaki gençlere hayatı veya becerileri
"yabancı bir lisanla" öğretmeye gelince, işler sarpa sarmaya baş­
lar. Bu uygulamanın çok derin sosyal, kültürel ve psikolojik yara­
lar açması doğaldır.

49
IJ 1 KİMSENİN BİLEMEYECEGİ ŞEYLER

Yabancı lisanla eğitim neden "olmamalı"?

Eğitimde yabancı bir lisanın temel alınması, değişik kademelerde


irdelenebilecek birçok soruna gebedir. En temel düzeyde, "bir baş­
kasının dilinin" kendi dilinden daha üstün olduğunu benimsemek
zorunda bırakılmak, gizli bir aşağılık kompleksi günbegün derin­
leştirecektir. (Ülkemizin her yerinde bunun binlerce kanıtını gö­
rebilirsiniz.) Öyle ya, kendi dilleri "adam gibi" olsaydı, "büyükler"
eğitimi anadilde yaparlardı. Demek ki kendi lisanı hiçbir işe yara­
mamaktadır! Kanımca, bugün karşımızda bir vakıa olarak duran
toplumsal aşağılık kompleksimizin en önemli sacayaklarından biri,
işte bu tuhaf şartlanmadır. Ne gariptir ki 'lerden beri, bize bu
koşullandırmayı aşılamak için canla başla çalışan bir sistem var.
Meyvelerini de nihayet almaya başladık(!).

Bu meyvelerin en acısı, mesleki jargon zorlamaları dışında, günlük


hayatta sıkça karşımıza çıkan o "aşırma" lisandır. Hayreti belirt­
mek için "w"li "wow" kullanılması ve güzelim "harika" kelimesi­
ninse yerini "Süppeer!" ünlemine bırakması gibi unsurlar sıradan
hale geldi. Artık asabı bozulduğunda "Modumda değilim" diyerek
kendini ifade eden çocuklar, ödevlerini yaparken anne ve babala­
rına "Halet-i ruhiye ne demek? Edebiyat kitabında geçiyor da "
diye soruyorlar. Atatürk'ün "Gençliğe Hitabe"sinin ve "Nutuk"u­
nun aslı, çoktan anlaşılmaz bir lakırdıya dönüştü bile. O yüzden
"modernize" edilmedi mi zaten?

Mesleki lisan kullanımında ise durum biraz daha komik. Örneğin;


şu sıralar içinde bulunduğum tıp camiası, Türkçe kullanımına doğal
bir bağışıklık geliştirmiş. Tıbbi lisana sokulan en ufak bir Türkçe
karşılık bile öyle şiddetli bir tepkiyle karşılanıyor ki söyleyen, ağ­
zını açtığına pişman oluyor. Bir zamanlar Eskişehir'de, tamamen
Türkçe konuşan bir topluluğun katılımıyla gerçekleştirilen bir kong­
rede, bayan bir akademisyenin, yaptığı sunum sırasında "Endop­
lazmik retikulum sarnıçlarının " diye başladığı cümleyi hemen
sonra "Affedersiniz, sisternalarının " şeklinde "düzeltmesi", hiç
kulaklarımdan silinmeyecek. (Halbuki sarnıç, Latincede "sisterna

50
YABANCI LİSANIA EGİTİM: NEDEN 'OLMAMALI"? J •

(cistern)" sözcüğünün gayet uygun bir Türkçe karşılığıdır. Bkz. Ye­


rebatan Sarnıcı - Basilica cistern)

Alışkanlığım gereği, yazdığım her metinde bildiğim kadar Türkçe


kullanmaya gayret ettiğim için oldukça ilginç olaylara şahit oldum.
Örneğin; "discharge" kelimesini "deşarj" değil de "boşalım" olarak
söylediğimde nasıl tepkiler aldığım hala aklımdadır. İngilizce bir
sözcük olan "amplitüd" (amplitude) yerine, aynı anlama gelen "gen­
lik" terimini kullanışım, nedense hep ve sadece Türkçe konuşan­
larca eleştirildi. Kimileri tarafından "uydurukçaya prim vermekle"
veya "şovenlikle" üstü kapalı olarak "nazikçe" suçlandığım da oldu.
Halbuki ben, sadece bildiğim kadarıyla "Türkçe" konuşmuştum.

İtiraz edenlerin var olanı devam ettirmekten, yani "idare-i mas­


lahat"tan başka önerecekleri hiçbir şey yoktu. Onlara göre bu te­
rimler, kavramları "yeterince" anlatamıyordu. Eh, boşuna deme­
mişler "Sen ne söylersen söyle, anlattığın, karşıdakinin anladığı
kadardır" diye. Gerçekten de Türkçe kelimeler o kavramları anla­
tamıyordu, çünkü dinleyen kişilerin kelime dağarcığında bu kav­
ramların Türkçe karşılıkları (ya da Türkçe anlamları) "yok"tu.

Oktay Sinanoğlu'nun verdiği bir örnek var: "İki üniversiteli -muh­


temelen ODTÜ'de- konuşurken, biri diğerine elindeki grafiği gös­
terip soruyor: 'Şu laynın slopu plas mı, maynıs mı?' (Şu eğrinin
eğimi artı mı, eksi mi?)"

Çok aşırı bir örnek mi? Hiç sanmıyorum. Eşimin ODTÜ'de yüksek
lisans eğitimi aldığı dönemlerde, bu tuhaf örneklerin birçoğuna ben
doğrudan şahit oldum. Dolapların üzerinde "Do not open!", "Con­
fidential", "Attention!" "Never turn off the freezer" gibi etiket ve
uyarı levhalarıyla dolu bir laboratuvarda çalışıyordu eşim. O za­
man için şöyle bir açıklama gelmişti oradakilerden: "Burada çok
yabancı öğrenci var da ondan " Hemen gözüm, kapıda ve duvar­
lardaki özlü sözlere ve çeşitli şakalardan oluşan yazılara ve kari­
katürlere ilişti; tabii ki onların da tamamı İngilizceydi. Yani orada
çalışan ve anadilleri Türkçe olan insanlar, zihinlerini rahatlatmak
için astıkları karikatürlerde bile yabancı bir lisanı tercih edecek

51
� 1 KİMSENİN BİLEMEYECEÖİ ŞEYLER

kadar tuhaf bir durumdaydılar. İşin ilginci, o dönemde, o labora­


tuvarda eşimle beraber sadece beş Türkçe konuşan öğrenci çalışı­
yordu ve bu yazıların tamamının onlara ait olduğunu bizzat kendi­
lerinden öğrenmiştim. O gün için bana garip gelmişti ama bugün
daha ziyade üzücü geliyor.

Yabancı bir lisanla eğitimin bir başka can sıkıcı tarafı da insan kay­
naklarının bol olmasına karşın ekonomik kaynakların hep kısıtlı
olduğu ülkemiz açısından büyük bir israfa kapı açmasıdır. Yabancı
bir dilde eğitim yapılabilmesi adına üniversiteye zar zor girebilmiş
insanların ilaveten bir-iki yıllarını daha hazırlık sınıflarında har­
camak zorunda kalması, bizim kaldırabileceğimiz bir lüks değildir.
Sanki zamanımız ve paramız gayet rahat yetiyormuş da artıyor­
muş gibi bir de öğrencilerin bir iki yılını bu lüzumsuz ve aşağıla­
yıcı "hazırlık" için harcamamalıyız. Ama her nasılsa bunu büyük
bir istekle yapıyoruz. Neye "hazırlandığımız" ise halen meçhul

Meçhul olan bir gerçek daha var ki o da bu kadar aşikar bir ha­
tayı bu kadar sene boyunca ve bu kadar azimli bir biçimde nasıl
ısrarla sürdürebildiğimiz. Üstelik bir yıllık bir hazırlık eğitimiyle
bir insana "hayatı boyunca icra edeceği mesleğini öğrenmesi için
gereken yabancı dili öğrettiğimizi" sanıyoruz ya, beni en çok bu
ruh hali endişelendiriyor.

Yabancı dille yapılan bir eğitim, ister istemez kişilerin kendi dil­
lerini kullanma yeteneklerinde bir azalmaya neden oluyor. Kendi
dallarını İngilizce kaynaklardan öğrenen bilim adamı adayları,
ileride o kadar çalışmanın üstüne bir de öğrendikleri İngilizce te­
rimlerin Türkçe karşılıklarını bulmak için ilave bir mesai harca­
maya gönüllü olmuyorlar. İşte bu da kendiliğinden bugünkü garip
"Türkilizce" bilimsel(!) dilin ortaya çıkmasında çok büyük etken­
lerden bir tanesi!

Bilim dallarının kullandığı bazı terimler vardır ki bunların ortak


kabul gören bir dilde, mesela genellikle Latince olması bir zorun­
luluk olarak mazur görülebilir. Örneğin; anatomi öğrenirken or­
gan isimlendirmelerinde bir birlik sağlamak için -her ne kadar

52
YABANCI LİSANIA EGİTİM: NEDEN "OLMAMALI"? J •

Amerika ve Avrupa'da çoğu merkez böyle bir seçeneği benimse­


mese de- böyle bir yöntemi uygulamak, faydalı bir yaklaşım olabi­
lir. Fakat özellikle matematiğin ortak dil olduğu fen bilimlerinde,
sadece "meram anlatmak" amacıyla kullanılan sözcüklerin bizdeki
garip kullanılışlarına ne demeli? Örneğin; "ivme" varken akseleras­
yon, "hız" varken velosite, "akışmazlık" varken viskozite, "girdap"
varken türbülans, "kıkırdak" varken kartilaj, "eğri" varken körv
(curve), "ıraksayan" varken divergens, "sıklık" varken frekans ve
benzeri kelimelerin kullanılmasının nedeni nedir? Hatta kimya­
ger Prof. Oktay Sinanoğlu'nun bulduğu ve adlandırdığı "çözgen-i­
ter" kuvvetin ısrarla "solvofobik" olarak anılması, iyi niyet çerçe­
vesinde bir açıklama yapma imkanı vermiyor bana.

Bilimsel dilde bir "jargon" oluşturmak bağlamında kullanılan bu


ve buna benzer birçok kelime, çoğunlukla Türkçe karşılıkları ol­
masına (ve kişilerin Türkçeleri yetersiz olsa da Türkçenin hemen
hepsine bir karşılık bulmaya uygun bir yapıda olmasına) rağmen,
her zaman galip gelerek yaygın bir kullanım kazanıyor. Bu terci­
hin kanımca en önemli sebebi, "Böyle gelmiş, böyle gider" kolaycı­
lığıdır. Bilim dünyasına yeni adım atan gençler, hocalarından gör­
düklerini aynen tekrar ediyorlar.

Özellikle Türkiye'de kolaylıkla iticilik uyandıran anadilini kullanma


gayreti, ancak az sayıda cesur kişinin kalkıştığı bir girişim olarak
kalıyor ve maalesef yayılamıyor. İnatla Türkçe kelimeler kullan­
maya başlarsanız göze batabiliyorsunuz.

Peki ya çare?

Bu çetrefilli konuya kestirme bir çözüm bulmak kolay değil. Böyle


bir çaba için benim kişisel tecrübelerim yeterli olamaz ama bazı
fikirlerim var.

Tüm konu gelip bir kısır döngüye dayanıyor. Eğitim sistemini be­
lirleyenler, şimdiye kadarki yakınmalara konu olan o "hadde"ler­
den geçmiş kimselerdir genellikle. Elbette ortaya koyabilecekleri

53
• 1 KİMSENİN BİLEMEYECEGİ ŞEYLER

yegane şey, yani önerebilecekleri eğitim alternatifleri, beslendik­


leri kaynaklarla -aldıkları eğitim, bilgi ve görgü- doğrudan ilişkili.
Kendini ve lisanını küçük görmeye -bilinçsiz de olsa- alışmış biri,
kendisine görev verildiğinde herhalde "lisanını" korumayı birinci
sıraya koyamayacaktır. Kazara böyle bir fikre kapılan birçok insa­
nımızsa genellikle kendi lisan bilgisizliğini "konuştuğu dilin yeter­
sizliği" zannederek, kullandığı lisanı "kifayetsiz" görüp bu fikirle­
rinden hemen vazgeçiyor. Bunu da aşıp, sözlük karıştırmayı akıl
edebilen daha az sayıda kişinin çoğu, sistemin çeşitli kademeleri
tarafından uygulanan ve kimi zaman dayanılmaz orandaki taz­
yiklere karşı uzun süre direnemiyor. Oluşan yılgın ruh hali, yan­
lışlıkları sürekli tekrar ederek günü kurtarma refleksini besliyor
ve zamanla yerleştiriyor. Sonuçta yine olan bize, hani şu "milli"(!)
tarih derslerinde anlata anlata bitiremediğimiz o "şanlı" tarih ve
kültürümüze oluyor.

Yanlış bir fikir oluşmaması için tekrarlayayım: Herkes mümkünse


temel düzeyde en az bir yabancı lisan öğrenmelidir. Özellikle aka­
demik dünyada yabancı bir lisan bilmenin önemi tartışılamaz. Fa­
kat bu gereksinim, eğitimi yabancı bir lisana bağlama kolaycılı­
ğıyla çözülemez. Bu önemli sorun, ülkemiz açısından acil çözüm
bekleyen sorunlardan biridir. Çünkü yabancı lisanla eğitim yapan
okullar, fikirleriyle topluma ve bilime yön verecek insanları yetiş­
tirmektedir -veya en azından bu iddiadadır-. Kendi lisanından ve
kültüründen kopuk, hatta ondan utanan bir insan, hangi kademede
olursa olsun, bulunduğu yerle orantılı olarak ülkesine zarar vere­
cektir. Yabancı l isanla eğitim veren okullara gösterilen büyük ilgi
göz önüne alındığında, sorunun her gün katlanarak arttığını söy­
lemek pek de abartılı olmayacaktır.

Ben hiçbir sorunun tepeden inme, devrimci bir bakış açısıyla nihai
olarak çözülemeyeceğine inananlardanım. Zira tabiatta devrim gö­
remezsiniz ve insanların devrimleri için de değişmez bir kural var­
dır: "Devrimle devrilmeyen devrim yoktur." Kanun ve tüzük deği­
şiklikleriyle yabancı dille eğitimi yukarıdan "yasaklamak" elbette
mümkündür ama kafalar ve bu kolaycılık zihniyeti değişmedikçe

54
YABANCI LİSANIA EGİTİM: NEDEN "OLMAMALI"? 1 •

yine "yeni" bir kanuni düzenleme bizi en başa -hatta daha kötü bir
duruma- döndürebilir. Kanaatimce, konu bilimsel -ama tam olarak
bilimsel- bir zeminde ele alınmadıkça, hiçbir tartışma bu sorunun
çözümüne kalıcı bir katkı sağlamayacaktır. (Tam anlamıyla bir laf
kalabalığına veya ağız dalaşına dönüşen tartışmaların ne kadar an­
lamsız ve verimsiz olduğunu TV'deki "tartışma programları" sa­
yesinde bolca görüyoruz.)

inandığım bir şey daha var: Küçük çabaların büyük sonuçlar do­
ğurabilme yeteneği Öğrenmeyi, okumayı, araştırmayı, sorgula­
mayı başkasına bırakmayıp entelektüel hayatımızın iplerini elimize
alabilirsek, kişisel zeminde -yani bizzat kendimizde- yapabileceği­
miz küçücük değişiklikler bile hayret verici sonuçlar doğurabilir.
Ne iş yapıyor olursak olalım, lisanımıza sahip çıkarak, bu derece
gelişmişine sadece insanın sahip olduğu bu harika biyolojik özel­
liği insana yakışır bir bilinçlilikle kullanmalıyız.

Gençlerin öğreniminde rol oynayan öğretmen ve üniversite öğre­


tim elemanlarına bu konuda büyük görevler düşmekte. Sıradan bir
derste ağızdan çıkan her kelimenin, dinleyen öğrencilerin kafaları
adedince farklı yansımaya uğradığı ortamlarda, görevleri öğret­
mek olan kişiler, kullandıkları lisana çok daha fazla dikkat etmeli­
dir. İnsan yetiştirme işi, kolaycılığın hiçbir çeşidine izin vermeye­
cek kadar hassas bir iştir. Özellikle bizim gibi, öğrenci yeterliliğinin
neredeyse tamamen aile ve öğreticilerin kişisel gayret ve tercih­
lerine bağlı olduğu bir eğitim sisteminde bu konunun önemi art­
maktadır. İşlevsiz, yetersiz, hatta engelleyici bir eğitim mantığı söz
konusuysa ve sistemi bir çırpıda değiştirme imkanımız yoksa bu
durumda ancak -tek tük de olsa- idealist ve bilinçli insanlarla bir
yerlere varılabilir. Ve bu yoldaki bütün çabalar önemlidir, değerlidir.

İnsanlara bir şeyler öğreten bir kurumda görev almıyor olmak bu


sorumluluğu hafifletmez. Aile çevresindeki temel eğitimi, öğretimi
ve kültürel görevleri ihmal eden her anne baba, en bozuk eğitim
sisteminden bile daha kötü etkilere yol açıyor ve bu sonuçlar için
de genellikle sonunda hep "başkalarını", mesela eğitim kurumla­
rını yahut çocuğunun arkadaş çevresini suçlamayı seçiyor.
• I KİMSENİN Bİ LEMEYECEGİ ŞEYLER

Her fırsatta dile getirmeye çalıştığım gibi, bilmek ve uygulamak


sadece başkalarının değil, hepimizin görevidir. Herkesin üzerinde
eşit olarak dağılmış bir sorumluluk olan bu görevi şöyle veya böyle
savsaklayan her birey, sadece "bir şeyleri ihmal etmekle" kalma­
dığını, dahası temel insani görevlerinden birini yapmayarak tüm
topluma büyük zarar verdiğini de bilmelidir.

Ve lütfen siz de bu konudan rahatsız iseniz, başkalarının da rahat­


sız olmasını sağlayınız ve onlara gerekçelerinizi anlatınız! Eğer bu
konuda herhangi bir rahatsızlık hissetmiyorsanız, neden hisset­
mediğinizi derinlemesine bir düşünün. Benim gibi bazı insanlar
bu konuyu kafaya takarken, siz acaba işin kolayına mı kaçıyorsu­
nuz, yoksa bildiğiniz başka bir şey mi var?

Kendi lisanını kullanma çabası iki yanı keskin bir kılıç gibidir.
Türkçe kullanımını özendireyim derken Türkçe faşizmine yol aç­
maktan dikkatle uzak durmak önemli bir noktadır. Türkçe sadece
bir lisandır; dünyanın en iyi, en yeterli, en gelişmiş gibi ayrıca bir
özelliğe sahip olduğuna şahsen inanmıyorum ama Türkçe bizim
için İngilizceden ve diğer dillerden daha üstün olmalıdır. Çünkü
o bizim lisanımız ve bizzat zihnimizin temeli. Tarihimiz, kültürü­
müz ve dünyayı algılamakta kullandığımız yegane aracımız olan
zihnimiz, bu lisana göre şekillenmekte. Dolayısıyla dünyayı anla­
mak istiyorsak, dilimizi anlamak zorundayız. Aksi halde dünyayı
tam anlamıyla anlayabilmemiz ve onun aracılığıyla bize sunulan­
ları içselleştirebilmemiz imkansızlaşır ve Alev Alatlı'nın söylediği
gibi "Dünyayı bilmeyen, onun maskarası olur".

� •
TIBBIN "DİL'' YARASI

"Akıllıca söylenen rahatlatıcı sözler,


insa noğlunun bildiği en eski tedavi yöntemidir."
Louis Nizer

Tıp mesleği, gerek -ömür boyu bitmeyen- eğitim süreci gerekse


uygulamadaki zorlukları açısından dünyanın en zor mesleklerin­
den biridir. Ülkemizde altı yıllık eğitim veren tıp fakültelerine gir­
meye hak kazanan öğrenciler, üniversite sınavlarında hatırı sayılır
bir puanı tutturmak için var güçleriyle çalışıp birçok engeli aşmak
durumundadır. Üniversite tercihleri arasındaki gözde yerlerini her
zaman muhafaza eden tıp fakülteleri, sadece bu mesleğe gönül ver­
meye hazır olan gençleri değil, yüksek puan alabilen ve tıp fakül­
tesine girebilecek birçok öğrenciyi de her yıl bünyelerine katıyor.

Ömrünüzde en az bir kez bir hekime görünmüşseniz, dillerinden


hiçbir şey anlamadığınızı fark etmişsinizdir. Çoğu hekimimiz has­
talıkların teşhisini koyarken çok zorlanmaz fakat iş bu teşhisi has­
taya anlatmaya gelince, esas zorluk o noktada kendini göstermeye
başlar. Koskoca tıp doktorlarımız, çoğu kez basit bir hastalığı "halk
dilinde" anlatma yeteneğinden yoksunmuş gibi bir görüntü çizer­
ler. Çoğu zaman işlerinin yoğunluğuna ve başlarının kalabalık ol­
masına veririz bu durumu. Peki, hiç merak ettiniz mi koskoca tıp
kitaplarını devirmiş bu insanların neden sıradan insanlarla mes­
leki bilgilerini paylaşamadıklarını?

Tıp fakültesine başlayan bir öğrenci sınıftan itibaren- genellikle


eğitiminin önceki safhalarında adını bile duymadığı birçok kav­
ramla aniden kendisini kucak kucağa buluverir. Terimler, isimler,

57
• 1 KİMSENiN BİLEMEYECEGİ ŞEYLER

konular hep yabancıdır onun için. İlk günlerde afallasa da kısa bir
süre içinde anatomideki Latince terimleri, hocalarının İngilizce­
den şöyle böyle devşirdikleri veya kullanageldikleri yüzlerce ku­
rallı kuralsız terimi hızla kabullenir. Başka çaresi de yoktur, zira
bu aşama hızla atlatılmalı ve derslerin içeriğinin öğrenilmesine ge­
çilmelidir. İşte bu yüzden çoğu zaman bir tıp öğrencisi, tıp bilgi­
sinden daha önce "tıp konuşma jargonu"nu ediniverir. Eğitim sü­
reci içerisinde vefat veya ölüm kelimelerini kullanmak yerine "ex
("exitus"un kısaltılmış hali) olmak", bebek yerine "infant", yaşlı
yerine "senil", ilerleyici yerine "progresif" gibi terimler konuşma­
lar diline yerleşmeye başlar. Öğrencinin bunların yerine eski bil­
diği karşılıklarını kullanması ayıplanacağından, gittikçe bu yeni
ve "hibrid" lisan, tabii bir hal almaya başlar.

Zaman içinde bu yeni dil, geleceğin doktoru ile diğer "faniler" ara­
sında bir set oluşturacak ve tıp öğrencisi, bu set sayesinde "diğer
insanlardan farklılık veya üstünlük" şeklindeki sanal bir duygu­
nun da tadını hissetmeye başlayacaktır. Birçok insanda doğal ola­
rak var olan kişisel eksiklik hisleri için böyle bir yalıtım imkanı
bulunmaz bir fırsattır. Farkındalık düzeyi yüksek az sayıdaki öğ­
rencinin dışında kalan büyük çoğunluk, kendilerine sanal bir ayrı­
calık veren bu imkana sıkı bir biçimde sarılarak onu standart bir
iletişim tarzı halinde hızla benimser. Mezun olduklarında ise on­
lar, artık farklı bir dil konuşan "üstün" insanlardır adeta.

İşin daha vahim tarafı, doğrudan insanı ilgilendiren tıp alanında


eğitim veren fakültelerimizin en gözde olanlarının İngilizce eği­
tim veren tıp fakülteleri olmasıdır. Eğitimin tamamen yabancı bir
dilde yapıldığı bu fakültelerdeki öğrencilerin durumları bana (ve
birçoğuna) daha ümitsiz görünüyor. Zira onlar, sadece tıbbi terim­
lerde değil, günlük mesleki konuşmalarında bile kendi dillerini
kullanmıyorlar. Sömürge ülkelerinde bile sınırlı oranlarda gözle­
nebilen böyle bir garabetin halen bu ülkede nasıl sürdürülebildi­
ğini anlamak gerçekten mümkün değil. S onuç itibariyle, böyle bir
"dil yarası" ile yetişen hekim adaylarımız gün geçtikçe topluma

58
TIBBIN "Dil" YARASI

yabancılaşıyor ve diğer insanlarla iletişimlerinde de ciddi sıkın­


tılar meydana çıkıyor.

Lisanın bilişsel işlevlerimizdeki merkezi rolü açık bir biçimde bi­


linmesine rağmen, insanlarımızı emanet ettiğimiz ve tıp biliminin
gelişimi için kendilerinden çok şey beklediğimiz hekim adaylarımı­
zın mezkur ve bu denli aşikar lisan sorununa kayıtsız kalması an­
laşılabilir bir mesele değil. Bir lisan bilinci oluşturmak için çalış­
maya ilk başlanacak vasat, bence sayılan nedenlerle ülkemizdeki
tıp fakülteleridir. Bu fakültelerde aktif görev yapan hocalarımız
ba şta olmak üzere, yetki sahiplerince bu sorun ciddi biçimde ir­
delenmediği takdirde, kendisinden "hikmetli iş" beklenen hekim­
lerin bu beklentiyi karşılayabilmeleri maalesef büyük çoğunlukla
mümkün olamayacak.

� •
DOKTOR, TABİP VE HEKİM

"Ofisindeki çiçekleri ölmüş bir doktordan uzak duru n!"


Erma Bombeck

Tıp ve hekimlik mesleği dünyanın şüphesiz en zor, en derin bilgi


gerektiren mesleklerinden biri, belki de birincisi. Bir hekim, uz­
manlığı olsun olmasın, insan gibi karmaşık bir malzemeyle uğ­
raşarak, hem onun hastalıklarını teşhis ve tedavi etmek hem de
hasta olmadan önce sağlıklı yaşayabilmenin yolunu ona göstermek
amacına yönelik bir eğitim almak zorunda. Bu eğitim sonucunda
tıp fakültesi mezunlarına, her ne kadar pratikte mümkün olmasa
da, eğitimlerini tamamladıkları ön kabulüyle insan bedeni üze­
rinde tedavi amaçlı çeşitli tasarruflarda bulunma yetkisi veriliyor.

Türkçede tıp fakültesinden mezun olarak tababet mesleği icra eden


kişilere genellikle doktor diyoruz. Hekim ve tabip sözcükleri de daha
seyrek olmakla birlikte kullanılan diğer tanımlamalar. Biz bu keli­
melerin hepsini eş anlamlı olarak "tıp fakültesinden mezun, temel
tıbbi bilgilere ve tıp diplomasına sahip kişi" anlamında kullanmak­
tayız. Şimdi önce bu kelimelerin anlamlarına kısaca bir bakalım.

Doktor: Doktorluk, akademik bir derecenin adı. Bilindiği gibi ke­


lime aslında, bütün bilim alanları için kullanılan ve herhangi bir
bilimsel yahut felsefi alanda yüksek bir başarı düzeyine ulaşmış
kişilere verilen bir unvan. Kökeni, Latince "öğretme yeterliliği" an­
lamındaki "licentia docenti" kelimesinin kısaltılmasından türetilmiş
olan ve "öğretmek" anlamına gelen "docere" kelimesine dayanır. Bu
terim Arapça asıllı "icazatü't-tedris", yani "öğretme yetkisi" ifade­
sinden doğrudan tercüme yöntemiyle Batı dillerine geçmiş. Kısa­
cası, bugün tüm tıp fakültesi mezunları için kullandığımız doktor

60
DOKTOR TABİP VE HEKİM J '

terimi, öğretme yeterliliğiyle ilgili bir kökten türetilmiş ve yük­


sek bir akademik dereceyi belirtmek için kullanılan bir terim as­
lında. Bu açıdan bakınca tabiplerimize "doktor" dememiz kelime
kökü olarak yanlış bir uygulama gibi gözüküyor.

Tabip: Tıp ilmi (veya sanatı) ile uğraşan kişileri tanımlamak için
kullanılan Arapça kökenli bir sözcüktür. Hemen her tıp öğrenci­
s inin bildiği gibi, tıp bilimleriyle ünlü Antik Mısır'daki Teb şehri­
nin isminden türetildiğine inanılan bu terim, Osmanlı ve günümüz
Türkçesinde kullanılmakta. İngilizcede tıp doktoru anlamında kul­
la nılan "physician" kelimesinin karşılığı da muhtemelen Türkçe­
deki tabip kelimesi olabilir. Çünkü physician, doğal yapı anlamına
gelen "physic" kökünden türetilen ve "insanın doğasına dair bil­
giye sahip kişi" anlamında bir kelimedir.

Hekim: Dilimizde ve bize yakın coğrafyalarda yaşayanların dil­


lerinde tababet (tıp bilimleri) ile uğraşan kişileri nitelemek için
kullanılan bir terimdir. Arapça h-k-m olarak yazılan "hüküm" kö­
künden gelir ve yüzeysel anlamı itibariyle karar veren, doğruyu
yanlıştan ayırabilen kişi anlamlarında kullanılır. Hakim, hakem
ve hikmet gibi kelimeler hep aynı kökten gelen ve anlam açısın­
dan sıkı ilişkileri olan kelimelerdir. Bunların hepsinde de "eğriyi
doğruyu ayırt etme", "sıradan insanlardan daha derin bir bilgiye
sahip olma", "bilgisi ile iş görebilme" gibi içerimler saklıdır. Yine
"hükm" kelimesinin kökeni de "batıl"ın zıddı olarak tarif edilen
"Hakk" kökünden türemiştir ki "gerçeklik, hakikate uygunluk ve
yalansız yapma" gibi anlamları mevcuttur.

Tababetle uğraşan kişilere doktor demek, kelime anlamlarını dü­


şündüğümüz takdirde pek uygun görünmüyor. Zira doktorluk bir
akademik seviyedir ve hem sadece tıbbiyeye mahsus değildir hem
de tıp fakültesini bitiren herkes bu akademik dereceyle mezun ol­
maz. Akademik ilerleme amacındaki tıp fakültesi mezunlarının
önce ya bir doktora yahut bir uzmanlık eğitimi almaları gerekir.
Dolayısıyla "tıp doktoru" terimi de kullanıldığı anlam genişliği için
pek uygun değildir (İngilizcedeki aynı anlama gelen "medical doc­
tor" genellikle tıp bilimleri alanında bir doktora derecesine sahip

61
q 1 KİMSENİN BİLEMEYECEGİ ŞEYLER

akademisyenler için kullanılmaktadır). Tabip ve hekim terimleri ise


mesleğin içeriği itibariyle kullanımı daha uygun düşen kelimelerdir.

Tabip mi lazım, hekim mi?

Bu iki kelimeye derinlemesine baktığımızda bazı soru işaretleri


oluşabilir. Tabip, tıp mesleğini icra eden kişidir. Burada, tıp mes­
leğinin genel geçer bilgisine sahip olmak ve bunu yeterli ve gerekli
derecede uygulayabilmek kafi görünmektedir. Hekim sözcüğü ise
anlam itibariyle çok daha derinlere uzanır ve bu tabirle nitelenecek
kişilerde fazladan bazı özellikler aranmasını gerekli kılar. Hekim,
sadece kendisine öğretilmiş bilgiyle sınırlı kalmayan, kendinden
öncekilerin ve hocalarının hatalarını tekrarlamayacak bir feraset
geliştirebilen, tıp mesleğindeki doğru ve yanlışları ayırt edebile­
cek kapasiteye ulaşmış, hikmet arayışında ve hikmetle iş görme
azminde bir insanı tanımlar yahut tanımlamalıdır.

Hekim, karşısındaki hastanın her şeyden önce bir "insan" olduğu


bilincinden asla uzaklaşmayan, ölüm ve hastalığı mücadele edile­
cek anormallikler olarak değil, hayatın doğal parçaları olarak gö­
rebilen, hem kendi hayatında hem de hastalarının yaşam kalite­
sinde belirgin bir iyileşme sağlayabilecek zihni ve fikri donanıma
sahip bir insanı düşündürmelidir. D olayısıyla hekim, doktordan
da tabipten de üst basamakta bir tanımlamadır ve hem mesleki
hem de kişisel açıdan kamil insanı düşündüren telmihlere sahiptir.

Tıp fakültesinden mezun olmuş ve insanlardaki hastalıkların te­


davisiyle uğraşan bir kişiye doktor mu, tabip mi, hekim mi diyece­
ğiz? Bu kelimelerden herhangi birinin anlam bulutuna özel bir zi­
hinsel nüfuzumuz yoksa hiçbiri fark etmez. Zira anlattığımız şey,
tabiplik mesleğini icra eden bir insandır. Tıp mesleğini ulvi bir sa­
nat olarak icra edecek ve insan gibi, ruhu (zihinsel dünyası) ve be­
deniyle birlikte müthiş bir karmaşıklık düzeyine sahip bir canlının
dertlerine deva olmaya namzet insanlar yetiştirme ihtiyacınday­
sak, öncelikle ne istediğimize karar vermemiz gerekir. Geleneksel
(Ortodoks) tıp geleneğinin katı ve sınırlı kurallarından kopmayı

62
DOKTOR. TABİP VE HEKİM 1 q

aklına bile getirmeden, insan bilgisinin diğer tüm birimlerine ka­


yıtsız bir tarzda mesleğini şöyle veya böyle icra eden insanlarla,
gerçek hekimleri ayırabilecek kelimelerimiz olmalıdır. Bu farkı an­
latacak kelimelerimiz olmazsa, zamanla fark da ortadan kalkar

Gerçek hekim, insanı bir makine olarak görmez, ellerinde ölen


hastasına "ex oldu" diyerek yabancılaşmaz. Ölümle savaşmak gibi
anlamsızlıklarla vakit harcamaz, kendisinin de kırılgan bir insan
olduğunu unutmaz. Hastalıklarla değil, hastalarla uğraşır. Onları
dinler, onlara dokunur, telkin verir, onları anlamaya ve dertlerine
nüfuz etmeye gayret eder. Gerçek hekim için kan sayım sonuçları
veya kandaki bazı maddelerin seviyelerini gösteren sayılar sınırlı
anlamlar taşıyacaktır. Hekimin zihninde, her insanın aynı olduğu,
dertlerin hastalıklardan, hastalıkların ise belli başlı bozukluklar­
dan kaynaklandığı gibi "boş inançlar" yer bulamaz. Hekim kamil
insandır; bu anlamda doktor, hatta tabip bile, hekime nazaran sa­
dece bir teknik uygulayıcı olabilir.

Kelimeler her yerde önemli, kelimeler arasındaki bu küçük anlam


farklılıklarını yok sayma ve onları birbirinin yerine ikame etme
kolaycılığı, bizleri doğrudan asli anlamları yitirmeye götürebilir.
Hekim-tabip-doktor mevzuu sadece bir örnektir, yeterince kafa
yorulursa bu konuda oldukça fazla örnek bulunabilir. Bir dostum
bir sohbet esnasında, "Haysiyet, izzet-i nefis, gurur gibi kelimeleri­
mizi attık bir kenara, hepsine birden onur dedik. Onur geldi ama biz
haysiyetimizden olduk" demişti.

Haksız da değil hani

� •
AŞK BEYİNDE Mİ, KALPTE Mİ?

"Kalbinizi izleyin fakat beyninizi de ya nınıza alın "

Alfred Adler

Aşk, hayatımızdaki en sihirli kelimelerden biri Sembolü kalp.


Kalbimizi pır pır ettiren, hayatın renklerini değiştiren, bütün in­
sicamımızı bozan bir duygulanımdan bahsediyoruz aşk derke�.
Bugünkü bilgilerimiz ışığında bütün duygulanımlarımızın ve zi­
hinsel süreçlerimizin kaynağı beyin iken, aşk için bu kalp konusu
hepimize daha cazip geliyor. Peki, kalbimizi ellerine alarak evirip
çeviren bu duygu, beyinde neler yapıyor?

İnsanın hayatını etkisi altına alan en kuvvetli duygulardan bir ta­


nesinin sinirsel temellerinden bahsetmek kolay değil. Hele konu
aşk olunca işimiz iyice zorlaşıyor, çünkü insanın yazıyla kayda ge­
çirme işini keşfinden beri, üzerine en çok yazılıp çizilen, sayısız
çeşitlemeleri üretilen ve birbiriyle bağlantısız görünen türevleri
oldukça fazla olan hislerden biridir, aşk İlk intibada, bir erkek ve
bir kadın arasındaki tutkulu bağlılık durumunu çağrıştırabildiği
gibi, bir insanın işine, kullandığı bir araca, maddi imkanlarına,
içinde yaşadığı çevreye veya yaratıcısına olan tutkusu da aşk ke­
limesinin kapsamı içine dahil edilmiş. "İşini aşkla yapmak", "ha­
yatı aşkla yaşamak" gibi terimler, insanın bütün kontrolünü eline
alan bu güçlü duygunun çeşitli dışavurumlarını anlatmak için sık­
lıkla kullandığımız benzetmelerdir.

Bir kısım sufiler, aşkı "insanın rahatını, iştahını, uykusunu kaçı­


ran tutku" olarak tanımlar. Gerçekten de iki insan arasındaki tut­
kuya indirgediğimizde, aşk çok garip bir şeydir. Aşık beyin, ma­
şuktan başka bir şey düşünemez hale gelir. Aşk, maşukun olumsuz

64
AŞK BEYİNDE Mİ. KALPTE Mİ? 1 4J

yönlerini mantıklı düşünerek görüp irdeleyebilme yeteneğini in­


sanın elinden çekip alır. Aşık olunan insan, aşığın zihin gözüne
melekler gibi temiz, hatasız bir varlık olarak görünür. Bu algının
doğru olmadığı çok açıktır fakat her birimiz, ömrümüzde en az bir
kere böyle bir garip halin içine düşmekten kendimizi kurtarama­
yız. Neden böyle bir şey başımıza geliyor, daha önemlisi, bu dün­
yada hem kendi hayatımızı sürdürmek hem de nesillerimizin de­
vamını sağlamak için insana verilmiş bu zihinsel cihazlar, acaba
böyle mantıksız bir durumdan nasıl bir fayda sağlıyor? Bütün bun­
ları anlamak için aşkın sinirbilimsel temellerine bakmak, aydın­
latıcı bilgiler verebilir.

Aşkın tanımı

"Aşkın sinirbilimi" konusundan bahsedeceksek, öncelikle aşkın ta­


rifini belirgin bir şekilde sınırlamamız gerekiyor. Dolayısıyla bu­
rada, "kadın ve erkek arasındaki tutkulu bağlılık" anlamındaki
aşkı esas alacağız.

Aşk nasıl başlar?

Bir insanın diğer bir insana kapılması ve ardından da aşık olması


için en öncelikli uyaran görsel uyaranlardır. Yani ilk görüşte aşk,
gerçekten mevcut olan bir mekanizmadır. Bir insanın görsel özel­
likleri, algıya ilk takılan ve beyinde en hızlı biçimde değerlendi­
rilen ipuçlarını içerir, zira aldığımız duyusal bilginin büyük payı,
görme sisteminden kaynaklanır. Hemen sonra, söz konusu kişinin
zekası, sesi, konuşma üslubu, kültürü, statüsü gibi diğer etkenler
gelir. Fakat araştırmacıların üzerinde uzlaştıkları nokta, giriş ka­
pısının "görme" olduğu yönündedir.

Bir diğer önemli bağlayıcı unsur, insanlarda henüz mekanizması


tam kanıtlanamamış olmakla beraber varlığına dair çarpıcı kanıt­
lara sahip olduğumuz "feromonlar" denen koku sinyalleridir. Bu
sinyaller sayesinde, kendimize biyolojik olarak en uygun eşi seçme

65
• 1 KİMSENİN BİLEMEYECEGİ ŞEYLER

konusunda benzersiz yeteneklere sahibiz. Ter bezlerinden salgıla­


nan "kokusuz" koku molekülleri olarak tanımlayabileceğimiz fe­
romonlar, eş adaylarına genetik yapımız, çiftleşmeye uygun olup
olmadığımız ve olası biyolojik uyumumuz hakkında bilincin algı­
layamadığı ama davranışlara doğrudan yön veren sinyaller taşı­
yarak, bizi farkında olmadan biyolojik açıdan en doğru seçimi yap­
mak üzere yönlendiriyor. Bu sinyalleri alabilecek sade ve açık; suni
yönlendirmelerden uzak bir zihne sahipsek, genelde oldukça doğru
seçimler yapabilme şansımız oluyor. Elbette bu durum, günümü­
zün modern dünyasında pek de söz konusu değil.

Karşı cinsten bir insanın görülmesi ve "çekici" olarak nitelenmesi,


beyinde hem cinsel uyarılma hem de "tutkulu bağlılık", yani aşk
devrelerini harekete geçirebiliyor. Aşk ile cinsel çekim süreçleri­
nin beyin mekanizması açısından örtüşen yönleri vardır fakat aşkı,
aşksız şehvetten ayıran çok önemli sinirsel mekanizmalar da mev­
cuttur. Hem cinsel arzu hem de aşk hissinin oluşmasında ortak bir­
çok beyin bölgesinin işe karıştığını ve "romantik aşk" diyebilece­
ğimiz o özel süreci yöneten özel bölgelerin var olduğunu biliyoruz.

A şık beyinde neler oluyor?

Aşk hissi bir zihni işgal ettiğinde beynin çalışma sistemi, hem be­
yin görüntüleme yöntemleri ile rahatlıkla tespit edilebilecek hem
de ortaya konan davranışlardan kolayca fark edilebilecek şekilde
değişikliğe uğrar. Öncelikle, insan beyni "romantik aşk"ın etkisi al­
tında iken aktif hale gelen beyin bölgelerinin listesine bakmakta
fayda var. İşleve dayalı beyin taramaları (fMRI) sırasında, denek­
lerin aşık oldukları kişilerin resimlerini gördükleri yahut onları
düşündükleri sırada aktivitesi artan beyin bölgeleri şunlar:

- Insula bölgesinin iç kısımları (medial insula)


- Singüler korteksin ön bölümü (anterior cingulate cortex)
- Hippokampus
- Bazal gangliyonlara ait stiratum bölgesinin bazı bölümleri
- Akkumbens çekirdeği (nuc. accumbence)

66
AŞK BEYiNDE Mi. KALPTE Mİ? 1 �

RESİM 3: Aşık oldukları insanların resimlerini gören kişilerin beyinlerinde, diğer


kişilerin resimlerinin gösterildiği durumlardan farklı olarak aktivite gösteren
bölgeler görülüyor (sınırları çizili bölümler faaliyet düzeylerini gösteriyor). Cer:
Beyincik; hi: Arka hippokampus; I: İnsula; P: Putamen; C: Kaudat çekirdek (S.
Zeki; () The neurobiology of love. FEBS Letters, , )

Bu bölgelerden ilk üç tanesi beynimizin korteks dediğimiz kabuk


bölümüne aittir ve aşkın istemli davranışlarımız üzerine olan et­
kilerinden bu bölgeler sorumludur. Aşık olunan kişiden başka bir
şey düşünememe, her olay ve düşünceyi olabildiğince mantıksız bir
tutumla maşukla ilişkilendirme, yemeden içmeden kesilme, sürekli
bir heyecan ve içi içine sığmama hali (öfori) ve aşka dair diğer bil­
diğimiz hallerden işte bu bölgelerin aşırı faaliyetleri sorumludur.
Listede adı geçen son iki bölge, yani striatum ve akkumbens çekir­
deği ise beyin yarıkürelerimizin iç kısmında yer alan, bilinç dışı
(korteks altı) sistemlere aittir. Bu bölgeler, aynı zamanda madde
bağımlılığı gibi kişinin kontrolünü ele geçiren diğer durumlarda
da aktifleşen ve aktif hale geldiklerinde kişiye "ödüllendirilmişlik"
duygusu veren "ödül sistemi"nin en önemli parçalarıdır.

Aşık olma durumunda, aşık olunan kişi ve o kişiyle ilgili hemen her
şeyin sürekli zihni işgal etmesi ve zihnin her vesileyle aşık olunan
kişi ile uğraşması, maşuku düşünme sırasında bu merkezler tara­
fından sağlanan "ödüllendirilme" hissiyle doğrudan ilişkilidir. İn­
san, aşkını düşündükçe kendisini ödüllendirilmiş hisseder, daha
mutlu olur ve gittikçe onu daha fazla düşünmeye başlar. Dünya­
nın en tatlı kısır döngülerinden biri herhalde budur!
• 1 KİMSENİN BILEMEYECEGİ ŞEYLER

RESİM 4: Hipotalamus

Bedenin orkestra şefi: Hipotalamus

Bedenimizin hayatta kalmasını sağlayan milyonlarca farklı siste­


min ahenk içinde çalışması için merkezi bir kontrol sistemine ih­
tiyaç var. Özellikle kan dolaşımımıza salgılanarak vücuttaki bütün
sistemlerin eş güdümlü çalışmasını sağlayan hormon sistemimizi
en üst düzeyde kontrol eden beynimizdeki hipotalamus bölgesi, 3
gramdan daha az bir ağırlığa sahip minicik bir beyin parçası olma­
sına rağmen inanılmaz işler başarır, Vücudumuzda meydana ge­
len ve bizi hayatta tutan bütün işlemlerin en üst kontrol merkezi
olan hipotalamus, açlık tokluk hislerimizden vücudumuzun su ve
tuz dengesine, cinsel itkilerimizden duygusal durumlarımıza ka­
dar hemen her şeyi kontrol edebilecek onlarca farklı merkez içerir.

Aşık beyinde hipotalamusun faaliyetinin arttığına dair önemli


bilgilerimiz mevcut. Yalnız burada ilginç bir istisna var: Roman­
ti k aşk ve cinsel istek durumlarında hipotalamusta bulunan bazı
özel bölgelerin faaliyetlerinde belirgin bir artış olurken, "anne aşkı

68
AŞK BEYİNDE Mİ, KALPTE Mİ? 1 •

(maternal love)" dediğimiz özel bağlılık durumunda hipotalamu­


sun uyarılmadığını görüyoruz. Yani annenin yavrusuna karşı his­
settiği o tutkulu bağlılık, beyinde aşkın diğer çeşitlemelerine göre
böyle bir farklılık arz ediyor. Buradan, hipotalamus uyarılmasının
aşkın cinsel kısmıyla ilişkisi olduğu sonucunu çıkartmamız müm­
kün hale geliyor.

Aşkın kimyasalları

Dopamin: Aşk duygusunun beyinde meydana getirdiği biyokim­


yasal değişiklikler hakkında oldukça fazla bilgimiz var. En iyi bil­
diklerimizin başında dopamin maddesinin artışı geliyor. Dopamin,
yukarıda bahsettiğimiz "ödüllendirilme" merkezlerinin kullandığı
bir kimyasal iletişim aracıdır ve bu sistemi uyaran her türlü hissi
durum gibi, aşk da dopamin düzeylerini artırır. Aynen madde ba­
ğımlılarında olduğu gibi dopaminin artışı, insanın zihnini gittikçe
şiddetlenen bir düzeyde aşık olduğu kişiye bağlar ve ona bağımlı
hale getirir.

Serotonin: Bir diğer madde, tokluk, ruh durumunun düzenliliği


ve mutluluk düzeyimizle yakından ilgili olan serotonin (5-hidrok­
sitriptamin) adlı kimyasal maddedir. Serotonin, aşkın ilk safha­
larında seviyesi belirgin şekilde azalan bir maddedir. Normalde,
serotonin azlığı insanlarda depresyona eğilimi artırır ve depres­
yonun en yaygın tedavi yöntemlerinde biri de serotonin seviyesini
artıran ilaçlardır. Aşık bir beyinde genellikle hakim olan "bulutlu
hava" hissi de muhtemelen bu serotonin eksikliğinden kaynakla­
nır ve bu "eksiklik", aşık olunan kişiyle bir araya gelerek tamam­
lanmak üzere, kişinin bütün zihinsel ve fiziksel mesaisini maşu­
kuna yöneltmesini sağlar.

NGF: Özellikle taze aşıklarda miktarının arttığını bildiğimiz bir


başka madde ise sinir gelişim faktörü olarak bilinen NGF (neuro
growth factor) adlı maddedir. Bu maddenin romantik duyguların
ortaya çıkmasında çok önemli bir aracı olduğu konusunda geniş
bir görüş birliği mevcut. NGF normal bir beyinde sinir gelişimini

69
• 1 KİMSENİN BİLEMEYECEGi ŞEYLER

uyaran ve sinir sisteminin arızalarının giderilmesini kolaylaştıran


etkilere de sahiptir. Dolayısıyla "aşkın insana iyi geldiğini" en azın­
dan NGF artışı bağlamında, biyolojik bir nedene bağlamak müm­
kün gözüküyor Aşksız cinsel dürtülerin hakim olduğu durum­
larda N GF artışı gözlenmiyor, onu da belirtelim.

Oksitosin: Bir insan aşık olduğunda, onu maşukuna bağlayan çok


kuvvetli hisler yaşadığını, ondan bir an bile ayrı kalmak isteme­
diğini biliriz. İnsanlar arasında bağlılığı sağlayan en önemli hor­
monlardan biri, beynimizin hipotalamus bölgesinden salgılanan
oksitosin adlı hormondur. Oksitosinin en bilinen özelliği, cinsel
birleşme sonrasında, doğumda ve doğum sonrası annenin süt sal­
gılamasında çok önemli fizyolojik roller üstlendiğidir. Ama oksi­
tosinin etkileri sadece bununla sınırlı değil. Birbirlerine sarılarak
selamlaşan, hatta sadece tokalaşan insanlarda bile oksitosin dü­
zeylerinin arttığını biliyoruz. Yani oksitosin, sadece cinsel duy­
gular açısından değil, insanların diğer iletişim yolları açısından
da birbirlerine bağlanmasını sağlayan bir kimyasal sinyal olarak
iş görüyor. Annenin bebeğine olan düşkünlüğünün büyük oranda
oksitosine bağlı olduğunu, oksitosin eksikliğinde bu duyguların
doğru dürüst yaşanamadığını biliyoruz. İşte aşk söz konusu oldu­
ğunda oksitosin hormonunun salgılanma miktarının artışı o yüz­
den bizleri şaşırtmamalı; aşık beyinde oksitosin, normal bir be­
yinden katbekat fazla salınarak, kişinin maşukuna bağlanmasını
sağlayan en önemli kimyasal altyapıyı oluşturuyor.

Vazopressin: Yaygın olarak bilinen ve fizyolojik işlevi açısın­


dan "vücuttan idrarla atılacak olan su miktarını kontrol eden"
vazopressin (diğer adıyla anti-diüretik hormon, ADH) hormonu,
aşık beyinden fazla salgılanan bir diğer madde. Vazopressin sa­
dece idrarla ilgili işler görmüyor, özellikle erkeklerde saldırgan­
lık davranışı ile doğrudan bir ilişkisi var. Saldırganlık sergileyen
hayvanlarda vazopressin miktarının arttığını biliyoruz. Muhte­
melen aşık bir beyinden fazlaca salgılanan vazopressin "aşkı için
her şeyi yapmayı göze alan" aşıkları ortaya çıkartan önemli kim­
yasal sinyallerden biri.

70
AŞK BEYİNDE Mİ. KALPTE Mİ? 1 •

Aşkın gözü kördür, hem de gerçekten!

Aşık bir beyinde normal bir beyine göre nelerin daha "farklı" sal­
gılandığını veya faaliyete geçtiğini kısaca gördük. Fakat aşık be­
yinde bir de, normal bir beyinde gayet sağlıklı bir şekilde faaliyet
göstermesine rağmen, aşk devreye girince faaliyeti azaltılan veya
durdurulan bölgeler var. Bunları da anladığımızda, aşkla ilgili kafa
karıştıran birçok davranışın temellerini daha iyi fark edebiliyoruz.

Ön beynin baskılanması yahut "aşka bağlı akıl tutulması"

Aşık insanların beyinleri üzerinde yapılan görüntüleme çalışmala­


rının ortaya koyduğu en ilginç sonuçlardan biri, beynin ön (frontal)
bölgelerinde yer alan "akıl yürütme" ve "planlama" ile ilişkili bölge­
lerde izlenebilen baskılanma. Aşık bir beyinde, akılcı ve eleştirel dü­
şünmeyle ilgili ön beyin bölgeleri büyük oranda devreden çıkmakta.

Bu bölgelerin baskılanması, aşık bir insanda bize çok tanıdık ge­


len olayların açıklanmasını kolaylaştırıyor: Aşık olan insan, maşu­
kunun kusurlarını görmeme, iyilik ve güzelliklerini ise alabildiğine
abartma eğilimindedir. Kritik düşünme yetisi zihnini çoktan terk
etmiş olduğu için, aslında gayet normal bir insan olan maşukunun
her hareketinde bir hikmet aramaya, her halinden güzellikler dev­
şirmeye başlar. Böylece aşık zihin, adeta maşukunu güzellemeye
adanmış bir çalışma sistemine döner. Ayrıca sakar aşık kalıbını bi­
lirsiniz; aşık olan kişi, özellikle aşık olduğu insanla karşılaştığında
eli ayağı birbirine dolanır, normalde yapmayacağı bir sürü saçma
hareketi ardı ardına sergilemeye başlar. İşte bu "hareket koordi­
nasyonsuzluğu" muhtemelen, bazı aşıklarda beynin ön kısmındaki
baskılamanın çok geniş olması nedeniyle, vücut hareketlerini plan­
layan frontal bolgeleri de etkisi altına almasından kaynaklanabilir.

Aşık bir beynin mantıklı düşünme bölgelerinin baskılanmasıyla il­


gili ilginç bir bulgu daha var: Aşık insanlardaki bu akıl tutulması,
sadece aşık olunan kişi söz konus u olduğunda geçerli. Aşık kişi­
ler, meslekleri veya hayatın diğer alanlarıyla ilgili kararlar alırken
akılcılıklarından pek bir şey kaybetmiyor. Yani onun aklını başın­
dan sadece maşuku alabiliyor.

71
� I KİMSENİN BİLEMEYECEGİ ŞEYLER

RESİM 5: Aşık bir beyinde, aşık olunan kişinin resimlerine bakarken faaliyetleri
baskılanan bölgelergri ve açıkgri renklerlegösteriliyor. Özellikle beynin ön-sol tarafındaki
alanın baskılanması ilginç; zira bu alan, "beğenilmeme-tiksinme" durumundafaaliyeti
artan alanlardan biri ve bu durumda tam tersi bir etki (hayranlık?) göze çarpıyor (S.
Zeki; () The neurobiology oflove. FEBS Letters, , ).

RESİM 6: Anne aşkı (maternal) ve romantik aşk durumlarında baskılanmaya


uğrayan (faaliyetleri azaltılan) beyin bölgelerinin işlevsel MRJ'da görünüşü (açık
ve koyu gri renklerle işaretlenmiş bölgeler baskılanma düzeyini gösteriyor). mt:
orta şakak lobu; op: arkakafa ve yankafa (oksipital-parietal) loblar arasındaki
sınır; tp: temporal kutup; LPF: lateral prefrontal korteks. Özellikle LPF olarak
işaretlenmiş, beynin ön bölümündeki alanların eleştirel akıl yürütmeyle ilgili
alanlar olması dikkat çekici (S. Zeki; () The neurobiology of love. FEBS
Letters, , ).

72
AŞ K BEYİNDE Mİ, KALPTE Mİ? J �

Cesur aşıklar

Aşık beyinde faaliyetlerinin baskılandığını bildiğimiz bir başka


bölge "amigdala" adlı korteks altı bir bölgedir. Amigdala, hisleri­
mize yön veren "Limbik sistem" adlı sistemin önemli bir parçasıdır.
Latince "badem" anlamına gelen ismini, beynin şakak (temporal)
loblarının içine gömülmüş badem biçimli yuvarlak bir bölge olma­
sından alır. Amigdala; korku, öfke ve fobiler gibi şiddetli duygula­
rın hafızalarını depolayan ve bu duygularla ilişkili davranış kalıp­
larını yöneten en önemli bölgelerden biridir. Aşık beyinde amigdala
bölgesinin faaliyetinin baskılanması, özellikle korku duygusunun
azalmasını, kişinin normalde girmeyeceği risklere girmesini sağlar.
Bu sayede "gözü pek aşık" modeli, aşkın bir yan etkisi olarak, be­
yinde kendiliğinden ortaya çıkıverir. Amigdalanın faaliyetini bas­
kılay:m bir diğer bilindik durum ise cinsel birleşmenin orgazm saf­
hasını la, erkeklerde meydana gelen boşalma (ejekülasyon) anıdır.

RESİM 7: Hem erkeklerde hem de kadınlarda anne aşkı (açık gri) ve romantik
aşk (koyu gri) sırasında aktifleşen bölgelerin görüntüleri. Çakışan birçok bölge
olduğu gibi, gerek maternal gerekse romantik aşka özel bölgelerin varlığı da dikkat
çekiyor. Kısaltmalar: aC: Ön singulat korteks; aCv: aC'nin ventral bölümü; C:
Kaudat çekirdek; 1: İnsula; S: Striatum; PAG: Periakuaduktal gri madde (bu bölge
beyne giden ağrı duyusunun engellenmesinde de görev alır); Hi: Hippokampus
(S. Zeki; () The neurobiology of love. FEBS Letters, , ).
• 1 KiMSENİN BİLEMEYECEGİ ŞEYLER

Aşk ölür mü?

Aşk duygusunun alevlendiği ilk dönemler, dopamin, NGF ve vazop­


ressin gibi kimyasalların arttığı, serotoninin azaldığı ve beyin kim­
yasının köklü bir biçimde değiştiği bir garip durumu karşımıza çı­
kartıyor. Peki, yıllar süren birlikteliklerden sonra bu duygular nasıl
normale dönüyor yahut zaman geçtikçe aşk ölüyor mu?

Aşkın ilk başta gözlenen ateşli safhaları, aradaki muhtelif engelle­


rin aşılarak maşukla bir olunmasını sağlayacak gücü insana ver­
mesi bakımından elbette önemli. Fakat şu da bir gerçek ki bu tip
kuvvetli duyguların bir ömür boyu insanları etki altına alması, bi­
yolojimiz açısından pek faydalı bir durum olmayacaktır. Aşık olan
insan, aşık olduğu kişiyle kalıcı bir birliktelik sağlamaya ve cin­
sel itkilerden kaynaklanan arzularını tatmin etmeye başladıktan
sonra, aşkın dönüşmeye başladığını görüyoruz.

Uzun süre devam eden birlikteliklerde ve başarılı evliliklerde, yu­


karıda saydığımız "aşık beyin" bulgularından birçoğunu bulamı­
yoruz. Ama görebildiğimiz bir şey var: Bu insanlar, birbirleri ol­
madan yaşamayı düşünmüyorlar. Erkek ve kadın, uzun süreli ve
başarılı bir birlikteliğin ardından tek bir bütünün parçaları ola­
rak davranmaya başlıyorlar. Kısacası aşk ölmüyor ama "dönüşü­
yor". İlk dönemlerde hislerin etkisi, yani Limbik sistemin komut­
ları altında gerçekleşen "aşkın bacayı sardığı" haller, yıllar içinde
beynin daha üst merkezleri tarafından yönetilen akılcı, insani, üst
,
seviyeli bir birlikteliğe dönüşüyor.

Bu dönüşümün gerçekleşmediği durumlarda "Aşkımız bitti" gibi


gerekçelerle çiftlerin birbirlerinden ayrıldıklarını sıklıkla görebi­
liyoruz. Bunun en muhtemel nedeni, insanların çoğunun maşu­
kuna değil, aşkın o ilk safhalarındaki heyecana aşık olmaları. Ay­
nen tehlikeli sporlara tutkun adrenalin bağımlıları gibi, insanların
önemli bir kısmı, beynin bu çocuksu itkilerine gem vurma konu­
sunda isteksiz davranıyor ve her yaşta o "liseli aşk heyecanı" di­
yebileceğimiz heyecanı aramaktan kendilerini alıkoyamıyor. in­
san zihni, maşukunun peşinden gidiyor ve onu kaybetmeye kolay
kolay dayanamıyor.
AŞK BEYİNDE Mİ. KALPTE Mİ? 1 IJ

Bütün bunların anlamı ne?

Aşkın sinirbilimsel temellerine dair bu (olabildiğince) kısa özetten


sonra, bunların her birimiz için ne anlama geldiğini düşünmemiz ge­
rekiyor. En başta "Bu mantıksız görünen durumlar bize nasıl bir fayda
sağlıyor?" diye sormuştuk. Cevap oldukça basit: Aşkın "taze" ve "alevli"
olduğu dönemlere dair yukarıda sıraladığımız ilginç zihinsel durum­
lar, aşıkların bir araya gelmesini sağlayacak çok önemli itkileri ortaya
çıkarmakta. Bu itkiler sayesinde, insan türünün devamını sağlayacak
cinsel birleşme ve dünyaya yeni bireyler kazandırma yolunda üzeri­
mize düşen görevi büyük bir iştiyakla yerine getirebiliyoruz.

insanın aklını alan, elini ayağına dolaştıran bu garip his, yani aşk,
türümüzün devamını sağlamaya yönelik en önemli mekanizmalar­
dan biri. Bu mekanizmaların doğru çalışmadığı insanlar, genlerini
aktarma yeteneğinden mahrum kalacakları için, bu bozuklukla­
rını da gelecek nesillere aktarma şansları düşük. Milyonlarca yıldır
aynı kanunlar işlediği için, bugün aşk denen duygu karşısında ne­
redeyse hepimiz aynı çaresizliği yaşıyoruz. İyi ki de yaşıyoruz, bu
sayede (sayıları maalesef gittikçe azalsa da) mutlu yuvalarda sağ­
lıklı zihinlerle çocuklarımızı yetiştirebilme yeteneğimizi halen mu­
hafaza edebiliyoruz.

Elbette kültürel değişimin bizi biyolojik yasalarımızdan uzağa sa­


vurduğu birçok durum arasında, aşk ve birliktelikler de paylarına
düşeni alıyorlar. Çarpıtılmış estetik algılar, kozmetiklere boğulmuş
insanlar, hislerine değil de kendilerine belletilmiş kalıplara göre ya­
şamaya mecbur kalmış topluluklar, bizi biyolojimize yerleştirilmiş
bu paha biçilmez yetenekleri kullanamaz ve onlardan fayda devşire­
mez hale getiriyor. Halbuki milyonlarca yıllık yaşam planından edi­
nilmiş bilgeliğin yanında günlük modaların ne kadar önemsiz oldu­
ğunu bir fark edebilsek, mutluluk dediğimiz kelimenin anlamını çok
daha iyi kavrayabileceğiz.

� •
GERÇEK "MATRIX" Mİ?

"Gerçeklik, pek kalıcı olsa da sadece bir ya nılsamadır."


Albert Einstein

Ş imdi birkaç dakikalığına dikkatimizi kendimize çevirelim; yani


bu satırları okuyan size

Şu an sanırım bu sayfalarda yazılmış olan yazıları okumaktasınız

Sayfanızdan gözlerinizdeki retina tabakasına saçılan ışık ışınları,


retinanızda bulunan ışık algılayıcı hücreler tarafından akıl almaz
bir hızla elektrik sinyallerine çevriliyor. Bütün duyu algılayıcı or­
ganlarımızdaki gibi, gözün işi de dışarıdan gelen ışık sinyallerini
beynin anlayabileceği elektriksel akımlara dönüştürmektir. Bu
elektrik sinyallerini işleyen ve gözün retina tabakasında bulunan
bir dizi girift hücreden oluşan şebekeler, ışık ve gölge gibi temel
görsel bileşenlerden oluşturdukları sinirsel şifreleri özel sinir hüc­
relerine aktarıyor. Bu sinir hücreleri oluşturulan elektriksel sin­
yalleri önce beynin iç kısımlarındaki ara istasyonlara, sonra da en
arka kısmındaki "oksipital" bölgede bulunan görmeyle ilgili beyin
kabuğu alanlarına iletmekle görevliler.

Gözünüzden, beyninizin arka kısmına gidene kadar birkaç yere de


uğrayan bu sinyallerden (sayfadaki parlamalar, yansımalar, ışık/
gölge değişiklikleri, odaklandığınız nesne dışındaki görüntüler, göz
küresinin titreşimlerinden kaynaklanan sarsılma ve bozulmalar
gibi) sizin için o anda "gereksiz" olanların, detaylı bir süzme işle­
mine tabi tutularak, bilincinize ulaşmaları ve sizi meşgul etmeleri
engelleniyor (ama isterseniz onların da farkına varabiliyorsunuz,
sadece dikkatinizi o detaylara yönlendirmeniz yeterli).
GERÇEK "MATRİX" MI? 1 q

RESİM 8: Gözlerinize düşen elektrik sinyallerinin beynin arka (oksipital)


bölgesine gidene kadar izlediği yolların ileri derecede basitleştirilmiş bir şeması.
Beyinden alınmış yatay bir dilim üzerindeyollar ve ana duraklar/değerlendirme
noktaları gösterilmekte.

Bu sinirsel bilgiler ana hedefe, yani beyninizin arka kısmındaki


görme alanına ulaştığında daha önce öğrenmiş olduğunuz veri­
lerle karşılaştırılıyor. Okuduğunuz kelimeler, hafızanızdaki kalıp­
larla kıyaslanırken mucizevi bir şeyler oluyor ve siz, okuduğunuz
şu metni anlayabiliyorsunuz.

Dikkat ettiyseniz ışık ve gölgeler, gözünüzün retina tabakasına


ulaştıktan sonra, artık tamamen elektriksel sinyallere dönüştürü­
lerek, hiçbir durumda ışığın ulaşmadığı, kafatası içinde tam bir ka­
ranlık içinde bulunan beyin bölgeleriniz tarafından "görüntü" ola­
rak tanınıyor. Yani beyninize ulaşan sinyal sadece bir seri elektrik
akımı olduğu halde "görebiliyorsunuz".
q 1 KİMSENiN BİLEMEYECEGİ ŞEYLER

Motor
Broca Korteks Wernicke

RESİM 9: Okunan (A) ve işitilen (B)


kelimelerin beyinde anlamlandınlması
için beynin izlediği temel yollar. A:
Görmeyoluylagelen sinyaller beynin arkıı
bölgesine aktanlır. Buradan, "Wernicke
alanı" denilen özel "anlamlandırma
alanı"na aktarılan veriler, daha
sonra, konuşma hareketlerinin
Görme planlanmasının yapıldığı "Broca
Ala nı alanı"nagönderilir. Buradan da motor
beyin alanları vasıtasıyla, okunan
kelimelerin sesli olarak ifadesi veya
okunan kelimelerin anlamlarına
ilişkin konuşmalar gerçekleştirilir.
B: Aynı yol, işitme sistemiyle lisan
Motor İşitme
Korteks Alanı Wernicke algılanması için de geçerlidir. Tek
fark, işitme verilerinin beynin arka
bölgesine değil, şakak Zobu (temporal
lob) dediğimiz bölgedeki işitme
alanına gitmesidir. Buradan sonra
yine Wernicke ve Broca alanları,
anlamlandırma ve ifade işlemlerini
gerçekleştirir. Bunlar "temel yollar'
olup, gerçek mekanizma çok daha
karmaşıktır.

78
GERÇEK "MATRİX" Mİ? 1 q

Sadece görme duyunuz için değil, tüm duyularınız için bu durum


geçerli. Dokunma, tatma, sıcak-soğuk, titreşim algılama, işitme,
basınç, ağrı Aklınıza gelebilecek tüm duyular, iç veya dış ortam
sinyallerini uygun elektriksel sinyallere dönüştüren algılayıcılar
(reseptörler) sayesinde algılanıyor. Kısacası, algılamanızın mer­
kezi olan beyninizin içinde, gezinen minik elektrik akımlarından
başka bir şey yok.

Peki, bu elektriksel sinyaller nasıl oluyor da birbirleriyle karışmı­


yor? Bu sinyallerin her biri, beynin belli bir bölgesine ulaştırılmak
üzere birbirinden tamamen yalıtılmış mikroskobik kablolar aracı­
lığıyla yönlendiriliyor ve böylece, mesela kulağınızdan yola çıkan
işitme sinirlerinizden gelen veriler beyninizin şakak (temporal)
lobuna, gözlerinizden gelenlerse arka beyin (oksipital) lobunuza
gönderiliyor. Bu "yer ilkesi" sayesinde, beyniniz hangi verinin ne­
reden geldiğini anlayıp ona göre yorumlayabiliyor.

Bir düşünce deneyi

Şimdi, ilk okuyuşta garip gelebilecek bir düşünce deneyi yapalım:


Gerçekte mümkün olmamasına rağmen, örneğin görme sinyalle­
rini beyne taşıyan görme sinirlerini, normalde gittikleri yer olan
beynin arka lobundan çıkartıp, tat almayla ilgili beyin bölgesine
bağladığımızı düşünelim. Bu durumda ne olur? Gözünüzden ışık
uyarılarıyla oluşturulan elektriksel sinyaller, tat bölgesine gide­
rek sizde "değişik tat" hisleri uyandıracaktır.

Bütün duyular için aynı düşünce deneyini yapabilirsiniz. Yani ger­


çekte bu deneyi yapmak mümkün olsaydı "sesin rengini", "ağrının
sesini", "kelimelerin tadını" vs. hissedebilecektik Duyuları bildi­
ğimiz normal yollar dışında algılayan "sineztezi" sahibi insanlarda
olan durum, burada hayal ettiğimiz duruma çok benziyor. Bu in­
sanlar sayıları renk, sesleri koku, notaları tat olarak algılayabili­
yorlar. Bugün hala mekanizmasını tam olarak çözemediğimiz bu
hadise, beynin algı yapısının ne kadar derin bir potansiyel barın­
dırdığını bize sürekli yeniden hatırlatıyor.
4' 1 KİMSENİN BİLEMEYECEGİ ŞEYLER

Benzer tecrübelerin, beyin ameliyatları sırasında, bilinci açık has­


taların değişik beyin bölgelerine verilen elektriksel uyarılarla kay­
dedilebildiğini biliyoruz. Beynin içinde "ağrı" algılayıcıları bulun­
madığından, beyin ameliyatları sırasında sadece kafa derisi ve
kemikleri uyuşturulan insanların beyinlerinde, onlarla sohbet ede­
rek birçok işlemi gerçekleştirmek mümkündür. Beynin farklı yer­
lerine verilen minik elektrik akımları, kişilerin farklı hisler dene­
yimlemelerine ve istemsiz olarak hareket etmelerine veya sözler
söylemelerine neden olabilmektedir. Çünkü beyin, kendisine gelen
sinyalin kaynağından habersizdir ve sadece kendisine geleni de­
ğerlendirmekle yükümlü bir organdır.

Dış dünya?

"Dış dünya" dediğimiz algılar bütünü, beynimizin, kendisine çeşitli


alıcılardan gönderilen elektriksel sinyalleri yorumlaması esasına
dayanır. Dahası bu alıcıların kapasiteleri oldukça sınırlıdır. Söz­
gelimi, gözünüzdeki algılayıcılar, tüm elektromanyetik tayfın çok
küçük bir bölümü olan ve adına "görünür ışık" dediğimiz
nanometrelik dalga boyuna sahip ışınları içeren dar bir aralığı al­
gılayabilecek şekilde ayarlanmıştır, onun dışındaki uyarıları algı­
layamazlar. Kulağınızdaki işitme algılayıcıları saniyede
devir (Hertz) frekansındaki sesleri algılayabilir. Aynen bu gibi, be­
denimizden zihnimize bilgi sağlayan tüm algılayıcıların benzer bir
aralığı, yani sınırlılığı vardır. Neticede bu algılayıcıların kabiliyeti
nispetinde içimizde inşa ettiğimiz "gerçeklik", dış dünyanın ancak
çok ufak, basit ve eğreti bir temsilinden ibarettir.

Bu tartışmasız gerçek üzerinde bir süre durup düşünmekte büyük


fayda var. Tüm bu basit ve temel bilgileri göz önüne aldığımızda,
gerçek dünyayı aslına yakın bir şekilde algılıyor olduğumuza inan­
mak, büyük bir safdillik olacaktır. Bilimsel verilerin bugün bize gös­
terdiği kadarıyla, dışımızdaki gerçekliğin, algıladığımıza göre çok
farklı olması yüksek bir olasılıktır. Hatta tarihli ünlü "Mat­
rix" filmindeki "sanal yaşamlar"ın oluşturulabilmesi için kuram­
sal herhangi bir engel yoktur. Önümüzdeki tek engel, halen nasıl

80
GERÇEK "MATRİX" Mi? 1 IJ

işlediğini bir türlü anlayamadığımız sinir sistemimizin ve bedeni­


mizin aklımızı çok aşan karmaşıklığıdır.

Şöyle bir varsayım, her ne kadar pratik uygulaması şu an itiba­


riyle imkansıza yakın olsa da, teorik olarak gayet geçerlidir: Vü­
cuttan ayrı bile olsa, hayatta tutulan bir beyin, uygun uyaranlar
sağlandığında kendisini farklı ortamlarda farklı deneyimler ge­
çiren bir canlı olarak algılayabilir. Yani siz şu anda, rahat koltu­
ğunda kitap okuduğu sanrısını yaşayan "kavanozdaki bir beyin"
olabilirsiniz! İşin kötüsü, bunun aksini ispatlamak için elinizde
çok fazla kanıt yok

Sağduyuya oldukça ters gelen bu sonuç, bilimin son yıllardaki geliş­


melerinden çıkan bir sonuçtur. Fakat bir taraftan bakıldığında hiç
de yeni değildir. Mesela büyük filozof Eflatun (Platon), ünlü "ma­
ğara" benzeşiminde, dünyadaki biçimlerin "idea"lara karşı bir ha­
yal nispetinde olduğunu anlatmak için, gerçeklik hakkındaki tek
bilgileri zincirlendikleri mağaranın duvarına vuran dış dünyanın
gölgelerinden ibaret olan ve o gölgeleri gerçekliğin kendisi zanne­
den bir mağara ahalisini örnek verir. Hayatları boyunca başka ger­
çeklik görmemiş bu insanlar için, mağaranın dışında renkli ve çok
boyutlu bir gerçeklik olduğu fikri, en basit tabiriyle "çılgınca"dır
fakat ne çare ki hiçbirinin bilmediği gerçek budur! Belki bazı fi­
lozoflar ve bilginler, dışarıda bir başka dünyanın varlığına ve göl­
gelerin sanallığına dair bazı kavrayışlar geliştirip öğretiler şekil­
lendirirler fakat mağaradaki sıradan insan için tek gerçeklik, o
mağara duvarındaki temsili gölgeler tiyatrosudur.

Modern sinirbilimlerinin bizi getirdiği nokta, birçok düşünürün,


mutasavvıfın ve kadim bilginin daha evvelden hissettikleri şüp­
helerin bir kez daha doğrulanmasından ibarettir. Dış dünya dedi­
ğimiz şey, çok sınırlı algılayıcılarımızın gönderdiği sinyallerden
yola çıkarak "beyin" dediğimiz organ tarafından oluşturulan bir
görüntüden ibarettir. Bu görüntünün aslını maalesef henüz kimse
göremedi.

81
• 1 KİMSENİN BİLEMEYECEGİ ŞEYLER

Benzer tecrübelerin, beyin ameliyatları sırasında, bilinci açık has­


taların değişik beyin bölgelerine verilen elektriksel uyarılarla kay­
dedilebildiğini biliyoruz. Beynin içinde "ağrı" algılayıcıları bulun­
madığından, beyin ameliyatları sırasında sadece kafa derisi ve
kemikleri uyuşturulan insanların beyinlerinde, onlarla sohbet ede­
rek birçok işlemi gerçekleştirmek mümkündür. Beynin farklı yer­
lerine verilen minik elektrik akımları, kişilerin farklı hisler dene­
yimlemelerine ve istemsiz olarak hareket etmelerine veya sözler
söylemelerine neden olabilmektedir. Çünkü beyin, kendisine gelen
sinyalin kaynağından habersizdir ve sadece kendisine geleni de­
ğerlendirmekle yükümlü bir organdır.

Dış dünya?

"Dış dünya" dediğimiz algılar bütünü, beynimizin, kendisine çeşitli


alıcılardan gönderilen elektriksel sinyalleri yorumlaması esasına
dayanır. Dahası bu alıcıların kapasiteleri oldukça sınırlıdır. Söz­
gelimi, gözünüzdeki algılayıcılar, tüm elektromanyetik tayfın çok
küçük bir bölümü olan ve adına "görünür ışık" dediğimiz
nanometrelik dalga boyuna sahip ışınları içeren dar bir aralığı al­
gılayabilecek şekilde ayarlanmıştır, onun dışındaki uyarıları algı­
layamazlar. Kulağınızdaki işitme algılayıcıları saniyede
devir (Hertz) frekansındaki sesleri algılayabilir. Aynen bu gibi, be­
denimizden zihnimize bilgi sağlayan tüm algılayıcıların benzer bir
aralığı, yani sınırlılığı vardır. Neticede bu algılayıcıların kabiliyeti
nispetinde içimizde inşa ettiğimiz "gerçeklik", dış dünyanın ancak
çok ufak, basit ve eğreti bir temsilinden ibarettir.

Bu tartışmasız gerçek üzerinde bir süre durup düşünmekte büyük


fayda var. Tüm bu basit ve temel bilgileri göz önüne aldığımızda,
gerçek dünyayı aslına yakın bir şekilde algılıyor olduğumuza inan­
mak, büyük bir safdillik olacaktır. Bilimsel verilerin bugün bize gös­
terdiği kadarıyla, dışımızdaki gerçekliğin, algıladığımıza göre çok
farklı olması yüksek bir olasılıktır. Hatta tarihli ünlü "Mat­
rix" filmindeki "sanal yaşamlar"ın oluşturulabilmesi için kuram­
sal herhangi bir engel yoktur. Önümüzdeki tek engel, halen nasıl

80
GERÇEK "MATRİX" Mİ? 1 �

işlediğini bir türlü anlayamadığımız sinir sistemimizin ve bedeni­


mizin aklımızı çok aşan karmaşıklığıdır.

Şöyle bir varsayım, her ne kadar pratik uygulaması şu an itiba­


riyle imkansıza yakın olsa da, teorik olarak gayet geçerlidir: Vü­
cuttan ayrı bile olsa, hayatta tutulan bir beyin, uygun uyaranlar
sağlandığında kendisini farklı ortamlarda farklı deneyimler ge­
çiren bir canlı olarak algılayabilir. Yani siz şu anda, rahat koltu­
ğunda kitap okuduğu sanrısını yaşayan "kavanozdaki bir beyin"
olabilirsiniz! İşin kötüsü, bunun aksini ispatlamak için elinizde
çok fazla kanıt yok

Sağduyuya oldukça ters gelen bu sonuç, bilimin son yıllardaki geliş­


melerinden çıkan bir sonuçtur. Fakat bir taraftan bakıldığında hiç
de yeni değildir. Mesela büyük filozof Eflatun (Platon), ünlü "ma­
ğara" benzeşiminde, dünyadaki biçimlerin "idea"lara karşı bir ha­
yal nispetinde olduğunu anlatmak için, gerçeklik hakkındaki tek
bilgileri zincirlendikleri mağaranın duvarına vuran dış dünyanın
gölgelerinden ibaret olan ve o gölgeleri gerçekliğin kendisi zanne­
den bir mağara ahalisini örnek verir. Hayatları boyunca başka ger­
çeklik görmemiş bu insanlar için, mağaranın dışında renkli ve çok
boyutlu bir gerçeklik olduğu fikri, en basit tabiriyle "çılgınca"dır
fakat ne çare ki hiçbirinin bilmediği gerçek budur! Belki bazı fi­
lozoflar ve bilginler, dışarıda bir başka dünyanın varlığına ve göl­
gelerin sanallığına dair bazı kavrayışlar geliştirip öğretiler şekil­
lendirirler fakat mağaradaki sıradan insan için tek gerçeklik, o
mağara duvarındaki temsili gölgeler tiyatrosudur.

Modern sinirbilimlerinin bizi getirdiği nokta, birçok düşünürün,


mutasavvıfın ve kadim bilginin daha evvelden hissettikleri şüp­
helerin bir kez daha doğrulanmasından ibarettir. Dış dünya dedi­
ğimiz şey, çok sınırlı algılayıcılarımızın gönderdiği sinyallerden
yola çıkarak "beyin" dediğimiz organ tarafından oluşturulan bir
görüntüden ibarettir. Bu görüntünün aslını maalesef henüz kimse
göremedi.

81
ti 1 KİMSENİN BİLEMEYECEGİ ŞEYLER

Kuramsal olarak gerçekliğin "gerçek" yapısını anlamanın bir yolu


varmış gibi gözüküyor: Eğer bu yorumlamayı tamamen beyin ya­
pıyorsa, beynin çalışma sistemini tam olarak anladığımızda belki
de gerçekliğin doğası hakkında çok daha fazla şey öğrenebileceğiz.

Gerçek mi, oyun mu?

İnsanların bilgilerinin ve algılarının belli sınırları olduğu, bugünkü


bilim tarafından kesin bir şekilde ortaya konmuştur. Öyle ki bili­
min derin dallarında uğraş veren -özellikle teorik dallardaki- bi­
limciler, (bilimin artık tamamlandığını düşünmeye başlayan
yüzyıl sonu bilimcilerinin aksine) aynen ilk ve ortaçağ filozofları
gibi gerçekliğin "aslı" konusunu tartışır hale gelmişlerdir. İnsanın
evren hakkındaki tüm bilgisinin, temelde, duyu organlarını uya­
ran bazı dış unsurların yarattığı minik elektrik akımlarının, be­
yin dediğimiz o karmaşık organ tarafından değerlendirilmesi so­
nucu sahnelenen bir "oyun" olabileceği, gerçekliğin aslını belki de
hiç kavrayamayacak olmamız ihtimali, bilimin rutin sorunları ara­
sında yerini almış durumdadır. Bilhassa sinirbilimleri ve teorik fizik
alanında uğraş veren bilimciler, bu gibi "derin" sorunlara aşinadır.

Hepimiz bu kısıtlılıklarla donanmış durumdayız. "Zaman" ve "ent­


ropi" duvarları sayesinde, geçmiş ve gelecekle olan bağlarımız (fi­
zik yasaları gereği) kopartılmışken, şu anın içindeki verilerle yaşa­
mak zorunda kalıyoruz. Bu işleri kısıtlı araçlarla gerçekleştirmeye
çalışırken muhakkak ki "hata" yapıyoru_z.

Evrene ilişkin böyle bir düşünce (yahut gerçeklik anlayışı) çatısı


altında, bir insanın veya topluluğun çağlar ötesine uzanan birta­
kım fikirler ortaya koymasını beklemek veya onun ağzından de­
ğişmez gerçekleri duymayı ummak beyhude bir çabadır. Eğer bir
insan, "insanüstü" bir kaynaktan (peygamberler gibi) bilgi aldı­
ğını iddia etmiyorsa, o zaman nesnel ve nedensel aklıyla gerçek­
liğin sadece küçük bir kısmına sahip olabilecektir. Ve bu "küçük
parça", gerçeğin kendisini anlamaya yönelik tüm çabalarda hata­
lara sebep olabilecek cılız mı cılız, güçsüz mü güçsüz bir araçtır.

82
GERÇEK "MATRİX" Mİ? i '

Nitekim genellikle, her şeyi bildiğini savunarak ortaya çıkan veya


birçok şeyi açıklayacak geniş kapsamlı teoriler öneren kimseleri
ciddiye almama eğilimindeyizdir. Zaten bilim felsefesi açısından
bir kuramın tutarlılığı, çoğunlukla o kuramın "kapsamı" ile ters
orantılıdır. Fakat peygamber olduğunu söyleyen biri, birtakım aş­
kın gerçeklerden bahsediyorsa, bu durumda onu sınayabilmek için
herhangi bir "bilimsel" yöntemimiz yoktur. Bu durumda iki seçe­
nek kalır: İnanmak veya inanmamak

Fakat

Burada gözden kaçan çok sıkıcı bir "gerçek" var: Beyin dediğimiz
organ, yine aynı zayıf algımızla algılayabildiğimiz bilgilerden çıkar­
sadığımız bir "algı"dan ibarettir. Şimdiye kadar, gerek bu sayfalarda
gerekse yüzlerce yıllık araştırma ve düşünce tarihinde adına beyin
dediğimiz şey, temel duyu organlarımız aracılığıyla elde ettiğimiz
bu temsili bilginin bir yansımasından ibarettir. Aynen dışımızdaki
dünyayı zihnimizde oluşturduğumuz gibi, beynimizi ve zihnimizi de
aslında zihnimizin içinde şekillendirip anlamaya çalışıyoruz.

"Gerçek beyni" nasıl "görebileceğiz"? Hakkında her gün yeni bir bilgi
sahibi olduğumuz beynimizi anlamak için kullanabileceğimiz en kuv­
vetli araç, yine kendi beynimiz! Zira insan beyninden daha karmaşık,
daha girift bir şey bilmiyoruz ve bizzat o beynin kuralları ve sınır­
lılıkları ile bağlı olduğumuzdan, onu aşan bir algı seviyesine ulaşma
şansımız bildiğimiz yöntemlerle pek mümkün gözükmüyor. Duru­
mumuz, biraz kaba bir benzetmeyle bilgi işlem yapan bir bilgisaya­
rın "kendi varlığının mahiyetini" anlamasını beklememize benziyor.

Jostein Gaarder "Sofie'nin Dünyası" adlı kitabında bu açmazı şöyle


dillendiriyor: "İnsan beyni bizim anlayabileceğimiz kadar basit ol­
saydı, onu anlayamayacak kadar aptal olmamız gerekirdi.''8

Benim için en önemli sorun şu: Beyin kendi kendisini nasıl anla­
yacak?

Bazen sorular, cevaplardan daha çok şey anlatıyor insana

8 Jostein Gaarder, Sofıe'nin Dünyası, , Pan Yayıncılık, s.

83
SIRADAN HAYATLAR

"Birinin kahramanı olma k için süper güçlere ihtiyacınız yoktur."


Ricky Maye

i nsanoğlunun şaşırtıcı başarıları her daim gözlerimizi kamaş-


tırıyor; hatta kimi zaman adeta bizi bizden alıyor. Bir opera sa­
natçısının sesiyle dalıp çıktığı derinlikler, bir piyano virtüözünün
akıllara ziyan performansı, bir ressamın renklerle şiir yazışı, dün­
yanın tepelerinden korkusuzca kendini bırakan "basejumper"la­
rın tüyleri diken diken eden cesareti, hattatların göz yaşartan ya­
zıları, hafıza şampiyonlarının şaşırtıcı becerileri ve daha nice akıl
almaz insani başarılar, hayretten ağzımızı açık bırakıp bizi kendi­
lerine hayran ediyor.

İnsanların başarılı oldukları alanlar, kalıplar vardır. Kimisi ko­


nuşmada kimisi sporda kimisi bir sanat dalında kimisi politikada
yahut insan ilişkilerinde parıldar. Bir şeyler yapacağımız zaman
adettendir, mükemmelleri örnek alır, içten içe "onlar gibi" olmak
isteriz. Bu yolda kimi zaman yıllarımızı harcarız. Mesela bir kıs­
mımız, benim gibi, sevdikleri müziği sadece dinlemekle yetine­
mez, onu aynen hayran oldukları kişiler gibi, hatta onlardan da
iyi yapmaya heves eder.

Dehanın yüzde doksanının çalışmak olduğunu bildiğimizden, vak­


tin bereketli olduğu gençlik dönemlerinde "kendimizi gerçekleştir­
mek" adına zaman ve enerjimizin büyük çoğunluğunu bu çabalara
seve seve ayırırız. Amacımız, her ne yapıyorsak onunla, dünyada
parmakla gösterilecek "en"ler arasında zikredilmektir çoğu zaman.
Ama bu özenenlerin kahir ekseriyeti, "hayran oldukları o iş için
doğmamış" olduklarını bir süre sonra anlayıp yolun bir yerinde

84
SIRADAN HAYATLAR 1 •

vazgeçerler. Geride boşa harcanmış aylar, yıllar, umutlar ve çoğu


kez hatırı sayılır bir maddi harcama bırakarak

"Sıradan olmamak gerek" desem size, çoğunuz benimle aynı fi­


kirde olursunuz. "Sıradan olmamak lazım" argümanını onaylayan
insanlarla birlikte sıradanlaşmak pahasına bunu yaptığınızı bile
fark etmezsiniz çoğu zaman Sıra dışı olmanın gerekli bir şey ol­
duğu algısı, en "sıradan" algı tiplerinden biridir. Neden? Belki de
sıradanlığın zıddının sadece "farklı olmak" değil, aynı zamanda ve
hemen her zaman "başarılı olmak" gibi algılanmasından dolayı­
dır. Halbuki mesele hiç de öyle değildir. Sıradan olmamak için ha­
yatında sıradan gördüğü her şeye sırtını dönen ve böylece yıllar
boyu gözünün önündeki imkanlardan, hatta mucizelerden bihaber
yaşayan insanları tanısanız, sıra dışı olmaya çalışırken kaçırdık­
larınızı daha iyi anlayacaksınız, anlayacağız belki

Başarılı ve usta insanlara dikkat edin. Biz onları genellikle hep ba­
şarılı oldukları işlerle ve o işler bağlamında tanırız. Başka bir ha­
yatları olduğu, hayatlarının diğer alanlarında neler yaşadıkları pek
aklımıza gelmez. Onlar gibi olamayışımıza hayıflanırız bazen. Acaba

Sinan Canan

Sinan Canan

Prof. Dr. Sinan funduszeue.info
Doğum 25 Mart () (51&#;yaşında)
Altındağ, Ankara
Vatandaşlık Türk
MeslekAkademisyen, Biyolog, Sinirbilimci, Araştırmacı, Eğitimci , Yazar
Evlilik Bige Canan, Müge (Doğan) Canan
Çocuk(lar)

Aybike Canan

Metehan Canan

Melike Canan
Ebeveyn(ler)

Güzin Canan

Mustafa Canan

Sinan Canan, (d. Ankara), Türk biyolog ve sinirbilim uzmanı.

Hayatı ve eğitimi[değiştir

Dosya:Prof. Dr. Sinan funduszeue.info

Bu video, ekran görüntüsü veya sesli alıntı başlangıçta YouTube CC lisansı altında yüklendi.

Web sitelerinin durumları: "YouTube, kullanıcıların videolarını Creative Commons CC BY lisansı ile işaretlemelerine izin verir."

Yükleyiciye: Varsa orijinal dosyaya ve yazar bilgilerine bir bağlantı (URL) sağlamalısınız.

w:tr:Creative Commons
atıf

Bu dosya, Creative CommonsAtıf Uluslararası lisansı ile lisanslanmıştır

Şu seçeneklerde özgürsünüz:
  • paylaşım – eser paylaşımı, dağıtımı ve iletimi
  • içeriği değiştirip uyarlama – eser adaptasyonu
Aşağıdaki koşullar geçerli olacaktır:
  • atıf – Esere yazar veya lisans sahibi tarafından belirtilen (ancak sizi ya da eseri kullanımınızı desteklediklerini ileri sürmeyecek bir) şekilde atıfta bulunmalısınız.
funduszeue.info BY Creative Commons Attribution truetrue

nest...

çamaşır makinesi ses çıkarması topuz modelleri kapalı huawei hoparlör cızırtı hususi otomobil fiat doblo kurbağalıdere parkı ecele sitem melih gokcek jelibon 9 sınıf 2 dönem 2 yazılı almanca 150 rakı fiyatı 2020 parkour 2d en iyi uçlu kalem markası hangisi doğduğun gün ayın görüntüsü hey ram vasundhara das istanbul anadolu 20 icra dairesi iletişim silifke anamur otobüs grinin 50 tonu türkçe altyazılı bir peri masalı 6. bölüm izle sarayönü imsakiye hamile birinin ruyada bebek emzirdigini gormek eşkiya dünyaya hükümdar olmaz 29 bölüm atv emirgan sahili bordo bereli vs sat akbulut inşaat pendik satılık daire atlas park avm mağazalar bursa erenler hava durumu galleria avm kuaför bandırma edirne arası kaç km prof dr ali akyüz kimdir venom zehirli öfke türkçe dublaj izle 2018 indir a101 cafex kahve beyazlatıcı rize 3 asliye hukuk mahkemesi münazara hakkında bilgi 120 milyon doz diyanet mahrem açıklaması honda cr v modifiye aksesuarları ören örtur evleri iyi akşamlar elle abiye ayakkabı ekmek paparası nasıl yapılır tekirdağ çerkezköy 3 zırhlı tugay dört elle sarılmak anlamı sarayhan çiftehan otel bolu ocakbaşı iletişim kumaş ne ile yapışır başak kar maydonoz destesiyem mp3 indir eklips 3 in 1 fırça seti prof cüneyt özek istanbul kütahya yol güzergahı aski memnu soundtrack selçuk psikoloji taban puanları senfonilerle ilahiler adana mut otobüs gülben ergen hürrem rüyada sakız görmek diyanet pupui petek dinçöz mat ruj tenvin harfleri istanbul kocaeli haritası kolay starbucks kurabiyesi 10 sınıf polinom test pdf arçelik tezgah üstü su arıtma cihazı fiyatları şafi mezhebi cuma namazı nasıl kılınır ruhsal bozukluk için dua pvc iç kapı fiyatları işcep kartsız para çekme vga scart çevirici duyarsızlık sözleri samsung whatsapp konuşarak yazma palio şanzıman arızası

© 2024 Toko Cleax. Seluruh hak cipta.