هل يوجد سنة قبلية لصلاة العشاء / ISSN: e-issn: - PDF Free Download

هل يوجد سنة قبلية لصلاة العشاء

هل يوجد سنة قبلية لصلاة العشاء

Deniz TANSİ , “İsrail’in Orta Doğu’da Ulus Devlet Olma/Olmama Çelişkisi”, V. Uluslararası Orta Doğu Sempozyumu: Orta Doğu’da Tarih ve Kimliği Yeniden Okumak ( Nisan , İstanbul, Türkiye) İGÜ Yayınları, 13 Eylül V. Uluslararası Orta Doğu Sempozyumu

Özet: Birçok dini gelenekte olduğu gibi İslam’ın temel amacı, barışın dünyada ve tüm evrende tesis edilmesidir. İslam dini içinde barış, şiddetsizlik, çatışma çözümü ve eğitim konularında çok zengin kaynaklar bulunmaktadır. İslam dininin kutsal kitabı Kur’an-ı Kerim, Müslümanlar arasında çatışmaların barışçıl yollarla ve şiddetsizlik yöntemleri kullanılarak çözülmesini emreder. 11 Eylül sonrası dünyada İslami barış paradigması ve İslami barış eğitimi önemli konular olmuşlardır. Bu çalışmada, İslami barış paradigması ile ilgili olan cihat, sabır, adalet, ümmet, sulha, hicret, hoşgörü, kültürel çeşitlilik gibi kavramlar ele alınmıştır. Ayrıca çalışmada İslami barış ile ilgili olarak İslami adil savaş doktrini kısaca incelenmiştir. Çalışmanın diğer önemli katkısı İslami şiddetsizlik ve İslami barış eğitimi konusunda yeni yaklaşımları ortaya koymaktır. Çalışmanın ilk bölümünde İslam dininin kısa tarihi açıklanmıştır. İkinci bölümde, İslami barış paradigmasına odaklanılmıştır. Bu bölümde İslami barış kavramının anlaşılmasına yardımcı olabilecek sabır, hicret, kültürel çeşitlilik, hoşgörü, sulha, ümmet, qital, İslami savaş hukuku, İslami adil savaş gibi konular araştırılmıştır. Daha sonra İslam dünyası için önemi ve ihtiyacı her geçen gün artan İslami barış eğitimi konusu incelenmiştir. Bu çalışmanın temel varsayımı, İslami barış paradigması içinde barışa ulaşmak için savaşın gerekliliği ret edilmesi ile barış bilimi, şiddetsizlik yaklaşımı ve sivil itaatsizlik yöntemlerinin, İslami barış kavramının merkezinde olduğunun kabul edilmesidir. Son bölümde, İslami sosyal bilimleri, İslami etik ve İslami düşüncenin merkezinde yer alan barış, şiddetsizlik ve eğitim kavramlarına vurgu yapılmıştır. Anahtar Kelimeler: İslam, Barış, İslami Barış Eğitimi, İslami Barış Paradigması, İslami Şiddetsizlik.

Türkiye Cumhuriyeti Çukurova Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Temel İslam Bilimleri Anabilim Dali

ÇUKUROVA ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
TEMEL İSLAM BİLİMLERİ ANABİLİM DALI

ZENBİLLİZADE FUDAYL ÇELEBİ’NİN TENVΑU’L-USÛL ADLI ESERİNİN


TAHKİK VE DEĞERLENDİRİLMESİ

Ömer KORKMAZ

YÜKSEK LİSANS TEZİ

ADANA /
TÜRKİYE CUMHURİYETİ
ÇUKUROVA ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
TEMEL İSLAM BİLİMLERİ ANABİLİM DALI

ZENBİLLİZADE FUDAYL ÇELEBİ’NİN TENVΑU’L-USÛL ADLI ESERİNİN


TAHKİK VE DEĞERLENDİRİLMESİ

Ömer KORKMAZ

Danışman
Prof. Dr. Nasi ASLAN

YÜKSEK LİSANS TEZİ

ADANA /
Çukurova Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürlüğüne,

Bu çalışma, jürimiz tarafından Temel İslam Bilimleri Anabilim Dalında YÜKSEK


LİSANS TEZİ olarak kabul edilmiştir.

Başkan: Prof. Dr. Nasi ASLAN

(Danışman)

Üye: Doç. Dr. Hayri KAPLAN

Üye: Yrd. Doç. Dr. Hasan AKKANAT

ONAY

Yukarıdaki imzaların, adı geçen öğretim elemanlarına ait olduklarını onaylarım.

…/…/

Prof. Dr. Yıldırım Beyazıt ÖNAL

Enstitü Müdürü

Not: Bu tezde kullanılan özgün ve başka kaynaktan yapılan bildirişlerin, çizelge, şekil
ve fotoğrafların kaynak gösterilmeden kullanımı, sayılı Fikir ve Sanat Eserleri
Kanunu’ndaki hükümlere tabidir.
iii

ÖZET

ZENBİLLİZADE FUDAYL ÇELEBİ’NİN TENVÎʻU’L-USÛL ADLI ESERİNİN


TAHKİK VE DEĞERLENDİRİLMESİ

Ömer KORKMAZ

Yüksek Lisans Tezi, Temel İslam Bilimleri Ana Bilim Dalı

Danışman: Prof. Dr. Nasi ASLAN

Ocak, , Sayfa

İslam kültürünün yazılı kaynakları arasında “klasik eserler” diye anılan ilmî
çalışmaların önemli bir bölümü hâlen yazmalar halinde bulunmaktadır. Geçmişte
belirli bir alanda ilmî gelenek çerçevesinde kaleme alınan bu eserlerin metin neşrinin
yapılarak o alanda günümüz araştırmalarına konu edilmesi yeni tespitlere ve bilgilere
ulaşmada katkı sağlamaktadır. Bundan dolayı yazma eserler üzerinde çalışmak bir
açıdan geçmişe ait bir sorumluluğu yerine getirmek, gelecekteki ilmî çalışmalara
zemin hazırlamak anlamına gelmektedir. Söz konusu alan Fıkıh ve Fıkıh Usûlü olunca
karşımıza tarihten miras kalan ciddi bir yekûn çıkmaktadır.
Tezimizde Osmanlı dönemi fakîhlerinden Zenbillizade Fudayl Çelebi’nin
halen yazma halindeki Tenvîʻu’l-Usûl adlı eserini tahkik ederek Fıkıh Usûlü
alanındaki görüşlerini değerlendirdik. Bu alandaki düşüncelerinin anlaşılmasına ve
analizine yardımcı olacak tarzda müellifin biyografisine yer verdik.
Çalışmamız biri giriş olmak üzere dört bölüm ve sonuçtan oluşmaktadır.
Girişte tezin konusu, kapsamı, amacı ile ilgili bilgileri verdikten sonra araştırmada
izlenen metot ve teknikleri belirttik. İkinci bölümde, eserin müellifi Fudayl Çelebi’nin
hayatı, ilmi kişiliği ve eserleriyle ilgili elde ettiğimiz bilgileri değerlendirdik. Üçüncü
bölümde, müellifin kendisinden önceki usûl âlimlerinden istifade ettiği yahut onlardan
ayrıldıkları noktaları tespit ederek müellifin usûl anlayışını ortaya koymaya çalıştık.
Dördüncü bölümde, eserin nüshalarının tanıtımını yaptıktan sonra tahkikte izlediğimiz
metotları zikrederek tahkikli metne yer verdik. Sonuç bölümünde ise çalışmamız
neticesinde vardığımız sonuçlara dair genel bir değerlendirme yaptık.
Anahtar Kelimeler: Zenbillizade, Fudayl Çelebi, Cemali, Tenvîʻu’l-Usûl,
Fıkıh, Usûl
iv

ABSTRACT

EDITING AND REVIEWING ZENBİLLİZADE FUDAYL ÇELEBİ’S TANWİʻ AL-


USUL

Ömer KORKMAZ

Master Dissertation, Department of Basic Islamic Sciences

Supervisor: Prof. Dr. Nasi ASLAN

January, , Pages

Significant amount of scholarly studies known as classic books among the


written sources of Islamic culture are still in manuscript forms. Publishing these
manuscripts written in a specific field with the framework of a scholarly tradition will
contribute to new findings and data in the contemporary version of those fields. Thus,
working on the manuscripts is one’s responsibility to the past, and will form a basis
for the future studies. When the subject of the study field is Fiqh (Islamic Law) and
Fiqh al-usul (Methodology of Islamic Law) there is a heritage of a great number of
classics from the past.
In this dissertation, we edited the manuscript of Tanwiʻ al-usul which belongs
to faqih of Ottoman period, Zenbillizade Fudayl Çelebi, and evaluated his ideas on
Methodology of Fiqh. We also included his biography in order to help us understand
and analyze his ideas more clearly.
This study consists of an Introduction and three Sections and a Conclusion. In
the Introduction, important issues such as subject, scope, purpose, methods and
technics of the dissertation are covered. In the Second Section we evaluated the data
about the life of Fudayl Çelebi, his scholarly personality and his other works. In the
Third Section, we tried to signify and differentiate particular points the author
benefited from other methodologist before him. In the Fourth Section, we introduced
the copies of the manuscript and explained the methods we followed while editing it.
In the Conclusion, we evaluated the data and findings.

Key Words: Zenbillizade, Fudayl Çelebi, Cemâli, Tanwiʻ al-usul, Fiqh, Usul
v

ÖNSÖZ

Altı yüz yıllık hâkimiyeti boyunca Osmanlı Devleti siyasi, iktisadi ve içtimaî
alanda sayısız denilebilecek gelişmelere sahne olmuştur. Üç kıtada geniş topraklar
üzerinde çeşitli din, dil ve ırklara mensup insanların bu kadar uzun süre bir arada
yaşamaları, geniş bilgi ve tecrübelere sahip kabiliyetli, disiplinli ve aynı zamanda hoş
görülü idareciler sayesinde olmuştur. Bu idareciler arasında devlet ricâli bulunduğu
gibi ilim adamları da mevcuttur.
Osmanlı Devleti’ne hizmet etmiş Köprülü, Çandarlı gibi meşhur ve büyük
aileler vardır. Devlet yönetimine ve ilim hayatına önemli katkıları olmuş ailelerden
biri de meşhur şeyhülislâm ve müftü Zenbilli Ali Efendi ve onun oğlu Fudayl
Çelebi’nin mensup olduğu Cemâlî ailesidir. Bu aile, asırlar boyu devlet hizmetinde
bulunmuş muhtelif zamanlarda çeşitli ilmî ve idarî rütbeleri elinde tutmuş, müderris,
kazasker, vezir ve Şeyhülislam yetiştirmiştir.
Bu çalışmada Cemâlî ailesinin bir ferdi olan Fudayl Çelebi’nin hayatı, eserleri,
ilmî kişiliği ve Tenvîʻu’l-Usûl adlı eserin tahkikli metni oluşturularak bu eser
bağlamında Fıkıh Usûlü alanındaki görüşleri konu edilmiştir. Çalışmam esnasında
yardımlarını ve değerli zamanlarını esirgemeyen danışman hocam sayın Prof. Dr.
Nasi ASLAN’a, özellikle eserin bulunduğu kütüphaneler ve yazma nüshaların tahkiki
ile ilgili yaptıkları yardımlardan dolayı hocalarım Prof. Dr. Şükrü ÖZEN ve Doç. Dr.
Hayri KAPLAN’a teşekkür ederim. Yine tezin hazırlanma esnasında yardımlarını
esirgemeyen değerli çalışma arkadaşlarım Öğr. Gör. Fatih Orhan, Arş. Gör. Mustafa
Hayta ve Arş. Gör. Hasan Kayapınar’a şükranlarımı sunarım.

Ömer KORKMAZ
OCAK
vi

İÇİNDEKİLER

ÖZET iii


ABSTRACT iv
ÖNSÖZ v
KISALTMALAR xi

BİRİNCİ BÖLÜM

GİRİŞ

Tezin Konusu ve Kapsamı 1


Tezin Amacı 2
Araştırmada İzlenen Metot ve Teknikler 2

İKİNCİ BÖLÜM

FUDAYL ÇELEBİ’NİN HAYATI, İLMİ KİŞİLİĞİ VE ESERLERİ

Hayatı 3


Hocaları 5
Molla Salih Amâsî 5
Emirkulu Mevlana Şemseddin 6
Ebüssuûd Efendi 6
Evhadoğlu Hayreddin 7
Talebeleri 7
Ahmed b. Mahmud Bursevî 7
Abdurrahman Alemşah 8
Sunullah b. Cafer el-İmâdî 8
İlmi Kişiliği 9
Eserleri 10
vii

Tenvî‘u’l-usûl 10


Âdâbü’l-evsıyâ 10
ed-Damânât fi’l-fürû‘ 11
Risâletü’l-vezâ’if fi’n-nahv 11
Avnü’r-râ’id fî fenni’l-ferâiz 11

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

TENVÎʻU’L-USÛL ESERİNİN DEĞERLENDİRİLMESİ

Mukaddime (Fıkıh Usûlü’nün Tarifi, Mevzuu ve Gayesi) 12


Birinci Maksad: Deliller 13
Birinci Asıl: Kitap 13
Manaya Delâlet Eden Nazmın Kısımları 15
Manaya Vaz‘ İtibariyle Lafzın Kısımları 16
Hâs 16
Emir 19
Nehiy 29
Mutlak-Mukayyed 33
Âm 35
Cem‘-i Münekker 38
Müşterek 38
Manaya Delâleti İtibariyle Lafzın Kısımları 39
Zâhir 40
Nass 40
Müfesser 41
Muhkem 42
Hafî 43
Müşkil 44
Mücmel 45
Müteşabih 46
Kullanıldığı Mana İtibariyle Lafzın Kısımları 47
Hakikat 47
viii

Mecaz 48


Sarih 49
Kinâye 50
Lafız İle Manaya Vakıf Olma İtibariyle Lafzın
Kısımları 50
Dâll bi’l-İbâre (İbâresiyle Delâlet Eden
Lafız) 51
Dâll bi’l-İşâre (İşâretiyle Delâlet Eden
Lafız) 52
Dâll bi’d-Delâle (Delâletiyle Delâlet
Eden Lafız) 52
Dâll bi’l-İktizâ (İktizâsıyla Delâlet Eden
Lafız) 53
İkinci Asıl: Sünnet 54
Vahiy 55
Kavlî Sünnet 55
Hadisin Hz. Peygamber’e İttisalinin Beyanı 56
Râvi 57
Râvinin Hali 57
Râvînin Hadisi İşitme Hali 58
İşitilen Hadisin Mahalli (Konusu) 59
İnkıtâ‘ (Senette Kopukluk) 59
Taʻn (Cerh ve Taʻdil) 61
Hz. Peygamber’in Fiilleri 62
Hz. Peygamber’in Takrîrleri 62
Teznib 62
Tezyîl 62
Beyân-ı Takrîr 63
Beyân-ı Tefsîr 64
Beyân-ı Tağyîr 64
Beyân-ı Zarûret 65
Beyân-ı Tebdîl 65
Üçüncü Asıl: İcmâ 66
İcmâ’ın Tarifi 67
İcmâ’ın Rüknü 67
ix

İcmâ’ın Ehli 67


İcmâ’ın Şartı 67
İcmâ’ın Hükmü 68
Teznîb 68
Dördüncü Asıl: Kıyâs 69
Kıyâsın Tarifi 69
Kıyâs’ın Şartları 69
Kıyâs’ın Rükünleri 70
Kıyâs’ın Hükmü 70
İstihsân 70
Kıyâs’ın Def‘i 71
Muâraza ve Tercih 71
Tekmîl 72
İkinci Maksad: Hükümler 72
Birinci Asıl: Hüküm 73
Teklifî Hükümler 73
Vazʻî Hükümler 73
İkinci Asıl: Hâkim 73
Üçüncü Asıl: Mahkûmun Bih 74
Dördüncü Asıl: Mahkûmun Aleyh 74
Hâtime (İctihâd) 75

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

NÜSHALARIN TANITIMI, TAHKİKTE İZLENEN METOT VE TENVÎʻU’L-


USÛL’ÜN TAHKİKLİ METNİ

Nüshaların Tanıtımı ve Tahkikte İzlenen Metot 77


Çorum Hasan Paşa Kütüphanesi Nüshası 78
Süleymaniye Yazma Eser Kütüphanesi Nüshası 78
İzmir Tire Necip Paşa Kütüphanesi Nüshası 79
Tahkikte İzlenen Metot 79
Tahkikli Metin 81
x

SONUÇ
KAYNAKÇA
ÖZGEÇMİŞ
xi

KISALTMALAR

b. : ibn/oğlu

bkz. : bakınız

c. : cilt

DİA: Diyanet İslam Ansiklopedisi/Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi

krş. : karşılaştırınız

MEB: Milli Eğitim Bakanlığı

nşr. : neşreden

s. : sayfa

SBED: Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi

sy. : sayı

trc. : tercüme eden

trs. : tarihsiz

UÜİFD: Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi

Yay. : Yayınları

yy. : yayın yeri yok


1

BİRİNCİ BÖLÜM

GİRİŞ

Tezin Konusu ve Kapsamı

Fudayl Çelebi XVI. Yüzyılda yaşamış Osmanlı âlimlerinden biri olup birçok
ilmi ve idari vazifede bulunmuş, talebeler yetiştirmiş ve İslam Kültür ve Medeniyetine
eserleriyle katkıda bulunmuştur. Kaynaklarda ismi geçen eserlerinin çoğu yazma
halindedir.1 Bu eserlerinden birisi de fıkıh usûlüne dair kaleme aldığı Tenvî‘u’l-
usûl’dür. Tezimiz, Fudayl Çelebi’nin hayatı, ilmî kişiliği ve Tenvî‘u’l-usûl adlı
eserinin tahkik ve değerlendirilmesi ile sınırlı tutulmuş, dört bölüm olarak işlenmesi
planlanmıştır.
Birinci bölümde tezin konusu, kapsamı, amacını belirttik. İkinci bölümde,
eserin müellifi Fudayl Çelebi’nin hayatı, ilmi kişiliği ve eserleriyle ilgili elde ettiğimiz
bilgileri değerlendirdik. Üçüncü bölümde, eserin değerlendirmesini yaptık. Bu
bölümde müellifin kendisinden önceki usûl âlimlerinden istifade ettiği yahut onlardan
ayrıldıkları noktaları tespit etmek amacıyla mukayeseler yaparak müellifin usûl
anlayışını ortaya koymaya çalıştık. Hanefî usûl eserlerinin klasik metinleri kabul
edilen Pezdevî ve Serahsî’nin eserleri başta olmak üzere birçok esere müracaat
etmekle beraber Fudayl Çelebi’den bir asır önce yaşamış Molla Hüsrev’in Mirkâtü’l-
vüsul ve şerhi Mir’âtü’l-usûl eserlerini mukayesede çokça kullandık. Dördüncü
bölümde, eserin nüshalarının tanıtımını yaptıktan sonra tahkikte izlediğimiz metotları
zikrederek tahkikli metne yer verdik. Sonuç bölümünde ise genel bir değerlendirme
yaptık.

1
Tezimizin temel kaynağı olan Tenvî‘u’l-usûl adlı eserin Mısır’da bazı çalışmalara konu olduğu
duyumunu aldık. Ancak tüm çabalarımıza rağmen söz konusu çalışmaları elde edemedik. Buna
rağmen çalışmaları yapan kişilerle yaptığımız telefon konuşları sonucunda şu bilgilere ulaştık. I. Bu
çalışmalar eserin tümü üzerine yapılmayıp kısmîdir. II. Bu çalışmalarda eserin Türkiye’deki
nüshaları kullanılmamıştır. III. Bu çalışmalarda Tenvî‘u’l-usûl adlı eserin yine müellifi tarafından
yazılan şerhine (Tevsî‘u’l-vüsul) ulaşılamadığından kullanılmamıştır. Biz ise çalışmamızı eserin tümü
üzerine bina ederek müellifin usûl anlayışını bir bütün halinde değerlendirdik, çalışmamızı
Türkiye’deki nüshalar üzerinden yürüttük ve çalışmamızın özellikle değerlendirme bölümünde eserin
şerhinden oldukça istifade ettik.
2

Tezin Amacı

El yazma eserler ülkelerin en değerli kültür varlıkları arasında yer alır ve


bilim, sanat ve kültür araştırmalarında en otantik kaynaklar olarak görülür.
Bir eserin birden fazla kopyası söz konusu olduğunda yazma eser nüshaları
basma eserler gibi değildir. Farklı kişiler tarafından tek tek yazıldıkları ve çoğu kez
notlarla, tashihlerle çoğaltıldıkları için her bir nüsha yerine göre ayrı bir önem
kazanır. Buna ilaveten bilerek bilmeyerek yapılan yazım hataları, ilaveler, tekrarlar
vs. dolayısıyla farklılıklar ortaya çıkar.
İslam kültür ve medeniyetinin yazılı temel kaynaklarından birisi de Fıkıh ve
Fıkıh Usûlü metinleridir. Bu metinlerin doğru anlaşılması ve yorumlanması amacıyla
farklı dönem ve bölgelerde İslam âlimleri müstakil eserler telif etmişlerdir. Fudayl
Çelebi de bu İslam âlimlerinden birisidir. Bizim amacımız, bu değerli ilim adamının
ilmî şahsiyetini ortaya koyan ve halen yazma halindeki Tenvî‘u’l-usûl adlı eserini
tahkik etmek ve Fıkıh Usûlü açısından değerlendirerek ilim dünyasına tanıtmaktır.
Çalışmamızın amaçları arasında şu sorulara cevap aramak da yer almaktadır:
 Bu eser niçin yazılmıştır?
 Orijinal yönleri nelerdir?
 İslâm Hukuk Usûlü literatürü içinde nasıl bir konuma sahiptir?
 Kendisinden sonra yazılan eserleri içerik ve şekil yönünden etkilemiş
midir?
 Günümüz ilim dünyasına ne gibi katkıları olabilir?

Araştırmada İzlenen Metot ve Teknikler

Elde edebildiğimiz kadarıyla müellifin hayatı ve eserleri hakkında bilgiler


derlenerek kayda geçirilmiştir.
Araştırmamızda eserin ülkemizde mevcut tüm yazma nüshaları toplanarak
tanıtımı yapılmıştır.
Eser metninin tahkiki yapılarak müellif nüshasına en yakın metin
oluşturulmaya çalışılmışdır.
Eserin genel bir değerlendirilmesi yapılmıştır.
3

İKİNCİ BÖLÜM

FUDAYL ÇELEBİ’NİN HAYATI, İLMİ KİŞİLİĞİ VE ESERLERİ

Hayatı

Fudayl Çelebi diye tanınan Fudayl b. Ali b. Ahmed b. Muhammed el-Aksarâyî


/’te İstanbul’da dünyaya geldi. Babası, Cemâleddin Aksarâyî’nin neslinden
olan Zenbilli Ali Efendi’dir.2 Fudayl Çelebi babasına nispetle Zenbillizâde,
Cemâlîzâde diye de anılmaktadır.3
Fudayl Çelebi’nin babası Zenbilli Ali Efendi, ilmiye sınıfından olup sekizinci
Osmanlı şeyhülislamıdır. Doğum tarihi bilinmeyen Zenbilli Ali Efendi, aslen
Aksaraylıdır; bunun yanı sıra Aksaray, bu dönemlerde Karaman eyâletine bağlı
olduğu için, kendisine Karamânî nisbeti de verilmiştir. İlim tahsiline memleketinde
başlayan Zenbilli Ali Efendi, Alâeddîn Ali bin Hamza Karamânî’den ders aldı. Bu ilk
tahsilinden sonra İstanbul’a gidip zamanın en meşhûr âlimlerinden olan Molla
Hüsrev’in derslerine devam etti. Daha sonra Molla Hüsrev, onu Bursa’ya gönderip,
Sultan Medresesi müderrisi Hüsâmzâde Mevlânâ Muslihuddîn’den ders almasını
tavsiye etti. Bu zâtın derslerine devam edip, ondan aklî ve naklî ilimleri öğrendi.
İlimde belirli bir düzeye gelince hocası Mevlânâ Muslihuddîn, onu kendisine mu’îd
(yardımcı müderris) seçti. Mevlânâ Muslihuddîn’in kızı ile evlenip dâmâdı oldu.
Çeşitli medreselerde müderrislik yaptı. Kazaskerlik ve şeyhülislâmlık yapan Zenbilli
Ali Efendi / senesinde İstanbul’da vefât etti.4
Fudayl Çelebi, önce babası Zenbilli Ali Efendi’nin talebelerinden Hoca
Hayreddin Medresesi müderrisi Molla Salih Amasî’den ilim öğrendi. Sonra Sahn-ı

2
Mehmed Mecdî, Hadâiku’ş-şakâik (nşr. Abdülkadir Özcan) İstanbul , s.
3
Bkz. Nev‘îzâde Atâî, Hadâiku’l-hakâik fî tekmileti’ş-Şakâik (nşr. Abdülkadir Özcan) İstanbul , s.
; Mehmed Süreyya, Sicilli Osmânî, (nşr. Nuri Akbayar) Tarih Vakfı Yay., İstanbul , II, ;
Babanzade Bağdatlı İsmail Paşa, Hediyyetü’l-ârifin; esmâü’l-müellifin ve âsârü’l-musannafin, Dâru
İhyâi’t-Türâsi’l-Arabî, Beyrut , I, 28; Bursalı Mehmed Tahir, Osmanlı müellifleri, İstanbul
, I, ; Hayreddin ez-Zirikli, el-A‘lâm: kamusu teracim li-eşheri’r-rical ve’n-nisa, Daru’l-
ilmi li’l-melâyin, Beyrut , V, ; Ali Rıza Karabulut–Ahmed Turan Karabulut, Mu’cemü’l-
mahtutât el-mevcûde fî mektebât İstanbul ve Anadolu, Mektebe Yayınları, Kayseri trs, III, ;
Yusuf Küçükdağ, II. Bayezid, Yavuz ve Kanuni devirlerinde Cemâlî ailesi, Aksarayî Vakfı Yay.,
İstanbul , s.
4
Mehmed Tahir, Osmanlı müellifleri, I,
4

Semân Medresesi müderrislerinden Emîrkulu Mevlânâ Şemseddîn ve Ebüssuûd


Efendi gibi zamanının büyük âlimlerinden ilim tahsil eden Fudayl Çelebi, daha sonra
Evhadoğlu Hayreddin Efendi’den mülâzemet5 aldı.6 Bu esnada hacca gidip geldikten
sonra / senesinde Bursa Yıldırım Bâyezîd Hân Medresesi’ne tayin edildi.
Dört yıl sonra / senesinde Abdürrahmân Efendi’nin yerine Edirne Halebiyye
Medresesi’ne müderris oldu. / senesinde ise Cemâleddîn Muhammed
Cürcânî’nin yerine Eyüp Medresesi’ne müderris tayin edildi.
Fudayl Çelebi’nin Eyüp müderrisliği sırasında Rumeli Kazaskeri Ebüssuûd
Efendi ile Şeyhülislam Çivizâde Efendi kendisine sıhriyet peyda etmek istemişler;
ancak Fudayl Çelebi, Ebüssuûd Efendi tarafını tutup onunla akraba olmak isteyince
bu durum Çivizâde Efendi’nin kendisine gücenmesine ve terfi edememesine sebep
olmuş ve beş sene aynı görevde terfi ettirilmeden bırakılmıştır. Çivizâde’nin vefatıyla
birlikte Ebüssuûd Efendi şeyhülislâm olunca terfiye engel durum ortadan kalkmış ve
/ senesi Muharrem ayında, Hasan Bey yerine Sahn-ı Semân7 Medresesi’ne
müderris olmuştur.8 / Şevval ayında Niksârî Efendi yerine Ayasofya
Medresesi müderrisliğine yükseltilmiştir. / senesinden sonra kadılık
mesleğine geçerek Emîn Kösesi yerine Bağdad kadısı olmuştur. / senesinde
Pervîz Efendi yerine Haleb kadılığına nakledilmiş daha sonra İstanbul’a geldiğinde,
Hasan Bey yerine Şehzâde Medresesi’ne tayin edilmiştir. / senesi Rebîülâhir
ayında Arabzâde Abdülbâkî Efendi yerine Mekke kadılığı ile taltif olunmuştur.

5
Lüzum masdarından türeyen mülâzemet sözlükte “bir yere veya bir kimseye bağlanmak, bir işte
devamlı olmak” mânasına gelir. Terim olarak medrese mezunlarının müderrislik ve kadılık almak
için sıra beklemeleri, bu arada meslekî tecrübe kazanmaları ve belirli kontenjanlardan istifade ile
göreve başlamalarını ifade eder. İlmiye teşkilatı içerisinde mülâzemet sistemine başvurulması
imparatorluk coğrafyasının genişlemesine paralel biçimde medrese sayısının artması ve bu eğitim
kurumlarının müderris ihtiyacı ile bağlantılıdır. Bu sisteme göre medrese mezunu adaylar Anadolu
veya Mısır’da vazife almak isterlerse Anadolu, Rumeli’de görev yapmak isterlerse Rumeli
kazaskerinin belli günlerdeki meclisine devam ederek mülâzemet/matlab defterine adlarını
kaydettirirlerdi (Mehmet İpşirli, “Mülâzemet” DİA, İstanbul , XXXI, ).
6
Nev‘îzâde, Hadâiku’l-hakâik, s. Fudayl Çelebi’nin hayatını konu alan bir çalışmada Ebüssuûd
Efendi’den mülâzemet aldığı söylenmektedir ki bu tespit yanlıştır. Bkz. Ahmet Aydın, “XVI.
Yüzyılda Bir Bilim Adamı: Fudayl Çelebi”, Atatürk Üniversitesi SBED, c.: 4, sy.: 2, s.
7
Fatih Sultan Mehmed tarafından İstanbul’da kurulmuştur. / yılında inşasına başlanan külliye
içinde yer alır. Adı burada yapımı / yılında tamamlanan sekiz yüksek dereceli medreseden
gelir; caminin iki tarafında iki adet sıralanan ihtisas medreselerine “semâniye” adı verilmiştir (Fahri
Unan, “Sahn-ı Semân” DİA, İstanbul , XXXV, ). Fatih’in kanunnâmesinde “Sahn-ı Semân
diye meşhur olan bu medreselere eski vakfiyesinde “Medâris-i Semâniye” denilmektedir (İsmail
Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Devletinin İlmiye Teşkilâtı, Türk Tarih Kurumu Yay., , s. 5).
8
Nev‘îzâde, Hadâiku’l-hakâik, s. ; Mehmed Süreyya, Sicilli Osmânî, II,
5

/ senesi Cemâziyelâhir ayında emekli olmuş yerine Nişancızâde getirilmiştir.


/ yılında Sultan Üçüncü Murad Hân tahta geçtiğinde, kazaskerlik teklif etmiş,
ancak o bunu kabul etmemiştir. Buna rağmen Sultan Murad yine de zaman zaman ona
iltifat etmiş, hediyeler göndermiştir. Hatta Fudayl Çelebi’nin ölüm hastalığında Vezir
İbrahim Paşa’yı gönderip hayır duasını almıştır. / senesinde Şabân Hamîd
Efendi vefat edince, Fudayl Çelebi’ye şeyhülislâmlık teklif edildiyse de, bu vazifeyi
de kabul etmemiştir.9
XVI. yüzyılda İstanbul’da dünyaya gelen Fudayl Çelebi, Osmanlı kültürünün
önemli nirengi noktalarından biridir. Dönemin pek çok medresesinde müderrislik
yapan Fudayl Çelebi çeşitli şehirlerde kadılık yapmış, padişahların iltifatlarına mahzar
olmuştur
/ senesi Muharrem ayının on üçünde İstanbul’da vefat eden Fudayl
Çelebi, vasiyeti üzerine Zeyrek yokuşundaki babasının kabrinin yanına defnedilmiştir.
Defnedilmesi esnasında mezarı kazılırken babasının ayakları ortaya çıkmış ve hiç
çürümediği görülmüştür
İbnü’l-İmâd h. ’de ölen âlimler arasında saydığı Fudayl Çelebi’nin
biyografisini verirken İbnü’l-Hanbelî’den naklen h. ve yıllarında Bağdat ve
Haleb kadılığı görevlerinde bulunduğunu kaydetmektedir İbnü’l-İmâd’ın yanlışını
tekrarlayan Kehhâle, Fudayl el-Aksarâyî ve Fudayl el-Cemâlî şeklinde vefat tarihleri
farklı olan iki ayrı kişiden bahsetmektedir

Hocaları

Fudayl Çelebi, kısa ya da uzun süreli birçok hocadan ders almış veya ders
halkasında bulunmuştur. Fakat biz burada en meşhur birkaç ismi zikredeceğiz. Bunlar
Molla Salih Amâsî, Emirkulu Mevlânâ Şemseddin ve Ebüssuûd Efendi’dir.

Molla Salih Amâsî

/ yılı civarında Vulçitrin’de doğan Salih Amasî, tahsilini


tamamladıktan sonra Kemalpaşazâde’ye intisap ederek derslerine devam etti.
Kemalpaşazâde’nin tarihe ve fıkha dair bazı eserlerini temize çekti. Babası Tosyalı
9
Nev‘îzâde, Hadâiku’l-hakâik, s.
10
Nev‘îzâde, Hadâiku’l-hakâik, s. ; Mehmed Tahir, Osmanlı müellifleri, I,
11
Nev‘îzâde, Hadâiku’l-hakâik, s. ; Mehmed Süreyya, Sicilli Osmânî, II,
12
Ebü’l-Felah Abdülhay b. Ahmed b. Muhammed İbnü’l-İmad, Şezerâtü’z-zeheb fî ahbâri men zeheb,
Dâru İbn Kesîr, Beyrut trs., X,
13
Ömer Rıza Kehhâle, Mu‘cemü’l-mü’ellifîn, Müessesetü’r-Risâle, , II,
6

Kadı Celâleddin’dir. Bu yüzden kendisine Celâlzâde de denilmektedir. /’de


Kanûnî Sultan Süleyman tahta çıktıktan sonra ulemâya mülâzim verme hakkı
tanındığında, Kanûnî’nin hocası Hayreddin Efendi’nin yeterli sayıda talebesi
olmadığından Salih Amasî Kemalpaşazâde’den ayrılarak Hayreddin Efendi’nin
talebeleri arasında mülâzim oldu. Ancak bu hareketi vefasızlık sayılarak tenkit edildi.
Müderrislik görevine Saraciye Medresesinde başlayan Salih Amasî, daha
sonra Murad Paşa, Atik Ali Paşa, Sahn-ı Semân ve Beyazıt medreselerinde
müderrislik yapmıştır. İlme ve talebe yetiştirmeye olan hevesi sebebiyle daima
müderrisliği tercih etmişse de bazı önemli kadılıklarda da bulunmuştur. Halep, Şam
ve Mısır’da kadılık yapan Salih Amasî /’de emekli olmuştur. /
tarihinde vefat eden Salih Amasî Eyüp Nişanca Camii hazîresine defnedilmiştir.
Salih Amasî başta tarih olmak üzere edebiyat, fıkıh ve gramer alanlarında
eserler telif etmiştir. Târîh-i Sultân Süleymân, Târîh-i Mısır, Kıssa-i Behmen Şâh b.
Fîrûz Şâh, Divan gibi telif eserlerinin yanında Miftâhu’l-‘ulûm, el-Mevâkıf ve el-
Vikâye şerhlerine haşiyeleri bulunmaktadır

Emirkulu Mevlana Şemseddin

Amasyalı İbrahim adlı bir zatın azatlı kölesi olan Emirkulu Mevlana
Şemseddin, ilk tahsilini efendisinin yanında yapıp eğitimini tamamladıktan sonra adet
olduğu üzere Amasya’da bazı medreselerde müderrislik yaptı. Daha sonra Eyüp
medresesine sonrasında ise Sahn-ı Semân medresesine tayin edildi. İsrafilzâde
Efendi’den sonra Şam kadısı olmuş, / senesinde Şam’da kadılık yaparken
vefat etmiştir

Ebüssuûd Efendi

Ebüssuûd Efendi, yaygın görüşe göre /’de dünyaya gelmiştir.


“Müftilenâm, şeyhülislâm, sultânü’l-müfessirîn, hâtimetü’l-müfessirîn, muallim-i
sânî, allâme-i kül, Hoca Çelebi, Ebû Hanîfe-i Sânî” unvanlarıyla anılan Ebüssuûd
Efendi’nin babası Şeyh Muhyiddin Muhammed Yavsî’dir. Şeyh Yavsî II. Bayezid’e
yakınlığı dolayısıyla “Hünkâr Şeyhi” olarak da bilinir.
İlk tahsilini babasının yanında yaptı. Ondan çeşitli kelam ve tefsir kitaplarını
okudu. Daha sonra Müeyyedzâde Abdurrahman Efendi, Mevlânâ Seydî-i Karamânî

14
Nev‘îzâde, Hadâiku’l-hakâik, s. ; DİA “Celâlzâde Sâlih Çelebi” DİA, İstanbul , VII,

15
Mecdî, Hadâiku’ş-şakâik, s.
7

ve İbn Kemal’den ders aldı. İshak Paşa, Dâvud Paşa, Mahmud Paşa gibi birkaç
medresede görev yaptıktan sonra Bursa Sultâniye pâyesine lâyık görülerek Medâris-i
Semâniyye’den Müftü Medresesi’ne müderris oldu. Bu vazifesinden sonra önce Bursa
ardından da İstanbul kadılığına getirilen Ebüssuûd Efendi /’de Rumeli
kazaskerliğine tayin edildi. Sekiz yıl Rumeli kazaskeri olarak görev yaptıktan sonra
/’da şeyhülislâm oldu Yirmi sekiz yıl on bir ay şeyhülislâmlık yapan
Ebüssuûd Efendi / tarihinde vefat etti ve kendisinin yaptırdığı Eyüp Camii
civarındaki sıbyan mektebinin hazîresine defnedilmiştir.
Ebüssuûd Efendi’nin birçok eseri bulunmaktadır. Ancak ismi anıldığında akla
ilk gelen eseri şüphesiz İrşâdü’l-akli’s-selîm adlı tefsir eseridir. Fıkıh alanında ise
Fetâvâ-yı Ebüssuûd Efendi ve Marûzât önemli fetva mecmualarıdır

Evhadoğlu Hayreddin

Kastamonu’nun Daday kasabasında dünyaya gelen Evhadoğlu Hayreddin


Efendi, zamanının önde gelen âlimlerinden ilim tahsil etmiştir. Birgili Muslihiddin
Mustafa’nın bir müddet hizmetinde bulunduktan sonra zamanının âdeti üzere
kendisinden mülâzemet almıştır. Aralarında Merhaba Muhyiddin Çelebi, Malul Emir
Efendi ve Sinan Çelebi gibi nüfuz sahibi âlimlerin bulunduğu birçok talebe
yetiştirmiştir. Kanuni Sultan Süleyman’ın da hocası olan Hayreddin Efendi /
tarihinde vefat etmiş ve Ebû Eyyûb el-Ensari’nin civarına defnedilmiştir

Talebeleri

Birçok medresede yıllarca müderrislik yapmış olan Fudayl Çelebi’nin birçok


talebesinin olması doğaldır. Ancak burada kaynaklarda ulaşabildiğimiz üç ismi
zikretmekle yetineceğiz. Bunlar Ahmed b. Mahmud Bursevî, Abdurrahman Alemşah
ve şeyhülislâm Sunullah b. Cafer el-İmâdî’dir.

Ahmed b. Mahmud Bursevî

Bursalı Molla Arab’ın yeğeni ve öğrencisidir. Tahsilini amcasının yanı sıra,


Yıldırım Müderrisi Fudayl Çelebi, Sahn Müderrisi Bursalı Şeyhi Çelebi ve Ma’lul
Emir Efendi nezdinde tamamlamıştır. Tahsilini müteakip ilk olarak Bursa’da Bayezid

16
Ahmet Akgündüz, “Ebüssuûd Efendi” DİA, İstanbul , X,
17
Ahmet Akgündüz, “Ebüssuûd Efendi” X,
18
Mecdî, Hadâiku’ş-şakâik, s.
8

Paşa Medresesi Müderrisliği’ne atanmıştır. Daha sonra bir süre İstanbul’da Ca’fer
Çelebi Medresesi’nde görev yapmış, ardından yine Bursa’da sırayla Ahmed Paşa,
Kadri Efendi ve en son / yılında Molla Yegân Medresesi’nde müderris olmuş
ve bu görevde iken vefat etmiştir.
Arapça şiir yazacak ölçüde bu dilde temayüz etmiş ve yazdığı Selçuklu tarihini
bu dilde kaleme almıştır. Zeylaî’nin fıkıh eserinin şerhi olan Tebyînü’l-hakâik fî şerhi
Kenzi’d-dekâik adlı eseri ihtisar etmiş olan Bursevî’nin Arap diline dair Hâşiye alâ
şerhi’l-miftâh adlı bir eseri vardır

Abdurrahman Alemşah

Alemşah lakabıyla meşhur olan Abdurrahman Alemşah, Zenbillizâde Fudayl


Çelebi’den ders aldıktan sonra Ebüssuûd Efendi’ye intisap ederek ondan mülazemet
aldı. Hayrabolu medresesinde müderrisliğe başlayan Alemşah, bir müddet sonra
Beşiktaş’taki kardeşi Sinan Paşa’nın yeni yapılan medresesine nakledildi. Ardından
vezir-i azam Semiz Ali Paşa medresesine tayin olundu. Bu sırada taun hastalığına
yakalandığı için emekli oldu. Hastalığı geçtikten sonra kadılık görevi talebinde
bulunması üzerine farklı yerlerde valilik yaptı. / senesinde vefat etti
Üç lisanda yazabilen usta bir şair olarak tanınmaktadır. Kaynaklarda adı geçen
eserleri şunlardır: Şerhu’l-menâr, Şerh alâ kasîde-i hamriyye li’bni’l-Fârız, Şerh alâ
kaside-i mîmiyye li-Ebi’s-Suûd, Ta’lîkat alâ Şerhi’l-mevâkıf, Acâibü’l-bahr, Hâşiye-i
şerh-i miftâh

Sunullah b. Cafer el-İmâdî

Sunullah Efendi / yılında İstanbul’da doğdu. Kanûnî Sultan Süleyman


devri kazaskerlerinden İskilipli Molla Cafer Çelebi’nin oğludur. Babasından ve
Zenbillizâde Fudayl Çelebi’den ders aldıktan sonra amcazadesi olan Ebüssuûd
Efendi’ye intisap ederek /’da ona mülâzim oldu. Ardından müderrislik
görevine başladı. Çeşitli medreselerde müderrislik yaptıktan sonra /’de Sahn-
ı Semân Medresesi müderrisliğine getirildi.
Sunullah Efendi müderrislik görevi bittikten sonra geleneğe uygun biçimde
kadılık mesleğine geçti. Bursa (/), Edirne (/) ve İstanbul’da

19
Nev‘îzâde, Hadâiku’l-hakâik, s. ; Mehmet Yalar, “XVI. Yüzyıl Bursa Âlimleri ve Arap Diline
Katkıları”, UÜİFD, c. 10, sy. 1, s.
20
Nev‘îzâde, Hadâiku’l-hakâik, s.
21
Nev‘îzâde, Hadâiku’l-hakâik, s. ; Kehhâle, Mu‘cemü’l-mü’ellifîn, II,
9

(/) kadılık yaptıktan sonra önce Anadolu kazaskeri (/) ardından da


Rumeli kazaskeri (/) oldu. Bu görevden sonra emekli olan Sunullah Efendi,
Hoca Sadeddin’in vefatı üzerine /’de şeyhülislâm oldu. /’de hacca
giden Sunullah Efendi, döndükten bir süre sonra /’te vefat etti. Fatih
Camii’nde Aziz Mahmud Hüdâyî’nin kıldırdığı cenaze namazının ardından
Kırıkçeşme’de Hüsam Bey Mescidi’nde yol kenarına, oğlu Mehmed Çelebi’nin
mezarı yanına defnedildi

İlmi Kişiliği

Zenbilli Ali Efendi’nin, Cemaleddin Mehmed Efendi (ö. /), Rûhî


Fâzıl Çelebi (ö. /), Muhiddin Mehmed Efendi (ö. /), Fudayl Çelebi,
Hızır Şah Çelebi, Sitti Hatun isimlerinde altı evladı vardır. Bu ailenin bir ferdi olan
Fudayl Çelebi, büyük mutasavvıflar, kazaskerler, vezirler yetiştiren, içerisinde
kardeşlerinin her biri devrinin önemli medreselerinde müderris, muhtelif vilâyetlerde
kadılık yapabilecek kadar ilim ve irfana sahip kültürlü, becerikli, feyiz1i bir ailede
dünyaya gelmiştir
Fudayl Çelebi, babası gibi büyük âlim vera ve takvâ sahibi, sâlih bir zât
olmakla bilinmektedir. İslâmiyetin emir ve yasaklarına çok bağlı, manevî hâller ve
kerâmetler sahibi biri olduğu ifade edilmektedir
Kaynaklarda belirtildiğine göre o, zamanının ilim ve irfan sahibi, âlimlerinin
önde gelenlerinden idi. Nakli ilimlerde olduğu gibi, akli ilimlerde de söz sahibi idi
Halim, yumuşak huylu, cömert, âlim,26 keramet sahibi, olgun, salih bir kişi idi. Kısa
boylu ve narin yapılı idi. Hangi mecliste bulunsa başköşeye geçmesi teklif edilir, o da
izzet ve vakar ile gösterilen yere geçerdi
Yaz günlerinde bahçeleri ziyarethane, kış aylarında saadet haneleri, ulemanın
toplandığı yer idi. Sonbahar mevsiminde Ortaköy’de olan leb-i derya bahçelerinde
oturulur, sohbet edilirdi. Her sabah ve akşam daire şeklinde meclisler kurulur,
kahveler içilir, şiirler okunur, lâtifeler yapılırdı. Zamanın önde gelen âlim ve

22
Nev‘îzâde, Hadâiku’l-hakâik, s. ; Mehmet İpşirli, “Sun‘ullah Efendi”, DİA, İstanbul ,
XXXVII,
23
Aydın, “XVI. Yüzyılda Bir Bilim Adamı: Fudayl Çelebi”, s.
24
Nev‘îzâde, Hadâiku’l-hakâik, s.
25
Mehmed Süreyya, Sicilli Osmânî, II,
26
Nev‘îzâde, Hadâiku’l-hakâik, s. ; Mehmed Süreyya, Sicilli Osmânî, II,
27
Nev‘îzâde, Hadâiku’l-hakâik, s. ; Aydın, “XVI. Yüzyılda Bir Bilim Adamı: Fudayl Çelebi”, s.

10

idarecilerinden biri olan, şiir ve inşâda kendisini gösteren Fudayl Çelebi’nin eli ve
yüreğinin de sanata yatkın ve düşkün olduğu bilinmektedir

Eserleri

Fudayl Çelebi, Fıkıh, Usûl-i Fıkıh, feraiz, hadis ve gramer alanlarında eserler
telif etmiştir. Kaynaklarda hakkında bilgi verilen eserlerini tanıtıp diğerlerini ise
sadece ismen zikretmekle yetineceğiz.

Tenvî‘u’l-usûl

Fıkıh usûlüne dair olan bu eserin tertip ve tasnifi yanında birçok konuda
müellifin, Molla Hüsrev (ö. /)’in Mirkâtü’l-vusûl ilâ ilmi’l-usûl adlı eserinden
etkilendiği anlaşılmaktadır
Mirkât’ta olduğu gibi bir mukaddime ile iki bölümden (maksat) meydana
gelen eserin mukaddimesinde usûl-i fıkıh ve fıkıh tanımlarının ardından fıkıh
usûlünün konusu ve faydaları anlatılmaktadır. Fıkhî hükümlerin delillerine tahsis
edilen birinci bölüm dört ana başlığa (asl) ayrılmış ve sırasıyla Kitap, Sünnet, İcmâ ve
Kıyâs’a yer verilmiştir.
İkinci bölüm hükümlerle ilgili olup hüküm, hâkim, mahkûm bih ve mahkûm
aleyh konularını ihtiva eden dört ana başlığa (asl) ayrılmıştır. Eserin sonuç (hâtime)
kısmında ictihad, özellikle ictihadda hata ve isabet meselesi tartışılmıştır.
Muharrem /’de müellifin eseri tamamladığını söyleyen Kâtib Çelebi,
daha sonra ise bizzat müellif tarafından eserin şerh edildiğini ve şerhini de Tevsî‘u’l-
vüsul olarak isimlendirdiğini kaydetmektedir

Âdâbü’l-evsıyâ

Bazı kaynaklarda Edebü’l-evsıyâ adıyla da geçen eser, başta vasiyet olmak


üzere çeşitli muâmelât konularının otuz fasıl halinde incelendiği bir fıkıh kitabıdır.
Eser bazı kaynaklarda babası Zenbilli Ali Efendi’ye nisbet edilmekteyse de31 çeşitli
nüshalarında kitabın Fudayl Çelebi’ye ait olduğu bildirilmektedir. Bilhassa
Süleymaniye Kütüphanesi’ndeki bir nüshada bizzat Cârullah Efendi eserin Fudayl

28
Nev‘îzâde, Hadâiku’l-hakâik, s.
29
krş. Hüsrev Mehmed Efendi Molla Hüsrev, Mir’atü’l-usûlfi şerhi Mirkati’l-vüsul, Şirket-i Sahafiye-i
Osmaniye, İstanbul h.
30
Kâtib Çelebi, Keşfü’z-zunûn, MEB, İstanbul , I,
31
Kâtib Çelebi, Keşfü’z-zunûn, I,
11

Çelebi tarafından kaleme alındığını tasrih etmiş, ayrıca kitabın başında ve sonunda
onun Fudayl Çelebi’ye aidiyeti belirtilmiştir. Eserin mukaddimesinde müellifin onu
Mekke kadılığı sırasında kaleme aldığını belirtmesi de kitabın Fudayl Çelebi’ye ait
olduğunu göstermektedir. Âdâbü’l-evsıyâ Şeyh Bedreddin Simâvî’nin Câmi‘u’l-
fusûleyn’inin kenarında basılmıştır

ed-Damânât fi’l-fürû‘

Hanefî fıkhına dair dört ciltlik bir eser olup /’de tamamlanmıştır
Eserin Süleymaniye, Nuruosmaniye ve Millet kütüphanelerinde birçok yazma nüshası
bulunmaktadır.

Risâletü’l-vezâ’if fi’n-nahv

Eser Burhaneddin Ebû İshak İbrahim ez-Zübeyrî tarafından şerh edilmiştir


Şerhin ismi Buğyetü’l-ârif alâ Risâletü’l-vezâif olup Mısır Kütüphanesinde yazması
mevcuttur

Avnü’r-râ’id fî fenni’l-ferâiz

Müellifin Mekke’de iken kaleme aldığı bu eser / senesinde


tamamlanmış olup Ferâiz ilmine dairdir. Müellif tarafından yazılan /
senesinde İstanbul’da tamamlanan Savnü’l-fârıd fi’l-usûl ilâ medâriki Avni’r-râ’id
adlı bir de şerhi vardır Hem metnin hem de şerhin Beyazıt, Süleymaniye ve
Köprülü kütüphanelerinde yazma nüshaları bulunmaktadır.
Fudayl Çelebi’nin kaynaklarda adı geçen diğer eserleri de şunlardır:
Mesâ’ilü’l-evsıyâ, Ecvibe alâ Câmi‘i’l-fusûleyn, İ‘ânetü’l-fârız fî tashîhi vâkı‘âti’l-
ferâ’iz,37 Ta‘lîkât alâ Sahîhi’l-Buhârî,38 el-Vâfiye fî muhtasari’l-Kâfiye

32
Ferhat Koca, “Fudayl Çelebi, Zenbillizâde”, DİA, İstanbul , XIII,
33
Kâtib Çelebi, Keşfü’z-zunûn, II, ; Koca, “Fudayl Çelebi, Zenbillizâde”, XIII,
34
Kâtib Çelebi, Keşfü’z-zunûn, II, ; Bağdatlı İsmail Paşa, Hediyyetü’l-arifin, I,
35
Zirikli, el-A‘lâm, I,
36
Kâtib Çelebi, Keşfü’z-zunûn, II, ; Ferhat Koca, “Fudayl Çelebi, Zenbillizâde”, XIII,
37
Ferhat Koca, “Fudayl Çelebi, Zenbillizâde”, XIII,
38
Kâtib Çelebi, Keşfü’z-zunûn, I,
39
Kâtib Çelebi, Keşfü’z-zunûn, II,
12

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

TENVÎʻU’L-USÛL ESERİNİN DEĞERLENDİRİLMESİ

Fudayl Çelebi’nin bu eseri bir mukaddime, iki maksad ve bir hatimeden


oluşmaktadır Müellifin eserinde takip ettiği yöntemi anlamak ve doğru bir şekilde
değerlendirme yapabilmek için tezin bu bölümünde kitabın tasnif ve tertibi dikkate
alınacaktır.

Mukaddime (Fıkıh Usûlü’nün Tarifi, Mevzuu ve Gayesi)

Herhangi bir ilim öğrenilmeye başlanmadan önce, o ilmin diğerlerinden


farkının yeterince ayırt edilmesini ve kavranmasını sağlayacak açıklamalara
mukaddime başlığı altında yer verilir Mukaddime başlığı altında bilinmesi
gerekenler şöyle özetlenebilir: 1. Söz konusu ilmi, herhangi bir şekilde tasavvur
yoluyla bilmek. Bu da, o ilmin mahiyetini gösteren bir tarife ulaşmak anlamına gelir.
2. İlmin fâidesinin ne olduğunu bilmek. Böylelikle kişi ilmi öğrenirken neyi
amaçladığını bilecek ve abesle iştigal etmemiş olacaktır. 3. İlmin mevzuunun ne
olduğunu bilmek
Fudayl Çelebi de eserinin mukaddimesinde fıkıh usûlünün tarifi, mevzuu ve
gayesine yer vermek suretiyle bu ilmî geleneği takip etmiştir.
Molla Hüsrev fıkıh usûlüne dair kendisinden önceki usûlcülerden farklı
kendisine özgü bir tanım yaptığını söylemektedir Fudayl Çelebi de Molla Hüsrev’in

40
Fudayl Çelebi eserinde amaçlanan şeyin (maksûd) iki maksada ayrıldığını söylemekte, eserinin şerhi
olan Tevsîʻu’l-vüsul’de ise hâtimenin mukaddime gibi kitabın maksûdundan olmadığını ifade
etmektedir. Molla Hüsrev ise kitabında amaçlanan şeyin (maksûd) iki maksat ve hâtimeden ibaret
olduğunu söyleyerek hâtimeyi de kitabın maksûdu içerisine dâhil etmektedir (Zenbillizâde Fudayl
Çelebi, Tenvîʻu’l-usûl, vr. 3b).
41
Cüneyt Köksal, “Usûlü’l-Fıkh’ın Mahiyeti ve Gayesi”, (doktora tezi, Marmara Üniversitesi SBE
), s.
42
Köksal, “Usûlü’l-Fıkh’ın Mahiyeti ve Gayesi”, s.
43
Molla Hüsrev, Mir’atü’l-usûl s. Cüneyt Köksal “Molla Hüsrev, İbnü’l-Hâcib’in -ve dolayısıyla
Sadruşşeria ve Molla Fenârî’nin- tariflerinden farklı olarak, mevzuyu esas alan şöyle bir tarif yapar:
Kendisiyle, şer’î delil ve hükümlerin ahvâlinin -ilkinin, ikincinin sübutuna vesile olması
haysiyetiyle- bilindiği ilimdir. Zenbilli Ali Cemâlî’nin tarifi de Molla Hüsrev’inkiyle aynıdır.”
diyerek bu konuya işaret etmekte ve daha sonrada Zenbilli Ali Cemâlî’nin tarifinin Molla Hüsrev’in
tarifiyle aynı olduğunu söyleyerek dipnotta eserinin isminin Tenvîrü’l-Usûl olduğunu söylemektedir
(Köksal, Usûlü’l-Fıkh’ın Mahiyeti ve Gayesi, s. 73). Kanaatimizce burada iki yanlış tespit vardır.
13

söz konusu tanımını birkaç değişiklik yaparak eserine almakta ve fıkıh usûlünü şöyle
tanımlamaktadır: “Hükümlerin delillerle sabit olmasında etkisi olması açısından şer‘in
delilleri ve hükümlerine dair hallerini öğreten ilimdir.”44
Müellif Fıkıh usûlü terkibinin teşekkül ettiği “asıl ve fıkıh”45 kavramlarını
hemen hemen Mirkât’ta olduğu gibi tanımlamakta ve ek olarak “hüküm, şer‘î ve
amelî” kavramlarıyla ilgili kısa tanımlamalar yapmaktadır.
Fudayl Çelebi’ye göre Fıkıh usûlünün konusu, “deliller ve hükümler”; gayesi
ise hükümleri bilmektir.

Birinci Maksad: Deliller

Müellif, birinci maksad ismini verdiği birinci bölümde delillerden ve delillerin


durumlarından bahsetmektedir. Bu bölümü de asıl ismini verdiği dört alt başlığa
ayırmaktadır. Bu deliller de Kitap, Sünnet, İcmâ ve Kıyâs’tır.

Birinci Asıl: Kitap

Dinin amelî hükümlerinin delillerini, bunların sübut yollarını ve hükme delâlet


yönlerini belirlemeyi konu edinen Fıkıh usûlünde Kur’ân, kaynaklar sıralamasının
başında yer alır ve “Kitap” denildiğinde, kural olarak, şerʻî hükmün kaynağı olması
yönüyle Kur’an kastedilir. Klasik Fıkıh usûlü literatüründen fukahâ metoduyla te’lif
edilenler, Kitap bahsini doğrudan; mütekellimûn ekolünün eserleri ise dil ve mantıkla
ilgili bazı açıklamalar yaptıktan ve şerʻî hükümle ilgili tanıtıcı bilgi verdikten sonra
şerʻî delillerin ilki sıfatıyla ele almaktadırlar
Fudayl Çelebi Kitabı, “Allah Resûlüne indirilmiş, mütevatir ve manaya delalet
eden nazımdır”47 şeklinde tanımlamaktadır. Müellif kendisinden önceki usûlcülerin
tanımlarından48 faydalanmakla birlikte kendisine ait kısa ve özlü bir tanım ortaya
koymaktadır.

Birincisi eserin Zenbilli Ali Efendi’ye ait olduğudur ki söz konusu eser Zenbilli Ali Efendi’ye değil
eserin sonunda belirtildiği üzere oğlu Fudayl Çelebi’ye aittir. İkincisi ise eserin isminin Tenvîru’l-
usûl olduğudur ki eserin baş tarafında açık bir şekilde isminin Tenvî‘u’l-usûl olduğu belirtilmektedir
(Fudayl Çelebi, Tenvîʻu’l-usûl, vr. 2b, a).
44
‫ أصول الفقه علم يعرف به أحوال أدلة الشرع وأحكامه من حيث دخلها في ثبوت الثانية باألولى‬Fudayl Çelebi, Tenvîʻu’l-
usûl, vr. 3a.
45
‫ األصل مبني الغير مطلقا والفقه معرفة النفس ما لها وما عليها عمال‬Fudayl Çelebi, Tenvîʻu’l-usûl, vr. 3a.
46
Ali Bardakoğlu, “Kitap”, DİA, Ankara , XXVI,
47
‫ الكتاب النظم الدال على المعنى المتواتر المنزل على الرسول صلى هللا عليه وسلم‬Fudayl Çelebi, Tenvîʻu’l-usûl, vr. 3b.
48
Kitap tanımları için bkz. Ebü’l-Hasan Ebü’l-Usr Fahrülislam Ali b. Muhammed b. Hüseyin Pezdevî,
el-Usûl, yy., trs., s. 5; Ebû Bekr Şemsüleimme Muhammed b. Ahmed b. Sehl Serahsî, el-Usûl, thk.
14

Fudayl Çelebi, kitabın tanımını yaptıktan sonra kitaba mahsus hükümlere


metinde kısaca işaret etmekte ve bu konuda Molla Hüsrev’in de zikrettiği üç meseleye
eserinde yer vermektedir.
a. Tariften anlaşıldığı üzere nakledilenin Kur’ân olması için mütevatir olması
gerekmektedir. Ancak tevatürün nerede şart olduğu konusunda ihtilaf edilmiştir. Bazı
usûlcüler tarafından tevatürün hem cevherde (hatt-ı Kur’an’da) hem de heyette
(okunuşta) olması gerekli görülürken, diğer birtakım usûlcüler tarafından ise bu şartın
sadece cevherde olması yeterli görülmektedir Müellif de cevherde tevâtürün şart
olup heyette şart olmadığını söylemektedir.
b. Âhad ve meşhur yolla gelen şâz kırâatlerin meşhûrlarıyla amel edilmesi caiz
olsa da bunlara Kur’ân’ın özel hükümleri verilemez. Buna göre mesela Kur’ân olduğu
tevatüren sabit olan bir nassı inkâr eden küfre nispet edilirken, şâz kıraatleri inkâr
eden kişinin kâfir olduğuna hükmedilemez.
c. Sûrelerin baş tarafında bulunan besmelenin ayet olup olmadığı konusunda
ihtilaf bulunmaktadır. Bu ihtilafa binaen -Kur’ân’dan olmayan birşeyi Kur’ân’a dâhil
etmek ya da Kur’an’dan olan bir şeyi Kur’ân’dan çıkarmak gerekeceği için-
taraflardan birinin diğerini küfürle itham etmesi gerekirdi; küfür isnadının varit
olmaması, bu besmelelerin ayet olması yönündeki kuvvetli şüpheye işarettir.
Fudayl Çelebi kitaba mahsus hükümleri zikrettikten sonra Kitap ile Sünnet
arasındaki müşterek bahisleri ele alarak kendinden önceki usûlcüler gibi lafız
taksimini yapmaktadır.
Kur’an ve Sünnet’in lafızlarının İslâm hukukunun aslî kaynaklarından olması
sebebiyledir ki, dil, edebiyat, mantık ve cedel ilimleriyle meşgul olan âlimler kadar
İslâm hukukçuları da Arap dilinin yapı ve kuralları, lafız ile mana arasındaki
bağlantılarıyla yakından ilgilenmişler, bu ilimlerin ortaklaşa tesis ettikleri delâlet
anlayışını usûlcüler “lafızlardan hüküm çıkarmada kullanılan dil kuralları” ana başlığı
altında daha da genişleterek Kur’an ve Sünnet’in lafızlarını anlamada, yorumlamada,

Ebü’l-Vefa Efgani, Dârü’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut /, I, ; Ubeydullah b. Mesud el-


Mahbûbi el-Buhari el-Hanefi Sadruşşeria, et-Tavdîh fî halli gavâmidi’t-Tenkîh (Şerhu’t-Telvîh ale’t-
Tavdîh içinde), Dârü’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut trs., I, 46; Ebü’l-Berekat Hafızüddin Abdullah b.
Ahmed b. Mahmûd Nesefi, Keşfü’l-esrâr şerhi’l-musannef ale’l-Menâr, Dârü’l-Kütübi’l-İlmiyye,
Beyrut trs., I, 17; Ebû Hamid Huccetülislam Muhammed b. Muhammed Gazzali, el-Müstesfa min
ilmi’l-usûl, thk. Muhammed Süleyman el-Aşkar, Müessesetü’r-risâle, Beyrut /, I, ;
Molla Hüsrev, Mir’âtü’l-usûl, s.
49
Molla Hüsrev, Mir’âtü’l-usûl, s.
15

mana ve hükümle irtibatını kurmada kullanılan bir metodoloji olarak


sistemleştirmişlerdir. Belki de Arap dilinde lafızlar ilk defa usûlcüler tarafından
sistemli bir tahlil ve tasnife tabi tutulmuştur
Hanefî usûlcülere ait elimize ulaşan ilk Fıkıh usûlü eseri olan el-Fusûl fi’l-
Usûl adlı kitabında Cessâs’ın (ö. /) lafızları sistematik bir şekilde
incelemediğine ve lafızlar için her hangi bir taksim ortaya koymadığına şahit
olmaktayız. Günümüze ulaşan Hanefî usûl eserleri incelendiğinde bu alanda lafız
taksimini ilk ortaya koyan ve elfaz konularını sistematik bir şekilde ele alan kişinin
Debûsî (ö. /) olduğunu görmekteyiz Fahrülislâm Pezdevi (ö/) ve
Serahsi (ö. /) de lafız konularını Debûsî’ye benzer şekilde ele almaktadırlar

Manaya Delâlet Eden Nazmın Kısımları

Manaya delâlet eden nazmın taksimini müellif şöyle yapmaktadır:


1. Manaya vaz‘ itibariyle,
Hâs, Âm, Cem‘i Münekker, Müşterek;
2. Manaya delâleti itibariyle,
Lafızlar konuldukları manaya açıkça delâlet etmeleri yönüyle,
Zâhir, Nas, Müfesser, Muhkem;
Lafızlar konuldukları manaya kapalı bir tarzda delâlet etmeleri yönüyle ise,
Hafî, Müşkil, Mücmel, Müteşâbih;
3. Kullanıldığı mana itibariyle,
Hakîkat, Mecâz, Sarîh, Kinâye;
4. Lafız ile manaya vakıf olma itibariyle,
Dall bi’l-ibâre, Dall bi’l-işâre, Dall bi’d-delâle, Dall bi’l-iktizâ’dır.
Usûlcüler arasında Pezdevî, dörtlü taksime beşinci bir kısım daha eklemiş53 ve
kendisinden sonraki usûlcülerin geneli de bu noktada Pezdevî’yi izlemişlerdir. Ancak
Fudayl Çelebi bu beşinci kısmı kitabına almayarak bu noktada Pezdevî’den ve onu
takip eden Molla Hüsrev’den ayrılmıştır.

50
Ali Bardakoğlu, “Delâlet”, DİA, İstanbul , IX,
51
Ebû Zeyd Abdullah b. Muhammed b. Ömer b. İsa Debusi, Takvîmü’l-edille fî usûli’l-fıkh, thk. Halil
Muhyiddin Meys, Dârü’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut /, s. 94, , ,
52
Pezdevî, el-Usûl s. 12, 59, 75, ; Serahsî el-Usûl, I, , , , ,
53
Pezdevî, yirmi lafızdan oluşan bu dörtlü taksimi yaptıktan sonra şöyle demektedir: “Bu kısımların
bilinmesinden sonra beşinci bir kısım daha vardır bu da lafızların mevzilerini (iştikaklarını),
manalarını, tertiplerini ve hükümlerini bilmek olup bu yirmi lafzın hepsine şamildir”. Pezdevî, el-
Usûl, s. 6. Bkz. Molla Hüsrev, Mir’âtü’l-usûl, s.
16

Manaya Vaz‘ İtibariyle Lafzın Kısımları

İslâm hukukunun aslî kaynakları Kur’an ve Hadîsler Arapça olduğundan, bu


dilin kurallarına göre lafızların çeşitlerini ve mana ile ilişkilerini bilmeden söz konusu
metinleri doğru bir şekilde anlamak ve onlardan isabetli hükümler çıkarmak mümkün
değildir. Bu bakımdan Fıkıh usûlünün önemli bir kısmını teşkil eden kaynaklardan
hüküm çıkarma (istinbât) metotlarının bilinmesi amacıyla lafızlar, mana ile ilişkilerine
göre bazı ayrımlara tabi tutulmuştur. Bunlardan biri de lafzın vaz‘ olunduğu mana
yönüyle yapılan ayırımdır
Fudayl Çelebi’nin Debûsî ile başlayan sistematik Hanefî usûlü lafız taksimi
konusunda mütekaddim usûlcüleri izlediğini söyleyebiliriz. Ancak vaz‘ itibariyle
yapılan taksimde Fudayl Çelebi, önceki usûlcülerden farklı olarak “müevvel” yerine
“cem‘i münekker”i zikretmekte ve bu hususta Sadruşşerîa’yı takip etmektedir
Cemʻi münekkerin tercih edilmesi noktasında Seyyid Bey ve Mahmud Esad,
Sadruşşerîa ve onu takip eden usûlcülere uyarken56, Büyük Haydar Efendi ve Ömer
Nasuhi Bilmen gibi son dönem usûlcülerin ise Debûsî, Pezdevi ve Serahsi’ye tabi
olarak eserlerinde müevveli zikrettiklerini görmekteyiz

Hâs

Hâs kelimesi sözlükte “tek kalmak, ayrılmak; temyiz etmek, tahsis etmek,
birini diğerinden üstün tutmak”58 gibi manalara gelen husus kökünden türemiş bir
isimdir. Fıkıh usûlü terimi olarak “tek bir vazʻ ile bir tek manaya veya sınırlı sayıdaki
fertlere delâlet etmek üzere konulmuş lafız” şeklinde tanımlanmıştır
Fudayl Çelebi, hâssı, “tek bir (münferid) manaya vaz olunan lafızdır”60
şeklinde tarif etmektedir. Müellifin yapmış olduğu tanımda, Debûsî, Pezdevî, Serahsî
ve Molla Hüsrev gibi Hanefî usûlcülerden istifade ettiği söylenebilir

54
Ferhat Koca, “Has”, DİA, İstanbul , XVI,
55
Sadruşşeria, et-Tavdîh, I,
56
İbnü’l-Emin Mahmud Esad, Telhîs-i usûl-i fıkıh, Nikolayidi Matbaası, İzmir , s. 34; Mehmed
Seyyid Bey, Usûl-i fıkıh dersleri (haz. Selçuk Camcı-Haydar Yıldırım), Ayhan Matbaası, İstanbul
, s.
57
Büyük Haydar Efendi, Usûl-i fıkıh dersleri, el-Mektebetü’l-Mahmûdiyye, İstanbul trs., s. 27; Ömer
Nasuhi Bilmen, Hukukı İslamiyye ve ıstılahatı fıkhiyye kamusu, Bilmen Yayınevi, İstanbul trs., I,
58
Ebü’l-Fazl Muhammed b. Mükerrem b. Ali el-Ensârî İbn Manzur, Lisanü’l-Arab, Dârü’l- Maarif,
Kahire , I,
59
Koca, “Has”, DİA, İstanbul , XVI,
60
‫ الخاص لفظ موضوع لمنفرد‬Fudayl Çelebi, Tenvîʻu’l-usûl, vr. 4a.
17

Müellif, hâssın tanımını yaptıktan sonra hâs lafzın isim olması durumunda
ifade ettiği mananın “Zeyd” lafzında olduğu gibi ayn (özel isim); “racül” (erkek) ve
“mietün” (yüz) lafızlarında olduğu gibi nevʻ (tür); “insan” ve “hayvan” lafızlarında
olduğu gibi cins olacağını ifade etmektedir.
Molla Hüsrev, diğer usûlcülerin cins, nevʻ (tür) ve ayn olarak yaptıkları
sıralamadan kaçınarak ayn, nevʻ ve cins olarak örneklendirme yaptığını
söylemektedir. Bu şekilde hâs oluşu en belirgin olandan başlayarak yapılacak
sıralamanın hâs lafızlar için en uygun sıralama olduğunu ifade etmektedir Fudayl
Çelebi de bu konuda Molla Hüsrev’i takip ederek sıralamayı aynı şekilde
yapmaktadır.
Müellif hâssın tanımını yapıp bazı örnekler verdikten sonra hâssın hükmünü
(lafız manaya) vaz‘ olunduğu için müfâdını (delalet etmiş olduğu manayı) kesin
olarak ifade eder diyerek açıklamaktadır. Hâs bir lafız müfâdını kesin olarak ifade
ettiği için lağv olamaz ve hâs lafız bizatihi mübeyyen olduğu için beyan yoluyla
kendisinde tasarruf edilemez
Fudayl Çelebi, hâssın hükmünü belirttikten sonra Hanefîlerle diğer mezhepler
arasındaki ihtilaftan neş’et eden füru ile ilgili örnekler vermektedir. Bu cümleden
olarak hâs lafız müfâdını kesin olarak ifade ettiği için namazda ta‘dîl-i erkân -rükûʻ
ve sücûd emrine ilhak edilmek suretiyle- farz kabul edilemez. Çünkü rükûʻ ve sücûd
lafızlarından tadîl-i erkân anlaşılamaz. Rükûʻ eğilmek, sücûd ise alnını yere koymak
demektir ve bu anlamlarında hâstırlar. Tadîl-i erkânın farz olduğunu söylemek hâs
lafzın hükmünü âhâd haberle64 iptal etmek anlamına gelir
Yine aynı sebepten dolayı tavafı âmir ayete âhâd haberle ziyadede bulunmak
suretiyle tavafta taharet farz addedilemez. Çünkü âyette emredilen şey tavaftır.
Tavafın manası ise Kâbe’nin etrafında dönmek demek olup bu manada hâstır ve temiz
olan kişiden tavaf gerçekleşeceği gibi muhdis olan kişiden de gerçekleşir. Dolayısıyla

61
Debusi, Takvîmü’l-edille, s. 94; Pezdevî, el-Usûl, s. 12; Serahsî, el-Usûl, I, ; Molla Hüsrev,
Mir’âtü’l-usûl, s.
62
Molla Hüsrev, Mir’âtü’l-usûl, s. 40; Seyit Badır, “Molla Hüsrev ve Mirkâtü’l-Vusûl Adlı Eserindeki
Yöntemi”, (yüksek lisans tezi, RTE Üniversitesi SBE ), s.
63
Fudayl Çelebi, Tenvîʻu’l-usûl, vr. 4a; Pezdevî, el-Usûl, s. 12; Nesefi, Keşfü’l-esrâr, I,
64
Nesefi Keşfü’l-esrâr, I,
65
Fudayl Çelebi, Tenvîʻu’l-usûl, vr. 4a; Pezdevî, el-Usûl, s. 12; Nesefî, Keşfü’l-esrâr, I,
18

âhâd habere istinaden tavafta tahareti farz kabul etmek hâssın amelini iptal etmek
anlamına gelir
Hâs müfâdını kesin olarak ifade edip bizatihi mübeyyen olduğu için abdestte
niyet, besmele, tertib, velâ ve delk farz değildir. Çünkü abdest ayetinde emredilen şey
gasil ve mesh olup bunlar kendi manaları olan yıkamak ve sürmekte hâstırlar.
Dolayısıyla sayılan şeyleri abdeste farz olarak ilave etmek hâs lafızla amel etmemek
anlamına gelir Fudayl Çelebi buraya kadar ele aldığımız örnekleri kitabına alarak
selefi olan Molla Hüsrev’den ayrılmakta ve bu hususta Pezdevî ve onu takip edenlere
uymaktadır.
Fudayl Çelebi, hâs lafzın muamelâta dair konularda da delâletine örnekler
vermiştir. Bu kabilden olmak üzere şunları söylemektedir:
1. Hul‘68 yoluyla boşanmış kadına hul‘dan sonra sarih talakta bulunulması
sahihtir.
2. Müfevviza69 olan kadına mehr-i misil70 sahih akitle vacip olur.
3. Terabbus ayetindeki71 kurû’ lafzı ethâr ile tevil edilemez.
Hanefi usûlcülerin ortaya koydukları ilk eserlerden itibaren bu örneklerin ele
alındığı ve geniş bir şekilde izah edildiği görülmektedir. Fudayl Çelebi’nin de hâssın
kesinlik ifade etmesi kuralına getirmiş olduğu örneklerde daha önceki Hanefî
usûlcüleri takip ettiği söylenebilir

66
Fudayl Çelebi, Tenvîʻu’l-usûl, vr. 4a; Pezdevî, el-Usûl, s. 12; Nesefî, Keşfü’l-esrâr, I,
67
Pezdevî, el-Usûl, s. 13; Nesefi, Keşfü’l-esrâr, I,
68
Hulʻ, karı kocanın anlaşmasıyla evliliğe son verilmesi anlamında bir fıkıh terimidir. Sözlükte
“elbiseyi çıkarmak, soyunmak; ayırmak” gibi anlamlara gelen hulʻ, fıkıhta kadının belli bir bedel
vermesi karşılığında kocanın ayrılmaya razı olması üzerine evlilik bağından kurtulmasını ifade eder.
Karşılıklı anlaşmayla gerçekleşmesi sebebiyle bu işleme muhâlea adı verilir. Fahrettin Atar,
“Muhâlea” DİA, İstanbul , XXX,
69
Müfevviza, velisine kendisini mehir zikretmeksizin veya mehirsiz olarak evlendirmesi hususunda
izin veren kadındır. Molla Hüsrev, Mir’âtü’l-usûl, s.
70
Mehr-i misil, Zevcenin babası cihetinden ve olmadığı takdirde beldesi ahalisinden akid tarihinde yaş,
cemal, bekâret gibi vasıflarda akran ve emsali kadınların mehridir. Ömer Nasuhi Bilmen, Hukukı
İslamiyye kamusu, II,
71
Terabbus ayeti: ‫“ والمطلقات يتربصن بأنفسهن ثلثة قروء‬Boşanmış kadınlar kendi kendilerine üç kur’ (üç ay
hali, hayız) beklerler.” el-Bakara 2/
72
Hâssın hükmüyle ilgili zikredilen örnekler için bkz. Pezdevî, el-Usûl, s. ; Serahsî, el-Usûl, I,
; Nesefi, Keşfü’l-esrâr, I, ; Molla Hüsrev, Mir’âtü’l-usûl, s.
19

Emir

Fıkıh usûlünde, Kur’an ve Sünnet’teki emir kiplerinin ve bu anlama


gelebilecek diğer ifade şekillerinin manaya delâleti ve bunlardan hüküm çıkarılması
hususu ayrı bir önem taşır. Fıkıh usûlü alanında yazılan klasik eserlerde emir konusu
genellikle “dille ilgili usûl kuralları” veya “lafzın şerʻî hüküm bildirmesi” ana başlığı
altında “hâs” bahsinin alt bölümü olarak ele alınır Fudayl Çelebi de bu tasnife
uyarak emir konusunu “hâs” lafzın kısımlarından biri olarak işlemektedir.
Fudayl Çelebi, eserinde emir konusunu genişçe ele almaktadır. Bu başlık
altında öncelikle emrin tanımını, mûcebini (gereğini), mutlak emrin tekrarı gerektirip
gerektirmediğini ve vakit açısından emri incelemekte daha sonra ise hüsün yönünden
me’mûrun bihin (emirle istenen şey) kısımlarını zikretmektedir. Emirle önemli bir
ilişkisi bulunan kudret konusunu da ele alarak bu konuyu bitirmektedir.
Emir kelimesinin sözlükteki iki farklı anlamından biri “hal, durum, iş, olay,
konum”dur. Bu anlama gelen emrin çoğulu umûr (‫’)األمور‬dur. İkinci anlamı ise nehyin
zıddı olarak “bir işin yapılmasını istemek”tir. Bu anlamdaki emrin çoğulu ise evâmir
(‫’)األوامر‬dir
Fudayl Çelebi’ye göre emir “kendisiyle otoriter tarzda (isti‘lâ) bir şeyin talep
edildiği sîgadan”75 ibarettir.
Tanımda da görüldüğü üzere Fudayl Çelebi’ye göre emre mahsus bir sîgadan
söz etmek mümkündür. (‫ )افعل‬şeklindeki bu sîga emre aittir ve bir şeyin mutlak surette
yerine getirilmesini (vücûb) gerektirir. Nedb ve ibaha bu sîgadan anlaşılabilir ise de -
yerinde de ifade edileceği üzere- mecaz kabilindendir. Müellifin emri “sîga” olarak
tanımlamasının bir sonucu olarak fiil ve işaret tanım dışı kalmaktadır. Dolayısıyla
emir ve bunun gereği olan vücûb fiil ve işaretle sağlanamaz
Emrin mucebinin vücûb olduğunu ise müellif nas, İcmâ ve aklî delillerle
temellendirme yoluna gitmiştir. Buna göre emirle memur olan mükellefin tercih
hakkının olmadığını77, emre muhalefet edenlerin azapla korkutulduğunu78 ve emre

73
Salim Öğüt, “Emir”, İstanbul , XI,
74
Öğüt, “Emir” DİA, XI,
75
‫ األمر صيغة لطلب الفعل استعالء‬Fudayl Çelebi, Tenvîʻu’l-usûl, vr. 4b.
76
Çünkü bir lafız bir manaya vazʻ olunup o manayı ifade etmesi kastedildiğinde aslolan o manayı tam
olarak ifade etmesi ve onu ifade etmekten aciz olmamasıdır. Bu ise ancak lafzın o manaya inhisarıyla
mümkün olabilir. Dolayısıyla mana, o lafızdan başka bir şeyden de anlaşılmış olsa lafız manayı ifade
edememiş olur. Molla Hüsrev, Mir’âtü’l-usûl, s. Bkz. Nesefi, Keşfü’l-esrâr, I,
77
el-Ahzap 33/
20

imtisal etmeyenlerin asi addedildiğini79 gösteren naslar buna örnek teşkil etmektedir.
Aynen bu hususta İcmâ bulunmaktadır. Diğer taraftan örf/akıl da buna delalet
etmektedir. Çünkü bir efendi, emrini yerine getirmeyen kölesini asi addetmektedir. Bu
ise ancak bir vacibin yerine getirilmemesi durumunda doğru olabilir. Çünkü efendinin
emri vücûb ifade etmeyip emredilen şeyi yapıp yapmamakta köleyi muhayyer
bıraksaydı o zaman efendinin köleyi asi sayması doğru olmazdı
Müellif, emrin mûcebiyle ilgili farklı yaklaşımlara başlamadan önce emir
sîgasının hazr (yasak)’dan sonra gelmesi durumunda ifade edeceği hükmü ele alır.
Müellife göre yasaktan sonra gelen emir sîgası, vücûb ifade eder. Çünkü eğer vücûb
ifade etmiyor olsaydı, temizlendikten sonra hayız ve nifaslı kadına, sarhoşluğu
geçtikten sonra sarhoş kişiye namaz vacip olmazdı. Yine haram aylar çıktıktan sonra
cihat vacip olmazdı
Müellif emrin mûcebiyle ilgili vücûbtan başka üç farklı yaklaşım daha
zikrederek bazı tenkitler yöneltmektedir. Buna göre,
I. Emir sîgası nedb (tavsiye ve yönlendirme) ifade eder. Çünkü bir fiilin
yapılmasının terkedilmesinden daha üstün olmasının alt sınırı nedb olduğundan
mutlak emir hakikatte nedb, yani o işin yapılmasının terkedilmesinden evlâ olduğunu
bildirir. Müellife göre bu görüş, Mutezilenin çoğunluğu, bir grup fakîh ve bir rivayete
göre İmam Şafiî’ye aittir.
II. Emir sîgası ibâha ifade eder. Çünkü bir fiilin var kılınmasına dönük bir
talebin o işin yapılmasına izin verildiği anlamına gelir ki bu da ibaha demektir.
Müellif, bu görüşün Mâlikîlerden bir gruba ait olduğunu ifade etmektedir
III. Emir sîgası hakkında tevakkuf edilir ve hangi manada kullanıldığını
öğrenmek için beklemek ve araştırmak gerekir. Çünkü emir sîgası bir kısmı hakikat
bir kısmı da mecaz olmak üzere birçok manada kullanılmaktadır. Bir başka ifadeyle
emir sîgası karineden hâlî olması durumunda birçok manaya muhtemel olmaktadır.

78
en-Nûr 24/
79
Taha 20/
80
Fudayl Çelebi, Tevsîʻu’l-vüsul, vr. 6a. Bkz. Molla Hüsrev, Mir’âtü’l-usûl, s.
81
Fudayl Çelebi, Tevsîʻu’l-vüsul vr. 6a; Fudayl Çelebi, Tenvîʻu’l-usûl, vr. 4b.
82
Fudayl Çelebi, Tenvîʻu’l-usûl, vr. 4b-5a; Fudayl Çelebi, Tevsîʻu’l-vüsul, vr. 6a-6b; Öğüt, “Emir”
DİA, XI,
21

İhtimal ise hangi manada kullanıldığını öğrenmek için tevakkufu gerektirir. Müellif,
Şafiilerden sadece İbn Süreyc (ö. /)’in bu görüşte olduğunu söylemektedir
Müellife göre -daha önce de söylediğimiz üzere- emir sîgasının gereği
vücûbtur. Çünkü bir sîga kendisine mahsus olan bir manaya vaz olunduğu zaman o
manada en kemal noktayı ifade etmesi asıldır. Emrin de talebe vaz olunduğu sabit
olduğuna göre talepte en kemal derece olan vücûbu ifade etmesi gerekir. Çünkü
vücûbta iki yönden yani hem fiilin yapılması hem de kesin surette terk edilmesi
yönünden talep bunulurken, vücûbun dışındaki taleplerde (nedb ve ibâha) ise sadece
tek yönlü yani fiilin yapılması yönüyle talep bulunmakla birlikte terk edilmesi talebi
bulunmamaktadır. Dolayısıyla emir sîgasının mûcebi konusunda en doğru görüş, -
vücûb ifade etmesine engel olan karine bulunmaması durumunda- daha alt derecedeki
taleplere ihtimali olmakla beraber bir fiili talep etmenin en üst derecesi olan vücûbtur.
Çünkü ne emir sîgasında ne de bu sîgayı kullanan Allah’ta -sîgadan vücûb
anlaşılmasına engel olacak- her hangi bir kusur bulunmamaktadır
Usûlcüler, vücûb ifade eden emir sîgasının (‫)افعل‬, hakiki anlamda emir olduğu
konusunda görüş birliği içindedirler. Emrin, nedb veya ibâha ifade eden sîgaları
konusunda ise emrin bu anlamları hakikat olarak kapsayıp kapsamadığı hususunda
ihtilaf etmişlerdir Müellife göre ise, emir sîgası nedb veya ibâha anlamında
kullanıldığında hakîkat değil mecâzdır
Emrin delâleti kapsamında tartışılan diğer bir mesele de bu sîganın emre konu
olan fiilin tekrarını gerektirip gerektirmeyeceğidir. Müellif, Tevsîʻu’l-vusûl adlı

83
Fudayl Çelebi, Tenvîʻu’l-usûl, vr. 5a; Fudayl Çelebi, Tevsîʻu’l-vüsul, vr. 6b. Bkz. Molla Hüsrev,
Mir’âtü’l-usûl, s.
84
Fudayl Çelebi, Tenvîʻu’l-usûl, vr. 4b; Fudayl Çelebi, Tevsîʻu’l-vüsul, vr. 5b-6a. Bkz. Pezdevî, el-
Usûl, s. 21; Molla Hüsrev, Mir’âtü’l-usûl, s. 51; Süleyman b. Veli b. Resul el-Kırşehri İzmiri,
Haşiyetü’l-Fazıl el-İzmiri ala Mir’ati’l-usul fî şerhi Mirkati’l-vüsul, yy. trs., I,
85
Molla Hüsrev, Mir’âtü’l-usûl, s.
86
Fudayl Çelebi, Tenvîʻu’l-usûl, vr. 5a; Fudayl Çelebi, Tevsîʻu’l-vüsul, vr. 6b. Fahrülislam Pezdevî’ye
göre emir sîgasının nedb veya ibâha anlamında kullanılması mecâz değil hakîkat-i kâsıradır. Çünkü
vücûbun manası, fiilin cevazıyla beraber terkinin haram olmasıdır. Emir sîgası hiçbir zaman terk
anlamında kullanılmayacağından nedb veya ibâhada kullanılması küllün cüzde istimali demektir.
Bundan Pezdevî’nin, mecâzın tarifindeki “lafzın kullanıldığı mananın vazolunduğu mananın gayr”ı
olmasını manadan hariç olması olarak anladığı anlaşılmaktadır. Cüz ise külden hariç olmadığı için
lafzın cüzü olan manada kullanılması mecâz değildir. Yine cüz vazolunduğu mananın aynı/tamamı
da olmadığından bu istimal hakîkat-i tâmme olmayıp hakîkat-i kâsıra olmuş olur. Pezdevî, el-Usûl, s.
22’den naklen Mahmud Esad, Telhîs-i usûl-i fıkıh, s.
22

şerhinde mutlak emrin tekrarı gerektirip gerektirmeyeceği konusunda dört görüş


olduğunu belirtmektedir. Bu görüşleri şöyle sıralayabiliriz:
I. Mutlak emir, umumu ve tekrarı gerektirir. Mutlak emir umumu gerektirir.
Çünkü emir sîgası, elif-lâm takısıyla marife olan masdarı içermektedir. Mesela
(‫ )اضرب‬lafzı (‫ )أطلب منك الضرب‬cümlesinden kısaltmadır. Elif-lâm takısıyla marife olan
isim ise umum ifade eder. Dolayısıyla mutlak emir de umumu gerektirir
Yine mutlak emir tekrarı gerektirir. Çünkü sahabeden Akra‘ b. Hâbis, Hz.
Peygamber’e, “Her yıl mı hacca gideceğiz, yoksa (ömürde) bir kere mi?” diye
sorduğunda, Allah Resulü (s.a), “Bir kere (yapmanız yeterli); ‘Her yıl’ deseydim, her
yıl haccetmeniz vacip olurdu ve bunun altından kalkamazdınız”88 şeklinde cevap
vermiştir. Bu yaklaşım sahiplerine göre “haccedin (‫ ”)حجوا‬şeklindeki emir sîgasının,
tekrara ihtimali olmasaydı ya da tekrarı gerektirmeseydi, Akraʻ bu emirden tekrarı
anlamazdı. Çünkü Akra‘ Arap dilinin inceliklerine vâkıf sahabilerdendi. Ayrıca Hz.
Peygamber’in de, lafzın muhtemel anlamlarından olmayan bir soruya cevap
vermemesi gerekirdi. Ancak Hz. Peygamber’in bu suali makul bulup cevap vermiş
olması da emrin mûcebinin umum ve tekrar olduğuna delalet etmektedir. Müellif, bu
görüşün Müzenî ve İsferayini’ye ait olduğunu söylemektedir
II. Mutlak emir, umumu ve tekrarı gerektirmez, ancak bunlara ihtimali vardır.
Bu görüşün sahipleri de umum ve tekrarı gerektirir diyenlerin delilleri olan Akraʻ b.
Hâbis hadisi ve emir sîgasının müştemil olduğu masdar delilleriyle istidlal
etmektedirler. Ancak bir farkla ki o da şudur: Emir sîgası, marife değil nekre olan
masdarı içermektedir. Çünkü marife olduğuna delalet eden ek bir delil bulunması
gerekmektedir. Dolayısıyla mesela (‫ )اضرب‬lafzı (‫ )أطلب منك ضربا‬cümlesinden kısaltma
olmaktadır. Olumlu cümlelerdeki nekre lafızlar ise hâstır. Ancak takdir edilen
mastarın marife olmasına -dolayısıyla umum ve tekrar ifade etmesine- delalet eden bir
karîne bulunması ihtimali de mevcuttur. Bu durum da mutlak emrin umum ve tekrara
ihtimali olmasına delalet eder. Müellif, bu görüşün İmam Züfer ve İmam Şafiî’ye ait
olduğunu belirtmektedir

87
Fudayl Çelebi, Tenvîʻu’l-usûl, vr. 5a; Fudayl Çelebi, Tevsîʻu’l-vüsul, vr. 7a. Bkz. Molla Hüsrev,
Mir’âtü’l-usûl, s.
88
Hadis için bkz. Ebu Davud, Menasik, 1.
89
Fudayl Çelebi, Tenvîʻu’l-usûl, vr. 5a; Fudayl Çelebi, Tevsîʻu’l-vüsul, vr. 7a. Bkz. Nesefi, Keşfü’l-
esrâr, I, 59; Molla Hüsrev, Mir’âtü’l-usûl, s. 62
90
Fudayl Çelebi, Tenvî’u’l-usûl, vr. 5a; Fudayl Çelebi, Tevsîʻu’l-vüsul, vr. 7a-7b. Bkz. Molla Hüsrev,
Mir’âtü’l-usûl, s.
23

III. Mutlak emrin tekrara ihtimali yoktur. Ancak bir şarta bağlı veya bir vasıfla
kayıtlanmış olursa tekrarı ifade eder. Nitekim bir vakte (namaz gibi) veya belli bir
miktardaki mala (zekât gibi) bağlı olarak vacip kılınmış olan ibadetler ve belli bir
vasfa bağlı cezalar (zina gibi), şartlarının ve vasıflarının tekrarıyla gerekli hale gelir.
Yani vakit girdikçe namaz; mal nisaba ulaştıkça zekât ve zina fiili işlendikçe had
gerekli olur. Müellif bu görüşün bazı Hanefî usûlcülere ait olduğunu ifade etmektedir.
IV. Mutlak emir, umum ve tekrarı gerektirmez ve buna ihtimali de olmaz.
Ancak emredilen fiil cinsinin en azı hakkında vaki olur. Fiilin en azı ise ferd-i hakîkî
olup yerine getirildiğinde emre uyulmuş kabul edilecek sınırı ifade etmektedir. İşte
mutlak emrin mûcebi bu sınırdan ibarettir. Aynı zamanda mutlak emir ferd-i itibari
olmak itibariyle de emredilen fiilin cinsinin tamamına da -emredenin niyetinin
bulunması durumunda- muhtemeldir. Ancak fiilin ferd-i hakîkî olan derecesi kesin ve
müteayyin olduğundan mutlak emir ona delalette harici bir delile ihtiyaç duymazken,
ferd-i itibari olan fiil cinsinin tamamına delalette bir delile yani emredenin niyetine
muhtaçtır. Müellif bu görüşü Hanefîlerin cumhuruna nispet etmekte ve tercihini de bu
yaklaşımdan yana yapmaktadır
Fudayl Çelebi, vakitle mukayyet olup olmaması açısından emri ele alarak
vakit açısından emri, mutlak ve mukayyet olmak üzere ikiye ayırmaktadır. Buna göre,
I. Mutlak emirler, emirle talep edilenin -kendisinden sonra yerine
getirildiğinde kaza veya geçersiz olarak kabul edilecek- bir vakitle kayıtlanmamış
olduğu emirlerdir. Zekât, fıtır sadakası, öşür, mali keffaretler, mutlak nezirler ve
ramazanın kazası ile ilgili emirler bu kısma girmektedir.
2. Mukayyet emirler ise emirle talep edilenin -kendisinden sonra yerine
getirildiğinde kaza veya geçersiz olarak kabul edilecek- bir vakitle kayıtlanmış olduğu
emirlerdir. Namaz, oruç vb. hakkındaki emirler de mukayyet emrin örneklerini
oluşturmaktadır.
Mutlak emir konusunda ihtilaf edilen hususlardan biri de emredilen hususun
derhal mi (fevr) yoksa daha sonra mı (terâhî) yerine getirileceği meselesidir. Bu konu
literatürde “emrin fevr veya terâhîye delâleti” diye anılır. Hanefî hukukçuları, Şafiî,
ayrıca Fahreddin er-Razî, Seyfeddin el-Âmidî gibi usûlcülere göre emir, bu anlamda
açık bir delalet taşımaz. Emrin ne zaman yerine getirileceği hususu sîganın dışında
kalan kayıt ve karinelerden anlaşılır. Buna göre emrin derhal yerine getirilmesi caiz
91
Fudayl Çelebi, Tenvî’u’l-usûl, vr. 5a; Fudayl Çelebi, Tevsîʻu’l-vüsul, vr. 7a-7b. Bkz. Molla Hüsrev,
Mir’âtü’l-usûl, s.
24

olduğu gibi meşru ölçüler içinde tehir edilmesi de mümkündür. Malikî ve Hanbelî
usûlcüler ve Hanefîler’den Kerhî’ye göre emir, me’mûrun bihin derhal yerine
getirilmesinin gerekliliğine delâlet eder. Ebû Yaʻkûb es-Sekkâkî ve Bâkıllânî de bu
görüştedir
Müellif de her hangi bir vakitle kayıtlanmayan mutlak emrin fevr veya tehiri
icap etmediğini; terâhîye haml edilmesi gerektiğini söylemektedir. Terâhîden maksat
emrin şimdiki hal ile kayıtlanmamasıdır; yoksa gelecek zamanla kayıtlanması
anlamına gelmemektedir.
Emrin fevre delâlet edeceğini iddia edenlerin başat gerekçesi şudur: Allah,
“Sana emrettiğim vakit seni secde etmekten ne alı koydu”93 ayetinde İblis’i derhal
secde etmediği için zemmetmiştir. Eğer emir fevr icap etmeseydi Allah İblis’i
zemmetmezdi.
Müellif, İblis’in o anda secde etmesini gerektiren şeyin ayetteki emir
olmadığını, başka bir ayette geçen (‫ )فقعوا‬kelimesine muttasıl olan fâ (‫ )فاء‬lafzının bu
anlamı ifade ettiğini söylemektedir Kaldı ki fevr, denildiği gibi o ayetten anlaşılmış
olsa da İblis’in zemmedilmesine sebep -emre kendisi de muhatap olduğu halde- emre
muhalefet ettiğini gösteren bir emare ve alamet de olabilir. Bunun yanında emir
sîgasından sadece fiilin talep edildiği anlaşılır. Fevr veya tehirin vücubu ise bu
anlamın dışında zaid ve harici bir sıfattır. Dolayısıyla bunlara delalet eden bir
karine/delil bulunması gerekmektedir. Mutlak emirde ise fevr ya da tehire delalet eden
her hangi bir karine yoktur
Müellif daha sonra mukayyet emirler konusunu işlemekte ve mukayyet
emirleri Molla Hüsrev gibi 6 kısma ayırarak ele almaktadır. Buna göre vakit:
1- Müeddâ (edâ edilen) için zarf96, eda için şart, nefs-i vücûb için sebeptir.
Namaz vakti gibi.
2- Müeddâ için mi‘yâr97, eda için şart, nefs-i vücûb için sebeptir. Ramazan ayı
gibi.

92
Öğüt, Emir” DİA, XI,
93
el-Araf 7/
94
el-Hicr 15/29; es-Sâd 38/
95
Fudayl Çelebi, Tenvîʻu’l-usûl, vr. 5b; Fudayl Çelebi, Tevsîʻu’l-vüsul, vr. 9a.
96
Farz kılındığı gibi eda edildiği takdirde emredilen şeyden fazla olan vakte zarf denilir. Bir namaz
vaktinde birden fazla namazın eda olunması gibi. Fudayl Çelebi, Tevsîʻu’l-vüsul, vr. 9b.
25

3- Müeddâ için zarf, eda için müfevvit (vaktin geçmesiyle edanın da ortadan
kalkması anlamında) şart, vücûb-u eda için sebeptir. Namaz veya sadakanın
nezrolunan muayyen vakit gibi.
4- Müeddâ için mi‘yâr, eda için müfevvit şart, vücûb-u eda için sebeptir. Oruç
veya itikâf nezrolunan muyyyen vakit gibi.
5- Müeddâ için sadece mi‘yârdır. Keffâret, mutlak nezir ve kaza oruçlarının
vakti gibi.
6- Zarf ve mi‘yâra benzeyen müşkil98 vakittir. Hac vakti gibi.
Fudayl Çelebi, gerek Tenvîʻu’l-usûl’da, gerekse de Tevsîʻu’l-vüsul’da bu altı
kısmı geniş bir şekilde ele almakta ve bu vakitlerle ilgili hükümleri açıklamaktadır.
Müellifin yapmış olduğu bu taksimin, Molla Fenari ve Molla Hüsrev’in eserlerinde99
de zikredildiğini görmekteyiz. Müellif mukayyet emirler konusunda genel olarak
Debûsî, Pezdevî, Serahsî, Nesefî, Sadruşşerîa ve Molla Hüsrev’i takip etmektedir
Fudayl Çelebi, mutlak ve mukayyet emirlerle ilgili konuları ele aldıktan sonra
memûrun bih konusunu ele almaktadır. Memûrun bih, emirle yapılması istenen fiil
demektir. Memûrun bih, edâ ve kazâ olmak üzere iki şekilde yerine getirilir İfade
edelim ki Mütekellimûn metoduyla yazılan usûl eserlerinde eda ve kaza, şer‘î hüküm
bölümünde ele alınırken fukahâ metoduyla yazılan eserlerde ise “dille ilgili usûl
kuralları” ve “lafzın şer‘î hükme delâleti” bahsinin alt bölümü olan “emir” konusunda,
emredilen şeyin yerine getirilmesi mevzusu incelenirken ele alınır

97
Emredilen şeyden ne fazla ne de nakıs olup sadece emredilen şeyin edasının mümkün olduğu vakte
miʻyâr denilir. Bir günde sadece bir orucun eda olunması gibi. Fudayl Çelebi, Tevsîʻu’l-vüsul, vr.
12b.
98
Emredilen şeye denk veya ondan fazla olup olmadığı konusunda belirsizlik olan vakte müşkil denilir.
Hac vakti gibi. Çünkü hac vakti, hac fiilleri vaktin tamamını kapsamadığı için zarfa, senede bir hac
yapılabildiği için de miʻyâra benzer. Fudayl Çelebi, Tevsîʻu’l-vüsul, vr. 16a.
99
Şemseddin Muhammed b. Hamza b. Muhammed Molla Fenari, Fusulü’l-bedayiʻ fî usuli’ş-şeraiʻ,
thk. Muhammed Hasan İsmail, Dârü’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut /, I, ;
Molla Hüsrev, Mir’âtü’l-usûl, s.

Mukayyet emirlerle ilgili görüşler için bkz. Debusi, Takvîmü’l-edille, s. ; Pezdevî, el-Usûl, s.
; Serahsî, el-Usûl, I, ; Sadruşşeria, et-Tavdîh, I, ; Nesefi, Keşfü’l-esrâr, I, ;
Molla Hüsrev, Mir’âtü’l-usûl, s.

Edâ ve kazâ kavramlarının tanımları için bkz. Debusi, Takvîmü’l-edille, s. 87; Pezdevî, el-Usûl, s.
25; Serahsî, el-Usûl, I, 44; Sadruşşeria, et-Tavdîh, I, ; Nesefi, Keşfü’l-esrâr, I, 64;
Molla Hüsrev, Mir’âtü’l-usûl, s.

Bkz. Gazzali, el-Müstesfa, I, ; Ebü’l-Hasan Seyfeddin Ali b. Muhammed b. Salim Amidi, el-
İhkam fî usuli’l-ahkâm, thk. Abdurrezzak el-Afifî, Dâru’s-Samîî, Riyad /, I,

Bkz. Debusi, Takvîmü’l-edille, s. 87; Pezdevî, el-Usûl, s. 25; Serahsî, el-Usûl, I, 44; Nesefi, Keşfü’l-
esrâr, I, Bkz. Ali Bardakoğlu, “Edâ”, DİA, İstanbul , X,
26

Eda, emirle yani nasla vacip olan şeyin aynını teslim etmektir. Kaza ise
emre muhatap olan kişi tarafından emirle vacip olan şeyin mislini/benzerini teslim
etmektir Hanefî usûlcüler edâyı, “kâmil”, “kâsır” ve “kazâya benzeyen edâ”;
kazâyı ise “makul misliyle kazâ”, makul olmayan misliyle kazâ” ve “edâya benzeyen
kazâ” şeklinde üç kısma ayırırlar Fudayl Çelebi’nin de kendisinden önceki Hanefî
usûl geleneğini izleyerek eda ve kaza kavramlarını “emir” konusunun içerisinde
işlediğini, Hanefî usûlcülerin taksimini aynen eserine aldığını ve her bir kısma
misaller verdiğini görmekteyiz.
Hanefî usûlcülerin edâyı, dinen veya hukuken aranan bütün şart ve vasıfları
toplayıp toplamaması yönünden kâmil, kâsır ve kazâya benzeyen edâ şeklinde üçe
ayırdıklarını söylemiştik. Vakti içinde cemaatle kılınan namazı birinciye, tek başına
kılınan namazı ikinciye örnek gösterirler. Namaza imamla beraber başladığı halde
arızî bir sebepten dolayı bir kısmını imamla birlikte kılamayan ve bunu tek başına
kılarak namazını tamamlayan kimsenin ibadeti ise aslı itibariyle eda olmakla birlikte
cemaatle namazın faziletini telafi etmeyi amaçlaması yönüyle kazaya benzediğinden
üçüncü türün örneğini oluşturur. Hanefî fakihleri edayı ibadetlerin yanı sıra muâmelât
hukukundaki borç ve görevlerin ifasını da içine alacak şekilde düşündüğünden
gasbedilen malın eksiksiz olarak aynen iadesini kâmil edaya, kusurlu olarak iadesini
kâsır edaya örnek gösterirler. Mehir olarak belirlendiğinde başkasının mülkiyetinde
bulunan bir malın sonradan satın alınarak alacaklıya teslimi ise kazaya benzeyen
edanın bu gruptaki örneği olarak verilir
Hanefî usûlcülerin kazâyı da eda gibi mâkul misliyle, mâkul olmayan misliyle
ve edaya benzer olmak üzere üçe ayırdıklarını söylemiştik. Vaktinde eda edilmeyen
farz namazın ya da orucun sonradan aynen yani namaz kılarak ve oruç tutarak kaza
edilmesi birinci, yaşlı bir kişinin ramazan orucunu tutmaya gücünün yetmemesi
sebebiyle fidye vermesi ikinci, bayram namazına imam rükûda iken yetişen kimsenin
tekbirleri rükûda alması da üçüncü tür kazaya örnek teşkil eder. Hanefîler bu ayırımı


Müellif, tarifteki emirle ifadesini nas ile şeklinde açıklamasının sebebini şöyle açıklamaktadır: eğer
emirden maksat nas olmamış olsa “‫ ”وهلل على الناس حج البيت‬şeklindeki ayetlerle farz olan memûrun
bihlerin tarife dâhil olmaması gerekir. Hâlbuki bu şekilde ihbari cümlelerle sabit olan memurun
bihler de tarife dâhildir. Fudayl Çelebi, Tevsîʻu’l-vüsul, vr. 17b.

Fudayl Çelebi, Tenvî’u’l-usûl, vr. 8a; Fudayl Çelebi, Tevsîʻu’l-vüsul, vr. 17b.

Edâ ve kazânın taksimi için bkz. Pezdevî, el-Usûl, s. ; Serahsî, el-Usûl, I, ; Nesefi,
Keşfü’l-esrâr, I, ; Molla Fenari, Fusulü’l-bedayiʻ, I,

Bardakoğlu, “Edâ” DİA, X,
27

muamelata da uygular ve gasbedilen ya da telef edilen malın misliyle ya da


kıymetiyle tazmin edilmesini mâkul misliyle kazanın örneği olarak zikrederler. Ancak
bunlardan misliyle tazmin makul misliyle kazanın kâmil olanını, kıymetiyle tazmin
ise kasır olanını teşkil eder. Hatâen işlenen cinayetlerde can veya organ kısası yerine
diyet ödenmesi mâkul olmayan misliyle kazanın, nikâhta gayri muayyen bir kıyemî
malın mehir tayin edilip sonra ondan vasat cinsinin kıymetinin ödenmesi edaya
benzeyen kazanın örneğidir
Fudayl Çelebi’nin de Hanefî usûlcülerin edâ ve kazâya yapmış oldukları bu
taksime aynen uyduğunu ve hukûkullah ve hukûku’l-ibâddan her bir kısma yukarıda
zikrettiğimiz örnekleri verdiğini görmekteyiz
Usûl âlimleri, vakti içinde yerine getirilmeyen vâcip bir ibadetin kazasının
edayı vâcip kılan ilk emirle mi gerekli olduğu yoksa bu konuda yeni bir emrin mi
bulunması gerektiği konusunda farklı görüşlere sahiptirler. Müellife göre mâkul olan
misliyle kaza, nas, nassın delaleti ve kıyâs ile sabit olurken, mâkul olmayan misliyle
kaza ise sadece nas ve nassın delaleti ile sabit olur kıyâs ile sabit olmaz
Fudayl Çelebi, me’mûrun bihin kısımlarını açıkladıktan sonra hüsün/güzellik
açısından memurun bih konusunu başlamaktadır. Ancak müellif selefi Molla
Hüsrev’den farklı olarak hüsün ve kubhun anlamını ve birşeyin güzel ya da çirkin
olduğuna hükmedenin (hâkim) kim ya da ne olduğu konusunu burada zikretmemekte
sadece hüsün itibariyle memûrun bihin taksimini yapmaktadır.
Memurün bih/emredilen şey ya;
1. a. Zâtındaki bir güzellikten dolayı hakikaten güzeldir. Bu ise;
aa. Ya imandaki dil ile ikrar gibi mükelleften düşmeyi kabul eder. Çünkü dil
ile ikrarın ikrah halinde mükelleften sâkıt olması mümkündür. Müellif namazın da bu
kısma örnek olabileceğini söylemektedir. Ancak namaz ikrarın altında yer alır. Çünkü
dil ile ikrar sadece bir özürle -ki o da ikrahtır- düşerken namaz ise birçok özür
sebebiyle -mesela delilik, bayılma, hayız ve nifas gibi- mükelleften sakıt
olabilmektedir.
ab. Ya da imandaki kalp ile tasdik gibi mükelleften düşmeyi asla kabul etmez.
b. Yahut (memurun bih zâtındaki güzellikten dolayı) hakikaten değil de
hükmen güzeldir. Mesela oruç, hakikatte kişinin kendisini aç bırakması ve Allah’ın


Kâmil Yaşaroğlu, “Kazâ” DİA, Ankara , XXV,

Fudayl Çelebi, Tenvî’u’l-usûl, vr. 8aa; Fudayl Çelebi, Tevsîʻu’l-vüsul, vr. 17bb.

Fudayl Çelebi, Tenvîʻu’l-usûl, vr. 9b; Fudayl Çelebi, Tevsîʻu’l-vüsul, vr. 18aa.
28

kullarına mubah kıldığı nimetleri kendisine yasaklaması açısından güzel olmamakla


birlikte kötülüğü emreden nefsi kahretme yönünden hükmen güzeldir
Zâtındaki bir güzellikten dolayı güzel olan memurun bihin hükmü, sadece
kendisini mükelleften düşüren bir halin meydana gelmesi -mesela namaz
mükellefiyetinin hayız ya da nifas halinin meydana gelmesiyle düşmesi gibi- ya da
eda edilmesi suretiyle mükelleften sorumluluğun düşmesidir.
Yahut (memurun bih);
2. Kendi zâtının dışındaki bir güzellikten dolayı güzeldir. Bu da ikiye ayrılır;
a) Ya memurun bihi yerine getirmekle harici güzel şey meydana gelmez.
Mesela abdest hakikatte güzel değildir. Çünkü abdest haddi zatında -özellikle soğuk
zamanlarda- üşümeye ve suyun ziyan edilmesine sebep olma açısından güzel
olmamakla birlikte bizzat güzel olan namaza vesile olması açısından güzel kabul
edilmektedir. Bununla beraber abdest yerine getirildiği zaman namaz kılınmış
olmaz
b) Ya da memurun bihi yerine getirmekle harici güzel şey meydana gelir.
Mesela cihat aslında savaş, öldürme ve ülkeleri tahrip etmekten ibaret olduğu için
güzel kabul edilmemesi gerekirken zatında güzel olan Allah adını yüceltmeye vesile
olduğu için güzeldir ve cihat emri yerine getirildiğinde Allah adını yüceltme eylemi
de meydana gelmektedir
Fudayl Çelebi, hüsün konusunu bitirdikten sonra güç yetirilemeyecek bir şeyle
mükellef tutulamayacağına (teklif-i mâ lâ yutâk) dair nas olduğu için mükellefin
emredilen şeyi eda etmeye kudretinin bulunması gerekir diyerek kudret konusunu ele
almaktadır. Müellifin kudret konusunu ele alışı, kudreti tanımlaması, kısımlara


Zekât ve hac da bu kısmın örneğini oluşturmaktadır. Çünkü zekât hakikatte malı ziyan etmek ve
karşılıksız olarak mülkünden çıkartmak açısından güzel olmamakla birlikte, fakirin ihtiyacını
gidermek ve ona iyilikte bulunmak açısından hükmen güzeldir. Yine hac da hakikatte -ticaret ya da
ülkeleri ziyaret etmek için seyahate çıkmanın güzel olmadığı gibi- sadece mesafe katetmek ve bazı
bölgeleri ziyaret etmek açısından güzel olmamakla birlikte, Allah’ın şerefli kıldığı beyt olan
Kâbe’yi ziyaret etmek açısından hükmen güzeldir. Fudayl Çelebi, Tenvîʻu’l-usûl, vr. 10a; Fudayl
Çelebi, Tevsîʻu’l-vüsul, vr. 24b.

Cuma namazına saʻy de bu kısmın örneğini oluşturmaktadır. Çünkü saʻy, her ne kadar kişinin
kendisini yormasına ve meşakkate maruz kalmasına sebep olsa da zatında güzel olan Cuma
namazına vesile olduğu için güzeldir. Bununla beraber saʻy meydana geldiğinde Cuma namazı
kılınmış olmamaktadır. Fudayl Çelebi, Tenvîʻu’l-usûl, vr. 10a; Fudayl Çelebi, Tevsîʻu’l-vüsul, vr.
25a.

Fudayl Çelebi, Tenvîʻu’l-usûl, vr. 10b; Fudayl Çelebi, Tevsîʻu’l-vüsul, vr. 25ab.
29

ayırması ve örneklendirmesinde kendisinden önceki Hanefî usûlcülerin görüşlerini


özetlediğini söyleyebiliriz
Fudayl Çelebi, usûlcüler arasında tartışılan bazı meseleleri zikrederek emir
bahsini sonlandırmaktadır. Bu meseleler ise şunlardır: Başkasına emretmek için
verilen emir o kimse hakkında emir değildir, mükellefin emri gereği gibi yerine
getirmesi iczâyı (zimmetin borçtan kurtulmasını) ve kerahetin bulunmamasını
gerektirir, emrin vücûbunun nesh edilmesi cevazını da ortadan kaldırır, emredilen
şeyin vücudunu murad etmek emrin sıhhati için şart değildir, kâfirler imanla,
muâmelatla, ukûbâtla ve ibadetlerin vücûbuna itikatla emrolunurlar; ibadetlerden
(namaz, oruç gibi) düşme ihtimali olanları eda etmekle emrolunmazlar

Nehiy

İslam hukuk metodolojisinde emirle simetrik olarak ele alınan önemli bir konu
da, hâs lafzın kısımlarından olan “nehiy”dir. Emir ve nehiy konusu, sözlü delâletin
özünü teşkil ettiği ve şâriin maksadının anlaşılabilmesi büyük ölçüde bunların
gösterdiği anlamın kesinlik derecesinin bilinmesine bağlı olduğu için fıkıh usûlü
eserlerinde önemli bir yer tutar. Hanefîler genelde emir ve nehyi hâs lafzın kısımları
arasında ele alırken kelâmcı usûlcüler nas, zâhir, mücmel ayırımında zâhirin kısımları
arasında inceler Müellif de Hanefî usûlcülere tabi olarak nehiy konusunu hâs lafzın
kısımları arasında ele almaktadır.
Müellif nehiy konusunu -genel olarak fıkıh usûlü eserlerinde görüldüğü üzere-
emre göre daha kısa olarak ele almaktadır. Bu başlık altında müellif, nehyin tarifi,
hükmü, nehyin medlûlü/muktezası, nehyedilen fiilin sıfatı ve kısımları, emir ve
nehyin zıtlarının hükmünü ele almaktadır.
Fudayl Çelebi, nehyi “kendisiyle otoriter tarzda (isti‘lâ) bir fiilin terki talep
olunan sîga” şeklinde tanımlamaktadır
Usûlcüler emrin delâletinde olduğu gibi, karineden mücerret nehyin delâleti
konusunda da ihtilaf etmişlerdir. Cumhura göre nehiy, nehye konu olan fiilin


Fudayl Çelebi, Tenvîʻu’l-usûl, vr. 10bb; Fudayl Çelebi, Tevsîʻu’l-vüsul, vr. 26ab. Kudret
konusu için bkz. Debusi, Takvîmü’l-edille, s. ; Pezdevî, el-Usûl, s. ; Serahsî, el-Usûl, I,
; Nesefi, Keşfü’l-esrâr, I, ; Molla Fenari, Fusulü’l-bedayiʻ, I, ; Molla Hüsrev,
Mir’âtü’l-usûl, s.

Fudayl Çelebi, Tenvîʻu’l-usûl, vr. 11bb; Fudayl Çelebi, Tevsîʻu’l-vüsul, vr. 28bb.

H. Yunus Apaydın, “Nehiy”, DİA, İstanbul , XXXII,

‫ النهي صيغة طلب الترك استعالء‬Fudayl Çelebi, Tenvîʻu’l-usûl, vr. 12b.
30

(menhiyyün anh) harâm kılındığını gösterir bir delil bulunmadıkça “tahrim” dışında
bir anlama çekilemez. Bazı usûlcülere göre nehiy, nehyedilen fiilin mekruh kılındığını
gösterir. Özel karine bulunmadıkça harâm kılındığını göstermez. Bir kısım usûlcüye
göre ise nehiy, tahrim ve kerahet arasında “müşterek”tir; karine olmadıkça bunlardan
hiçbirine delâlet etmez
Müellif de nehyin tahrimde hakikat ya da tahrim ve kerahet arasında lafzî veya
manevî iştirak ile müşterek olup olmadığı konusundaki ihtilafın emirdeki ihtilaf gibi
olduğunu söylemekte ve nehyin tahrime delalet ettiğine dair sarih bir ifade
kullanmamaktadır. Fakat yaptığı açıklamalardan, cumhurun görüşü olan nehyin
tahrime delalet ettiği kanaatini paylaştığı anlaşılmaktadır
Müellife göre nehyin hükmü, fiili terk etmeye devam etmektir. Çünkü nehiy
sîgası, nefiyden sonra gelen nekre bir kelimeyi içermektedir. Mesela (‫ )ال تضرب‬dövme
demek (‫ )ال يصدر منك ضرب‬senden hiçbir dövme fiili sadır olmasın demektir. Nefiyden
sonra gelen nekreler ise emrin hilafına olarak umum ve tekrar ifade eder
Müellif nehiy-kubuh ilişkisini de ele almakta ve nehiy sîgasının nehye konu
fiilin kubuh olmasını gerektireceğini ifade etmektedir. Ayrıca Fudayl Çelebi kubhun
nehye konu fiilin özüne ilişkin olup olmaması açısından taksim yaparak bu bağlamda
nehyin ibadet ve muamelata etkisini de esaslı bir konu olarak inceler.
Buna göre menhiyyün anh, ya kendisindeki bir mana sebebiyle (liaynihi) veya
haricî bir mana sebebiyle (ligayrihi) kabihtir.
Liaynihi kabih de kendi içinde a. vazʻan/aklen kabih ve b. şerʻan kabih olmak
üzere ikiye ayrılır. Vazʻan kabih, vazʻ yönünden çirkinliği malum olan fiil demektir.
Yani o lafzı vazeden (vâzıʻ), şeriat gelmeden önce de çirkinliği bilinen bir fiile
vazetmiştir. Müellif bu kısma küfür örneğini vermektedir. Çünkü küfür nimeti örtmek
ve nankörlük etmek demektir. Bu ise -çirkin olduğuna dair sem‘î deliller bulunmamış
olsa bile- akl-ı selîmin çirkin olduğunu kabul ettiği bir husustur
Şerʻan kabih ise çirkinliğini şeriatın haber verdiği fiil demektir. Yani bir fiilin
şeriat varit olmamış olsaydı aklın onun çirkin olduğunu idrak edemeyeceği bir halde
olmasıdır. Müellif bu kısma hür bir kimseyi satmayı örnek vermektedir. Çünkü şeriat


Zekiyyüddin Şaban, İslam Hukuk İlminin Esasları: Usulü’l-Fıkh, (trc. İbrahim Kafi Dönmez), TDV
Yay., Ankara , s.

Fudayl Çelebi, Tevsîʻu’l-vüsul, vr. 30ba.

Fudayl Çelebi, Tenvîʻu’l-usûl, vr. 12b; Fudayl Çelebi, Tevsîʻu’l-vüsul, vr. 31a.

Fudayl Çelebi, Tenvîʻu’l-usûl, vr. 12b; Fudayl Çelebi, Tevsîʻu’l-vüsul, vr. 31a.
31

beyʻi malı mal ile değiştirmek şeklinde açıklamıştır. Hür kimse ise şeriat nezdinde
mal değildir. Dolayısıyla hür kimsenin alış verişe konu olması şeriat tarafından
nehyedilmiştir ve söz konusu fiil şerʻan kabihtir. Ancak bu fiil vazʻan/aklen kabih
değildir. Çünkü mutlak beyʻ lugatta aklen çirkin bir manaya vazedilmemiş olmakla
birlikte akıl, kölenin alış verişe konu olmasına kıyâsla hür kimsenin satılmasına da
cevaz verir. Nitekim insan olma noktasında köle veya hür olan kişi arasında bir fark
yoktur. İster vazʻan ister şerʻan olsun liaynihi kabihin hükmü butlan yani asla meşru
olmamasıdır.
Ligayrihi kabih de a. vasfen kabih ve b. mücâviran kabih olmak üzere ikiye
ayrılır.
Vasfen kabih, fiilin nehyedilmesine sebep olan haricî emrin (gayr), o fiilden
ayrılması mümkün olmayan bir vasıf olması demektir. Müellif bu kısma zina ve riba
örneklerini vermektedir. Zina, nikâhı altında olmayan bir kadınla cinsel ilişkiye
girmek demektir. Kadına yaklaşmak ise aklen ve tabiaten çirkin bir fiil değildir
Ancak zina diğer bir mana sebebiyle yani nesebi zayi etmeye sebep olduğu için çirkin
olmuştur. Bu mana ise zinanın lazım vasfıdır. Yani her ne zaman zina bulunursa,
nesebin zayi olması da gerçekleşmiş olur. Bu nevi kabih fiillerin hükmü butlandır.
Binaen aleyh zina fiiline, nesebin ve verasetin sabit olması gibi hiçbir şerʻî fiil terettüp
etmez.
Riba ile beyʻ de bu kısma dâhildir. Çünkü riba bir malı fazla bir mal ile
değiştirmekten ibarettir. Burada alış verişin rüknü olan malı mal ile değiştirmek
mevcut olduğundan bu alış veriş aslen sahihtir. Ancak ribada şart olan fazlalığın
karşılığı olmadığından -ve bu fazlalık da vasıf hükmünde olduğundan- bu vasıf
beyʻi fasit kılar
Mücâviran kabih, fiilin nehyedilmesine sebep olan harici emrin (gayr), o
fiilden ayrılması mümkün olan bir vasıf olması demektir. Bir yerde söz gelimi kişinin


Fudayl Çelebi, Tenvîʻu’l-usûl, vr. 12b; Fudayl Çelebi, Tevsîʻu’l-vüsul, vr. 31a.

Çünkü aynı fiile nikâh bulunduğu halde cimâʻ, nikâh bulunmadığı takdirde ise zina denilmesi fiilin
mahiyetini değiştirmez. Zira kadına yaklaşmak itibariyle bunlar arasında aklen ve tabiaten bir fark
yoktur. Büyük Haydar Efendi, Usûl-i fıkıh dersleri, s.

Çünkü karşılıksız fazlalık ribadan ayrılması mümkün olmayan bir vasıftır. Yani her ne zaman ribalı
alış veriş bulunsa orada karşılıksız fazlalık da mevcuttur. Fudayl Çelebi, Tevsîʻu’l-vüsul, vr. 31b.

Fudayl Çelebi, Tenvîʻu’l-usûl, vr. 12b; Fudayl Çelebi, Tevsîʻu’l-vüsul, vr. 31ab.
Aynı kısmın örneği olan zina ile ribanın sonuçlarının farklı olması zinanın hissî fiillerden, ribanın
ise şerʻî fiillerden olmasından kaynaklanmaktadır. Detaylı bilgi için bkz. Büyük Haydar Efendi,
Usûl-i fıkıh dersleri, s. ; Mahmud Esad, Telhîs-i usûl-i fıkıh, s.
32

hayızlı eşiyle cinsel ilişkiye girmesi hakkında nehy vardır ve bu ilişki şerʻan yasaktır.
Ancak bu ilişki liaynihi kabih değildir. Çünkü bir kimsenin nikâhlı eşiyle cinsel
ilişkiye girmesi aklen kabih olamaz. Dolayısıyla bu ilişkinin kabih olmasının sebebi
harici bir emir olmaktadır ki bu da eza bulunmasıdır. Ancak eza bu ilişkinin lazım
vasfı değil, bilakis mücaviridir. Çünkü ilişkinin bulunup ezanın bulunmaması
mümkündür.
Gasp edilmiş bir yerde kılınan namaz da bu kısma dâhildir. Çünkü namazın
aslen kabih olması düşünülemez. Belki bu namazın kabih olmasının sebebi harici bir
emir olmaktadır ki bu da başkasının mülkünü işgal etmektir. Ancak bu işgal namaz
kılan kişinin bedeni tarafından gerçekleşmektedir, namaz tarafından değil. Çünkü
namaz özel bir takım fiillerden ibarettir ki onda işgal manası düşünülemez.
Dolayısıyla namaz ile işgalin birlikte olması tesadüfi (ittifakî) bir birliktelik
olmaktadır ki tesadüfî olanın ise zeval bulacağında şüphe yoktur ve bu da menhiyyün
anh olan fiilin lazım vasfı değil mücaviri olduğunu göstermektedir.
Mücâviran kabihin hükmü kerahettir. Binaen aleyh hayızlı bir kadınla ilişkiye
girmek suretiyle nesep, veraset ve mehrin tamamının gerekmesi gibi hükümler sabit
olur. Gasp edilmiş olan yerde kılınan namaz da kerahetle beraber geçerli olur
Müellif kubuh yönünden menhiyyün anhın taksimini işlerken başta fesad-
butlan konusundaki ihtilaf olmak üzere Şafiî ile Hanefîler arasındaki tartışmalara
girmekte ve konuyu detaylı bir şekilde ele almaktadır
Fudayl Çelebi’nin menhiyyün anha dair yapmış olduğu taksim ve hükümlerini
zikrederek verdiği misallerde Pezdevî, Serahsî, Nesefî, Abdülaziz el-Buharî,
Sadruşşerîa, Molla Fenârî ve Molla Hüsrev’den oldukça istifade ettiği
görülmektedir
Fudayl Çelebi, menhiyyün anhın kısımlarını, hükümlerini ve misallerini
zikrettikten sonra usûlcüler arasında tartışmalı olan emir ve nehyin zıddının hükmü
konusunu ele almaktadır.
Emrin zıddının mûcebinin ne olacağını tespit hususunda iki hususa
bakılmalıdır;


Fudayl Çelebi, Tenvîʻu’l-usûl, vr. 13a; Fudayl Çelebi, Tevsîʻu’l-vüsul, vr. 31b.

Fudayl Çelebi, Tenvîʻu’l-usûl, vr. 12ba; Fudayl Çelebi, Tevsîʻu’l-vüsul, vr. 31ba.

Menhiyyün anhın kısımları, hükümleri ve misalleri için bkz. Pezdevî, el-Usûl, s. ; Serahsî, el-
Usûl, I, ; Sadruşşeria, et-Tavdîh, I, ; Nesefi, Keşfü’l-esrâr, I, ; Molla Fenari,
Fusulü’l-bedayiʻ, II, ; Molla Hüsrev, Mir’âtü’l-usûl, s.
33

a. Eğer emredilen şeyin zıddı, emir ile maksadı ortadan kaldırırsa, yani zıddı
yerine getirildiğinde emre imtisal edilmemiş olursa, bu durumda emir zıddının haram
olmasını gerektirir; zıddından nehyedilmiş olur. İmanın zıddı olan -tüm nevileriyle-
küfür gibi. Çünkü küfür imanın zıddı olup her hangi bir nevi bulunduğu zaman imanın
yokluğuna sebep olacağından iman ile emretmek zıddı olan küfrün haram olmasını
gerektirir ve menhiyyün anh olur.
b. Eğer emredilen şeyin zıddı, emir ile maksadı ortadan kaldırmazsa, yani
zıddı yerine getirildiğinde emre imtisal edilmemiş olmazsa, bu durumda emir zıddının
haram olmasını değil mekruh olmasını gerektirir. Namazda kıyamın zıddı olan
oturmak gibi. Namazda kıyam ile emretmek oturmanın haram olmasını gerektirmez.
Çünkü kişinin -zaman tayini söz konusu olmadığı için- bir miktar oturduktan sonra
kalkması mümkündür. Dolayısıyla oturmak kıyamı tamamen ortadan kaldırmadığı
için haram değil mekruhtur
Nehyin zıddının hükmünü tespit hususunda yine aynı şekilde hareket edilir,
şöyle ki;
a. Eğer nehy olunan şeyin zıddının olmaması nehy ile maksadı ortadan
kaldırırsa, yani zıddı yerine getirilmediğinde nehy edilen şey terk edilmemiş olursa,
bu durumda nehy zıddının vacip olmasını gerektirir; zıddı ile emredilmiş olur. İddeti
içerisinde kadınlarla evlenmek gibi. Çünkü bu kadınlarla evlenme konusunda nehy
vardır ve bu nehy evlenmekten kaçınmayı gerektirir. Neyhin zıddı olan kaçınmamanın
olmaması ise -evlenmeyi gerektirmek suretiyle- nehyden maksadı yok edeceğinden
iddet bekleyen kadınlarla evlenmemek vacip olmaktadır.
b. Eğer nehy olunan şeyin zıddının olmaması nehy ile maksadı ortadan
kaldırmazsa, yani zıddı yerine getirilmediğinde nehy edilen şey terk edilmemiş
olmazsa, bu durumda nehy zıddının müekked sünnet olmasını gerektirir. İhramlı
kişinin dikişli elbise giymesi gibi

Mutlak-Mukayyed

Kur’ân ve hadis metinlerinin yorumu konusunda fıkıh usûlünde geliştirilen


terminoloji içinde önemli bir yere sahip olan mutlak ve mukayyed, lafzın delaletinin


Fudayl Çelebi, Tenvîʻu’l-usûl vr. 14b; Fudayl Çelebi, Tevsîʻu’l-vüsul, vr. 36a.

Fudayl Çelebi, Tenvîʻu’l-usûl vr. 14ba; Fudayl Çelebi, Tevsîʻu’l-vüsul, vr. 36ab.
34

vasıf, şart, zaman, mekân gibi kayıtlarla sınırlandırılmış olup olmadığını belirten bir
kavram çiftidir
Mutlak kavramıyla ilgili en önemli tartışma konularından biri, onun lafzın
manaya vaz‘ı bakımından yapılan âm ve hâs ayırımı içerisindeki yeri meselesidir.
İstiğrak ve şümul değil sadece bedelî bir şüyû özellliği taşıdığı gerekçesiyle Hanefî
usûl âlimleri mutlakı hâs kapsamında değerlendirirlerken kelamcı metodunu
benimseyen usûlcüler yaygınlık (şuyû‘) özelliğinin kısmen umum ve şümul manası
taşıması sebebiyle onu âm lafız içerisinde veya hemen ondan sonra incelemişlerdir
Müellif, mutlak ve mukayyed de hâs lafzın kısımlarındandır, diyerek hâs lafzın
içerisinde özel başlık açarak ele almaktadır. Serahsî ve Nesefî gibi Hanefî usûlcüler
ise mutlak ve mukayyedi emir ve nehyin peşinde zikretmeyip fâsid deliller başlığı
altında işlemektedirler
Fudayl Çelebi’ye göre mutlak, -her hangi bir vasıfla kayıtlanmayan müspet
cümledeki nekre isim gibi şümul ve taʻyin (umûm ve husûsa delâlet eden bir kayıt)
olmaksızın kendi cinsinde, yaygın/ortak olarak kulanılan (şâyi‘ olan) lafızdır.
Müellif, Şafiî’nin mutlak lafzın hâs olduğu konusunda muhalefet ettiğini
söylemekte ve Şafiî’nin delillerini zikrederek cevap vermektedir. Şafiî’ye göre ( ‫إنما‬
‫ )قولنا لشيء‬ayetindeki (‫ )شيئ‬lafzı müspet cümlede vaki olan nekre bir isim olduğu halde
umum ifade etmesi mutlak lafzın âm olduğuna delalet eder. Yine zıhar âyetindeki
mutlak olan (‫ )رقبة‬lafzından engelli ve müdebber kölelerin tahsis edilmiş olması da
mutlak lafzın hâs değil âm olduğunu göstermektedir. Çünkü şayet (‫ )رقبة‬lafzı âm
olmasaydı tahsis edilmesi mümkün olmazdı.
Müellif âyetteki (‫ )إنما‬lafzının tahkik/tekit ifade eden (‫ )إن‬ve nefy ifade eden
(‫ )ما‬lafızlarından oluştuğu için nefy anlamında olduğunu, dolayısıyla nekre olan (‫)شيء‬
lafzı müspet cümlede değil menfi cümlede bulunduğu için tartışmasız âm lafız
olduğunu söylemektedir. Zıhar ayetinde ise mutlak (‫ )رقبة‬lafzı kendisinde hiçbir
afet/engel bulunmayan köle demektir. Dolayısıyla (‫ )رقبة‬lafzının bu sayılanları


Ferhat Koca, “Mutlak”, DİA, İstanbul , XXXI,

Mutlak ve mukayyedin hâs lafızlardan olduğu hususunda bkz. Sadruşşeria, et-Tavdîh, I, ;
Molla Hüsrev, Mir’âtü’l-usûl, s.

Koca, “Mutlak”, DİA, XXXI,

Serahsî, el-Usûl, I, ; Nesefi, Keşfü’l-esrâr, I,

Müellif buraya örnek olarak ‫ أن تذبحوا بقرة‬ayetindeki “‫ ”بقرة‬lafzını zikretmektedir. el-Bakara 2/
35

kapsamaması âm lafız olup tahsis edildiği için değil (‫ )رقبة‬lafzı her hangi bir kusuru
bulunan bir köleyi anlam olarak ifade etmediği içindir
Müellife göre mukayyed ise herhangi bir şekilde yaygın (kullanımdan) çıkan
lafızdır Müellif mukayyede örnek olarak (‫ )فتحرير رقبة مؤمنة‬ayetindeki mümin
olmakla kayıtlanan (‫ )رقبة‬lafzını zikretmektedir.
Müellif, mutlak ve mukayyedin hükmü ile alakalı olarak “hükümlerden birisi
diğerinin takyidini gerektirmesi durumu müstesna mutlakın mukayyede
hamledilmeksizin her birinin kendi haline bırakılması ve mutlak ile mutlak olarak
mukayyed ile de mukayyed olarak amel edilmesidir” demektedir
Müellif daha sonra Hanefîlerle Şafiîler arasında tartışmalı olan “mutlakın
mukayyede hamli” konusunu ele alıp Şafiîlere cevap vermek suretiyle Hanefî
mezhebini savunarak mutlak ve mukayyed konusunu bitirmektedir.
Fudayl Çelebi’nin mutlak ve mukayyed konusunu ele alış tarzında Hanefî
usûlcüleri Pezdevî, Serahsî, Nesefî, Sadruşşerîa, Molla Fenari ve Molla Hüsrev’in
eserlerinden etkilendiği görülmektedir.

Âm

Manaya vaz‘ itibariyle lafzın kısımlarının ikincisi olan âm lafzı sözlükte


“genel ve yaygın olmak, içermek, kapsamak” gibi manalara gelen umum kökünden
türemiş bir isimdir. Fudayl Çelebi âmmın terim anlamını, “sınırsız müsemmeyâtını
(lafzın delalet ettiği fertleri) içerendir” şeklinde vererek tarif etmektedir.
Tahsis edildiğine dair bir delil olmadıkça âm lafzın bütün fertlerine delâlet
etmesi esas olmakla birlikte bu delâletin kuvvet derecesi ihtilaf konusu olmuştur.
Kelamcı usûlcülerin çoğunluğuna göre âm lafzın delâleti esas olarak zannîdir. Çünkü
pek azı hariç tutulursa Kur’an ve Sünnet’in âm lafızları genellikle tahsis edilmiştir. Bu
bakımdan tahsis, kuvvetli bir ihtimaldir. Hanefîler ile diğer bazı kelamcı usûlcülere
göre ise tahsis edilmediği müddetçe âm lafzın delâleti katidir. Tahsis edilme ihtimali
delile dayanmadığından böyle bir ihtimalle âm lafzı gerçek manasından uzaklaştırmak


Fudayl Çelebi, Tenvîʻu’l-usûl, vr. 15a; Fudayl Çelebi, Tevsîʻu’l-vüsul, vr. 37aa.

‫ المطلق شايع جنسه بال شمول وتعين المقيد غير الشايع بوجه‬Fudayl Çelebi, Tenvîʻu’l-usûl, vr. 15a.

Fudayl Çelebi, Tenvîʻu’l-usûl, vr. 15a; Fudayl Çelebi, Tevsîʻu’l-vüsul, vr. 38ab.

İbn Manzur, Lisanü’l-Arab, IV,

‫ العام مستغرق مسميات التحصر‬Fudayl Çelebi, Tenvîʻu’l-usûl, vr. 16a.
36

doğru değildir. Bunun için de âmmın delâleti başlangıçta katidir. Ancak tahsisten
sonra geri kalan fertlerine delâleti zannî olur
Müellif de âm lafzın hükmüyle ilgili farklı görüşleri aktardıktan sonra tercihe
şayan görüşün âmmın hükmünün hâs gibi medlülünde (delalet ettiği fertlerin
tamamında) kat‘î olarak hükmü ispat/icap etmesi olduğunu ifade etmek suretiyle
Hanefî usûlcülere tabi olmaktadır. Müellife göre istisna, şart, sıfat, gaye ve bedel gibi
müstakil/tam cümle olmayan bir lafızla tahsis edildikten sonra âm lafız medlülünde
yine katʻîdir
Müellif, Hanefîlere göre âmmın hükmünü açıkladıktan sonra Şafiî’nin bu
konudaki görüşünü delilleriyle birlikte zikrederek cevap vermektedir. Şafiî’ye göre
âmmın hükmü zannîdir. Çünkü âm lafzın tahsis ihtimali o kadar yaygındır ki “hiçbir
âm yoktur ki ondan bir kısmı tahsis edilmiş olmasın” sözü darbı mesel olmuştur.
Tahsis ihtimali varken âm lafzın katʻî olduğu ise söylenemez. Müellif ise dil
âlimlerinin âm lafızla ihticac etmiş olmalarının bu görüşü reddettiğini söylemektedir.
Çünkü Hz. Ebubekir hilafet konusunda (‫ )األئمة من قريش‬hadisiyle, mirasın sabit
olmaması konusunda ise (‫ )نحن معاشر األنبياء ال نورث‬hadisiyle ihticacta bulunmuştur. Âm
lafzı delil olarak kullanmak o kadar yaygındır ki neredeyse bu konuda İcmâ
oluşmuştur. Tahsisin yaygınlığı iddiası ise mesnetsiz bir iddiadan ibarettir. Çünkü
müstakil (bağımsız) bitişik bir kelamla tahsis edilen âm lafzın sayısı azdır
Müellif âm lafzın tanımını yapıp hükmünü açıkladıktan sonra âmmın -daha
önce tahsis edilmedikçe- zannî delil ve -âmma mukârin olmadıkça (aynı anda inzal
edilmedikçe)- hâs ile tahsis olunamayacağını söylemektedir. Şafiîler ile Hanefîler
arasında bu konuda ihtilaf vardır. Bu ihtilafın sonucu olarak (‫)من دخله كان آمنا‬
ayetindeki (‫ )من‬lafzı âm olup daha önce de tahsis edilmediği için suç işleyip bu
bölgeye sığınan kişiye nasıl muamele edileceği konusu tartışmalıdır. Şafiîler âm lafzı
(‫ )الحرم ال يعيذ عاصيا وال فارا بدم‬hadisi ile tahsis ederek kişinin orada öldürülebileceğini
söylerken, Hanefîler ise -mesela yemek ve su vermemek suretiyle- dışarıya çıkmaya
mecbur bırakmakla birlikte bu kişiye her hangi bir eziyette bulunulmayacağını


Ali Bardakoğlu, “Âm”, DİA, İstanbul , II,

Fudayl Çelebi, Tenvîʻu’l-usûl, vr. 16ab; Fudayl Çelebi, Tevsîʻu’l-vüsul, vr. 40b. Ayrıca âmmın
hükmünün katʻî olduğu hakkında bkz. Debusi, Takvîmü’l-edille, s. 96; Pezdevî, el-Usûl, s. 59;
Serahsî, el-Usûl, I, ; Sadruşşeria, et-Tavdîh, I, ; Nesefi, Keşfü’l-esrâr, I, ; Molla
Fenari, Fusulü’l-bedayiʻ, II, 49; Molla Hüsrev, Mir’âtü’l-usûl, s.

Fudayl Çelebi, Tenvîʻu’l-usûl, vr. 16ba; Fudayl Çelebi, Tevsîʻu’l-vüsul, vr. 42ab.
37

söylerler. Çünkü ayetteki (‫ )من‬lafzı âm olup katʻî, hadis ise zannî olduğu için ayeti
tahsis edemez.
Müellif hâs ve âmdan sonra gelenin önce geleni nesh edeceğini söyleyerek
buna, idrardan kaçınmak gerektiği aksi takdirde kişinin kabirde azap görmesine
sebep olacağı ile ilgili âm hadisin, uraniyyûn kabilesinin fertlerine şifa bulmaları
için deve idrarı içmelerini tasviye eden hâs hadisi nesh ettiğini misal olarak
zikretmektedir
Fudayl Çelebi, müstakil (bağımsız) bitişik bir kelamla tahsis edilen âmm lafzın
müşekkek diye isimlendirildiğini ve zannî olduğunu dolayısıyla zannî delil olan kıyâs
ve haber-i vâhid ile tahsis edilebileceğini ve bu müstakil kelamın; tahsis, his, örf, âdet,
noksanlık ve ziyadelik olabileceğini söylemektedir.
Âmm lafzın bazı fertleri çıkarılmak suretiyle tahsisinden sonra diğer fertleri
hakkında hakikat mi mecaz mı olduğu konusunda ihtilaf edilmiştir. Molla Hüsrev’in
de içinde olduğu bir kısım usûlcülere göre böyle bir âm lafız kalan fertleri hakkında
hakikat, cumhura göre ise mecazdır. Müellif ise tahsisten sonra âm lafız -medlününün
bir kısmı da olsa- geriye kalan ferdleri içermesi açısından hakikat, ancak sadece kalan
fertlere maksûr olması açısından ise mecaz olduğunu söylemektedir
Müellif daha sonra Kitab’ın, Kitap, Mütevatir ve Meşhur Sünnet’le, Sünnet’in
de Kitap ve Sünnet’le nesh edilebileceğini; buna mukabil İcmâ ve Kıyâs’la nesh
edilemeyeceklerini ifade etmektedir.
Müellif âmmın hükmü, tahsisi ve tahsis edildikten sonraki durumunu
zikrettikten sonra cemî‘ (‫)جميع‬, kül (‫ )كل‬gibi elfâz-ı âmmı (umum ifade eden lafızlar)
ele alarak konuyu bitirmektedir.
Fudayl Çelebi’nin âm bahsinde yaptığı tanım ve zikrettiği hükümlerde
seleflerini takip ettiğini ve Hanefî usûlcülerin görüşlerini kısa ve öz bir şekilde ifade
ettiğini söyleyebiliriz.


Darekutni, Sünen, I, , hadis no:

Tirmizi, “Taharet” 55, hadis no:

Fudayl Çelebi, Tenvîʻu’l-usûl, vr. 17a; Fudayl Çelebi, Tevsîʻu’l-vüsul, vr. 44a.

Fudayl Çelebi, Tenvîʻu’l-usûl, vr. 18a; Fudayl Çelebi, Tevsîʻu’l-vüsul, vr. 46a.
38

Cem‘-i Münekker

Fudayl Çelebi’nin, lafzın vaz‘ itibariyle yapılan taksiminde Molla Hüsrev


gibi kendisinden önceki usûlcülerden farklı olarak müevvel yerine cem‘i münekkeri
zikrettiğini görmekteyiz.
Fudayl Çelebi, cem‘i münekkeri “sınırsız (fertlere) hepsini içermeyecek
(şümul) şekilde tek vaz‘ ile konulmuş lafızdır” şeklinde tanımladıktan sonra
hükmünün “daha azını değil üç ve daha fazla ferdi içermesi” olduğunu söylemektedir.
Müellif cemʻi münekkerin tanımını ve hükmünü zikrettikten sonra ( ‫مسلمون‬
‫ )وفعلوا‬lafızları gibi kendisinde müzekkerlik alameti bulunan cemilerin -müzekker ve
müenneslerin bir arada bulunması durumunda (ihtilat)- müennesleri de kapsadığını
söylemektedir. Bunun neticesi olarak müenneslerin hükme dâhil olduğunu gösteren
harici bir delile ihtiyaç duyulmaz. Bilakis hükümden hariç olduğunu gösteren delile
ihtiyaç duyulur. İhtilat olmaması durumunda ise bu cemiler müzekkerlere mahsustur.
Müenneslik alameti bulunan cemiler ise sadece müenneslere mahsustur; müzekkerleri
kapsamaz.
Müzekker sîganın müennesi kapsaması ile ilgili konunun Menâr’da maʻânî
harfleri bölümünde, Mirkât’ta ise âm bahsinin sonunda ele alındığını belirten müellif
kendisinin burada zikrini uygun gördüğünü dile getirmektedir

Müşterek

Fukaha metodunu benimseyen usûlcüler müşterek terimini hâs, âm, müşterek


ve müevvel şeklindeki -vazʻ olundukları mana bakımından- lafız ayırımı içinde ele
alırken kelamcı metodu takip edenler, daha çok lafız ve mananın tekliği ve çokluğu
bakımından yaptıkları ayırımlar içinde incelemişlerdir
Fudayl Çelebi de fukaha metodunu benimseyen usûlcüleri takip ederek
müşterek konusunu manaya vazʻ itibariyle lafzın kısımları arasında incelemekle
beraber müşterek lafzı bu taksimin sonuncu kısmı olarak ele almaktadır.
Bir lafzın tek vazʻ ile küllî bir manaya konup bu manaya bedel yoluyla birçok
ferdin iştirak etmesi haline “manevî müşterek” adı verilir. “İnsan” kelimesinin değişik
isimler taşıyan şahıslara eşit düzeyde, “beyaz” kelimesinin değişik tonlardaki

Molla Hüsrev’in bu konuda Sadruşşerîa’ya tabi olduğu söylenebilir. Bkz. Sadruşşeria, et-Tavdîh, I,
57; Molla Hüsrev, Mir’âtü’l-usûl, s.

‫ الجمع المنكر موضوع بواحد لغير محصور بال شمول‬Fudayl Çelebi, Tenvîʻu’l-usûl, vr. 20a.

Fudayl Çelebi, Tenvîʻu’l-usûl, vr. 20b; Fudayl Çelebi, Tevsîʻu’l-vüsul, vr. 55b.

Ferhat Koca, “Müşterek”, DİA, İstanbul , XXXII,
39

beyazlıklara farklı düzeylerde delalet etmesi böyledir. Fıkıh usûlünde ele alınan
müşterek türü ise “her biri ayrı vazʻ ile olmak üzere birden fazla manaya gelen lafız”
anlamındaki “lafzî müşterek”tir
Müellif müşterek lafzı, “nakil olmaksızın birden çok vaz‘ ile birden çok
manaya konulan lafız” şeklinde tanımlamaktadır. Dolayısıyla bir lafzın müşterek
olması için üç şeyin bulunması gerekmektedir. Bunlar;
1. Birden çok vazʻ olması ki iki veya daha fazla vazʻlara şamildir.
2. Birden çok mana olması. Bu kayıtlarla vazʻı ve manası tek olan hâs, âm,
cemʻi münekker tariften çıkar.
3. Nakil bulunmaması.
Müellif müştereke örnek olarak hayız ve tuhur anlamında olan kur’ (‫)قرء‬
kelimesini zikretmektedir.
Müellife göre müşterekin hükmü “delalet ettiği manalardan hangisinin
kastedildiğini tercih edebilmek için düşünmek yoluyla tevakkuf edilmesi ve müşterek
lafız ile bir kullanımda birden çok manasının murad (umûmu’l-müşterek)
edilememesi”dir

Manaya Delâleti İtibariyle Lafzın Kısımları

Lafız manaya delaleti itibariyle iki kısma ayrılmaktadır. Birincisi manaya açık
olarak delalet eden lafızlar; ikincisi ise manaya kapalı olarak delalet eden lafızlardır.
Her iki kısım lafızlar da açıklık ve kapalılık bakımından farklı derecelere sahiptirler.
Birinci kısım lafızlar açıklık derecesine göre “zâhir”, “nas”, “müfesser”, “muhkem”
kısımlarına; ikinci kısım lafızlar ise kapalılık derecesine göre “hafî”, “müşkil”,
“mücmel” ve “müteşâbih” kısımlarına ayrılmaktadır. Bu, Hanefî usûlcüler tarafından
benimsenen taksimdir.
Söz konusu tasnif günümüze ulaşan eserler içinde ilk olarak Debûsî tarafından
kaleme alınan Takvîmü’l-edille’de görülür. Daha sonraki Hanefî usûlcüleri bu dörtlü
ayrımı muhafaza etmiş olsalar da mütekaddimînin tasnifinde bu lafızların birbirine
tedâhülü mümkün iken müteahhirîn tarafından yapılan ayrımda her bir terimin
sınırları daha açık biçimde belirlenmiştir


Koca, “Müşterek”, DİA, XXXII,

‫ المشترك موضوع بمتعدد لمتعدد بال نقل‬Fudayl Çelebi, Tenvîʻu’l-usûl, vr. 20b.

Fudayl Çelebi, Tevsîʻu’l-vüsul, vr. 56a.

Tuncay Başoğlu, “Muhkem”, DİA, İstanbul , XXXI,
40

Kelamcı usûlcüler ise eserlerinde lafızları açıklık bakımından “zâhir-nas”;


kapalılık bakımından ise “mücmel-müteşâbih” olarak ele almaktadırlar. Kelamcı
metoda göre yazılmış usûl eserlerinde te’vile açık olmayanlar nas (veya mübeyyen),
açık olanlar zâhir diye isimlendirilir. Buna göre cumhurun terminolojisinde zahir
Hanefîler’deki zahir ve nassa; nas da Hanefîler’deki müfessere tekabül etmektedir.
Özellikle Fahreddin er-Râzî’den itibaren bir kısım usûlcü tarafından muhkemin nas ve
zahiri kapsayan bir terim olarak kullanıldığı dikkate alındığında cumhurun
müteahhirînine göre muhkemin Hanefîler’deki zahir, nas ve müfesseri içine alan geniş
kapsamlı bir terim olduğu söylenebilir
Fudayl Çelebi de Hanefî usûlcülerin yaptığı taksimatı esas almaktadır. Şimdi
müellifin manaya delaleti itibariyle lafızları inceleyişini ele alacağız.

Zâhir

Fudayl Çelebi, zâhiri “kendisinden murad olunan mana açıkça anlaşılan buna
mukabil sözün asıl sevk sebebi olmayan lafız” olarak tanımlamaktadır. Yani lisan
ehli olan ya da lisana vakıf olan herkes onun yalnız sîgasını işitmekle manasını
anlayabilecek derecede açık olan lafız demektir.
Müellif zâhir bahsinde başka hiçbir konuya ve örneğe yer vermeden nassı
işlemeye geçmektedir

Nass

Hanefî usûlcülerinin açıklık bakımından yaptıkları taksim içinde nas terimi,


manasına açık bir şekilde delalet eden ve kendisinden çıkarılan hüküm sözün asıl sevk
sebebini teşkil eden, bununla birlikte te’vil, tahsis ve -vahiy süresi içinde- neshe
kapalı bulunmayan lafzı ifade eder. Bu tasnifte nas açıklık yönünden müfesser ve
muhkemden sonra, zahirden önce gelir
Fudayl Çelebi, nassı “kastedilen mana için sevk olunan, te’vil, tahsis ve neshe
ihtimali olan açık lafız” olarak tanımlamaktadır. Müellife göre nass, kastedilen
mana için sevk olunduğu için zahirden daha açıktır.


H. Yunus Apaydın, “Nas”, DİA, İstanbul , XXXII, Bkz. Gazzali, el-Müstesfa, II, ,
28, 38, 48; Zekiyyüddin Şaban, İslam Hukuk İlminin Esasları, s.

‫ الظاهر واضح بصيغة لم يسق للمراد‬Fudayl Çelebi, Tenvîʻu’l-usûl, vr. 20b.

Fudayl Çelebi, Tenvîʻu’l-usûl, vr. 20b; Fudayl Çelebi, Tevsîʻu’l-vüsul, vr. 56b.

Apaydın, “Nas”, DİA, XXXII,

‫ النص واضح سيق له محتمل للتأويل والتخصيص والنسخ‬Fudayl Çelebi, Tenvîʻu’l-usûl, vr. 20ba.
41

Müellif nassa örnek olarak iki ayet zikretmektedir. Birincisi “Allah alış verişi
helal ribayı ise haram kılmıştır” ayetidir. Bu ayet alış verişin helal ribanın haram
olduğu hususunda zahirdir. Ancak beyʻ ile ribanın farklı şeyler olduğu konusunda ise
nastır. Çünkü önceki ayetten anlaşılmaktadır ki bu ayet beyʻ ile riba arasını tefrika
için sevk olunmuştur.
İkincisi ise “Kadınlardan ikişer, üçer, dörder alın” ayetidir. Bu ayetten iki
mana anlaşılır; biri nikâhın mubah olduğu diğeri ise birden fazla kadınla
evlenilebileceği konusunda adedin beyanıdır. Ancak ayetinde devamındaki “haksızlık
yapmaktan korkarsanız bir tane alın; yahut da sahip olduğunuz (cariyeler) ile
yetinin” karinesiyle ayetin adedi beyan konusunda sevk olunduğu anlaşılmaktadır.
Dolayısıyla ayet nikâhın mubah olduğu konusunda zahir, birden fazla kadınla
evlenilebileceği konusunda adedi beyan hususunda ise nastır.
Müellif, nas sebebe mahsus değildir, diyerek nassın sadece karinenin delalet
ettiği manaya ait olmayıp sîgası yönüyle anlaşılan manalara da şamil olacağını ifade
etmektedir

Müfesser

Hanefî usûlcülerin açıklık bakımından yaptığı tasnif içinde müfesser


muhkemden sonra açıklık düzeyi en yüksek lafız türünü ifade eder. Bir lafız kendi
sîgasındaki açıklık düzeyi sebebiyle müfesser sayılabileceği gibi, başlangıçta te’vile
açık olduğu veya sözün sahibinden izah gelmeden anlaşılamayacak durumda
bulunduğu halde daha sonra hiçbir kapalılık taşımayacak şekilde açıklanmış olan
lafızlar da müfesser kapsamına girer. Bazı ahkâm âyetlerindeki “semânîn” (seksen) ve
“selâse” (üç) gibi sayı bildiren lafızlarla müşriklerle savaş hakkındaki âyette tahsis
ihtimalini ortadan kaldıran “kâffeten” (topyekün) lafzı müfesserin birinci türü için
verilen örnekler arasında yer alır. Müfesserin ikinci türü için “salât” (namaz) gibi dinî
terime dönüştürülen ve içeriği başka açıklama gerektirmeyecek ölçüde açık hale
getirilen lafızlar örnek verilebilir
Kelamcı metodu benimseyen usûlcülerin eserlerinde müfesser Hanefîler’deki
gibi yaygın bir kullanıma konu olmamış ve yerleşik bir terim haline gelmemiştir.


el-Bakara 2/

en-Nisa 4/3.

Fudayl Çelebi, Tenvîʻu’l-usûl, vr. 21a; Fudayl Çelebi, Tevsîʻu’l-vüsul, vr. 56b.

Ferhat Koca, “Müfesser”, DİA, İstanbul , XXXI,
42

Onlardan bazıları müfesseri “tefsire ihtiyacı bulunmayan” ve “tefsire muhtaç olup da


hakkında tefsir varit olmuş lafız” anlamında kullanmışlardır
Fudayl Çelebi müfesseri, “beyan ihtimali kapısını kapattığı için sadece neshe
ihtimali olan kat‘î bir beyanla beyan edilmiş açık lafız” şeklinde tanımlamaktadır.
Müellif şerhte katʻî beyanın beyân-ı tefsîr ve beyân-ı takrîr olmak üzere iki
şekilde olacağını açıklamaktadır. Müellif, beyan sebebiyle te’vil ve tahsis ihtimali
ortadan kalktığı için müfesserin nas ve zahirden daha açık olduğunu belirtmektedir

Muhkem

Fudayl Çelebi, muhkemi “(te’vil, tahsis ve neshe) ihtimali olmayan açık



lafız” şeklinde tarif etmektedir. “Cihat, kıyamet gününe kadar geçerlidir”
hadisini örnek veren müellif, muhkemin, manaya açık olarak delalet eden lafızların en
kuvvetlisi olduğunu söylemektedir. Fudayl Çelebi, muhkemi “li-aynihî” ve “li-
gayrihî” şeklinde ikiye ayırmaktadır. Muhkem li-aynihî süreklilik/devam ifade eden
bir delille ya da kelamın anlamının değişmezliğe delalet etmesi sebebiyle nesh
ihtimali bulunmayan muhkem; muhkem li-gayrihî ise vahiy zamanının sona ermesi ile
nesh ihtimali kalmayan muhkemdir. Dolayısıyla her müfesser, muhkeme
dönüşmüştür


Ferhat Koca, “Müfesser”, DİA, İstanbul , XXXI,

‫ المفسر واضح بين بقطعي اليحتمل غير النسخ لسد البيان‬Fudayl Çelebi, Tenvîʻu’l-usûl, vr. 21a.

Beyân-ı tefsîr: Kendisinde kapalılık bulunan bir şeyi izah etmektir. Kendisinde kapalılık bulunan
mücmel, hafi, müşkil gibi kısımlar bu beyân-ı tefsîr sayesinde açıklık kazanmış olurlar. Mesela
“zekâtınızı verin” emri mücmeldir; Rasûlulah’ın “mallarınızın kırkta birini zekât olarak getirip
verin” buyruğu zekâtın miktarını belirttiğinden bu hususta beyân-ı tefsîr olur. Ömer Nasuhi Bilmen,
Hukukı İslamiyye kamusu, I,

Beyân-ı takrîr: Bir sözü mecâz ve husus ihtimalini kesecek bir şey ile te’kit etmektir. “Kanatları ile
uçan kuşlar da sizin gibi birer ümmettir” sözündeki “kanatları ile uçan” vasfı bir te’kittir ki bu
kuşlardan mecâzi bir mana kastedilmediğini gösterir. Ömer Nasuhi Bilmen, Hukukı İslamiyye
kamusu, I,

Fudayl Çelebi, Tenvîʻu’l-usûl, vr. 21a; Fudayl Çelebi, Tevsîʻu’l-vüsul, vr. 57a.

‫ المحكم واضح اليحتمل‬Fudayl Çelebi, Tenvîʻu’l-usûl, vr. 21a.

Ebu Davud, “Cihad” 33, hadis no:

Müellif bu kısma önceki hadisi ve “Peygamberden sonra eşleriyle evlenmeniz ebediyen yasaktır”
âyetini örnek vermektedir. Fudayl Çelebi, Tevsîʻu’l-vüsul, vr. 57b.

Müellif bu kısma Allah’ın sıfatlarına delalet eden ayetleri örnek vermektedir. Fudayl Çelebi,
Tenvîʻu’l-usûl, vr. 21a; Fudayl Çelebi, Tevsîʻu’l-vüsul, vr. 57b.

Metinde sadece müfesser yazmasına rağmen müellif şerhte manaya açık olarak delalet eden
kısımların tamamının Hz. Peygamberden sonra muhkeme dönüştüğünü söylemektedir. Fudayl
Çelebi, Tenvîʻu’l-usûl, vr. 21a; Fudayl Çelebi, Tevsîʻu’l-vüsul, vr. 58a.
43

Müellife göre manaya açık olarak delalet eden bu lafızların hepsinin hükmü
her ne kadar te’vil, tahsis ve nesih ihtimali olsa da katiyet ifade etmeleridir. Müellif,
te’vil, tahsis ve nesih ihtimali olanların -ihtimal bulunduğu için- zannî olduğunu
söyleyenlerin itirazına ise bu ihtimalin delilden neşet eden bir ihtimal olmadığını
belirterek bunun manayı ifade etmedeki katʻîliğe etkisinin olamayacağını
söylemektedir
Müellif, dört kısmı açıkladıktan sonra bunların birbirleriyle teâruz etme
durumlarına değinerek bu dört kısımdan her birinin katʻiyet derecesinin birbirinden
farklı olduğunu belirtmektedir. Manaya delaletlerinin açıklığı farklı olduğu için -her
ikisi haber-i vahid veya meşhur ya da mütevatir olmak suretiyle- rütbede müsavi
olduklarında üstte olan (daha kuvvetli olan) altta olanı (daha zayıf olanı) düşüreceğini
söylemektedir.
Kuvvetli olan zayıf olanı düşürdüğü için “seninle bir aya kadar (bir ay süreli)
evlendim” sözü ay lafzı müfesser olduğu için bu evlilik nikâh değil mütʻadır. Çünkü
evlendim sözü her ne kadar nikâhta nas olsa da bir aya kadar lafzı müfesser olduğu
için daha kuvvetlidir ve daha zayıf olan nas ile ameli terk etmeyi gerektirmektedir.
Müellif bu dört kısmın teâruzlarıyla ilgili -yukarıda zikrettiğimiz metinde yer
verdiği mütʻa nikâhı örneği dışında- şerhte de geniş bilgiler ve örnekler
sunmaktadır

Hafî

Fukaha metoduna göre yazılan usûl eserlerinde manaya delaleti kapalı olan
lafızlar en az kapalılık taşıyandan başlamak üzere, hafi, müşkil, mücmel ve müteşabih
olarak sıralanır. Bunlardan, kapalılığı ictihad ve araştırma ile giderilebilecek olanlar
hafî ve müşkil, kapalılığı ancak sözün sahibinin açıklamasıyla giderilebilenler
mücmel ve kapalılığı hiçbir surette giderilemeyenler müteşabih adını alır
Fudayl Çelebi de manaya kapalı olarak delalet eden lafızları Hanefî
usûlcülerin tasnifine uygun olarak ele almaktadır.


Fudayl Çelebi, Tenvîʻu’l-usûl, vr. 21b; Fudayl Çelebi, Tevsîʻu’l-vüsul, vr. 57b.

Diğer örnekler için bkz. Fudayl Çelebi, Tenvîʻu’l-usûl, vr. 21b; Fudayl Çelebi, Tevsîʻu’l-vüsul, vr.
58ab.

Ferhat Koca, “Müşkil”, DİA, İstanbul , XXXII,
44

Müellif, hafîyi “sîganın gayrı bir sebeple muradı gizli olan lafız” şeklinde
tanımlamakta ve sârik (hırsız) lafzının “tarrâr” (yan kesici) ve “nebbâş” (kefen
soyucu) hakkında hafî olduğunu söylemektedir.
Müellife göre hafî lafzın hükmü ise öncelikle bu lafızdan murad olunan
mananın hak olduğuna inanmak ve devamında ise bu kapalılığın bir fazlalık veya bir
eksiklikten mi kaynaklandığını tespite çalışmaktır.
Mezkûr örneği dikkate aldığımızda sârik lafzının, hırsız dışında bir isimle
anılmayan ve çalan herkese delaleti zahirdir. Fakat tarrâr ve nebbâş gibi hırsız dışında
bir isimle anılıp çalma fiilini işleyen kişilere delaleti hafîdir. Müellif, tarrârın
gerçekleştirdiği eylemin sârik lafzının delalet ettiği manayı aştığını, özel gayret ve
beceri isteyen bu fiilin hırsızlıktan daha ileri bir suç olduğunu bu yüzden sârik lafzının
tarrârı da kapsadığını, ancak nebbâşın durumunun ise böyle olmayarak ikinci kısma
girdiğini ve sârik lafzının nebbâşı kapsamadığını söylemektedir

Müşkil

Fudayl Çelebi, müşkili “araştırma ve inceleme yapılmadan anlaşılamayacak


şekilde eşkâli/emsâli içine girip karışmış olan lafız” diye tarif etmektedir.
Müellif, müşkildeki kapalılığın iki sebepten kaynaklandığını söylemektedir. Buna
göre:
1. Bir lafız ya manadaki kapalılık ve incelik sebebiyle müşkil olur. Bu gusül
abdesti hakkındaki (‫ )فاطهروا‬lafzı gibi. Çünkü bu lafız gusülde ağız ve burnun
temizliğe dâhil olup olmadığı konusunda müşkildir.
2. Ya da bir lafız istiâre-i bedîa sebebiyle müşkil olur. İyi kimselerin
mükâfatı hakkındaki (‫ )قوارير من فضة‬lafızları gibi
Müellife göre müşkilin hükmü murad olunan mana her ne ise onun hak
olduğuna inandıktan sonra önce lafzın muhtemel anlamlarını araştırma/inceleme


‫ الخفي مستور المراد بغير الصيغة‬Fudayl Çelebi, Tenvîʻu’l-usûl, vr. 21b.

Fudayl Çelebi, Tenvîʻu’l-usûl, vr. 21b; Fudayl Çelebi, Tevsîʻu’l-vüsul, vr. 59a.

Müşkil lafzı, işkâl (‫ )اإلشكال‬masdarının ismi failidir. Emsali içine karışmış demektir. Eşkele er-racül
(‫ )أشكل الرجل‬denir. Falan kimse emsaline karıştı demektir. Mahmud Esad, Telhîs-i usûl-i fıkıh, ;
Büyük Haydar Efendi, Usûl-i fıkıh dersleri, s.

‫ المشكل الداخل في األشكال حتى اليدرك إال بتأمل‬Fudayl Çelebi, Tenvîʻu’l-usûl, vr. 21b.

Alakası müşâbehet olan mecazlara istiâre denir. Bkz. Molla Hüsrev, Mir’âtü’l-usûl, s. ;
Fudayl Çelebi, Tevsîʻu’l-vüsul, vr. 63ab.

el-İnsan 76/ Örneklerin geniş açıklaması için bkz. Büyük Haydar Efendi, Usûl-i fıkıh dersleri, s.

45

(talep) daha sonra ise lafzın bu muhtemel anlamları içerisinden kastedilen manayı
ortaya çıkaran (muzhir) derin düşünmedir (teemmül)

Mücmel

Fudayl Çelebi, mücmeli “kendisiyle kastedilen mana kapalı olan, bu sebeple


de (söz sahibinden, mücmilden) beklenen bir beyan gelmedikçe manası anlaşılamayan
lafız” şeklinde tanımlamaktadır. Müellif, mücmelin üç kısma ayrıldığını ifade
etmektedir. Bunlar:
I. Kullanıldığı anlamda yeteri kadar yaygın olmaması (garâbet) sebebiyle lügat
manası bilinemeyen lafızlar. Meâric sûresi âyette geçen helû‘ lafzı gibi. Helûʻ
kelimesinin “sabrı kıt ve haris” manasında kullanılması garîbdir ve kelimenin bu
manası ancak devamındaki âyetlerde yer alan, “Kendisine kötülük dokunduğunda
feryat eder. Ona hayır dokunduğunda ise cimrileşir” şeklindeki açıklamadan
anlaşılmaktadır.
II. Lügat manası bilinmekle birlikte başka bir manaya nakledilmesi sebebiyle
lügat manası kastedilmeyen lafızlar. Şâriin kastettiği özel bir manaya nakledilmesi
sebebiyle mücmel hale gelen salât ve ribâ lafızları gibi. Mesela salât kelimesi sözlükte
dua anlamına geldiği halde din dilinde onunla belirli rükün ve fiillerden oluşan bir
ibadet türü kastedilmiştir.
III. Lügatta birbirine eşit birden fazla manası olup biri diğerine tercih
edilemeyen lafızlar. Müşterek lafızlar gibi
Müellif, mücmelin hükmünün murad olunan mana her ne ise onun hak
olduğuna inandıktan sonra mücmilin beyanını beklemek, yapılan beyanın yeterli
olmaması durumunda anlaşılması için üzerinde düşünüp araştırma yapmak olduğunu
söylemektedir.
Müellife göre mücmilin beyanı yeterli olur ve kesinlik ifade ederse söz konusu
lafız müfesser; zan ifade ederse müevvel olur. Eğer beyan zan dahi ifade etmiyorsa
icmal işkâle döner yani mücmel müşkile dönüşmüş olur. Müellif birinciye örnek
olarak, namaz ve zekâtın beyanını; ikinciye örnek olarak abdestte başın mesh
miktarının beyanını, üçüncüye örnek olarak ise ribanın beyanını zikretmektedir


Fudayl Çelebi, Tenvîʻu’l-usûl, vr. 22a; Fudayl Çelebi, Tevsîʻu’l-vüsul, vr. 59b.

‫ المجمل مزدحم المعانى مشتبه المراد فالينال بال بيان مرجو‬Fudayl Çelebi, Tenvîʻu’l-usûl, vr. 22a.

el-Meâric 70/

Fudayl Çelebi, Tenvîʻu’l-usûl, vr. 22a; Fudayl Çelebi, Tevsîʻu’l-vüsul, vr. 59ba.

Fudayl Çelebi, Tenvîʻu’l-usûl, vr. 22a; Fudayl Çelebi, Tevsîʻu’l-vüsul, vr. 60ab.
46

Müteşabih

Fudayl Çelebi, müteşabihi “kendisiyle kastedilen mananın bilinme ümidi


kesilen lafız” olarak tanımlamaktadır.
Müellif müteşabihi, lafzı müteşâbih (müteşâbihü’l-lafz) ve manası müteşâbih
(müteşâbihü’l-ma‘nâ) olmak üzere ikiye ayırmaktadır. Lafzı müteşâbih kendisinden
hiçbir şey anlaşılamayan demektir. Sürelerin evvelinde bulunan ve imtihan için
indirilmiş olan mukatta‘ harfleri gibi. Manası müteşâbih ise kendisinden bir mana
anlaşılmakla birlikte bu anlaşılan mananın kastedilmiş olması mümkün olmayan
lafızdır. Allah hakkında kullanılan vech (yüz) lafzı gibi.
Müteşabihin hükmü, murad olunan mana her ne ise onun hak olduğuna
inanmak ve -(‫ )إال هللا‬lafzında vakfın lâzım olduğunu söyleyenlere göre- ayette
müteşabihin te’vilini Allah’tan başkasının bilemeyeceği ifade edildiği için te’vilden
kaçınmaktır. Müellif (‫ )والراسخون في العلم‬lafzında vakfa binaen -ki durumda anlam,
müteşabihin te’vilini Allah ve ilimde rüsuh sahibi olan âlimlerden başkası bilemez
olmaktadır- müteşabihin te’vilinin bilinebileceğini, dolayısıyla hükmünün te’vilden
kaçınmak olamayacağını söyleyenlerin bulunduğunu ancak bu görüşün zayıf
olduğunu söylemektedir. Çünkü Abdullah b. Mesûd’un (‫)إن تاويله إال عند هللا والراسخون‬
şeklindeki kıraati bu anlama müsait değildir
Hanefî usûl âlimleri, başlangıçta müteşâbih terimini “birden fazla manaya
ihtimali olan lafız” şeklinde açıklarken V. yüzyılın başlarından itibaren açıklık -
kapalılık bakımından yapılan lafız ayırımı içine yerleştirerek “en çok kapalılık taşıyan
lafız” anlamında kullanmaya başlamışlardır. İlk döneme ait anlayışın temsilcileri
olarak Kerhî ve Cessâs’ın müteşâbihin teklifî hüküm içeren ifadeler hakkında da söz
konusu olabileceğini ve birden fazla ihtimale açık olmayan muhkeme hamledilmek
suretiyle kapalılığının giderilebileceği kanaatini taşıdıkları anlaşılmaktadır.
Debûsi’den sonra Hanefî usûl eserlerinde kabul gören ve yerleşik hale gelen anlayışa
göre ise müteşâbih, “dünyada hiç kimsenin bilemeyeceği kadar veya sadece ilimde
derinleşmiş kişilerce bilinebilecek ölçüde kapalılık taşıyan lafız” şeklinde tanımlanır
olmuştur


‫ المتشابه منقطع رجاء المعرفة‬Fudayl Çelebi, Tenvîʻu’l-usûl, vr. 22a.

Müellifin görüşünü desteklediği diğer deliller için bkz. Fudayl Çelebi Tevsîʻu’l-vüsul, vr. 61ab.

Yusuf Şevki Yavuz, “Müteşâbih”, DİA, İstanbul , XXXII,
47

Kullanıldığı Mana İtibariyle Lafzın Kısımları

Bu mevzu temelde belagat ilminin bir dalını teşkil eden ve bir anlamı değişik
yollarla ifade etmenin usûl ve kurallarından bahseden beyân ilminin konusudur.
Bununla birlikte, nassların anlaşılması ve irade beyânlarının yorumunda etkisinden
dolayı fıkıh usûlü eserlerinde de lafzın, konulduğu manada kullanılıp
kullanılmadığına göre bir ayrıma tabi tutulduğu görülmektedir. Fudayl Çelebi
yukarıda da ifade ettiğimiz gibi lafzın, vaz‘ olunduğu manada kullanılıp
kullanılmadığına göre hakikat, mecaz, sarih ve kinaye olmak üzere dört kısım
olduğunu söylemektedir.

Hakikat

Fudayl Çelebi, hakikati “vaz‘ olunduğu manada kullanılan lafız” şeklinde


tanımlamaktadır.
Müellife göre menkul ve mürtecel lafızlar da hakîkatin tarifine girerler.
Menkul, vazolunduğu manadan aralarında münasebet bulunan başka bir manaya -ilk
mananın ancak karine ile anlaşılacak şekilde- nakil olunan ve bu manada istimali
galip olan lafızdır. Mürtecel ise aralarında münasebet olmaksızın vazolunduğu
mananın dışında sahih olarak kullanılan lafızdır
Müellif hakikatin hükmü ile ilgili üç hususu belirtmektedir. Bunları şöyle
sıralayabiliriz:
I. Hâs olsun âm olsun, niyet edilmiş olsun olmasın, mutlak olarak hakiki
mananın sabit olması,
II. Hakiki mananın -iddia ve mübalağa durumları hariç o lafızdan
nefyedilememesi,
III. Hakiki mananın mecaz üzerine -mecaz harici bir karineye ihtiyaç duyup
hakiki mana böyle olmadığı için- tercih edilmesidir


‫ الحقيقة ما استعمل فيما وضع له‬Fudayl Çelebi, Tenvîʻu’l-usûl, vr. 22a.

Fudayl Çelebi, Tenvîʻu’l-usûl, vr. 22b; Fudayl Çelebi, Tevsîʻu’l-vüsul, vr. 62a. Büyük Haydar
Efendi, menkule örnek olarak namaz gibi şerʻî menkulleri, mürtecele örnek olarak ise Reşit, Nazım
ve Kerim gibi şahıs isimlerini vermektedir. Büyük Haydar Efendi, Usûl-i fıkıh dersleri, s.

Müellif bu duruma Hz. Yusuf hakkındaki “o beşer değildir” (Yusuf 12/31) ayetini örnek
vermektedir. Tevsîʻu’l-vüsul, vr. 62a.

Fudayl Çelebi, Tevsîʻu’l-vüsul, vr. 62a.
48

Mecaz

Fudayl Çelebi, mecazı “aralarındaki -vâzı‘dan bizzat kendisi değil de türü


(nev‘) işitilen- alaka sebebiyle vaz‘ olunduğu mana dışında kullanılan lafız” diye
tarif ederek aralarında şecaat alakası bulunduğu için esed (aslan) lafzının cesur bir
insan hakkında kullanılması örneğini vermektedir.
Müellif mecazın hükmü ile alakalı iki hususu belirtmektedir. Bunlar:
I. Mecaz hâs olsun yahut kendisinde hakiki mana dâhil olan veya
olmayan âmm olsun kastedilen mananın sabit olması,
II. Hakiki mananın mecazi manadan nefyinin caiz olmasıdır.
Müellif bazı Şâfiîler’in “kelamda asıl olan hakikattir ve mecaz zaruret
sebebiyle başvurulan bir kullanımdır, zaruretler ise kendi miktarlarınca takdir olunur”
diyerek mecazın umumi olamayacağını söylediklerini hikâye ederek bu görüşü
eleştirmektedir. Çünkü kelamda asıl olan hakikat olmakla beraber mecaz da bir kelam
türüdür ve onun kullanımında herhangi bir zaruret yoktur. Ayrıca Allah her türlü
acziyet ve zaruretten münezzeh bulunmasına rağmen mecazi ifade Kur’an’da da
mevcuttur ve yine nice belagat ve incelikleri ihtiva ettiği için mecazi anlatımda
hakikatin kullanımından elde edilemeyecek meziyetler vardır
Müellif tanımda yer alan alakayı müşâbehet (benzerlik) ve gayr-i müşâbehet
olarak ikiye ayırmakta ve gayr-i müşâbehet başlığı altında mecaz-ı mürselin çeşitlerini
zikretmektedir.
Fudayl Çelebi, mecaz konusunu geniş bir şekilde ele almaktadır. Bu başlık
altında mecazın hakikate halef olması, hakikatin adeten veya şer‘an terk edilmesi


‫ المجاز ما استعمل في غير ما وضع له لعالقة سمع نوعها‬Fudayl Çelebi, Tenvîʻu’l-usûl, vr. 22b.

Müellif, kendisinde hakiki mananın dâhil olduğu mecaza örnek olarak “falancanın evine girmem”
denildiğinde bu sözün mülkiyet, kira ve ariyet olmak üzere o kimseye ait olan tüm evleri
kapsamasını zikretmektedir. Fudayl Çelebi, Tevsîʻu’l-vüsul, vr. 62b.

Müellif, kendisinde hakiki mananın dâhil olmadığı mecaza örnek olarak ise “bir sâʻı iki sâʻ ile
satmayın” hadisini zikretmektedir. Burada sâʻ olan ölçme aleti (mahal) zikredilmiş ancak ölçülen
şey (hâll) murad edilmiştir. Yoksa ölçme aletinin kendisi kastedilmemiştir. Fudayl Çelebi,
Tevsîʻu’l-vüsul, vr. 62ba.

Fudayl Çelebi, Tenvîʻu’l-usûl, vr. 22b; Fudayl Çelebi, Tevsîʻu’l-vüsul, vr. 62ba.

Mecaz, hakîkate halef olup hakîkat asıl, mecaz onun ferʻidir. Mecazın hakîkate ne yönden halef
olduğu İmam-ı Azam ve İmameyn arasında tartışmalıdır. İmam-ı Azam’a göre mecaz, hakîkate
tekellümde (konuşma itibariyle); İmameyne göre ise hükümde haleftir. İmam-ı Azam’a göre bir
kimse nesebi belli ve kendisinden yaşça büyük olan kölesine “bu benim oğlumdur” dese onu azat
etmiş olur. Çünkü bu cümle tekellüm itibariyle sahihtir. Fakat kölenin yaşça büyük ve nesebinin
belli olmasından dolayı hakîkî manayı kastetmek imkânsızdır. Bundan dolayı mecazi mana
49

durumunda mecaza gidileceği, her ikisinin de kullanımının mümkün olmaması


(taazzür) durumunda kelamın lağv olacağı, bir lafızla hem hakiki anlamın hem de
mecazi anlamın aynı anda murad edilemeyeceği gibi tartışmalı konuları ele aldıktan
sonra karine ve karine çeşitlerinden bahsedip mecaza sevk eden nedenleri açıklayarak
konuyu bitirmektedir
Müellif hakikat ve mecaz konularından sonra hurûf-u maânî bahsini ele alarak
“hakikat ve mecaz bazı zarf isimleri ve harflerde bulunup birçok mesele de bunları
bilmeye bağlı olduğu için hakikat ve mecaz bahsinden sonra bu zarf isimleri ve
harflerden bahsettiğini” ifade etmektedir. Bu başlık altında müellif “atıf harfleri”,
“cerr harfleri”, “zarf isimleri” ve “şart kelimeleri”ni geniş bir şekilde ele alıp vaz‘
olundukları anlamları açıklayarak misaller vermektedir

Sarih

Fukaha mesleğine mensup (Hanefî) usûlcülerce yapılan lafzın vazedildiği


manada kullanılıp kullanılmadığını gösteren birinci ayırım -yukarıda gördüğümüz
üzere- hakikat-mecaz ayırım ve adlandırmasıdır. Sarih ve kinaye de yine bu açıdan
yapılmış bir başka ayırım olup fıkıh usûlünde sarih, “ister hakikat ister mecaz
anlamında kullanılsın kendisiyle kastedilen mana açıkça anlaşılan lafız”; bunun zıddı
olan kinaye ise “kendisiyle kastedilen mana kapalı olan ve ancak söyleyenin niyetinin
bilinmesiyle veya başka bir karine ile anlaşılabilen lafız” şeklinde tanımlanır. Böyle
olunca sarih-kinaye ayırımı, bir bakıma lafzın söyleyenin kastı ve halin delaleti
yönüyle vazʻî manasında kullanılıp kullanılmadığını, kapalılık taşıyıp taşımadığını
belirlemeye yarayan ve birincisini tamamlayan bir rol üstlenir. Bunun için de hakikat
ve mecazdan her birinin bu ikinci açıdan kendi içinde sarih ve kinayeye ayrılması
mümkündür
Fudayl Çelebi de kendisinden önceki Hanefî usûlcüler gibi sarihi, “mecaz da
olsa kendisiyle kastedilen mananın bir karineye ihtiyaç bırakmayacak şekilde açıkça
anlaşıldığı lafız” olarak tanımlamaktadır.

kastedilerek köle azat olur. İmameyne göre ise bir kimse nesebi belli ve kendisinden yaşça büyük
olan kölesine “bu benim oğlumdur” dese kölesi azat olmuş olmaz. Çünkü bu cümle, manası ve
hükmü itibariyle sahih değildir. Dolayısıyla asıl sabit olmadığından mecaz halef olamaz. Bkz.
Fudayl Çelebi, Tenvîʻu’l-usûl, vr. 23ba; Fudayl Çelebi, Tevsîʻu’l-vüsul, vr. 66ab.

Fudayl Çelebi, Tenvîʻu’l-usûl, vr. 23ba; Fudayl Çelebi, Tevsîʻu’l-vüsul, vr. 66ab.

Fudayl Çelebi, Tenvîʻu’l-usûl, vr. 26a; Fudayl Çelebi, Tevsîʻu’l-vüsul, 72b.

Ferhat Koca, “Kinaye”, DİA, Ankara , XXVI,

‫ الصريح ولو مجازا ظاهر المراد ظهورا بينا‬Fudayl Çelebi, Tenvîʻu’l-usûl, vr. 33b.
50

Sarihin hükmü ise lafzın zahiriyle hareket edilmesi ve söyleyenin niyetine


bakılmaksızın hükmünün sabit olmasıdır.

Kinâye

Fudayl Çelebi, kinâyeyi “mecaz da olsa kendisiyle kastedilen mana gizli olan
lafız” diye tarif etmektedir.
Müellif, kinâyenin hükmü ile ilgili olarak iki hususa vurgu yapmaktadır.
Birincisi delil (niyet veya hâlin delaleti) olması halinde kinevî lafızla amel etmenin
zorunlu oluşu; diğeri ise, şüphe ile düşen hadlerin kinevî lafızla ispat edilememesidir.
Dolayısıyla bir şahsın yanında “ben zânî değilim” diyerek tariz yoluyla başkasının
zina ettiğini ifade eden bir şahıs iftira haddi ile cezalandırılamaz. Çünkü kinâye
beyanda nakıs/kasır olduğu için hadleri ispatta delil olamaz
Fudayl Çelebi, kinâyenin tanımını yapıp hükmünü açıkladıktan sonra talakta
kullanılan ve kinâye ifade eden lafızların sonucunun ricʻî ya da bâin talak olup
olmadığı hususundaki Hanefîlerle Şafiîler arasındaki ihtilafı ele alarak kullanıldığı
mana itibariyle lafzın kısımlarını bitirmektedir. Görüldüğü üzere müellif incelediği bu
bölümde de Hanefî usûl geleneğine bağlı bir şekilde konuları ele alarak inceleme
yoluna gitmiştir

Lafız İle Manaya Vakıf Olma İtibariyle Lafzın Kısımları

Hanefî usûl âlimleri, lafız ile manaya vakıf olma itibariyle lafzın kısımlarını
“ibârenin delaleti”, “işâretin delâleti”, “delâletin (nassın delâletinin) delâleti” ve
“iktizânın delâleti” olmak üzere dört kısma ve bu itibarla delâlet eden lafzı da dâll
bi’l-ibâre, dâll bi’l-işâre, dâll bi’d-delâle ve dâll bi’l-iktizâ olmak üzere dörde
ayırmışlardır Kelamcı usûlcülere göre ise delâlet, “mantûkun delâleti” ve
“mefhûmun delâleti” olmak üzere iki kısımdır


‫ الكناية مستتره كذلك‬Fudayl Çelebi, Tenvîʻu’l-usûl, vr. 34a.

Fudayl Çelebi, Tenvîʻu’l-usûl, vr. 34a; Fudayl Çelebi, Tevsîʻu’l-vüsul, vr. 95a.

Hanefî usûlcülere göre kullanıldığı mana itibariyle lafzın kısımları, tanımları ve hükümleri hakkında
bkz. Debusi, Takvîmü’l-edille, s. ; Pezdevî, el-Usûl, s. ; Serahsî, el-Usûl, I, ;
Sadruşşeria, et-Tavdîh, I, ; Nesefi, Keşfü’l-esrâr, I, ; Molla Fenari, Fusulü’l-
bedayiʻ, II, ; Molla Hüsrev, Mir’âtü’l-usûl, s.

Debusi, Takvîmü’l-edille, s. ; Pezdevî, el-Usûl, ; Serahsî, el-Usûl, I, ; Sadruşşeria, et-
Tavdîh, I, ; Nesefi, Keşfü’l-esrâr, I, ; Molla Fenari, Fusulü’l-bedayiʻ, II, ; Molla Hüsrev,
Mir’âtü’l-usûl, s.

Ali Bardakoğlu, “Delâlet”, DİA, İstanbul , IX,
51

Müellif bu konuda Hanefî usûlcülerin taksimini dikkate alarak manaya delâlet


eden lafzı dâll bi’l-ibâre, dâll bi’l-işâre, dâll bi’d-delâle ve dâll bi’l-iktizâ şeklinde
dörde ayırarak incelemektedir

Dâll bi’l-İbâre (İbâresiyle Delâlet Eden Lafız)

Fudayl Çelebi, dâll bi’l-ibâreyi “iltizâmen de olsa sevk olunduğu manaya


delalet eden lafız” olarak tarif etmektedir. Müellif “iltizâmen de olsa” diyerek
delâletin mutabakat ve tazammun türlerinin de tarife evleviyetle dâhil olduğuna
işaret etmektedir.
Müellif üç delalet türüne de metinde örnek vermektedir. Mutabakat yoluyla
delalete örnek, (‫)للفقراء المهاجرين‬ ayetidir. Bu ayet ganimetin Medine’ye hicret etmiş
olan muhacirlere verilmesi konusunda sevk olduğu için ibaresiyle bu anlama delalet
etmektedir. Bunun yanında, fakir muhacirler kavramının vaz edildiği manaya
mutabakat yoluyla delalet etmektedir.
Tazammun yoluyla delâlete örnek, karısının “üzerime bir kadın nikâhlamışsın
onu boşa” demesi üzerine karısını hoşnut etmek için kişinin “karılarımın tamamı boş
olsun” demesidir. Bu söz kuma olan kadının tatlîki konusunda sevk olunduğu için bu
anlama ibaresiyle delalet etmektedir. Ayrıca ibaresiyle adamın, iki eşinden sadece
birini boşadığına delalet ettiği için de anlama tazammun yoluyla delalet etmektedir.
İltizam yoluyla delâlete örnek ise “Allah alış verişi helal ribayı ise haram
kılmıştır” ayetidir. Bu ayet alış veriş ile ribanın farklı şeyler olduğunu beyan için
sevk olunmuştur ve ibaresiyle bu anlama delalet etmektedir. Ayet bu anlama iltizam


Fudayl Çelebi, Tenvîʻu’l-usûl, vr. 34ab; Fudayl Çelebi, Tevsîʻu’l-vüsul, vr. 95ab.

‫ الدال بالعبارة ما دل على المسوق له ولو التزاما‬Fudayl Çelebi, Tenvîʻu’l-usûl, vr. 34a.

Klasik mantıkta lafzî vazʻî delâletin mutabakat, tazammun ve iltizam olmak üzere üç türünün
bulunduğu kabul edilir. Bir nesneyi veya bir kavramı ifade etmek üzere kullanılan lafzın o nesnenin
veya kavramın bütün varlığına ve unsurlarına delâlet etmesine mutabakat, bu unsurlardan birine
veya birkaçına delâlet etmesine tazammun denir. Bir lafzın doğrudan doğruya konusunun yanında
bir de zihnin bu konuyla bağlantılı gördüğü başka bir varlık veya anlama delâlet etmesine ise
iltizam denir. Mesela “mahlûk” lafzının bütün yaratılmışlara delâleti mutabakat, insana delâleti
tazammun, hâlika delaleti ise iltizamdır. Çünkü mahlûk lafzı hâlik fikrini içermemekle birlikte zihin
mahlûk lafzından dolaylı ve zorunlu olarak (bi’l-iltizâm) hâlik fikrine varmaktadır. M. Naci Bolay,
“Delâlet”, DİA, İstanbul , IX,

el-Haşr 59/8.

el-Bakara 2/
52

yoluyla delalet etmektedir. Çünkü birinin helal diğerinin ise haram olmasının dolaylı
ve zorunlu sonucu olarak zihin farklı oldukları fikrine varmaktadır

Dâll bi’l-İşâre (İşâretiyle Delâlet Eden Lafız)

Fudayl Çelebi, dâll bi’l-işâreyi “kasten değil de lügat ve nazım yönünden sevk
olunduğu mana dışındaki bir anlama delalet eden lafız” olarak tanımlamaktadır.
Tariften anlaşılmaktadır ki, dâll bi’l-ibâre ile dâll bi’l-işâre arasındaki fark,
birincisinde lafzın delâlet ettiği mananın mütekellimin asıl maksadı olması,
ikincisinde ise mananın mütekellimin asıl maksadı olmamasıdır
Müellif tanımdan sonra konuyla ilgili yukarıdaki örnekleri tekrar verdikten
sonra dâll bi’l-ibâre ve dâll bi’l-işârenin hükmüyle ilgili olarak iki hususa dikkat
çekmektedir. Bunlar:
I. Her ikisinin de ifade ettiği anlam bizzat lafızdan anlaşıldığı için delâlet
ettikleri bu anlamlarında katiyet ifade ederler.
II. Teâruz ettiklerinde ise sevk olunduğu manaya itibar ederek birincisi
ikincisine tercih edilir.
Fudayl Çelebi, usûlcüler arasında tartışmalı olduğunu belirttiği işâretin
delâletiyle olan lafzın, umum ifade edip edemeyeceği konusunda hem ibâre hem de
işâret ile delâlet eden lafzların umum ifade edebileceğini ve tahsise uğrayabileceğini
ifade etmektedir

Dâll bi’d-Delâle (Delâletiyle Delâlet Eden Lafız)

Fudayl Çelebi, dâll bi’d-delâleyi “ictihad ve kıyâsla değil de lügatle sabit bir
mana ile lâzımına delalet eden lafız” olarak tarif etmekte ve dâll bi’d-delâleye
ayrıca fahva’l-hitâb denildiğini ifade etmektedir.
Müellif, re’ye dayandığı için hata şüphesi bulunduğundan kıyâs ile had ve
keffâretin ispat edilemeyeceğini, dâll bi’d-delâle ise kıyâs gibi re’ye değil de nassa
dayandığı için bununla had ve keffâretin ispat edilebileceğini söylemektedir
Müellif, lafzın delâletiyle anlaşılan mananın (ferʻ), asla müsavi (denk) ya da
ondan rütbe yönünden aʻlâ (yüksek) olması şeklinde iki kısım olduğunu ve bunlardan

Fudayl Çelebi, Tenvîʻu’l-usûl, vr. 34a; Fudayl Çelebi, Tevsîʻu’l-vüsul, vr. 95b.

‫ الدال باإلشارة ما دل على غير المسوق له ثابتا نظما لغة ال قصدا‬Fudayl Çelebi, Tenvîʻu’l-usûl, vr. 34ab.

Büyük Haydar Efendi, Usûl-i fıkıh dersleri, s.

Fudayl Çelebi, Tenvîʻu’l-usûl, vr. 35a; Fudayl Çelebi, Tevsîʻu’l-vüsul, vr. 96ba.

‫ الدال بالداللة وتسمى فحوى الخطاب أيضا ما دل على الزم بمعنى لغة ال رأيا‬Fudayl Çelebi, Tenvîʻu’l-usûl, vr. 35a.

Fudayl Çelebi, Tenvîʻu’l-usûl, vr. 35a; Fudayl Çelebi, Tevsîʻu’l-vüsul, vr. 97a.
53

her birinin de hafî ve celî olmak üzere ikiye ayrıldığını söylemekte ve her birine
örnekler vermektedir. Mesela “Anne babaya öf deme ve onları azarlama” ayeti,
ibaresiyle anne ve babaya öf demeyi ve onları azarlamayı; delâletiyle de her türlü
eziyeti, dövmeyi ve kötü söz söylemeyi yasaklamaktadır. Bu hükümden maksat anne
babaya eza edilmemesidir. Ayetin delâletinden anlaşılan dövmek ve kötü söz
söylemek (ferʻ), öf demek ve onları azarlamaktan (asıl) daha kötü/aʻlâ olduğu
açıktır
Müellif, “nassın delâleti, celî kıyâs değildir” demek suretiyle nassın
delâletinin, celî kıyâs olduğunu iddia eden bazı Hanefî ve Şafiîleri eleştirmektedir.
Çünkü nassın delâletinin, kıyâstan önce sabit olmasının yanında, kıyâsta ferʻ daima
asıldan daha düşük/ednâ iken, nassın delâletinde müsavi yahut aʻlâdır
Fudayl Çelebi, dâll bi’d-delâlenin hükmü ile ilgili olarak şunları
söylemektedir: Dâll bi’d-delâle kesin hüküm ifade eder, dolayısıyla teâruz etmeleri
durumunda, kıyâs ve haber-i vâhide takdim olunur. Ancak nassın işâretinden daha
düşük olup teâruz halinde nassın işâreti tercih edilir ve nassın delâleti umum ifade
etmediği için tahsis edilmesi imkânsızdır

Dâll bi’l-İktizâ (İktizâsıyla Delâlet Eden Lafız)

Fudayl Çelebi, dâll bi’l-iktizâyı “lügaten değil, şerʻan kendisine ihtiyaç


duyulan bir manaya delalet eden lafız” olarak tanımlamaktadır.
Müellif dâll bi’l-iktizâya örnek olarak “köleni bin lira mukabilinde benim
tarafımdan azat et” sözünü zikretmektedir. Bu sözün sahih olabilmesi için önce
kölenin emreden kişiye satılması gerekmektedir. Çünkü bir kimsenin sahip olmadığı
bir malda tasarruf etmesi şerʻan/hukuken mümkün değildir. Dolayısıyla bu köle
azadının şerʻan sahih olması için “köleni bana bin liraya sat ve benim adıma azat et”
şeklinde takdir edilmesi lazımdır. İşte buradaki satın alma iradesine delâlet eden bir
lafız, iktizânın delâleti yoluyla var sayılmaktadır


İsra 17/23

Diğer örnekler için bkz. Fudayl Çelebi, Tenvîʻu’l-usûl, vr. 35ab; Fudayl Çelebi, Tevsîʻu’l-vüsul,
vr. 97aa.

Fudayl Çelebi, Tenvîʻu’l-usûl, vr. 35a; Fudayl Çelebi, Tevsîʻu’l-vüsul, vr. 98a.

Fudayl Çelebi, Tenvîʻu’l-usûl, vr. 35ab; Fudayl Çelebi, Tevsîʻu’l-vüsul, vr. 98ab.

‫ الدال باالقتضاء ما دل على محتاج إليه شرعا ال لغة‬Fudayl Çelebi, Tenvîʻu’l-usûl, vr. 35b.

Fudayl Çelebi, Tenvîʻu’l-usûl, vr. 35b; Fudayl Çelebi, Tevsîʻu’l-vüsul, vr. 98b.
54

Müellif iktizânın delaletinin nassın delaleti gibi katiyet ifade ettiğini ancak
teâruz halinde nassın delaletinin iktizaya tercih edileceğini söylemektedir
Fudyal Çelebi, sahih istidlâlleri zikrettikten sonra teznîb/ek bölüm açarak
mefhûm-i muhâlefete itibar edilmeyeceğini söylemektedir. Bu bölüm altında
mefhum-i muhâlefet ve mefhum-i muhâlefetin çeşitleri olan mefhum-i lakab,
mefhum-i sıfat, mefhum-i şart, mefhum-i gâye, mefhum-i istisnâ, mefhum-i hasr ve
mefhum-i innema konularını ele almaktadır
Müellifin, lafız ile manaya vakıf olma itibariyle lafzın kısımlarını incelediği bu
bölümde konuları değerlendirme ve örnekleme açısından genel olarak Hanefî usûl
geleneğini bağlı kaldığı söylenebilir

İkinci Asıl: Sünnet

Fudayl Çelebi, Sünnet’i “Hz. Peygamber’den sadır olan söz (hadis), fiil ve
takrirler” olarak tarif ederek Kitap için geçerli olan elfaz bahsindeki taksimin
Sünnet için de geçerli olduğunu ve Sünnet’e mahsus ilave konular bulunduğunu
söylemektedir.
Müellif, Sünnet konusunu; vahiy, kavlî sünnet, Hz. Peygamber’in fiilleri ve
takrirleri olmak üzere dört başlıkta incelemek suretiyle, selefi Molla Hüsrev’den farklı
olarak vahiy konusunu da sünnet konusunun altında müstakil başlık olarak ele
almaktadır


Fudayl Çelebi, Tenvîʻu’l-usûl, vr. 36b; Fudayl Çelebi, Tevsîʻu’l-vüsul, vr. a.

Mefhum, muvafakat ve muhalefet mefhumları olmak üzere iki kısımda incelenir. Mefhûm-i
muvâfakat, “lafzın sükût ettiği konudaki manasının sözün konusu olan anlamına uygun düşmesi”
demektir. Mefhûm-i muvâfakat, Hanefîler’in terminolojisinde “nassın delâleti” adı verilen delâlet
şekline karşılık gelir. Mefhûmun diğer nevi olan ve bazı usûlcüler tarafından “delîlü’l-hitâb” ve “el-
mahsûs bi’z-zikr” diye de anılan mefhûmü’l-muhâlefe, “meskût anhin hükümde mantûk bihe
muhâlif bulunması” ya da “lafzın sükût ettiği konudaki manasının sözün konusu olan anlamına
aykırı olması” biçiminde tarif edilir. Kelâmcı metodunu benimseyen usûlcüler (cumhur), mefhûm-i
muhâlefetin Kur’an ve Sünnet naslarını yorumlama konusunda da geçerli bir delâlet nevi olduğunu
savunurken Hanefîler söz konusu delâletin naslar hakkında bir hüküm ifade edemeyeceğini ve bu
konuda mefhûm-i muhâlefetin fâsid istidlâl niteliği taşıdığını ileri sürmüşlerdir. Ferhat Koca,
“Mefhum”, DİA, Ankara , XXVIII,

Mefhûm-i muhâlefetin çeşitleri ve örnekleri için bkz. Koca, “Mefhum”, DİA, XXVIII,

Debusi, Takvîmü’l-edille, s. ; Pezdevî, el-Usûl, ; Serahsî, el-Usûl, I, ;
Sadruşşeria, et-Tavdîh, I, ; Nesefi, Keşfü’l-esrâr, I, ; Molla Fenari, Fusulü’l-
bedayiʻ, II, ; Molla Hüsrev, Mir’âtü’l-usûl, s.

‫ السنة ما صدر عن النبي عليه الصلوة والسالم من حديث أو فعل أو تقرير‬Fudayl Çelebi, Tenvîʻu’l-usûl, vr. 37b.

Fudayl Çelebi, Tenvîʻu’l-usûl, vr. 38a.
55

Vahiy

Müellif, öncelikle vahyin zâhir ve bâtın olmak üzere iki kısım olduğunu
belirterek zâhir vahyi üç kısma ayırmaktadır. Buna göre;
I. Hz. Peygamber’in Cebrail’den sözlü vahiy alması. Kur’an gibi.
II. Sözsüz olarak vahyi meleğin işaretiyle alması. Buna “hâtıru’l-melek” denir.
Rızkın tamamlanması ile ilgili olan haber gibi
III. Melek vasıtası olmaksızın Allah’ın ilham yoluyla Hz. Peygamber’in
kalbine ilkâ ettiği yakinen bilinen vahiy. Müellif bu kısma metinde örnek
vermemektedir.
Müellife göre anılan bu üç kısım vahiy ümmetin tamamı için hüccettir. Zira
Allah “Allah’ın sana gösterdiğiyle insanlar arasında hükmedesin diye”
buyurmaktadır.
Bâtın vahiy ise Hz. Peygamber’in ictihadıyla ulaştığı hükümdür. Bâtın vahyin
Hz. Peygamber için caiz olup olmadığıyla ilgili görüşlere ve tarafların delillerine
işaret ettikten sonra müellif, tercihe uygun görüşü şöyle ifade etmektedir: Hz.
Peygamber, asıl olduğu ve asla hataya ihtimali olmadığı için birinci tür vahyi bekler,
vahiy gelmezse ictihad eder

Kavlî Sünnet

Fudayl Çelebi, kavlî sünnetle ilgili bahisleri yedi başlık altında ele almaktadır.
Bunlar sırasıyla,
1. Hadisin Hz. Peygamber’e ittisalinin beyanı
2. Râvi
3. Râvinin hali
4. Râvinin hadisi işitme hali
5. İşitilen hadisin mahalli (konusu)
6. İnkıtâ‘ (senette kopukluk)
7. Ta‘n (cerh ve ta‘dil)


İbnu’l-Esîr el-Cezerî, Câmi‘u’l-usûl, thk. Abdülkadir el-Arnaût, Matbaatü’l-Mellâh, yy., trs., X,


en-Nisa 4/

Fudayl Çelebi, Tenvîʻu’l-usûl, vr. 38ab.
56

Hadisin Hz. Peygamber’e İttisalinin Beyanı

Hz. Peygamber’den nakledilen Sünnet malzemesinin ona aidiyetinin


doğruluğunu (sıhhat) tesbitte nasıl bir yol izleneceği hususu kelâmda ve fıkıh
usûlünde haber teorisi esas alınarak çözülmüştür. Bir kimseye görmediği olayla ilgili
verilen bilginin (haber) aklî açıdan kesin doğru, kesin yanlış ve ihtimalli olmak üzere
üçe ayrıldığı bu teoriye göre tevâtür yoluyla aktarılanlar kesin doğru haberler; tarihî
gerçeklere aykırı bilgiler kesin yanlış haberler; bu iki kategori dışında kalan haberler
ise ihtimalli olarak nitelenmiş ve bilgi değeri tartışmaya açık sayılmıştır
Fudayl Çelebi de hadisin Hz. Peygamber’e ulaşma keyfiyetinin üç yolla
olacağını söylemektedir. Buna göre,
I. Bir haberin ravileri her asırda sayılamayacak ve yalan üzerine birleşmeleri
mümkün olmayacak bir topluluk olur. Bu mütevatir haberdir. Kur’an ve namaz ile
ilgili hadisler gibi. Mütevatir haber yakîn/kesin bilgi ifade eder ve inkâr eden küfre
nispet olunur.
II. Ya da bir haberin ravileri ilk asır olan sahabe asrından sonra bu mertebeye
ulaşır. Yani haber ilk asırda haberi vahid iken ikinci ve üçüncü asırda kabul görerek
ravilerinin yalan üzerinde birleşmeleri mümkün olmayacak bir topluluk olur. Bu
meşhur haberdir. Müellif bu kısma metinde örnek vermemektedir. Meşhur haber -
doğruluğu ağır bastığı ve kabul ile telakki edilmesi sebebiyle doğru olduğu
kuvvetlendiği için- tuma’nîne ve zannü’l-yakîn ifade eder ve inkâr edenin sapık
olduğu ile (tadlîl) hükmedilir.
III. Veyahut bir haberin ravileri üç asırda da bu mertebeye ulaşmaz. Bu -birden
fazla ravi rivayet etse de- haberi vâhiddir. Müellif bu kısma da metinde örnek
vermemektedir. Haberi vahidle amel edilmesi gerekir ve zann-ı gâlip ifade eder.
Müellif haberi vahidi inkâr eden kişinin durumuyla ilgili metinde her hangi bir
açıklama yapmamaktadır.
Haberi vahidin hükmüyle ilgili iki yaklaşım daha vardır: Birincisi haberi
vâhidin ilim/yakîn ifade ettiğini söyleyenler, ikincisi ise haber-i vâhidle amel


Murteza Bedir, “Sünnet”, DİA, İstanbul , XXXVIII,

İlk olarak Îsâ b. Ebân tarafından ortaya atılan ve Hanefî terminolojisinde meşhur haberin bilgi
değerini göstermek üzere yaygın biçimde kullanılan ilmü’t-tuma’nîne kavramı zanla bilgi arasında
bir ara kategoriyi temsil eder. Ruhâvî’ye göre ilmü’t-tuma’nîne yakînin bilgisi değil yakînin
zannıdır. Meşhur haberin bilgi değerini anlatmak üzere Bahrülulûm el-Leknevî “yakîne benzer zan”
ifadesini kullanır. H. Yunus Apaydın, “Meşhur”, DİA, Ankara , XXIX,
57

edilmeyeceğini söyleyenler. Bu yaklaşımlara işaret eden müellif, bunların doğru


olmadığını zikrederek konuyla ilgili bazı deliller ileri sürmektedir

Râvi

Rivâyet kökünden türeyen râvi (çoğulu ruvât), terim olarak “hadisi öğrenen ve
onu eda terimlerinden biriyle nakleden kişi” manasında kullanılır. Terim “hadisi ilk
defa söyleyene nisbet ederek rivayet eden kimse”, bazen de “hadis hakkında bilgisi
olsun veya olmasın onu senediyle rivayet eden kimse” şeklinde müsnidin karşılığı
olarak tarif edilmektedir
Fudayl Çelebi, râvinin niteliğine dair haberi söylenildiği gibi işitebilen,
manasını anlayıp lafzını ezberleyen ve rivayet edinceye kadar ezberinde tutabilen
(murâkabe) zabt sahibi, cerh edilmemiş âdil ve aklı kemâle ermiş bir Müslüman
olması gerektiğini söylemektedir.
Müellif bir cümle formunda zikrettiği bu bölümde râvide aranan şartların dört
olduğunu ve bu şartlardan biri olan zabtın da dört şeyin bir arada bulunmasıyla
tahakkuk edebileceğine işaret etmektedir. Râvide aranan şartlar, İslâm, akıl, zabt ve
adaletten; zabt ise hadisi işitme, manasını anlama, lafzını ezberleme ve murâkabenin
bir arada bulunmasından ibarettir. Daha sonra ise müellif, hadisin fıkhî anlamını zabt
etmenin zabtın kemal derecesini ifade ettiğini söylemektedir

Râvinin Hali

Fudayl Çelebi, bu başlık altında râvinin rivayet açısından durumunu ele


almaktadır.
Buna göre eğer râvi, hulefâ-yi râşidîn ve abâdile gibi rivayetle meşhur olup
fakih ve müctehid ise haberiyle mutlak olarak yani kıyâsa uygun olsun olmasın, kıyâs


Fudayl Çelebi, Tenvîʻu’l-usûl, vr. 39a.

Mehmet Efendioğlu, “Râvi”, DİA, İstanbul , XXXIV,

Fudayl Çelebi, Tenvîʻu’l-usûl, vr. 39a.

Abâdile, Abdullahlar demek olup İzmirî, fukahaya göre abâdilenin üç, muhaddislere göre ise dört
kişi olduğunu ifade etmektedir. Fukahaya göre abadile; Abdullah b. Mesʻûd, Abdullah b. Abbâs ve
Abdullah b. Ömer’dir. Muhaddislere göre ise; Abdullah b. Ömer, Abdullah b. Abbâs, Abdullah b.
Amr ve Abdullah b. Zübeyr’dir. Burada abâdileden maksat da fukahaya göre olan abâdiledir.
İzmirî, Haşiyetü’l-İzmirî, II, Ancak Büyük Haydar Efendi ve Mahmud Esad, -fukaha ya
da muhaddislere göre olup olmadığına işaret etmeksizin- abâdilenin dört kişi olduğunu ve bunların
da Abdullah b. Abbâs, Abdullah b. Ömer, Abdullah b. Mesʻûd ve Abdullah b. Zübeyr olduğunu
söylemektedirler. Büyük Haydar Efendi, Usûl-i fıkıh dersleri, s. ; Mahmud Esad, Telhîs-i usûl-i
fıkıh, s.
58

terkedilir. Ravi, Enes ve Ebû Hüreyre gibi müctehid değilse yahut Bilal gibi fakih
değilse rivayet ettiği haber kıyâsa uygun değilse terkedilir.
Hadisin râvisinin bir ya da iki hadis rivayet ettiği biliniyorsa ve rivayeti selef
arasında ortaya çıkmışsa -güvenilir ravilerin naklettiği kıyâsa uygun ihtilaflı rivayetin
kabul edildiği gibi- kabul edilir. Ancak selef tarafından rivayeti reddedilmişse bu
kişinin rivayeti reddedilir.
Eğer rivayeti selef arasında ortaya çıkmamış olan ravi sahabi ise haberin kabul
edilip edilmeyeceği konusunda ihtilaf edilmiştir. Ancak tercihe şayan görüş (muhtâr)
eğer haber akılla idrak edilemeyen bir bilgi içeriyorsa (gayr-i müdrek) kabul edilmeli,
aksi halde ise reddedilmelidir. Ravi tâbiîn ya da etbâ‘u’t-tâbiînden ise rivayeti kıyâsa
uygunsa amel edilmesi caizdir. Sonraki asırlardan ise fısk yaygınlaştığı için caiz
değildir

Râvînin Hadisi İşitme Hali

Fudayl Çelebi bu bölüm altında hadislerin bir hocadan öğrenilip rivayet


edilme keyfiyetini ele almaktadır. Bunları semâ‘, zabt ve edâ alt başlıklarına ayıran
müellif her birinin azimet ve ruhsat tarafı olduğunu söylemektedir.
Hadisi işitme yolunun (semâ‘/tahammülü’l-ilm) azimeti, talebenin muhaddise
(kıraat) ya da muhaddisin talebeye (semâ‘) hadisi okumasıdır ki birinci yol daha
evladır. Muhaddisin huzurunda olmayan birine hadisi yazmak suretiyle göndermesi
(kitab) ya da hadisi rivayet edebileceğini bir elçi vasıtasıyla bildirmesi (risale) de
hitap gibidir ve caizdir. İşitme yolunun ruhsatı ise muhaddisin talebesine bir kitap ya
da yazılı bir metin vermesi (münâvele) yoluyla icazet vermesidir. Eğer icazet verilen
talebe o kitap ya da yazılı metni biliyorsa rivayet etmesi sahihtir bilmiyorsa sahih
değildir.
Zabtın azimeti hadisi işitip anladığı vakitten rivayet edinceye (edâ) kadar
ezberinde tutmasıdır (hıfz). Ruhsatı ise hadisi yazmaktır. Ancak müellif ruhsatın
azimete dönüştüğünü söylemektedir.
Edânın azimeti ise hadisi nazmı ve lafzıyla nakletmektir. Ruhsatı ise mana ile
nakletmektir. Ancak “‫”الغرم بالغنم‬ ve “‫”الخراج بالضمان‬ gibi cevâmi‘ (lafzı veciz olup


Fudayl Çelebi, Tenvîʻu’l-usûl, vr. 39ab. Ravinin hali ile ilgili benzer görüşler için bkz.
Sadruşşeria, et-Tavdîh, II, ; Molla Fenari, Fusulü’l-bedayiʻ, II,

Nimet ve külfetin karşılıklı olması demek olup Kavâid kitaplarında bulunan bu prensip, Mecelle’nin
küllî kaideleri arasında da şu şekilde yer almıştır: “Mefsedet menfaat mukabelesindedir.” (madde
87), “Külfet nimete ve nimet külfete göredir.” (madde 88).
59

altında birçok mana barındıran) hadislerin mana ile nakledilmesi caiz değildir. Yine
nas, müfesser ve muhkem gibi zahirden daha açık olan yerlerde lügat ilimlerine vakıf
olan kimse için mana ile nakil caiz olmakla birlikte tahsis ve mecaz gibi ihtimallere
açık olan zahirde mana ile nakil sadece fakih ve müctehid için caizdir

İşitilen Hadisin Mahalli (Konusu)

Fudayl Çelebi’ye göre gereken şartları taşıdığı takdirde -râvi, iftiradan tövbe
etmiş kör bir köle de olsa- haber-i vahidle ibadetler sabit olur. Mesela suyun temiz
olduğu ile ilgili bir haber gibi ibadetlerle ilgili dini konularda ise âdil olmayan bir
ravinin haberi taharri (araştırma) ile kabul edilir. Ebû Yusuf dışındaki âlimlere göre
had ve kısas gibi ukûbât konularında haber-i vahide itibar edilmez.
Haber kul haklarıyla ilgili olup bey‘ (alışveriş) akdi gibi kendisinde
bağlayıcılık bulunan bir hak olursa mevcut şartlarla beraber ravide temyiz, velâyet
(şahıs ve malları koruma hususunda veli olma yeterliliği), şehâdet lafzı ve mümkünse
sayı (iki şahit) gerekir. Vekâlet gibi kendisinde bağlayıcılık bulunmayan bir hak
olursa o zaman ravinin sadece temyiz sahibi olması yeterlidir.
Hacr (kişinin kısıtlanması), azil (vekilin azledilmesi), ortaklığı feshetme ve
akıl baliğ olmuş bir kızı evlendirme gibi kendisinde bir yönden bağlayıcılık bulunan
haklarda ise râvi fuzûlî ise Ebû Hanife’ye göre sayı veya adalet şartı aranır. Fuzûlî

nest...

çamaşır makinesi ses çıkarması topuz modelleri kapalı huawei hoparlör cızırtı hususi otomobil fiat doblo kurbağalıdere parkı ecele sitem melih gokcek jelibon 9 sınıf 2 dönem 2 yazılı almanca 150 rakı fiyatı 2020 parkour 2d en iyi uçlu kalem markası hangisi doğduğun gün ayın görüntüsü hey ram vasundhara das istanbul anadolu 20 icra dairesi iletişim silifke anamur otobüs grinin 50 tonu türkçe altyazılı bir peri masalı 6. bölüm izle sarayönü imsakiye hamile birinin ruyada bebek emzirdigini gormek eşkiya dünyaya hükümdar olmaz 29 bölüm atv emirgan sahili bordo bereli vs sat akbulut inşaat pendik satılık daire atlas park avm mağazalar bursa erenler hava durumu galleria avm kuaför bandırma edirne arası kaç km prof dr ali akyüz kimdir venom zehirli öfke türkçe dublaj izle 2018 indir a101 cafex kahve beyazlatıcı rize 3 asliye hukuk mahkemesi münazara hakkında bilgi 120 milyon doz diyanet mahrem açıklaması honda cr v modifiye aksesuarları ören örtur evleri iyi akşamlar elle abiye ayakkabı ekmek paparası nasıl yapılır tekirdağ çerkezköy 3 zırhlı tugay dört elle sarılmak anlamı sarayhan çiftehan otel bolu ocakbaşı iletişim kumaş ne ile yapışır başak kar maydonoz destesiyem mp3 indir eklips 3 in 1 fırça seti prof cüneyt özek istanbul kütahya yol güzergahı aski memnu soundtrack selçuk psikoloji taban puanları senfonilerle ilahiler adana mut otobüs gülben ergen hürrem rüyada sakız görmek diyanet pupui petek dinçöz mat ruj tenvin harfleri istanbul kocaeli haritası kolay starbucks kurabiyesi 10 sınıf polinom test pdf arçelik tezgah üstü su arıtma cihazı fiyatları şafi mezhebi cuma namazı nasıl kılınır ruhsal bozukluk için dua pvc iç kapı fiyatları işcep kartsız para çekme vga scart çevirici duyarsızlık sözleri samsung whatsapp konuşarak yazma palio şanzıman arızası