incede bellerin kırılsın indir / Koma Se Bıra Altın Yüzüğüm Kırıldı Mp3 indir - Muzikmp3indir

Incede Bellerin Kırılsın Indir

incede bellerin kırılsın indir

Category: N/A

Share Embed Donate

Report this link



Short Description

Download Turan Dursun - Kutsal Kitaplarin funduszeue.info

Description

TURAN DURSUN Kutsal Kitapların Kaynaklan 2

IAIISV8

Z

Bu kitabın yayın hakları A naliz B asım Y ayın T asarım U ygulam a Ltd. Şfunduszeue.info B irinci B asım : K asım İkinci B asım : Şubat D izgi: K aynak D izgi Servisi B askı: K uşak O fset K apak: G iovanni B attista Pittoni () ISBN: (Tk. N o.) (2. Cilt)

K A Y N A K Y A Y IN L A R I:

KAYNAK

İYAVİNLARIİ

A N A L İZ B A SIM Y A Y IN T A SA R IM U Y G U L A M A LTD. ŞTİ. İstiklal Cad. /4 Beyoğlu/İstanbul Tel/Faks: () 21 56 - 21 99

TURAN DURSUN

Kutsal Kitapların Kaynakları 2

İÇ İN D E K İLE R

PEY G A M B E R L İK N E D İR ?

7

BİR A R A C IL IK K U R U M U O L A R A K PEY G A M B E R L İK "D in"-"G iz" A racılığında M addi Ç ıkar "D in"-"G iz" A racılığında "Sivrilm e", "Öne G eçm e" T utkusu "M uham m ed'in Ö vünm elerinin A nlam ı" ve "Sivrilm e Tutkusu"

8 9

43

K A B İLE PEY G A M B E R İ M U H A M M E D

46

"Y A LN IZC A M EK K E V E ÇEV RESİN İN PEY G A M B E R İ" "D in"-"G iz" A racılığında A kım a S ürüklenm e

56 57

"V A H İY " V E "PEY G A M B ER L İK " T Ü R L E R İ İslam Savunurlarına G öre "V ahiy"

59 59

FELSEFECİLERE G Ö R E PEY G A M BERLİĞ İN Ü Ç K O ŞU LU

75

Y A H U D İL İK SA V U N U R L A R IN A G Ö R E V A H İY V E PEY G A M B E R L İK T Ü R L E R İ

77

H IR İST İY A N L IK SA V U N U R L A R IN A G Ö R E V A H İY VE PEY G A M B E R L İK T Ü R L E R İ

82

A R A C ILA R IN SA H İPM İŞ G İB İ G Ö R Ü N D Ü K L ER İ "G İZ 'L İ "B İL G İ'L E R "B ilgiç"ler E liyle Pazarlanan "Giz" Dolu "B ilgi"m sili U ygunluk: "H ikm et" "H ikm et" H ırsızlığı, E skilerin M asalları ve L okm an "Lokm an ve Ö ğütleri"

33

91 91

K ur'an'm H ikm etli A dam ı L okm an-A surlu A hikârEski Y unan'dan M asalcı A isoposY ahudilerin (Tevrat'taki) "Bal'am "ı "Yedi K artallı Lokm an" Lokm an'dan A ktanlan B ir "Hikm et" "İm anlılaştırılan H ikm etler" "İm anlılaştırılm ış H ikm etin A nayurdu" "V eda'lar"daki "Gizli Bilgi" (H ikm et) ve M uham m ed'in Pazarlam ası K ur'an'm P azarladıkları A rasında B uda H ikm etleri, B udizm ve İslam G izem ciliği K uı'an'da B uda'dan B ir P eygam ber O larak mı Söz Ediliyor? K U R AN V E İSLA M 'D A PA Z A R L A N A N ESK İ Y U N A N H İK M E T 'L E R İ (FE L SE FE LE R İ) K ur'an’da Ö vülerek A nlatılan "İki Boynuzlu" K im ? B üyük İskender m i? K U R 'A N VE İSLA M 'D A 'H E L E N İZ M 'D E N İZ L E R FEL SE FE -D İN Ç İFTL E ŞM E Sİ VE K U TSA L K İTA PLA R D A Y E R A L A N Ç O C U K L A R I A hiret İnancı ve B una İlişkin "H ikm et"ler N ereden Sokulm a PEYGAM BERLİĞİN GEREKÇESİ P eygam berliğin, S avunurlarına G öre G erekçesi P eygam berlik G erekçesine K arşı, G erçek







PEY G A M B E R L İK N E D İR ?

"Peygamber" anlamında Kur'an'da kullanılan iki sözcük göze çarpar: "Resul" ve "Nebî". İkincisi Arapça değildir, "Arami"-"Süryani"' ve "İb­ rani" dillerinden alınmadır.2 İslam öncesinde yalnızca ikinci sözcük "Pey­ gam ber" anlamında kullanılırdı. Birincisi, yani "Resul" sözcüğüyse "din­ sel" anlam da kullanılmazdı ve "elçi" anlam ına gelirdi yalnızca. Yani "Peygamber" anlamıyla ilgisi yoktu.3 Bu anlamı da içermesi, Kur'an dönem ine rastlar. "Resulu'llah" deyim ini bilirsiniz. Kur'an'da da geçer.4 "A llah'ın Elçisi" anlam ında. B u anlam a gelen bir deyim de, Süryatıilerde kul­ lan ılm aktaydı.5 "A llah'ın Elçisi"nin olabileceğini düşünebiliyor m usunuz?! "U lular ulusu A llah", "elçi"lerle iş görüyor. "B uyruk"larım "kul­ larına iletsinler" diye gönderiyor o n ları!!! Çünkü kendisi, çok çok "yüksek"lerde, "gök"te, bir "Kral" ("Melik") olarak özel "saray"ındaki "taht"ında! K uran daki özel sözcükleriyle "A r/'ın d a, "Kürsî"sindeü! Oradan "görev"lendiriyor "elçi"lerini. Çünkü Secde Suresi'nin 5. ayetindeki "açıklama"yla: "işleri g ökten y e re doğru y ö n e tir Bu "Kral TanrTnın "gök"te olduğunu ve "işler'i oradan yönettiğini anlatan daha nice "ayet"ler var Kur'an'da.6 Ayrıca Kral Tanrı, "giz" ("sır") dolu "bilgi"leri, seçtiği özel " e lç ile ­ rinden başka kime güvenebilir?! Tüm bunlar da, Kral T anrı'yla "yeryüzü"ndeki "kullar"ı arasında kullandığı "elçi"leri "vazgeçilm ez" kılm aya yşter! Hey, "akıllı yaratık" insanoğlu, "aklın" nerede?! H ey, "Kur'an" inanırları! H ey, bu saçm alıkların Kur'an'dan önceki kaynaklarından Incil, Tevrat inanırları!!! H ey tüm inanırlar! B iraz "düşünsenize"!!!

7

BİR A R A C IL IK K U R U M U O L A R A K PEY G A M B E R L İK

"G üçsüzlük" ortam ında, "korku"ya, "um ut"a yaslanarak yaratılan ve öylece yaşatılan "Tanrı" d ü şüncesinde ne olur? Kuşkusuz, "giz"ler ve "gizlilik"ler olur en başta. "Kaygı"lar olur. "Giz" kaynağı aranır. "Bilgi" sağlam aya çalışılır. "Sığınak" aranır, "kur­ tarıcı" aranır. Yardım sağlam aya çalışılır. O rtam bu olunca, "aracı" önem kazanır. "Giz"lerin, kaygıların ve umutların durum una göre vaz­ geçilm ez olur "aracı". V e işte tam böyle bir ortam da, ilgi çekebilen birinin kalkıp şöyle dediğini düşünün: "Gelin bana. Aradığınız bende. Ben istediğinizi sağlayabilirim. O görünmeyen Yüce Varlık'la ilgili bilgi mi almak istiyorsunuz? Bende var. Görünmeyen tehlikelere karşı güvence mi istiyorsunuz? Bende var. Umut­ larınıza kavuşm a olanağı mı istiyorsunuz? Bende var. D aha neler, neler var benim elimde. Tüm sorunlarınıza çözüm, tüm düşlerinizi gerçekleştir­ me olanağı yanında, sizin hiç düşleyemeyecekleriniz bile var. Elverir ki, siz bana güvenin, bana uyun ve benim dediklerimi eksiksiz yerine getirin. "A m m a bunun tersine yönelirseniz, başınıza geleceklerden sizi kim se kurtaram az. D üşünün, taşının ve ayağınızı denk alın. Ben uy a­ rıyorum sizi." "D in" aracıları, kitlelerin önüne hep böyle çıkm ışlardır. O rtam ı göz önüne g etirerek değerlendirin şim di: Bu "aracı"lar "ilgi" toplam azlar m ı? H ele biraz "kitleleri çekm e" özellikleri varsa. H ele bir de "güçlü" ve etkili kesim den "destek" g ö rü y o rla rsa Düşünün ki, "Yüce V arlık"la "bağlantı kurulabildiği" savı ortaya atılıyor. Bunun tersi nasıl kanıtlanabilir? Ben Y üce V arlık'la ilişki içindeyim, bağım-bağlantım var!" diyen kimseye "yalan söylüyorsun!" dem ekle iş biter mi? K esinlikle "yalan". A m a bu yalanı nasıl kesin biçimde ortaya koyabilirsiniz? ' Yüce Varlık" ya da "Ulu Tann" dediği ve

8

"var" gösterdiği "güç", "görünen" türden değil. "Gözlem"e, "deney"e gir­ miyor. "Var olsaydı görülürdü!" deseniz; "Bu, senin bildiğin 'var'lardan değil. Bu, görünmeyen varlıklardan. Herkese görünmez O. O nu görmek, özellik ister. Sende o özellik yok!" deyip çıkacaktır. "Elle tutulur" yanı yok ki, "yalan"ını, som ut biçimde ortaya koyabilesiniz. N e deseniz, "Benim, O'nunla ilişkim var!" diyen kimse, bir karşılık verecektir size. H ele biraz da "söz" ustasıysa, "yalan" ustasıysa Sizin akla, gerçeğe da­ yanan sözleriniz onu susturamaz. Hele inanm aya hazır kitleler ö n ü n d e N e denli "cahil" de olsa; bu kitlelerce, "çok bilgili", üstelik "gizli-gizemli bilgilerle donatılmış" olarak görülür. Kafalar, "görünmeyen güç"e takı­ lıdır çünkü. Ortam karanlık bir ortamdır. A yrıca güçsüzlük ortamıdır, korkular, um utlar ortamıdır. "İnanma"nın koşulları alabildiğine var. İna­ nacaklar hazır. Biraz "numara", biraz yalan becerisi yeter inandırmak için. Bir de bu becerinin çok ileri götürüldüğünü, "uzmanlık" derecesine ulaştırıldığını düşünün. "G eçim kapısı" yapıldığını, "meslek" durum una getirildiğini düşünün. V e birçok çıkarın da halka halka, zincirlemesine buna bağlı olduğunu, bağlı olduğu için de önem kazandığını, güçlülerce destek gördüğünü düşünün. O zaman geçerli olmaz mı, o "din ara­ c ıs ın ın savlan? Saçmalıkları "hikmet" diye kabul edilmez mi?

D in"-"G iz" A racılığınd a M addi Ç ıkar H er tür aracılık gibi, dinsel aracılık da, şu ya da bu ölçüde "m addi çıkar"a dayanır. B urada hem "aracı ’nın, hem de onu destekleyip k ul­ lanan güçlülerin çıkarı olur. Tem el neden bu. A m a kim inde arka planda tutulur. Perdelenir, saklanır, yokm uş gibi gösterilir. Ö zellikle "kutsal", çok "m üteâl" (y ü ­ ce) konularda Plan; kimi zaman aracının kendi eliyle oluşturulur. Yani aracı, neyi sağlayacağını "hesap ederek" işe girişir. Kimi zam an da, "plan"ı başkala­ rıyla birlikte düşünüp oluşturur. Başka türlü de olur: H er şey önceden planlanıp hazırlanmıştır. "Tezgâh" hazırdır. A racı sonradan itilmiş, ge­ tirilip bu tezgâhın bir yerine, ya da görünürde başına konulmuştur. "Peygam ber" denen aracı da başka türlü değil. O da öyle.

9

Ancak; "M uham m ed" için bunun böyle olm adığını söylerler. O nun "m addi çıkar"la ilgisi, ilintisi olm adığını ileri sürerler. Y alnızca "yüce bir am aca gönül verdiğini", başka bir şey düşünm ediğini o r­ taya atıp savunurlar. K im ler savunur? M uhammed'i başlangıçta yaratanların sonraki "temsilci"leri! M u­ ham m edi ve İslam'ı savunm akta çıkarları olanlar. İnsanlığın aldatıcıları. A m a kuşkunuz olmasın ki, "çıkar düşüncesi", M uham m ed'de de vardı. "G a n im e t'ierd e kendisine düşen payı düşünün bir kez. Enfâl Su­ resi'nin şu ayeti hiçbir şey anlatm az m ı? "Bilesiniz ki, ele geçirdiğiniz ganimetin (çapulun) beşte biri; A l­ lah'ın, P eygam berin, onun yakınlarının, öksüzlerin, düşkünlerin ve yolcularındır" (A yet) "G anim et"te neler ele geçirilirdi? En başta "köle", "cariye". "M ü slü m an 'iarın eline düşen "kâfirler", mal nasıl pay laştırılıy o rsa öyle p aylaştırılırdı. K adın ve çocuklar da içinde olm ak üzere. "K öle"nin, "cariye"nin az mı önem i vardı? Sonra silah, türlü eşya, m al, davar, d ev e "H uneyn günü", elde edilen "ganim et" içinde şunlar vardı: Y irm i d ö rt bin deve, k ır k bin davar, dört bin o kiyye g ü m ü ş J B unun beşte biri: D ört bin sekiz yüz deve, sekiz bin davar, sekiz yüz okiyye güm üş. B unun da beşte biri, A llah'ın ve P eygam ber'in payı: deve, davar ve okiyye güm üş. Bunu ikiye katlayalım . Çünkü "Peygam ber'in ailesi"ne de beşte bir pay düşüyor. O zam an "A llah"ı bir yana bırakırsak, P eygam ber ve ailesine düşen; bin dokuz yüz yirm i deve, üç bin iki yüz davar, üç y ü z yirm i okiyye güm üş eder. "Yolcular"ın payı olan beşte biri de P eygam ber'in kesim ine eklem ek g e­ rekir. Ç ünkü "yolcular” denirken bununla anlatılm ak istenen; "yolda kalm ışlar"dır. B ununsa çok önem li bir "gider" gerektirm eyeceği açık. K alan, beşte bir "öksüzlerin payı"yla, yine beşte bir "düşkünlerin p a­ yı". B unu da "Peygam ber, arada sırada, M üslüm anlığa kazanm ak is­ tediklerine, "Tanrı adına" verdiği "rüşvet"lerde değerlendirir. "Ö rtülü ödenek" niteliğinde!

10

Bu satırları okuyan okurlar, bu anlatımlarımla, Muhammed'e haksız yere saldırdığımı sanacaklar. Böyle bir düşüncenin yanlışlığının kanıtı: Yukarıdaki "ganimet"in elde edildiği savaşı ve "ganim ef'in n a sıl bölüştürüldüğiinü, " h a d is"ler açıklıyor. Bu "hadis"ler, en sağlam kabul edilen, İslam dünyasınca itirazsız benimsenen "hadis kitaplarTnda da var. İşte bu "hadis"lerin, çok açık seçik anlattıklarına göre: "H uneyn S av aşı"nda elde edilen "ganim et"ten, "K ureyş'in zen g in ve ileri g e­ lenlerine y ü z e r deve verilm işti." O ysa aynı ganim etten h er b ir sav aş­ çıy a verilen deve sayısı, yalnızca "dörttü"! Bunları anlatan ve Buharî'nin E's-Sahih'mAt de yer alan bir "hadis"i okuyalım: "Tanrı hoşnut olası A bdullah İbn M es'ud anlatıyor: "Huneyn günü olup bitince, Tanrı'nın selam ı üzerine olası P ey­ gamber, ganimeti bölüştürm ede kim i insanları kayırdı: Ak'ra' İbn Hâbis'e yüz deve verdi. Uyeyne'ye de yüz deve verdi. Arab'ın ileri gelenlerinden ('eşrafından) kişilere böyle yüzer deve verdi. Ve böylece; o gün, onları, ganim etin paylaştırılm asında kayırdı. B u­ nun üzerine bir adam şöyle konuştu: 'Tanrı'ya ant içerek söylerim ki; bu, adaletin gözetilm ediği bir paylaştırm adır. Ve bu p a yla ş­ tırmada Tanrı h o şn u tlu ğ u n u n gözetilm iş o ldu ğ u n u sa n m ıyo ­ rum !' Ben ona dedim ki, 'Tanrı üstüne ant içerim ki, seni, söy­ lediklerini Peygam ber'e ihbar edeceğim!' V e gidip Peygamber'e an­ lattım. Peygam ber'se şöyle söyledi: 'Allah ve Peygam ber'i adil ol­ mazsa kim adil olabilir? (Yani Tanrı ve Peygamber, adaletsizlikle nasıl suçlanabilir?) A m a işte konuşurlar. Tanrı'nın iyiliği üzerine olası M usa (Peygamber), bundan daha çok (daha ağırlarıyla) üzül­ müştü. A m a katlanm ıştı."8 O layı, P eygam ber'in arkadaşlarından başkaları da, örneğin E bu H ureyre,9 C abir,10 Enes İbn M âlik,11 C ubeyr İbn M ut'im 12 ve M edineli kadınlardan H avle13 de anlatır. Y ine "hadis"lerde anlatıldığına göre, bu olayda, hom urdanm aları, hoşnutsuzlukları gören P eygam ber, hem en önlem e başvurm uş, kim i "M edineli"leri bir "çadırda" toplam ış ve duygusal bir söylevde bulünm uş. O nun üzerin e o rtalık y a tışm ış

11

İyi am a, "Peygam ber" neden kim i kişileri, " e ş r a f ı kayırır? G e­ rekçesi ne olabilir bunun? G erekçeyi, Peygam ber'in kendisi anlatm akta. A ynen şöyle: "K ureyş'i İslam 'a ısındırayım , kazanayım d iye ganim etten çok verdim onlara. Ç ünkü İslam öncesine, K ureyş'ten olanlar, daha yakındılar. (Y akında M üslüm an olm uşlar ve dön eb ilirlerd i.)"15 A çıklam a böyle. Özeti de şu: Kureyş ileri gelenlerine verilen "deve"ler, tümüyle bir "rü şv efti. "İslam"da kalsınlar diye verilen bir "rüşvet". "Tann" adına! B u türden "rüşvet" verm e kurum u, "kutsal kitabım ız" K u r'a n 'a da geçirilm iş bulunm akta. T evbe Suresi'nin ayetinde, "zekât"ın kim lere verileceği şöyle açıklanır: "Zekâtlar; yoksullara, düşkünlere, zekât memurlarına, bir de kalp­ leri (İslam'a) ısındırılm ak istenenlere verilir" D üşünün, "yoksul" olm ayanlara, bunlar "zengin" de olsalar, eğer gönülleri İslam 'a ısındırılıp kazandırılm ak isteniyorsa, "zekât" ve­ rilebileceği bildiriliyor. "Ayet" oldukça açık olduğu için, Kur'an y o ­ rum cuları ve İslam "hukuk"çuları da bu anlam ı verirler İşte bir soru: "Tann", sınırsız güce sahip. Dilediği her şeyi yapabilir. D ilese tüm insanlan istediği çizgiye çekebilir. Yeryüzünde herkesi M üslüman ya­ pabilir. "Kutsal" kitaplann ve bu arada Kur'an'm anlattığı bu. Anlatılan huyken, aynı "Tann", "gönüllerini İslam "a "ısındırmak", bu "din"e çek­ mek istediklerini kazanmak için, onlara "maddi çıkar" sağlanm asına ne­ den gerek görüyor? Bu işi "rüşvetsiz" de çözüm leyem ez m i? "İslam"a "ısındırmak" amacıyla, Kureyş ileri gelenlerine "fazladan" deve verdiğini açıklayan Peygamber'in bu gerekçesi "mantıksız" değil mi? A yrıca "yok­ sulların hakkı" olduğu düşünülen "zekâf'tan da aynı am açla bu "sın ıf'a verilebileceğini anlatan Kur'an ayetinde "mantık" görülebilir mi? "Şarlatan'Mar diledikleri karşılığı versinler, am a gerçekte sorunun k arşılığ ı yoktur.

12

" E ş ra f’a bol keseden dağıtılan "ganim et"te, bir sürü "köle-cariye" de vardı. Hepsi bu da değildi. Başka "savaş"lardan da sağlanmıştı "ganimet"ler. "U lu T anrı", inanırları sürekli kışkırtm aktaydı: "C ihadda b u lu ­ nun!" dem ekteydi M uham m ed "savaş hiledir!" d ey ip 18 türlü "hile­ lerle" yapardı "cihad"ı Bu da "ganim et" getirirdi. Kimi zam an gö­ türdükleri olsa bile. M uham m ed'le işbirliğinde, anlayış birliğinde o lan Ö m er de, A rapları "ganim et" elde etm eye kışkırtm ıştı. "Y oksa aç kalacaklarını" bildirm işti İslam "fetih"lerinde hep bu anlayış egem en olarak sürm üştür. Şim di düşünelim : B ir "Peygam ber" ki, "İslam 'a ısındırm ak" için kim i insanlara, zen­ ginlere "hak etm edikleri"ni veriyor, bir çeşit "rüşvet" veriyor; bu "Peygamber", "m addi çıkar"ın ne dem ek olduğunu bilm ez o lu r m u? B öyle biri için "m addi çıkar düşünm em iştir!" denebilir m i? H ele "ga­ nim et 'lerden kendisine küçüm senem eyecek bir "pay" sağladıktan ve bunu "Kur'an hüküm leri"ne bağladıktan sonra. H aşr Suresi'nin 6. ayetinde şöyle denir: "Onların ('kâfir'lerin) mallarından fe y ' olarak alıp Paygamberi'ne verdikleri için siz ne at, ne de deve sürdünüz. A m a gerçek o ki, Tanrı, Peygamberi'ni dilediği kimselere m usallat' eder. T ann'nın her şeye gücü yeter." "Ayet"te geçen "fey" sözcüğü, "kâfirlerden alınan "ganimet", "haraç" türünden şeyleri anlatır. A m a özel anlamıyla; "g a n im e tin savaş yoluyla alınmayan türü olduğu ileri sürülür "Dönen", "dönen gölge" anlamını da içerdiği belirtilir. Yine " a y e tle geçen "musallat eder" de "başa dolar, sultasını kurar" anlamındadır. "Peygamberi'ni dilediği kim selere musallat eder", "Pey­ gam beri'ni dilediği kimselerin başına dolar, saldırtıp baskın kılar. Sul­ tasını kurar onun" dem ek oluyor. A yetle şu dem ek istenir: "Tann, Peygam beri'ni üstün, düşm anlarına korku verir kılmıştır. Bu yolla düşmanlardan, hiç savaşmadan 'ganimet' elde edildiği olur. Böyle at ve deve koşturmadan elde edilen ganimetler, peygamberindir."

13

Bu anlam verildiği için, kim ilerince, bu türden "ganim et"in "bö­ lüştürülm eden" olduğu gibi "P eygam ber"e bırakılm ası gerekir "Fey"' sözcüğünün "dönen" anlamından yola çıkılarak da şöyle bir düşünce geliştirildiği görülür: "’K âfır'lerden alm an m allar, 'asıl sahibine döndüğü için' bu söz­ cük kullanılıyor. Ç ünkü ’kâfır’ler m alın asıl sahibi olam azlar, asıl sahip sayılam azlar."23 K ısacası "kâfir "lerden alm anlar, "asıl sahiplerine döndürülüyor" dem ektir. Söz konusu "ayet"te anlatılan türden "ganim et"ler de sağlam ış "P eygam ber". T ürlü "m al"lar. T aşınırları var, taşınm azları var. "Peyg am ber"e b ırakılm ış bunlar. Bu türden "ganim et"lere örnek olarak, "Benu N adîr"den (Nadiroğullarından) alınanlar gösterilir. Söz konusu "ayet"in de bununla ilgili olduğu söylenir Benu Nadîr, bir "Yahudi kabilesi"ydi. M edine’ye iki saat ötede "yurt"lan vardı. M uhammed'le "antlaşma" yapmışlardı. Gerektiğinde M u­ hammed'e yardım etmeyi üstlenmişlerdi. Bir "adam öldürme" olayından ötürü, M uham m ed "diyet" (öldürmeye karşılık akça) toplamaya yöneldi. Âm iroğullanndan iki kişi öldürülmüştü. Öldürense A m r tbn Ümeyye adında bir Müslümandı. Muhammed, "diyet" için gerekli olanı toplayıp Âmiroğullarma verecekti. Buna, Benu Nadîr'in de katkıda bulunmasını is­ tedi. Katkılarını sağlamak için onların yurtlarına gitti. Arkadaşları da yanında vardı. Onlara istemini söyledi. Yahudi kabilesi isteme karşı çık­ madı. Yalnız, aralarında bir görüşme yapmaları gerektiğini Muhammed'e bildirdiler. Biraz beklemesini söylediler. M uhammed bu arada, bir evin duvarının önünde biraz bekledikten sonra, hızla ayrılıp Medine'ye döndü. Ve bu hızla dönüşün nedenini anlattı herkese: "Açıklaması"nda; ciddi ciddi; duvarının önünde beklediği evin üzerinden, öldürmek için kendisine taş atılmak istendiğini, Benu N adîr Yahudileri tam bunu gerçekleştire­ cekleri sırada Tann'nın durumdan haber verdiğini söyledi. M eğer "namussuz"lar "Peygam ber'e "sû-i kast" düzenlemişler. İşte M uham m ed bu gerekçeyle kararını bildirm iş: "B enu N adîr kabilesi yurtlarını bırakıp gitm eliler! H em de on gün içinde! Y oksa boyunları vurulacak!"25 14

Z avallı Benu N adîr, önce biraz direndi, am a sonra çekip gitm ekzorunda kaldı. Kaynakların, "sahih hadis"lerin verdiği bilgiye göre; Benu N adîr Yahudileri yurtlarını bırakıp gitm eden önce, Peygam ber tarafından bir süre kuşatıldılar da. K uşatm a sırasında, M uham m ed bunların "hurm alıkla­ rındaki ağaçların kesilmesini" buyurdu. Çok etkili oldu bu. Yahudi ka­ dınları ağlaşm aya başladılar. Sonunda "Peygamber", istediği sonucu elde etti. Yahudiler boşalttılar yurtlarını Bunlardan çokça "ganim et" kalmıştı. Çeşitli" türden eşyanın dışında çok değerli "hurmalık"lar, topraklar kalmıştı. Yine kaynakların belirttiğine göre,27 "Peygamber"den bunların "pay­ laştırılması" istendi. A m a o paylaştırm a yoluna gitmedi. "Ayet"teki ge­ rekçeyle. Yani bu "ganimet"leri kimse "at koşturarak, deve sürerek" elde etmem işti. "Peygamber"in "otoritesi"yle, onun kalplere düşürdüğü kor­ kuyla sağlanm ıştı. B üyük bir savaş olm am ıştı. Biraz "kuşatma" o l­ muştu, o kadar! K im e, kim lere kalm ıştı bu ganim etler? V erilen bilgi şöyle: M uham m ed bu "ganim ef'ten bir bölüm ü, kendisi gibi "M ekke"den g elm iş olanlara, "m uhacirler" adı verilen "hem şehri"lerin e d ağ ıtm ış­ tı. M edinelilere gelince: B irkaçı dışında, bunlardan kim seye b ir şey v erm em işti G eriye çok önem li bir bölüm kalm ıştı "ganim ef'ten . K im e mi, kim lere m i? "P eygam ber ve ailesi"ne! İslam dünyasında en sağlam sayılan "hadis" kaynaklarına göre de bu, böyle 'Peygam ber ve ailesi"ne çok "verimli" topraklar, çok değerli "hurnıalık"\aı kalm ıştı. Y alnızca bu da değil: "Fedek"teki "hurm alık" ve topraklar da "sa­ vaşsız" alınm ıştı. "A y e f'te k i "gerekçe"yle burası d a "P eygam ber"e k a lm ıştı 'M addi çıkar"a önem verm ediği, avukatlarınca ileri sü­ rülen "Peygam ber"e. "Sevgili Peygam ber ve ailesi"ne, "H ayber" topraklarından da kalan "hurm alık" vardı

15

Bu topraklar, "hurm alık"lar varken, bunlara sahipken "yoksul" olur mu insan? A m a o denli "yalan" uydurulm uş, örülüp öne sürülm üş ki, onlara bakarsanız, "Peygam ber ve ailesi" yine de çok çok "yoksul" bir du­ rum daydı A ğlanacak durum daydı! "Peygam ber" ölürken, bir "beyaz katırı", bir de "arazisi" kalm ıştı. "B unların gelirleri"yse "yolculara, y o ksullara" ay rılm ıştı!33 Oysa "ayet"lerirı açık seçik arılattıklarına göre; "yoksulların, yolda kalm ışların p a y la n " ayrıydı. "Peygamber ve ailesi"ninkinin dışın d a , "beşte bir" biri, "beşte bir" de öbürü hak sahibiydi "ganimet"te. Bu, bir. İkincisi; M uham m ed, "yoksullar için” deyip, ayrıca "sadaka-zekât" toplardı. "Z enginler"in m alından toplayıp "y o k su llar'a dağıttığı ya da dağıtılm ak üzere biriktirdiği savındaydı. Tevbe Suresi'nin ayetinde, "TanrTsı M uhammed'e şöyle seslenir: "M allarının bir bölüm ünü, onları tem izleyip arıtacak nitelikte 'sadaka' (zekât) olarak a l . .." B uharî'nin de içinde bulunduğu hadisçilerin bize aktardığına göre, M uham m ed "zorla" toplardı bu "sadaka"yı. M uâz'ı Y em en’e g önde­ rirken, buyrukları arasında şunu da bildirm işti: " V e hem en onlara söyle ki, A llah onlara, m allarından 'sadaka' (zekât) verm elerini farz kıldı. Z enginlerinden alınıp, yoksul­ larına verilecek."34 Y ine B uharî'nin de yer verdiği bir "hadis"e göre, M uham m ed şöy­ le der: "A llah'tan başka A llah olm adığına, M uham m ed'in O 'nun elçisi olduğuna tanıklık edinceye, bunun yanında nam az kılıncaya ve zekât verinceye dek; insanlarla savaşm a buyruğunu aldım . Bu koşulları yerine getirenler, canlarını ve m allarını benden (be­ nim elim den) kurtarm ış olurlar. İslam 'ın öldürm em ve alm am için yetki verdikleri bunun d ışın d a " 35 Hâkim'in Abdurrahman Zaterî'den aktardığı bir hadis de şunları anlatır:

16

"Eş'ca' kabilesinden birinin m alından zekâtı alıp getirsin diye, P eygam ber bir zekât m em uru gönderm işti. "M emur gidip zekâtı istedi. Am a adam vermedi. M em ur durumu gelip Peygam ber'e iletti. Peygamber, adamdan zekâtı isterken; "Ben Peygamber'in memuruyum. Zekâtı almam için o gönderdi!" de­ mesini buyurdu memura. M emur buyruğu, buyrulduğu gibi iletti. N e var ki, adam zekâtı yine vermedi. M em ur gelip anlattı Pey­ gamber'e. Bu kez Peygam ber buyruğunu şöyle bildirdi: "'Ü çüncü kez git. Bu kez de verm ezse boynunu vur!"'36 B öylesine katı, acım asız davranıyordu M uham m ed. Ve anlatılır ki, Ebubekir, kendi halifeliği döneminde, "zekât ver­ miyorlar" diye ölüm saçarken, insanların kimini kılıçtan geçirtir, kimini de "yaktırırken"; Peygam ber’in bu tutumundan "fetva" alıyordu "Ze­ kât" la n istenenler, E bubekir döneminde, "Devlet B aşkani'nm , "zekât toplam ası"nı "meşru" (yasal) bulmuyorlardı. Şöyle diyorlardı: "Biz, M u­ hammed'in Peygamberliği'ni kabul ediyoruz. N am az da kılarız. A m a zekât vermeyiz. Zekâtı, D evlet Başkanı'na vermeyiz. Peygam ber'e ve­ riyorduk, ona olan saygımızdandı b u " Ebubekir ise, "zekâf'ın devletin memurları eliyle toplanması gerektiğini bildiriyordu. Bunda direniyordu. Karşı çıkanları öldüreceğini, öldürteceğini söylüyordu. Kendisiyle her zaman çıkar birliğinde bulunan Ömer bile bu tutum u çok sert bulmuştu ve şöyle konuşmuştu. "Ey M üslüm anların halifesi! M uham m ed'in Pey­ gamberliği'ni kabul eden, nam az kılan kimselere sen nasıl kılıç çeker­ sin?" Ebubekir, şu karşılığı vermişti: "A llah'a ant içerim ki, nam azla zekât arasında bir fark varm ış gibi gösterenlerle savaşacağım ! N am az nasıl bedenle yerine g e­ tirilm esi gereken bir görevse, zekât da, o ayarda, mali bir gö­ revdir. H er ikisi de İslam hukuku içindedir. Y ine A llah'a ant içerim ki, Allah'ın P ey g a m b erin e verdikleri bir dişi oğlağı, b en ­ den esirgeyenlerin kafalarını koparırım !"3* 'D evlet de zekât toplar m ı?" diyeceksiniz. Bu devlet, eğer "M uham m ed'in devleti"yse "toplar"! M uham m ed'in toplattığı "sadaka", "zekât", "yoksullara" diye top­ lanıyordu. A m a tüm ü yoksullara mı dağıtılıyordu? 17

O layları izler, onun yaşam ını incelerseniz, bu soruya kolaylıkla "evet!" diyem ezsiniz. Toplananlardan, "yoksul"lardan çok, "ileri gelen ashâb" ya da Peygam ber’in "gönüllerini İslam 'a ısındırm ak istediğini" söylediği kim seler yararlanm aktaydılar A m a bu noktayı geçelim . "Hadis"ler, "Peygamber ailesi"nin, "sadaka-zekât malı"ndan yeme­ diklerini anlatır. Peygam berin bu konuda son derece titizlik gösterdiği aktarılır. Bunun gerekçesini de Peygam berin herkese açıkça anlattığı bil­ dirilir. Bu açıklamaya göre; Peygamber, "Sadakanın, zekâtın; zenginlerin her türlü malının kiri olduğunu ve ailesinin böyle bir kiri yiyemeyeceğini" bildirmekte "İyi am a, zekât alan yoksullara nasıl uygun görülüyor bu kir? Y ok­ sul kitlelere nasıl yediriliyor? Ulu Tanrı, bunu nasıl uygun görm üş?" diye sorulabilir elbet. A m a M uham m ed’e ve "T ann"sına sorulm alı. Bir de inanırlarına!.. B unu da geçelim . M uham m ed'in ailesi için "sadaka", "zekât" mallarından yararlanma "yasak" olduğuna göre, bu ailenin "geçim kaynağı", sözü edilen "sadaka, zekât gelirleri" değildi. Olamazdı. Çünkü M uhammed, "kir" sayıp ya­ sakladığı bu türden gelirleri, bu nitelikte bir kaynak görünümünde bulunduramazdı. "El altından" yararlanılabilirdi belki. A m a görünüşe ters düşm em ek zorunluydu. Sözü edilen gelirler hem "kir"liydi, hem de "yok­ sullara dağıtılm ak üzere" toplanan bir "devlet geliri"ydi. Ö yleyse, M uham m ed ve ailesine, bunun dışında bir geçim kay ­ nağı olm alıydı. O nitelikte ki, yalnızca "el altından" değil; rahat rahat yararlanabilsin bu aile. B uysa ancak; "özel m ülk"ü olursa m üm kündü. A ilenin kendi malı m ülkü olm alıydı. O zam anki toplum sal yapıyı, üretim ilişkilerini göz önünde tutarsak kolaylıkla görürüz ki, başka bir yol yoktu. işte "kâfir"lerden elde edilen şu ya da bu türlü "ganim et"lerden "P eygam ber ve ailesi"ne ayrılanlar, çeşitli "nıal'lar, bu arada to p ­ raklar, "hurnıalık”lar bu türdendi. Y ani ailenin kendi m alıydı, kendi "m ülk"üydü. Bunlar, Muhammed'in ve ailesinin "özel mülkiyeti" içine girdiğindendir ki, M uham m ed de, ailesinin öteki bireyleri de, "alın teri"yle kaza­ nılmış mal ve mülkleri gibi kullanıyorlardı. "Sadaka", bağış veriyor­ lardı, "arm ağari'lar veriyorlardı, borçlar veriyorlardı, borçlar k arşılıyor­

18

lardı. M uhammed M ekke'den Medine'ye yeni "göç"tüğünde, kendisine verilen borç ya da arm ağanlara daha sonra karşılıkta bulunm a gereğini duyduğunda, hiç değilse bir bölüm ünü karşılamıştı. N eyle? İşte bu tür­ den "özel mülkiyet"inde olan m alıyla mülküyle. Örneğin; M üslim'in ve başkalarının yer verdikleri bir "hadis"e göre; M edine'ye yeni göçtüğü sıralarda, "Allah'ın elçisi"ne armağanlar sunanlar arasında bir adam vardı ki, "hurmalıklar" bağışlamıştı. Peygam ber'in kendisine, özel m ülk olarak armağan etmişti. Sonra Peygam ber, Benu K urayza ve Benu N adîr Y a­ hudilerinin yerlerini ele geçirince, kendisine aynlandan bir bölümünü, o adam dan aldıklarından bir bölümüne karşılık olarak verme gereğini duym uş, adam a verm işti Buna ne derseniz deyin, ister "borç ödeme" deyin, ister "arm ağana arm ağanla karşılık verme" deyin "Özel m ülkiyet"inde bir şeyler vardı ki, M uham m ed "sadaka" ve­ riyordu. Ü stelik "zekât" niteliğinde verdiğini yansıtan aktarm alar bile var. O nca gelirler göz önünde tutulursa, buna şaşm am ak gerekir. M uhammed'in işi "ticaret" yapm ak değildi, am a kimsenin küçümseyemeyeceği gelir kaynakları vardı. Bu kaynaklardan kimini, "kâfir"lerden elde edilen "ganimet"lerden kendisine ve ailesine aynlanlar oluşturuyordu. K im iniyse inanırlarının verdikleri "arm ağari'lar m eydana getiriyordu. M uhammed, "sadaka", "zekât" adı altındakileri kabul et­ miyordu, am a "armağan" olarak verilenleri kabul ediyordu Ailesine de, bu türden şeyleri geri çevirmem elerini "tem bih” ediyordu. "A rm ağan" (hediye=hibe) deyip geçm eyin. Peygamber'e, ailesine inanırların verdikleri armağanlar, yabana atıla­ mayacak bir tutara ulaşıyordu. Tek tek ele alındığında bile, içlerinde, bir aileyi, birkaç kez "zengin" edecek türden olanlar vardı. M uhammed'i çok savunan, göklere çıkaran, çağımızdaki avukatlarından, Haydarabad Üniversitesi'nin eski Devletler Hukuku Profesörü, Türkiye üniversitelerinde de sözleşmeli profesör olarak çalıştığı için Türkiyelilerin çok iyi tanıdığı ve Türkiye'nin üniversiteli dincilerinin bir çeşit "ışık tutucu"su durumunda bulunan Prof. Dr. M uhammed Hamidullah'ın İslam Peygamberi adıyla Türkçeye de çevrilen kitabında bakın ne deniyor: "Hicri 3. yılda, M uhayrık adında bir ’sahâbrsi, M u h a m m ed A.S.S'a (Aleyhissalatu Ve's-Selâm'a) vasiyet yoluyla yedi h u rm a bahçesi b a ğ ışla m ıştır."42

19

Düşünün, "yedi hurm a bahçesi" bağışlanmış bulunuyor M uham ­ med'e. Bu, yalnızca bir kişinin armağanı. Bu "yedi hurm a bahçesi" bile, bir insanın "yedi sülalesi”ni zengin etmeye yetmez mi? Bir "dinci", bir "İslam ve Muhammed propagandacısı" Profesör bile, bunu kitabında yazmaktan kendini alamıyorsa üzerinden vurup geçilemez. G erçek kısaca şu: G erek "ganimet"lerden ayrılan mal ve mülklerle, gerek inanırlarınca sunulan armağanlarla M uham m ed ve ailesi, önemli ölçüde "varlıklı" bir duruma gelmişti. Bu mal ve mülklerin kiminin, Ebu­ bekir ve Ö m er dönem lerinde "kamulaştırılması", gerçeği değiştiremez. M uham m ed’in de bunu böyle istediği yolunda "hadis"ler var. Ama bunlar sonradan uydurulmuştur. Çünkü M uhammed'den hiçbir "vasiyet" kal­ m am ıştır geriye Kaldı ki, M uham m ed öyle isteseydi, o mal ve mülkü, sağlığında "özel mülkiyeti"ne almazdı. Üstelik, M uhammed, "ailesi'ne son derece düşkündü. Sahip olduğu hiçbir "nimet"in, aile ve yakınlar dışına çıkm asını istemezdi. Ç ok düşündürücü bir örnek sunayım: B uharî'nin E 's-Sahih'ındc de yer alan bir "hadis"e göre: "Peygam ber'in karılarından H aris kızı M eym ûne, bir cariyesini azad etm işti. B unun için P eygam ber'den izin alm am ıştı. P ey ­ gam ber, belirli birleşm e günlerinden birinde onun yanına varm ıştı ve aralarında şöyle bir konuşm a geçm işti: -B iliyor m usun, ben cariyem i azat ettim! -G erçekten yaptın mı bunu? -Evet! -A zat etm eyip dayılarına arm ağan olarak verseydin daha çok sevap kazanm ış olurdun!"44 B urada üzerine durulup düşünülm esi gereken şu: P eygam ber'in ka n la rın ın bile "cariye"si (dişi köle) var. P eygam ber'in karısı, zavallı "cariye"yi insancıl am açla "azat etm ek"te; am a "Allah'ın P eygam beri, bunu uygun bulm am akta. Peygam ber, karısının, "cariye"sini "azat" etm ek yerine, ailesinden bir yakınına "armağan etm e "sini daha uygun bulmakta. N eden? Çünkü "köle-cariye" çok değerli birer "mal”dı. Peygamber, bu malın, bu değerli "nimet"in "özel mülkiyet"inden çıkıp "aile" ve yakınlarının dışına gitm esini istememişti. "İnsancıl am aç"la da o lsa 20

Böyle bir "Peygamber", ailesinin çıkarlarını nasıl "feda" eder ve nasıl bunlara ait olan "mal" ve "mülk"iin "kamulaştınlması"nı istemiş olabilir? Demek ki, ne M uham m ed ölmeden önce "malı mülkü olmayan" bi­ riydi, ne de bu malını mülkünü öldükten sonra "kamuya bırakılmasını vasiyet etmişti". M uham m ed’in avukatları, öncekiler ve sonrakiler, bu iki başlı yalan için durm adan "hadis" de uydurmuşlardır. Dahası, bu ha­ disleri, "en sağlam" sayılan hadis kitaplarına bile sokmuşlardır. A m a yine de iki yandaki gerçek tümüyle örtülememiş. Y alanları biraz daha aydınlığa çekm eye çalışayım : S a h ih u 'l-B u h a rînin de yer verdiği bir hadis: P eygam ber'in karılarından A işe anlatıyor. A nlattığı kim se kız kardeşinin oğlu U rve: "Biz Peygam ber karıları bir 'yeni ay'ı görürdük; o geçerdi. Bir 'yeni ay' daha görürdük; o da geçerdi; B ir üçüncü 'yeni ay' daha görürdük. B öylece üç 'yeni ay' görm üş olurduk ve (kosko­ cam an) iki ay geçm iş olurdu da, P eygam ber'in odalarında ateş parçası yakılm azdı!" B ununla ne denli "yokluk" içinde yaşadıklarını, ne denli "yoksul" o lduklarını anlatm aya çalışıyor. U rve soruyor: "Peki teyzeciğim, siz ne yiyip içiyordunuz, neyle yaşıyordunuz?" A işe şu k arşılığ ı veriyor: "İki 'kara' nesneyle: H urm a ve su. B ununla birlikte; P eygam ­ ber'in, M edineli kom şuları vardı bunların d a sağılan koyunlar] vardı. B unlar, sağdıkları koyunlarının sütünden A llah'ın elçisi­ ne arm ağan gönderirlerdi. P eygam ber bize de içirirdi."45 Bunu okuyan ya da işiten, am a gerçeği bilm eyen inanırlar, "ağ­ layacak" olurlar. A ğlarlar da kimi zaman. Oysa bu gerçek olamaz. Yukarıda, Peygam ber'e "kâfır"lerden neler, ne "ganimet"ler kaldığını, bunun dışında nice önem li armağanlar (ina­ nırları tarafından) sunulduğunu, Buharî’nin kitabının da içinde bulunduğu hadis kitaplarından aktardım; gördük. Bu yollardan gelen "servet"ler, bir aileyi değil; bir sürü aileyi zengin etmeye yeter. 21

A yrıca, aynı hadis kaynaklarında yer alan başka hadisler de bunu, yani A işe'ye anlattırılanı yalanlıyor: Peygam ber "Kurban Bayramı" olunca kurban keserdi. Hem de bir ye­ rine, "birkaç tane” keserdi. Arkadaşlarından Enes'in anlattığına göre, bir "Kurban Bayram ı"nda "iki koç" kesmişti Abdullah İbn Ömer de, Pey­ gamber'in bir bayramda "bir sığır, bir de deve" kurban kestiğini an latır47 B ilindiği gibi "kurban' ı "zengin"ler keser. D em ek ki, Peygam ber "zengindi". Ü stelik, bir K urban B ayram ında "bir sığır, bir deve" ke­ secek kadar. H ayır, bu kadar değil. Peygam ber ailesinin "çok yoksul olduğu" anlattırılan aynı Aişe, Pey­ gamber'in "hac" için de, "kanları adına" kurbanlar kesip gönderdiğini anlatır. Bunu da Buharî gibi sağlam sayılan hadisçiler yazar B ir aile düşünün ki, bayram ında önem li kurbanlar kesiyor, haccında önem li kurbanlar kesebiliyor, kestirebiliyor; bu aile "yokluk-yoksulluk" içinde görülüp gösterilebilir mi? D aha bitmedi: Bilindiği gibi, M uham m ed ölüm ünden birkaç ay önce, sonradan "vedâ' haccı" adı verilen bir "hacc"ı yerine getirm işti. (Şubat, ) İşte bu "hac" sırasında, kendi ve ailesi için kesilm ek üzere M u ­ ham m ed'in ortaya getirdiği "kurbanlık deve"lerinin sa yısı çok ilgi çekicidir: "Yüz''\ Evet, Buharî'nin de yer verdiği "hadis"te açıkça belirtildiğine göre, Pey­ gamber, "Veda Haccı"nda "yüz tane deve" kurban olarak sunmuştu Ve Müslim gibi önemli hadisçilerin de yazdıkları anlaüma göre, bu "kur­ banlık" develerin altmış üç tanesini, M uhammed kendi eliyle kesmiş, öbürlerini de Ali'ye kestirmişti Bu "kurbanlık deve"ler, "devletin malı"ndan olamazdı. En azından ol­ maması gerekirdi. Çünkü "hac" ibadeti de, sunulan "kurban"lar da "kişi"lerin kendilerine düşen "ödev" anlamını içerir. "Kişisel" ödevlerin gi­ derlerinin "devlet malı"ndan sağlanamayacağı da açıktır. Öyleyse, "Peygamber"in sunduğu "yüz kurbanlık deve", özel mülkiyetindeki develerdi, kendi malıydı bunlar. Yani öyle olması gerekiyordu. B ir adam düşünün ki, "hac" gereklerini karşılam ak için yalnızca "kurban" olarak, yüz deve çıkarıp sunabiliyor; bu insanın ve ailesinin

22

serveti küçüm senebilir m i? Bir "hac" için çıkarılan bu sayıdaki d e­ veler bile, birkaç aileyi zengin kılacak ölçüde büyük bir "servet"tir. Ö yle değil mi? Peygamber öylesine "cömert" davranmış ki, yine Buhaıfnin de yer verdiği bir hadiste, Ali'nin anlattığına göre; develerin tüylerinin ve de­ rilerinin de "sadaka olarak" dağıtılmasını buyurmuş "Yokluk" ve "yok­ sulluk" içindeki kişiler, aileler, bu "cömertliği" gösterebilirler mi? Başka deyişle, böyle "savruk" davranabilirler mi, ya da bunun için "olanak" bu­ labilirler mi? Gerçekleri göz önüne getirerek düşünüp değerlendirelim. D ahası var: En sağlam sayılan hadis kitaplarında bile, "Peygam ber"in, ken ­ disinden ne istenirse, istensin, "yok!" dem ediğini ve "verdiğini" kanıtlam a am acını güden birçok hadis var. Bunlardan birinde şunlar anlatılm akta: "A dam ın biri Peygam ber'e gelip istekte bulundu. Peygam ber de o kişiye ik i dağın arasını d o lduracak kadar çok ko y u n verdi. Sonra adam kendi toplum una gidip şöyle konuştu: ’Ey toplumum! (Y a K evm î!) M üslüm an olun! Ç ünkü M uham m ed, iste­ neni veriyor .y o k s u llu k ta n korkm uyor!"'52 "Ö vgü" için anlatılan bu "hadis", M uham m ed'in "alabildiğine ze n ­ g in " olduğunu da ortaya koym uyor m u? V e düşünelim şim di, M uham m ed'in bunca "devesi", koyun sü rü ­ leri varken, "karısı" A işe kalkıyor, "Peygam ber'in odalarında, aylarca ateş yanıp yem ek pişm ediğini, Peygam ber'in gerek kendisinin, gerek aile bireylerinin, kom şulardan getirilen sütle, bir de su ve hurm ayla g eçindiklerini" anlatıyor. Y a da ona böyle anlattırılıyor. O nun ağzın­ dan uyduruluyor. İnanılır mı buna? G örülüyor ki, M uham m ed'in çok önem li "servet"ler edindiği, bunu da çok büyük ölçüde kendisi ve ailesi için edindiği gerçeği tüm üyle örtülem iyor. Y alanın "m ızrak"ları "çuvala sığm ıyor". E dindiği ser­ vetlerden "cöm ert"çe harcam asına gelince: "C öm ertçe harcam aları"na şaşm am ak gerekir. "C öm ert görünm e" gereğini duyuyordu. "M addi çıkar"lar yoluyla insanları "kazanm ak" istiyordu. Bu, "itiraf" da ediliyor. "İtiraf', hadislerden başka Kur'an'a.

23

d a geçm iştir. K ur'an 'a açıkça bir "kurum " olarak yerleştirilm iştir: "G önülleri İslam 'a kazanılm ak istenenler" adıyla. B unun yukarıda sö­ zü edilm işti. Muhammed'in gerçekte kaygısı "İslam"dan çok, kendi çıkarlarıydı. A m a İslam 'la onun çıkarları "özdeş" durum a gelmişti. İç içeydi. İslam ol­ mazsa, onun çıkarları da elden gidecekti. "Harcama"larının en büyük ne­ deni buydu. Bir nedeni de, "servet"lerinin elde ediliş biçimiydi. "Zorbalık"larla, korkutmalarla, çeşitli "hile"lere dayalı "cihad 'larla, çapul yoluyla, yağma yoluyla elde edilmişti. Ve artık "m aya tutmuş", işler yoluna da girmişti. Gerisi de geliyordu "servetlerin. B öyle olunca M uham m ed neden "cöm ert" davranm asın? D aha nice "n ed en ler sıralanabilir onun "hovardaca harcamalan"na. M uham m ed'in onca malı mülkü, serveti varken; şu yalan uydurulabiliyor: "Peygamber öldüğünde, zırhı, bir Yahudi'de 30 dirhem karşılığında tuttu (rehin) olarak bulunuyormuş." B unu, en sağlam sayılan hadis kitapları bile yazıyor O denli serveti olan kim se, otuz dirhem (güm üş) bulam ıyor o la­ bilir m i? Serveti filan olm asaydı bile, bunu inanırları sağlayam az m ıydı kendisine? İnanırlarının tüm ü de o denli yoksul m uydu? Ölmeden birkaç ay önce, yüz deveyi "hac"da "kurban" kesip sunan bir insanın, otuz dirhemi bulamadığı için bir "Y ahudi'ye başvurmak zorunda kalması, ona "zırh"ını "rehin" olarak vermesi hiçbir aklın, mantığın kabul edebileceği bir şey değildir. A çık seçik yalandır. İşte böyle yalanlar da uydurulabiliyor Peygam ber'in avukatlarınca. B ir yandan "Peygam ber"in "yokluk-yoksulluk" içinde öldüğü ileri sürülürken, öbür yandan da bununla hiç bağdaşm ayacak bir sav o r­ taya atılıyor; "Peygam ber, tüm servetini, sadaka olarak kam uya bırak­ m ış." Y ani "servet" hem yok gösteriliyor, hem de "sadaka" olarak "kam uya bırakılm ış" gösteriliyor. M uhammed'in "servet"ini "kam uya bırakmış" olam ayacağını yuka­ rıda anlatm aya çalışmıştım. Buna yeniden dönm eyeceğim . Ancak; bu konuda uydurulduğu belli olan "hadis"ler neden uydurulmuş olabilir? Bunun üzerinde kısaca durm akta yarar var: 24

M uhammed'den kalan "mal mülk", öyle ailesine bırakılacak kadar az değildi; çoktu, pek çoktu. Hele birkaç yerde, verimli, çok verimli top­ raklar üzerinde bulunan "hurma bahçeleri"nin değerine paha biçilmezdi. B unlar ne olacaktı? Yalnızca bir bölüm ünü almak, kalanını aileye vermek olamazdı. Çünkü bunun formülünü bulmak kolay değildi. Y a hep alınırdı, ya da hiç alınmazdı. "Hiç almamak" ve bunca serveti bir aileye bırakm ak olam a­ yacağına göre, "tümünü alma" yoluna gidildi. Tüm ü "kamulaştınldı". N e var ki, "Allah ve Peygamber'in buyrukları"nın dayanak alındığı bir yönetimdi. Bu konuda "ayet" olmadığına göre, "hadis" gerekliydi. İşte bu "hadis"ler uyduruldu. Daha darda kalınsaydı, "ayet" bile uydurulabilirdi. Nice uydurulanlar g ib i K onuyla ilgili kavgalardan, tartışm alardan ve hadislerin n iteliğin­ den anlaşılan odur ki, bunları uyduran ya d a uydurulm asını sağlayan, d ah a çok; E bubekir ile Ö m er olm uştur. Ebubekir ve Ö m er için "m addi durum " çok önem liydi. H em "dev­ letin başındaki k işiler olarak" önem liydi, hem de özel çıkarları için. B unlar, onca serveti M uham m ed'in ailesine bırakam azlardı. M u h am ­ m ed'in karıları içinde kendi kızları olsa b ile G erekirse, kendi k ız­ larına, M uham m ed'in karıları içinde alabileceklerinden çok daha faz­ lasını sağlayabilirlerdi de. Aslında, Ebubekir ve Ömer, M uhammed'in "Peygamberliği"ne inan­ mış kişiler değillerdi. "Peygamberliği" değil; kendilerine neler kazan­ dırabileceği, neler sağlayabileceği ilgilendiriyordu onları. Onunla her şeyden önce "çıkar ortaklığı" yapm ışlardı. İşin ta başından beri bu böyleydi. Nice kanıtları var bunun. Bu kanıtların biri de, M uhammed'in "vasiyef'ine engel olmalarıdır. Kendi çıkarlarıyla bağdaşmaz diye. B u­ harî'nin de yer verdiği şu hadis, bunu açıkça ortaya koyan kanıtlardan yalnızca biri: A bdullah İbn A bbas anlatıyor: "Peygamber'in hastalığı artınca: 'Haydi yazı yazacak bir şey (kalem, şu bu) getirin de bir yazı (vasiyet) yazayım. Öyle bir yazı yazayım ki, size yol göstersin de, benden sonra şaşkınlığa düşmeyesiniz!' dedi. Am a Ömer hemen şöyle konuştu: 'Peygamber'in hastalığı çok arttı, ağırlaştı. (Bırakın onun dediklerini. Yazı yazacak bir şey ge­ 25

tirmeye gerek yok. Çünkü:) Allah'ın kitabı var ve o bize yeter!' Onun bu konuşması üzerine tartışmalar, çekişm eler oldu orada. Bu durumu gören Peygamber, 'Çekip gidin haydi, dağılın! Benim ya­ nım da tartışma olamaz!"’54 A bdullah İbn A bbas şöyle der: "Ne büyük m usibettir ki, P eygam ­ b e rle yazm ak istediği vasiyeti arasına geçm iştir."55 Ömer, "Peygamber'in vasiyeti"nin yazılm asına niçin engel olmuştu? K uşkusuz bundan kaygılandığı için. İleriye yönelik kişisel tasarı­ larına ve çıkarlarına engel olur diye. Bu nedenle o dev yapısıyla he­ men önlem işti vasiyet yazılm asını. Olay, Ömer'in kişisel "hırs"ını ortaya koyduğu gibi, "Peygamber"e inanmadığını da ortaya koyuyor. "İnanır" bir kişi, "Peygamber"ine böyle karşı çıkarak saygısızlık gösterebilir mi? Şaşılası bir durum dur ki, bir yanda ortada böyle b ir olay var; öbür yanda: "Peygam ber, ailesinden kim senin m irasçı olam ayacağını, tüm m alının sadaka olarak değerlendirilm esini vasiyet etti!" türünden bir sav. Yani, "vasiyet etm esine engel olunm uş" bir insanın "vasiyet et­ tiği" ileri sürülebiliyor! Ali direnir gibi görünm üştü A m a A li'de, Ebubekir'e, Ö m er'e karşı sonuç alabilecek güç ve [ ] ne gezer. M uhammed'in servetine ilişkin sözü uzatmaya gerek yok. Özeti şu ki; "Peygamberliği"nde, gerek kendisine, gerek ailesine, yakınlarına "maddi çıkar sağlama" düşüncesi az etkili değildi. Bir sürü belgesi olan bir ger­ çektir bu. Yadsınamaz. . M uham m ed böyle. G eçelim İsa'ya: "İsa öyle değildi!" diyenler çıkabilir. O ’nun öğütlerine bakarak bu yargıda bulunulabilir. B aksanıza ne diyor İncil'de: "G öklerin m elek u tu n azen g in adam güçlükle girer." A /alfn'sında (), M arkos unda. () ve öteki İn cillerin d e yer alır bu öğüt. İsa, bununla da kalm az, Incil'lere göre, öğüdünü bir benzetm eyle de dile getirir: "Y ine size derim ki, D even in iğne deliğinden geçm esi, zen g in in A llah'ın m elekutuna (K rallığına) girm esinden daha kolaydır."51 26

M uhammed de bu "benzetme"yi çok beğenmiş olmalı ki, alıp Kur'an 'a koymuş. [] kimi "yazar"lar gibi "kaynak" göstermeden ve "TanrTsına mal ederek A m a başka biçim verip kullanmakta: A 'râf Suresi'nin ayetinde şöyle denir: "Ayetlerimizi yalan sayıp, büyüklük taslayarak ondan uzaklaşanlara, göğün kapısı açılmaz. Ve onlar, deve, iğne deliğinden geçene dek cennete girem eyecekler" Incil'de,, İsa’nın bir gençle konuşm asına, gence öğütlerine ilişkin kesim de ilgi çekici: "Genç adam İsa'ya şöyle dedi: B ütün bu öğütleri tuttum . Şim di eksiğim nedir? "İsa ona şu karşılığı verdi: E ğer eksiksizliğe erm iş (kâm il) o l­ m ak istersen, git; nen varsa sa t ve yo k su lla ra ver. G öklerde h â­ zinen olacaktır. Ve gel benim ardım ca yürü. "Fakat genç adam bu sözü işitince üzgün gitti. Ç ünkü çok malı vardı."58 Bu tür öğütler, İsa'nın "m addi çıkar"a önem verm ediğini ve bunun yanında tüm üyle "yoksullardan yana" olduğunu gösterir mi? "İsa" diye bir "Peygam ber'in "yaşadığı" ve nasıl yaşadığı kesin ola­ rak bilinseydi, "maddi çıkar"a önem verip vermediği bilinebilirdi. Öğüt­ leriyle yaşamı karşılaştırılarak. Bu olanağınız yok. Çünkü yazarları bile tartışılan59 /nci/lerden başka, önemli sayılabilecek bir kaynak bulun­ mamakta /nci/lerin birçok yerinden alıp aşırdığını, bu kitapları "kay­ n ak larından biri olarak kullandığını gördüğümüz Muhammed'in tanıklı­ ğı, yani İsa'yı "var" göstermesi, "İsa şöyleydi, böyleydi" demesi bilim­ sel bir kanıt olamaz. Onun için, bu konuda yargıya varılamaz. Yani "İsa, nasıl öğüt veriyorduysa öyle yaşıyordu, elinde neyi var, neyi yok yok­ sullara dağıtıyordu" gibi bir sav da, bunun tersi de kesin bir yargı olarak ileri sürülemez. A ncak; bilebileceğim iz bir şey var: Elindeki her şeyi dağıtan bir insan, dünyam ızın gerçekleri içinde yaşayamaz. Çünkü yaşam ın neye bağlı olduğu, koşullarına uyulm adan

27

yaşamın sürdiirülemeyeceği bellidir. Hiç yemeden, içmeden, hiçbir şey giymeden, hiçbir barınağı olmadan yaşayabilecek insan düşünülebilir mi? "Elindeki her şeyini dağıtan insan", bu durum dadır işte. "Göklerde hâzinen olacaktır!" sözününse "ciddiye" alınabilecek bir yanı yok. Bir "uyutmaca", bir "yutturmaca" olmaktan öteye gidemez. Incil'deki şu sözler de öyle: "Ne yiyeceksiniz, ya da ne içeceksiniz diye yaşam ınız için; ne giyeceksiniz diye de bedeniniz için kaygı çekm eyin. Yaşam (hayat), yiyecekten; beden, giyecekten daha üstün değil m idir? G öğün kuşlarına bakın: O nlar ne ekerler, ne biçerler, ne de am ­ barlara toplarlar. V e gökteki babanız, onları besler. Siz onlardan daha değerli değil m isiniz?"61 K ur'an'da da var bu tür "uyutm aca"lar: Tâhâ Suresi'nin aye­ tindeki şu öğüt de bu türdendir: "A ilene, nam az kılm alarını buyur ve üzerinde diren. Biz senden 'rızık' (yiyecek, içecek) (kaygısı) istem iyoruz. (K aygıya gerek yok.) S ana rızkını verecek olan, biziz. En iyi son, T anrı'ya karşı gelm em enin karşılığıdır." "G anim etten ganim ete koşan M uham m ed"in "T an n "sı veriyor bu öğüdü! İsa'nın "yoksullar"dan yana olup olm adığı konusuna gelince: Incil'e göre değerlendirip yargıda bulunmak gerekirse, şu, rahatlıkla söylenebilir: İsa, yoksullardan yana değildi. Çünkü In c ildeki öğütleri yoksullar yararına değildir. Yoksul kitleleri uyutucu niteliktedir. Zengin­ lere, "Allah'ın melekutuna kolay kolay giremeyeceklerini" bildirmekle ve "malınızı yoksullara dağıtın!" dem ekle yoksul kesimden yana olunmaz. "Zengin"lerin umurunda bile değildir bu "bildiri"ler, bu öğütler. "Allah'ın melekutuna" gireceklermiş, girmeyeceklermiş sorun değil onlar için. Öğüde kulak verip mallarını mülklerini dağıtacak da değiller. Olan, yine yoksul kitlelere oluyor. "Bildiri"leri "TanrTdandır" diye "ciddiye" alan onlar. Öğütlere boyun eğen onlar. Çünkü güçsüzlük batağındalar, bil­ gisizlik batağındalar. İsa'nın öğütlerini ciddiye alm ak, herkesten önce "din adam ları"na düşm ez m iydi? 28

"Kilise"yi, "kiliseler'l ve buralardaki din adamlarını göz önüne getirin. Bir zamanların; "para" karşılığında "Tanrı" adına "bağışlam aların ı, şu "Endüljans" (Indulgence) rezaletini düşünün. 31 M art 'te Roma'daki Saint-Pierre Kilisesi nin yapımının bitmesi için bir papanın, "yardım" ve­ recek olanların yararına bir özel bağışlama düzenlemiş olmasını ve son­ radan ortaya çıkarılan "çıkar oyunları"nı düşünüp göz önüne getirin. "Maddi çıkar "in; çağlar boyu, kiliselerde, ülke yönetimlerinde egemenlik kurmuş olan "din adamları"nın iniş ve çıkışlarında ne tür etkiler oluş­ turduğunu anımsayıp değerlendirin. N eredeydi İsa’nın "öğüt"leri?! Belli ki, bu öğütlerin "geçerli" olduğu yalnızca bir kesim var, o da; yoksul kesimdir. V e bu öğütlerden hep, varlıklı kesim yarar görmüştür. Ben kuşku duy­ muyorum ki; İsa'yı da, İncillerini de "yaratan" bu kesimdir. Yani o "Al­ lah'ın melekutuna kolay kolay giremeyecekleri" bildirilen zengin kesim. İsa diye biri eğer "Peygamber" olarak yaşamışsa, Peygam berliğinden de, /nci/lnden de önce, "Yahudi"ydi. "Y ahudi'lerin hangisi, ya da hangi "Peygam ber’! "maddi çık ar'la ilgilenmemiş ve "çıkar-tapar" olmamış ki, İsa öyle olm asın? "Musa" mı? Eğer gerçekten yaşam ışsa, Tevrat'ın açıklamasına göre "Tanrf'sının buyruğuyla "soygun" yapan ve yaptıran biri62 için "madde"yle, "ç ık a rla 'ilgilenmedi" nasıl denebilir? Tevrat’ın "Kral"ları mı "çıkar düşkünü" olmadılar, Krallıkla Peygam berliği birlikte yürüten D avud’u mu öyle olmadı, Süleyman'ı mı öyle olmadı? Tevrat'ın "tanıklığı"na bakalım : Bir sürü "kan"sı ve "cariye"si olduğu halde komutanlarından Hitti Uriya'nın karısını da getirtir ve koynuna alıp yatar. Sonra da "cephe"ye gönderdiği bu komutanın öldürülmesi sağlansın diye mektup yazar ve buyruk yerine getirilir Tevrat bu olayı anlattıktan sonra şöyle der: "D avud'un yaptığı şey, R abbin gözünde kötüydü." "İsrail'in Allah'ı Rabb", D avud’a "sitem "ini bir aracıyla bildirir. A racı gelip bir soru sorar: "Bir kentte, bir zengin, bir de yoksul kişi yaşardı. Zengin adamın pek çok koyunları ve sığırları vardı. Yoksul adamınsa, satın alıp beslediği bir küçük dişi kuzudan başka hiçbir şeyi yoktu. ( ) 29

"Zengin adam a bir yolcu geldi. Adam, yolcusunu (konuğunu) ağır­ layıp sevindirmek için kendi koyunlanndan, sığırlarından birini alıp sunmak yerine, yoksul adamın kuzusunu alıp sundu (yedirdi ya da verdi). (Zavallı yoksul, elinden alman bir kuzudan da oldu.) "(N e dersin sen bu işe?)"64 D avud, tepkisini şöyle belirtir: "Bunu yapan adam , ölm esi gereken bir adam dır. (Yani 'o zengin çok kötü bir insanm ış' dem ek ister.)"65 B unun üzerine "Tanrı" aracısı hem en şöyle söyler: "İşte o adam , sensin!"66 V e ardından Tanrı'nın "sitem"ini iletir. "İsrail'in Allah'ı Rabb", şöyle demekte Davud'a: "Ben seni, İsrail üzerine K ral olarak uygun görüp kutsadım . Seni Saul'un elinden kurtardım . Efendinin evini sana ve onun karı­ larını senin koynuna verdim . İsrail'le Y ehuda evini sana verdim. E ğer bu az geldiyse sana daha neler neler verirdim . Niçin R ab­ bin gözünde kötü olanı yaptın?"67 K ur'an'm da bu öyküyü aldığı görülür. "Sâd" Suresi'nin ve ayetlerine göre, D avud'un yaptığı şey şuna benzer: K endisinin d o k­ san dokuz koyunu olduğu halde, yalnızca b ir koyunu olan kişinin elin ­ deki bu bir koyunu da alıp kendisininkilere katm a yoluna giden kişinin davranışı. D avud da, bu anlam da bir dav ran ışta bulunm uştur. "Tevrat'ın ve K ur'an'm bu anlattıkları gerçektir!" dem ek istem iyo­ rum. Ç ünkü ikisindeki de bir "m asal". A ncak, anlatılanlar, "T anrı'nın seçtiği adam " ve "Peygam ber" ola­ rak sunulan kişinin neye, nelere "düşkün" olduğuna "tanıklık" yönün­ den ilgi çekici. Tevrat'ın, Kral Süleyman (Peygamber) hakkında da benzer tanıklığa, benzer anlatımlara yer verdiğini görürüz. Anlatılanlara göre, Süleyman da "maddi varlığa" ve "[] keyfine” az düşkün değildi!68 Kur'an da bir "kopyacı" olarak bu tanıklığa katılır

30

Tevrat'jn Y erem ya bölüm ünde bakın neler okum aktayız: "H ırsız tutulunca nasıl utanırsa, İsrail evi de, kendileri, K ralları, B aşk an ları, kâhinleri ve P eygam berleri öyle utanıyorlar."70 "Ülkede, şaşkınlık ve dehşet verecek bir iş oldu: Peygamberler, hileyle peygamberlik ediyorlar. Ve kâhinler (din yöneticileri), onla­ rın eliyle yargıda, yürütmede bulunuyorlar."71 "Ve Rabb bana dedi: Peygam berler, benim adım la yalan sö yle­ yerek peygam berlik ediyorlar. O nları ben gönderm edim . O nlara ben buyruk verm edim . O nlarla konuşm adım . O nlar size yalan vahiyler iletiyorlar. Söyledikleri falcılıktır, birer hiçtir ve y ü rek ­ lerindeki hileye dayalıdır."72 "A dım la yalan söyleyerek peygamberlik edenlerin dediklerini işittim. N e zam ana dek bu yalancılık, yalana dayalı peygamberlik edenlerin yüreklerinde olacak?! Onlar, yüreklerinin hilesiyle Pey­ gamberlik ederler. ( ) Rabb, bu yüzden; 'ben peygamberlere karşıyım. Birbirlerinden çalıyorlar sözlerimi!' diyor. () 'İşte ben, yalancı düşlere dayalı peygamberlik edenlerin, bunları anlatarak, yalan ve boş övünmelerle toplumumu aldatanların aleyhindeyim!' diyor. 'Onları ben göndermedim. Onlar aracılığıyla buyurmadım. Onlar topluma hiç yarar sağlamazlar!' diyor."73 Tevrat'ın "Peygam berler" hakkındaki "tanıklığı" bu. Y ahudi ileri gelenleriyle birlikte "peygam berler" böyle "övülüyorlar" işte! Y erem ya da bir "Tevrat P ey g am b eriy d i. O nun "farklı" olduğunu kim söyleyebilir ve nasıl söyleyebilir? Tevrat'ın H ezekiel bölüm ünde, H ezekiel "Peygam ber" de şöyle tanıklık eder "m eslektaş"ları hakkında: "Ve bana Rabbin şu sözü geldi: 'Ey Ademoğlu!' deyip sürdürdü: 'İsrail Peygam berlerine karşı sen Peygamberlik et! Kendi yüreklerindekine dayalı peygamberlik edenlere söyle: Rabbin sözünü dinleyin de! Rabb şöyle der: O ahm ak peygamberlerin vay halle­ rine. Ey İsrail, senin peygamberlerin, viranelerdeki tilkiler gibi o l­

31

dular.' ( ) Rabb’in sözüdür diyenler, Rabb göndermediği halde O'nun gönderdiğini söyleyenler, yalancı falcılık ederler ve sözle­ rinin yerine geleceğini söylerler, umut verirler. ( ) Bundan dolayı Rabb Yehova 'Sözleriniz saçma, vahyiniz yalan olduğu için ben size karşıyım !' d iy o r.. ."74 "P eygam berlerin "ahmak" diye nitelenmeleri, öbür yandan birer "tilki"ye benzetilmeleri ilginç. Bu "tilki" benzetmesi, Tevrat'ın N eşideler Neşidesi adlı bölümünde, 2. babın ayetinde şöyle yer alıyor: "Bize tilkileri tutun! "B ağları harap eden küçük tilkileri "Çünkü bağlarım ız çiçeklendi!" "Peygam ber’lerin ne tür "tilki"ler olduklarını kendi "kutsal kitap"lan dile getiriyor. Bu kitaplarda, bu "eski b elg ele rd e bunları okumak, in­ sanlığı uyarm aya yetmeliydi. A m a yetmedi. Bugün de yetm em ekte "Tilkiler", tarih boyunca, insanlığın "bağlarını harap ettiler". Bu bağlar "çiçeklenem edi". Ç içeklenir oldu, am a olduğu yerde öldü. E ge­ m enlerle el ele "giz ticareti" yapan "tilkiler" yüzünden. D ün vardı, bu­ gün de var bunlar. "Peygam ber"e neden "tilki" deniyor? Bilindiği gibi, "tilki", hemen her zaman "kurnazlığı" dile getirir. Buy­ sa, "kolayca kanmama" ve "başkasını kandırma" becerisidir. "Kurnaz kişi", ufak tefek oyunlarla bile, am acına ulaşmayı becerir. "Peygamber" de öyle. "Giz" (sır) der kandırır, "mucize" der kandırır. Çeşitli biçimlerde numaralarını sergiler ve inanırlar toplar. Doğaldır ki, "inanırlar"la bir­ likte, "çıkarlar" da gelir. Y alnızca "peygam ber"ler mi böyle? Tüm "din aracıları" da böyle değil m i? N eşideler N eşidesi'ndeki anlatım larla konuyu bağlayalım : "B ize tilkileri tutun! "B ağları harap eden küçük tilkileri!.. "Ç ünkü bağlarım ız çiçeklendi!"

32

"D in"-"G iz" A racılığınd a "Sivrilm e", "Ö ne Geçm e" Tutkusu Sivrilip öne geçm eyle, "çıkar"ı bir arada düşünm ek gerekir. Biri, öbürünü de sağlar genellikle. Ç ıkarları, dünyalıkları olanlar, "sivrilirler" de. B unun tersi de gerçek. Y ani sivrilebilm iş, öne geçebilm iş olanlar da daha bol çıkar sağlarlar. Ç ünkü sivrilm ede genellikle "ik­ tidar" var. "İk tid a r"d ad a "çıkar" Sivrilm elerin "tehlikeleri" de olur elbet. A m a çıkar sağlam a ve sivrilm e tutkusunda olanlar, "tehlike"yi göze alırlar. En azından göze alabilenler bulunur. "Tutku"nun büyüklüğü oranında. "Giz" aracılarını, insanlığın çok eski çağlarından başlayarak her çağda, her dönemde "önde" görürüz. Toplumlann en ön basam aklarında "B üyücü"yü alın: "İlker'lerde önem li kim sedir. K endisine özgü yöntem le "doğaüstü güç"lerin yardım ını sağlasın, elde edilm esi iste­ nen sonuçları elde ettirsin diye kendisine başvurulur. İstenen sonuçla­ rı sağlam anın tekniğini o bilir ancak. Ç ocuk m u isteniyor? B aşvuru­ lur. M al m ülk mü isteniyor? Başvurulur. Bol ürün mü isteniyor? B aş­ vurulur. "Zararlı etkiler"den uzaklaşılm ak mı isteniyor? B aşvurulur. "T ehlike"lere karşı güvence mi isteniyor? B aşvurulur. B irilerine "kö­ tülük" yaptırılm ak mı isteniyor? B aşv u ru lu r Önde gelen bir çeşit "bilim adamı"dır "büyücü". Kuşkusuz, "bilim" ile "büyü" kökten ayrıdırlar. "Bilim" deneylerden doğar. "Büyü"yse gelenek­ lerden. "Bilim"de "akıl" güder, yol gösterir; "gözlem" de düzeltir. "Büyü"yse ikisinden de uzaktır. "Bilim" herkese açıktır, "büyü"yse kapalıdır ve babadan oğula geçer ya da birtakım "gizli alıştırma"larla öğretilip öğrenilir. "Bilim" tümüyle "doğal güç"ler kavramına dayanır. Oysa "büyü", ilkellerin inandığı, gizli-gizemli ve kişilik dışı, "doğaüstü bir güç" (mana) düşüncesinden kaynağı alır75 Başka farklar da var ikisi arasında. Am a yine de "büyücü", inanırlarının hiç vazgeçemeyecekleri bir kişidir. Belirli bir "cemaat"i yoktur Ama sözleri geçerlidir "topluluk"ta. Etkindir. "Şaman"ları alın: Bilindiği gibi "Şamanizm"e oldukça eski bir "din" güzüyle bakılır. Kimi eski Türklerin de bu "din"e inandıkları savunulur Gerçekte başlı başına bir "din" diye nitelemek güç. "Birçok inanç kar­ masıdır" dem ek daha doğrudur. Çeşitli din ve dünya görüşlerini içeren bir

33

karma En belirgin yanı olarak görülen de; "aracı"1anndaki yani "Şa­ m a rla rd a k i "coşkular, "kendinden g eçm eler, "trans durumlan"dır. Ki­ mileri, "esriyip kendinden geçme (extase) tekniği" diye anlatır Şama­ nizm'i Şaman da bu durumun "teknisyeni. Bu niteliğe erişen kişinin, "fızikötesi, doğaüstü g ü ç le rle bağ-bağlantı kurabildiğine inanılır. "Şa­ man", bunun gösterilerini sergiler. Söz konusu "g ü çlerle "özel ilişkiler" içindeymiş gibi davranır. "Yardım" sağlama çabalarına girişir. "Dinselbüyüsel" girişimlerle, yetenekleriyle "toplum yararTna çözümler sağlı­ yormuş gibi gösterir kendini. V e bunun törenleri olur Yine "korku" var ortada. Alabildiğine korku. Yine "umut" var. "Kur­ tulm a umudu". Yine "iyicil r u h la r var, "Tanrılar" var ve "Baştann", "Kral Tann" var. (Altay Şamanistlerine göre: ’Ülgen'.)81 Yine "kötücül, zararlı ruhlar" var. Bir çeşit "şeytanlar". B unlann da başında "İblis" gibi bir "Başkan". (Kimi Şamanistlere göre: 'Erlik'.)82 Yine vikiye aynlm ış do­ ğaüstü güçler"den oluşm a "ordular", yine bitip tükenmeyen "savaş". A bdulkadir İnan, Şam anizm konusundaki önem li kitabında şun­ ları yazm akta "Şam anistlerin inançlarına göre, güneş ve ay ile kötü ruhlar, m ücadeleye kalkışırlar. B azen (güneş ve ayı, onlar) yakalayıp karanlık dünyasına sürüklerler. G üneş ve ayın tutulm asının ne­ deni budur. B ütün T ürk lehçelerinde ’k ü su f (G üneş tutulm ası) ve 'h u su f (Ay tutulm ası) hadisesinin "tutulm ak" ile ifade edil­ m esi de,- eski bir inancın izini taşım aktadır. G üneş ve A y tu ­ tulduğu zam an Şam anistler, bunları kötü ruhun elinden ku r­ tarm ak için bağırıp çağırırlar. Bu gürültü ve patırtıların, kötü ruhu korkutacağına in a n ırla r.,lM İnan, "Güneş Kültü"nün ve "Ay Kültü"nün "Orta Asya toplumlan"nda da "eski çağlar”dan bu yana bilinegeldiğini de belirtmekte D em ek ki, yine bu "k ü lf'le r söz konusu. Y ine "ışık" ve "karanlık". Y ine "gök", yine "yer" ve "yeraltı"! V e yine "sahne"de "din-giz aracısı": Şaman. "G öklef’e "yükselmek" istenebilir. Oralan dolaştıktan sonra "yeraltı dünyası' na "inmek" ve burayı da dolaşmak istenebilir. Bunun için "ruh"un hazırlanması gerek. İşte Şamanizm inanırına göre, bunun "ustası", "Şa­

34

man"dır. Bu "aracı", kendine özgü "yöntem"ler kullanır söz konusu gezi için. "Aşk"a gelir, "kendinden geçer". Ve "gezi" gerçekleşir! Konuyu araştırıp inceleyenlerden Eliade'ye göre, Şaman, böyle bir gezi için ge­ rekli "aşkın ustası"dır. Bu "usta", söz konusu gezi için hazırlanan "ruh"un "beden"den ayrıldığını bile duyar kendinde A bdulkadir înan'ın kitabında görülen satırlardan: "K endisini tanrılar tarafından 'Kam' (Şam an) olarak tayin edil­ diğine, ruhların kendisinin hizm etinde bulunduklarına inanan 'Kam', hayali geniş, m istik ve yaratılıştan zeki b ir adam dır. T a­ biattaki bazı sırlara da vakıftır (!) (Ü nlem bana ait-T.D .) K am (Şam an) olacak adam , küçükten beri düşünceli olur. V akit vakit canı sıkılır. T ab’an şairdir; irticalen şiirler, ilahiler söyler. (B u­ rada, kimi 'Peygam ber'den, özellikle de ’M uham m ed’den söz ed i­ liyor gibi, değil m i? -T.D .) "Derûnî ve gerçek vecd (kendinden geçme) halindeyken, ruhunun göklere çıktığına ve yeraltına inip cehennemleri gördüğüne inanır. (!) (Ünlem benim. Kimi yerlerin altını da ben çizdim-T.D.)"87 Prof. Dr. Sedat V eyis örnek de, ilginç alıntılara yer verir: "Şaman olm a özelliğini taşıyan biri, daha çocukluğundan başla­ yarak, iki-üç, kimi zaman da altı yol boyunca ruhen hasta olur. Şa­ man olmadan önce bir düş görür: Artık kötü cinlere dönüşmüş olan ölmüş Şamanların ruhları, yeraltından ve gökyüzünden gelerek ada­ yın vücudunu parça parça, dilim dilim keserler. Bu sırada Şaman adayı hiç kıpırdamadan, ölü gibi yatmaktadır. "Şam an olm ası geçeken bir insan, üç ile dört yıl boyunca, ruhsal bir hastalığa yakalanır. A day, bir yerde yatar ve bedeni parça parça kesilir. A nlattıklarına göre, kesilen beden parçalan ve akan kan, tıpkı bir kurban eti ve kanı gibi hastalık ve ölüm ge­ tiren yerlere atılır ve serpilir."88 H ervö R ousseau da şunları yazıyor: "Şam an çok ilkel bir tiptir. V e bu tip, zay ıf teşkilatlı toplum larda görülür. Şaman, tabii bir istidatla aracı olarak doğar ve 35

genel olarak, kendini birtakım saralı hareketlerle gösterir. O, herhangi bir suretle, ilahlar tarafından 'seçilm iştir' ve anormal, huzursuz hareketlerle topluluğa kendini tanıtır."89 Şam anların iki çeşit "görevleri" olduğu ileri sürülür: "H astalan iyileştirm ek" ve "ölülerin ruhlarının öte dünyaya gidişlerine eşlik et­ m ek". B unlardan başka işlerle de uğraşırlar. Ö rneğin; büyü yapm ak, y ağm ur yağdırm ak, bitki ve hayvanların çoğalm asını sağlam ak, fala bakm ak bunlar arasında. A ncak, tem el "görev"leri ilk ikisi "Şam anın bir doktor gibi iş görm esinin gerekçesi, hastalık ne­ deni olarak, devlerin, cinlerin ya da kötü ruhların, hastanın ru­ hunu alıp götürdüğü inancında yatm akta. B unun yanı sıra, birta­ kım cinlerin, insanların içine girerek, onları hasta ettiği inancını da belirtm ek gerekir."91 D urum böyle olunca, inanırları için Şaman nasıl "önem li" olmaz?! V e toplum un gözünde Böyle önem kazanm ak için kişilerin "Şaman" olm ak-istem eleri doğal değil m i? E skilerin "sınıf" oluşturan "rahip"lerini alın: Ö rneğin, Eski M ı­ sır'ın "tarih dönem i"nin rahiplerini: Bu çağlarda başka yerlerde olduğu gibi Eski M ısır'da "din adamı" (rahip) çok önem liydi. Ç ünkü "din" önem liydi. "Köleci toplum "un egem enleri için tem el dayanaklardandı. Eski M ısır'da "Firavun", Kral olduğu kadar, dinsel örgütün en bü­ yük "B aşkanı"ydı da. İlk dönem lerde K ral, "T anrı"yla hem en hemen özdeş durum daydı. K endisine "Tanrı" niteliği verilirdi Sonralarıysa "T anrı'nın gölgesi" olm uştu "Din" bu denli geçerli olursa "rahip"ler, yani "din adamları" önemli olm az mı? "Rahipler", başlı başına ve çok önemli bir "sın ıf' oluşturmuşlardı. "Tanrı'nın gölgesi, Tanrı'nın oğlu" sayılan "M ısır fıravunlan"yla bütün­ leşmişlerdi. K ral'a ortak olmuşlardı. Devletin "siyasi iktidarını” ele ge­ çirmişlerdi. Devletin "ekonomisini" ele geçirmişlerdi "Amon (Tanrı) rahipleri" tümüyle "devlet içinde devlet" durumuna gelmişti. Devlet yönetiminde, "yürütme"yle birlikte "yargı" da çok büyük ölçüde (tümüne yakın) bunların elinde, denetimindeydi. "Vezirlik" maka­ 36

mı çok önemliydi, "Amon Başrahibi" de kimi dönemlerde bu makamday­ dı, yani "V ezindi Öteki "vezir"ler gibi Başrahip de alabildiğine geniş "yetki"lerle donatılmıştı. "Yargı gücü"nün başında bir sorumluydu. D ev­ let dairelerindeki tüm işler gibi, "adalet işleri"nin de başındaydı. "M ah­ kemelerin verdikleri kararlan" da Kral adına denetleyebiliyordu B aşra­ hip Kral'ı, Başrahibe de Kraliçe'yi "temsil" etmekteydi "Amon Başrahibi"ni Kral'ın seçmesi "şart"tı. A dayın başrahiplik makam ına getirilişinde ilginç bir tören yapılırdı: T ann'nın simgesi olan Heykel önünde, Kral, adayın "Tann tarafından kabul edildiğini gösteren bir mucize"sini sergilettirirdi. Tanrı Amon (Güneş-Tann), yani onu sim ­ geleyen heykel, "başını sallamalı"ydı. Ve de "sallar"dı! Y a da "öne doğ­ ru adım" atmalıydı. Bu adım ona attırılırdı. Bu yolla "Başrahip", "Baştanrı" Amon tarafından seçilmiş ya da "onaylanmış" sayılırdı Böyle bir "mucize"yle m akam ına oturan Başrahip, seçilişine, onay­ lanışına uygun düşecek biçim de geniş, çok geniş yetkilerle donatılırdı. Bunu, Eski Mısır Tarih ve M edeniyeti adlı kitabında Prof. Dr. Afet İnan şöyle anlatır: "Amon Başrahibi en büyük selahiyet sahibiydi. Bu itibarla, Kral­ lar, devlet idaresi için daima. Başrahibin yardım ına muhtaç bir d u ­ rumda kalıyorlardı. "B ütün teşkilatı, zenginliği ve Başrahibe verilen selahiyetiyle 'Amon' mabedi, devlet içinde bir hükümet kurmuştu. Ve Mısır dev­ letini tesiri altında bulunduruyordu. Bilhassa, bazı zamanlarda, ilahın mucizesine başvurulduğu vakit, Başrahip, en son sözü söyler bir durum kazanmış ve böylece de Kraldan üstün bir otoriteye sahip olmuştu. "Rahipler", ülke içinde, devlet yönetim inde sözlerini geçirdikleri için geniş maddi çıkarlar da elde etm işlerdi. T oprak üstüne toprak, zenginlik üstüne zenginlik edinm işlerdi."1" G erek "B aşrahip"in gerek öteki rahiplerin ülkede oluşturdukları güç, sözcüğün tam anlam ıyla korkunçtu. Bu korkunç güce, Firavun IV. A m enofıs, daha sonraki adıyla da "A khnaton", artık bir son ver­ mek istem işti. Bunu bir süre gerçekleştirir gibi oldu da. N e var ki,

37

yeni durum , bu Firavun ölünceye dek sürm üştü yaln ızca Amon ra­ hipleriyle yeniden iyi geçinm e gereği duyulm uştu K ral-Rahip or­ taklığı şu ya da bu biçim de kendini her zam an gösterm işti. R ahipler, halkın da vazgeçem eyeceği işler görüyorlardı. "Din iş­ leri" yanında, "dünya işleri"ni de uğraşı alanların a alm ışlardı. Ö rne­ ğin, "doktorluk" bile yapm aktaydılar G üçlerinin ağırlığı bir de bu durum dan ileri geliyordu. Böyle olunca "rahip" olm ak için can atılırdı elbette. Hemen tüm eskiçağ toplum lannda "rahip"ler, yani "din-giz aracıları", ön sıralarda yer alıyorlardı ve etkiliydiler. En ilkel dönem lerde oluşmaya başlamış, daha sonra, özellikle yerleşik düzene geçtikten sonra ve "köle­ ci toplum" aşam asında gelişerek sürmüştü bu. "Din-giz adamı" demek, hemen her şeydi. Eski "Mezopotamya" toplum lannda bu böyleydi. Eski Suriye-Filistin ve dolaylarında bu böyleydi. Eski İran'da, eski Hint'te, eski Çin'de ve tüm eski A sya toplum lannda bu böyleydi. Eski Ege ve Yunan kesimlerinde böyleydi. V e öteki eski uygarlıklarda hep böyleydi durum. Din-giz adamı" etkiliydi. Çünkü her yerde kendisine başvurulan ve vazgeçilm ez bir "aracı"ydı. Bu tür aracılar, "Peygam ber"lerin ortaya çıkm asında d a önem li bir "hazırlayıcı" olm uşlardır. Yahudilerin "köhen"leri ("kâhin"ler) "P eygam berlerin yanında birer "soylu" "şeriat uygulayıcılan"ydılar. Ç ıkarlan gereği zaman zaman ça­ tışır olsalar da, "P eygam berlerle bir çeşit "meslektaş"tılar. Ve Peygam ­ berlerin "yardımcılan" olarak görev yaparlardı. D oğubilim ci Prof. Dr. P hilip K. H itti, şöyle der: "K öhen ('kâhin'), 'şeriat öğreticisi'ydi. A m a bildiğinden de ço ­ ğunu öğretirdi. S unaklarda kurban törenlerini o yönetirdi. Ö teki dinsel ayinleri de o yürütürdü. Tanrı ile insan arasında bir çeşit ’a racı'ydı o. K öhenler ('din aracıları'), eskiçağ toplu m la n n d a özel bir sınıf oluştururlardı. İbranilerdeki (Y ahudilerdeki) Köhenlik ise; H arun ailesine özgüydü. V e bu aileye, 'miras' biçi­ m inde sürecek nitelikte verilm işti." H itti'nin, Tevrat'tan bakm am ızı önerdiği ayetlere bakıyor ve şun­ ları okuyoruz:

38

"Ve (ey Musa!) sen, İsrailoğullan arasından, bana kâhinlik etmeleri için kardeşin Harun'u ve oğullarını birlikte, yani onu ve Nadab'ı, Abihu'yu, Eleazar'ı ve İtem ar'ı yanına al." ("Çıkış, ) "Ve H arun'un soyundan olm ayan bir yabancının R abbin önünde buhur yakm asına izin verilm esin d iy e " (Sayılar, ) Y ukarıdaki ayetlerin ilki, "köhenlik" kurum unun, M usa dönem in­ de de geçerli olduğunu açıkça anlatır. "Soylu bir sınıf' oluşturm uştu "köhenler". B ir "aile"den gelenlere özgü olm akla birlikte, ailenin genişlemesiyle "köhenlik" de genişlemişti zamanla. "Sınıf" durumuna gelerek uzun süre yönetimleri de ellerinde bu­ lunduran bu meslekten din aracıları, "din işleri"ni yapm akla-yönetmekle kalmıyorlardı. "Dünya işleri"ni de görüyorlardı. Uygulayıcılığını yaptık­ ları "şeriat", bunların tümünü içine alıyordu çünkü. D oktorların baktık­ ları türden işlere bile "Köhen"ler (kâhinler) bakmaktaydılar. Örneğin, herhangi bir kimsenin "derisinde bir şişlik, bir leke" mi görüldü? Bu din aracılarından birine gitme zorunluluğu var. "Köhen" (kâhin), "deri"yi gö­ rünce, ne yapılması gerektiğini bilecek ve söyleyecektir. Tevrat bölüm­ lerinde uzun uzun anlatılır bunlar A yetlerden anlaşılan o ki, eğer "de­ rideki hastalık" bir "cüzzam" hastalığıysa, din aracısının "iyileştirmek" yönünden yapacağı pek bir şey yoktur. O, yalnızca "teşhis"ini koyar, hastalığı duyurur, hastaya dokunulmaması gerektiğini buyurur. Yalnız, hastanın, onun "talimatı" üzerine davranması zorunludur. Belirli za­ manlarda da belirli biçimde gelip, ne durumda olduğunu ona göstermesi gerekir.1(16 Tevrat in "köhen' leri, yani "kâhin"ler, "suç"lara da bakmaktalar. Tıp­ kı birer "yargıç" gibi. Çünkü "suç" demek, "günah" demektir. Bunun tersi gibi. Yani her "günah" sayılanın, aynı zamanda "suç" sayılması gibi. Kâ­ hinler, suça-günaha bakarlar ve "gereği"ni bildirirler. "Bağışlanabilir" gö­ rülenleriyse bağışlarlar "Tann adına". "Tören" düzenlerler bununla ilgili. Töreni yürütürler. Bu arada "günah sungusu" da hazırlanır. Ve "kâhin" eliyle "Tann "ya sunulur. Suç ve günah için nelerin sunulacağı 7evraf'ta da açıklanm akta:

39

"Ve R abb, M usa'yı çağırdı. T oplanm a çadırından ona şunu söy­ ledi: İsrailoğullarına şunu söyle: Sizden biri, Rabbe 'takdim e' (sungu) sunduğu zam an, takdim enizi hayvanlardan, sığır ve d a­ vardan sunacaksınız!" H angi suçlar için hangi hayvanların sunulacağı, ayrıntılarla açık­ lanır. V e sunulan ne olursa olsun; "kâhin" eliyle olm ası gerektiği de açık seçik belirtilir. Kâhinler için "kurban" (sungu) ve bunun sunulduğu yer, "mabet" çok önemlidir; "çıkar" kaynağıdır, "arpalık, yemlik" kaynağıdır. Bu nedenle "kurban"la ilgili törenlerin, kurban kesilen yerlerin ve "mabet"lerin "gönüllü hizmetlileri"dirler. "Soylu bir s ın ıf oluşlarına engel değildir bu. "Kurban" törenlerinde ve öteki hizmetlerinde kendilerine "neler ve­ rileceği", Tevrat ayetlerinde de açıklanır.1"8 A m a Tevrat'ın açıklamalarını onlar "yorunT'layıp genişletebilirler de. Yetkileri var çünkü. Kâhinler, "kutsal metin"lerin hem "tek yetkili" yorumcuları, hem de yazıcılarıdırlar. "Hukukçu"durlar. "YorunT'lanna göre "yazar"lar ve yaz­ dıklarına göre yorumlarlar. "Hükümler" çıkarırlar çeşitli konularda: "Gü­ nah" (suç) ve "sevap" konularında. Sosyal ilişkilerde. Evlenme, boşanma işlerinde "Hüküm"leri kendileri çıkarırlar ve kendileri uygularlar. Bir çeşit "yasa koyma" ve "yürütme" işlerini bir arada görürler. Tabii "Tanrı adına". "Peygamber"lerle kimi zaman "işbirliği" yaparak, kimi zaman "çatışarak" "Yönetim" (iktidar) ellerinde öyle sürüp gider. D aha önce de belirtildiği gibi, "kâhin"ler, yönetimi, uzun süre ellerinden bırakma­ dılar. Bıraktıkları dönem lerde bile "etkinlik"leri vardı "Maliye" konularına, "hesap uzmanlığı"na varana dek, toplumu ilgi­ lendiren çok çeşitli dallara el atmıştı kâhinler. "S iy asefçi ve "cemiyetçi"ydiler de. Örgütleri korkunç güçlüydü. "Meclis"leri ve "meclis üye­ leri", sırtlarını "Tanrı"yadayam ışlardı. "T apınaklarıyla; T anrının "buyrukları"nı, M usa'nın "şeriatı"nı ve altın, gümüş, önem li belgeleri içinde bulunduran "Ahid Sandığı"yla tüm "kutsal" şeyler onların tekelindeydi. Ayrıca "Başkâhinlik", önemli bir makamdı. Zam an zaman kendilerine "vahiy" bile geliyordu! "P eygam berlere geldiği gibi!.. Üstelik kimi "kâ­ hin", aynı zamanda "Peygamber"di de. Harun g ibi Demek ki, "gerektiği 'nde "Peygamberlik" işini de görüyorlardı. Bu işin asıl "meslek sa­ hipleri" eksik olmasa bile.. (1 40

Eh doğaldır ki, görülen bunca işin, üstlenilen bunca "görev"in " k a rş ılık la r ı da olur. V e olurdu. Uygun olm ayan yollarınki de eklenerek: Kimi kâhinlerin durum larıyla ilgili olarak T evrat'ta şunlar yazılı: "Ve (kâhin) Eli'nin oğulları (olan kâhinler) alçak adam lardı ve Rabbi tan ım ıy o rlard ı" (I. Sam uel, ) B unların ne tür "alçaklık" ettikleri de anlatılır ayetlerde. B una g ö ­ re "kâhin"ler, "hizm etçi"leri aracılığıyla "zorbalık" etm ekteler ve "paylarından çok pay alm a" yoluna giderek, "R abbin takdim esine hor bakm aktalar." () B üyük bir "alçaklık" sayılır mı bilm em , am a kuşkum yok ki, bun­ dan kat kat büyük "alçaklık"lar yapılm ıştır. Tevrat'a, y an sıtılm am ış olanlar arasında Tevrat'ın bir de "H âkim ler"i var ayrıca. Salt "dünya işleriyle il­ gili" yönetici ve kom utanlar olarak, İsrailoğulları sıkışınca bunlara gerek duyulm uş görünüyor. B unlar birer "kurtarıcı" niteliğinde su ­ nuluyor. Şöyle deniyor: "Ve Rab onları, yağm a edenlerin elinden kurtaran hâkim ler çı­ kardı. Ve hâkim lerini de dinlem ediler" (H âkim ler, ) "H âkim ler" de ayrıca olm uştu am a, bunlar nasıl "seçiliyordu?" Tevrat'taki açıklam alardan: "Ve Yeşu'nun ölümünden sonra vaki oldu ki, İsrailoğulları Rabbe şöyle sordular: Kenanlılara karşı savaşm ak üzere bizim için önce (önder olarak) kim çıkacak? V e Rabb karşılık verdi: Yehuda çıka­ cak. İşte ülkeyi onun eline verdim!" (Hâkimler, 1: ) D em ek ki, "hâkim " (yönetici, önder, kom utan) olacak kişinin ad ı­ nı, "Rabb" veriyor. "Rab"le "bağı-bağlantısı" olan kim ler? "K âhin"lerle "Peygam ber"ler. D oğaldır ki, bu iş, çoğu kez, belki de tüm üyle, kâhinlerin elin ­ deydi. "Soylu sınıf" onlarındı, güçlü örgüt ("M eclis") onlardaydı. Ü s­ telik bir "B aşkâhin"leri vardı ki, "İsrail'in B a ş y a rg ıc ıy d ı

41

Kısacası, "hâkim" olacak kişinin adını "Tann" veriyor ve "kâhinler" de "Tann adına" atama yapıyorlardı. A m a "Tann"dan "ad" alan da yine büyük çoğunlukla onlardı. "Hâkirri'lerin türlü oyunlarla "başa" getirilmiş olabileceklerini "tah­ min" etm ek güç değil. Başa getirilenlerden kimilerinin de "aşağılık" ki­ şiler olduklannı öğreniyoruz Tevrat ayetlerinden. Örneğin I. Samuel bö­ lümünde, 8. babın 1 ve 3. ayetlerinde şöyle denmekte: "Ve vaki oldu ki Samuel yaşlanınca, İsrail üzerine oğullarını hâ­ kim kıldı. V e ilk oğlunun adı Yoel, İkincisinin adı A biya idi. BeerŞeba'da hâkimdiler. Oğullan onun yolunda yürümediler. Ve kötü kazancın ardınca saptılar ve rüşvet alıp iğri hüküm verdiler." Burada oğullanndan söz edilen Samuel, "soylu" değildi, ama "kâhinlik"le "Peygamberliği" bir arada yürütüyordu. Eli adındaki soylu kâhinin "himmet"iyle anasına kazandınlmıştı. Çünkü Tevrat'a göre, "Rab", onun annesinin "rahmini kapamıştı" da, bu kapı "Eli'nin duasıyla" açılmıştı! (I. Samuel, ) V e Samuel çocukken, Eli'nin yanında yetişip büyümüştü. Kur'an'da. bu peygamberin bir "öykü"süne, İsrailoğullannın isteği üzerine İsrail’e bir Kral belirleyip göstermesine değinilir Tevrat'ın "hâkim ler"i konum uzu doğrudan ilgilendirm em ekte. Bizi burada ilgilendiren "kâhinler"le "Peygam berler". Bunların toplum daki yerleri, etkinlikleri. V e bu türden " d in s iz aracısı" olm ak için insanda beliren eğilim lerin doğal oluşu. Bu türden aracı olan, "sivrilm iş" de oluyor. S ivrilince çıkarla birlikte toplum da önem kazanıyor, saygınlık kazanıyor. K onum uzdaki am aç, bunu anlatm ak. Özet: Tüm eski çağlardaki "din-giz adamları"nda sivrilebilmek için geçerli olan yola, Tevrat'ın "kâhin"leri ve "Peygamber"leri de başvur­ maktaydılar. Bu yolla elde etmekteydiler ulaştıkları durumları: Bu yol, "numara" yoluydu: "Tann"yla, "doğaüstü güçler"le ilişki kurm a numa­ raları. Tevrat kâhinlerinin elinde bir de "soyluluk" silahı vardı. "Resmi ni­ te lik le ri vardı. Çoğu Peygam berle aralarındaki başlıca fark da buydu. N e var ki, "kâhinlik" kurumu da, başlangıçta aynı numarayla, yani "Tan­ rı, doğaüstü güç aracılığı"na ilişkin gösterilerle oluşturulm uştur. "Soy­ luluk" ve "soylu aile" öyle sağlanmıştır. Ve bu tür gösteriler, "Pey­ gamberler" de olduğu gibi "kâhinler"de de hiç eksik olmamıştır.

42

Ö zetin özeti: Sivrilip öne geçm ek, önem liydi. Bu da, "kandırıcı num ara yapm a" becerisine bağlıydı. Muhammed'in yaşadığı yörelerde de vardı bu türden "numaracı"lar: "Kâhin"ler, "falcılar", büyücüler, kimi "şair"ler, kimi "Tektanncı" geçi­ nenler, "Hanif'ler. Yöntemler, numaralar değişikti. A m a hepsi aynı kapıya çıkardı. Hepsi de toplum katlarında öne geçirirdi, "önemli" kılardı. G elelim sevgili (!) M uham m ed'im ize: M uhammed'in bir övünmesine tanık oluyoruz: "Soy"uyla, "sop"uyla övünmekte.

"M uham m ed'in Ö vünm elerinin Anlam ı" ve "Sivrilm e Tutkusu" Sahihu'l-M üslim 'in de yer verdiği bir "hadis"inde, M uham m ed bakın ne diyor: "Kuşkusuz; Allah, İsmailoğullanndan 'Kinane'yi (Kinaneoğullannı) seçti. Kinane'den de 'Kureyş'i seçti. Kureyş'ten de Haşimoğullarını seçti. Haşimoğullarmdan da beni seçti."'1* M uhammed'e göre "kuşku" duymamak gerekir ki, "Allah" bir seçim yapm ış. Sivriltmiş. Şunlar arasından şunu, şunlar arasından şu n u Derken, en sonunda hepsinin arasından M uhammed'i "seçmiş". Bu "hadis"e göre M uhammed, "seçilenden seçilenden seçilen"diri M uhammed'in neyi "kafasında" yaşattığını, "Peygamberliği"yle neye ermek istediğini göstermiyor mu bu? B unun []* olduğunu söylem ek için 'psikolog olm ak" şart o lm a­ sa gerek. Bu öyle bir "övünme" ki, M uhammed'in kendi çağındaki akıl ve m an­ tık ölçüleriyle bile bağdaşmaz. Onun için bunu, Prof. Dr. N eda Armener'in çok sevdiği bir deyim ile "[] belirtisi" saym ak gerekir. A m a bunu tek başına alm ak doğru olm ayabilir değerlendirm ek için. B aşka ne dem iş bakalım : * Ü ç s ö z c ü k ç ı k a r ıI m ı ş tır .( Y .N .)

43

Yine Müslim'in de yer verdiği bir sözünde M uham m ed şunu açıklar: "K abe'de bir ta ş bilirim ki, Peygam ber olm adan önce (bile) ba­ na selam verirdi." H em en belirtm ekte yarar görüyorum : M uham m ed'in, halkın anla­ dığı anlam da b i r "[ . ol duğunu kanıtlam a çabasında olduğum sanıl­ masın. H em ben bu görüşte değilim , yani onun herkesin anladığı an­ lam da bir "(. 1" olduğunu sanm ıyorum ; hem de bunu "kanıtlam ak" bana düşm ez. "M eslek" olarak!.. D aha başka övünm elerinden de sunayım : Sahihu'l-Buharî'nın yer verdiği bir "hadis": "Ben Ademoğulları soylarının en hayırlısından belirip ortaya çık­ tım. Kuşaktan kuşağa, en hayırlısından en hayırlısına geçerek gel­ dim. Sonunda içinde bulunduğum oymağa geçip meydana g eld im '' M uham m ed'in kendi söylüyor bunu. Sahihu'l-M üslim 'in yer verdiği bir "hadis": "Ben, K ıyam et gününde de A dem oğullarınm efendisiyim . M eza­ rı ilk yarılıp çıkacak olan benim . İlk 'şefaat ed ici' ve 'şefaat y e t­ kisiyle donatılan' da benim !" M uham m ed'in kendi söylüyor. B uharî ve M üslim 'in birlikte yer verdikleri bir "hadis": "Ben Peygam ber'im, yalan yok. Ben, A bdulm uttalib'in oğluyum (torunuyum )!" M uham m ed'in kendi söylüyor. (Şiir biçim inde.) Sahihu'l-M üslim 'in yer verdiği "hadis": "K ıyam et günü, p eygam berler içinde en çok ya n d a ş topladığı görülen ben olacağını. C ennetin kapısını ilk ça lacak olan da K ıyam et günü, gidip cennetin kapısının açılm asını isteyeceğim . Bekçisi, 'Kim o?' diye seslenecek. Ben, 'M uham m ed'im !' diyece­ ğim. K apıyı açarken bekçi şöyle konuşacak, 'Tamam, sana ka ­ pıyı açm am ve senden önce kim seye kapıyı açm am am için bu y­ ruk ald ım !"' 44

B uharî ve M üslim 'in birlikte yer verdikleri "hadis": "(Kıyamet günü) ben hepinizden önce gidip havuzda bulunacağım, hazırlayacağım. (Hepinizi sulayacağım.) Kim gelirse içecek ve kim içerse bir daha hiçbir zaman susamayacak!" "Ayrıca ben size orada tanıklık edeceğim . A llah'a a n t içerek söylerim ki, şu anda oradaki havuzum u görüyorum ."'2' B u harî ve M üslim 'in birlikte yer verdikleri "hadis": "Peygam berler içinde benim durum um şudur: A dam ın biri bina yapm ıştır. B inayı yapıp bitirm iş, süslem iş, am a bu b in ad a bir kerpiç yerini boş bırakm ıştır. H alktan gelip görenler: 'Bu kerpiç y erinin boş b ırak ılm ası şaşılası b ir şey' d iy erek şa şk ın lık b e­ lirtirler. İşte ben, yeri boş bırakılan kerpicim . B in a benim le ta ­ m a m lan m ıştır ve ben peygam berlerin sonuncusuyum ," Adamdaki "[]"a bakın ki, kendisinden sonra kimseye "peygamber olm a olanağı" da tanımamış!!! "Sonuncusu benim!" deyip çıkmış! "Ben şuyum !", "ben buyum !", "ben şöyleyim !", "ben böyleyim !" diyerek övünm eleri bu kadar değil. Bunları "örnek" olarak sundum. Ü zerlerinde düşünüp M uham m ed'in "kişiliği" ve neye yöneldiği k o ­ nusunda değerlendirm e yapılırken bunlar aydınlatıcı olur diye düşü n ­ düğüm için. M uham m ed'in bu övünm eleri çok "ipucu" verm ekte: Başından beri ulaşmak istediği yer vardı. Önce ailesi içinde bir yere ulaşm ak istiyordu o. Başlangıçta "aile Peygam beri" olarak ortaya atıl­ mıştı. Aile içinde etkinliğini ancak böyle gösterebilirdi. Kendi yete­ neklerini "sivrilmek" için yeterli görmeyince "üstün" ve "doğaüstü" bir güce dayanm a gereği duymuştu. İlk karısı olan "Hatice"yi yanına çek­ m ekle başlam ıştı işe. A vladığı zaman kendisi yirm i beş, H atice'yse kırk yaşındaydı, üstelik "dul"du. A m a kadın "zengin" bir duldu. O da Kureyş kabilesindendi. Zenginliği ve kişiliği nedeniyle etkinliği vardı Hatice'nin. Bu özelliği M uhammed'in gözünden kaçmamıştı. Bu, M uhammed'in çok işine yaradı ve bunu kullanmayı bildiği açık. Peygam ber adayı, Peygam ­ berliğini ortaya atınca Hatice destekledi ve desteklenirdi Aile içinde "maya"nın "tutabileceği"ne belirtiler belirdi. 45

K A BİLE PEY G A M B E R İ M U H A M M ED

M uhammed, Peygam berlik savının aile içinde şöyle ya da böyle ilgi görmeye başladığını görünce, aile ve kabile içinde işi biraz daha genişletmeye yöneldi. "Kabile"deki "en yakınlarının Peygamberi" olarak kendini ortaya koydu. Şuarâ Suresi'nin, "Aşiretinde en yakınlarını uyar!" diyen ayetinin anlamı budur. Bu aşam ada M uhammed yalnızca "kabile Peygamberi "dir. Kabilenin de yalnızca bir kesiminin, kendi aile ve yakın çevresinin "Peygam ber"i Kendinden önce böyle meslektaşları vardı. Tevrat ve İncil "peygamber­ leri" arasında da, başka kesimlerin din aracıları arasında da böyle "yakın çevre"de "Tanrısal görev" yapanlar bulunm aktaydı M uhammed duyup öğrenmiştir. Kendi yaşadığı yörelere pek uzak olm ayan, M ekke'nin ko­ numu nedeniyle iletişimler olabilecek kesimlerde de öyle "kabile" ya da aile "peygamber"leri eksik değildi. M uhammed'den sonra Peygamberlik savında bulunm uş göstermek için çok çaba harcanan ve "küçültmek" amacıyla adı bile değiştirilerek "küçük Müslim" anlam ında "Müseylime" diye ad verilen "Mesleme" (Ebu Sümâme), bunun bir örneği. Bu adam da "Hanife kabilesi"nin "Peygamber"iydi! "Yalancı Peygamber" denir. [] olmayanı varmış gibi. Değerli bir dostum olan Bahriye Üçok da, İslam Tarihinde İlk Sahte Peygam berler adıyla yayımlanan bir kitabında bu "sahte Peygam ber"e de yer verirken, M uhammed'den sonra ortaya atıl­ dığını gösterm e çabalarına katılır ve kendini epeyce yorar Bu konuyu geçeceğim, çünkü ileride "M üseylime" ve benzerleri üzerinde duracağım. M uham m ed'in benzeri "kâhin"ler ve "şair"ler de vardı yaşadığı çev­ relerde. Onlar da genellikle aile ve kabilelerince desteklenmekteydiler. İleride bunlar üzerinde de durulacak.

46

M uham m ed'in ’kabileciliği", hem en hem en yaşam ı boyunca sür­ m üştür. H adis kitaplarında, bu arada B uharî ve M üslim 'de "Kureyş"in ve bu kabileden olanların "üstünlük"lerine ilişkin "hadisler"in toplandığı görülür "Peygamber", hemen her "fırsat"ta "Kureyş" kabilesini övmüştür, bu kabileden olanları kayırmıştır. Kureyş'ten olanların, "Huneyn günü"nde, "ganimet"lerde nasıl kayırıldıklarım daha önce görmüştük. B aşka ha­ dislerden birkaç öm ek sunayım: "(İslam öncesi dönem de) halk, yönetim de K ureyş'e bağlılık g ö s­ terirdi. M üslim leri, K ureyş'in M üslim lerine, kâ firleri de K u­ reyş 'in kâfirlerine uyarlardı, insanlar birer m aden gibidir. İslam öncesi 'en iyi' olanları, İslam 'da da 'en iy ile rid ir " "İslam öncesinde", insanların "en iyileri" (en hayırlısı) olanlar sözüyle anlatılmak istenenler, Mekke'deki Kureyşlilerdir. İşte Muhammed, açık b ir "[.. .]"le bunları "İslam"da da "en iyiler" (en hayırlılar) olarak "ilan" edi­ yor. "[]" diyorum, çünkü: Kendisinin de birçok kez "itiraf ettiği gibi, övgüsünü yaptığı "Kureyş"liler Mekke'den kovmuşlardı kendisini. Büyük çoğunlukla. Buna karşılık, M edineli Müslümanlar tutup desteklemişlerdi. Şimdi kalkıyor; "ganimet"lerde kayırması yetmiyormuş gibi, bir de o "kabile"den olanların "en iyi", en üstün olduklarını duyuruyor. Medineliler destekledikleri için belki de "bin pişman" olmuşlardı. Ne var ki, kendi­ lerinin desteğiyle yaratılan gücün karşısında ses çıkaramıyorlardı artık. İş işten geçmişti. A rada bir, "M uhammed'in Kureyş'ten olanları kayırdığını" söyleyerek homurdanıyorlardı o kadar! Yukarıdaki "hadis"te M uhammed, halka önder (lider) olacak kim ­ selerin, ancak Kureyş Kabilesi içinden seçilmesi gerektiğini de duyuru­ yor. İslam öncesi dönemde de halkın "M üslim 'lerinin Kureyş'in M üslim ­ lerine, "kâfir"lerininse yine Kureyş'in kâfirlerine boyun eğip bağlandıkla­ rını anlatıyor. Burada sözü edilen "Müslim", İslam öncesinde olduğuna göre, Muhammed'in "Müslim"i (Müslüman) değildir. Sabitlerin bir dalı olduğuna kuşku duym adığım "Hanifilik" inanındır. "Kâfir"se onun kar­ şısında olan. M uhammed'in, "Haniflik "ten de, Sabitliğin öteki kolundan olduğu gibi çok şey alıp kopya ettiğine hiç kuşku yok. D aha önceki bö­ lümlerde belirtmeye çalıştım. M uhammed; "İslam", "Müslim", sözcük­ lerini de aynı inanırlar çevresinden almıştır. 47

M uham m ed bu "hadis"iyle, K ureyş'in övgüsünü yaparken, İslam öncesinin K ureyşlilerinde de "M üslim " diye anılanların bulunduğunu açıkça yansıtıyor. Demek ki, Muhammed, Kureyş kabilesi içinde de var olan "Müs­ lim 'ler arasında bir "yarışma" içindeydi. İleride buna yeniden döneceğim. Buharî'nin de yer verdiği bir hadiste, M uaviye'nin, ateşli bir söy­ levinde; M uham m ed'in şöyle dediğini anlattığı görülür: "Bu iş (Halifelik); yalnızca Kureyş'te olacaktır. Kim onlara (Kureyş'ten olanlara) düşm anlık ederse, Allah onu yüzünün üstüne dü­ şürür (burnu sürtülür)." A bdullah İbn Ö m er de, M uham m ed'in şöyle dediğini anlatır: "Kureyş içinde iki kişi bile kalsa, Halifelik, Kureyş'te bulunacaktır." B u hadisi de başta Sahihu'l-B uharî olm ak üzere sağlam sayılan hadis kitapları yazm akta Muhammed bu sözleri, Kureyş'in ileri gelenleri "saflarına” katıldıktan sonra söylemiştir. Daha önceleriyse, aynı Kureyş ileri gelenlerinin de içinde bulunduğu aynı kabilelileri kötülemiş ve kötülettirmişür. Şu "hadis" bakın ne denli ilginç: A işe anlatm akta: "P ey g a m b e rin özel şairi H assan, K ureyş pu tatap arların ı şiirle­ rinde kötülem ek için ondan izin isteyince, o şöyle dem işti: "İyi am a benim soyum ne olacak?!" B unun üzerine H assan, şu k arşılığı verm işti: "Ben; seni, şeninkini (Haşim oğullannı) onların içinden çeker ayırı­ rım. Tıpkı hamurun içinden kıl çeker gibi!.." "K abileci" M uham m ed'in, herkese, "soyunu sopunu öğrenm esi, öğretm esi gerektiği"ni öğütlediği de yer alır hadis kitaplarında M uham m ed; olm ak istediği gibi gerçekten "soylu" m uydu? Z u h ru f Suresi'nin ayetinde şöyle dendiği görülm ekte:

48

"(M ekke'deki inanm ayanlar) 'bu Kur'an şu iki kentin birinden bir büyiik adam a inm eli değil m iydi?' dediler." ayette de, "Senin R abbinin rahm etini onlar mı bölüştürüyor?" den erek "inanm ayanlar"a karşılık verilm ekte. Ayette geçen "iki kent"in hangi kentler olduğu belli: M ekke ve Tâif. Bu ayeün açıklamasına göre, Muhammed'e inanmayanlar, inanmayışlarm a gerekçe göstermişler: Kur'an'm M ekke ve T âif ten birinden "büyük" bir adam a inmemiş olmasından dolayı "ciddiye" alınamayacağını belirtmişler. Dem ek oluyor ki, Mekkeli inanmazlar, M uhammed'i, M ekkeli "büyük bir kişi" görmemekteler. "Büyük" sözcüğü bu A rapların dilinde "zengin" ve "soylu" olanı an latır M uham m ed, H atice'yle evlendikten sonra, "zenginlik" yönünden, A rapların dilindeki "büyük" olm aya yetecek ölçüde "mal m ülk" ed in ­ m işti. Ö yleyse "büyük" olm ak için eksik bulunan, "soyluluk"tu. M u­ ham m ed'in "kabilem " deyip sahip çıktığı "K ureyşliler", bunu eksik bulm uşlardı kendisinde. Caetani, büyük bir emek ürünü olan kitabında, Muhammed'in "soykütüğü"nü (’şecere'sini) incelerken şöyle düşünür: "Yabancı bir aileden doğm uş ve büyüm üş bir genç, gelip Mekkelilere karışıyor. Araplarda çok eski bir gelenek olan 'aman' ('ci­ var') ya da 'koruma' ('himaye') geleneği sayesinde Mekkelilerle aynı durum a ulaşıyor. Ve (giderek) Kureyş'ten sayılıyor,.." Bununla birlikte Caetani, "Muhammed'in hiçbir zaman kendisinin soy­ lu olduğunu ileri sürmediği" görüşünde Ünlü doğubilimci yazara göre, soykütüğünde ona "soyluluk kazandıran adlar", sonradan uydurulmuştur. O, "Abdulmuttalib ailesi"ne de sonradan sokulmuştur Bu aileden ken­ disine bir "baba", babasına "Abdullah" diye bir ad uydurularak. "Abdulmuttalib"in öyle bir oğlu olmadığı halde oğul uydurdular, ya da bu bü­ yükbabanın oğullarından birini aldılar, adını değiştirerek Muhammed'e baba yaptılar." "Muhammed, söz konusu aileye kan bağıyla bağlı de­ ğildir, evlatlık olarak alınm ıştır." Yazar, araştırma ve incelemelerin bu­ nu gösterdiğini, kaynaklardaki ciddi belgelerin bunu ortaya koyduğunu, 49

onun için bunu ileri süren kimi doğubilimcilerin görüşlerinin haklı oldu­ ğunu, aynı görüşe kendisinin de katıldığım uzun uzun yazdıktan sonra, ”M uhammed"i "masum" göstermeyi de hiç "ihmal" etmiyor. "Tüm uy­ durmaları, Muhammed'in kendisi değil; kendisinden sonra gelenler ya­ ratmışlardır. Muhammed'e soyluluk kazandırmak, dolayısıyla kendilerine de soyluluk sağlamak amacıyla uydurmuşlardır her şeyi" diyor. Bu savını yineleyerek belirtiyor S oykütüğünde "soyluluk" kazandırıcı adların uydurm a olabilece­ ğini ben de düşünürüm . A m a bunların uydurulm asında M uham m ed'in "hiç payı olm adığı" yolundaki görüşe katılm am . O nun "hiçbir zam an, soyluluk savında bulunm adığı" yolundaki, son derece yadırgadığım gö rüşe de. M uham m ed'den sonrakilerin çok şey "uydurdukları", tüm üyle bir gerçek. D ahası, kendi dönem inde de, kendi dışında uydurm alar ol­ m uştur. A ncak, M uham m ed'i tüm uydurm aların dışında tutm ak, kimi doğubilim cilere özgü bir tutum dur ve doğru değildir. G erçek değildir çünkü. O lam az da: Muhammed, "peygamberlik numaraları"yla sahneye çıkmıştır. İleri­ de genişçe üzerinde durulacak olan "mucize"lerini bir "numara ustası" olarak herkesin önünde sergilemiştir. Bu, belli ve kolayca yadsınamaz. "Numaracı" diye, bilindiği gibi dilimizde "[]"ya, "uydurm acı"yaderler. "Argo"dadır, ama yaygındır. Burada da, tan, yeridir diye kullanıyorum. Ama bir "küfür" anlamında değil. M uhammed'in "[]"ı, "[]"ı gerçek diye gösterdiği ortada. O, birtakım "özel olaylar"ı, ayrıca "eskilerin kıs­ saları" masallar için "Tanrı'dan bildiriliyor!" derken gerçeği söylemi­ yordu, "uyduruyordu". Tüm "peygamberliği", uydurmalarına, uydurmacı­ lığına bağlıydı. M ilyonlarca (sonradan) inanırı olm uştur, yüzyıllar boyu "inanır yığınları" olagelmiştir, ama bu bir gerçek olduğu için söylü­ yorum. Hiç gevelemeden. Onca "numarası", onca uydurmaları ortada olan bir insan, soykütüğündeki "uydurma"lann dışında tutulamaz. Tutulursa ciddiye alınamaz. Kimi hadislerden ve hadisçilerin açıklamalarından anlaşılan odur ki, kimi "ashâb" (Peygamber'in arkadaşları), en başta da Ebubekir, soykütüğünde düşünülebilen uydurmalarda M uhammed'e "yardımcı" olmuştur. Örneğin, Kureyş kabilesinin "Putataparlan"m "hicvetmek" için Peygamber'e baş­

50

vurduğu ileri sürülen Hassan'ı, soykütüğünde yeterli bilgi alması için onun Ebubekir'e gönderdiği anlatılır Yani Hassan'ın, "Ben, senin soyunu, on­ ların içinden çeker sıyırırım. Hem de hamurdan kıl çeker gibi çekerim" dediği zaman, bunu başarabileceğine, o güvenmemekte. İşi, tümüyle ona bırakmamakta, Ebubekir'le çözümleme yolunu seçmekte. M uhammed’in "hiçbir zaman soyluluğunu ileri sürmediği" yolundaki sav da ciddiye alınamaz. Çünkü kendisinin "Kureyş'ten olduğu"na, Kureyş'i övüp göklere çıkardığına ve Kureyşlileri "kayırdığı"na ilişkin ha­ disler pek çoktur. Bunlar, ciddiliğiyle tanınan kaynaklarda da çok sayıda bulunmakta. Tümünün uydurma olduğunu düşünebilsek bile, bu yoldaki uydurmalara, Muhammed inanırlarının ya da öyle görünenlerin tümünün çıkarına uygun düşmeyeceği için karşı çıkanlar olurdu. Çünkü inanır­ ların, ya da inanır görünenlerin hepsi, aynı soykütüğünde bulunmamak­ taydı. Ortada Halifelik gibi de çok önemli bir sorun vardı. Halifeliğin "Kureyş"ten olan kişilerin hakkı olduğunu açıklayan "hadis"ler, çok ciddi karşı çıkm alara uğramamıştır. "Muhammed'in söylediği kesinlik kazanı­ yor" diye. Muhammed'in söylediğine "kesin gözü"yle bakılmış, "İslam hukuku"na da öyle geçirilmiştir Oysa nice gürültü koparabilecek güçte olanlar vardı. "Kureyş'ten olduğunu", Halifeliğin de bu kabileden olan kişilerde kalacağını M uhammed gerçekten söylememiş olsaydı, bu soy­ dan olmayan kurtlar, işin peşini bırakmazlardı. N e yapıp ederek "uydurma"yı ortaya çıkarırlardı. Kaldı ki, Zuhruf Suresi’nin ayetinde "Aşiretinden en yakınlarını uyar!" denirken; M uhammed'in "aşiret"ine bir özellik, bir ayrıcalık ve­ riliyor. Onun, bu "aşiretin peygamberi" olduğu yansıtılıyor. "Ayet" de uydurm a olabilir elbette. A m a bence bu "ayet", Muhammed'in dışındakiler tarafından uydurulmamıştır. Onun bıraktığı gibi kalmıştır. Asıl "ayet" diye uydurulanlar; bu "ayet"le çelişen ve onun "tüm insanlara peygamber gönderildiğini" anlatan "ayet"lerdir. Çeşitli ırklardan inam dan toplamak için uydurulmuştur bun­ lar. Bir çatı altında toplayarak çeşitli toplumlara egemen olma çabasında olanlar eliyle Muhammed'in "aşiretine", peygamberliği özgü kılacak kadar özellik veren "ayet", bu çabada olanlann işine gelmez. Yani pey­ gamberliğin bir "aşiret" çerçevesinde bırakılması; her kabileden, her ırktan "inanır" toplamak isteyenlerin benimseyecekleri şey değildir. '

51

Ve kaldı ki, "soylular"ın soykütüklerine katılmak, ”Kureyş"e, Kureyş soylulanna yanaşmak, Muhammed'in politikasına uygundu. M ekke döne­ minde onlan elde etme çabası içindeydi. Onlar olursa güç kazanacak ve "maya"nın "tuttuğu"na güvenecekti. İşe koyulduğunda dar bir ailenin kimi üyelerince desteklenmişti. Am a bu yetmiyordu. "Soylu"lar da katılma­ lıydı. Soylu olmayanlardan İslam ’a katılanlara umut bağlamıyordu. Çünkü bunlann tümünü, ya da bunlardan çok büyük kalabalıkları toplamak kolay değildi. Mümkün bile görülmüyordu. Soylular, güçlüler buna izin ver­ mezdi. Ufak tefek katılanlarsa önemli bir güç oluşturmuyordu. Bundan daha çoğunu elde edebileceğine ne Muhammed'in kendisi inanabiliyordu, ne de Mekkelilerin bu yönde bir kaygılan vardı. Mekkeliler "ciddiye" bile almıyorlardı onu. Putataparlann "büyük telaşa kapıldıkları" ve "Müslümanlara olmadık baskı uyguladıklan, türlü kötülük ettikleri" yolundaki "hadis"ler için, Caetani: "Bunlar, sonradan hadisçiler tarafından uydurul­ muştur!" der ki, bence de öyledir. Şunu da belirtir yazar: "Mekkelilerin ilgisizlikleri ve dinsel umursamazlıkları gerçekten o ölçüde büyüktü ki, on yıldan çok uzun bir süre içinde, gerçekten İs­ lam'a katılmışların sayısını 'yetm işten çok tahmin edemeyiz." C aetani, sonra şunları yazm akta: "Muhammed'in M ekke'deki son yıllan, İslamiyetin düştüğü en aşağı durumu sergiliyor. Kureyşlilerin o zaman M uhammed'den korkacak hiçbir şeyleri yoktu. Çünkü M uham m ed’in yandaşlarının sayısı, git­ tikçe azalıp eksilme eğilimindeydi. Muhammed, küçültülmüştü, bir şey yapamayacak durum a getirilmişti. M edine hacılannın İslam'ı kabul etmeleri gibi mutlu bir rastlatın meydana gelmeseydi; İslam'ın yavaş yavaş söneceği, zengin sınıfın dinsel umursamazlığı, aşağı sınıflann da yüce gönüllü bir eğilimi yeterli ölçüde göstermeyişleri yüzünden boğulup gideceği kuşkusuzdu," (Kimi sözcükler Türkçeleştirilm iştir-T.D .) D oğaldır ki, "ah soylular da bir katılsalar, ah şu güçlüler de İs­ lam ’ı kabul etseler!.." diyerek yanıp tutuşuyordu M uham m ed. A m a M ekke dönem inde bir türlü bunu sağlayam ıyordu.

52

İşte bu sıralarda onun soylu görünm eye, kendini "K ureyşli so y ­ lu la r d a n biri olarak tanıtm aya çabalar olduğu, düşünülem eyecek şey değil. Ayrıca, onun bir aşağılık duygusu içinde bulunduğu da rahatça dü­ şünülebilir. Bir öksüzdü. Sığındığı aile ya da aileler, ne denli "iyilikçi" olurlarsa olsunlar; horlandığı olmuştur, itilip kakıldığı olmuştur. Bundan da, içinde birtakım birikim ler oluşmuştur. Nice neler, "bilinçaltı"na itil­ miştir. Tutkular belirmiştir. "Ben de analı babalı olsaydım, ben de soylu olsaydım, ben de öyle olsaydım, ben de böyle böyle olsaydım" türünden düşünceler kabarmıştır. Bütün bunlar olabilir. O da bunların baskısı al­ tında bocalarken, kendini o zamanki "dinci"lerin (Sabitlerdeki "Müslim"lerin) kucağında bulabilir. Bakmıştır ki, "yükselmek" için geçerli bir yol. "Dincilik", "din-gizem aracılığı" ilerletilirse, "itibarlı" bir durum a ulaşılabilir. "Soylular" arasına katılmak bile mümkün. O zaman, daha önce "hor görmüş" olanlara karşı; "Bakın işte ben buyum! O ysa siz beni küçük görüyordunuz!" dem e fırsatı da elde edilmiş olur. Bu, önlenemez bir "tutku" durumuna gelebilir. Ve denebilir ki, işte M uhammed, böyle bir tutkunun itmesiyle "Peygamberliğe" atılmıştır, yine böyle bir itil­ meyle "soyluluk gösterileri"ne heveslenmiştir. Bu düşünceyi destekler nitelikte çok şey, çok kanıt var. Bunlar ara­ sında bir "hadis"e dikkatinizi çekm ek istiyorum. Sunacağım hadise, Buharî'nin de içinde bulunduğu, sağlam kabul edilen hadisçiler kitaplarında yer verirler. Hadis şöyle: »

"K ureyş bir zam anlar beni horlar ve yanlarından uzaklaştırırlarken (ya da benim le alay ederlerken); A llah'ın şim d i bunu benden nasıl uzak kıldığına şaşm az m ısın ız? K ureyş kınayıp horlayarak bana 'm üzem m em '(kınanm ış) dendi. O ysa ben, ’M uham m ed'im !"ui B ilindiği gibi, "M uham m ed", "övülm üş" anlam ındadır. Bu hadis de, birçoğu gibi son derece önemlidir. Özellikle iki yönden: Birincisi: Kureyş'in, M uhammed'i (belki de Peygamberlik öncesinde) "horladığı", onunla eğlendiği ortaya çıkıyor. M uham m ed bunu anlatırken bir "övünç" içinde, bir kıvanç içinde. "Beni bir zamanlar küçük görüp

53

horlayanlar, şimdi gelip görsünler!", ya da "onlar görüp utanıyorlardır şimdi!" der gibi. B ir zamanlar kendisiyle eğlenenlere karşı şimdi "ken­ dini gösterm eyi başarmış" olm anın coşkusunu duyurur gibi. Bu, M uhammed'in ne tür bir "psikoloji" içinde "Peygamberlik" yap­ tığını ve neden kendisinin de "Kureyşli" Putataparlar gibi "soylu" oldu­ ğunu yansıtm a çabalarına giriştiğini gösterir nitelikte bir belgedir. İkincisi: M uhammed, burada adını, özel ad değil de; bir "nitelik" (sı­ fat) olarak kullanıyor. "Ben, ’müzemmem' değilim. Böyle nitelenmem doğru değil. Kınanılası biri olm adığım için bana böyle denmemeli. Ben M uham m ed' (övülmüş, övülesi) biriyim!" dem ek istiyor. M uhammed'in adı, başka yerlerde de kendisi tarafından nitelik olarak kullanılır olm uştur D em ek ki, "Peygam ber' in adının "M uham m ed" olduğu da, "kuş­ kuludur!" denebilir. Ü stelik böyle diyenler; adının "M uham m ed" ol­ duğuna kuşkuyla bakm ak gerektiğini, dahası bu kuşkunun çok güçlü olduğunu söyleyenler vardır. C aetani de bunlar arasında "Ahmed", "Muhammed" adlarının neden uydurulmuş olabileceği üze­ rinde ayrıca durulacak. M uham m ed K ureyşlilere çok içerlem işti. K endisini "küçük" gör­ dükleri ve kendilerinden saym adıkları için. A laya aldıkları için. K endisini gösterecekti onlara. K anıtlayacaktı. H orlanacak ve "cid­ diye" alınm ayacak biri olm adığını "kanıtlayacak"tı. K ureyşliler neden onu ve "peygam berliği"ni ciddiye alm ıyorlardı? Çünkü "tanıyorlardı" onu. Muhammed, on yıldan çok bir süre içinde M ekke'de çabaladı durdu. Kureyş soylularına yanaşm ak için çok uğraştı. A m a önemli sayılabilecek bir sonuç elde edemedi. "Mucize" numaralan gösterme yoluna gitti. Kim­ seye yutturamadı. "Ticaret"le uğraşan ve çeşitli yerleri-yöreleri gezip gör­ müş bulunan "kurt" Kureyşliler "yutmuyordu" bir türlü. A m a M uhammed, kendini göstermek için kararlıydı. Mekke çevresine yöneldi. Mekke'ye gelen "hacı"larla ilişkiler kurdu. Gerek bu "hacı"lar, gerek bunlann kabilelerindeki insanlann çoğu, inanm aya "hazır"dılar. Ya­ hudilik, Hıristiyanlık ve daha önce de Sabiîlik; elverişli bir durum oluş­ turmuştu. A ynca "kabilelerarası çatışmalar", bitip tükenmeyen "sa­ v a ş la r, insanlan bıktırmıştı. "Kurtancı" bekleyenler az değildi. Mu-

54

hammed bütün bu durumları biliyordu. Kimlere, hangi çevrelere nasıl ya­ naşılır, uzun uzun düşünüp hazırlam ıştı kendisini. "Kutsal kitap"lan bi­ lenlerden, özellikle de ileride kendilerinden söz edilecek olan "yabancı kökenli köleler"den çok şey öğrenmişti. Y ahudiliğe ilişkin. Yahudi "peygamber"lerine, bunların "num ara"lanna ilişkin, Hıristiyanlığa ilişkin, "es­ ki masal"lara ilişkin bilgi birikimi oluşmuştu. Neler, nerelere sergilenip satılabilir; öğrendikten sonra işe koyuldu. "Duygu"lara seslendi, "çı­ k ak lara seslendi. Yani küçümsenmeyecek bir "politikacı"ydı. Çok çok "va'ad"lerde bulundu. "Güçsüz"lerine bir türlü sözler verdi, "güçlü"lerine bir başka türlü sözler verdi. Kısacası, önüne çıkan "fırsat"lann ne kada­ rından bilemem, ama herhalde çoğundan ve tüm elverişli koşulların oluş­ turduğu "ortam"dan yararlanmayı bildi. Hiç "güçlük çekmedi" denemez el­ bette. Elverişsizlerin yanında elverişli olanlar az değildi. Kullanmayı bi­ lince kendisine yetmişti bunlar. Tarihteki nice benzerleri g ib i V e özellikle "M edineliler"in desteğiyle "m aya tuttu". Bu başarıyı "M ekke"de sağlayabilseydi, "Kureyş"i elde edebilseydi, M uham m ed bunu kendisi için yeterli sayabilecekti belki de. Yalnızca "Kureyş Kabilesi Peygamberi" olmakla yetinecekti. A m a işler başka türlü gelişince sonuç başka türlü oldu: Şim di "M ekke ve çevresinin P eygam beri" olm uştu! "Son Peygam beri i k ni­ teliğiyle, am a buraya ö z g ü

55

• Y A LN IZ C A M E K K E V E Ç EV R ESİN İN PEY G A M BERİ"

İki surede ayrı ayrı yapıları bir "açıklam a"ya göre; M uhamm ed, "M ekke ve çevresini uyarm akla görevli". Kur'an da bunun için in­ dirilm iş gösterilm ekte. Söz konusu açıklam a, E n'âm Suresi'nin ve Şûrâ Suresi'nin 7. ayetinde. Bu ayetler, Kur'an'm ve onu iletmekle görevli M uhammed'in "Ümmü'l-Kura" yani M ekke ve "çevresi"nin "uyarıcısı" olduğunu bildirir. Bir başka deyişle, bu ayetlere göre, M uhammed, yalnızca "M ekke ve çevre­ sinin Peygamberi"dir. Onun "tüm insanlara" Peygam ber olduğunu anlatan ayetler de var K u r’an'da. A m a ortada bu iki ayetin de olduğunu göz önüne getirirsek şöyle diyebiliriz: • M uhammed, m aya tuttuğunu görünce, "Peygamberliğinin sınırını" genişletmeye başlamıştır. Yani M ekke ye çevresinin Peygamberi olmakla yetinmemiş; "tüm insanlığın Peygamberi" olarak sunmuştur kendini. A m a şöyle dem ek gerçeğe daha uygun olur gibim e geliyor: • M uham m ed'in kendisi böyle bir savda bulunmamıştır. Onu "tüm in­ sanlığa Peygam ber" gösteren, kendi dışındakiler olmuştur. "Ayet"leri de onlar uydurmuşlardır. Böyle, ya da öbür türlü M uhammed'in kendi anlatımıyla bir "bina" vardı ortada. Yapımını asıl oluşturan, ya da asıl planlayıp düzenleyen; çeşitli çağların egemenleriydi. "Efendiler"di. "Peygamber" diye ortaya atılanlar da kullanılmışlardı bu yapı için. M uham m ed'se, yine kendi anlatımıyla, yalnızca bir "kerpiç"ti. Belki de o kadar bile değildi. Çünkü kendisine om uz verenleri de unutmamak gerekir. M uhammed, "binanın eksiğinin bu kerpiç olduğunu" söyleyerek övünür. Bu da gerçek değil. Çünkü kendi dönem inde olduğu gibi, kendinden sonra da nice kişiler,

56

"ben de peygamberim !" diye ortaya atılmışlardır. Bunların içinde "Bâbîlik"te ve "Bahailik"te olduğu gibi, M uhammed'in Kur'an'mm "artık hükm ünün ortadan kaldırıldığım" ileri sürerek kendi "kitap"larını ortaya koyanlar da var Bunlar da inanırlar toplulukları bulmuşlardır kendile­ rine. Bunlardan kimilerininki de dünyam ızda bugün kalabalıklar oluştur­ makta. Dünyamız böyle giderse, bugünkü kalabalıklarının yarın hangi aşam alara ulaşacağı belli değil. "Peygamberler"in de kullanılm alarıyla oluşturulan "bina", tüm üyle "ilkellik" binasıdır. Ve sürüler içindir. "Efendi"lerinin önünde hep "köleler"den oluşan "sürüler" olarak kalsınlar d iy e

"D in"-"G iz" A racılığınd a A kım a S ürük len m e Maddi çıkar ve sivrilme tutkusu yanında "akıma sürüklenme" de önemli. Bilindiği gibi, insanlar, "ilgili" yaraüklardır. İlgileri de belirli yön­ lere yöneliktir. En çok da "giz"lere. "Din-giz akımlan"na. İlgiler, düşünce yörüngeleri, "efendiler" nasıl olsun istiyorlarsa öyle çerçevelendirilmiştir. Öyle saptırılmış, öyle yozlaştırılmış. Yani arı-duru ve akıllı yaratıklara yaraşır eğilimlere olanak verilmemiş. Gerçek bu. "Giz-din aracısı" olarak ortaya atılanlar da ilgi duydukları, geçerli gördükleri "akım"larda kendilerini bulmuşlardır. Sürüklenmişlerdir sü­ rekli. İş ilerledikten sonra da kendilerini çekem emişler, öyle yürüyüp gitmişlerdir. İsteyerek, ya da istem eyerek "Peygamberler" de öyle. Hepsi bir akım a kapılarak yol tutturmuş. Peygamberliği daha geçerli buldukları için ve daha yaygın, ya da ken­ dilerine daha elverişli bir "moda" olduğu için seçmişlerdir. Büyücülerin büyücülüğü, falcıların falcılığı, şairlerin şairliği, filozofların filozof­ lu ğu seçmelerinde de bu görülmez mi? "Peygamberli" toplumlarda "Peygamber"lerin, "filozoflu" Yunan'da ve izleyicisi kesimlerde "filo­ z o f ’lann "çıantar" gibi ortaya çıkmasında bunun da payı yok mu? Bakar­ sınız; bir yörede "tarikatçılık" mı geçerli bir m oda? "Ben de olabilirim!" diyen; hemen ona yönelir. "Mürit" olur, "halife" olur, "şeyh" olur. Şiirler söyleyerek "hak âşığı olmak" mı seviliyor? "Olabilirim!" diyen ona yö­ nelir. "Halk ozanı olmak" mı daha ilgi topluyor? "Olabilirim!" diyen ona

57

yönelir. Yeterli olsun olmasın. "Büyük edebiyatçı görünen"ler mi daha "havalı"? "Ben neden olamayayım!" diyen ona yönelir. "Şair" olur, "öykücü" olur, "romancı" o lu r Olur da olur. Yeterli de olsa, yetersiz de olsa. "Politikacılık" mı daha sivriltici? "Bende de yetenek var!" diyen ona yönelir. "Sağcı"sından olur, "solcu"sundan olur. "M oda" neyi gerek­ tiriyorsa o "hava"lara girer. "Giyim kuşam" yani kılık kıyafet, oturuş, kalkış, yürüyüş, ağız hareketi, göz hareketi ve öteki davranış biçimlerine varana dek, her biçim, her görüntü ona göre düzenlenir. Tevrat ve Incil Peygamberlerini gören M uham m ed de "Peygam­ berlik" mesleğini seçmiş. Bu "akım" ardından sürüklenmiş. Hem, "çıkar"ını bu akım da gördüğü için, hem de bu yolla sivrilip önem kazana­ cağını hesapladığı için. Yaşadığı yörelerde "filozofluk" geçerli bir moda olsaydı, belki de ona yönelirdi. Araplarda "şairlik", "kâhinlik", her ikisini de içine alan "hatiplik" de geçerli bir modaydı. M uhammed bu yöne neden yönelmedi, denebilir. Y anıtı güç değil: M uham m ed hatipliği de, şairliği de, kâhinliği de toplayıp içine alan bir mesleği seçmiştir. "Peygamberliği" de "fazladan"!.. "Kur'an mucize­ si" yutturmacasının anlatıldığı bölümde, bu da anlatılacaktır.

58

"VAHİY" V E "PEY G A M B ER LİK " TÜ RLERİ

İslam Savunurlarına G öre "Vahiy" İslam "kelam 'cilan, "kimin Peygam ber olduğunu" anlatırlarken şöyle derler: "Tanrı kime, 'seni (Peygam ber olarak) gönderdim !' ya da 'sana bildirdiğim i ilet!' dem işse ya da buna benzer bir sözlerle buyruk verm işse, P eygam ber o kim sedir." "Peygam ber o insandır ki, A llah'ın kendisine vahyettiği (bildir­ diği) şeyi (insanlara) iletir." D em ek ki, "Tanrı", insanlara "iletilm ek üzere", "Peygam ber"e bir şey bildirir, bu "bildirm e"sine de "vahiy" denir. Yani bir asıl "bildiren" var: "Tanrı." N e bildiriyorsa onun "iletileceği insanlar" var: T ann'nın kulları. Bir de "ileten aracı" var: "Peygamber." V e "iletilecek olan" neyse bir de o. "Vahiy" söz konusu olduğu zaman bu öğeler söz konusu olur. D ört şey: Tanrı, insanlar, aracı ve "Tann'nın bil­ dirdiği". Kimi zaman, buna bir de "melek" eklenir. "Aracı"yla yani "Peygam ber"le "Tanrı" arasında bir başka "aracı" olarak. Melek, "Tanrı'nın bildirdiği"ni "Peygamber"e "iletir"; o da insanlara duyurur. Belki "komik" bulacaksınız; ama, "milyar"lara sunulup inandınlagelen, bu. "Komik" olm asına kom ik ama, kim i "din savunuru" doğubilim ci bunu hiç de öyle gösterm em ekte. Bence "utanılası" bir tutum içinde olan bu bilim cilere göre: A ile (yani "Tanrı") ile B (yani Peygam ber) arasında gerçekten bir "haberleşm e" olabilir. B, A 'dan bilgi (haber) alabilecek düzeye erişebilir. "Tanrı’dan bir parça olm a" aşam asına y ü k selerek M uham m ed'le "Tanrı" arasında da böyle olm uştur. B u ­

59

nu böyle yorum layan İslam "kelam "cıları, "gizem ci"leri de haklıdır­ lar D in savunuru doğubilim ciler, inanm adıkları "Peygam ber"i böy­ le sunar ve savunurlar işte. İnsanlığı aldatm akta bir "hizm et"leri olsun diye!!! "M uham m ed'e vahiy, nasıl gelir"m iş, bakın: A işe anlatm akta: "H işam oğlu H âris sordu: "-E y Tanrı elçisi, vahiy sana nasıl geliyor?" P eygam ber karşılık verdi: ''-K im i zam an 'çıngırak sesi' gibi ses çıkararak gelir. B ana en ağır geleni budur. Bu durum benden geçerken, onun (m eleğin) bana ilettiğini alıp algılam ış olurum . K im i zam an da melek, bir adam (insan) biçim ine girip önüm e çıkar. K onuşur benimle. V e onun ne dediğini anlarım ." Bu ilkel düşünüşe insanlığın inanm ası ve insan lığ a bunun gerçek diye sunulup inandırılm ası, utanılacak bir şey değil m idir? İslam öncesi A raplarda da "şair"lerin, özellikle "kahin şair"lerin "cin"leri olurdu, onlar da "cin"lerinden "vahy" alırlardı "Kâh nalına, kâh m ıhına vuran" doğubilim cilerin yazdıkları ara­ sında, yer yer "gerçek"leri de bulm ak m üm kün. B u bilim cilerden b i­ rinin şu anlattıkları gibi: "Şair, 'şaara' ya da ’şaura' kökünden türem iş bir sözcüktür. Şaara, bir şeyin farkında olm ak demektir. Görünmeyen dünya hakkında ilk elden bilgi edinmiş kişi şairdi. Bu bilgiyi, kendi kişisel gö­ rüşüyle değil; cin denen üstün varlıklarla içsel ilişkiler kurarak alır­ dı. (Öyle ileri sürülürdü.) Onun için bu çağda şiir, pek sanat de­ ğildi. (Sağlanan bilgi), çevredeki havada uçuştuklarına inanılan, görülmez ruhlarla doğrudan ilişki kurmaktan gelen bir bilgiydi. "Cin, herkesle konuşm az. H er cin, kendine özgü bir adam seçer; onunla konuşur. B ir adam ı sevgisine layık görürse, o erkek ya da dişi cin, o kim senin üzerine atılır; göğsüne çıkar ve onu, bu dünyada kendisinin sözcüsü olm ak zorunda bırakır. Bu; b a ş ­

60

langıcıydı. O andan başlayarak, o adama, sözcüğün tam anlamıyla 'şair' denirdi. Şairle şiir arasında, çok içten bir kişisel ilişki ku­ rulmuştu. Her şairin zaman zaman gelip kendisine ilham veren özel bir cinni vardı. Şair, genellikle kendi cinnine 'halîr='içten arkadaş' derdi. Bununla da kalmazdı, herhangi bir şairle böyle yakın ilişki kurmuş olan cin, Y ahya ya da M eryem gibi ad bile alırdı. Örneğin, İslam öncesi dönemin en büyük şairlerinden olan El-A'şa'l-Ekber'in cinni, Mishal adını taşırdı. Bunun asıl anlamı da 'kesici bıçak' de­ mekti. Bu ad; şairin, iyi konuşan, etkili dilini sim gelerdi" (Çe­ virenin kimi sözcükleri Türkçeleştirilmiştir-T.D.) M uham m ed'in "cinn"i de bir "m elek"ti: "Cebrail"! M uham m ed’in [] "ta n ık la rın d a n A işe, ona "vahiy" geldiği za­ man; sıkıntılı bir durum belirdiğini, "çok soğuk olduğu günde bile, vahyin ardından, onun şakaklarından terler ak tığ ım ” an latır Aişe, "ilk vahyin nasıl geldiği"ni de anlatır: Önce; "sabah aydınlığı g i­ bi" her şeyi açık açık "gördüğü rüya"Iar biçiminde başlamış. Sonra pey­ gamberlik adayı Muhammed, Hira Dağındaki bir mağaraya çekilmiş. Daha sonra da Cebrail aracılığıyla "ilk vahiy" gelmiş. Alak Suresi’nin ilk "ay etleri bildirilmiş kendisine. Bu ayetler geldiğinde, "Melek" kendisini çok "sıkmış". Sıkarken: "Oku!" demiş. M uham m ed "Okuma bilmem!" dedikçe o sıkmış. Üç kez böyle yapmış. Sonra "P eygam berin dili çözül­ müş, başlamış okumaya. Zavallı bu arada "çok korkmuş". O sırada "Ha­ tice'yle evli olduğu için, onun yanına varmış: "Örtün, örtün beni!” demiş. Korkusu, sıkıntısı geçince de, durumu anlatmış, "hayatından korktuğunu" söylemiş. Hatice, güzel sözler söyleyip yatıştm rken bir yandan da alıp "Hıristiyanlık" inanırlarından ve "Incil yazıcısı" bulunan bir yakınına, Nevfel Oğlu Varaka'ya götürmüş. V araka o sırada, çok yaşlı bir kişiymiş. Gözleri de görmüyormuş. M uham m ed'i dinlem iş ve şöyle konuşmuş: "Bu sana gelen, Musa’ya da gelmiş olan namus’un ta kendisidir. Seni top­ lumun buradan çıkarıp atarlarken, keşke yaşıyor olsaydım!" demiş. M u­ hammed, "Demek beni çıkaracaklar mı?" diye sormuş. O şu karşılığı vermiş: "Bu türden bir şey (namus) getiren her kişiye, düşman olun­ muştur. Eğer senin çağrıda bulunacağın günlere erişirsem, sana ada­ makıllı yardım ederim!" Aradan çok geçmeden de ölm üş

61

Bu "hadis", en sağlam kaynaklarda da bulunm akta. A ncak; baştan sona dek [ ] dolu. ■JC "01ay"ı "görm üş" gibi anlatan A işe, ya "anasının karn ın d a” bile değildi; ya d a yeni dom uştu. Bu, bir. ^ " P e y g a m b e rlik " te n önce M uham m ed'in hep doğru çıkan "rüya"lar gördüğünü, bir başka anlatım la "rüya"larının hep "doğru çıktığını", Aişe nasıl belirlemiş olabilir? O değilse, belirleyen, saptayan kim ? Eğer, "M u­ ham m ed anlatm ıştır, A işe de işitm iştir!" denirse, bu, "şeyhin kerameti kendinden menkul" türünden bir şey olmaz mı? Yani M uhammed'in bu konuda anlattıkları, kendi ileri sürdükleri, "Peygamberliğin kanıtı" olarak nasıl alınabilir ve nasıl inandırıcı olabilir? Ayrıca, A işe "aktarıyor" gibi değil; "görmüş gibi" anlatıyor. Bu iki. "M addi bir varlığı olm ayan melek", M uham m ed'i nasıl "sıkmış"? "Fiziksel" bir güç mü kullanmış? A yrıca "üç kez sıkıp bırakmaya" neden gerek görm üş? Eğer "okuması olmayan" birine, "Tanrısal güç"le "okuma yeteneği" sağlanacaksa -k i, ileri sürülen de o - hiç "sıkmadan" da o iş başarılam az m ıydı? Bu üç. V e daha bir sürü çarpık durumlar. Yani uy­ durulan ve zavallı inanırlar kitlelerine "hap" diye yutturulan "[]", "hadis"in her kesiminden açık seçik belli oluyor. Yalnız burada, M uham m ed'in "melek" eliyle sıkılıp sıkılıp bırakıl­ dığının anlatılması bir başka yönden ilginç: ”Cin"lerinin kendilerini boğarcasına sıktığını anlatan "şair"leri, "kâhin"len anımsatıyor. Belli ki, M uham m ed, bu tür "numara"ları bu çevrelerden öğrenmiş! Bu çevrelerse başka çevrelerden, örneğin; daha önce sözünü ettiğim Şamanist çevrelerden öğrenmişlerdir. Her birinin, kendisine baskı yapan bir "cin"i olan, yani böyle ileri sürülen "şair ve kâhin"lerden daha geniş söz edileceği yer gelecektir. O rada da, bu çevrelerin, "numara”lannı hangi çevrelerden öğrenmiş olabilecekleri üzerinde durulacaktır. Aişe'nin, "Peygamber'in algıladığı vahyi" anlatm asına bakarken ol­ dukça ilginç bir şey daha anımsamaktayız: M uhammed'in bu sevgili karısının bir olayla ilgili tanıklığı ve tepkisi. "Vahy"in ne olduğunu ve ne olmadığını ortaya koyacak nitelikte bir durum sergilediği için sunuyorum: M uham m ed "k a d ın 'ia ra [ ] . Y aşı ilerlem iş olduğu halde, "güzelliği"nden söz edilen bir kadın duydu mu, ne yapıp ederek alıyordu onu "karı"ları arasına. V e "karı"lar biriktikçe birikm işti.

62

B unca "karı"nın, elbette ki, "sorun"lan da olur. "K anlar", M uham m ed ’den daha iyi bir yaşam istediler, giyim kuşam gereklerini is­ tediler, "ziynet" istediler. Bunca karının isteği nasıl karşılanır? "Karşılandı" diyelim, ya "süs­ lenip püslenip ortaya çıktılannda" başka erkeklerin ilgilerini çekerlerse, ya "[]" ederlerse?! Bütün bunlar düşündürüyordu Muhammed'i. Am a o bir "Peygamber" olduğuna göre, niçin "ayet" (vahiy) gel­ mesin? Niçin vahiyle sorun çözümlenmesin? M uham m ed’in [] keyfinin gereği de olsa, "Tann"sı ilgilenmeliydi. Gelmeliydi vahiy. Ve geldi: A hzâb Suresi'nin ayetinden ayetine değin olan bölüm de "Tanrı" şöyle seslenm ekte: "Ey Peygam ber! K anlarına şöyle söyle: 'Eğer dünya yaşamını ve süslerini istiyorsanız, haydi gelin, gereken karşılığı verip sizi gü­ zellikle bırakıvereyim (boşayayım). Am a eğer Tanrı'yı, O'nun Pey­ gam beri'ni ve ahiret yurdunu istiyorsanız, bilin ki, sizlerden iyilikçi kadınlar için büyük ödül-karşılık hazırlamıştır!" "Ey P eygam ber karıları! Sizden herhangi biriniz açık bir [ ] (zina) ederse onun cezası iki kat olacaktır. Böyle bir ceza ver­ m ek, Tanrı için kolaydır. "Sizden kim T anrı'ya ve O ’nun Peygam beri'ne boyun eğip güzel d avranışta bulunursa, onun da ödülünü iki kat veririz. V e ona tem iz bir rızık hazırlarız. "Ey P eygam ber karıları! Siz, herhangi kadın gibi değilsiniz. Tanrı'datı korkuyorsanız, ’edalı-işveli' (kırıtarak) konuşm ayın. Ö yle konuşursanız kalplerinde bozukluk olanlar, (sizden) bir şey um abilirler. U ygun biçim de konuşun. "Evlerinizde kaim. İslam öncesinin ilk dönem indekiler gibi açı­ lıp saçılm ayın. N am az kılın, zekât verin, T anrı'ya ve P eygam ­ beri'ne boyun eğin. Tanrı sizden kiri-kötülüğü giderm ek ve sizi tertem iz kılm ak istiyor ey Peygam ber'in ev halkı!" Bu "vahiy"den sonra "Peygam ber karılan"nm "ayaklarını denk aldıkları"nı tahm in etm ek güç değil.

63

N e var ki, bu da yeterli görülm ez. Tanrı, "Peygam ber"ini kadınlar konusunda başka yetkilerle de donatır. A ynı surenin ayetinde, "yalnızca sana özgü bir yetki olm ak üzere" denerek, "Peygam ber"in "m ihirsiz" de "karı" alabileceği bildirilir. Bu bir anlam da; "Peygam ber daha da k an toplayacak" dem ekti. A rkadaşlarının birbirleriyle yarışırcasın a buldukları y a d a "haber"ini getirdikleri ya da kendisinin bulup beğendiği güzel, "fettâne" kadın­ ların sa y ısın d a daha da artış olacak dem ekti. İşte bu durum un, A işe'nin "sabr"ını taşırdığını görm ekteyiz: Peygam ber'e "tanıklık" etm ekte elinden geleni geri bırak­ m ayan A işe, bu kez "kadınlık k ıskançlığı"yla bir b aşka türlü atıl­ m ıştı ortaya. P eygam ber'i açıktan kınayam ayınca; "Peygam bere ken ­ disini m ihirsiz teslim eden kadınlar"a saldırm ıştı. T utum larım "ka­ dın lık o n u ru "y la bağdaştırm ay arak bunları kınam ıştı. A işe'nin "susturulm ası" gerekiyordu. E bubekir gibi güçlü birinin kızı olduğu için fazla baskı yapılam azdı. A m a bir şey yapılm alıydı. P eygam ber, onunla daha çok "cinsel birleşim de" bulunursa "so­ run" çözüm lenebilirdi. Gelin görün ki, "nöbet" diye bir şey vardı. Bunu Peygamber'in kendisi koymuştu. Gerçi onun da yolu bulunm uş gibiydi. Çünkü Aişe, yaşlı bir kadın olan Sevae'nin nöbetini, onun hoşnutluğuyla alm ıştı Ne var ki, bu gerilerde kalmıştı. D aha çok []* durum da bulunan Aişe için başka "çözüm" bulunmalıydı. "Nöbet" yöntemi kaldırılmalıydı. Bu, "Peygam­ ber" için de önemliydi. Artık "heves"inin geçtiği, biraz çirkinleşmiş bul­ duğu kadınlarla değil; "seçme kadın"larla yatmalıydı. K ısacası, "çözüm " getirilm eliydi. V e getirildi: Kur'an ayetleriyle. A hzâb Suresi'nin ayeti olarak yer alan "vahiy"le "Ulu Tanrı" şöyle seslendi: "Ey Muhammed! Bunlardan (kadınlardan) istediğini bırakır; is­ tediğini koynuna çekebilirsin. Uzaklaştığın kadınlardan da dilediğini kendine çekmekte senin için bir günah yoktur. Bu (yöntem), onların "gözlerinin aydın olmasını", üzülmemelerini ve her birine verdiğin şeylere razı olup kalmalarını daha iyi sağlar. Allah, kalplerinizde olanı bilir. Allah, bilgi ve 'hilim' (yerinde uysalbk) sahibidir." * B e ş s ö z c ü k ç ı k a r ıl m ış tı r . ( Y .N .)

64

Bu "vahiy" gelince A işe ne diyor biliyor m usunuz? En sağlam hadis kitaplarının da yer verdiğine göre, A işe'nin M u ­ ham m ed'e dediği şu: "Bakıyorum da senin Rabb'in, senin ke yfin i yerine getirmekte ("fi hevâke") çok hızlı. O'nu yalnızca bunda hızlı görüyorum."™ İşte A işe'nin sözünü etm ek istediğim "tanıklığı" bu. "Vahy in ne o lduğunu ve ne olm adığını som ut biçim de ortaya koym uyor m u? Ö ykü aslında bununla bitm işe benzem ez. G erek A işe'ye ve gerek öteki []* kadınlara çok daha önem li bir ödün verilm esi gerektiği için, aynı konuda başka bir "vahy"in daha eklendiğini görm ekteyiz: A hzâb Suresi'nin ayeti. Bu ayetle P eygam ber'in "artık k an b i­ riktirm eyeceğine" ilişkin, söz konusu karılara güvence veriliyor. P ey­ gam ber bundan böyle, "cariye" alabilecek am a, yeni kan alam ayacak. Şöyle "buyurulm akta": "Ey Muhammed! Bundan sonra ka n alm ak sana helal değildir. Kanlarını başka kanlarla değiştirmek de. Güzellikleri seni im­ rendirmiş olsa da bu böyle. (Sınır bu kadar.) Ancak; sağ elinin mülk edindiği (cariyeler) bunun dışında. Allah, her şeyi gözetleyicidir." İslam savunurlarının, "M uham m ed şehvetinin ardından gitm iy o r­ du. Ş ehvetle sevdikleri kadınları değil; güç durum da olan kadınları k arılığa alıyordu!" dediklerini bilirsiniz. Şu son ayetteki "G üzellikleri seni im rendirm iş olsa d a " sözü, bu savı yalanlam akta. Yine İslam savunurlannın "M uhammed'in cariyesi yoktu. O cariye edinmezdi. O, köleye, cariyeye karşıydı" biçiminde de "Peygamber"i savunduklarına tanık olmuşsunuzdur. Ayetteki, "Sağ elinin mülk edin­ diği" gibi ilkel bir anlatımla ortaya konan, yani açığa vurulan "gerçek" de, bu savunm ayı kökünden çürütmekte. Evet, M uham m ed "[]" n in ardından da sürükleniyordu. Karı üstüne karı alıyordu. Çoğu kez, seçm e güzelleri seçiyordu. Bu arada "güzel" bulduğu "cariye"leri de "sağ elim le satın alıp m ülk edindim !" diyerek kaçırm ıyordu. K im ini böyle, kim ini de "arm ağan olarak" alıy o rd u "Soylu" karılar engel çıkarm asaydı, "cariye" sayısı çok * İk i s ö z c ü k ç ık a r ıl m ış tı r . (Y .N .)

65

k abarık o lacak tı Y ine de hiç kaçırm ak istem ediklerini elde edi­ y ordu. İsteği, karşılıksız kalm ıyordu. Ve "vahy"i d e bunlara "araç" yapıyordu. B ir kez, birkaç kez değil; birçok k e z "V ahiy" dem ek, "Peygam ber"in "arzuları-istekleri" dem ekti. Bir olay mı var?'O layla ilgili "Tann"nın falanca türlü bir "açıklaması"nı mı istiyor? Hemen "vahiy" hazırdı. Aişe'nin "kolye olayı"nda "Safvan'la zina ettiğini" söyleyenlere karşı da "vahiy" gelmişti hemen. Hem de on ayet birden. Bu ayetler N ûr Su­ resi'nin ayetinden sonra yer alırlar. Bu ayetlerden birine göre ( ayet); "Aişe'nin zina ettiğini eğer dört kişi görmemişse, zina ettiğini söyle­ yenlerin tümü yalancıdır, iftiracıdır". Bundan daha önce de söz edilmişti. Şu ya da bu konuda bir "hüküm " m ü getirilm ek isteniyor? M uham ­ m ed nasıl istiyorsa ona uygun "vahiy"le desteklerdi "Ulu Tanrı". B i­ raz "num ara" tam am , "ayet-vahiy" gelirdi! "Ulu T anrı", sevgili "Peygam ber"i için bunu bile yeterli görm edi. O nun tüm sözlerini bile "vahiy" saydı ve bunu şö yle duyurdu: N ecm Suresi, ayet "Akıp giden yıldıza ant olsun ki; sahibiniz (M uhammed), ne sap­ m ıştır, ne de azm ıştır. O, kendiliğinden konuşm az. Ne söylerse vahidir, kendisine öyle bildirilmiştir. O na bildirip öğreten çok çetin, üstün güçleri olan biridir (Cebrail)." İslamcılar, özellikle İslam "Usulu'l-fıkıh"çıları (İslam hukukçuları), "vahy"i ikiye ayırırlar: A çık vahiy ve kapalı vahiy. Ü nlü B uharalı S adru'ş-Ş arîa U beydullah İbn M es'ud (ö. H icri / M iladi ), kendisi gibi ünlü olan kitabında, konuyu şöyle açıklar: "V ahiy, bir 'açık' olur, bir de 'kapalı' olur. 'Açık' olan d a üç türlüdür: "Birincisi, meleğin diliyle olur. Meleğin ağzından çıkan, Pey­ gam berin kulağına girer. Peygam ber de, bildirenin kim olduğuna ilişkin kesin bir belirtiyle durumu kavradıktan sonra bildirileni alır. Kur'an, bu türden bir vahiydir. A çık vahyin İkincisi, meleğin 'işaretiyle olandır. Sözlü açıklam a olmaksızın. Örneğin Pey­ gamber: 'Ruhui-K udüs (Cebrail), kalbime esinledi ki, hiçbir kimse,

66

yiyeceğini içeceğini tastamam almadan ölmez!' derken bu türden bir vahiy görülür. Bu türden vahye, 'meleğin anımsatması’ (’hatıru'lM elek') adı verilir. A çık vahyin üçüncüsü, kuşkuya yer bırakm a­ yacak biçimde Tanrı'nın esinlemesiyle (ilhamıyla) olandır. T ann, katından bir nur (ışık) yaratır ve o nurun aracılığıyla Peygam ber, Tann'nın bildirdiği gerçeği görüp algılar. T ann Kur'an'da (4/) T ann'm n sana gösterdiği gibi insanlar arasında hükmedesin diye, derken, bunu anlatmak ister. () "Kapalı olan vahye gelince: Bu, Peygamber'in kendi görüşü ve ’içtihad'ıyla olan değerlendirmesidir, bu yolla vanlan sonuçtur.. ," E zher Üniversitesi Edebiyat ve İlahiyat Fakülteleri D ekanlıklannı birlikte yürüten bir İslam savunuru Prof. Dr. A bdulcelil İsâ, profesör­ lüğüne, dekanlığına yakışır (!) bir kitap yazm ış. Adı lctihadü'r-Resûl (Peygam ber’in İçtihadı). "Peygamber'in içtihatları"na, bu kitapta örnek­ ler verilir ve "Allah'ın elçisi" savunulur. Bu örneklerden ikisini ben de size sunayım. Sevgili "Peygamber'imiz" ne tür "içtihat"ta bulunurlardı, birlikte görelim: Birinci örnek: "Peygamber"e göre, Tann, İsrailoğullanna çok kızmıştı. Bu nedenle onların kimilerini, sıçana çevirmişti. Kendi döneminde bir­ takım sıçanlarla karşılaşm ıştı M uhammed. V e bunların, "Yahudilerden dönüştürülm üş sıçanlar" olduklarını hemen anlamıştı! "İçtihat"h: Bir de­ nem e yapm ıştı; sıçanlann önüne "deve sütü" koymuştu içsinler diye. Ne var ki, sıçanlar sütü içmemişti. Bu kez "koyun sütü" koymuştu. O zaman görmüştü ki, sıçanlar sütü içiyor. "Bu ne dem ektir?" deyip düşünmüş, kafa yormuştu. Düşünmüştü ki, Israiloğulları, yahi Yahudiler, "deve sütü iç­ mezler", yalnızca "koyun sütü içerler." Öyleyse? Evet, "Öyleyse" deyip so­ nuca varmıştı: "Bu sıçanlar, Tann'nın bir zam anlar öfkelenip Yahudileri dönüştürdüğü sıçanlardır. O sıçanlardan üremedirler." B unu yansıtan "hadis", B uhari ve M üslim 'in de içinde bulunduk­ ları en sağlam hadisçilerin kitaplarında da yer alm ıştır İkinci örnek: "Peygam ber"e göre, T ann’nın kızıp hayvana çevirdiği Yahudilerden kimileri de, "kertenkele"ye çevrilmişlerdir. Onun için de yine düşünüp taşınarak, yani "içtihaf’ta bulunarak, "kertenkele"nin, bu­ nun için yenm em esi gerektiğini söylemiştir.

67

Bunu anlatan "hadis" de, "sağlam" kabul edilen (örneğin Müslim'in E's-Sahihi gibi) hadis kitaplarında bulunmakta Peygamber'in anlattığına göre, Yahudilerden kimileri de, "m aym un'iara, "dom uz"lara çevrilm iş. A m a nedense bunların "nesilleri tükenm iş " m iş Ç ünkü M uham m ed, arkadaşlarına, bu h ay v an lara d ö n ü ş­ türülen Y ahudilerin y alnızca "üç gün" yaşadıklarını an latm ış! Bir insan düşünün ki, ne söylese vahiy sayılıyor, ne düşünse vahiy sayılıyor. V e bir din, bir "hukuk", bir "ahlak" düzeni düşünün ki; bu in­ sanın yaşam ında, hem de ilkel denebilecek türden yaşam ında yer alan söz konusu "vahiy'ien, yargılarına "dayanak" kabul ediyor, ona göre so­ nuçlar çıkarıyor ortaya. Acı acı düşünm ez misiniz? M uham m ed'in söyledikleri, düşündükleri arasın d a hiç "yanlış" yok m uydu, hiç "saçm a" yok m uydu? "[]" bile vardı. Kur an d a bile açığa vurulur bu. Örneğin A hzâb Su­ resi'nin ayetine göre, M uham m ed, oğulluğu Zeyd'in karısını sevmişti. A m a Zeyd'e bunun tersini açıklam ıştı. "Karını tut, bırakm a!.." demişti. "Yalnızca Tann'dan korkacağı" yerde, "insanlardan çekinmiş"ti. O ne­ denle, Zeyd'in karısında gözü olm adığını belirtmişti. O ysa gözü vardı. Yani M uham m ed, söylemişti o adama. "Tanrı" bunu açığa vurur görünmekte. "M uhammed, gerçekten biraz saparsa işte böyle açığa vu­ ruruz!" dem ek istenmekte. Tanrı'ya bunu söyletir görünmesi, M uham ­ med'in bir başka tür "numara"sı. Bu ayetle ne am aç güdülürse güdülsün, "Peygam ber"ın "[]" da söyler olduğunu belirtm iyor m u anlatılanlar? O nun "her söylediği vahiy" olunca, "[]" la rı da "vahiy" sayılıyor dem ektir. O nun düşündükleri, ileri sürdüğü görüşleri içinde nice saçm alar bulunduğunu da "hadis"lerinde bol bol görm ekteyiz: B uhaıînin de yer verdiği bir hadise göre, "Hayber'in ele geçirildiği gün", M uham m ed, "eşek eti"nin pişirildiği kazanlara yaklaşır, "eşek eti" olduğunu öğrenince; "Etleri hem en dökün ve kazanları da kırın!" b u y ­ ruğunu verir. "Etler dökülsün", neyse de; "kazanlar neden kırılsın"? Saç­ ma değil mi bu? "Kazanlar", yıkanıp temizlenebilir. "Peygamber"e anla­ tılır. O da, "kazanların kırılm ası"na ilişkin buyruğunun saçmalığını anlar ve buyruğu geri alır

68

"İyi ki, adam sözünden dönm üş!" diye düşünülebilir. B ence "dönm ek zorunda kaldığım " düşünm ek dah a doğru. G ös­ terilen tepkilerden ötürü. B ir başka örnek: B ir topluluk, hurm alarına "aşı" yapıyordu. M u­ ham med, yanında A işe'yle birlikte yanlarına uğrayıp durumu gördü. N e yaptıklarını A işe'ye sordu. A işe, "aşı" yaptıklarını ve "aşının ne oldu­ ğunu" anlattı kendisine. A işe'yi dinleyen "Peygamber", görüşünü şöyle belirtti: "Bu yöntemin bir yarar sağlayacağını hiç sanmam!" "Peygamber’in görüşü, vahiy" değil miydi? N e denli saçm a da olsa; hum ıa sahip­ leri, "hurmalarını aşılama" yöntem ini bıraktılar. A m a ne oldu, nasıl ol­ duysa, "Peygamber", önem li bir zarara yol açtığını anladı. Belki de ken­ disine bu anlatıldı. V e bunun üzerine, adam lara haber gönderdi; aynı yöntemi sürdürebileceklerini bildirdi Bu olay üzerine, onun "Siz dünya işlerinizi benden daha iyi bilirsiniz!" dediği de yer alır hadiste Peki, "dünya”da yaşam ıyor muydu bu adam ? İçinde yaşadığı "dünya"ya, "dünya yaşam ı"na ilişkin hiçbir şey söylem eyecek miydi ve söy­ lem iyor m uydu? Bu sözler "vahiy" sayılmalı mı, sayılmamalı mı? "Sayılm am alı!" denem ez. Ç ünkü N ecm Suresi'nin, yukarıda anla­ m ını sunduğum 3. ayeti oldukça açık: "O (M uham m ed), kendiliğin­ den söylem ez!" deniyor. 4. ayet daha da açık: "Ne söylerse vahiy­ d ir" diye "buyurulm akta". M uham m ed'in saçm a sözleri, saçm a görüşleri ne olacak? "Tanrı"sı bulunm alı da o n a sorulm alı! M uham m ed'in "dünya yaşam ı"na ilişkin sözleri, öğütleri, ö nem li bir yer tutar: O, bir "öğretm en"di aynı zam anda. Örneğin: "Yalan söyleme" gereği mi duyuluyor? O öğretirdi bunun alanını, yolunu yöntemini. Buna göre, "Ara düzeltmek için" yalan söy­ lenebilir, "savaşta hile yapm ak için" yalan söylenebilir, "kankoca" ara­ sında yalan söylenebilir. En sağlam sayılan hadis kitaplarında bile bunu anlatan hadisi görüp okum aktayız N asıl "yeneceğini", nasıl "içileceğini" de öğretirdi o. Ö rneğin, "H ep bir arada (aynı kaptan) yiyin! A yrı ayrı (kaplardan) yem eyin! Ç ünkü, 'bereket', bir arada yem ek yem ededir" d erdi N asıl y en ece­ ğini "parm aklarını yem eğe batırarak" gösterirdi. "Parm aklarını ya­

69

lar"dı. Ve öyle yapılmasını söylerdi. Bu "yalama"da "bereket" olduğunu bildirirdi. "Parmaklarınızı ya kendiniz yalayın, ya da başkasına yalatın!" derdi, "parmaklarını yalamadan ya da başkasına yalatmadan, kimse el­ lerini mendile silmesin!" derdi Yalnızca "parmaklar"m değil; "yemek tabağı"nın da "yalanmasını" buyururdu. Bunun gerekçesini de şöyle açık­ lardı: "Çünkü siz, 'bereketin nerede olduğunu bilemezsiniz!" Sonra "ağızdan yere düşen bir lokma"nın da alınıp yenmesi gerektiğini anlatırdı. "O lokmayı alın, yiyin ki, şeytana kalmasın!" diye açıklardı nedenini "Artık"lann yenmesini, içilmesini öğütlerdi. Herhangi bir şey içilen su kabının, bardağın "dışında üç kez solumak" (nefes almak) gerektiğini, içilecek şeyin böyle içilmesinin uygun olacağını bildirirdi B öyle "edep erkân (görgü) öğretm enliği"nin d ışında d a niteliği" vardı: B ir "doktor"du da: D iyelim ki, yenen, içilen şeyin üzerine sinek kondu. K onar ya! İşte o zam an, yani bu konuya ilişkin olarak, bir "doktor" niteliğiyle konuşur M uham m ed'im iz: "H erhangi birinizin kabına, b ir sin e k gelip düşerse; yiyen içen k işi hem en o sineğin tüm ünü kabın içine (iyice) batırsın! Ç ünkü o sineğin b ir kanadında zehir, öbür kanadında (zehri etkisiz kı­ lacak) 'şifa' (ilaç) vardır," "Bilim adamı" kılığıyla ortaya çıkm ış olan niceleri de, bunu "bilim"le bağdaştırma çabasını gösterirler. M uhammed'im izin "ilkel doktorluğu"nu "bilime uygun göstermek için V e kimi "âlimane açıklama"ya göre, "si­ nek", önce, "zehir" bulunan kanadını batırırmış bir nesneye konduğunda. Büyük "âlim"lerimizden (!) Prof. Dr. Kâmil Miras, bir sineğin bu işi "nasıl becerebileceği" sorusunu getiriyor ve "evvela", "sonra" diyerek "cevap"lar veriyor. Özeti şu: "İlahi bir ilham"la bunu bilip üstesinden gelebilirm iş Şu "Tann"ya bakın siz; "sineğin bir kanadına zehir koyan" da kendisi, o zehri nasıl kullanacağını, nasıl zarar vereceğini "sineğe ilham eden" de kendisi, öyleyken kalkıp "Peygamber"ıne, bu zehrin nasıl "etkisiz duruma getirilebileceği"ne ilişkin bilgi vererek "kurtuluş çaresi" öğütletmiyor! M uham m ed, "doktor" olarak "hastalık"lar konusunda konuşurken çok, pek çok önem li şey söyler:

70

B u harî ve M üslim 'in de kitaplarına aldıkları şu "hadis"e bakın: "H astalık başk asın a geçm ez (hastalık b ulaşm az= b u laşıcı h as­ talık yoktur)!" B öyle diyor M uham m ed. "Tanrı"sından aldığı "vahiy"le! Ancak; "doktor M uham m ed" bunu söylerken, bir "itiraz"la karşılaşır. İtirazı yönelten: B ir "A'rabî", yani bir Arap "köylüsü" ya da bir "göçebe". "A ’rabî"yle M uham m ed arasında geçen konuşm a şöyle: "-S en öyle diyorsun, 'hastalık bulaşmaz!' diyorsun ama; ya benim develerime ne oldu?! Benim geyikler gibi olan develerimin arasına yabancı uyuz develer girdi; sonra olan oldu: U yuz develer, benim develerimi de uyuz yaptılar. Buna ne dersin?! -P e k i ya ilk uyuz deveyi kim uyuz yaptı, ona ne o ld u ?!" İkinci soruyu soran, "doktor" Muhammed! A klınca A rabi'yi susturmuş oluyor bu sorusuyla. "Uyuz bulaşmayla olmamışür. Hastalık bulaşmaz. 'Uyuz bulaşmayla senin develere geçmiştir!' dersek; 'ilk uyuz deveye, uyuz nereden bulaşmıştır?’ sorusuna karşılık bulmak gerekir. Yani, senin de­ velere falanca develerden, o develere de filancalardan, onlara da başka­ larından, ona ondan, ona ondan diyerek taa 'ilk uyuz' deveye dek var­ dığımızda: 'Bu deveye ne oldu, buna nereden bulaştı uyuz?' sorusu kar­ şım ıza çıkar. V e bu soruya cevap bulunmaz. İşin gerçeği şu: Hastalık, bulaşmadan değil; Allah'ın takdiriyle olur, oluşur!" dem ek istiyor! V eteriner D oktor M uham m ed'in sözleri, A 'rabî’yi doyurmuş m udur? Sanmıyorum. N iye derseniz: O adam M uham m ed gibi değildi, işin için­ deydi, işin "tecrübe"sindeydi. M uham m ed gibi havadan konuşm uyordu. "Vahy"i filan yoktu, ama, o konuda "tecrübe"si vardı. Belki "susmuştu". A m a "aydınlandığı için" değil. M uham m ed'in doktorluğu, "Peygam berlik" m esleğine uygun o la­ rak, "üfürükçülük"le k arışık bir doktorluktu. B irkaç örnek: "Baş" ya da "kulak" mı ağrıyor? Y a da bir "zehirlenme" mi var? D ok­ tor M uham m ed'e göre "göz (nazar) değmiş" olabilir. "Tedavi" için yapılm ası gerekense: "Üfürük.'' Yani "okuyup üfürmek" gerek. A rada da elle şu türlü, bu türlü dokunm ak M uham m ed'in en yakın dostlarından Enes İbn M âlik anlatır ki; Bir M edineli aileden kişiler (yılan, akrep gibi

71

ağılı hayvan sokmasıyla) "zehirlenmiş"lerdi ve kimilerinin "kulakları ağrıyordu" da, "Peygamber'in izni"yle "üfürükle tedavi" yoluna gidildi Sevgili "karıların d an Aişe de "Peygamber"m, "her türlü ağılı hayvan ağılam asından dolayı, üfürük yoluyla tedaviye 'ruhsat verdiğini"’ anla­ tır Dahası, Aişe, "göz değm e (nazar) olaylarında Peygamber'in, üfürü­ ğü kesinlikle emrettiğini" de söyler K arılarından Ü m m ü Selem e anlatır ki; M uham m ed onun odasındayken, yüzünden "sarılık" olduğu anlaşılan b ir kız getirildi. "Pey­ gam ber" ya da D oktor M uham m ed, hem en şu buyruğu verdi: "Bu k ız­ cağıza okutun, üfletin! Çiinkü bunda 'göz değm e' (nazar) v ar." Yani "göz değince", insanoğlunun başı ağrır, kulağı ağrır; yılan, ak­ rep gibi ağılı hayvanlar sokar; insan zehirlenir; sanlık olur. Olur da olur. Her türlü hastalık olabilir "göz değince". Bunun da bir "tedavi" yolu var: "Okumak, üfürmek" ve yöntemine göre elle dokunmak. Haa, bir şey unuttum: "Üfürük"le tedavide, "tükürük" de önemli. Şaka yaptığımı san­ mayın. İncelem e konulannda yapm am da. [] D oktor M uhammed'in kendisinin de "üfürükle tedavi" yaptığını söyleyen kansı Aişe, bakın ne diyor: "(Getirilen ya da yanm a gittiği) hastaya, Peygam ber tedavi eder­ ken şöyle derdi: Bism illah (Tanrı'nın adıyla). Bizim toprağım ız­ la, kim im izin tükürüğü, R abbim izin izniyle hastalarımızı iyi­ leştiricidir." "Peygam ber doktor" M uham m ed'in doktorluğunu, çağım ızın "din savunuru doktor"ları da över Doğaldır, överler. İnanır sürüleri iyice benimsesinler diye. "Bey"lere, "efendi"lere çağdaş doktorlar, çağdaş yöntemler; inanır sürülerineyse "Peygamber doktor" Muhammed'in yöntemi. "Üfürükçülükle tedavi" yön­ temi. Uygun görülen bu. Bunun böyle sürüp gitmesi için görev almış "gö­ nüllü hizmet erbabı" arasında, her meslekten kişiler olduğu gibi, "dokto r'lar da bulunacaktır elbet. Onun için, kimi "çağdaş" doktorların da, Muhammed'imizin "doktorluğu"nu övmelerini yadırgamamak gerekir. B ununla birlikte şu da var: Kimi "bey"ler, "efendi' ler, M uham ­ m ed'in "üfürük" ve "tükürük"le tedavi yöntem ine karşı çıkarlar. B u­

72

nun "ilkelliği"nı söylerler. A caba "insancıl duygular"la mı bu tutum u gösterirler. Belki. Kim i zam an bu duygular kabarır. A m a başka neden de bulunabilir. Ö rneğin, "sürü"lerin "güç"lerinden yararlanm ak. Ç a­ lışm alarından, kendi çıkarları için yararlananlar, hastalıklar nedeniyle işgücünün tehlikeye sokulm asını istem iyor olabilirler. İster insan sürülerininki olsun, ister hayvan sürülerininki olsun, işgücü önem lidir o nlar için. Y ani hayvanlarına nasıl bakıyorlar, hayvanlarının sağ lığ ıy ­ la nasıl ilgileniyorlarsa, çalıştırdıkları inanırlarla öyle ilgilenm elerini de doğal bulm ak gerek. E lverir ki, sürü, kendilerine başkaldıracak güce erişm esin. M uham m ed'im izin Peygam berliği yanında uğraşı yalnızca "dok­ torluk" da değil. D aha nice uğraşlarına rastlan ır "dünya yaşam ı"na ilişkin olarak. Bütün bunlar, "vahiy" ve "vahiy ürünü" sayılmakta. Onun tüm sözleri, görüşleri, "izin’ leri, davranışları böyle nitelenmekte. Böyle nitelemek de zorunlu. Çünkü yukarıda da sunulm uştu ki, Kur'an ayetleri açık. Onun "her sözünü"nün "vahiy" olduğu belirtiliyor açıkça. "Tanrı" tarafından! Onun tutum ve davranışlarının örnek alınması gerektiğini bildiren buy­ ruk da var: Ahzâb Suresi’nin ayetinde şöyle dendiği görülür: "A nt olsun ki, sizin için, A llah’a ve ahiret gününe kuşku duym ayıp um ut bağlayanlar ve A llah'ı çok çok ananlar için, M uham ­ m ed'in tutum ve davranışları güzel örnektir." K alem Suresi'nin 4. ayetinde de, "T anrı"sı kendisine şöyle ses­ lenm ekte: "K uşkusuz sen, en büyük ahlak üzerindesin!" İslam savunudan, M uhammed'in en ilkelliklerini bile, "üstün ni­ telikler" olarak gösterm ek için ellerinden gelen çabayı eksiksiz harcarlar. B ununla birlikte, "akılcı" görünen kesimi bir yana bırakacak olur­ sak; İslam "kelam"cıları, "vahiy" için, yani "peygam ber olmak" için "üstün" ve "olağanüstü" niteliklere sahip olm ayı "şart" görm ezler. "Bir insanı, Tanrı'nın peygam berliğe uygun görüp seçm esi yeterlidir. Tanrı

73

kimi dilerse onu seçer. B aşka koşul aranm az" derler Kur'an ayetleri de bu görüşü destekler nitelikte: Örneğin En'âm Suresi'nin aye­ tinde: "A llah , peygam berliğini vereceği insanı daha iyi b ilir" denir. Bakara Suresi'nin ayetinde de, "A llah, rahm etini dilediğine özgü olarak v erir" dendiği görülür. Aynı açıklama, Â li İm rân Suresi'nin ayetinde de var. Ancak, "din" ve "İslam" savunurluğu da yapan "felsefeciler", vahiy alabilm ek ve "peygamber" olabilmek için "koşullar" ileri sürerler:

74

FELSEFECİLERE G Ö R E PEY G A M B ER LİĞ İN Ü Ç K OŞULU

A dudu’d-D in İcî (ö. ) ve Seyyid Ş erif C ürcânî (), şu b ilgileri aktarırlar: "Felsefecilere göre: Peygam ber olmak için, peygamberi başkaların­ dan ayıran üç özellik gerek: "Birinci özellik: Peygam ber olan kişi, 'bilinm eyen’leri bilmeli. G eçm işte, o sırada ve gelecekte neler bilinemiyorsa, onları Olup bitmişleri, olm akta olanları ve olacakları Gizleri, gizlilikleri, peygam ber, açık seçik bilmeli, anlatmalı, haber vermeli. "Bu, olm ayacak şey değil. Çünkü, insanlara özgü ruhlar, yere, m addeye bağlı değildirler, soyutturlar. B u ruhların, bu dünyada olup biten ve olacak olan her şeyin biçim lerinin çizili, b ilg i­ lerinin yazılı olduğu göksel ve soyut ru hlarla bağları-bağlantıları vardır. İnsandaki 'algılayıcı ruh' (=kavram a yeteneğ i= ’E 'n-N efsü'n-N âtıka’), göksel soyut ruhlarla bağlantı kurup, dünyam ızda olup bitenleri ya da olacak olanları o ruhlarda g ö ­ rebilir ve bir yazı okur gibi, her şeyi oradan okuyup bildirebilir. A yna, karşısındakini nasıl yansıtırsa, o ruhlar da, d ü nyam ızda o lanları, ya da o lacak olanları öyle yansıtır. ( ) "İkinci özellik: P eygam ber olan kişi, olağanüstü durum lar (m u­ cizeler) ortaya koym alı. Şu dört öğenin (hava, su, toprak, ateş) egem en olduğu dünyanın, m addesi ve biçim iyle birlikte Peygam ber'in buyruğunda olm ası gerekir. H er şey P eygam ber'e boyun eğm eli. B edeninin, ruhuna bağlı olm ası gibi.

75

"Bu da olm ayacak şey değil. Çünkü, insana ö zgü ruh, m addeyi etkiler. U tanm a, korkm a ve öfkelenm e durum larında insan b e­ deninde m eydana gelen değişiklikler, kızarm alar, sararm alar, ateşlenm eler de bunu gösterir. ( ) "Ü çüncü özellik: P eygam ber olan kişi, m elekleri som ut biçim de görebilm eli. V e m eleklerin T anrı'dan aldıkları vahyi, açık-seçik kavrayacak nitelikte sözlerini işitebilm eli. "Bu da olm ayacak şey değil. Çünkü, insan uykudayken bu du­ ru m lara erişebilm ekte. B irtakım kişilerle konuşabilm ekte, o k i­ şilerin, gerçeği açık seçik anlatan sözlerini duyup işitebilm ekte. N eden? O sırada insan, ruhu m eşgul eden şey lerd en sıy rılm ış­ tır d a o n d a n İnsanın uyurken ulaştığı durum a, P eygam ber uyanıkken neden erişm esin? ( ) P eygam ber, kutsal ve kutsallar dünyasıyla bağlantı kurduğuna göre, bu o lm ay acak bir şeym iş gibi d ü şü n ü lm e m e li" F elsefecilerden aktarılan görüşleri, ben özet olarak sundum . İnsanlığın aldatılm asında, "felsefeciler"in çabaları d a bir b aşka türlü. Bu din savunuru "felsefeciler"in, "akıl"la, ”bilim "le ilgileri var sanılır, am a gerçekte dogm acı dincilerden hiç farkları yoktur. E ve­ lem eleri, gevelem eleri gelip bir noktaya dayanm akta: "Soyut ruhlar", "m adde dünyası"nı etkileyen "m adde dışı varlıklar" ve de "hükm eden üstün varlık", yani "Tanrı". "Ü stün güç", evrene, bu arada dünyaya düzen verir, dünyayı düzenlem ek için de "üstün nitelikli insan"lar y a­ ratır ve kim ilerini "peygam ber" olarak gönderir. Şu bir tek som, topunu birden yere sermeye yeter: "Üstün güç", "Tanrı", mademki, "üstün nitelikli insan"lar yaratabiliyor; eli değmişken tüm insanları "üstün nitelikli" yaratsaydı, evrenin "düzeni" için daha iyi olmaz m ıydı? Kimini, kimine aracı kılm aya ne gerek vardı?

76

Y A H U D İL İK SA V U N U R L A R IN A G Ö R E V A H İY VE PEY G A M B E R L İK T Ü R L E R İ

Y ahudi ulularından M u sa İbn M eym un (), "Peygam ­ berlik" le ilgili görüşleri üç görüşte toplar: İbn M eym un'un anlattığına göre, peygam berliğe ilişkin birinci g ö ­ rüş, Y ahudilerin halk (avam ) tabakasıyla, "din adam ları"nın bir b ölü­ m ünün görüşüdür. Ö zeti şu: "Tanrı, insanlardan kimi diliyorsa onu seçer ve peygam ber yapar. O kişi ister âlim , ister cahil, ister ileri yaşta, ister k üçük yaşta olsun, fark etm ez. Y alnız pey g am b er olan kişinin; iyi, y a­ rarlı kişi, yüksek ahlaklı olm ası g e re k ir" Y ine İbn M eym un'a göre, ikinci görüş, "felsefeciler"in görüşü. V e ö zeti şu: "Peygamberlik, insanın yapısındaki bir çeşit olgunluktur ('kemâl'). İnsan türündeki bu olgunluk, birtakım çilelere girmelerle ancak 'güç' durum undan 'iş' durum una geçerek gerçekleşebilir. D oğal yapısında, m izacında buna bir engel yoksa. Y a da dıştan bir engel, bunun önüne geçmezse. Her olgunluk da öyle. Engele takılm adıkça gerçekleşebilir. Bu şu dem ektir ki, söz konusu olgunluk, insan türünün tüm bireylerinde değil; yalnızca kimi bireylerinde vardır. K oşullar tamam olunca, zorunlu olarak belirir. D em ek ki, söz ko­ nusu olgunluğu doğurtup ortaya koyacak bir şey gerekli. (Çileli uğraşmalar.) Bu şunu gösterir: Cahil olan, peygam ber olamaz. Bir insan akşam peygam ber değilken, peygam ber olmayarak ge­ celerken, sabah peygam ber olarak ortaya çıkamaz. Yani birdenbire bir buluş elde etm iş gibi olamaz. B ir süreç işidir bu. O lgunlaşm a bir süreç içinde tam am lanır. G erekli olg u n lu ğ a erişm iş kişinin

77

durum u, konuşm alarından, yaşayışından belli olur. İnsan, b ö y ­ le bir olgunluk durum una ulaştıktan sonra da, ister istem ez p ey ­ gam berlik niteliğini kazanır. Söz konusu olgu n lu ğ a erişsin de peygam ber olm asın, bu m üm kün değil. Peygam berlik, olgunlu­ ğun zorunlu sonucudur. Tıpkı iyi besinin, yararlı, tem iz kan sağlar olm ası gibi." İbn M eym un bunları aktardıktan sonra "üçüncü görüş"e geçiyor. V e şöyle diyor: "Ü çüncü görüş, bizim şeriatım ızın görüşüdür. Bizim görüşüm üz de, tem elde felsefecilerin görüşünün aynıdır. B ir noktanın dışında: "B izim görüşüm üze göre, insan, peygam berliğe tam hazır duru­ m a gelm iş olabilir de; peygam ber olm ayabilir. Ç ünkü, T an rın ın dilem esiyle olacak şeydir bu. B ence bu, tüm m ucizelerde görü­ len durum a benzer. H em en hem en aynı. Ç ünkü doğal olan, k a­ rakteriyle, aldığı eğitim ve edindiği yeteneklerle, kişinin p ey ­ gam ber olm asıdır. D oğal olan buyken yine de peygam berliği önlenebilir. (D oğallığa ters m ucize gibi.) E linin hareketi b ir­ denbire duruveren insan gibi. ’Y eroboam ’ g ib i" B urada sözü edilen Y eroboam , İsrail'de devletin bölünm esinden sonra kuzeydeki kabilelerin K ral yaptıkları bir kişidir. Tevrat'a göre, Y eroboam , yeni bir tapınak yapar ve bu tapm ağa, soyluların dışında rahipler (kâhinler) görevlendirir. V e bir "m ucize" olarak da "eli kurur" M usa İbn M eym un, peygam berlik için yeterli olgunluğa ulaştığı halde peygam berliği önlenen kim selerden örnekler veriyor. B unlardan biri; N eriya oğlu Baruk. Şöyle diyor: "B aruk, Y erem ya P eygam ber'e bağlıydı. Y erem ya onu çileye sokup yetiştirdi, eğitti, hazırladı. A rtık kendisi de peygam ber olacağını um m uştu. A m a olm adı, önlendi peygam berliği. 'İnil­ tim den yoruldum ve rahat edem iyorum !' dem işti de; Rabb, Y e­ rem y a aracılığıyla o n a karşılık verm işti: 'O na şöyle d iy ecek ­ sin, R abb şöyle diyor: Sen kendin için büyük şeyler istiyorsun, istem e!"' 78

A m a Tevrat'ta, şunları okuyoruz: "Ve ondan sonra vaki olacak ki, bütün insanlar üzerine ruhum u dökeceğim : O ğullarınız da, kızlarınız da peygam berlik ed ecek ­ ler!" (Y oel, ) M u sa İbn M eym un diyor ki: "Bu, sizi yanıltmasın. Çünkü, Rabbin kendisi bunun yorumunu ge­ tiriyor ve bunun, bu peygamberliğin ne tür peygamberlik olduğunu yine kendisi şöyle anlatıyor: 'Gençleriniz rüya görecekler ve yaşlılarınız rüyalar görecekler!' (Yoel, ) Çünkü kâhinlik ve sezgi yoluyla 'bilinmeyen'in bilinmesi ya da gerçek çıkan rüya yo­ luyla o bilginin elde edilmesi de bir çeşit 'peygamberlik' sayılır. Böylelerine de 'Peygamber' derler.. ," tbn M eym un, "M u sa 'y a geldiği ileri sürülen "vahiy"deki "ses" ve "söz" üzerinde de durur: "Rabbin sesini herkesin işitebildiğini; am a ’söz'lerini yalnızca M usa'nın duyup kavradığını, çünkü R abbin y al­ nızca onu kendisine 'm uhatap' aldığım " y a z a r T evra t'taki (M u­ sa'nın anlatım ını aktaran) şu ayetleri anım satır: "Ve Rabb, size ateş içinden söyledi. Siz sözlerinin sesini işittiniz. B ir kimsenin kendini görmediniz, yalnızca ses işittiniz. Rabb'di O. Yapasınız diye size buyurduğu on em ri size bildirdi ve onları iki taş levha üzerine yazdı." (Tesniye, ) N e güzel bir "kandırm aca". Z avallı inanır kitleleri, "işte bakın, bir ses işittiniz ya, işte o ses, R abbin sesidir. B an a sesleniyor. Siz sesteki sözleri anlayam azsınız. Ç ünkü O yalnızca benim le konuşuyor. Size olan 'ahd'ini, 'on buyruğu'nu benim aracılığım la iletm ek istiy o r!" türünden sözlerle ne güzel kandırılıyorlar. O ysa "işitilen ses", ya bir "gök gürültüsü"dür, ya da herhangi bir "ses"!!! İbn M eym un, M usa'nın yanında bulunanların, onun "m ertebe"sine erişm edikleri için "R abb'in sesindeki sözleri kavrayam adıklarını" ileri sürm ekte M usa İbn M eymun, "Peygamber" M usa'nın, başka peygamberlerinkinden çok farklı bir peygamberliği olduğunu açıklamalarıyla ortaya koyduğunu anlatır

79

P eygam berliğin de şu dem ek olduğunu yazar: "Ö yle b ir verim li akıştır (’feyz') ki, T anrı'dan akıp gelir. İş d u ­ rum unda, çalışır d urum da olan akıl ('el aklu'l-faal') aracılığıyla (insandaki) 'algılayıcı güç'e (insandaki kavram a yeteneğine) akar. Ö nce buraya, sonra da 'yaratıcı hayal gücü'ne (el kuvvetü'lm iitehayyile'ye) akıverir. Bu durum , insanoğlundaki en yüce m ertebe ve ulaşılabilecek en son derecedeki o lg u n lu k tu r!" İnsanoğlunun "aklım" nerelere saptırmışlar, görüyorsunuz. Burada sözü edilen "akıl"lann "insan aklı"yla hiçbir ilgisi yoktur. Eski Yunan'da "tezgâhlanan" bir kandırm a aracıdır. Bu araçla da nice insan kitleleri yüzyıllar boyu oyalanıp gerçeklerden saptırılmışlardır. Yüzyıllar boyu "din"ciler, bu "tezgâhlanmış akıl"lara dört elle sarılarak, Tevrat'ın, İn ­ c ilin ., Kur'an'm []larını savunagelm işlerdir. İbn M eymun, "rüya"nın da "Peygam berlikken bir parça olduğunu an­ latan Tevrat yorumcularına hak verir. Tevrat yorumlarından, "rüya, pey­ gamberliğin altmışta biridir" sözünü aktarır. Aynı yorum larda yer alan, "rüya, peygamberliğin koruğudur" sözü üzerinde durarak şöyle der: "R üyanın koruğa benzetilm esi ilginç' bir benzetm edir. Çünkü koruk, m eyvenin ta kendisidir. N e var ki, daha olgunlaşm adan, zam anı gelm eden kopm uş-koparılm ıştır. U ykudayken, insanda­ ki düş gücü de öyle. P eygam berliğinkine benzer bir durum da çalışır. N edir ki, d ah a eksikleri var. E n son noktaya ulaş­ m am ıştır daha." Nice "yüksek düzeyde kültürlü" geçinen, "yüksek tabaka"dan kişiler görm üşüm dür ki, bu tür saptırmacaları "gerçek" diye benimser, ileri sürüp savunurlar. İnsan aklının "ırzına geçilerek" yaratılan bu tür "düşünceler"iü! S avunulurken şöyle bir soru sorduğunuzda bocalam a başlam ıştır hemen: Demek "rüya", "Peygamberliğin koruğu". Ve dem ek "Peygamberlik", bu koruğun "olgunlaşmış"ı. İyi am a bu "olgunlaşm ış biçimi", neden başkalarında değil de, yalnızca "Peygamber" diye ortaya çıkm ış ya da çıkarılmış kişilerde görülüyor? O ysa gerek kendi çağlarında, gerek daha sonraki çağlarda, onlardan daha akıllı, daha zeki ve her yönden daha

80

gelişm iş insanlar var. İlkelliği her şeyinden belli olan bir "Peygamber"de "koruk olgunlaşm ış" da, örneğin çağım ızın nice alabildiğine gelişmiş, kültürlü, bilgili insanlarında o "koruk" neden "olgunlaşmamış"? V erilebilecek karşılık şu olabilir yalnızca: "Tanrı öyle uygun görüyor. Kimi diliyorsa onu seçiyor. O 'nun hik­ m etinden sorulm az." B öyle diyenlerle de "pek tartışm a olam ayacağı" için; çoğu kurnaz "din" savunurları bu "cevap yolu"nu tutarlar. M usa İbn M eym un, "rüya"nın önem ini kanıtlam ak için T evra t'tan şu ayetin de üzerinde durur: "Ve Rabb şöyle dedi: Şimdi sözlerimi dinleyin: Eğer aranızda bir peygamber varsa, ben Rabb, rüyada ona kendimi bildireceğim, rüyada onunla söyleşeceğim." (Sayılar, ) İbn M eym un, "Peygam berlik"leri "dört tür"de toplar: "Birinci türde: P eygam ber, vahyi m elekten aldığını belirtir. A y­ rıca ’rüya'da m ı, yoksa uyanıkken açık açık görerek mi m eleğin sesini, sözünü işittiğini açıklar. "İkinci türde: Peygam ber, m eleğin kendisine seslendiğini, onun­ la konuştuğunu açıklar am a, ne durum dayken, yani uykudayken m i, uyanıkken m i bunun gerçekleştiğini açıklam az. "Ü çüncü türde: M eleğin sözünü hiç etm ez. Yalnız, vahyi, hangi durum dayken aldığını belirtir. "D ördüncü türde: Peygam ber, 'm utlak' bir sözle, T an n 'y la ko­ nuştuğunu anlatır. Y a d a T an n 'n ın kendisine, 'şunu yap, bunu y a p ' dediğini belirtir. Bunu belirtirken ne 'm elek'ten söz eder, ne de hangi durum da vahyi algıladığından. Ç ünkü belli ki, ya rüya durum undayken, ya da uyanıkken vahiy gelm iştir. Y ine belli ki, vahiy, m elek aracılığıyla gelm iştir." M usa İbn M eymun, bu anlattıklanna, Tevrat ayetlerinden örnekler verir Aynı zamanda bir "filo z o f olduğu için, hangi türü olursa olsun, "Peygam berlik"leri savunur ve "ırzına geçilm iş a k ıf la bağdaştırm a işin­ deki ustalığını gösterir! İnsan sürülerinin kafalarına "iyice yerleştirmek" için

81

H IR İST İY A N LIK SA V U N U R L A R IN A G Ö R E V A H İY VE PE Y G A M B E R L İK T Ü R LER İ

Bilindiği gibi, Tevrat'a göre M usa, "efendi" (Rab) T ann'yla insanlar, daha doğrusu Yahudi toplumu arasında "eski ahid" (=eski ant=eski söz­ leşme) için "Peygamberlik" ediyordu. Musa, "Rabb"inin "buyruklar"ını "İsrailoğulları"na ilettiğinde, O'nun şu sözünü de iletmişti: "Ve şimdi gerçekten sözüm ü dinleyeceksiniz, ahdim i tutacaksınız; bana tüm toplumlardan daha 'has' toplum olacaksınız. Çünkü bütün dünya benimdir. V e siz bana, kâhinler krallığı oluşturacak ve kut­ sal toplum olacaksınız. Senin İsrailoğullarına söyleyeceğin sözler bunlardır." (Çıkış, ) "Buyrukları" yerine gelirse "Tanrı" için bu, bir "söz verme"ydi, "antlı bir söz verme"ydi. Y ine açıklam aya göre, İsrailoğulları, "buy­ ruklar"! yerine getireceklerine, söylenenlere uyacaklarına söz verdiler: "Rabbin bütün söylediklerini yapacağız!" dediler (Çıkış, ). Yani İsrailoğulları da "antlı bir söz verm e"yle karşılıkta bulundular "Rabb"e. V e böylece "Rab"le Y ahudi toplum u arasında bir "sözleşme" (’ahidleşm e') oluşm uş oldu! İşte M usa, bu "eski sözleşm e"nin izleyicisi, d e­ netleyicisi ve "peygam beri"dir. "Tanrı"yla Y ahudiler arasındaki tüm "aracılığı", bununla ilgili. İsa dönem indeyse "yeni" ve başka tür bir "antlı sözleşme" yoluna gi­ dildiği görülür. İsa da, "Rab" ile insanlar arasında bu "yeni sözleşme"nin ("Ahd-ı Cedîd"in) "aracısı" olarak ortaya çıkmış görünür. Yani Incil'lere g ö re M usa'nın "Rab"den aldığı "on buyruk", "şeriat hükümleri" söz ko­ nusu değildi artık. Çünkü bunlar, Yahudi toplum uyla başka toplundan ayırıyordu. Oysa "Rabb"in "din"i tüm toplumları içine almalıydı. Dünya "efendi"lerinin de bunda çıkarlan vardı. Yani "eski din"e yeni bir "biçim"

82

vermek, onu "evrenselleştirmek" gerekiyordu. Bunun için "peygamber" ya da "peygamberler" yaratmak gerekti. Ve yaratıldı. Y a da yaratılanlara sahip çıkıldı. İsa’nın "yeni biçim " altında "yeni sözleşm e"ye ilişkin "aracılığı" (Peygam berliği) İn cillerd e şöyle sunulur: "'K elam ' (söz=T anrı sözü) başlangıçta vardı ve 'kelam ' A llah katındaydı ve 'kelam ' A llah'ın kendisiydi. H er şey onunla oldu ve olm uş olanlardan hiçbir şey onsuz olm adı. H ayat ondaydı ve hayat insanların ışığıydı. Işık karan lık ta parlar, karanlık onu anlam adı. A llah tarafından gönderilm iş bir adam şıktı. Adı Y ahya'ydı. T anıklık için geldi. Işıkla ilgili tanıklık etsin de; tüm insanlar onun aracılığıyla inansınlar diye. Ç ünkü kendisi ışık değildi, gelişi, ışığ a tanıklık içindi. D ün y ay a gelerek, her insanı aydınlatacak bir ışık vardı. D ünyadaydı o. V e dünya onunla oldu. ( ) V e 'kelam ', beden olup, inayet ve hakikatle dolu olarak aram ızda oturdu. Biz de onun izzetini, B aba’mn (Tanrı'nın) biricik oğlunun izzeti olarak gördük. Y ahya onun hakkında şöyle seslenip tanıklık etti: 'B enden sonra gelen, ben­ den ileri oldu. Ç ünkü benden önceydi d iye sözünü ettiğim odur. H epim iz, onun doluluğundan aldık. V e inayet üzerine inayet. M usa ile Şeriat verildi. İsa M esih'teyse inayet ve hakikat geldi." (Y uhanna, , ) "O istiyor ki, bütün insanlar kurtulsunlar ve hakikat bilgisine gelsinler. Çünkü b ir A llah ve A llah ile insanlar arasında bir aracı vardır. İnsan olup herkes için kendisini fid y e verm iş olan M esih İsa'dır o." (I. T im oteos'a, 2: ) "Ş im di o, daha iyi söz verm eler üzerine konulm uş olan daha iyi b ir 'sözleşm enin aracısıdır, o ölçüde de daha üstün b ir hizm et g ö rm e olanağına erdi." (İbraniler, ) "T anrı"yı gören var m ı? Yok! Ö yleyse "aracılık" kolay.

83

İsa da aynı "kolaylık"la "O 'ndan vahiy alm ış" ve "O 'nunla in ­ sanlar arasında", M usa ve ötekiler gibi; am a bu kez "insanları tüm üyle kurtarm ayı am açlayan, daha iyi, yepyeni bir sözleşm e" için "aracılık" işine koyulm uş!!! "H içbir zam an A llah'ı kim se görm em iştir. B ab a'n ın (T an n 'n ın ) kucağında olan biricik oğulun (İsa'nın) kendisi bildirdi." (Y u­ hanna, ) "H er şeyi yoktan var etm e" özelliği olan "kelam ", yani "Tanrı sö­ zü", zam anla "bir beden" biçim ini alm ış ve "İsa" olup çıkıverm iş! (Y uhanna, ) "M esih"tir de o Y ani T anrı onu "kutsal" kılm ak için "m esh" et­ m iş. "D okunm uş" ona. Y a da "Tanrı adına" ona dokunm uşlar. (V aftizci Y ahya eliyle.) "Ve vaki oldu ki, bütün halk vaftiz edilirken, İsa d a vaftiz edildi. D ua ettiği zam an, 'gök açıldı’. V e R uhu'l-K udüs (kutsal ruh), bed en leşm iş biçim de, güvercin gibi, onun üzerine indi. Ve gökten; 'Sen benim sevgili oğlum sun! Senden razıyım !' diye bir ses geldi." {Luka, ) İsa'nın "m esih"liği (m eshedilm işliği) sıradan değil. "T ann"nın "aracı" olarak "belirlem işliği" anlam ını da içerir. "M esih", İbranice bir sözcüktür. Y unancası: "K hristianos" (H ıristos). H ıristiyanlık adı da buradan gelm ekte. "K adın ona şöyle dedi: B iliyorum ki, H ıristos denen M esih g e ­ lecektir. O gelince bize her şeyi bildirecektir. İsa on a şu karşılığ ı verdi: Sana söyleyen ben, işte oyum (H ıristos denen M esih benim )!" (Y uhanna, ) Y aşayıp yaşam adığı bile belli olm ayan bu kişinin, bu efsane adam ının, hem "M esih", hem de "T anrı'nın sözü" olduğunu "kopyacı" Kur'an da duyurur inanırlarına: Ö rneğin Âli İm rân Suresi'nin aye­ tinde şöyle dendiği görülür:

84

"M elekler dem işlerdi ki, 'M eryem ! Tanrı, kendisinden bir '.röz'ü, sana m üjdeliyor. A dı, M eryem Oğlu İsa M esih’tir. D ünyada ve ahirette saygındır, T anrı'nın da gözdelerindendir.'" Ö vgü, daha da sürüp gider. B urada, İsa'nın anası "M eryem ", bir çeşit "peygam ber" durum un­ dadır. Ç ünkü "m elek"ler ona, "Tanrı"dan "haber" getirip iletm ekteler! Yani, "Peygam ber"lere nasıl "vahiy" geliyorsa, M eryem 'e de "vahiy" geldiği açıklanm ış oluyor. O ysa İslam , "kadın"ın "peygam berliği"ni kabul etm ez. M uham m ed, İn c ille rden kopya ettiği için bu "çelişki"ye fark ın d a olm adan d üşm üştür. L uka Incili'nde şunları okum aktayız: "A ltıncı ayında A llah tarafından C ebrail M elek, G alile'de N ası­ ra denen kente, D avud evinden Y usuf adındaki adam a nişanlı olan bir kıza gönderildi. Adı M eryem 'di. M elek onun yanına g i­ rip dedi: 'Selam ey nim ete eren kız! Rabb seninledir.' "M eryem bu sözlerden çok şaşırarak; 'Bu nasıl selam dır' diye düşünüyordu. "M elek ona seslendi: 'K orkm a M eryem ! Ç ünkü A llah önünde inayet buldun. G ebe kalıp b ir oğlan doğuracaksın. A dını İsa ko ­ yacaksın. O, büyük olacak. Ona, Yüce A llah'ın oğlu denecek. R abb A llah ona, babası D avud'un tahtını verecek. Y akub'un evine ebedi olarak saltanat sürecek. O nun krallığına hiç son o l­ m ayacaktır!'" () İn cillerd e ki "vahiy" sınırı oldukça geniş: "O yörede çobanlar vardı. G eceleri kırda kalarak sürülerini n öbetleşe beklerlerdi. "R abb'in bir m eleği onların yanına geldi. R abb'in izzeti onların çevresini aydınlattı. Ç ok korktular. M elek onlara şöyle seslendi: '"K orkm ayın! Ç ünkü ben size, bütün toplum a yönelik büyük se­ vinci m üjdeliyorum : B ugün D avud'un kentinde size kurtarıcı doğdu. R abb M esih'tir o. Y em likte yatan, kundağa sarılm ış bir çocuk bulacaksınız. B u, size kutlu olsun!'

85

"Ve birdenbire, m elekle birlikte, 'gök ordusu'ndan bir kalabalık A llah'a ham d ederek şöyle dediler: "'En yücelerde A llah'a izzet! Y eryüzünde hoşnut olduğu in­ sanlara selam et!' "Ve vaki oldu ki melekler, çobanların yanından göğe çekildikleri zaman, onlar konuşm aya başladılar: Haydi Beytlehem 'e gidelim ve Rabb'in bize bildirdiğini görelim .. ( Luka, ) Görüldüğü gibi, "kırda çobanlar"a da "vahiy" gelmiş! A m a neredeler bu yalancı "tanık"lar?! Bunları kim görm üş? Çobanlardan, baştan sona yalan ve boş inançlarla dolu Incil'lerden başka "haber" veren var mı? Yine İncillerde anlatılan "Vaftizci Yahya"nın "İsa M esih"e ilişkin ya­ lancı tanıklığı da öyle. Bu "kutsal metinler"in dışında "Vaftizci Y ah­ ya yı da ne gören var, ne de ondan bir "haber" aktaran. B ilindiği gibi Incil, "iyi haber, m üjde" anlam ında. Y unanca "Evangalion" (Evangile) sözcüğünden gelm e. Bu "iyi haber, müjde", "Rab"den geliyor insanlara! "R abb'in "söz"ü. Yani "Vahiy". Tabii "inanırlar'inagöre!!! Incil'de, Rab, İsa'ya diyor ki: "Senin sözün gerçektir!" (Y uhanna, ) İsa da kendisine kötülük için yönelm iş olanlara şöyle diyor "Şim di beni, yani A llah'tan işittiği gerçeği size söylem iş olan bir adam ı öldürm eye çalışıyorsunuz." (Y uhanna, ) V e şunları okuyoruz: "Bütün kitap, A llah'tan 'ilham ' (vahiy) olarak alınm adır. H er y a­ zı; eğitim öğretim, yola getirm e, düzeltm e, dirlik düzenlik sağla­ m a yönünden yararlıdır." (II. Tim oteos, ) G erçeği şu: "Sürü ahlakı oluşturup g eliştirm ek için birebir!" 'da M erano R uhani M eclisi, "K utsal K itap"ın "Tanrı ilh a m ı" ( ’vahy'i) olduğundan kuşkulanm ayı yasaklam ıştır!2m Görülüyor ki, "kuşku"sunu bile "yasaklamışlar". Niçin? Çünkü "sürü"ler bir "kuşku" duydular mı, "efendi"ler için "iş felaket"!

86

İncil yazarları da "Tanrı'dan ilham " ("V ahiy") (!) alarak yazm ışlar y azdıklarını! Bilindiği gibi bu yazarlardan kimi, "İsa'nın 12 H avarisi" arasında yer alıyordu, kim i de "H avarilerin arkadaşı"ydılar K ısacası; İsa gibi, bu kişiler de birer "peygam ber" (elçi) niteliğindeydiler. E lçinin elçisi. Y ani, İsa, "T anrf'nın, bunlar da İsa'nın "el­ çileri" durum undaydılar. D ahası, o sıralarda öyle "elçi"ler vardı ki, "elçinin elçisinin elçisi" durum unda bulunuyorlardı. B ununla birlikte hepsi de "Rab" adına görev yapıyordu, İsa'dan kaynaklandığını söyle­ seler de, iş yine "B aba"ya dayanıyordu. "Incil'ler" bütünü içinde "R esullerin İşleri" adıyla yer alan b ö ­ lüm de, bu tür "resul"ler (elçiler=peygam berler) uzun uzun anlatılır. Bir yerinde de Y eruşalim 'den A ntakya'ya gelenlerinden söz edilir: "O günlerde, Y eruşalim 'den A ntakya'ya kimi peygam berler indiler. B u n ­ lardan A gabus adında olan kalkıp, bütün dünya üzerinde büyük bir k ıtlık olacağını K utsal R uh'a dayanarak (elçisi olarak) b ild ird i" denir () ve anlatım lar sürdürülür. M uham m ed’in K u r'a n 'ı da buralardan alarak, "A ntakya'daki P ey ­ gam berler" konusuna, Yâsîn Suresi'nde genişçe yer verm ekte: "Ey M uham m ed! O kasabalıları (A ntakyalılan ) anlat onlara. B uralılara peygam berler gelm işlerdi. B uralılara önce iki tane gönderm iştik. B unları yalanlayınca bir üçüncüsüyle onları d es­ tekledik. V e varıp oralılara: 'Biz size gönderilm iş birer elçiyiz!' d e d ile r" (). Ö yküye, böyle başlanır ve sürdürülür. D em ek oluyor ki, "elçinin elçisi", M uham m ed'in K u r'a n 'm a göre de, "vahiy alm ış bir peygam ber" sayılm alıdır! "İsa'nın elçileri"ne, ya da "elçilerinin elçileri"ne birer "peygam ber" niteliğinin verilm esi, Kur'an için yine bir "çelişki". A m a yine neden ileri geldiği belli. In ­ cil'den "kopya" ederken farkında olm adan düşülm üş bir çelişki. M uham m ed, İsa'nın "elçi"lerine, "H avari"lerine çok ilgi göster­ mişti. O denli ki, İsa'nın "12 H avarisi"nden mi söz ediliyor, o da "12 H avari" edinm işti kendine. yılında "ilk A kabe biati"nde, bunu g erç ek le ştirm işti R ab İsa'nın ayrıca "yetm iş"ler diye bilinen "el­

87

çiler"i mi vardı; M uham m ed de 'de, "İkinci A kabe Biati"nde gerçek leştirm işti bunu Y ani İsa'ya benzem ek için oldukça çaba h arcam ıştı. K ur'an'da İsa'nın "H avariler"inden çokça söz edilir. Â li İm rân Su­ resi'nin ayetinde şöyle dendiğini görürüz: " (İsa) A llah uğruna yardım cılarım kim lerdir? dedi. H avariler, A llah'ın yardım cıları b iz le riz dediler." B aşka surelerde de bu anlatılır N için bunlar anlatılır K ur'an'da? "Ey M uham m ed'in havarileri siz de M uham m ed'e yardım cı olun!" dem ek için. M âide Suresi'nin ayetinde, İsa'nın Havarilerine "Tanrı"nın "vahyettiği" bildirilir. "Vahiy" sözcüğüyle!!1 Çok önem lidir bu. Hıristiyanlık savunurlarının savundukları "vahiy" anlayışıyla, hiç mi hiç fark olm am acasına birleşiyor. "Yorumcu"lar, bu "ayet"i ne denli "te'vil" etseler de, bu böyle. İleri sürüldüğüne göre, "İsa'nın Havarileri"nden Y uhanna adlı biri de yaşam ış şu dünyada. "D ört İncil" arasında yer aldığını gördüğüm üz bir Incil'den başka, "aldığı" (!) bir de "Vahiy" var. Yani "kitap" olarak. Yulıanna'nm Vahyi adıyla. Onun yazdığı ileri sürülen bu kitap, "Kutsal Ki­ tap" bütünü içinde sonuncu. Şöyle başlamakta: "İsa M esih'in vahyidir. O nu A llah, yakında o lm ası gereken şey­ leri kullarına gösterm ek için kendisine verdi. O, m eleği aracı­ lığıyla gönderip kulu Y uhanna'ya işaretle bildirdi. O da, A l­ lah'ın 'kelam ’ına ve İsa M esih'in tanık olduğu şeylerin hepsine tanıklık etti. O kuyana, peygam berliğin sözlerini dinleyenlere ve onda yazılm ış şeyleri tu tan lara ne m utlu. Ç ünkü vakit y a k ın ­ dır." () "Çünkü vakit yakındır" sözü, K ur'an'daki E nbiy â Suresi'nin ilk "ayet"ini anım satıyor. A yet şöyle: İnsanların hesaba çekilm eleri zam anı yaklaştı. Ö yleyken onlar daha aynı durum da, 'gaflet' içinde yüz çevirm ekteler."

88

M uham m ed'in, "doğrudan A llah'tan alıyorum !" dediği "vahiyler" bütünü olan K ur'an'da, Y uhanna'nın İsa'dan aldığını açıkladığı Vahiy kitabından aşırılm a birçok "ayet"e tanık olm aktayız. İlginç değil m i? Yeri gelince üzerinde durulacak. K ur'an'a da k a y n a k lık ettiği kesin bilinen İnciller, gerçekte kim ler eliyle kalem e alınm ışlardır? B unları kim ler, hangi "tezgâh"lar "va­ hiy" diye yutturm uşlardır insan sürülerine? Bu, kesin olarak bilin­ m em ekte. Yani bugün genel olarak, Incil'ler, "kimin yazdığı belli o l­ m ayan kitaplar" sayılm akta Incil yazarı olarak M arkion adında birinden de söz edilir. II. yü z­ yılın b aşlarında yaşam ış. B ir "doktrin" o rtay a koym uş: İleri sü rü l­ dü ğ ü n e göre, onun görüşü şöyleym iş: "Eğer yaratıcı T anrı, var ettiği dünyada bulunan kötülüğü, ö n ­ ceden kestirem ediyse, cahildir. Bunu kestirip de önlem ediyse kötüdür. Ö nlem ek isteyip de yapam adıysa acizdir." Ö yleyse iki Tanrı var. Biri "kötücül Tanrı". Tevrat da denen "Eski A hit"in T anrı'sıdır O. "G örü­ nen dünyayı yaratm ış olan T anrı. A dem 'in işlediği günahtan O so ­ rum ludur. K endi hatasını, A dem 'in soyundan gelen bütün insanlara yüklem ekte." Bu T anrı'nın karşısında bir de "İyicil T anrı" var. Bu T anrı, "ne dünyanın, ne de insanın y aratılm asında bir rol oynam ıştır. O, sadece görünm ez varlıkları yaratm ıştır." A cıyan bir Tanrı. Ö yle olduğu için de "insanları, kötücül T anrı’nın baskısından kurtarm aya karar verm iştir. B unun üzerine, erm iş bir insan olan İsa'nın kılığında, ancak insan vücudunun dış görünüşlerine sahip olarak yeryüzüne in ­ m iştir. K anun ('Ş eriat') ve peygam berleri kaldırm ış." H erkes iyi o l­ malı, "m erham etli" olm alı, kusurları bağışlam alı, kim se kim seye k a r­ şı k o y m am alı B unu ö ğ ütlem iştir. V e böylece "insanların ruhlarını k u rta rm ıştır." D eğişik bir "doktrin"i m i dile getiriyor bu? Ö yle görünüyor. A m a bence "evrensel aldatm aca"nm bir başka görüntüsüdür. "Kö­ tülük sorunu"na, "Tann, kötü olanı nasıl yaratmış olabilir?" sorusuna bir "çözüm" getirmiş görünerek bir başka türlü aldatm akta insanlan. Özet: Elimizdeki İnciller için, Matta, Markos, Luka, Yuhanna diye birtakım adlar, "yazar" olarak gösterilmekte. Hıristiyanlık inanırlan ve sa­

89

vunurları, bunların, "Rab"den, "İsa”dan "ilham" alarak, yani "vahiy" olarak algılanmış nitelikte yazdıklarını savunurlar. Bunu savunurlarken de, İncil adıyla ya da bir başka adla, "İsa'ya gökten indirilmiş bir kitap” olduğunu ileri sürmezler. Süremezler de. Çünkü böyle bir "kitap" yok. H içbir zam an olm am ıştır da. M uhammed'in döneminde de, kuşkusuz; ondan önce de var olan; bugün elimizde bulunan İncillerdi. Geçmişte, yazılan bu ki­ taplarda, "değişmeler", "değiştirme"ler olmuştur elbette. A m a "tahrifler, aynı kitaplarda olmuştur. Yani falancanın, filancanın yazdığı kitaplarda "Tann'nın İsa'ya indirdiği herhangi bir kitap"ta değil. Böyle bir kitap ol­ saydı, "ta h rif edilm iş biçim i"yle de olsa bulunup gösterilebilirdi. "İşte İsa'ya, A llah'ın indirdiği İncil budur, tahrifler de bunun üzerinde ya p ılm ıştır!" denebilirdi. Şim diye dek böyle b ir şey denm em iştir, d e­ nememiştir. Yani herhangi bir dönemde İncil diye bir kitap olmamıştır, falancanın, filancanın olduğu ileri sürülen İncil'ler olagelmiştir. Peki ama, Kur'an d a Tanrı, "Tevrat'ı, İncili indirdik" diyor. (3/3, ) "İsa'ya İncil verdiğini" söylüyor. (5/46; 57/) Buna ne demeli? İsa'ya "indirilip verildiği" bildirilen İncil nerede? Bu soru, Kur'an inanırlarına sorulmalı! Bir de bulunabilirse Kur'an'm Tanrı'sınaü!

90

A R A C ILA R IN SA H İPM İŞ G İB İ G Ö R Ü N D Ü K L E R İ "G İZ' Lİ "BİLG İ 'LE R

"D in-giz aracıları", insanların "bilm e", "öğrenm e" eğilim lerini de saptırırlar. "G üçsüzlük"lerinden yararlanarak. "K orku" ve "um ut" v e­ re re k İnsanları neyi "bilm e"ye, öğrenm eye yöneltirlerse, gerçekte "yok"tur. "Yüce varlık" derler, "yok"! "Tanrı", derler, "yok"! "Cin" derler, "m elek" derler; "yok"! D aha nice "olm ayan"ları "bilm e"ye, "öğrenm e"ye yöneltirler. D oğal olarak insanda var olan öğrenm e isteğini, "m erak"ı, verdikleri korku ve um utla daha da ayaklandırırlar. A m a gerçekte olm ayanlara, "yok"lara doğru. Bu yönlere "bilgi" için sürüklem iş görünürlerken, "bilgisiz" bırakırlar kitleleri.

"B ilgiç"ler E liyle P azarlanan "Giz" D olu "B ilgi"m sili U ygunluk: "H ikm et" Kur'an'da, Bakara Suresi'nin ayetinde şu "açıklama"yı okuyoruz: "Tanrı, 'hikm et'i dilediğine verir. O, kim e 'hikm et' verm işse, kuşkusuz o kişiye çok iyilik edilm iş dem ektir. B unu ancak akıl sahipleri değerlendirebilir!" M uham m ed'in bu sözleri nereden aşırdığını, yani kaynağını bu­ labiliyoruz: Ö rneğin Tevrat'ta, V aiz bölüm ünün 2. babının ay e­ tin d e şöyle denir: "Çünkü A llah, hikm eti, bilgiyi, sevinci, gözünde m akbul olana verir." A ynı bölüm de, "hikm et"le ilgili şunlar da anlatılır:

91

"Ve gördüm ki, ışığın karanlığa üstünlüğü olduğu gibi, h ik­ m etin de akılsızlığa öyle üstünlüğü vardır." () "Hikmetli adamın yüreği, yas evindedir. A m a akılsızların yüreği, sevinç evindedir. Bir adam için, akılsızların türküsünü işitmektense, hikmetli olamn azarlamasını işitmesi daha iyidir." (7: ) "H ikm et, sahibine, kentte bulunan on hüküm et adam ından daha çok güç verir." () Böyle sürer. M uham m ed'in bu konudaki "bilgiççiliği"nin bir başka kaynağını oluşturduğu kesin belli olan "Süleyman'ın Meselleri" adlı bölümde de "hikmet" çok övülür. "İsrail Kralı Davud'un oğlu Süleyman'ın meselleri: Hikmeti ve terbiyeyi bilmek için; anlayış yansıtan sözlerini kavramak için; akıllı davranışta, iyilikte, hakta ve doğrulukta terbiye almak için; bön adam a basiret, genç adam a bilgi ve düşünce verm ek için 'hikmetli adam ' da dinlesin ve bilgisini artırsın" diye başlıyor bölüm. "H ikm et bulan adam a, anlayış bulan adam a ne m utlu. "Ç ünkü güm üş kazanm aktansa onu kazanm ak iyidir. "O nun kazancı, halis altından d a iyidir. "O, yakutlardan da daha değerlidir. "Ve sevip hoşlandığın hiçbir şey ona denk olam az." () "Rab, dünyayı hikm etle kurdu. G ökleri, anlayış ü stüne pek iştir­ di. V e bilgisiyle gökler yarıldı." () "B ütün yüreğinle R abb'e güven ve kendi anlayışına dayanm a. B ütün yollarında O 'nu tanı. O, senin yolunu doğrultur. Kendi gözünde hikm etli olma. Rab'den kork ve kötü olandan ayrıl!" () "H ikm ete: 'Sen kız kardeşim sin!' de. A nlay ışa akraba diye çağır." () "H ikm etli adam, bilgi biriktirir." () "H ikm etli adam öğüt dinler." ()

92

"Terbiyeyi seven, bilgiyi sever." () "H ikm etlilerle yürüyen hikm etli olur." () "Y üreği hikm etli kişiye basiretli denir." () "H ikm etlilerin dudakları bilgi dağıtır." () "H ikm etlilerin öğretişi, hayat pınarıdır." () "Oğlum, kulağını hikmete çevirerek ve anlayışa yüreğini yönelterek sözlerimi kabul edersen ve buyruklarımı yanında saklarsan, sonra gerçekten kavramayı benimsersen, anlayışı dilersen ve güm üş arar gibi hikmeti ararsan, defineler arar gibi onun ardına düşüp aramaya koyulursan, Rab korkusunu o zaman anlayacaksın. V e Allah bilgisini bulacaksın o-zaman. Çünkü Rab, hikmet verir." () Süleym an'ın M eselleri'nde "hikm et"e ilişkin yalnızca bunlar değil. D ah a nice coşturucu övgüler dizilm ekte. Y ine kuşkusuz olarak biliniyor ki, M uham m ed'in, aynı konuya ilişkin bir kaynağı da "Eyub" bölüm ü. İşte birkaç ayet: "H ikm et. N erede bulunur o? A nlayış nerede? O nun değerini insan bilm em ekte." () "H ik m et, A llah'tadır. Ö ğüt ve anlayış onundur." () "Güç ve hikm et ondadır." () "H ikm etli adam boş bilgiyle cevap verir m i?" () "H ikm eti olm ayana nasıl öğüt verirsin?" () "A m a hikm et, o nerede bulunur? "Ve anlayışın yeri neresi? "Y aşayanlar ülkesinde bulunm az o. "Engin diyor: 'O bende değil!' "D eniz diyor: 'B enim yanım da da yok!' "H alis altın on a karşılık olam az. O nun pahası olarak güm üş tartılm az.

93

"D eğer biçilem ez ona. N e ofir altınıyla, ne değerli akik ile, ne gök yakut ile ( ) H alis altından kaplarla da değiştirilem ez. M ercan ile billurun adı bile anılm az onun yanında. V e hikm etin pahası, incilerden (çok) üstündür. H abeş ülkesinin sarı yakutu da denk olm az ona." (, ) Bu denli "değerli" olan "hikm et" nedir? Eyub bölüm ünde de bu soru soruluyor, hikm et aranıyor. Y erlerde, denizlerde, göklerde arandıktan sonra bulunuyor: "Rab korkusu. İşte hikm et budur." () V aiz bölüm ünde de "hikm et", "hikm etli"ler ve "hikm etsiz"ler üzerinde genişçe durulduktan sonra anlatılanlar şöyle bağlanır: "B ütün bu anlatılanların sonucunu işitelim : A llah'tan kork ve O 'nun buyruklarını bırakm a. Ç ünkü insana farz olanların tüm ü, bunda toplanır." () B irçok cam ide, "Peygam ber'in hadisi" diye eski harflerle yazılıp asılm ış bulunan bir levha görülür. Y azının anlam ı şu: "H ikm etin anlamı, A llah korkusudur!" Bu söz, Tevrat'ta, Süleym an M eselleri adlı bölüm de "ayet” olarak ye r a lır ve "tekrarlanır". (1 :7 ,9 :1 0 .) "H ikm et", Süryani ve İbrani dillerinden gelm e bir sözcüktür. Clem ent H uart d a bunu belirtir A nlam ı için çok şey söylenm iştir. Eski Y unan'da, kendi düşünce d ü n yalarına uygun "felsefi" anlam verilm iştir. O düşünce dünyasıyla tanışan İslam kesim inde de "felsefe"ye dayalı anlam lar verildiği gö­ rülür. İslam "usulu'l-fıkıh"çılan, "kelam "cıları, "ahlak"çıları ve "tasav v u f'çu ları (gizem cileri) "hikm et”i önem le ele alır ve eski Yunan'dakine uygun nitelikte açıklam aya çalışırlar: "H ikm et, dört ana erdem den biridir!" derler ve ne olduğunu şöyle açıklarlar: "İyi ile kötüyü kavram aya yarayan bir güç var. K avram a gücü, akıl gücü, yatışm ış nefis (huzurlu ruh) adı verilir. Bu gücün aşırı kullanılm ası 'cerbeze' denen aşırılığa yol açar. C erbeze, düşünceyi, gereksiz yerde

94

kullanm aktır. A ynı gücün eksikliği, ya da eksik kullanılm ası 'ahm aklık'tır. İşte hikm et, bu iki ucun ortasıdır. Y ani, akıl gücünü yerinde kullanarak, gerçekleri olduğu gibi kav ram ak tır.. ," "Hikmet"e böyle anlam verirlerken de, "Kim e hikmet verilmişse, o kim seye çok iyilik edilm iş, çok şey verilmiş dem ektir" anlamındaki K u r’an ayetinin de aynı anlam a geldiğini ileri sürerler O ysa "Kur'andaki hikmet"in kaynağı belli. Söz konusu "felsefi" an­ lam la hiçbir ilgisi yok. İslam savunudan, tıpkı Hıristiyanlık ve Yahudilik savunurları gibi, "felsefe"yi, "kutsal kitap saçmalan"nı savunurlarken araç olarak kullanırlar. "Hikmet"e verdikleri anlam da o türden. Yani "felsefe"nin araç olarak kullanılmasının ürünü. "Hikmet"le, "olduğu gibi kavranıldığı" ileri sürülen "gerçekler"; "gerçeklik"le ilgisi olmayan saçma­ lardır. "Tann"dır, "Tann korkusu"dur, "Tann buyruğu"dur, "Tann yasağı"dır, "eskilerin masallan"dır, "cin"dir, "melek"tir, "ölüm ötesi yaşam"dır, "ölümsüzlük"tür, "cennet"tir, "cehennem "dir "Bilgi" diye ileri sürülen bunlara ilişkin bilgi(!)dir. "Kavrayış"ları da, bunların "kav­ ranması", yani bunlann birer "gerçek"(!) diye kabul edilmesidir. "Kutsal kitaplardaki "hikmet"te neyin "var" olduğunu, yine bu ki­ taplar açıklıyor. Y ukarıda görüldüğü gibi, "en başta Tanrı korkusu" var. Ve buna uygun "anlayış" var. Yani "anlayış gösterip ses çıkarm am a" var, "boyun eğme" var, "karşı durmam a" var. Egem enler için!!! 7evraf'ta, V aiz bölüm ünde bakın ne deniyor: "Ben sana öğüt veriyorum. Kralın buyruğunu tut! Buna da, Allah'ın adından ötürü yönel. İvedi davranıp onun önünden gitme. Onun kötü gördüğü şeyi yapm akta direnme. Çünkü Kral ne dilerse onu yapar. Kralın sözünde hüküm vardır. O na 'ne yapıyorsun?' diye kim sorabilir? Onun buyruğunu tutan, kötü sonuca uğramaz. Hikmetli adamın yüreği, zamanı ve uygun olanı bilir." () D em ek ki, "hikm et öğüdü", verm ekteki "hikm et", bundan başka değil. İnsanları, "buyruğa tam boyun eğm iş" ve "her zam an arkadan sürüklenen sürüler" durum una getirm ek, o d urum da tutm ak. "Ö ğüt" onun için çok önem lidir dinlerde. Süleym an'ın M eselleri bölüm ünde öğüdün önem i şöyle belirtilir:

95 *

"Sağlam öğütler olmayınca, toplum düşer. Öğütçülerin çokluğunda kurtuluş vardır." () "Ö ğütçüler", toplum ları "sürüleştirm e"nin gönüllü (aslında çıkara dayalı) propagandacılarıdır. "H ikm et"in var m ı? "Ö ğüt dinleyeceksin!" Ç ünkü açıkça: "H ik­ metli adam öğüt dinler" deniyor aynı bölüm de. () B ir b aşka ayetinde de şunu okuyoruz: "Ö ğüt olm ayan yerde, tertipler boşa çıkar." () M uham m ed de, "Din, tüm üyle öğüttür" dem ez m i? K ur'an'da "öğüt" verilir: "Ey inanırlar! Sakın Allah'ın ve Peygamber'in önüne geçmeyin. Al­ lah'tan korkun. Çünkü Allah, işiten ve bilendir. Ey inanırlar! Sesini­ zi, Peygamber'in sesinin üzerine çıkarmayın! Birbirinizle konuşma­ larınızdaki gibi Peygamber'le yüksek sesle konuşmayın. Kazan­ dığınız sevaplar boşa gider de, farkında olmazsınız sonra. Peygam­ ber'in yanında seslerini kısan kimseler, gönüllerini Tann'nın takva ile sınadığı kimselerdir. Onlar için günahlardan bağışlanma var. A ynca büyük ödül de v ar" (Hucurât Suresi, ayet ) "P e y g am b er size neyi verirse onu alın. O size neyi yasak­ lıyorsa, ondan uzaklaşın. V e A llah'tan korkun. Ç ünkü O, cezası çok şiddetli olandır." (H aşr Suresi, ayet 7.) G örüyorsunuz "öğüt"leri! V e M uham m ed, "T anrı"sını şöyle konuşturuyor: "(Ey M uham m ed!) R abbinin yoluna, 'hikm et'\e, güzel öğütle çağır. V e onlarla en güzel biçim de m ücadele et. K uşkusuz, se­ nin R abb'in, yolundan sapm ış olanı da, yolun a girm iş olanı da en iyi bilendir." (Nahl Suresi, ayet ) Dârimî'nin kitdbında yazılı bir hadiste M uhammed, "Bir insana, hik­ met anlatan bir sözden daha üstün bir armağan verilemez" der. (M u­ kaddime, ) Aynı kitaptaki bir başka hadisinde de şunu söyler: "Hik­ meti bırakma, çünkü hayrın tümü, hikmettedir." (M ukaddime, )

96

B uharî'nin de yer verdiği bir hadise göre, M uham m ed, "hikm et"in ne olduğunu anlatırken şunu da söylem ekte: "Hikmet, gerçeği tutturm adır. ('El ısâbe'.) Peygam berliğin dışında tutturm a" K uşkusuz, M uham m ed'in pazarladığı "gerçek" de, öteki pey g am ­ berlerin pazarladıkları türden. "Tanrı"lı, "cin"li, "m elek"li, "ahiret"li tü rd en Bu "hikmet"te "bilgi" var. A m a gerçekte "bilgi"yle ilgisi yok. "Akıl" var. A m a gerçekte "insan aklı" değil. "Düşünce" var. A m a gerçekte in­ sana özgü düşünce değil. H ep "gerçekdışı" olanlara ilişkin. Kimileri saptırarak "gerçeküstü" derler. Am a değil. D üpedüz "gerçekdışı". Söz konusu "hikmet"te, "sözle davranış uygunluğu" koşulu var. A m a hangi "söz", hangi "davranış"? "Bilgi"nin "gereği"nin "yapılması", yerine getirilmesi de "istenir". A m a hangi "bilgi"? İstenen şu: "Öğüt"leri dinleyeceksin. Dinlerken anlatılanları iyice öğreneceksin. Sonra uygulamaya söz vereceksin, karar vereceksin ve kesinlikle uy­ gulayacaksın. N e var ki, "oğütler"de öğrenilenler, hep "tanrısal" diye ileri sürülen ya da "Tanrı'nın bildirdikleri" diye savunulan şeylerdir. İnsana, doğaya, gerçeğe dayanmamakta. İnsanoğlunun yaşaması gereken "y a şa m la da il­ gili değil bunlar. Yani, insana, insan toplum lanna yaraşır bir yaşam amaçlanmamakta. Sürülere göre, tümüyle sürülere özgü bir yaşam düşünülüp kotarılmakta. E ğer dünyam ızda "bilim " diye, "teknik" diye bir şey varsa, din aracılarının pazarladıkları "hikm et"teki " a k ılla , ondaki "k a v ra y ış la , ondaki "b ilg i'y le elde edilm em iştir. B ilim ve teknikteki gelişm eler, söz konusu " h ik m e tin "s a ç m a la rıy la ç a tış m ış tır her zam an Kur'an'a göre, "hikmet" falanca "peygamber"e, filanca peygambere, örneğin M usa'ya İsa’ya, tüm İbrahim ailesine, Davud'a, Süley­ man'a ve bu arada peygam berliği "tartışmalı" olan Lokm an'a "ve­ rilmiş"! Yani "Tanrı" tarafından. Peygam berlere "hikmet" verilirken de hepsinden bir "söz" alınmış! Ne tür "söz" (!) alındığını K ur'an' anlatıyor. Âli İmrân Suresi'nin aye­ tinde. "İbret"le okuyalım:

97

"Anım sanmaya değer o olay ki, Tanrı peygam berlerden 'ahid' (söz) almıştı: 'Ant olsun ki, size kitap verdim, hikm et verdim. Sizi izle­ yen peygam ber gelecek sonra. Sizde bulunanı onaylayacak (tasdik edecek). O na kesinlikle inanm alısınız ve ona yardım etmelisiniz. (Edeceksiniz.) İkrar edip bana söz veriyor musunuz bunun üzerine?' diye konuşmuştu. Peygam berler de, "Evet ikrar ettik! (Söz ve­ riyoruz!)’ demişlerdi. Bunun üzerine Tanrı, 'tanık olun!' Ben de si­ zinle birlikte tanık olanlardanım !' demişti." Ş aştınız değil m i? Tanrı, "peygamberler"e kitap ve "hikmet" verirken, önce, verdiğinin "hikmet" olduğuna "ant içiyor". Sonra "fırsat"ı yakaladığı için "Peygamber"lerden "söz vermelerini" istiyor. "Sizden sonra bir peygamber daha ge­ lecek. O na kesinlikle inanacağınıza, yardım edeceğinize söz verin!" diyor. "Tamam mı?" diyor. Peygamber [] da "tamam, söz!" diyorlar, kesin ke­ sin "söz veriyorlar". Söz, "tanık", tutanak hepsi "tamam"! "Ulu T anrı", kim için sağlam ış bunu? "Sevgili kulu" M uham m ed için! Yani: "Hikmet" verilen "peygamberler", M uhammed'in peygamberli­ ğine inanacaklarına, ona yardım edeceklerine "söz vermişler". Alınan "ik­ rar" buna ilişkin. İyi ama kesin kesin "ikrar"da bulunup söz veren o "peygamberler" ne­ rede, M uhammed nerede? Onlar şu "gelimli gidimli" ve de "son ucu ölümlü dünya"da, çoktan "gelip gitmiş"ler. Nice zaman sonra da M u­ hammed "Peygamberim!" diyerek ortaya çıkmış. Bu durumda, o sözü edi­ len "peygamberler" [,..]'nun verdikleri açıklanan "söz"leri neye yaramış olabilir? Muhammed'imize inanabilecekleri, "yardım" edebilecekleri nasıl düşünülebilir? "Yardım edeceklerine" ilişkin kendilerinden "söz" alan "Ulu Tanrı", onlardan, yerine hiçbir zaman getiremeyecekleri bir sözü al­ mış olmuyor mu? Üstelik "yalan" sayılmaz mı bu? Ve de "hikmet" bunun neresinde?! Bence peygam berlerin, yine de "yardım"ları olm uştur M u ­ hammed'imize. Şöyle: O nlanndır diye ileri sürülen "kutsal metiri'ler, M uham m ed’e "kaynak­ lık" etmiştir. "Peygamberimiz" oralardan alıp alıp aktarmıştır. "Tanrı'dan geldi!" diyerek Şöyle ya da böyle biçimler vererek, ya da verdirterek * İk i s ö z c ü k ç ı k a r ıl m ış tı r . ( Y .N .)

98

K ur'an'a göre, M uham m ed'in "peygam berliği" ve ona "hikmet" ve­ rilişi, aslında (yaşam ışsa) Y ahudilerin "ata"sı olan "İbrahim "in; oğ­ luyla, İsm ail'le birlikte "T anrı"ya yönelttiği "dua"nın sonucu. B akara S uresi'nin ayetinde, İbrahim 'le oğlu İsm ail'in şöyle yakardıkları açıklanır: "R abbim iz! İçlerinden, onlara senin ayetlerini okuyan, onlara kitabı, 'hikm et'"i öğreten ve (böylece) onları arıtan 'peygamber' gönder!" O nlar dua etm eselerdi ne olurdu acaba? A rtık sorulm az! "H ikm et"tir! İyi ama, yine de bir soru sormak gerekiyor: İbrahim'le İsmail (eğer böyle birileri yaşamışsa;, "Onların içlerinden peygamber gönder!" der­ lerken, "onlar" sözüyle "Arap"lan, özellikle de Muhammed dönemindekileri, "peygamber" sözüyleyse "M uhammed"i nasıl amaçlamış olabi­ lirlerdi? Yahudileri amaçlıyor olamazlar mıydı? "Soyum uzdan" dem e­ leri de (eğer demişlerse) bunu göstermiyor m u? "Dua" edenlerle (eğer böyle bir şey varsa) M uham m ed arasında, "kutsal kitap" ve yorumlarına göre yüzyıllarca zaman var. Kimi yorumculara göre hemen hemen yıl. Çünkü bu yorumculara göre, İbrahim'in oğlu İsmail, İÖ 'da (yak­ laşık) d oğm uş M uhammed'se İS 'de. Kimi yorumculara göreyse, süre çok daha fazla. Çünkü bu yorumculara göre İsmail, İÖ 'te doğmuş. "Dünyayla birlikte yaratılan Adem'in yaratılışından o zamana değin, "tam" yıl geçm iş bulunuyormuş! Yani, arada daha yıl ya da daha çok zaman varken, İbrahim'le oğlu İsmail, oturmuşlar, Mekke ve çevresindeki "Araplar"ı düşünmüşler, onlara bir "peygamber" gön­ dermesi ve o peygambere, onlara öğretilmek üzere "kitap ve hikmet" ver­ mesi için "Tann"ya "dua" etmişler ciddi ciddi! Tanrı da bu duayı çok "ciddi" bulmuş ve "kabul etmiş". D üşünebiliyor m usunuz bunu? B ir soru daha: D iyelim ki, Tanrı, söz konusu A raplara sözü edil­ diği biçim de bir peygam ber gönderileceğine ilişkin yöneltilen bir "dua"yı "kabul" buyurm uş. A rap olm ayanlara düşen neydi peki? A raplara "öğretilm ek üzere" gönderildiği bildirilen "hikm et"in içine, başka toplum lardan o lanlar niye çekilm iş? Ö rneğin, bizim T ürklerin ne suçları vardı?!

99

K u r'a n 'da sözü edilen "dua"nın kaynağı: Tevrat. T ekvin b ölü­ m ünde anlatıldığına göre, İbrahim T anrı’dan, İsm ail'i yaşatıp uzun öm ürlü kılm ası için dilekte bulunur. () T anrı d a şu karşılığı verir: "Seni işittim , işte onu m übarek kıldım . V e onu, m eyveli k ıla­ cağım . O nu, çok çoğaltacağım . 12 beyin babası olacak. O nu büyük m illet edeceğim !" () M uham m ed'im iz de alıp kendine "yontm uş" bunu. Y a da Y ahudilerin bir başka "efsane"sini. K u r'a n 'ın "Tam T'sı, M uham m ed eliyle kendilerine "kitap" ve "hik­ met" öğretildiği için A rapların başına kakm akta. B ak ara Suresi'nin ayetinde şöyle açıklanm akta: "N asıl ki, biz size, içinizden bir Peygam ber gönderdik. O size ayetlerim izi okuyor, sizi arıtıyor. Size kitabı ve hikm eti öğ­ retiyor. Size, bilm ediklerinizi belletiyor." Bu, herkesin anlayacağı bir açıklıkta "başa kakm a" değil m i? Ö yle ama. Kur'an'm T ann'sı, Arapların yine de anlamayabileceklerini düşünm üş olm alı ki, bir başka suredeki ayette, "başa kaktığını" daha da açıkça belirtiyor: Âli İmrân Suresi'nin ayetinde şöyle diyor: "A nt olsun ki, A llah, inanırların başına kakm akta. ('L akad menne’llahu ale’l-m ü’m inine'.) İçlerinden ve kendilerinden bir p ey­ gam ber gönderdiği için. O peygam ber, O 'nun ayetlerini okuyor, onları arıtıyor, o n lara kitabı ve hikm eti öğretiyor. O ysa daha önce, onlar, açık bir şaşkınlık içindeydiler." T üm bu seslenişler, A rap toplum una, hem de M uham m ed d öne­ m indeki M ekke ve çevresinin A raplarına olduğu halde, İslam savu­ nurları, "tüm insanlığa" yöneltilm iş gibi gösteregelm işlerdir. "B aşa kakm a" ('m enn') olunca, bir "iyilik", bir "nim et" k arşılığ ın ­ da olabilir değil mi? M uham m ed ve "T a n n ’dan aldığını" söylediği "hikm et" de, "iyi­ lik", "nim et" sayılm ış. O ysa Muhammed'in, eskilerinkinden derlenme "hikmet"ini, Arap top­ lumu içinde bilen başkaları da vardı. İleride bunlar üzerinde durulacak.



[ ] "H ikm et" H ırsızlığı, E skilerin M asalları ve L okm an N isâ Suresi'nin ayetinde, "TanrTsı M uham m ed'e şöyle seslenir: "A llah sana kitabı ve hikm eti indirdi. V e sana, senin daha önce bilm ediğini öğretti." A slında, "öğretm enler"inin kim ler olabileceği üzerinde ileride du­ rulacak. Şim di, sözü edilen "hikm et"in nelerden "derlem e" olduğuna bakalım : Kur'an'da dokuz surede, inanmayanların "Bunlar, 'eskilerin masallan'ndan başka değildir" dedikleri anlatılır Yani Kur'an "ayet"leriyle anlatılanlar için böyle söyledikleri açıklanır. K ur'an'a "A llah sözü" d iye inanm ayanların böyle dem eleri çok önem lidir. Kuru bir "suçlam a" değildir bu. G erçektir. G erçekten de K ur'an'da anlatılanlar, ço k büyük bir çoğunlukl'a, "eskilerin m asalları"ndan oluşm aktadır. D ah a önce de biraz değinilm işti buna. "Masallar" diye çevirilen sözcük, ayetlerde "esâtîr"dir. Çoğuldur. Te­ kili: Usture. Farsçasıyla "efsane" de denir. Türkçe Sözlük’te "esâtîr" için şöyle denir: "Tarih öncesi tanrılarının efsaneli serüvenlerini anlatan ve bir topluluğun duygularını, eğilim ve özlemlerini göstermesi bakımından değerli olan hikâyeler." Y ine Türkçe Sözlük'te "efsane" sözcüğü de şöyle açıklanır: "Halkın im gesinde doğarak, ağızdan ağıza dolaşan ve konusu çok defa olağanüstü nitelikte olan hikâye." "Mitoloji" için Araplar "İlmu’l-Esâtîr" (ustureler ilmi=efsanebilim) derler Gerek "esâtîr", gerek "efsane" için Türkçe Sözlük'te verilen anlamlar, konum uz yönünden ye­ terli değildir. Bununla birlikte, konunun uzmanı olan Prof. Dr. Sedat Veyis Örnek'in "efsane"ye verdiği anlam 1 "esâtîr" sözcüğünün anlamına biraz daha yakın bulabiliriz. Örnek, şöyle diyor: "Efsane: Tanrıların, insanların, kahram anların ve evrenin yaratı­ lışının yanı sıra ilk günahı, ilk ölümü, tufanı, tanrıların insanları nasıl cezalandırdıklarını, ikinci planda ise, avcılığın ve hayvan­ cılığın başlangıcını, bitkilerden nasıl yararlanıldığını, ateşin ilk kez elde edilişini, cinsel hayatın başlangıcını, ilk ailenin, törenlerin



I

ve toplumsal kurum lann ortaya çıkışını konu edinen; bunları des­ tansı ve şiirli bir dille anlatan, çoğu zaman kutsal sayılan öyküler." N e var ki, Kur'an 'daki "esâtîr" sözcüğü, "efsane"ye verilen bu an­ lam dan kim i yerde biraz daha geniş, kim i yerdeyse biraz daha dar; k ısacası, d ah a özel bir anlam taşım akta. T C D iy an e t İşleri B a şk a n lığ ın ın y ayım ladığı K ur'an-ı Kerim ve Türkçe A nlam ı adlı K ur'an çevirisinde, bu sözcüğün, "m asallar" diye çevirildiği görülüı Ben de öyle çevirdim . A ncak, "m asallar", "esâtîr"e tam anlam olabilir m i? "M asal", Prof. Dr. Orhan A cıpayam lı’nın Türk Dil K urum u Y ayınlan arasında bulunan Halkbilim Terimleri Sözlüğünde şöyle anlatılıyor: "(Alm. Erzahlung M archen), (Fr. conte), (İng. tale): İnsanoğlunun evren, dünya, yaşam, doğa, toplum ve kendisiyle ilgili tarihsel olu­ şum, düşün, istek ve izlenimlerinin az ya da çok değişikliğe uğ­ rayarak ağızdan ağıza geçm e yoluyla çağım ıza ulaşan geleneksel anlatı örnekleri. Bkz. Öykülü masal, küm e masal, sevi masalı, yiğitlik masalı, kurtanm m asalı." N edir ki; "masal" sözcüğü, Türkçede bu anlam da kullanıyor olsa da, geldiği dillerde bu anlam da değildir. Kur'an ayetlerinde de geçer; bu­ ralardaki anlamı da bu değil. Asıl geldiği yer; Habeş, Arami ve İbrani dil­ leri. C. Brockelm ann’ın da belirttiği gibi, Kur'an'a "mesel" diye geçen sözcük; Habeşçede "mesl", "messale", Aramicede "maşla" ve İbranicede "masal"dır. H epsinde de "benzeterek karşılaştırm a" anlam ını içerir. Am a genel olarak "atasözü" (darb-ı mesel) anlamına gelir. Kur'an'daysa örneğin Rûm Suresi'nin ayetinde, "Ant olsun ki, biz insanlara bu Kur'an'âa. her türlü 'mesel' sunduk" denirken; "atasözü", "özdeyiş" biçim inde sunulanlardan başka şeyleri, başka anlam ları d a içine alır. G erçekten "her tür" şey var "Kur'an'm meselleri" içinde. A buk sabuk "benzetmeler, karşılaştırm alar" var. Sözüm ona "atasözleri, özdeyişler" var. H içbir "tarihi değeri" olm ayan, öyleyken "geçm işte yaşanmış olay" diye sunulan "kıssalar" (öyküler) var. Bunlardan hangileri olursa olsun; Kur'an'a inanmayanların "saçma" diye nitelendirdikleri bildiriliyor. Yukarıdaki ayette, "Ant olsun ki, biz insanlara bu Kur'an'âa her türlü



'mesel' sunduk" dendikten sonra" (ey M uhammed!) A nt olsun ki, sen on­ lara bir 'ayet' getirdiğinde, ant olsun ki inanmayanlar: 'Siz yalnızca 'batıl' (saçma, hurafe, boş inanç) türünden şeyler sergilemektesiniz!' derler" de­ niyor ki, çok ilginçtir. B ence K u r'a n 'a inanm ayanlar; "bunlar, eskilerin esâtîridir b a ş k a değil!" derlerken de, "K ur'an 'ın m eselleri"nin tüm ünü, yani birer "hik­ met" diye sergilediği "benzetm e"leri, "özdeyiş"leri, "inanç"ları, "öykü"leri bir arada düşünerek nitelem işlerdir. "E skilerden süregelen bu d erlem elerin gerçekle ilgisi yok" dem ek istem işlerdir. "Eskiçağ boş inançlan"ndan yapılan "derleme"ler arasında "kıssa"larla "özdeyiş" biçiminde ("darb-ı mesel" diye) sunulanlar başta gelir. Kur'an'm "hikmet" dediği ve birer "derin bilgi kaynağı" diye gösterdiği de, daha çok bunlar. Bunlar, kimi zaman ayrı ayrı, kimi zamansa bir arada "sa­ lata" gibi sergilenir: Eskilerden süregelen bir "kıssa" (masal) anlatılır. Anlatılanlar arasında da, tıpkı eski masallarda görüldüğü gibi birçok şey sokuşturulur. Bu arada "darb-ı mesel"ler de serpiştirilir. İşte o zaman, olur bir "boş inançlar salatası". Kur'an'm deyişiyle de "akıl sahiplerinin ibret alacakları hikmetler" ve özet anlatımla: "Bilgi hâzineleri"! K ur'an'daki "kıssa"lan, "vaizler" de ballandıra ballandıra anlatırlar "cemaat"lerine. Ü nlü benzetmeyle, "herkes koyunun kavala kulağını ve­ rip dinlemesi gibi dinler". "Mest" olanlar olur. "Allah!" diye bağıranlar olur. Anlatılanlar, olmuş, yaşanm ış birer olay, birer gerçek biçim inde su­ nulur ve öyle algılanır. "A derri'in "yaratılması"na karar veren "Tann"yla, bu karan pek beğenm eyen "melekler" arasındaki "tartışma"lar. Bu "ilk insan"ın, önce heykelinin yapılması, ne tür "çamur"dan yapılması, sonra bu heykele "can" (ruh) "üfürülmesi". "Cennet"e konulması. Burada bulunanlar. M ey­ vesinin yenmesi "A dem 'e "yasak"lanan "ağaç". "Havva"nm yaratılışı. Aynı yasağın onu da içine alışı. "İblis." İblis'in aldatarak "H avva"ya yasak meyveden yedirmesi. Sonra Adem'in de katılması. Bunun üzerine A dem ve eşinin "cennetten kovulmaları". "İlk günah"ın "cezası" olarak! D ünyada bu iki insandan "türeyiş". D oğanlar arasında "Adem'in iki oğlu" (Habil ve K,abil). Bunlardan birinin öbürünü nasıl öldürdüğü ve "Allah tarafından gönderilen bir karga"nın kılavuzluğuyla "nasıl gömdüğü". Yani "ilk cinayet" ve "ilk gömme" olayı! Yeryüzünde çoğalma. O rtaya



çıkan "peygamber"ler. İletilen buyruklara "karşı gelme"ler. insanların uyarılmaları. A m a "uyan"ları um ursam am aları. "Tann"nın, "damızlık" olarak alınacak kimi "erkek ve dişi"lerin dışında, tüm canlıları "yok etme"ye karar vermesi. "Dünyayı kaplayan sular." Yani "Nuh Tufanı". Tann'nın N uh'a yaptırdığı "gemi". İnsan ve hayvan çiftlerinin bu gemiye alınışları. Bunların "Nuh'un gem isiyle kurtarılışları". Sonra yeniden türeyiş. Falanca toplum, filanca toplum , falanca peygamber, filanca pey­ gamber. "U yarf'lar, "karşı gelme"ler. "Tanrı'nın gazaba gelmeleri." Ve yok etm eye karar verişleri. Falanca toplum un şu tür, filanca toplumun bu tür "felaket"e uğratılarak yerle bir edilişi. Yine üreyip çoğalmalar. Yine falanca "olay", filanca "felaket"!!! Tabii bunların hepsinden önce, dünyanın da içinde bulunduğu ev ­ renin nasıl yaratıldığı (!) anlatılır. "P e y g a m b e rle r ve "kavim "lerinin "kıssa"ları yan ın d a nice nice "hikm et" dolu kıssalar anlatılır K ur'an'ım ızda. B iz "insanların iyiliği" için! "A kıllarım ızı kullanıp da ibret dersleri alalım " diye! "Kur'an'm kıssaları'nda "ad"lar ya hiç bulunmaz, y a da çok az bu­ lunur. Bu da M uhammed'in "açık vermeme çab asfn d an doğuyor. Yani, "k u rn azlığ ın d an Aynı nedenle "ayrıntı"laıa da Tevrat ve İnciller öl­ çüsünde yer verilmez. Am a yine de vardır "saçma sapan aynntı"lar. Y usuf Suresi'nin 3. ayetinde, "Ey M uham m ed! Biz bu K ur'an'ı sa ­ na vahyederek, kıssaların en güzellerini anlatıyoruz. D aha önce sen bunları biliyor değildin/" deniyor ve ardından çok uzun bir "kıssa" anlatılıyor: "Y usuf kıssası." T evrat in T ekvin bölüm ündeki çoğu ay­ rıntılarıyla birlikte D ahası, yer yer "eklem eler" y ap ılarak Bu "kıssa" (m asal) anlatıldıktan sonra, surenin ve ayet­ lerinde şöyle denir: "(Ey Muhammed!) Bu anlatılanlar, sana ’g ayb'den (’gaip'ten='bilinmeyen'den=görülmedik-bilinmedik kesimden) 'haberlerdendir. On­ lar, (Y usufun kardeşleri) hile için (Y usufu tuzağa düşürm ek üzere) toplanıp işbirliği ettikleri zaman, sen onların yanlannda değildin (ki hileydin). Bununla birlikte, sen ne denli istesen de, bunun böyle ol­ duğuna (yani bu anlatılanları, Tann'nın sana bildirdiğine) insanların çoğu inanmazlar."



Koma Se Bıra - Altın Yüzüğüm Kırıldı

öncelikle güzel yorumunuz için tebrik ederim. bir bilgilendirme yapmak istiyorum. bu türküyü dinlerken hep şunu düşünürdüm. bu türküde bir şeyler eksik. sanki sözleri değiştirilmiş, orjinalinden kopmuş, hatta türkü kadın-erkek karşılıklı söylenen bir türküymüş gibi gelirdi. sonra araştırdım ki gerçekten sonradan değiştirilmiş bir türkü ve kadın erkek karşılıklı söylenmiş. aşağıdaki şekilde bilgiye ulaştım:Biri kız, biri erkek iki genç yeğen birbirini sevmişler, aşkı tatmak için bir çam ormanına çekilmişler. İki sevdalının bu hareketleri duyulmuş. Akrabaları atlara binerek bunları aramaya çıkmışlar. Alev bacayı sarmış gençlerin kurtulmalarına imkân kalmamış. Erkek teslim olmayı, kız ise kaçarak kurtulmayı tasarlamış. İki genç arasında kaygının uyandırdığı heyecan ile maniler başlamış. Oğlan diyor ki:Arkamızdan atlı kovar,Gelen atlı cana kıfunduszeue.info, babam belki duyar;Ben gidemem emmim kızı.Kız atımın nalı yoktur,Arkasında çulu yoktur,Bir gecelik yemi funduszeue.info gidemem emmim kızı.Kız cevap veriyor:Al şalvarım çul edeyim,Kol halkamı nal edeyim,İncilerim yem edeyim,Kalk gidelim emmim oğfunduszeue.infoğlu aşka murat,Dağın yamaçları kanat,Hızır bulur size kır at,Üsküflenin kaçın funduszeue.infoğlu'nun bu seslenişi gençlere gayret verir, ikisi birden kır ata sıçrayarak gözden kaybolurlar, böylece muratlarına ererler.

Orijinalinin linki falan var mı?

Turan Dursun - Kutsal Kitaplarin funduszeue.info

July 7,

nest...

çamaşır makinesi ses çıkarması topuz modelleri kapalı huawei hoparlör cızırtı hususi otomobil fiat doblo kurbağalıdere parkı ecele sitem melih gokcek jelibon 9 sınıf 2 dönem 2 yazılı almanca 150 rakı fiyatı 2020 parkour 2d en iyi uçlu kalem markası hangisi doğduğun gün ayın görüntüsü hey ram vasundhara das istanbul anadolu 20 icra dairesi iletişim silifke anamur otobüs grinin 50 tonu türkçe altyazılı bir peri masalı 6. bölüm izle sarayönü imsakiye hamile birinin ruyada bebek emzirdigini gormek eşkiya dünyaya hükümdar olmaz 29 bölüm atv emirgan sahili bordo bereli vs sat akbulut inşaat pendik satılık daire atlas park avm mağazalar bursa erenler hava durumu galleria avm kuaför bandırma edirne arası kaç km prof dr ali akyüz kimdir venom zehirli öfke türkçe dublaj izle 2018 indir a101 cafex kahve beyazlatıcı rize 3 asliye hukuk mahkemesi münazara hakkında bilgi 120 milyon doz diyanet mahrem açıklaması honda cr v modifiye aksesuarları ören örtur evleri iyi akşamlar elle abiye ayakkabı ekmek paparası nasıl yapılır tekirdağ çerkezköy 3 zırhlı tugay dört elle sarılmak anlamı sarayhan çiftehan otel bolu ocakbaşı iletişim kumaş ne ile yapışır başak kar maydonoz destesiyem mp3 indir eklips 3 in 1 fırça seti prof cüneyt özek istanbul kütahya yol güzergahı aski memnu soundtrack selçuk psikoloji taban puanları senfonilerle ilahiler adana mut otobüs gülben ergen hürrem rüyada sakız görmek diyanet pupui petek dinçöz mat ruj tenvin harfleri istanbul kocaeli haritası kolay starbucks kurabiyesi 10 sınıf polinom test pdf arçelik tezgah üstü su arıtma cihazı fiyatları şafi mezhebi cuma namazı nasıl kılınır ruhsal bozukluk için dua pvc iç kapı fiyatları işcep kartsız para çekme vga scart çevirici duyarsızlık sözleri samsung whatsapp konuşarak yazma palio şanzıman arızası