hakkınızda kimin ne dediğini dert etmeyin / YUMURTA ZIRHI DELER Mİ? - Siyaset - ODATV

Hakkınızda Kimin Ne Dediğini Dert Etmeyin

hakkınızda kimin ne dediğini dert etmeyin

Resepsiyonist CV’si Hazırlama Rehberi ve Öz Geçmiş Örnekleri

Bir resepsiyonist, bir otele, bir hastaneye veya bir ofise giren insanların gördükleri dost canlısı ve gülümseyen bir yüzden çok daha fazlasıdır. Resepsiyonistler, çoğu zaman çalıştıkları işletmenin tam da kalbinde yer alırlar. Ziyaretçileri veya müşterileri karşılar ve yönlendirir, gelen telefonlara cevap verir, postaların dağıtılması gibi idari destek içeren işleri yaparlar. Elbette üstlendikleri görevler bunlarla sınırlı değildir. İşlerini yaparken takındıkları tutum, davranışları ve bazen ses tonları bile çalıştıkları kurumun karakterini yansıtmalıdır. Bu ve bunun gibi pek çok nedenle, bir resepsiyonistin işi hiç kolay değildir.

Resepsiyonistlerden her zaman sabırlı, profesyonel ve pozitif bir tutum takınmaları beklenir. İşte bu nedenle, bir resepsiyonist olarak istediğiniz işe girmek istiyorsanız, öz geçmişinizde becerilerinizi eksiksiz bir şekilde yansıtıyor olmalısınız.

Bunu nasıl yapacağınızı tam olarak bilmiyor musunuz? O halde doğru yerdesiniz! Hazır öz geçmiş şablonlarımız ve öz geçmiş örneklerimiz, bir resepsiyonist olarak kısa bir süre içinde aradığınız işi bulmanız için size yardımcı olabilir. Bunun yanı sıra bugünkü yazımızda vereceğimiz ipuçları ve örnek öz geçmiş bölümleri sayesinde CV’nizi hazırlamak sizin için çocuk oyuncağı olacak!

İçindekiler

Resepsiyonist CV Örneği

Handan Ertan
+
[email protected]
Mecidiyeköy, İstanbul
Resepsiyonist

Özet

Ben Handan Ertan. 34 yaşındayım. 4 yılı aşkın süredir yoğun müşteri ziyaretinin olduğu ofislerde resepsiyonist olarak çeşitli görevler üstlendim. Program hazırlama, randevuları zamanlama, kayıt tutma ve müşteriler için müşteri hizmeti sağlama konusunda etkili ve profesyonel bir yaklaşıma sahibim. Baskı altındayken bile hem resepsiyon hizmetlerini hem de idari görevleri soğukkanlılık ve zerafetle yürütme konusunda uzmanım. Profesyonellerden oluşan ekibinize katılmak, tutku ve sadakatle görevleri üstlenerek size yardım etmek için sabırsızlanıyorum.

Profesyonel İş Tecrübesi

Gaye Tasarım Ajansı
Resepsiyonist
Kadıköy, İstanbul
Ağustos Günümüz

  • Müşterileri ve ziyaretçileri karşıladım, onlara gereken bilgileri ve ihtiyaç duydukları hizmeti sağladım.
  • Telefonlara cevap verdim, kişisel bilgileri topladım ve tüm operasyonların sorunsuz ve kusursuz bir şekilde yürümesini sağlamak için programları yönettim.
  • Ofisteki randevu sistemi ile ilgili danışmanlık yaptım ve randevuların zamanında gerçekleşme oranının %38 artırılmasına katkı sağladım.
  • Müşterilerin doldurduğu geri bildirim formlarına dayanarak yüzde 95 müşteri memnuniyeti sağladım.

Laguna Spa&Fitness Salonu
Resepsiyonist
Nişantaşı, İstanbul
Ocak &#; Temmuz

  • Geçtiğimiz iki yıl boyunca her gün ’den fazla telefonu hiçbir şikayet almadan cevaplandırdım.
  • Spa’daki huzurlu ve davetkar ortama katkı sağlamak için resepsiyon masasının olduğu bölgeyi dekore ettim.
  • Müşterilerden gelen siparişler ve e-postalarla ilgilendim ve muhasebeyle ilgili bazı görevleri üstlendim.
  • Spa’da verilen hizmetler, kullanılan ürünler ve teknolojik sistemler hakkında potansiyel müşterilere bilgi verdim.
  • Dosyalama sistemleri oluşturdum, ekibin toplantılarını ve seyahatlerini planladım.

Eğitim
Beylikdüzü Mesleki ve Teknik Anadolu Lisesi
Halkla İlişkiler ve Organizasyon Hizmetleri

Yabancı Diller
İngilizce (B2)
İspanyolca (B1)

Sertifikalar
Ceyhan Üniversitesi &#; Ön Büro Sorumlusu Sertifikalı Eğitim Programı ()

Beceriler
Organizasyon
Koordinasyon
Planlama
Stres Yönetimii
Detay Odaklılık
MS Office
İletişim
Nezaket
Birden Çok İşi Aynı Anda Yapabilme
Raporlama
Zaman Yönetimi
Hızlı Düşünme
Verimlilik
Problem Çözme

İlgi Alanları

Kadın Voleybol Takımı’nda Voleybol Oynamak (Oyun Kurucu)
Eğitim Gönüllüsü Olarak Çalışmak
Kitap Okumak

Türkiye’de Resepsiyonistlerin Aldığı Maaşlar

Sizin de bildiğiniz gibi bir resepsiyonist, otelden kliniğe, turizm acentesinden reklam şirketine pek çok farklı sektörde ve farklı kurumda çalışabilir. İşte bu nedenle resepsiyon görevlilerinin aldığı maaşlar önemli ölçüde farklılık gösterebilir. Ayrıca deneyim sürelerindeki farklılıkları ve bunun maaş miktarına yapacağı etkiyi de es geçmemek gerekir.

seafoodplus.info verilerine göre,Türkiye’de resepsiyonistlerin aldığı aylık maaş  ortalama TL. En düşük maaş ise TL. Ancak bir kurumdan diğerine farklılık gösteren miktar, bazı kurumlarda bunun tam iki katına çıkıp TL’yi aşabiliyor.

💰ABD İşçi İstatikleri Bürosu’na göre, resepsiyonistlerin yüzde 47’si medikal ve sosyal yardım sektörlerinde çalışıyorlar. Yani kariyerinin başında olan bir resepsiyonistin iş aramaya hastanelerden başlaması iyi bir fikir olabilir.

Daha önce hiç bu alanda çalışmadıysanız, başlangıçta belli bir süre tecrübe kazanmak adına resepsiyonist yardımcısı pozisyonunda çalışmanız gerekebilir. Yine seafoodplus.info verilerine göre Türkiye’de bir resepsiyonist yardımcısı en az TL kazanıyor. Bir resepsiyonist yardımcısının alabileceği en yüksek maaş ise TL bandında.

📌ABD İşçi İstatikleri Bürosu’na göre resepsiyonist pozisyonları yılına kadar yüzde 4 oranında artış gösterecek. Otomasyon çağında olduğumuz şu günlerde bu sektörde beklenen iş fırsatı artışının diğer sektörlere kıyasla biraz daha düşük olması normal.

Bir Resepsiyonist CV’si Nasıl Yazılır

Harika bir resepsiyonist CV’si hazırlamanın ilk adımı, bu pozisyondan beklentilerin neler olduğunu kavramaktır. Diyelim ki bir otele gittiniz. Orada çalışan resepsiyonist size karşı özensiz ve hatta kaba bir tavır takındı. Bu durumda o oteli arkadaşlarınıza ve ailenize tavsiye ederken tereddüt duymaz mısınız? İşte bu nedenle iyi bir resepsiyonist, bir kurumun can damarı gibidir. Size düşen ise iyi bir resepsiyonist olduğunuzu öz geçmişinize tam anlamıyla yansıtmak olacaktır.

Resepsiyonistler özellikle birden çok işi aynı anda yapabilme konusunda uzman kişilerdir. Pek çok aday, resepsiyonist pozisyonunda çalışmak için birbiriyle rekabet halindedir. Bunun nedeni bu mesleğin, size iş dünyasında yeni fırsatların kapısını aralayabilecek olmasıdır. İnternet, bir şirkette resepsiyonist olarak işe başlayıp, şirketin yöneticilik kademelerine kadar ilerleyen insanların hikayesiyle doludur.

Yoğun rekabette öz geçmişinizle öne çıkabilmek için başvuru yaparken iş tanımını birden çok kez okuyun.

Öz geçmişinizde eğer mümkünse sayısal veriler de paylaşarak iş hayatında elde ettiğiniz başarılarınızdan bahsedin. Tek bir öz geçmiş hazırlayıp tüm şirketlere aynı öz geçmişi göndermekten kaçının. Bazı şirketlere bir gün içinde onlarca öz geçmiş yollandığını unutmayın. İşe alım uzmanlarının zamanı kısıtlıdır. İşte bu nedenle kolay okunabilen, sade ve gösterişsiz bir öz geçmiş hazırlamalısınız. Hazır öz geçmiş şablonlarımızı kullanarak bu sorunu kolay ve hızlı bir şekilde çözebilirsiniz.

📌Amerika’da yapılan bir çalışmaya göre, resepsiyonistlerin üçte ikisi işlerinden memnun. Yüzde 50’si yaptıkları işin, başkalarının hayatında fark yarattığına inanıyor.

Resepsiyonist CV Düzeni

  • Başlık
  • Özet
  • İş Deneyimi
  • Eğitim
  • Beceriler
  • Ek Bölümler (diller, bilgisayar becerileri ve sertifikasyonlar, ödüller, ilgi alanları gibi)

İnsanlarla iletişim kurmayı, onlara yardımcı olmayı, planlama ve organizasyon gibi operasyonel sorumlulukları üstlenmeyi seven biriyseniz resepsiyonistlik sizin için ideal bir meslek olabilir. İş arama sürecinde, önemli olan işinize duyduğunuz sevgiyi ve aktif dinleme gibi anahtar önem taşıyan bazı becerilerinizi öz geçmişinizi okuyan kişiye en iyi şekilde aktarmanızdır. Dedikleri gibi bazen iletişimde önemli olan söylenenleri değil söylenmeyenleri anlamaktır. İşte bunu ancak aktif dinleme becerisine sahipseniz başarabilirsiniz.

Peki, sizi ve becerilerinizi iyi bir şekilde ifade eden bir öz geçmiş ne gibi özelliklere sahip olmalıdır? Etkili bir öz geçmiş hazırlamak istiyorsanız aşağıda vereceğimiz ipuçlarını es geçmeyin:

  • Öz geçmişiniz bir sayfadan uzun sürmemeli. Öz geçmişin içeriğini oluştururken kolayca anlaşılabilen net ifadeler kullanmalısınız.
  • Yazı tipi olarak Calibri, Times New Roman, Cambria ve Arial yazı tiplerinden birini tercih edebilirsiniz. Yazı tipi boyutu ise 10 veya 12 olabilir.
  • Öz geçmişinizi yaptığınız her başvuruya göre özelleştirmeli, tek bir CV hazırlayıp birden çok yere aynı CV’yi göndermemelisiniz.
  • İş fırsatlarını kaçırmamak için güncel iş ilanlarının yer aldığı kaynakları takip etmelisiniz.
  • İş ilanında sıralanan beklentileri birden çok kez okumalı ve öz geçmişinizi bu beklentilere uygun olacak şekilde düzenlemelisiniz.
  • İşe alım uzmanları tarafından ilk aşamada kullanılan Aday Takip Sistemi’ni geçmek için öz geçmişinizde sektöre ve başvurduğunuz pozisyona uygun doğru anahtar kelimelere yer vermelisiniz.

⚠️Bilirsiniz, bir zaman geri döndürülemez bir de ilk izlenimler. İşte bu nedenle iyi bir ilk izlenim bırakmak istiyorsanız öz geçmişinizde imla ve yazım hatası olmamasına dikkat edin.

Aşçı CV’si İçin En İyi Format

Öz geçmişinizi inceleyen bir işe alım uzmanı için öz geçmişinizin içeriği kadar, o içeriği düzenlerken kullandığınız format da önem taşır. Öz geçmişiniz için sahip olduğunuz beceri ve deneyimlere uygun bir format seçtiğinizden emin olmalısınız. Halihazırda en sık kullanılan 3 format mevcuttur. Bunları şöyle sıralayabiliriz:

Fonksiyonel öz geçmiş formatı, daha önce iş tecrübesi olmayan adaylar için çok uygundur. İsteyen adaylar, bu öz geçmiş formatı sayesinde iş deneyimlerinden çok becerilerini ve başarılarını öne çıkarabilirler.

Ters kronolojik öz geçmiş formatı ise iş deneyimlerini ön plana çıkarmak isteyen adaylar için idealdir. Aday, son işinden başlayarak iş deneyimlerini sıralar. Bu format sayesinde geçmişteki iş deneyimleri sayesinde kariyerinde ne kadar ilerleme kaydettiğini rahatça gösterebilir.

Hibrit öz geçmiş formatı ise fonksiyonel öz geçmiş ile ters kronolojik öz geçmişi bir araya getirir. Bu formatı kullanan adaylar hem iş deneyimlerini hem de becerilerini öne çıkarabilirler.

Bizim tavsiyemiz, ters kronolojik öz geçmiş formatını tercih etmeniz.  İşe alım uzmanlarının favorisi olan  bu format diğer formatlara göre daha kolay okunabiliyor ve uzmanın sizin hakkınızda daha hızlı bir şekilde bilgi edinmesini sağlıyor.

Resepsiyonist CV’sinin başlık bölümü nasıl olmalı?

Öz geçmişinizi inceleyen bir işe alım uzmanının öz geçmişinizde ilk fark edeceği yer başlık bölümü olacaktır. İletişim bilgilerinizin yer alacağı bu bölümü oluştururken en ufak bir hata yapmamalısınız. Çünkü işe alım uzmanı, resepsiyonist cv’nizi inceleyip iş görüşmesine çağırmak için uygun bir aday olduğunuza karar verdiğinde, bu bölümdeki bilgileri kullanarak size ulaşacak.

Bu bölümde adınız, soyadınız, mesleki unvanınız, iletişim bilgileriniz, varsa LinkedIn profiliniz, kariyer bloğunuz veya internet sitenizin erişim bağlantısı bulunmalıdır. Bunların dışına çıkıp, bu bölümü gereksiz bilgilerle doldurmaktan kaçınmalısınız. Aşağıda iyi ve kötü başlık örneklerini bulabilirsiniz:

İyi Başlık Örneği

DOĞRU

Demet Gökmen
Resepsiyonist

+90
[email protected]
Bağcılar, İstanbul
seafoodplus.info

Kötü Başlık Örneği 

YANLIŞ

Demet Gökmen
Resepsiyonist

+90
[email protected]
Taşar Mahallesi, Erüst seafoodplus.info
Can Apt.
Doğum: 11/03/
seafoodplus.info
İkizler Burcu

📌İpucu: G-mail uzantılı adreslerin, yahoo ve hotmail uzantılı adreslere kıyasla daha profesyonel göründüğü kabul edilir. Bu nedenle başlık bölümünde kullanacağınız e-posta adresi [email protected] formatında olmalı, [email protected] gibi bir e-posta adresi vermekten kaçınmalısınız.

Bir resepsiyonist olarak öz geçmişinizde fotoğrafa yer vermeniz gerekip gerekmediğini merak ediyor musunuz? Aslında bu cevabı çok da net olmayan bir sorudur. Amerika ve Avrupa’daki pek çok ülkede öz geçmişte fotoğrafa yer verilmesi, ayrımcılığa neden olacağı endişesiyle talep edilmez. Ancak Türkiye’de durum bundan biraz farklıdır. Yine de bu kararı vermek size bağlıdır. Eğer resepsiyonist öz geçmişinize fotoğraf eklemeye karar verirseniz  sade ve şık göründüğünüz çözünürlüğü yüksek  bir fotoğraf tercih etmeye gayret edin.

Resepsiyonist CV’sinde İş Deneyimi Bölümü Nasıl Olmalı?

Kariyerinizde daha önce elde ettiğiniz iş deneyimleri, işverenlere, siz resepsiyonda olduğunuzda, endişelenecek hiçbir şeyleri olmadığını göstermelidir. Genellikle resepsiyonistlerden üniversite mezunu olmaları beklenmediği için iş geçmişiniz sizin hakkınızda çok şey söyler. İşverene, geçmişte elde ettiğiniz deneyimlerin, başvurduğunuz pozisyonla yakından alakalı olduğunu gösterebilmelisiniz.

📌Öz geçmişinizde yer vereceğiniz anahtar kelimeleri yazarken herhangi bir yazım hatası yapmanız daha ilk aşamada Aday Takip Sistemi tarafından elenmenize yol açabilir. Bu nedenle çok dikkatli olun. Mümkünse başvurunuzu yollamadan önce CV’nizi kontrol etmesi için bir arkadaşınıza okutun.

Tecrübeli Bir Resepsiyonist İçin İş Deneyimi Bölümü Örneği👇

Acarhan Holding
Resepsiyonist
Ocak &#; Eylül
  • Her gün şirketin ürünleriyle ilgili bilgi alma talepleri de dahil müşterilerden gelen ’den fazla e-posta’ya cevap verdim.
  • Faturalar ve ödemelerle ilgili bilgi ve verilerin yönetimini üstlendim.
  • Gerektiğinde şirketin hizmet teklifleriyle ilgili rehberlik ettim ve tavsiyeler verdim.
  • Müşterileri ve ziyaretçileri karşıladım ve onları doğru departmana/ofise yönlendirdim.
  • Satıcı/tedarikçi kayıtlarıyla ilgili daha önce manuel olarak yönetilen süreçleri verimli olarak çalışan bilgisayarlı bir sisteme dönüştürdüm.

Az Tecrübeli Bir Resepsiyonist İçin İş Deneyimi Bölümü Örneği👇

Akkaş Hukuk Bürosu
Resepsiyonist
Ağustos &#; Ağustos
  • Şifreleme yazılımı kullanarak yasal dökümanların ve hassas verilerin güvenliğini sağladım.
  • Halihazırdaki müşterilerden, potansiyel müşterilerden, avukatlardan ve kanun uygulayıcılardan gelen telefonları ve e-postaları cevapladım.
  • Şirketin avukatlarının programlarını ve toplantılarını koordine ettim.
  • Müşterilerin dosyalarını düzenledim.
  • İstenen dökümanları ve mahkeme transkriptlerini avukatların incelemesine sundum.

Deneyiminiz Yok Mu? Dert Etmeyin!

Daha önce hiç resepsiyonist olarak çalışmadıysanız endişelenmeyin. Aşağıdaki işleri ya da benzerlerini yaptıysanız bu deneyimler sayesinde elde ettiğiniz becerilere resepsiyonist cv’nizde yer verebilirsiniz:

  • Sekreter
  • Mağaza Sorumlusu
  • Özel Ders Öğretmeni
  • Yemek Servis Elemanı
  • Araştırma Asistanı

Daha önce hiç iş deneyiminiz yoksa öz geçmişinizde aldığınız eğitimin, yaptığınız stajların veya kişiler arası ve teknik becerilerin üzerinde durabilirsiniz. Her halukarda resepsiyonist olarak iş bulma şansınızın olduğunu unutmayın ve iş arama sürecinde umutsuzluğa kapılmayın.

Eğitim Bölümü

Resepsiyonist olarak çalışmak için genellikle üniversitede okumuş olma şartı aranmaz. Lise diplaması da yeterli olabilir. Elbette önde gelen ünlü bir şirkette çalışmayı kafanıza koyduysanız üniversite diplomanızın olması bir avantaj olacaktır. Bunun yanı sıra örneğin iletişim veya teknoloji alanında aldığınız belli bazı sertifikalar, işverene, öğrenmeye ve profesyonel gelişime açık olduğunuzu gösterecektir.

💡Eğitim bölümünde sırasıyla önce mezun olduğunuz okula, daha sonra bölümünüze ve sonra da okulda okuduğunuz yıllara yer verebilirsiniz.

Örnek:

Sarıyer Mehmet Şam Çok Programlı Anadolu Lisesi
Halkla İlişliler ve Organizasyon Hizmetleri Bölümü

MEB Onaylı Ön Büro Yöneticisi Sertifikası ()
Microsoft Office Programları Eğitimi &#; Boğaziçi Enstitü ()

resepsiyonist cv örnekleri

Bir Resepsiyonistin CV’sinde Yer Alabilecek Beceriler

İsterseniz uzay mühendisi olun, eğer telefonlara nazik bir şekilde cevap veremiyor ve yöneticinizin programını düzenleyemiyorsanız, resepsiyonist olarak çalışma şansınız yoktur. İşte bu yüzden öz geçmişinizde becerilerinizi sıralayacağınız bölüm çok önemlidir. Bu bölüme gereken önemi vermeyi ihmal etmeyin.

İşte bir resepsiyonistin öz geçmişinde yer alabilecek teknik ve kişiler arası becerilerden bazıları:

Teknik Beceriler

  • Microsoft Office Programları (Word, Excel, Powerpoint)
  • Bilgisayarda Kayıt Tutma Yazılımları
  • Ödeme ve Faturalandırma Yazılımları
  • Planlama Yazılımları
  • Birden Çok Hatlı Telefonları Kullanma
  • Yazma Hızı
  • Veri Girişi
  • Dijital Dosyalama Sistemleri
  • Fotokopi, Yazıcı, Tarayıcı, Faks Makinesi Kullanma
  • Ofis Malzemesi Stoklama
  • Fotografik Hafıza

Kişiler Arası Beceriler

  • Takım Oyuncusu
  • Pozitif Tutum Takınabilme
  • Birden Çok İşi Aynı Anda Yapabilme
  • Sabırlı Olma
  • Motivasyonu Yüksek Olma
  • Yardımsever Olma
  • Sözlü/Yazılı İletişime Hakim
  • Baskı Altında Çalışabilme
  • Zaman Yönetimi
  • Detaylara Hakimiyet
  • Güvenilirlik
  • Merak
  • Öğrenme Arzusu
  • Problem Çözme

Resepsiyonist Öz Geçmişi İçin Özet Bölümü

Öz geçmişinizdeki özet bölümü, iş verenleri, en yoğun iş günlerinde bile dikkatli ve enerjik kalacağınıza ikna etmek için harika bir alandır. Özet bölümü, tıpkı bir resepsiyonist gibi, işe alım uzmanını hoş bir şekilde karşılamalıdır. Bu bölümü öz geçmişinizin minyatür versiyonu gibi düşünebilirsiniz. Bu bölümde kişiliğinizden, becerilerinizden ve geçmiş iş deneyimlerinizin öne çıkarmak istediğiniz noktalarından bahsedebilirsiniz.

💡Özet bölümünde nazik, düşünceli, müşteri odaklı gibi temel kişilik özelliklerine yer vermeyi unutmayın.

DOĞRU ÖRNEK

10 yılı aşkın deneyime sahip, çalışkan ve kendini işine adayan bir resepsiyonistim. Yoğum müşteri ve ziyaretçi girişinin olduğu ofis ortamlarında çalıştım. Planlama, randevu oluşturma, müşteri hizmeti sunma konusunda uzmanım. Baskı altında çalışma becerim sayesinde birden çok işi aynı anda yapabilir, idari destek içeren belli sorumlulukları üstlenebilirim. İşime olan tutkumla, yeni bir ekibe katılmak ve şirketin gelişimine katkı sağlamak için sabırsızlanıyorum.

YANLIŞ ÖRNEK

Uzun yıllardır sektörde deneyim elde etmiş işini seven bir resepsiyonistim. Yardımseverim. Daha önce yarı zamanlı sekreter olarak çalıştım.

Resepsiyonist Öz Geçmişi İçin Ek Bölümler

İsterseniz öz geçmişinizi referanslar, diller, ödüller gibi ek bölümlerle zenginleştirebilirsiniz. Önemli olan ekleyeceğiniz bölümlerde yer alan bilgilerin, başvurduğunuz pozisyon için aranan özelliklerle uyum içinde olmasıdır.

Diller

Resepsiyonistler, şirkette, müşteriyle iletişim denince akla gelen ilk isimlerdendir. Yurt dışından hastaların kabul edildiği özel bir klinikte, uluslararası bir firmada veya bir otelde çalışıyorsanız birden çok dil bilmeniz gerekebilir. Öz geçmişinizde Türkçe’nin dışında İngilizce, İspanyolca, İtalyanca gibi farklı dilleri bildiğinizi belirtmeniz, sizi bir anda rekabette en üst sıralara taşıyabilir.

İlgi Alanları

Bir resepsiyonist olarak yeni şeyleri öğrenmeye hevesli, yardımsever, gelişime açık, araştırmayı seven meraklı bir aday olduğunuzu göstermeniz işverenlerin ilgisini çekebilir. Bu nedenle bu bölümde örneğin insanlara yardım etmek için gönüllü olarak sosyal faaliyetlerde bulunduğunuzdan bahsedebilirsiniz.

Referanslar

Genelde öz geçmişlerde referanslar için ayrılan özel bir bölüm bulunmaz. Ancak işe alım uzmanları, işe alım sürecindeyken referanslarınızı görmek isteyebilirler. Buna hazırlıklı olun. Referanslarınızı yazarken referansınızın adını, soyadını, mesleki unvanını, çalıştığı şirketi ve iletişim bilgilerini vermeyi unutmayın.

Kusursuz bir resepsiyonist öz geçmişi oluşturmak için yapmanız gerekenler

  • Öz geçmişinizi oluştururken, resepsiyonistlerden, çok sayıda teknik ve kişilerarası beceriye sahip olmalarının beklendiğini unutmayın.
  • Başvurunuzu yaparken, otomasyon çağında olmamız nedeniyle günden güne teknolojinin, resepsiyonistlerin yerini aldığı gerçeğini es geçmeyin. Rekabetle baş edebilmek için öz geçmişinizde tüm güçlü yönlerinizi yansıtmalısınız.
  • Özellikle büyük ölçekli şirketler, öz geçmişleri elemek için anahtar kelimeleri kullanırlar. Öz geçmişinizde, iş tanımında bahsedilen anahtar kelimelerin yer aldığından emin olun.
  • Başvurduğunuz şirkete uygun olan bir öz geçmiş şablonu tercih etmeye dikkat edin.

Öz geçmişinize uygun bir ön yazı hazırlayın

Resepsiyonist pozisyonu için işe başvuru yapan bir aday olarak, öz geçmişinizin, yüzlerce öz geçmiş arasında kaybolup gitmesini istemiyorsanız bir ön yazı oluşturmak iyi bir fikirdir. Ön yazıda ya da bir diğer adıyla niyet mektubunuzda, işe alım uzmanına, neden başvurduğunuz pozisyon için uygun bir aday olduğunuzu net bir şekilde ifade edebilmelisiniz.

İşe nereden başlayacağınızı, öz geçmişinizde hangi bölümlere yer vereceğinizi, nasıl bir öz geçmiş düzeni oluşturmanız gerektiğini düşünerek endişelenmenize hiç gerek yok.

İş arama sürecinin en önemli kısmını dakikalar içinde halletmek istiyorsanız, sitemizdeki öz geçmiş şablonlarını ve öz geçmiş örneklerini kullanabilirsiniz. Böylece hem zamandan tasarruf etmiş olacaksınız hem de hiçbir bölümü atlamadan eksiksiz bir öz geçmiş oluşturabileceksiniz.

Sık Sorulan Sorular

Bir resepsiyonist olarak çalışmanın zorlukları nelerdir?

Resepsiyonistlerin oldukça hızlı bir tempoda çalışmaları veya yüksek seviyede öneme sahip idari görevler üstlenmeleri gerekebilir. Gelen aramaların ve taleplerin yoğunluğu zaman zaman bunaltıcı olabilir. Ayrıca şirketin yüzü oldukları düşünüldüğü için bazı çalışanlar yerine sorunları çözmeleri ve zorluk çıkaran müşterilerle profesyonel bir tutum takınarak ilgilenmeleri gerekebilir.

Resepsiyonist pozisyonu için yapılan iş görüşmelerinde sorulan örnek sorular nelerdir?

  • Resepsiyon masasındayken canı sıkkın bir müşteriyle ilgilenmeniz gerektiğinde neler yaparsınız?
  • Diyelim ki şirketteki bir çalışana telefon geldi ancak bu çalışan o anda meşgul. Arayan kişiye ne dersiniz?
  • Sizce bir resepsiyonist, şirket kültürüne ne gibi bir katkı sağlar?

Resepsiyonistlerin çalışma saatleri nasıldır?

Resepsiyonistler genellikle iki vardiya ile çalışırlar. Çalışma süreleri saat arasında değişiklik gösterebilir. Otel, hastane gibi kuruluşlarda resepsiyonistlerden gece 12 sabah 8 arası mesai yapmaları beklenebilir.

özgeçmişini yayınla

Duygular konusunda en çok merak edilenler

1 Aşık olmak günah mıdır?

Aşık olmak günah değildir. Bir hadiste, bir kadına aşık olup onu gizleyen ve kimseye söylemeden ölen birinin şehit olacağı ifade edilir. [(bk. Kenzu’lummal, h. No: ; hadis hakkında geniş bilgi almak için bk. Aclunî, 2/). Sahavî, hadisin sahih olduğuna işaret etmiştir(bk. el-Makasıdu’l-hasene, 1()].

Bildiğiniz gibi, aşk, nefsanî olan duygusallıktan ziyade, kalbî olan aşırı sevginin adıdır. Bu nedenle aşık olmak insanın elinde olan bir şey değildir.

Sizin de onu düşünmeniz elinizde olmadan aklınıza gelmesi caizdir. Ancak mukaddes şeyleri feda edecek kadar tapar gibi sevmek doğru değildir.

Eğer evlenme imkânınız ve onu dini ölçüler dairesinde istetip almanız mümkünse, hemen istetmenizi öneririz. Eğer bu mümkün değilse, demekki hakkınızda hayırlı değilmiş deyip, Allah’tan helal süt emmiş iyi bir eşi nasip etmesini isteyip aramak gerekir.

Hakkımızda neyin hayırlı olduğunu bilemeyiz. Belki de mutlaka olmasını istediğimiz bir şeyin sonradan "keşke olmasydı" deme ihtimali vardı. Bu nedenle isterken hayırlısını istemek, olmazsa sabır ile beklemek en güzelidir.

Hz. Meryem'in annesi bir erkek evlat istemişti. Allah ona bir kız verdi. O çok üzülmüştü. Şimdi o annemize sorsak “Sen erkeklerden onlarca ama kızlardan bir tane Meryem hangini istersin?” elbette tek Meryem’i isteyecektir. Çünkü kızı peygamber annesi oldu.

İşte biz de buna göre hareket etmeliyiz.

Biz Allah’ın kullarıyız. O nasıl isterse öyle hareket etmek durumundayız. Nişanlı bile olsa nikâhları yoksa kadın ve erkeğin beraber yalnız kalması haramdır. Çünkü nişan nikâh değildir. Şahitler yanında nikâhlanmalı ki oturup kalkmak helal olsun.

Örneğin, senin bir bahçendeki meyveyi birisi senden izin alsa yese ne güzeldir. Senden izin almadan yerse ve ne farkı var derse ne yaparsın?

Allah bize izinsiz dolaşmayı yasaklamıştır. İzin almak da nikâh kıymakla olur.

İlave bilgi için tıklayınız: 

- Aşık olmak konusunda dinimizin ölçüleri nelerdir?

2 Eşcinsellik, erkeğin erkeğe ilgi duyması durumunda, alınması gereken tedbirler nelerdir?

Sizin bu durumunuz fıtri ve yaratılış olarak her insanda ve erkekte olabilir. Bu da insan için imtihan vesilesidir. Yani bir insan için karşı cinsten birisiyle nikâhsız ilişki yasaklandığı gibi, aynı cinsten olanlar içinde beraberlik yasaklanmıştır. Şeriat, bunların tadil edilmesi yolunda bazı tavsiyelerde bulunmaktadır. Bunlar şöyle sıalayabiliriz:

1. Oruç tutmak,
2. Bol bol Kur’an okumak veya zikir çekmek,
3. Kur’an tefsiri veya İslami kitap okumak,
4. Allah’ı bol bol hatırlamak,
5. Ölümü hatırdan çıkarmamak.

Bu noktada dikkat çekici olan, çoğumuzun üzerinde konuşmayı bile ayıp saydığı bu konuda Kuran’da o derece çok ve açık ifadelerin bulunmasıdır. Kur’ân, Lût kavmi örneğinde kendisine temas ettiğine göre, demek ki, bu problem "Lût kavmi kadar eski, yok farz edilmeyecek kadar önemli, zinadan bile çirkin, ama herhangi bir insanî yanılgı kadar da konuşulabilir" imiş.

- Peki, neden böyle bir şey oluyor?
- Böylesi bir cinsel sapma neden ve nasıl yaşanıyor?

Önce biyolojik-genetik faktörlerle başlayalım:

Aslında hepimizin vücudunda karşı cinsin hormonları da az miktarda bulunur. Zaten, öyle olmasa, bütün erkekler aşırı sert ve maço, bütün kadınlar ise aşırı kırılgan olurlardı ve cinslerin birbirini anlayıp hissetmesi pek de mümkün olmazdı. Ancak normalde var olan bu minimal yönelimler, genetik ve hormonal bozulmalar sonucu, bazı kişilerde ileri düzeylere varabiliyor. Ve ortaya doğuştan eşcinselliğe yatkın bireyler çıkabiliyor.

"E, sonra?" diyorsanız, şu sohbeti dinleyin:

Geçenlerde bir psikiyatrist arkadaşım beni telefonla aradı. Kısa bir girişten sonra, "Baksana!" dedi, "Biliyorsun; son araştırmalar eşcinselliğin bazı durumlarda neredeyse önlenemez olduğunu gösteriyor. İşin doğuştan gelen genetik bir boyutu da olduğu tesbit edildi; sen de okumuşsundur. Yani, bu kişilerin en azından bir kısmı, yaratılışlarında var olan meyil dolayısıyla o yöne gidiyorlarmış; bu açık artık. Oysa biz İslâmî yönden bunun kabul edilemez bir yönelim olduğunu, hatta ceza gerektirdiğini okuyoruz.Nasıl çözüyorsun bu ikilemi?"

Ona, "Belki garip bir örnek olacak ama" dedim, "Biliyorsun, mesela çok eşlilik de erkekler için neredeyse genetik ve tabiî bir meyildir.""Evet?" dedi. "Peki sen çok eşli misin?" diye sordum. "Tabiî ki hayır." dedi. "Neden?" diye üsteledim. "İçinde böyle bir meyil yok mu? Açık konuş lütfen.""Var aslında." dedi, "Ama hem eşim buna izin vermez, hem toplumsal kurallar, kanunlar vs. bir yığın engel var; biliyorsun. Üstelik günaha girmiş olurum. O yüzden düşünmem bile."

"Kendi sorunun cevabını kendin vermiş oldun işte." dedim. "Eşcinsel meyiller de bazı kişiler için genetik bir temelden kaynaklanan, neredeyse zorunlu bir yönelim olabilir; ama o kişilerin de bu anormal yönelimlerini kontrol etmeleri beklenir, bunu becerebilirler de aslında."

"Bu yönden düşünmemiştim." dedi arkadaşım.

Ardından, kısa bir düşünme sonrası,"Ama" dedi, "meselâ, bilirsin, beyindeki bazı bozukluklar, örneğin temporal epilepsi gibi hastalıklar, kontrolü güç saldırganlıklara yol açabiliyor. Böyle bir hastalığın da etkisiyle, diyelim ki bilincinde olmadan birini öldüren bir şahıs ceza görür mü? Görmez. Bünyesel hastalığın etkisiyle bu suçu işlediği tesbit edilirse Türk Ceza Kanununun veya maddesine göre cezası ya hafifletilir ya da tamamen affedilir. Buna ne diyeceksin?"

"Peki," dedim, "O hasta, cezası affedildikten sonra, bir cinayet daha işlesin diye serbest mi bırakılır? Yoksa hastalığı düzelene kadar tedaviye alınıp, sonra da uzun süre izlenip kontrol mü edilir?"

Arkadaşım,"Yine haklısın." dedi.

Ergenliğe geçiş döneminde sırf meraktan bu tür bir ilişkiyi (kısmen) denemiş gençler de olabilir. Nerdeyse ne yaptığını bilmeden, "doktorculuk" oynarcasına.

"Çocukça bir hata" bile denebilir belki. Ancak, esas önemli olan, bundan sonrasıdır. Bu tür bir olayın ardından, bazen yıllar sonra, "Eyvah, ben ne yapmışım?" muhasebesi yaşanır genellikle. Bu dönemde bunalımını paylaşmayıp kendi kendini yiyip bitirmek; kendini aşırı suçlayıp "Yoksa ben ‘gay’dım mı?" sorgulamasına dalmak, bazen genci tam zıt bir sonuca götürebilir. "Battı balık yan gider." durumu gerçekleşir. Gerçekte öyle olmayan genç, gerçekte öyle olmadığı halde kendisini öyle zannettiği için, gerçekten öyle olur!

Traji-komik bir örnek anlatayım:

Bir eşcinsel hastam vardı. İlkokul yıllarında bağırsak paraziti problemi varmış. Bilen bilir; bu parazit anüs kaşıntısı yapar. Belki inanmazsınız ama, bu kaşıntı gitgide delikanlıyı "Yoksa ben?.." kuşkusuna götürmüş. Sonuç maalesef kötü! Üstelik, anlattığım tek değil. Literatürde, sadece ve sadece bağırsak paraziti yüzünden cinsel tercihi bozulan birçok vak’a var. Yani? Utanıp konuşmamak, gurur yüzünden anlatmamak, yardım istemeyip kendi kendini yemek yok mu? İşte bu şey o kadar çok yerde ayaklara dolanıyor ki! Sırf bu yüzden ne hayatlar kayıyor, bilemezsiniz.

Şimdi, gelelim konunun bizi esas ilgilendiren kısmına:

1. Bu tür hassas konuları ne yok farz etmeli, ne de kaşınmayan yeri kaşımalı. Uyanık bir sessizlik ve dengeli bir müdahale gerek.

2. Küçük yaşlardan itibaren giyim, oyuncak gibi konularda cinsiyeti vurgulayacak ve cinsel kimlik oluşmasına yardım edecek yönlendirmeler yapılmalı. Meselâ, cinsiyete göre giydirmek, uygun oyuncaklar almak gibi.

3. Çocuk, normal gelişimi içinde, özellikle belli dönemlerde, cinselliği çok merak eder; onu doğru bilgilendirmek gerekir. Eşcinselliği anlatın demiyorum. Normal, doğal, insanî merakların doyurulması, ilerisi için sağlam bir temel olacaktır diyorum. Bu konularda çekinip utanmayın lütfen: Siz doğrudan utanıyorsunuz ama, birileri yanlıştan bile utanmıyor. Ve hiç unutmayın: "Çocuklar öğrenmeye hazır olmadıkları konuları zaten sormazlar." Çocuk birşeyi soruyorsa mutlaka cevap vermeniz gerekir—elbette, usulünce!

4. Özellikle ergenlik çağında gençlerin kendi cinslerinden ebeveynlerle, yani babayla daha fazla vakit geçirip paylaşım içinde olması şarttır. Bunu vurguluyorum; tâ ki, "İşten eve, evden işe", "pijama-terlik-televizyon", "Hanım, sen ilgileniver, ben çok yorgunum" hastalıklarına yakalanmış babaların kulakları çınlasın!

5.Aile içinde erkeğin hafif başat ve saygın konumunun korunması lazım. Yoksa, meselâ evde kadın bariz biçimde baskın, erkekse pasif ise -ki, neredeyse ahir zaman alameti olarak çoğu evde mevcut durum maalesef budur- erkek çocuk için kadın konumu imrenilecek bir durum kazanabilir.

6. Bu tür bir problemle karşılaşıldığında, aşırı tepki ve açıklamasız yasaklar merakı artırır sadece. Konuş(tur)masanız bile, gencin aklındaki soru işaretleri artarak devam eder.

7. Darda kalırsanız bir psikiyatristten yardım isteyin.

Not: Eşcinsellik aslında sadece erkeklere has bir durum değil. Kadınlar arasında da bu problem hatırı sayılır biçimde yaşanıyor. Yalnız, bayanlardaki şekli daha belirsiz seyrediyor ve pek de dirençli, devamlı olmuyor. Normal bir cinsel hayat ve mutlu bir evlilik, problemi çözmeye yetiyor genellikle. Yine de özellikle bayanların toplu kaldığı yerlerde dikkatli olmak gerekiyor.

Maalesef biz toplum olarak kadın-erkek mahremiyetine "çok" dikkat ederken, mahremiyetin erkek-erkek ve kadın-kadın arasındaki biçimlerini bazı zamanlar sanırım ihmal ediyoruz. Her iki cins açısından, problemin bir sebebi de bu. Bu noktada, biraz kitap karıştırıp erkeğin erkeğe, kadının kadına karşı mahremiyet ve tesettür ölçüsünü öğrenmeye ne dersiniz?

3 Aşık olmak konusunda dinimizin ölçüleri nelerdir? Aşkını gizlemek şehit sevabı verir mi?

Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:

"Aşkını gizleyip, iffetini muhafaza ederek ölen şehiddir."(bk. Kenzu’l-Ummal, h. No: ; Hakim, Hatib)

"Aşkını gizleyip, iffetini muhafaza ederek, sabredenin günahlarını, Allahü teâlâ affedip Cennetine koyar."(İbni Asakir)

Demek ki, dinimizde iffeti muhafaza etmek ve sevgisi sebebiyle günah işlememeye sabretmek, çok sevaptır. Çünkü genel olarak sevgi insanı kör ettiği için, insanın kendisini günah işlemekten alıkoyması zordur. Zor olan işleri başarmanın sevabı da büyük olur. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:

"Ümmetimin üstün olan kimseleri, aşk belasına maruz kalınca iffetini muhafaza edenlerdir."(Deylemi)

"Aşkını gizleyip iffetini muhafaza ederek ölen şehittir" mealindeki hadis, Hz. Aişe (ra) ve İbn Abbas’tan gelen rivayetlere dayanmaktadır. Bu konudaki rivayetleri zayıf gören alimlerin yanında sahih kabul eden alimler de vardır(bk. El-Makasıdu’l-hasene, 1/).

Bilindiği üzere, aşk denilen aşırı sevgi duygusu, duygusal şehevî arzulardan çok farklı bir gerçektir. Genellikle aşk, kişinin iradesi dışında, insanın kalbine-davetsiz misafir olarak- gelip yerleşen bir olgudur. Bu işte, muhatabın gerçek güzelliğinden ziyade, gönlün kabulüne göre izafî bir güzellik söz konusudur. Gözü kör olan aşkın cazibesine kapılan kişinin gözünde, sırf sevgilisinin güzelliği vardır. Bazen cinnete varan bir durum söz konusu olabilir ve akıl tamamen bloke edilebilir.

İnsanın iradesi dışında gelip kalbini kemiren aşk olgusu aynı zamanda –imtihanın bir versiyonu olarak- bir nevi kalbî/ruhî bir hastalık olarak da kabul edilebilir.

Bir hadis-i şerifte

“İç hastalıklarından ötürü ölen kimse şehittir.”(Kenzu’l-Ummal, seafoodplus.info: )

buyurulmuştur. Deyim yerinde ise, bu hadisteki iç hastalıklar organiktir. Aşktan dolayı oluşan iç hastalık ise ruhî/kalbîdır. Aşka, kalbî/manevî olmakla beraber bazen insanın kemiklerini eritecek kadar organik hastalıklara da sebep olabilir.

Bazı rivayetlerde “gizleme” kaydı yoktur. Fakat bütün rivayetlerde “iffeti koruma” kaydı vardır. Bu da gösteriyor ki, aşkın en belirgin özelliği, nefsânî değil, kalbî olmasıdır.

 Maddî ve manevî “iç hastalıklar” ortak paydasında birleşen bu iki hastalığın da aynı sonuç doğurması en makul olanıdır. Aşkın bu meziyetinin önemli bir sebebi de, iffetle devam ettiği takdirde, zamanla sahibini gerçek vuslata kavuşturan bir araç olmasıdır.

Pek çok âşık, maşukunun üzerindeki fanilik damgasını gördükten sonra, Hz. İbrahim (as) gibi “Ben biraz görünüp, arkasından kaybolan fani maşukları sevmem.” demiş, mecazî sevgililer yerine hakîkî sevgili olan Allah’a yönelmiştir. İnsanın gönlünü fanî sevdalardan alıp, bakî bir yâre sevdalı yapan aşk gibi nuranî bir iksir, içinde şahadet şerbetini barındırmaya sezadır.

Ayrıca aşk, genellikle, muhatabın güzelliğine bakmaksızın ve insanın iradesi dışında gönülde meydana gelen coşkun bir sevgi potansiyelidir ki, bir açıdan –imtihan için verilen- bir musibettir. Böyle bir sevgi potansiyelini hazmederek, onu nefsin kötü emellerine alet etmeden sabreden bir kimsenin bu tavrı Allah’a olan saygısının bir yansımasıdır.

Allah’ın rızasını kazanma adına, belki de en zor bir musibete katlanmış, en zor bir imtihana tabi tutulmuş, en meşakkatli bir hayata talim etmiş bir kimsenin bu fedakârlığına karşı, Rahman ve Rahim olan Allah’ın kendisini bir nevi şahadet rütbesiyle taltif etmesinde garipsenecek bir şeyin olmadığını düşünüyoruz.

Suda boğulan, yıkım altında ölen, iç organların hastalığından ölen kimseler de birer şehit kabul edilmiştir. Şüphesiz, bu gibi kimselerin şehitlik mertebesi, Allah yolunda cihat ederken öldürülen kimsenin kazandığı şehitlik mertebesiyle aynı değildir. Velayetler arasında mertebeler olduğu gibi, şehitlikler arasında da dereceler vardır.

İlave bilgi için tıklayınız:

- Aşık olmak günah mıdır? Sadece o duyguyu içinde yaşamak günah mıdır?

- Allah'dan başkasını sevmek caiz midir? Leyla ile Mecnun'un yaşadıkları aşkı gören Allah, buna karşı nasıl bir tutum içinde olur?.. İnsanların kalbine bu derin aşkları koyan Allah değil mi?

4 Burçların insan karakteri üzerinde tesiri var mıdır?

Meşhur bir Nasreddin Hoca hikayesi vardır:

Hoca ve arkadaşları aşırı soğukların hüküm sürdüğü günlerde bir iddiaya tutuşmuşlar. Arkadaşları o soğuklarda kimsenin tüm bir geceyi dışarıda hiçbir ateş veya ısı kaynağı olmadan geçiremeyeceğini söylerken, Hoca kendisinin bunu yapabileceğini söylemektedir.

Olur, olmaz derken Hoca bir geceyi dışarıda geçireceğini ve bunun karşılığında ise arkadaşlarından bir ziyafet istediğini, yapamadığı takdirde kendisinin ziyafet vereceğini söyler. Bir zaman sonra Hoca hakikaten soğuk bir geceyi dağ başında yalnız geçirir.

Hocanın sağ salim bu işi bitirdiğini gören arkadaşları, gerçekten hiç ateş yakmadan bunu nasıl yaptığını sorarlar. Hoca da karşı dağda bir kulübede yanan bir mum gördüğünü, onu düşünüp içinin ısındığını söyler. Bunun üzerine arkadaşları itiraz eder ve Hocanın karşı dağdaki bir mumla ısındığını ve iddiayı kaybettiğini söyleyerek ziyafet isterler. Hoca baskı karşısında mecburen kabul eder.

Ziyafet günü geldiğinde Hocanın evinde toplanan arkadaşları yemeği beklemeye başlarlar, fakat Hoca sürekli yemeğin pişmekte olduğunu söylediği halde yemek bir türlü gelmez. Sonunda “Şu yemeği bir görelim” deyip kalkıp mutfağa giderler ki, Hoca yemeğin bahçede piştiğini söyleyerek onları ağaca astığı koca bir kazanın yanına götürür. Kazanın metrelerce aşağısında bir mum yanmaktadır. Bunu gören arkadaşları. "Yahu Hoca koca kazan bu soğukta mumla kaynar mı?" deyince. Hoca "İnsan aynı soğukta karşı dağdaki mumla ısınabiliyorsa, kazan da elbet kaynar." diyerek, onlara derslerini verir.

Yazımın başında bunu anlatmamın sebebi, son zamanlarda popülarite kazanan astroloji konusuna girecek olmam. Aslında güzel düşünülüp güzel sebeplere bağlandığında hiç de kötü bir şey değil astroloji. Ama son zamanlarda bu konunun materyalist felsefeye malzeme yapılıyor olması oldukça üzücüdür. Rabbimizin elbette her şeyi bir sebebe bağlaması gibi, yıldız ve gezegen hareketleri de bir şeyler anlatıyor mutlaka bizlere. Ancak ilk anlattığı gerçek, kainattaki bu muhteşem nizamın bir yaratıcısının mevcudiyeti olmalı. Yani Allah’ın var ve bir olduğunun. Fakat her şey bunu gösterirken, insanlar yıldız ve gezegenlere tapar konuma sürüklenebilmekte, halis niyetlerle işe başlansa bile bir zaman sonra bu şuursuz varlıklara uluhiyet yüklenebilmektedir farkında olmadan.

İnsanın, yaratıldığı ilk günden yüzyılın şu yaşadığımız günlerine kadar sürmüş olan en büyük meşguliyeti kendini tanıma çabası olmuştur. Bazı insanlar doğduğunuz gün ve saate göre sizin hayatınızın kısa bir özetini ve karakter özelliklerinizi verebildiklerini iddia ediyorlar. Böylece de bu “ezelden gelen” merakımız sayesinde epey iyi para kazanıyorlar. Buna sebep olarak da doğduğumuz anda, esas olarak güneşin bulunduğu burç ve diğer bazı burçların ve gezegenlerin konumlarına göre ilgili yıldızlardan bazı ışınların bizi etkilediğini ve özelliklerimizi şekillendirdiğini söylüyorlar. Oldukça da enteresan yaklaşımları var konuya. Meselâ oğlak burcunda olanların keçi gibi inatçı olduğunu ya da yengeç burcundakilerin aynı bu böceğin yürümesi gibi hafifçe yan yürüdüğünü iddia ediyorlar. Bu dediklerimi hemen her astroloji kitabında görebilirsiniz.

Hadi insanları yıldız konumlarına göre tahlil etmek tamam da bu yıldızların oluşturduğu ve sadece bizim açımızdan bakıldığında bazı hayvan vb. şekillere benzetilen takımyıldızların insanlara da bu benzedikleri hayvanın karakterini vermeleri doğrusu pes dedirtiyor. Eğer yıldızlar bizi ışınlarıyla etkiliyorsa, hepimizde en yakın yıldız olan güneşin verdiği karakteristik özelliklerin bulunması gerekiyor. Çünkü eğer güneş ile dünya arasındaki uzaklığı gözünüz ile şu anda okuduğunuz dergi arasındaki mesafe olarak küçültürsek. En yakın yıldız (Proxima Centauri ) Newyork’ta olacaktır. 40 cm. ötenizde yanan bir ateş varken birilerinin Newyork’ta yaktığı ateşin sizi etkilediğini söyleyebilir misiniz? Kaldı ki 12 burcu oluşturan yıldızlar, bahsedilen yıldızdan çok daha uzaktadır. Örneğin yukarıda değindiğimiz en yakın yıldız olan proxima centauri yaklaşık dört ışık yılı uzaktayken, Başak takım yıldızının en parlak üyesi Spica (alpha virginis) ışık yılı uzaklıktadır. Yani Newyork örneğinden yaklaşık yetmiş kat daha uzak.! Bunu aynı ölçeğe koymaya kalksak mesafeler yetmiyor ve yine dünyanın dışına, uzaya çıkmak zorunda kalıyoruz Bu yine de iyi bir örnek. Bazı burçları oluşturan yıldızların içinde dünyadan binlerce ışık yılı uzakta olanlar bile var. Mesela Kova takımyıldızının en parlak iki üyesi alfa ve beta aquarius (Sadalmelik ve Sadalsuud) sırasıyla ve ışıkyılı uzaklıktalar. Bu durumu az önceki örneğe aktarırsak, Newyork’taki ateşi ayın da ötesine taşımak gerekiyor.

Şimdi yazıya niçin Nasreddin Hoca'nın mum hikayesi ile başladığımı anlatabildim mi? Kaldı ki bu hikayedeki kazan-mum ilişkisi, yıldız uzaklıkları ele alındığında çok insaflı kalıyor. Uzaklıklar konusunda bu bilgilerden sonra, şimdi bu konudaki başka yanlışlıklara dikkat çekmek istiyorum.

İnsanların burçları doğum gününde güneşin dünyaya göre bulunduğu veya geçmekte olduğu takımyıldıza göre belirleniyor. Örneğin her yıl Kasım ayının ilk yarısında güneş Akrep takımyıldızında bulunur ve bu günlerde doğanlar akrep burcuna dahil olarak kabul edilirler. Bu kişilerin özelliklerinin bu takımyıldızın etkisinde olduğu kabul edilir. Ancak büyük bir gerçek vardır. Güneşin bir burçta bulunduğu an aslında o burcun dünyaya en uzak olduğu andır. Çünkü söz konusu burcun dünyaya olan ortalama uzaklığına bir güneş dünya mesafesi daha eklenmiş olur. Tabii eğer bir de gece doğduysanız güneşin o anda bulunduğu burçtan gelen ışınların dünyanın tüm toprak kaya ve magma tabakasını delerek size ulaşması lâzımdır. Çünkü güneşin bulunduğu burç güneşle birlikte batar ve gece dünyanın öteki tarafında kalır.! Neyse bu duruma da yükselen burç kavramıyla bir çare bulunmuş.

Fakat burçları oluşturan yıldızlar arasındaki mesafe, çoğu zaman bizim onlara olan uzaklıklarımızdan daha fazla. Bunu şöyle de ifade edebiliriz. İstanbul'dan doğuya bakan bir kişi en yakındaki İzmit ile en uzaktaki Kars ilimiz arasında iki boyutlu ölçekte sadece birkaç metre varmış gibi bir izlenime kapılır, ancak arada bin kilometreden fazla mesafe vardır. Biz de uzaya baktığımızda derinliği algılayamıyoruz. Yanyana duran iki yıldızı birbirinin kapı komşusu zannediyoruz. Ancak aralarında binlerce ışıkyılı mesafe olabiliyor. Belki de biz yakın olan yıldıza komşu zannettiğimiz diğerinden çok daha az uzaklıkta yer alıyoruz. Örneğin Akrep takımyıldızında birbirine çok yakın görünen Antares (Alpha Scorpii) ve Sigma scorpii yıldızları arasında en az ışık yılı mesafe vardır. Ama bunlardan bize yakın olanı Antares dünyaya ışık yılı uzaklıktadır. Aynı takımyıldıza dahil edilen bu iki yıldızın aralarındaki mesafe bizim yakın olanı ile aramızdaki uzaklıktan dört kat fazladır. Tabi bunu yeni öğreniyoruz. Daha önce bunların uzaklıklarını hesaplama şansımız yoktu. Ama insanlar binlerce yıldır bunları komşu zannediyordu.

Bir büyük yanlışlık ise, geçmişteki şahsiyetlerin burçlarının hesaplanmasında yapılmaktadır. Dünyanın (yirmi altı bin) yılda bir tamamladığı bir spin (dönme) hareketi vardır ki, bu yaklaşık her (iki bin üç yüz) yılda bir burçların bir kademe ileri kaymasına sebep olur. Yani 1 Ocak tarihinde doğan bir kişi oğlak burcundadır, ama 1 Ocak M.Ö. yılında doğmuş olan başka bir kişi kova burcunda olmak durumundadır. Yani Hz. İsa 25 Aralık M.Ö 1. yılında doğduğunda Güneş Kova burcundaydı. Fakat bu günkü gökyüzünde 25 Aralık tarihi Oğlak burcuna denk gelmektedir. Siz bu günkü duruma göre hesap yaparsanız geçmiştekilerin burçları yanlış çıkar ve bu konudaki çoğu istatistik bilgi birikimi yanlışlarla dolu olur.

Gezegenlere gelince Güneş yörüngesinde bugüne kadar keşfedilmiş dokuz gezegenin en büyüğü olan Jüpiteri ele alırsak ,bu gezegenin dünyaya ortalama uzaklığı Güneşinkinin yaklaşık beş katıdır. Güneş dünyadan hacim olarak kat daha büyükken, Jüpiter, sadece (bin üç yüz) kat büyüktür. Ayıca Güneş bir yıldız özelliği gösterirken Jüpiter dev bir gaz topudur. Güneşle Jüpiter arasındaki bu (bin) katlık farka bir de mesafeyi eklememiz gerekiyor.

Fizikte ışık ve kütleçekim etkileri uzaklığın karesiyle ters orantılı olarak azalır. Yani Güneşe göre bize beş kat daha uzak olan Jüpiter, boyut farkıyla birlikte eğer bir yıldız dahi olsaydı (yirmi beş bin) kat daha az etkili olacaktı üzerimizde. Böylece gezegenlerin en büyüğünün dahi ne kadar önemsiz kaldığı ortaya çıkmış oluyor Güneşin yanında.

Zaten bilimsel olarak kendini ispatlamış olan NASA veya ESA gibi büyük merkezlere bakarsanız ki, buralarda astroloji değil astronomi ilmiyle ilgili binlerce çalışma yürütülüyor; kesinlikle yıldızların veya Güneş sisteminin astrolojik özellikleriyle ilgili birilerini bulamazsınız. Çünkü bahsettiğimiz mesafeler ve özellikler oradaki bilim adamlarınca çok iyi bilindiğinden, kimse müspet bilimin üzerinde kavramlarla vakit kaybetmez.

Sonuçta hayatımız üzerinde Rabbimiz'den başka bir tesir sebebi aramak boşunadır. Gaybı Allah’tan başka bilen olmadığı gibi, onun kullarını yaratırken verdiği karakter ve diğer özellikleri de yıldızlardan gelen ışınlara bağlamak da yanlıştır. Dünyada birbirinin eşi iki insan yoktur. Aynı gün, aynı saat, aynı yer ve aynı anneden doğan eş yumurta ikizleri bile çok farklı karakterlere sahip olmaktadır. Kardeşliğin ötesinde bu ikizleri bağlayan genetik yapı da dahil olmak üzere binlerce sebep varken bu ayrılık niye? Eğer karakter ve kaderimize yıldızlar yön verseydi, en azından bunun gibi ikizlerin her özelliğinin aynı olması gerekirdi. Ayrıca insana gerçek mânâda karakter ve diğer hissî özelliklerini veren varlık ruhtur. Ruhlarımız ise yıldızlardan önce yaratılmıştır.

Semada gördüğümüz harikulade düzen Yaratıcısını göstermenin yanında bazı olaylara gerçekten işaret ediyor olabilir. Fakat bu bizim maddi manevî özelliklerimizin kaynağı değil, ama olsa olsa göstergesidir.

İlave bilgi için tıklayınız:

- BURÇ, BURÇLAR, BURÇ FALI    

- Bazı alimlerin, on iki melek on iki burca hükmeder, sözü ne demektir? Astrolojiye dayanarak verilen bilgiler doğru mudur?

5 Takıntı / saplantı (tabela, mezar taşı okuma, aynı hareketleri tekrar tekrar yapma, düz çizgi üzerinde yürüme vb) hastalığından kurtulmam için ne tavsiye edersiniz?

Yaptığınız duaya devam ediniz. Ayrıca Cevşen duasını da tavsiye ederiz. Ancak dil ile yapılan duaların yanında uzman bir doktorun tavsiyelerini almanız gerekebilir.

Takıntı / Saplantı

Kimi sürekli elini yıkıyor, kimi apartman katlarını saymadan kendini alamıyor. Kimi de abdestinin bozulduğu endişesiyle tekrar tekrar abdest alıyor. Anlayacağınız, ekonomik ve sosyal sorunlara kafayı takmanın yanında ‘takıntı’ hastalığımız da var.

Ruh ve Sinir Hastalıkları Uzmanı Prof. Dr. Mustafa Orhan Öztürk, kişilerin tekrar tekrar aynı şeyleri yapmasına sebep olan bu hastalığın tıbben obsesif-kompulsif bozukluk (OKB) şeklinde adlandırıldığını söylüyor. Hastalığın “saplantı (takıntı) ve zorlantı” olmak üzere iki ana belirtisi olduğunu anlatan Öztürk, takıntıyı,“irade dışı olan, bireyi tedirgin eden, bilinçli çaba ile kovulamayan düşünceler”olarak tanımlıyor.

Zorlantıyı ise şöyle tarif ediyor: “Kişinin aklına gelen bu düşüncelerinden kurtulmak için yaptığı ve sık sık yinelediği davranışlardır. Örneğin temiz olduğunu bildiği halde kişinin, bir şeye dokunduğunda elinin kirlendiğini düşünmesi takıntı. Böyle düşünerek elini tutkulu bir şekilde tekrar tekrar yıkaması ise zorlantıdır.”

Öztürk, bazı hastaların günde bir iki kalıp sabunu bile bitirebildiğine, hatta çok yıkamaktan ellerinin yara olduğuna dikkat çekiyor. İnsanda, sadece temizliğe yönelik takıntılar bulunmuyor. Başkalarına, özellikle de yakınlarına zarar verebileceği düşüncesi, kendisinin ya da yakınlarının başına kötü bir şey gelebileceği endişesi, bir şeyi yanlış ya da eksik yapmaktan şüphe etme, rahatsız edici dinî düşünceler gibi birçok takıntı şekli sıralanıyor. Takıntılar (obsesyonlar), kişide bunaltı meydana getirirken, zorlantılar (kompulsif) bunaltıyı kısa bir süre de olsa geçiriyor. Bazen de bu tür davranışlar, günün büyük bir bölümünü olumsuz etkiliyor; iş-okul başarısını düşürebiliyor, sosyal ilişkileri bozabiliyor.

Diğer yandan, kişilerin yaşadıkları durumu bir hastalık olarak görmemeleri ya da yoğun sıkıntı ve bunaltı uyandıran obsesif düşünceleri saçma, anlamsız, bazen de utanç verici bulmaları ve doktora açılmaktan çekinmeleri, vakaların görülme sıklığının daha fazla olabileceği tahminlerini beraberinde getiriyor.

Özel Fatih Üniversitesi Hastanesi Psikayatri Uzmanı Dr. Gökçe Silsüpür, toplumda bu hastalığın hayli yaygın olduğunu ifade ederken, bu sıklığın kendilerine gelen hasta sayısından daha fazla olduğu gerçeğini yineliyor:

“Çünkü, bu hastaların çoğu doktora gitmeyi pek tercih etmiyor, uzunca bir süre bu düşünce ve davranışlarının saçma olduğuna inanıyor. Rahatsızlıktır ve tedavi edilebilir düşüncesini taşımıyorlar. Tuhaf buldukları hareketlerinin, yalnızca kendilerinin başına gelmiş bir durum olduğunu zannediyor ve bunu biriyle paylaşmak onlara pek kolay gelmiyor.”

Psikiyatrik bir rahatsızlığa sahip olmayı kabullenmeme düşüncesinin de bunda etkili olduğunu belirten Silsüpür, kişilerin ‘düşündüğü veya aklından geçirdiği şeyleri yapmış gibi hissediyor olmasını’ da buna ekliyor. “Bu tip hastalar, düşüncelerinden dolayı yadırganıp yargılanacağını, suçlanacağını ve ayıplanacağını düşündükleri için doktora gelmiyor.” diyen Silsüpür, hastalara “Düşünmekten korkmayın. Düşünmek yapmak anlamına gelmez.” çağrısında bulunuyor.

Psikoterapi Önemli

Psikiyatrik hastalıklar arasında yer alan ve bazı uzmanlara göre, "en acı veren psikiyatrik rahatsızlık" olarak ifade edilen"takıntı"hastalığı, yaşamın her döneminde kişilerin karşısına çıkabiliyor. Kişi tarafından tanımlanmadıkça hastalığın, muayenelerde tanınması hemen hemen imkansız görülüyor. İşte bu noktada, hastalarla yaşayan kişilere çok iş düşüyor. Uzmanlar, hasta yakınlarını, ‘belirtilerin saçma-anlamsız olduğunu ifade ederek ikna yoluna gitmenin’ sakıncaları konusunda uyarıyor.

Ruh ve sinir hastalıkları uzmanı Dr. Kemal Şahin,

“Hastalar, zaten bu düşünce ve davranışın saçma olduğunu biliyor. Davranış tedavisinde amaç, takıntılı düşünceleri ortadan kaldırmak değil, hastanın bu düşüncelerine barışık yaşamasını sağlamak.”

diyor. Şahin, bir de örnek veriyor:

“Çöp bidonunun yanından geçerken eline kir bulaştığını düşünerek defalarca elini yıkayan bir hastaya ‘hayır kir bulaşmadı’ demek yerine ‘eline kir bulaşıp bulaşmadığına karar vermek için çaba harcamalısın, kir bulaştığını kabul etsen bile elini tekrar tekrar yıkamamak için direnmelisin’ düşüncesinin aşılanması gerekir.”

Prof. Dr. M. Orhan Öztürk ise, bu hastalığın kişiye acı veren inatçı, zor bir rahatsızlık olduğunu belirtiyor. Tedavisi için uzun ve sürekli bir mücadele gerektiğinin altını çizerken de ekliyor:

“Yalnızca ilaçlarla tedavi edilmeye çalışılırsa çok da olumlu sonuç vermeyebilir. İlaçlarla birlikte hastanın psikoterapi görmesi gerekiyor. İlacı bıraktıktan sonra hastalık yineleyebilir; o yüzden psikoterapi bu hastalık için oldukça önem taşıyor.”

Yine, Öztürk’e göre, tedavide iyi gelen şeylerden biri de “meşgul olmak” çünkü bu tür takıntılar boş zamanlarında daha çok geliyor. Kişi, meşgul olduğunda bu takıntılar daha da azalıyor.

BAZI TAKINTILAR

Takıntı, sorumluluk duygusu yüksek olan, çabuk endişeye kapılan, gergin, içe dönük, karamsar, aşırı titiz, mükemmeliyetçi, kontrollü, kuralcı, ayrıntıcı ve kusursuzluk arayan kişilik yapısındakilerde daha fazla görülebiliyor. Prof. Dr. seafoodplus.info Öztürk, hastaları en iyi ‘ince eleyip sık dokumak’, ‘kılı kırk yarmak’, ‘dipsiz kiler, boş ambar’deyimlerinin anlattığını aktarıyor.

Temizlik: Saatlerce el yıkamak, banyo yapmak veya tekrar tekrar ev temizlemek.

Tekrarlama: Takıntılı düşünce ile oluşan sıkıntıyı gidermek için tekrarlayan davranışta bulunmak veya akıldan başka düşünceler geçirmek. Yakınlarının başına kötü bir şey gelebileceğini düşünen bir hasta bunun olmaması için halen yapmakta olduğu davranışı ikinci kez yaparak bu düşünceden kurtulabilir.

Kontrol etme: Evine bir şey olacak veya yangın çıkacak korkusu ile kapıyı veya tüpün kapalı olup olmadığını tekrar tekrar kontrol etmek.

Biriktirme:İşe yaramayan birçok eşyayı biriktirmek. Örneğin bazı kişilerde yeterli yeri olmadığı halde gazeteler, boş kavanozlar veya konserve kutuları gibi işe yaramayan şeyleri atamama davranışı görülebilir. Hatta son birkaç yıl içerisinde gazetelere yansıyan çöplük evler buna en güzel örnek olarak değerlendiriliyor.

Sayma: Yolda yürürken kaldırım taşlarını saymak ve araba plakalarını okumak, günlük işleri yaparken belli sayılarda tekrar etmek. Kazağını üç kere giyip çıkarmak veya aynı yere beş kere gitmemek.

Tamamlama: Bu hastalar ise davranışı mükemmel olana kadar tekrar tekrar yaparlar. Örneğin kirlilik takıntısı olan bazı hastalar önce musluğu, lavaboyu ve sabunu yıkar (genelde belli sayıda), daha sonra elini belli sayıda yıkar ve sonra aynı işlemi tekrarlar.

Aşırı tertipli ve düzenli olma: Örneğin çalışma odasında her şeyin simetrik durması veya masanın üstündeki her şeyin belirli bir sıra ile dizilmesi gibi.

(Nursel Dilek, Taktı mı Takanların Hastalığı: Takıntı)

6 Unutkanlığın nedeni nedir?

Hâfıza; ezberleme, öğrenme ve hatırda tutma melekesidir; idrak edilen, algılanan, öğrenilen şeyleri zihinde koruma ve gerektiğinde hatırlama kabiliyetidir. Tıbbî araştırmalara göre, insan beynine milyonlarca nöron (sinir hücresi) yerleştirilmiştir. Cenâb-ı Allah, birer vasıta olarak yarattığı bu nöronlar sayesinde insana kütüphaneler dolusu malumâtı öğrenme ve zihinde depolama istidadı lutfetmiştir. İşte, hâfıza, bilgilerin nöronlarda depolanması diyebileceğimiz öğrenmeyi ve gerektiğinde depolanan o bilgileri yerinden çıkarıp kullanma olarak tarif edebileceğimiz hatırlamayı ihtiva etmektedir.

Hâfıza Dâhîleri ve Unutkanlar

Kudreti Sonsuz, beyne öğrenme ve hatırlama faaliyetlerini yaptırırken icraât-ı sübhaniyesine bazı maddî sebepleri perde yapmış; beynin mükemmel donanımını, sinir liflerini ve şuursuz hücre atomlarını dünyalar kadar malumâtı alıp depolamaya vesile kılmıştır. Hâfızasını iyi kullananlara ve ondan azamî istifade etmesini bilenlere hemen her gördüklerini ve okuduklarını çok kısa bir sürede öğrenme ve aradan uzun vakit de geçse öğrendiklerini unutmama kabiliyeti vermiştir.

Nitekim, insanların zihin selametini görüp gözettikleri ve fıtrata uygun yaşadıkları dönemlerde pek çok hâfıza dâhîsi yetişmiştir. Duyduğu bir şeyi ikinci defa tekrar etmeye lüzum hissetmeden ezberleyen Hazreti Ebû Hüreyre; Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz'in emri üzerine on beş-yirmi gün içinde mektup yazabilecek ve gelenleri de tercüme edecek kadar İbranice'yi öğrenen Zeyd İbn Sâbit gibi yüzlerce sahabi duyduklarını bir defada öğrenen ve bir daha da unutmayan insanlardı. Özellikle Tâbiîn ve Tebe-i tâbiîn dönemleri hâfızasının hakkını veren insanlarla doluydu. Mesela; Ahmed İbn Hanbel, muhteva aynı olsa bile, farklı sened ve metinlerle nakledilen sahihi, haseni ve zayıfıyla bir milyon hadisi ezberlemiş; kırk bin hadis ihtiva eden meşhur Müsned'ini üç yüz bin hadisten seçerek meydana getirmişti.

Heyhat ki, zamanımıza doğru gelindikçe adeta hâfızalar da dumura uğradı. İnsanlar yirmi kere okudukları çok kısa metinleri bile hıfzedemez ve en basit mevzuları dahi anlayıp öğrenemez hale geldiler. Bulanık zihinler, dağınık fikirler ve kirli kalbler sebebiyle hem öğrenme süresi alabildiğine uzadı hem de çabucak unutma hastalığı ortaya çıktı. Bugün öğrenilenlerden yarın hiçbir eser kalmamaya başladı. Öyle ki, günümüzde hâfızasından şikayet etmeyen ve nisyandan dert yanmayan insan bulmak adeta imkansızlaştı. Belki her dönemde pek çok insan aynı derdi dile getirmişlerdi; fakat, mesela Tabiîn'den birinin şikayeti bir sayfayı artık bir kere okumayla ezberleyememektendi, günümüz insanının şekvası ise, bir metni otuz kere de okusa hâfızasına kaydedememek ya da çok kısa bir süre sonra hiçbir şey hatırlayamamak şekline büründü.

Zihin Kirliliği

Hâfızayı zayıf düşüren ve unutmaya sebebiyet veren pek çok illet sıralanabilir. Beyin ve hâfıza üzerinde çalışan uzmanlar, genellikle beynin ihtiyaç duyduğu oksijen, glikoz ve bazı enzimlerin yeterli miktarda sağlanamamasını, stres ve gerginlik gibi sebeplerle beynin enerjisinin hemen tükenmesinden dolayı çalışma akışının düzensizleşmesini, sadece bazı meseleler üzerine yoğunlaşmadan ötürü beynin bir bölümünün âtıl bırakılmasını ve sistemsiz düşünme alışkanlığını hemen akla gelebilecek sebepler olarak saymaktadırlar. Bazen de insanın fizyolojik yapısının ve fizikî durumunun hâfıza zayıflığına yol açabileceğini ve ileri yaşlarda vücut mekanizmasının bazı şubeleri yorgun düştüğü gibi beynin de onlara bağlı olarak bir kısım fonksiyonlarını eda edemez hale gelebileceğini belirtmektedirler.

Bununla beraber, dünden bugüne bazı İslam alimleri, haddinden fazla uykunun beyni hantallaştırdığını, sürekli dolu olan midenin zihne menfi tesir ettiğini, sabah kerahatinde uyumanın ve harama bakmanın da unutkanlığa sebep olduğunu ifade etmişlerdir. Ayrıca, zihin kirliliğinin hâfızayı zayıflattığına inandıkları için mâlâyânî işlerden, faydasız muhaverelerden, çer-çöp sayılabilecek bilgi kırıntılarından ve kontrolsüz hayal kurmaktan uzak kalınması gerektiğini vurgulamışlardır. Hatta, sistemsiz düşünme alışkanlığına yol açabileceği ve zihni işe yaramayan bilgilerle dolduracağı endişesiyle mezar taşlarını okumayı bile mahzurlu görmüşlerdir; mezar taşlarını okumayı adet edinmenin bugünkü reklam panolarının, araba plakalarının, televizyon ekranlarının ve gazete sayfalarının yaptığı tahribat çeşidinden zararlar verebileceğini düşünmüşlerdir. Gerçi, zihinleri kirleten, kalbleri bulandıran ve hafızayı zayıflatan onlarca unsurla her zaman iç içe yaşadığımız günümüzde, unutkanlığa sebep olmaması için mezar taşlarındaki yazılara bile mesafeli durulmasını anlamamız oldukça zordur; fakat, unutulmamalıdır ki, selef-i salihîn meseleyi kendi nezih atmosferleri zaviyesinden değerlendirmişlerdir.

Zannediyorum, hâfızayı zayıflatan sebeplerin en tehlikelisi şehevî hisleri galeyana getiren ve behimî duyguları tehyiç eden faktörlerdir. Bugün, aile ve içtimaî çevre özellikle gençlerin güzel yetişmeleri hususunda yetersiz kaldığı gibi, bir de etraftan akıp akıp gelen ve ruhu örseleyen telkinler zihinleri adeta felç etmektedir. Televizyon programları, İnternet sayfaları, video oyunları, günlük haberler, siyasî polemikler, sporcuların ve sanatçıların büyük birer hadiseymiş gibi nakledilen hal ve hareketleri, sırf merak uyarma maksadıyla uydurulan yalanlar, tezvirler, her türlü aldatmalar ve sansasyonlar zaten iyice zayıflayan dimağları tamamen işgal etmektedir. Ve hele kafalara pompalanan onca kir, hayvanî hisleri ve beşerî garîzeleri tahrik edip yüce duygular üzerine bir balyoz gibi inince, kudurtulmuş şehevî arzu ve ihtiraslar, çağımızın zavallı nesillerinde okumaya, öğrenmeye, düşünmeye hiç mecal bırakmamakta ve adeta hâfızaları bütün bütün kurutmaktadır. Evet, maalesef, günümüzün insanı haram dinleme, haram konuşma ve harama bakma gibi günahların öldürücü dalgaları arasında çırpınıp durmaktadır.

Haram ve Nisyan

Ehlullah, harama nazarın nisyan sebebi olduğu hususunda ısrarla durmuşlardır. Gözlerine hâkim olamayan ve daimî surette şehevî duyguları kamçılayan manzaralara bakan bir insanın hâfızasının yavaş yavaş köreleceğini belirtmişlerdir. Nitekim, İmam Şafii Hazretleri, hocası Vekî' bin Cerrâh'a hâfızasının zaafından şikayette bulununca, o büyük zat, İmam Şafii'yi en küçük günahlardan bile uzak durmaya çağırmış ve ona şöyle demiştir: "İlim, ilâhî bir nurdur; Cenâb-ı Allah, devamlı günahlara dalan kimseye nurunu lutfetmez." Kaldı ki, İmam Şafii muhtemelen bir metni ilk defada değil de ikinci veya üçüncü kerede ezberleme durumuna düşünce hâfızasından şikayet etmiştir. Ayrıca, İmam Şafii gibi bir ruh insanının bilerek günaha girmesi de zaten hiç düşünülemez.

Üstad Hazretleri de yaşadığımız asırda oldukça yaygınlaşan açık saçıklığın unutkanlık hastalığını daha da azgınlaştırdığını dile getirmiştir. Harama nazardan sakınmayan insanların Kur'an'dan öğrendiklerini de unutacaklarını ve "Âhir zamanda, hâfızların göğsünden Kur'an nez'edilecek." mealindeki hadis-i şerifin te'vilinin bu hastalığın dehşetli neticelerinde aranması gerektiğini belirtmiştir.

Ümmetinin harama nazar etmemesi mevzuunda ikazlarda bulunan Rehber-i Ekmel (aleyhi ekmelü't-tehâyâ), kadın-erkek herkesin iffete kilitlendiği bir dönemde, hem de Hac vakfesini yapıp Arafat'tan döndükleri bir sırada, terkisine aldığı (Hazreti Abbas'ın oğlu) Fazl'ın başını sağa-sola çevirmiş ve böylece etraftaki kadınlara gözünün ilişmemesi için ona yardımcı olmuştur. Asır saadet asrı, mevsim Hac mevsimi, terkisine binilen zat Allah Rasûlü ve harama bakmaması için başı sağa-sola çevrilen de iffetinde hiç kimsenin şüphe edemeyeceği Hazreti Fazl'dır. Fakat, öyle bir şeyin adeta imkansız olduğu bir durumda bile, nazarına başka hayaller girmesin ve serseri bir ok kalbini delmesin diye, Fazl'ın yüzünü bir o yana bir bu yana çevirmesi Peygamber Efendimiz (asm)'in bu konudaki hassasiyetini göstermesi açısından çok ibretâmizdir.

Zehirli Oklar

Rasûl-ü Ekrem Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), "Nazar (bakış) şeytanın zehirli oklarından bir oktur"(Hakim, Müstedrek, 4/; Münzirî, et-Tergib ve't-Terhîb, III, 63) diyerek, o ağulu oktan korunmanın lüzumunu belirtmiştir. Evvelen ve bizzat Hazreti Ali (ra)'ye, saniyen ve bilvasıta bütün ümmetine hitaben,"Ya Ali, birinci bakış lehinedir, fakat ikincisi aleyhinedir"(Tirmizî, Edeb 28; Ebû Dâvud, Nikâh 44) buyurmuş; bir kasde iktiran etmediği için ilk bakışın mesuliyet getirmeyeceğini ama ikinci defa dönüp bakmak iradî olduğundan, onun günah hanesine yazılacağını vurgulamış; harama götüren yolu tâ baştan keserek günahlara geçit vermemek gerektiğine dikkat çekmiştir. Ayrıca, Cenâb-ı Hakk'ın "Kim benim korkumdan dolayı harama bakmayı terkederse, kalbine öyle bir iman neşvesi ve halâveti atarım ki, onun zevkini gönlünün derinliklerinde duyar." iltifatkâr beyanını naklederek Müslümanları gözlerini harama kapatmaya teşvik etmiştir.

Bu itibarla, harama nazardan ötürü zihin dağınıklığına ve hâfıza zaafına düşmemek için herhangi bir iş ya da iman hizmetine müteallik bir vazife söz konusu olmadığı sürece günahların seylap halinde aktığı çarşı-pazarlardan uzak kalmak lazımdır. Mutlaka dışarı çıkmak gerekiyorsa, o zaman da mayınlı tarlada yürüyor gibi dikkatli yol almak ve şeytanî hücumlara karşı teyakkuzda bulunmak icap eder. Bunu başarabilmenin iki şartı vardır;birincisi, çarşı-pazara çıkmadan önce, yüreği hoplatacak, gözleri yaşartacak ve manevî hisleri harekete geçirecek bazı şeyler okumak ya da dinlemek; ikincisi de bir yere giderken elden geldiğince yalnız olmamaya çalışmak ve gönlü hüşyar bir-iki arkadaşla beraber bulunmaktır. Onca gayrete rağmen yine de irâde haricinde sağdan soldan gelip bulaşan lekeler, kalb ve ruhu kirleten çamurlar olabilir. Bu türlü durumlarda ise, ilk fırsatta seccadeye koşup Cenâb-ı Hakk'a yönelmek gerekir. Namaz, sadaka, oruç ve dua gibi ibadetler -inşaallah- gayr-i iradî gelip çarpan günahlara keffâret olacaktır.

Aslında, harama nazar önü alınabilecek ve iradeyle kaçınılabilecek bir tehlikedir. İnsan, biraz gayret etse, günaha sürükleyen manzaralara bakmamaya sabredebilir. Göze ilişen çirkin bir manzaradan sıyrılma, iradenin belini bükebilecek kadar büyük bir yük değildir; bir nazar oku gelip çarpacağı ilk anda gözü kapamaya irade gücü yeter. Hele insan harama her göz kapamanın kendisine bir vacip işlemiş gibi sevap kazandıracağını düşünürse, o ilk anda günahtan sıyrılabilir. Fakat, nazarını hemen haramdan çevirmez, kendisini o işe salar ve bir daha, bir daha bakacak olursa, artık geriye dönme ihtimali azalır. Bir de gözünden zihnine akan manzaraları tasavvurla, taakkulle besler ve büyütürse sahilden tamamen ayrılmış sayılır. Ondan sonra geriye dönmek çok daha büyük cehd ü gayret ister. Şair bir arkadaşımın,

"İsyan deryasına yelken açmışım,
Kenara çıkmaya koymuyor beni!"

sözüyle ifade ettiği gibi, -Allah korusun- o günah deryası, sahilden o kadar uzaklaşan kimseyi dalgaları arasında evirir çevirir ve bir daha kıyıya çıkmasına izin vermez.

Hâfızayı Takviye Eden Âmiller

Hâfızayı zayıf düşüren illetlere mukabil, onu kuvvetlendirecek âmiller de mevcuttur. Bunların başında düzenli bir hayat, prensipli bir çalışma, sistemli bir düşünce ve zihni daimî çalıştırma gibi hususlar gelir. Uzmanlara göre, "Beyin çok çalışırsa yorulur." kanaati yanlıştır. Beynin yorulmasının sebebi onu çok çalıştırmak değil, yanlış kullanmak ya da onu âtıl bırakmaktan kaynaklanan hantallaşmadır. Evet, beyin çok çalışmaktan dolayı yorulmaz; aksine çalıştıkça gelişir, daha verimli hale gelir. Beyni yoran ve körelten çalışmak değil, boş durmak, düşünmemek, tefekkür etmemek ve iş yapmamaktır. Kullanılmayan organların köreldiği gibi hâfıza da doğru bir şekilde sürekli işletilmezse dumura uğrar.

Maalesef, hergün daha bir ilerleyen teknik ve teknoloji insan dimağını belli ölçüde etkisiz ve hareketsiz kılmaktadır. Bugünün talebeleri hesap makinelerine ve bilgisayarlarına güvenerek çarpım tablosunu bile ezberleme ihtiyacı duymamaktadırlar. Bu hazırcılıktan kaynaklanan atalet de beyin fakültelerinin aktif hale gelmesini engellemektedir. Evet insan, mutlaka teknik ve teknolojik imkanlardan istifade etmelidir, ama dengeyi bozmamaya da özen göstermelidir; mesela, basit işlerde kat'i surette bilgisayar kullanmamalıdır ki hâfızasını ihmal etmiş olmasın. Ayrıca, bilgisayar bir yandan hâfızanın işini kolaylaştırırken diğer yandan da mutlaka zihne jimnastik yaptırtacak şekilde hazırlanmalı ve ona göre programlanmalıdır. İnsan, ezberlemekten ziyade öğrenmeye önem vermeli ve ona yoğunlaşmalıdır; fakat, bazı sahalarda ehemmiyetli bir kısım metinleri ezberlemenin de zihne talim yaptırma açısından çok faydalı olduğu gözardı edilmemelidir.

Diğer taraftan, uzmanlar, bazı besinlerin beynin çalışmasını doğrudan etkilediği üzerinde de dururlar. Sabah kahvaltısının beynin performansını artırdığını ve kahvaltı alışkanlığı olmayan kimselerde konsantrasyon kaybı olduğunu belirtirler. Unutkanlığı yenmek ve hâfızayı güçlendirmek için kuru üzüm gibi içinde beynin ana yakıt maddesi olan glikoz barındıran gıdaları tavsiye ederler.

Hıfz Namazı

Selef-i salihînden bazıları da hâfızayı güçlendirip unutkanlığı azaltma adına, hem bir kısım dualar okumuşlar hem de her sabah 21 tane çekirdekli kuru üzüm yemeyi itiyad edinmişlerdir. Ayrıca, ehlullah hâfıza geriliğinden ve ezberleyememekten şikayette bulunan insanları şu hadis-i şerifte tarif edilen dört rekatlık namaza ve arkasından yapılan duaya yönlendirmişlerdir:

Bir gün Hazreti Ali (ra), Allah Rasûlü'ne gelip Kur'an'ı hâfızasında tutamamaktan yakınır; "Bu Kur'an göğsümden uçup gidiyor. Onu ezberimde tutamıyorum." der. Bunun üzerine Rasûl-ü Ekrem Efendimiz ona, "Cuma gecesinin son üçte birinde kalk; o, meleklerin şahit olduğu zamandır, onda yapılan dualar kabul edilir. Şayet o saatte kalkamazsan, gecenin evvelinde veya ortasında kalk ve dört rek'at namaz kıl. Birinci rek'atında Fatiha ile Yasin'i, ikinci rek'atında Fatiha ile Duhan'ı, üçüncü rek'atında Fatiha ile Secde suresini, dördüncü rek'atında ise Fatiha ile Mülk suresini oku. Tahiyyâtı bitirdiğin zaman Cenâb-ı Hakk'a güzelce hamd ü senâda bulun. Bana ve diğer peygamberlere de salavât getir. Erkek-kadın bütün mü'minler için Allah'tan mağfiret dile. Bu okuduklarının akabinde de şu duayı söyle!" buyurur ve kitaplarda "Hıfz duası" adıyla yer alan duayı tekrar etmesini ister.

Hazreti Ali (kerremallahu vechehu) tarif edildiği üzere bunu beş veya yedi gece yapar ve Allah Rasûlü'ne gelip şöyle der:

"Ya Rasûlallah! Ben daha önceleri dört-beş ayeti bile ezberleyemiyordum. Fakat şimdi kırk ayet kadar ezberleyebiliyorum. Onu okuduğumda da sanki Allah'ın kitabı gözümün önündeymiş gibi oluyor. Yine önceleri bir hadisi duyup tekrar ettiğimde tam ezberleyemezdim. Fakat, şimdi hadisleri işitip onları rivayet ettiğimde bir harf bile kaçırmıyorum." (Tirmizî, Daavât, )

Sözün özü; öğrenilen malumâtı depolama ve gerektiğinde hatırlama istidadı olan hâfıza Cenâb-ı Allah'ın insana bahşettiği en büyük lütuflardan biridir. Bu harika kabiliyet, doğru dürüst kullanıldığı sürece dünyalar dolusu bilgiyi ihtiva edecek kadar büyük bir kapasitede halkedilmiştir.

Hâfıza nimetinin şükrünü eda edebilmek ve onu yaratılışına uygun olarak en güzel şekilde kullanabilmek için,

- Öncelikle zihinlerin silkelenmesine,
- Gözlerin harama kapanmasına,
- Mâlâyâniyâtın terk edilmesine,
- Sistemli düşünceye,
- İhtiyaç miktarınca düzenli yeme-içmeye,
- Sadece yetecek kadar uyumaya,
- Tefekkür ile dimağı sürekli işletip geliştirmeye,
- Dağarcıktaki tıkanıklıkları istiğfar ve zikir sayesinde açmaya,

- Hâfızayı istidadını aşkın hale getirmesi için Hafîz-i Zülcelâl'e ilticaya ve bir de en bereketli zaman dilimleri olan seher vakitlerini kollayarak fiilî dua adına intizamlı çalışmaya ihtiyaç vardır.

7 Tefekkür ne demektir?

Kâinat, muazzam mânâların ifade edildiği muhteşem bir kitap; insan ise, bu kitabın en anlayışlı muhatabıdır. Bir arının çiçekten çiçeğe konup bal yapması gibi, insan dahi kâinat kitabının sayfalarında seyahat ederek, tefekkür balı yapar.

Tefekkür, varlıklara Allah namına bakmaktır. Şüphesiz, pencereye bakmakla pencereden bakmak bir değildir. Pencereye bakanlar lekeleri görür, pencereden bakanlar ise, güzellikleri seyrederler. Tefekkür, mevcudat pencerelerinden Allah’ın isim ve sıfatlarına nazar etmektir. Her bir varlık, Allah’tan bir mektuptur.

Bayrak, bir bez olmanın ötesinde devleti sembolize eder; dalgalandığı yerlerin, o devlete ait olduğunu haykırır. Onun gibi, her bir varlık dahi, Allah’ın Rububiyet saltanatını ilan etmektedir.

Yeryüzü ve semavattaki varlıkları tefekkür nazarıyla temaşa edenler, İlâhi sanatın mükemmelliği karşısında hayret secdesine varırlar. Kalplerindeki iman coşar, yakînleri ziyadeleşir. İnce tefekkür duygularına, hislerini de katabilirlerse, İlâhî sanatı seyir ve temaşadan, tarifin fevkinde bir zevk alırlar. “Her şey bana Seni hatırlatıyor.” derler.

Şu ayetler, tefekkürle ilgili bir kısım esaslara işaret eder:

“Şüphesiz, göklerin ve yerin yaratılışında, gece gündüzün peş peşe gelişinde, akıl sahipleri için ayetler (deliller, ibretler) vardır. Onlar, ayakta iken, otururken ve yanlarına uzandıklarında Allah’ı anarlar ve göklerin ve yerin yaratılışını düşünürler. ‘Ya Rabbena, Sen bunları boşuna yaratmadın, Seni tenzih ederiz. Bizi cehennem azabından koru’ (derler)." (Âl-i İmran, 3/)

1. İnsan, tefekkür ederken Allah’ın zâtını değil, yarattıklarını düşünmelidir. Resulullah, bir topluluğa vardığında ne yaptıklarını sormuş, “Allah’ın azametini tefekkür ediyoruz.” cevabını alınca,

“Allah’ın mahlukatını tefekkür edin, kendisini değil. Çünkü buna güç yetiremezsiniz.” demiştir.(Aclûnî, I/)

2. Hilkatte abes yoktur. Her şey yerli yerinde yaratılmıştır. Bütün ilimler, yaratılıştaki mükemmelliğin şahididirler.

"Çevir gözünü, bir çatlak (kusur) görebilir misin? Sonra, bir daha, bir daha çevir. Sonunda göz, yorgun argın sana geri dönecektir.”(Mülk, 67/)

ayeti, bu mükemmelliğe dikkat çekmektedir.

3. Gâibane tefekkür, neticede insanı Allah’a seslenişe sevk edecektir. Nitekim, bu ayette anlatıldığı gibi, önce göklerin ve yerin yaratılışını tefekkür etmişler, sonra birden hitap makamına yükselip, yalvarışa geçmişlerdir.

Gerek kâinat kitabının ayetlerinin tefekkürü, gerekse Kur’ân ayetlerinin tefekkürü, her müminin en belirgin vasıflarından olmalıdır.

8 Heyecanı yenmenin ve başarılı olmanın yöntemlerini açıklar mısınız? (Sosyal fobi)

İlk defa yaptığımız her iş önce heyecan ve korku oluşturur. Korku anında dolaşım sistemi içerisine gerginlikle orantılı olarak aşırı kortizol salgılanır. Bu durum düşünce akışını engeller. Kişi bu anda olumlu duygularını kaybeder. Daha ileri düzeyde elleri ve hatta tüm vücudu titrer. Kalbin çarpması ve kan dolaşımı hızlanır. Davranışların kontrol edilmesi zorlaşır. Bu sorun ileri düzeyde olursa, insan başkalarıyla göz göze gelemez; başı titrer, âdeta beyni dış dünyadan kopmuş gibi olur.

Korku anında insan kalbinde bir iç endişe akıntısı hisseder. İnsan bir an önce bu durumdan kurtulmak için o ortamdan uzaklaşmak, yapmak istediğini yapmaktan vazgeçmek zorunda kalır.

Ayrıca endişe veya korku, konuşmacının inandırıcılığı kaybetmesine yol açar.

Bazı insanlarda korku duygusu çok gelişmiştir. Sık sık duyulan bu endişeler gittikçe birbirlerini beslerler ve endişe edebilme yeteneği gelişir: İnsan en küçük bir sorundan bile endişe duymaya başlar. İleri düzeyde korku ve endişe, sinir sistemi için son derece tahrip edicidir.

Tüm başarılı konuşmacılar toplum önüne çıktıklarında mutlaka heyecanlanmışlardır. İstisnasız her insan korku ve endişeyi yenebilir. Ancak bunun için tüm inançlarını yeniden gözden geçirmeli ve bir dizi egzersiz yapılmalıdır. Aşağıda korkunun nedenleri tek tek açıklanmıştır.

KORKUNUN NEDENLERİ

Temel korku nedenleri arasında baskı dolu çocukluğu, sürekli yaşanan stres ve hastalıkları, sosyal olmayan bir ortamda uzun süre kalmayı, başarısızlığa inanmayı, hafızanın zayıf kalmasını, söylenecek bir söz bulunamamasını sayabiliriz.

Baskı Dolu Çocukluk 

Çocukluk ve gençlik döneminde aşırı aile otoritesi, baskı, şiddet, dayak gibi olaylar yaşanabilir. Normalin üzerine çıkarak belli bir süreklilikte devam ettiğinde, bu durum kişinin psikolojisinde çok köklü bir içe dönüklük ve cesaretsizlik üretir. Baskı ve şiddet ortamında çocuk kendine güvenini kaybeder. Kişiliği bir yandan tepkici, diğer yandan başkalarına bağımlı gelişir. Sürekli aşağılanan çocuğun alt şuurunda başarısızlık imajı yerleşir. Bu imajı normal şarlar altında özel bir gayret göstermeksizin yok etmek mümkün değildir. Eğer bir şekilde yerleşmiş olan aşırı heyecanlarınız varsa köklü değişikliklerle bunları yok etmelisiniz.

Sürekli Stres ve Hastalıklar

Ara sıra yaşanan, şiddetli de olsa, stres ve hastalıkların kalıcı bir olumsuz psikolojik etkisi yoktur. Hatta kısa süreli ve geçici olduklarında, bunlar insanın yaşama sevincini ve heyecanını artırabilirler.

Ancak stres (ve stres üreten hastalıklar) hafif de olsa uzun süreli yaşanırsa şöyle bir gelişme olur: Kan dolaşım sistemine devamlı kortizol hormonu salgılanır. Bu salgılama vücudu kısa sürede çöplüğe dönüştürür. Stres vücudu germekte ve saldırıya hazır tutmaktadır. Dolaysıyla bu kirlilik uygun yöntemlerle temizlenmediğinde aşırı baskı altında kalan sinir sistemi yorulur. Bu yorgunluğun aralıksız devam etmesi halinde insan ölüme kadar gidebilir. Vücut bu durum karşısında otomatik bir tedbir alır. Beyin ile vücut arasındaki emir-komuta zinciri zayıflatılır. Çünkü kişi öyle bir düşünce alışkanlığına sahiptir ki, bu düşünce gerginlik üretmekte ve vücudu tahrip etmektedir. Bu durumda vücudu ölüme gitmekten kurtarmak için beyin bir anlamda vücudu uyuşturur, vücut gevşer ve rahatlar. Ama bu rahatlama aynı zamanda düşünce akışını da iyice tahrip eder. Bu süreçte düşünce akışı bloke olur, hatırlama iyice zayıflar, unutkanlık kendini gösterir, kişi iç sorunlarıyla iyice bunalır.

Tüm bunlar yine kişinin kendine güvenini sarsar, kişiyi insanlardan uzaklaştırır. Böylece korkunun başarısızlık, kendini suçlama, aşağılama gibi bir boyutu ortaya çıkar. 

Ancak hastalıkların stres üretmesi insanın düşünce biçiminden kaynaklanır. İnsan eğer hastalığı kendisini olgunlaştıran bir fırsat olarak görürse, vücudu acı çekebilir, ama psikolojisi sağlam olacağından tahrip edici stresi yaşamayabilir.

Antisosyal Bir İş Ortamı

Bazı işler veya iş ortamları vardır ki bunlar yapıları gereği insanları toplumdan uzak tutarlar. Örneğin bilgisayarın sürekli başında oturup iş yapmak durumunda olanlar dış dünyadan büyük ölçüde koparlar. Zihinleri bilgisayar dünyasının kendilerine sunduğu sanal ortama iyice kapılmıştır. Bazı fabrika işleri belli bir tezgahın önüne hapsedebilir. Bu arada geceleri çalışıp gündüzleri uyuyan bekçilerin genellikle konumları da toplumsal olmayan (asosyal) bir yapı taşır. Buna karşın yöneticilik, pazarlamacılık, öğretmenlik ve sunuculuk gibi meslekler kişileri sosyal olmaya zorlar.

İnsanlar kendilerini toplumdan uzaklaştıran işlere hapsettiklerinde beyinleri bu ortama alışır. Değişik insanlarla muhatap olabilme yetenekleri zayıflar. Kavramaları kendi iç referanslarıyla sınırlanır. Topluma açılıp insanlarla konuşmaktan sıkılırlar. Kişilikleri, içine kapanık ve bireysellik ekseninde gelişir. Dolaysıyla toplum önünde söz söylemeleri gerektiğinde büyük bir korku ve heyecan duyarlar. Ancak çeşitli hobiler geliştirerek ek sosyal faaliyetler içerisinde bulunanlar bu kötü gidişi engelleyebilirler.

Başarısızlık İnancı

Yukarıdaki şartların hiç birisi mevcut olmadığı halde insanlar yine de toplum önünde söz söylemekten korkabilirler. Bunun önemli bir nedeni başarısızlık imajının zihinlerine iyice yerleşmesidir. İnsanın her davranışa yüklediği anlam, alt bilincine bir emir olarak gönderilir. Bir işi başarmaya girişen insan her zaman istediği sonucu elde edemeyebilir. Bu herkes için tabiidir. Ama bazı insanlar sonucu elde edemediklerinde hemen başarısız olduklarını düşünürler ve kendilerini suçlarlar. Bu suçlamalar bir çok kez tekrarlanır. Sonuçta insan farkında olmadan kendi alt bilincine “ben başarısızım” hükmünü yerleştirmiş olur. Bu çok sınırlayıcı bir kalıptır. Çünkü insan bir kere bu inancı otomatikleştirdiğinde bu inanç onun hemen her işinde başarısız olmasına yol açar. Neye inanıyorsak beynimiz onu doğrulamak uğurunda amansız gayretler göstermeye devam edecektir.

“Ben başarısızım” inancı alt bilincinde yerleşmiş olan insan “belki bu defa başarabilirim” diyerek harekete geçse de sık sık “ya başaramazsam” endişesini yaşar. Bu endişe dikkatini zayıflatır, zihnini olumsuz sonuçlara yaklaştırır. Bu muhtemel olumsuz sonuçlar dayanma ve direnme azmini azaltır. Kişi kendisini güçsüz hisseder. Bu güçsüzlük ve onun getirdiği tedirginlik kişiyi “vazgeçme” noktasına götürür. Böylece kişi gerçekten de başarısız olur. Toplum karşısında konuşabilme ise cesaret gerektiren bir başarıdır. Başarısızlık inancı cesareti kıracağından kişi toplum karşısında konuşamaz. Başarısızlık ihtimali aklına geldiğinde bile derin bir korku veya endişe yaşar.

Söylenecek Bir Sözün Olmaması

Toplum karşısında söz söylemeyi engelleyen son faktör kişinin söyleyecek bir sözünün olmamasıdır. Pek tabii ki ne söyleyeceğimizi bilmiyorsak konuşmaya başlayınca takılırız. Bunu bir çok defa tecrübe etmişizdir. Dolaysıyla düşüncelerimizden emin olmadığımızda konuşmaya cesaret edemeyiz.

Bir insanın söyleyecek sözünün olmamasının çeşitli nedenleri olabilir ki bu, çok kapsamlı bir sorundur. En temelde bu durum kişinin iyi bir okuyucu olmamasından kaynaklanır. İnsanlar bilgilerinin % 80’ini okuma yoluyla elde ederler. Hiç okumayan insanların bilgileri çok sınırlıdır. Ayrıca bu kişiler bilgilerini birbirleriyle ilişkilendirerek yeni anlamlar ve bakış açıları da üretemezler. Ancak insanlar okuma dışında kişisel tecrübelere sahip olabilirler. Bu tecrübeler üzerinde düşünmüş olabilirler. Bu durumda bilgileri var demektir. Söyleyecek sözü olmayan insan çok az konuyla ilgilenen hatta kendisinin dışında hiç bir şeyle ilgilenmeyen insandır. Çünkü söylenen söz ancak başkalarını ilgilendirdiğinde başkalarına anlatılabilir. Başkalarıyla ilgilenmeyen ve genel sorunlar üzerinde düşünmeyen insanların beyin aktiviteleri zayıftır. Dolaysıyla böyle insanlardan söz söylemeleri istendiğinde ne söyleyecekleri konusunda endişeye kapılırlar. Bu endişe konuşma cesaretlerini kırar.

Hafızanın kontrol Edilememesi

Çok zayıf bir hafıza kişinin özgüvenini yitirmesinin ve konuşmaktan çekinmesinin en önemli nedenlerindendir. Çünkü konuşmacı huzura çıktığında hafızasının kendisine yardımcı olmayacağını ve ne söyleyeceğini unutabileceğini düşündüğünden konuşmaya cesaret edemez. Esasen hafızası çok zayıf olan insanlar belirgin bir hastalığın işaretini verirler. Çoğunlukla hafıza eksikliği bir hastalığın belirtisi değil zihinsel tembelliğin belirtisidir. Zihinsel tembellik konsantrasyon eksikliğinden kaynaklanır. Konsantrasyon eksikliği ise girginlikten veya stresten kaynaklanır. Dolaysıyla kişi gevşedikçe konsantrasyon yeteneği artar; bu artış hafızanın doğal çalışma ritminin sağlam işlemesine yol açar.

Konuşacağı konu üzerinde yeterince zihinsel ve duygusal olarak yoğunlaşmış bir kişi mutlaka o konu üzerinde söz söyleyebilir. Ancak biz yine de ayrıntılı olmamakla birlikte hafızamızın güçlenmesini ve bize yeterince yardım etmesini sağlayan bazı teknikler üzerinde duracağız. Mükemmel bir hafızaya sahip olmak isteyenler bilmelidirler ki ısrarlı bir çalışma ile kısa sürede arzuladıkları hafızayı geliştirebileceklerini görebilirler.

Korkunun Çözülmesi

Şurası gerçek: Yüzlerce defa binlerce insanın huzurunda konuşmamışsanız her defasında heyecan duyarsınız. Bazen heyecanınız o kadar büyük olur ki sizi zincirlerle kürsüye çıkaramazlar.

Kendinizden emin olun. Korkuyu ve heyecanı çok kolay yeneceksiniz. Eğer bunu gerçekten arzuluyorsanız şimdiden bilin: Toplum önüne çıktığınızda kalbiniz sakin, gözleriniz ışıl ışıl olacak.

Çalışmalarınızı üç ana bölümde oluşturacaksınız. Unutmuyorsunuz. Korkular zihninizde yerleşmiş otomatik programların sonucudur. Ortamı oluştuğunda bu programlar bir plak gibi devreye girmektedir. Plağı bozmaz ve yerine yenisini koymazsanız eskisi çalmaya devam eder. En kötüsü de devamlı çaldığınız plaklar her defasında daha güçlü ve köklü hale gelirler.

Korkularımızı üç temel alanda çalışarak yok edeceğiz. Birinci alan kelimelerle kurulu alandır. Düşüncelerin bir boyutunu kelimeler oluşturur. Korkularımız varsa bunlar kelimelerle örülmüştür. Bu bölümü “Cümle Telkin sistemi”yle çözeceğiz.

Düşüncelerimizin ikinci boyutunu imajlar oluşturur. Kendinizi nasıl canlandırıyorsunuz. Korkudan titreyen bir insan olarak mı? Başı dik, yüzünde tebessüm olan bir cesaret abidesi olarak mı? “İnsan ne düşünüyorsa odur.” sözü doğrudur. Bu ifadeyi değiştirelim. İnsan kendini hayalinde en çok nasıl görüyorsa odur. Kendimiz hakkındaki imaj filmlerini değiştirmemiz gerekiyor. Bu çalışma alanını “İmaj telkin Sistemi” olarak adlandıralım. Korkuyu yenmeye çalışırken üçüncü bir boyutu “davranışı” kullanacağız. Kelime veya imajlardan oluşan tüm düşünceler, tekrar edildiklerinde eyleme dönüşürler. Eylem davranıştır, tutumdur. Beynimizdeki kalıpları asıl pekiştiren sergilediğimiz tutumdur. Çünkü düşünce tutuma dönüştüğünde tüm algılarımız devreye girer. Davranırken yaptıklarınızı duyar, görür ve onlara dokunursunuz. Bu bölümde yapacağımız çalışmaları “Tutum Telkin Sistemi” kavramıyla ifade edelim. Şimdi gurur verici büyük kişiliğinizi inşa etmeye hazırsınız. bizimle gönü birliği içinde çalışmaya devam ettiğinizde heyecan verici bir hızda nasıl da değiştiğinizi göreceksiniz. Başlıyoruz:

Cümle Telkini

Toplum karşısında söz söylemekten korku ve endişe duymanın devamlılığını sağlayan en önemli faktör inanç sistemidir. Aldığımız her bilgi, yaşadığımız her tecrübe inanç sistemimizi etkiler ve yeniden şekillendirir. Bu bölümde bu inançların başlıcalarını aktarıyoruz.

- Ben yeterince yetenekli değilim.
- Bu işi başaran insanlar benden çok üstün.
- Şimdiye kadar hep başarısız oldum.
- Başkaları varken bu işi yapmak bana düşmez.

Bu temel inançlar sizde az veya çok bulunabilir. Herkes için bunlar kesinlikle asılsız inançlardır. Ancak ne yazık ki insanların çoğunluğu bu asılsız inançları edindiklerinden hayatları hep sönük geçmeye mahkum edilmiştir. Dikkat edelim: İnançlar her zaman kendilerini doğrularlar. Neye inanıyorsak, maddi manevi tüm güçler bizi doğrulamak için çalışırlar. Şimdi yukarıdaki inançların neden doğru olmadığını anlatacağız. Lütfen bu açıklamaları tekrar tekrar okuyunuz. Bu açıklamaları ezberleseniz bile fırsat buldukça okumaya devam ediniz. Burada amaçlanan sadece öğrenmeniz değildir. Temel amaç doğru inancın alt bilincinize kilitlenmesinin sağlanmasıdır. Zira inançlarınız kendinize defalarca söylediğiniz sözlerdir. Şimdi doğru sözleri kendinize söyleyerek doğru inançları yerleştirmeniz gerekmektedir. Bu açıklamaları yeterince okur ve anlatılanları fırsat buldukça düşünmeye devam ederseniz bir ay içinde yeni inançlarınız alt şuurunuza kaydolacaktır. Daha hızlı değişmek istiyorsanız, tele-terapi kasetlerinde anlatılan sistemi her gün kullanmalısınız.

Cümle telkin sistemine göre alt şuurumuzu hızla yapılandıracak yeni cümle emirleri vereceğiz. Alt şuurumuzdaki kalıplar zaten bu tür cümle emirlerinden oluşmuştu. Emirlerin güçlü bir şekilde yerleşmesi için belli özelikler taşıması gerekir. Bu özellikleri sıralayalım:

1. Derin Gevşeme: Tüm kas sistemlerinizi gevşetmelisiniz Seminer ortamında sunucunuz derin gevşemeyi size gösterecektir. Ne kadar derin gevşeyebilirseniz emirleriniz o kadar derin ve kalıcı yerleşir.

2. Cümle Yapısı: Cümle yapısı yeterince basit olmalıdır. Kısa cümleler kurmalısınız. Cümle sadece şimdiki zaman kipinde olmalıdır. Alt şuur geçmiş veya gelecek zaman kipinde söylenen sözleri, geçmiş veya gelecek zaman için dikkate alır. Geçmiş hep geçmiştir ve gelecek de hep gelecektir. Alt şuur olumsuz emirleri anlamaz veya tersinden anlar Sadece olumlu emirleri anlar.

3. Gelişme Sürekliliği: Cümle yapısı gelişmenin sürekliliğini ve tekamülü içermelidir. Her hangi bir olayın tekrarına bağlı olarak daha iyi olma durumu ifade edilmelidir. Buna göre aşağıdaki telkin cümlelerini eleştirelim:

- Ben başarılı olmak isteyen bir insan olarak her gün gelişiyor, mükemmelleşmeye adım adım ve süratle ilerliyorum. (Cümle çok uzun, emir kayboluyor.)
- Sigara içmiyorum. (Zaman kipi doğru, ama cümle olumsuz.)
- Çok ders çalışacağım. (Gelişme bağı yok. Gelecek zaman hatası var. Asırlar geçse de alt şuur emri hep geleceğe atar.)
- Her gün ve her nefeste daha çok gülümsüyorum. (Uzunluk yeterli. Şimdiki zaman doğru kullanılmış. Gelişme her güne ve her nefese bağlanmış). İşte en iyi cümle telkin biçimi budur. “Her sabah daha dinç uyanıyorum.” deyin.

Telkin oluştururken yıkmak istediğiniz olumsuzluklar hakkında zorluklarla karşılaşabilirsiniz. Eskilerini nasıl kaldıracaksınız?

Öfkeleniyorum Öfkelenmiyorum.
Sigara içiyorum Sigara içmiyorum.

Çözüm kelimelerin olumsuzlanarak kullanılması değildir. bunun yerine olumlu karşıt anlamlı kelimeleri seçmek zorundasınız.

Öfkelenmemek istiyorsunuzDaha sakin oluyorum.
Sigara içmemek istiyorsunuzSigara içmeyi bırakıyorum.

Bu bölümde önce genel başarımızı engelleyen hatalı inançları yok etmemiz gerekir. Ardından doğru inançların fikir temellerini oluşturacağız. bu fikir temellerinin alt şuurumuza kodlanması için alıştırmalar yapacağız.

YIKICI İNANÇLAR

Ben Yeterince Yetenekli Değilim

Size de Edison veya Einstein gibi günü 24 saat olan bir ömür emanet edildi. Siz de kafatasınızın içinde bütün diğer insanlar gibi ölünceye kadar eşit sayıda milyarlarca sinir hücresinden oluşturulan harika bir beyin mekanizması taşıyorsunuz. Siz de herkes gibi sadece süt emme yeteneği gelişmiş olarak dünyaya gönderildiniz ve bunun dışındaki her şeyi dünyada öğrendiniz. Öyle büyük bir potansiyele sahipsiniz ki milyonlarca iş yapsanız bile beyin kapasitenizin hala yaklaşık binde bir-ikisini kullanıyorsunuz. Kimse sizden üstün yeteneklerle yaratılmadı. Siz de kimseden üstün yeteneklerle yaratılmadınız. Öyleyse neden bazı insanlar zirvelere tırmanıyorlar? Neden sempati, karizma, zenginlik, şöhret gibi değerler yalnızca bazı insanların elinde kalıyor? Fizikçi iseniz neden bir Einstein veya Abdüsselam değilsiniz? Edebiyatçı iseniz tarihin gerilerinde hala parlak kalan Shakeasper’in ötesine neden geçmiyorsunuz?

İnsanı potansiyel üstünlüğüne kavuşturan tek vasıta “bilgi” ve bilgiye dayalı “eğitim”dir. Kendinizi incelediğinizde bilgiye dayalı olmayan hiç bir becerinizi bulamayacaksınız. Okuma-yazması olmayan Hz. Peygamber’e (asm) Kur’an’da geçen ilk emrin “oku” yani “öğren” olması şaşırtıcı gelmiyor mu? Bugün biz bilgilerimizin % 80’ini okuma yoluyla elde ediyoruz.

Siz sel yığınlarında kendinizi sürükleyen bir sıradanlığa layık olamayacak kadar üstünsünüz. Hayallerinizde yaşayan “büyük size” ulaşmak sizin elinizdedir. Kimse günlük 24 saatine bir dakika ekleyemez. Ama siz bir gününüze 10 günlük işi sığdırabilirsiniz. Bu güne kadar kişisel yeteneklerinize ne kadar yatırım yaptınız?

Zihninizden yükselen çeşitli itiraz sesleri duyuluyor; iddialarımızı küçümsüyor musunuz? O zaman aşağıdaki açıklamalara ne diyeceksiniz?

- Bu İşi Başaran İnsanlar Benden Çok Üstün

Kendinizi yanıltıyorsunuz. bir vakitler Anthony Robbins de böyle düşündüğünü söylüyor. 20 yaşlarında iken bir otelde hizmetli olarak çalışıyordu. Fakir ve eğitimsizdi. Çektiği ızdırap canına tak ettiğinde tüm hayatını kökten değiştirmeye karar verdi. Önce bir hızlı okuma kursuna gitti ve ardından birkaç yıl içinde kitap okudu.

Bugün aynı adam Amerika Birleşik Devletlerinin her yıl milyonlarca dolar kazanan adamı ve neredeyse tüm dünyada tanınıyor. yıllarını eğitime harcayan profesörler bile önce hafife aldıkları bu yüksek eğitimi olmayan adamdan ders almaya ve kitaplarını tavsiye etmeye başladılar. Onun hayatını sadece on yıl içinde böylesine değiştiren neydi? O sadece başarmak için yola çıktı ve kader onu başarıya ulaştırdı. Onun kavradığı gerçeği biz de kavramalıyız.

Şunları bilmeliyiz. İnsanın sinir sisteminde milyarlarca nöron vardır. Nöronlardan oluşan beynimiz saniyede 30 milyar bitlik bilgi işleyebilmektedir. Herhangi bir normal beyinde oluşturulabilecek potansiyel örgü veya bağlantı sayısı 1 rakamını izleyen 10 milyon kilometre sıfırla ifade edilebiliyor. Kafamızdaki her bir nöronun bir milyon bitlik enformasyon depolama kapasitesi vardır. Bu korkunç potansiyel sağlıklı olan herkeste vardır ve biz insanlar potansiyelimizin ortalama olarak % 1’ini kullanıyoruz. Geri kalan büyük kapasite ise kullanmamız için bizi bekliyor.

civarındaki buluşun sahibi Edison başarının % 99’unu çalışmaya, %1’ini de zekaya bağlamaktadır. Bu zekanın önemsiz olduğu anlamına gelmez. bunun anlamı zekanın tek gelişme yolunun çalışma olduğunu gösterir.

Evet sonuçta bu işi başaranlar sizden üstündür. Ama bu üstünlükleri sizden üstün doğmalarından kaynaklanmaz. Sadece çalışarak üstün hale gelmişlerdir. Tarihe üstün olarak geçen herkes sadece ve yalnızca amansızca çalışarak üstünleşmişler; yani kullandıkları beyin kapasitelerini arttırmışlardır. Diğerlerinden hiç farkınız olmadığı halde kendinizi üstün olmamaya mahkum ederseniz oluşturduğunuz bu inanç kalıbı tüm hayatınız boyunca sizin üstün olmanızı engelleyecektir.

- Şimdiye Kadar Hep Başarısız Oldum

Edison da elektriği bulmak için yıllarca beklemek ve binlerce deney yapmak zorunda kalmıştı. Bir ABD başkanı sonunda başkan olabilmek için yıllarca bir çok seçime girmek ve kaybetmek zorunda kalmıştı. Hayat her zaman sabırla hedefleri üzerinde durmaya devam edenleri hedefe ulaştırmıştır.

Dağarcığınızdan “başarısızlık” kelimesini kaldırmak zorundasınız. Böyle bir olgu yoktur; teşebbüse devam eden insan için başarısızlık yoktur. Sadece her defasında başarıya bir adım daha yaklaşmak vardır. Başarısızlık denilen her şey sizi başarıya götürmeyen bir yolun keşfidir. Her başarısızlık zannedilen olay bizin için paha biçilmez derslerle doludur. Eğer yaptıklarınızın sonucunu kontrol etmemişseniz “başarısızlığınıza” hükmedecek ve çalışmaktan vazgeçeceksiniz. Elinizde bir pusula yoksa tek başarı yolunuz deneme-yanılmadır. Oysa şimdi elinizde başarıya ulaşanların oluşturduğu pusulalar vardır.

“Başarısızlık” kelimenizi kaldırmakla kalmamalı ve bu kelimeye yüklediğiniz tecrübelerinizin anlamlarını da “başarıya bir adım daya yaklaştım” şeklinde değiştirmelisiniz. Bu değişikliği yaptığınızda aslında gerçeğin ta kendisinin de bu olduğunu göreceksiniz.

Eğer bu kelimeyi unutamıyorsanız, mutlaka kullanacaksanız, başarısızlığı doğru tanımlayın. Gerçekte tek başarısızlık vardır: Çalışmaktan, denemekten, teşebbüsten vazgeçmek

- Başkaları Varken Bu İşi Yapmak Bana Düşmez

Herkes böyle düşünseydi şimdi geceleri karanlıkta kalıyor olacaktık. Hepimizin hayatını değiştiren insanlar böyle düşünmüyorlardı. Bu iş öncelikle birinci derecede bana düşer diyen insanlar o işi yapan insanlardır. Farklılaşan insanlar derhal sorumluluk üstlenen insanlardır. Kullandığınız her şey başkalarının ürettiği şeyler midir? Neden siz de üretmeyesiniz? Bu işin sorumluluğu benim omuzlarımda dediğinizde birden o işin önderi konumuna getirildiğinizi göreceksiniz. Bu konulmuş bir kanundur. Sizin yaptığınız işi başkalarının da yapmasının size zararı yoktur. Siz de yaparsanız o iş daha mükemmele ulaşır. Kaldı ki eğer duygularınızı kuvvetli kullanıyor ve daha çok çalışıyorsanız, o işi yapan başkalarının da lideri konumuna yükselirsiniz.

Dünyada iki tip insan vardır: Yöneten ve yönetilenler; güdenler ve güdülenler; düşünce üretenler ve üretilen düşünceyi taklit edenler Birinci sınıfta yer alanlar tüm insanlığın %10’undan azdır. siz sadece bir inanç ve bakış açısı değişikliği ile ilk guruba dahil olabilirsiniz.

Eğer hala “ben yapamam” diyorsanız, o zaman bilmelisiniz ki yapmak istemiyorsunuz. Yani “ben yapmak istemiyorum” demek istiyorsunuz. Yapabileceğini bildiği halde yapmak istemeyen insan için ise yapılabilecek hiç bir şey yoktur. Yaratıcımız ne yapabileceklerini bilen insanların tercihlerine müdahale etme hakkını ve gücünü kimseye vermemiştir.

ALIŞTIRMA: KORKU-CÜMLE TELKİN

1.  Aşağıdaki telkin cümlelerini okuduktan sonra takip eden açıklamaları inceleyin. Önce telkin cümlelerinin inanç temellerini yerleştirmeliyiz.

a) Her Gün Büyük Yeteneklerim Sürekli Gelişiyor.

Bu sözü milyonlarca defa kendinize söyleyeceksiniz. Lütfen önce bir kaç saatinizi kendinize ayırın. Tüm geçmişinize bakın. Bu güne kadar başardığınız küçük büyük ne varsa, edindiğiniz küçücük bir tecrübe bile olsa not defterinize kaydediniz. Göreceksiniz ki küçümsediğiniz siz, çok büyük işleri zaten başardınız. Köyde hiç bir kültürel ve tecrübi birikimi olmayan bir çobana göre çok farklı birikimleriniz var. Bunları tekrar tekrar düşünerek ne kadar yetenek potansiyeliniz olduğunu kendinize söyleyeceksiniz.

b) Her Gün Daha Üstün Olmaya Devam ediyorum

Bu inancı da milyonlarca defa tekrar edeceksiniz. Unutmayın zaten her gün binlerce defa kendiniz hakkında kendinize bir şeyler söylüyorsunuz. Geçmişteki tecrübelerinizi hep yüklediğiniz anlamlarla sık sık kendinize söylediniz. Şimdi o tecrübelerin anlamını değiştiriyorsunuz ve yine kendinize söylüyorsunuz. Başaran insanların geçmişlerini düşünün. Bir Marslı gibi, başka bir yaratık gibi dünyaya gelmediler. Onlar da sizin gibi önce, okuma-yazma bilmiyorlardı. Onlar da annelerinin kucağında büyüdüler. Hatta biz bir anne kucağından yoksun idiyseniz daha üstün olma fırsatına sahip olduk demektir. Daha büyük asker daha zor şartlara rağmen zafere kavuşan askerdir. Başarılı olduklarını bildiğiniz insanlara göre daha çok fakirlik, hastalık veya acı çekmişseniz ruhunuz daha dolu ve heyecanlı demektir. Tüm bunlar diğerlerinden daha da üstün olabilmeniz konusunda sizi daha yukarılara itecektir. Bu yeni iç konuşmanın duygularınızda yol açtığı değişikliği hemen görmelisiniz.

c) Her Gün Daha Başarılı Olmaya Devam Ediyorum.

Lütfen geçmişinize bakınız. 10 yıl önceki siz ile 5 yıl önceki ve bugünkü sizi karşılaştırın. Bu karşılaştırma biçimi bir alışkanlık olarak yerleşmelidir. Her zaman dikkat etmeniz gereken, azıcık da olsa üstünleştiğiniz noktalar olmalıdır. Çoğu insanın düştüğü korkunç hataya düşmeyin. Kendinizi çok imkanı olan başkalarıyla değil; bugün düne göre daha çok imkanı olan kendinizle karşılaştıracaksınız. Siz size göre üstünleşiyorsunuz. Nerelerde ne kadar? Üstün noktalarınızı görmek için kendinizden aşağıda olanlara bakabilirsiniz ama asla kendinizden üstün olanlara bakarak kendinizde üstün noktalar aramayın. Aksi taktirde ilerleme sürecini gerileme sürecine dönüştürürsünüz. Kendinizden üstün olanlara sadece nerelere çıkmak istediğinizi düşündüğünüzde bakmalısınız. Bu bakış sizi yukarıya çekecektir. Bu ilerleyişinizi milyonlarca defa görmelisiniz. Unutmayın, beynimiz dışarıdaki gerçeğimizi hayalimizde kurguladığımız gerçeğimizden ayıramaz. Yani yetim bir bebeği görmek sizi üzdüğü kadar, yetim bir çocuğu hayal etmek de sizi üzer. Dışarıdaki gerçeği biz kontrol edemeyiz ama hayalimizdeki gerçekle istediğimiz gibi oynayabiliriz, onu hemen değiştirebiliriz. Hemen değişmek istediğimize göre ilk yapmamız gereken hayalimizi değiştirmektir.

d) Önüme Çıkan Her İşi Hemen Yapıyorum.

Karşınızda çözülmesi gereken bir problem mi var? Hemen harekete geçiyorsunuz. Problem yoksa aramalısınız. Çünkü özellikle bu çağda problemsiz hiçbir köşe bulamayız. Üstlenebileceğimiz bir çok görev vardır. Biz görevi arayarak üstlenmesek bile çoğu zaman görev bir fırsat olarak bize sunulur. Çoğu insan bu tür fırsatları angarya görerek reddeder. Bilmeliyiz ki yaptığımız her işin hemen parasal bir karşılığı olmak zorunda değildir. En önemli karşılık edineceğiniz paha biçilmez tecrübedir. Önce gereken mükemmellikte işi gerçekleştiremeseniz de bilmesiniz ki hiç kimse bir işi ilk yaptığında kusursuz olmamıştır.

Yolda yürüyen bir görme özürlüyü kolundan tutup yardım etmek mi gerekiyor? Bir milletvekilinin bir konuda uyarılması mı gerekiyor? Yetim bir çocuğun başının okşanması mı gerekiyor? Ailenizin geçiminin sağlanması mı gerekiyor? Daha neler bulacaksınız. Neden siz değil de bir başkası yapsın bunları? Başkası da yalnız başına eksik yapmaya mahkum üstelik Sizi sadece bu tutumunuz ve bu tutuma bağlı olarak sürdürdüğünüz tekrarlarınız geliştirir. Hiç bir iş angarya değildir. Ücretsiz çıraklık yapsanız bile edindiğiniz tecrübe bir gün paha biçilmez olacak ve eğer ücret arıyorsanız yılların emek birikimini bir gecede alabilecek hale gelebildiğinizi göreceksiniz. 

Burada tabii ki her işi hemen yapmaya kalkın demiyoruz. “Arzuladığınız size” destek olabilecek, o kişi olabilmek için gerekli yeteneklerinizin gelişmesine destek olacak her iş fırsatına sahip çıkın diyoruz.

2. Aşağıdaki telkinleri derin gevşemeyi takiben uyguluyorsunuz. Her bir telkini onarar defa zihninizden tekrar edin.

- Her gün dostlarımı daha çok seviyorum.
- Her gün kendime güvenim ve cesaretim artıyor.
- Her gün sahnede daha yüksek güvenle konuşuyorum.

3. Aşağıdaki telkin cümlelerini seminer ortamında (veya arkadaşlarınızla birlikte başka bir ortamda) yüksek sesle söyleyiniz. Önce hep birlikte, ardından tek tek.

- Kendime güvenim artıyor.
- Cesaretim artıyor.
- Yaratıcımın verdiği gücü hissediyorum.
- Tüm engelleri aşıyorum.
- Hızla güçleniyorum.
- Hepinizi çok seviyorum. 

İmaj-Telkini

Telkinlerin çok büyük boyutunu zihnimizde yaşadığımız imajlar (visualization) oluşturur. İmajların etkisi kelimelerden bazan yüzlerce kat fazladır. Zihninizde kendinizi görüyorsunuz. Ulaşmak istediğiniz ideal “siz” i tanımlıyorsunuz. o kişiyi inşa edeceksiniz. Geleceğinizi kuracaksınız. hayalinizde hangi filmlerin kahramanısınız. kendinize ne tür roller biçiyorsunuz. İnsanlar yaşadıklarını önce zihinlerinde prova etmişlerdir. gelecekte yaşayacak olan nasıl bir “siz”in provasını yapıyorsunuz?

İmaj-Telkin sisteminde korkularını yenen bir “siz”in provasını yapacaksınız. Gelecekteki size hayalinizde dokunacaksınız. Sizi göreceksiniz. Sizin kokunuzu hissedeceksiniz. Sizi işiteceksiniz. Bu tekniği sadece korku ve heyecanı yenmekte kullanmak zorunda değilsiniz. Geliştirmek istediğiniz tüm yeteneklerinizde bu çalışma size yardımcı olacaktır.

ALIŞTIRMA: KORKU-İMAJ-TELKİN

1. Toplum Önündesiniz: Gözlerinizi kapatacaksınız. (Şu anda nasıl yapıldığını okumak için tabii ki gözleriniz açık) Kendinizi sahnede hayal ediyorsunuz. Karşınızda binlerce insan var. Sizi heyecanla alkışlıyorlar. Onları görün. Işıklar üzerinizde odaklı. Fotoğraf flaşları üzerinizde patlıyor. Size dönen kameraları, resminizi çeken kameraları görün. Tüm salonu, kocaman salonu görün. Kürsüde kendinizi görün.

Ortamınızdaki tüm sesleri duyun. Alkışları, ıslıkları, flaş patlamalarını, elinizdeki mikrofonu “Sağ olun. sağ olun” diyorsunuz. Sesinizin yankısını duyun. “Huzurunuzda olmaktan mutluyum. Sizi seviyorum” deyin. Sesiniz dalgalanıyor, duyuyorsunuz. Ortam sıcak. Sıcaklığı hissedin. Kalbinize dikkat edin. Çok sakinsiniz. Elinizde mikrofon var. Onu ağzınıza yakın tutuyorsunuz ve hissediyorsunuz. Kalbiniz sakin. Mutlusunuz. Heyecanla konuşmaya başlıyorsunuz. sizi alkışlıyorlar. Onları görüyorsunuz.

Protokol sıralarına bakın. Orada devlet başkanları ve milletvekilleri oturmuş, sizi seyrediyorlar. Onlara hükmeder gibi konuşuyorsunuz. Başınız dim dik. mutlusunuz, cesursunuz, gülümsüyorsunuz.” (Bu bölümde size anlatılan görsel canlandırma müzik eşliğinde seminer sunucunuz tarafından uygulanacaktır.)

2. Kendinizi Bil Clinton ile tartışırken hayal edin.

3. Televizyonda bir açık oturumda konuştuğunuzu hayal edin, tüm ayrıntıları yaşayın.

4. Meclis kürsüsünde milletvekillerine konuşuyorsunuz.

Davranış-Telkini

Sergilediğimiz tüm davranışlarımız zamanla kişiliğimizin bir parçası olurlar. Otomatikleşirler. Eğer davranışlarımızı değiştirirsek onlara bağladığımız duygularımızı da değiştirmiş olacağız. Duygular ve davranışlar her zaman yan yana gelirler. Korkmuş gibi davranırsanız korkarsınız; korkarsanız, korkmuş gibi davranırsınız. Ya korkmamış gibi davranırsanız ne olur? Korkuyor olsanız da süratle korkunuzun yok olduğunu görürsünüz. Duygularınızı boş verin ve korktuğunuz her şeyin üzerine korkmuyor gibi davranarak gidin. Şimdi korku duygusunun yaptırmak istemediği bir kısım davranışları zayıftan şiddetliye doğru arttırarak yapacağız. Yıktığımız davranış kalıplarıyla aslında o kalıpları oluşturan korkularımızı yıkacağız. Ancak bu çalışmaları bilhassa topluluk ortamlarında yapmaya özen göstermeliyiz.

ALIŞTIRMA: KORKU-DAVRANIŞ-TELKİN

1. Önce ayağa kalkıp güzel konuşma seminerini tercih ettiğiniz için gurup olarak kendinizi alkışlayınız. Ayağa kalkarak isim, soyad ve görevinizi söyleyiniz. Her arkadaşınızı alkışlayınız.

2. Dörder kişilik guruplar oluşturarak ön sırada ayakta durunuz. (1 er dakika) Semineri hangi yolla öğrendiniz, katılma amacınız nedir? Herkes hocaya kısa bir soru sorar. (her konuşmada alkışlar-bağırmalar- yüksek sesle bravo bağırışları)

3. Tek tek yüksek bir zemin üzerine çıkınız. Aşağıdaki cümleleri bağırarak söyleyiniz ve oturunuz.(alkışlar)

“Ben cesaretliyim. Kendime güveniyorum. Herkes gibi yetenekliyim. Başaracağım. Bana inanın arkadaşlar.”

4. Gazete kağıdından sopa yapınız. Ayağa kalkınız, aşağıdaki cümleleri kuvvetle söyleyerek sopayı tekrar tekrar masaya vurunuz.

“İçimdeki engelleri yok ediyorum. Ben başarısızlık tanımıyorum. Çok güçlüyüm.”

5. İkişerli guruplar halinde aşağıdaki konuya sert dille (oturarak ve ayakta olarak) tartışırlar:

“Işık topraktan daha önemlidir.” “Toprak ışıktan daha önemlidir” “Bilgi sayesinde zeka artar.” “Zeka sayesinde bilgi artar.”

6. Önce herkes oturduğu yerde sesini yükselterek gülme ve bağırma çalışması yapar. Ardından dörderli guruplar halinde ve son olarak teker teker topluluk önüne çıkarak bu çalışmayı yapar.

Gülerken: Şuna bakın hahhahhaaa, hihhihhi, şuna bakın hohhohhoo, hehhehhee

Bağırırken: Defol yanımdan. Defol. Gözüm görmesin seni, defol

7. Yürüyüş çalışmaları: 

Omuzlar dik, ileriye bakarak sert ve düzgün adımla yürüyüş.

Önce bir, sonra iki el havada, ardından eller havada çırpılarak ve guruba bakarak yürüyüş.

Tüm vücudu hareket ettirerek, sağa sola sarkarak ve guruba bakarak yürüyüş

Eller arkada (dil çıkararak bunu yapmayı çok zor buluyorsanız oluşturabileceğiniz en gülünç yüz ifadesiyle) guruba bakarak yürüyüş

8. Şarkı Söyleme:

Gurup ortamında hem gurup halinde hem de bireysel olarak belli şarkılar, mırıldanarak, yüksek sesle, oturarak, gurup halinde ve tek tek ayağa kalkılarak söylenecek. (seminer sunucusu gerekli parçaları, söz çözümleriyle birlikte öğrencilere sunacaktır)

Hafıza Faktörü

Hafızamızı etkileyebilmek için üzerinde durabileceğimiz dört teme alan vardır. Bu alanlara hakimiyet derecemiz hafıza gücümüzü belirler. kitabımızın temel konusu “hafıza eğitimi” olmadığından burada konu hakkında detaylı bilgi verilmeyecektir. İşte önemli faktörler:

1. Biyolojik-Psikolojik Sağlamlık: Vücudumuzu genel yönetim biçimimizle ilgilidir. Vücudumuzun bio-kimyasal denge durumu hafızamızı ciddi şekilde etkiler. bu arada ruhumuzu yönetme biçimimiz de ciddi şekilde hafızamızı etkiler. Konuya ilişkin daha ayrıntılı bilgi için kitabınızın ikinci bölümünde yer alan “Mutluluk Geliştirme Yaklaşımı” altında yapılan açıklamaları okuyunuz.

2. Gevşeme Düzeyi: en büyük hafıza düşmanı gerginliktir. Gerginliğin ürettiği stres düşünce akışını engeller, yavaşlatır. Gerginlik arttıkça konsantrasyon azalır. Konsantrasyon azaldıkça da hafıza tahrip olur. Seminerimizde size öğretilen derin gevşeme egzersizlerini her gün bir defa (30 dakika) uyguladığınız taktirde 20 gün içersinde fark edilir bir değişim gözlemleyeceksiniz. (bk Ek: de yer alan açıklamalar) Hafızayı güçlendirmenin en kolay yolunun derin gevşeme olduğunu söyleyebiliriz.

3.  İnanç Biçimi: Hafızanızın kötü olduğuna inanıyor musunuz? Cevabınız “evet”se, emin olun hafızanız kötüdür. Çünkü süper bir hafıza temeline sahip olsanız da, eğer olmadığına inanmışsanız sadık dostunuz olan alt şuur tüm çabasını sarf ederek hafızanızı tıpkı inandığınız hale getirir. Deli olmak istiyorsanız bunun çok kolay bir yolu vardır. Her gün kendinize deli olduğunuzu söyleyiniz.

Hafızamızın kötü olduğuna ilişkin inancı nasıl geliştiririz? Gergin ve sıkıntılı yaşadığımız günlerde beynimizin düşünce akışı yavaşlar. O zamanlarda kötü hafıza dikkatimizi çeker. Gizliden gizliye endişe etmeye ve hafızamızın kötü olduğunu kendimize söylemeye başlarız. Sonra sevdiğimiz zarar verici arkadaşlarımız bize bizi güçsüzleştiren telkinler iletirler: “Nasıl unutursun, yaşlanıyorsun galiba. Sen de mi unutkan oldun? Sakın bunu da unutma ha!” Bu sözleri duya duya büsbütün unutkanlığa şartlanırız. Bu tür sözler tekrar edildiklerinde önce şüphe oluştururlar. Sonra kanaata dönüşürler. ardından inanç olurlar. Sonunda iyice güçlenirler; iman derecesinde güçlü olurlar. Onları söküp atmak vücuttan damarları söküp atmak kadar zor oluverir.

Varsa -bilinçli veya bilinçsiz yerleşmiş olabilir- böyle bir inancı derhal yıkmalısınız. Hafıza zayıflamasının nedenlerini öğreniniz. Hafızanızın yerinde olduğunu ve gelişmeye devam ettiğini düşünürseniz, süreci tersine dönüştürürsünüz. Önce eski inancınızdan şüphelenirsiniz. Ardından bu şüphe kanaata dönüşür. güçlü bir hafızaya sahip olduğunuza inandınız mı emin olun beyniniz bu inancınızı doğrulamak için tüm gücüyle çalışacaktır.

seafoodplus.infoıza Teknikleri

Bu güne kadar hafıza üzerinde pek çok bilimsel araştırma yapılmış; özellikle Batı’lı araştırmacılar orijinal hafıza teknikleri geliştirmişlerdir. Esasen bu hafıza teknikleri insanlık tarihi kadar eskidir. zira tarihte süper hafızalı insanlar yaşamıştır. Ama herkesin kolaylıkla kullanabileceği sisteme yeni kavuştuğumuzu söyleyebiliriz. Bu teknikler üzerinde yeterince çalışarak sizler de birer hafıza ustası olursunuz.

Dünyaca tanınmış hafıza öğreticilerinden birinin Dominic O’brain, diğerinin Tony Buzan olduğunu biliyoruz. Türkiye’den kendisi de mükemmel bir hafızaya sahip olan Melik Safi Duyar bilinen hafıza tekniklerini Türkiye halkının hizmetine sunarak çok değerli bir hizmete imzasını atmıştır. Bu isimler dışında inanılmaz hafızalarıyla şaşırtıcı gösteriler yapan pek çok isim bulunmakla birlikte, bu üç ismin imzasıyla yayınlanan eserler hafıza teknikleri konusunda yeterince bilgilenmemizi sağlayacaktır.

Bir gerçeğin altı çizilmelidir. derin gevşemeyi bilmeyen kişi için diğer iki faktörün büyük etkinliği kalmaz. Derin gevşemeyi başardığınızda ise beyninizin doğal çalışma biçimi normal hayatta hafıza tekniklerine fazla bir ihtiyaç bırakmaz.

Bu kitapta hafıza üzerinde ayrıntılı bilgi vermiyoruz. Ancak konuya ilişkin kitapların bazılarını kitabınızın Ek ‘inde bulabilirsiniz. Konuşma sırasında karılaşacağınız hatırlama sorununu çözmek için konunuzu çalışın ve gerginliği yok edin. Hafızanızın sizi yalnız ve yardımsız bırakmayacağını göreceksiniz. Burada size sadece bir kaç alıştırma verilecektir.

ALIŞTIRMA: KORKU-HAFIZA

1.  Derin Gevşeme ve Telkin

Kitabınızın Ek’ de anlatılan derin gevşemeyi yaptıktan sonra aşağıdaki telkinleri, telkin bölümünde tekrar ediniz.

- Her gün hafızam gelişiyor.
- Her gün daha iyi hatırlıyorum.

2. Duyusal Canlandırma Yapınız

Duyularınızı kullanarak zihninizde canlandırma yapınız. Duyusal canlandırma yeteneğinizi bol alıştırmalarla geliştirdikçe bilgilerin daha güçlü olarak hafızanızda yerleşmeye başladığını göreceksiniz. Aşağıda örnekleri verilen bu tür egzersizler iç görü yeteneğinizi artıracaktır. Söz söylemeye kalkmadan önce yapacağınız çalışmada ise böyle bir canlandırma ile hafızanızdaki bilgileri iyice pekiştirmiş olacaksınız.

Görsel Canlandırma

Kaybettiği yavrusunu arayan bir annenin görüntüsü, Güneş doğarken ve batarken oluşturduğu görüntünün renk özellikleri, akan suda yansıyan ışığın görüntüsü, bir fırtına görüntüsü, lisede iken sizin görüntünüz, çiçeklerin görüntüleri, böcekler, arabalar

İşitsel Canlandırma

Gök gürültüsü, hayvanların sesleri, rüzgar, sinek vızıltısı, uçak sesi, öfkeyle bağırma, ağlama, gülme sesleri

Dokunsal Canlandırma

Tokat attığınızda eliniz ne duyar, ateşte yansa parmağınız ne hisseder, demiri sıksanız, elinizi kesseniz, yumuşak yatağa uzansanız, çocuğu öpseniz ne duyarsınız.

3. Eski Bilgilerinizi Tarayınız

İlk okul, ortaokul, lise döneminde okulda öğretmenleriniz kimlerdi, hangi dersleri aldınız, okulunuzun nasıl bir çevresi vardı, hangi önemli hatıralarınız var? Oturun ve kendinize bunları hatırlama talimatı vererek bekleyin.(Hikmetullah YETKİN, Motive ve Diksiyon)

9 "Nefis" ile "nefs-i emmare" ne demektir, aynı şeyler mi, yoksa farkları var mı?

"Nefis" derken çoğu zaman "nefs-i emmare"yi kastederiz. Kötülüğü emreden bu nefis, zamanla terbiye göre göre, günahlardan uzaklaşa uzaklaşa safiyet kazanır. Sonunda Allah’ın razı olduğu bir nefis olma makamına kadar çıkar.

Nefsin bir manası da zat demektir. Yani ruhla bedenin her ikisini birden nefisle ifade ederiz. Bir ayet-i kerimede, “Allah’ın müminlerden nefislerini ve mallarını cennet karşılığı satın aldığı” haber verilir. Bu ayette geçen ve cennet karşılığı olarak Allah’a satılan nefis, Onun rızası yolunda kullanılan bütün organları, bütün duyguları, aklı, hafızayı ve bütün his dünyasını içine alır.

Nefis için değişik tarifler yapılmıştır. Bunlardan birkaçı:

“Bir şeyin zâtı, kendisi, hakikati.”
“Ruh, kalp, can.”
“Bedene müdebbir (bedeni idare eden) olan ruh.” (Elmalılı Hamdi Yazır)
“Şehvet ve gazabın başlangıcı olan kuvve.”
“İnsandaki kötü vasıfları toplayan bir asıl.” (Gazalî)
“Şehvanî arzulara ve şeytanî yollara itirazsız, severek giren ve daima kötülüğü emreden düşman.”

Nefs-i emmare, insan nefsinin en aşağı mertebesi ve “Muhakkak nefis kötülüğü emredicidir.” âyetinin haber verdiği büyük düşmandır.

Şehvet, hırs ve hasedin emrine girmekle, ruh ve kalbi aşağıların ve bayağıların hizmetine sokmağa çalışır. Kötülüğe aşık, harama düşkün, sefahate hayrandır. Hayırlı işlerde tembel ve ürkek, şerde cesur ve atılgandır. Şeytanı meleklere secdeden men eden haset ve kibir, bu nefsin önde gelen sıfatları ve en belirgin özellikleridir.

Bu imtihan dünyasında, insanlar nefislerinden ve şeytandan gelen kötü telkinlerle, İlâhî fermandan gelen hidayet haberleri arasında bir mücadele verirler. Kazanılan her mücadele, yani yapılan her ibadet, vazgeçilen her kötülük, uzak durulan her haram nefis için bir terakki basamağı ve bir temizlenme ameliyesi olur. Yükselme yoluna giren bu nefsin son durağı rıza makamıdır; Allah’ın taktir ettiği her şeyi rıza ile karşılayan ve böylece Allah’ın da kendisinden razı olduğu bir nefis olma makamı.

Bu makama eren nefse, Cenab-ı Hak şu hitapta bulunur:

“Ey mutmainne nefis (Güvenceye kavuşmuş ruh)! Sen Ondan O da senden razı olarak Rabbine dön. Seçkin kullarım arasına karış (dahil ol) ve cennetime gir.”(Fecr, 89/)

10 Aklıma beni rahatsız eden vesvese, düşünceler geliyor; ne yapmam gerekir?

Esasen sizin bu gibi konularda hiç bir şüpheniz yok. Ancak şeytan sizin içinize sürekli bu gibi şüpheleri telkin ederek vesveseler vermiş. Siz de bu şüpheleri kendinize mal etmişsiniz. Hâlbuki bu şüpheler şeytanın ürünüdür. Öncelikle durumunuzun vesvese olduğunu anlamalısınız. Aklınızdan geçen bu tür düşünceler size ait değil şeytana aittir.

Siz ise bu düşüncelerden ve şüphelerden müthiş derecede rahatsız olmaktasınız. Şeytanın istediği de zaten budur. Sizi bunaltıp dinden soğutmak.

İçerisinde bulunduğunuz sıkıntı, bu şüpheleri veren şeytana karşı bir tepkidir. Bu da sizin kamil iman sahibi olduğunuzun en açık göstergesidir.

Yapmanız gereken çok basit; yalnızca bu gelen vesveselerle meşgul olmayacaksınız. Umursamaz davranacaksınız. Çünkü vesvese ile mücadele etmeye çalıştıkça, vesvese artar ve sizi sıkıntıya sokar. Bu sebeple rahat olun. Telaş etmeyin. Göreceksiniz ki bir süre sonra bu vesveseler kaybolacaktır.

Vesvese arılar gibidir. Arı kovanını karıştırdıkça nasıl ki arıların size hücümu artar. Arılarla ilgilenmezseniz arılar sizi terkeder bulaşmaz. Yapmanız gereken vesvese kovanını karıştırmamak olacaktır.

İlave bilgi için tıklayınız: 

- Kalbe gelen evham, vesvese ve küfür sözler konusunda geniş bilgi verir misiniz, nasıl kurtulabilirim?..

11 Kabz denilen ruhi sıkıntıdan nasıl kurtulunur?

Kabz hali: Tasavvufî bir terim olarak kabz takallüs, sıkılma, sıkışma anlamlarında olup, yayılma, açılma, iç açılması demek olan "bast" ın zıddıdır. Kabz, korku (havf) durağına tekabül eden ruhî bir haldir. İnsanda bu sıkıntı hâlini meydana getirenin Allah olduğu kabul edilir.
Es-Sarrâc bu iki terimi şöyle tarif eder:

"Kabz ve bast yüce ve rûhî iki hal olup, ariflere mahsustur. Allah onları sıktığı zaman, yemek, içmek ve eğlenmek gibi caiz olan şeylerden ve gıdaların bir kısmından alıkoymada etkili olur. Ariflerin gönlünü açtığı zaman da, kendilerini korumayı üzerine almak sûretiyle, o câiz olan şeyleri yine kendilerine iâde eder. Kabz arifin öyle bir hâlidir ki, kendisine bu durumda marifetullahtan başkasına elverişli bir mekân bırakılmamıştır." (Kitâbü'l-Lüma', nşr. Nicholsun, s. ).

Orta Çağ Hristiyan tasavvufunda kabzını karşılığı olan terim, Fransızca "desolation" dur. Bu kelime sözlükte; yıkıklık, haraplık, büyük keder, büyük iç sıkıntısı anlamlarına gelir (İ. Hami Danişmend, Cirand Dictionnaire Francais Terc., İstanbul tv. I, ).

EL-KÂBIZ: Allah'ın, her şeyi sonsuz kudreti altına alan, bu kudretiyle kuşatıp kavrayan, her şeyi emri altına alıp tutan en yüce varlık olduğu anlamına gelir. Bu isim ile dua etmek kabz halindeki insan için illaki faydası vardır.

Kabz ve bast halleri; lügat manası olarak ruhen sıkıntı, daralma ve genişleme, sıkıntı ve ferahlık manalarına gelmektedir. Bu halleri Bediüzzaman Hazretleri Kastamonu Lahikası'nda şöyle açıklamaktadır:

“ sair teellümât-ı ruhaniye ise, sabra, mücahedeye alıştırmak için Rabbanî bir kamçıdır. Çünkü, emn ve ye'sin vartasına düşmemek hikmetiyle, havf ve reca müvazenesinde sabır ve şükürde bulunmak için kabz-bast hâletleri celâl ve cemal tecellîsinden intibah ehline gelmesi, ehl-i hakikatçe medâr-ı terakki bir düstur-u meşhurdur.”

Bu ifadeyi biraz açacak olursak, ruhi bazı sıkıntılarımız Cenab-ı Allah tarafından, bizi; sabra ve nefis ile mücahedeye alıştırmak için verilen Rabbani birer kamçıdır. Burada kamçı ifadesi üzerinde duracak olursak, nasıl ki, tembelleşen, hantallaşan bir mahluku harekete getirmek için kamçı kullanılır. Aynen öyle de, tembelleşen ve yeknesaklık içerinde bulunan bir insan da bu kabz ve bast halleriyle adeta mü’min kamçılanmakta, ve vazifesinde ciddiyete sevk edilmektedir.

Ancak bu noktada yukarıdaki ifade de geçen “emn ve ye’sin vartası” ifadesi de gözden kaçmamalıdır. Emn hali bast halinin neticesi olmamalıdır. Yani sıkıntı ardından gelen rahatlık, vazifedeki ciddiyete halel vermemelidir. Bununla beraber kabz halinin neticesinde mü’min ye’se düşmemelidir. Çünki istiklal şairimizin de ifade ettiği gibi “Ye’is mani-i her kêmaldir” Ümitsizlik ile her muvaffakiyetin önü kapanır.

Bu haller Cenab-ı Hakk'ın Celal ve Cemal isimlerinin tecellisi iledir. Nasıl ki hastalık Cenab-ı Hakk'ın Şafi isminin tecellisi neticesi ise, sıkıntı haline Cenab-ı Hakk'ın el-Darr (celali isim) gibi isimlerinin, rahatlık ve genişlik hali de Cenab-ı Hakk'ın el-Vasi (cemali isim) gibi isimlerinin neticesidir.

Bu halden kurtulmak için abdestli dolaşmayı adet haline getirmek, ayrıca Kur'an-ı Kerim ve Cevşeni sık sık okumak gerekir.

İlave bilgi için tıklayınız:

- KABZ

12 İradem çok zayıf; irademi güçlendirmek için ne yapmalıyım?

İrade; nefisten gelen behimi arzu ve iştahların, şuur ve hayata yön vermesini önleme; keza, kendine hakim olma gücü ve iktidarıdır. Terbiye edilmiş iradeler, sırasıyla; önce duygu ve temayülleri, sonra da düşünce ve davranışları kontrol altına alarak, yararlı ve ahlaki olanları tatbik ve icra ederler, uygun olmayanları da şuur altına iter ve hapsederler.

İnsan iradesine işlerlik kazandıran, ona başarı ve mutluluklara tırmanma iktidarı veren en meşru ve verimli kaynaklar ise, sırasıyla; doğru bilgi, sağlam inançlar, riyasız ibadetler ve içten kopup gelen ihlaslı dualardır. Çünkü insanlar bildiklerini yapar, inanç ve kanaatleri ile amel ederler.

Psikiyatri uzmanları asrımız insanında, ruhi buhran yapan, onu cinnet ve suça, hatta intiharlara iten, en önemli sebebin yalnızlık olduğunu söylüyorlar. Modern insanı yalnızlığa iten başlıca faktörün ise, onu maneviyattan; sevgi, iyilik, hoşgörü ve fedakârlık gibi nice fazîlet değerlerinden uzaklaştırıp, bencil ve aç gözlü bir mahlûk haline sokan maddeci felsefeler ve ona dayalı eğitim sistemleridir.

Son asırda gelişen teknik, toplumları büyütmüş olmasına rağmen, aile ve dostluk sınırlarını küçültmüş ve insanı her gün biraz daha yalnızlığa iterek, kendi dar benynine hapsetmiştir. Böylece aile, akraba dayanışması yok olmuş, dostluk ve samimiyetini yitirmiş, yürüyen menfaat ve rekabetler insanları zıt kardeşler haline getirmiştir. Sahte gülüşler, riyakârane sözler, derinlikten mahrum yakınlıklar, insanları ruhsuz ve özsüz yaratıklar derecesine düşürmüştür. Beraber eğlenip birlikte kafa çektiklerine aldanmamak gerekir. Bunlar dahi, sadece içlerindeki sıkıntıyı defetmek için birbirlerinden yararlanma; yani, yine şahsi çıkar maksadına matuf davranışlardır.

İbadetler, her zaman nefse karşı koyma hususunda insana kuvvet verip irademizi güçlendiren bir unsur olurken, nefsimizi zayıflatan bir güç durumundadır. İradesini güçlendirmeyi hedefleyen insan ibadetlerine dikkat etmeli, günahlardan uzak durmalı ve kendisine ve insanlığa faydalı işlerle meşgul olmalıdır.

13 Nefis terbiyesi ne demektir?

Bir tarladan iyi mahsul almanın yolu, tarlanın iyi işlenmesinden geçer. Eğer tarlaya iyi bir bakım yapılmazsa, yabani otlar ve dikenler her tarafı istila eder. İşte, insanın nefsi de tarla gibidir. Eğer terbiye edilmezse, kötü kabiliyetler boy gösterir. Eğer iyi bir terbiyeden geçse, ondan çok istifade edilir.

Ham petrolün arıtılması gibi, nefsin de tezkiyesi (kötü sıfatlardan arındırılması) söz konusudur. Bir kısım tasavvuf ehli, nefsin yedi mertebesinden bahsederler. Bunlar:

1. Nefs–i emmare
2. Nefs-i levvame
3. Nefs-i mutmainne
4. Nefs-i radiyye
5. Nefs-i mardıye
6. Nefs-i mülheme
7. Nefs-i zekiyyedir.
(1)

Nefsin, terbiyeden geçmemiş hâli, nefs-i emmaredir.(2) Bu hâldeki nefis, şiddetle kötülüğü emreder. Günahlara dalmak ister.

Kendini kınayan nefse ise, nefs-i levvame denir.(3) Bu mertebedeki nefis, günahlardan dolayı kendini kınamaya başlar, pişmanlık duyar.

Terbiyenin ilerlemesiyle, nefis mutmainne mertebesine çıkar; Allah’dan gelen her şeyi rıza ile karşılar. Allah’ın razı olduğu bir vaziyet kazanır. İlahi ilhamlara mazhar olur. Arınmış bir nefis hâline gelir. İlk hâli, terbiye edilmemiş vahşi bir ata, son hâli ise terbiye edilmiş ve sahibine çok faydalı uysal bir ata benzetilebilir.

Bilindiği gibi, sirklerde gösteride kullanılan aslanlar daha küçükten terbiye edilirler. Gösteri sırasında, ara sıra ağızlarına yatıştırıcı hap verilir. Ta ki, ormandaki günlerini hatırlamasınlar, sahiplerini parçalamasınlar. Onun gibi, nefsin terbiyesine de küçük yaşlardan başlamak; ayrıca her gün, nefse hitap eden ve onu yatıştıran hakikatlerden okumak gerekir. Yoksa, yıllarca terbiyeden geçmiş bir nefis, fırsatını bulduğunda tekrar eski hâline dönmeye müsaittir. Nasıl ki, bir yaya bastığımızda, onu yere kadar eğeriz. Fakat, ayağımızı gevşettiğimiz ölçüde, o başını kaldıracaktır. Nefis de böyledir. İyi bir terbiyeyle sesini keser. Uygun bir ortam bulduğunda, tekrar hükmünü icra eder.

Bazı zatlar, “nefs-i öldürmek” tabirini kullanırlar. Bunun da bir nefis terbiyesi olduğunu kabulle beraber, nefsin mahiyetinde yer alan duyguların, kabiliyetlerin hayra yönlendirilmesinin daha isabetli olacağı kanaatindeyiz. Mesela, herkeste şiddetli bir hırs var. Hırsın sesini tamamen kesmek yerine, bu hırsın hayırlı işlere yönlendirilmesi daha faydalı olacaktır. O zaman, yaptığı ibadeti, hizmeti yeterli görmeyecek, daha ilerisini elde etmeye çalışacaktır.(4)

Nefis, terbiyeyi kabule müsaittir. Mesela, herkesin fıtratında cimrilik vardır. İslami bir terbiyeyle, cimri bir insanın çok cömert bir insan hâline gelmesi mümkündür.

Nefsin fıtri hâli, deli dolu akan bir nehre benzer. Terbiye edilmiş hâli ise, bu nehrin önüne bir baraj yapılıp, çevrenin hem aydınlatılması hem de sulanması gibidir.

Kaynaklar:

1. Yazır, VIII,
2. Yusuf,
3. Kıyame, 2.
4. Bu konuda bk. Nursi, Mektubat, s.

14 Hz. Osman'a ait olarak gösterilen, "Allah, nasip etmeyeceği bir şeyi hayal ettirmez." sözünü nasıl değerlendiriyorsunuz; doğruluğu var mıdır?

Bu sözün Hz. Osman (r.a)'a ait olduğuna dair bir bilgi bulamadık. Bu sözü kim ne anlamda söylemiş bilemiyoruz.

Ancak insanın hayalinden her türlü düşünce geçtiği gerçeğinden hareketle, bu sözün doğruluğunun şüpheli olduğu açıktır. Hayalimizden geçen o kadar çok şey varki, bunların bir çoğuna ulaşmadığımız gibi, zaten buna ömür de yetmez

15 Düşünce ve hayalimizden geçenlerden sorumlu muyuz?

Hayalden geçen kötü şeylerden dolayı günah işlemiş olmayız. Ancak isteyerek düşünülen bu düşünceler, hem hayal nimetini yanlış yerde kullanmamıza, hem de başka yanlışlara düşmemize neden olabilir, düşüncesiyle dikkatli olmak gerektiğini düşünüyoruz. En azından zaman ve hayal israfı vardır.

Bunları isteyerek yapmak bizi başka kötülüklere yönlendirebilir ya da ruh halimize zarar verebilir. Ayrıca bilerek ve isteyerek kötü düşüncelerle hayalimizi doldurmak, hayal nimetini yanlış yerde kullanmak anlamına gelecektir.

Elimizde olmadan aklımıza ve hayalimize gelen görüntülerden sorumlu değiliz. Sorumluluk ancak iradî fiiller içindir. Yani insan kendi isteğiyle, kendi iradesiyle bir iş yaptığında o işin getireceği sorumluluğu da yüklenmiş olur. Ancak, akla gelen kötü şeylerde kişinin iradesi söz konusu değildir. Yani, siz kendi iradenizle kötü şeyler düşünmeye karar vermiş ve bunu icra etmiş değilsiniz. Dolayısıyla bu konuda bir sorumluluk da taşımazsınız. Bunları şeytanın bir vesvesesi bilip üzerinde fazla durmamak gerekir.

Zira şeytan kalbin yanında bulunan ve “lümme-i şeytaniye” adı verilen bir yerden, insanın kalbine kötü şeyler söyleyebiliyor. Bu söylenen söz ve düşüncelerin kalbin malı olmadığına delil, kalbin ondan telaş göstermesidir. Mesela; bir insan kirli bir dürbünden gökyüzünün güzelliğini seyretse, bu dürbünün kiri ne seyredene nede seyredilene bulaşır. Öyleyse bu gibi söz ve düşünceler de şeytanın fiili olduğundan, bize hiçbir zarar vermez. Asıl zarar, onunla lüzumsuz uğraşıp def etmeye çalışmak veya zararlı olduğunu zannedip korkuya kapılmaktır.

İlave bilgi için tıklayınız:

Kalbin Sorumluluğu

16 Bay bayan (kadın erkeke) aşklarında sevenleri ayırmak günah mıdır?

Bu konuda kesin bir cevap vermek doğru olmaz. "Sevenleri ayırmak" deyince bunun bir çok sebebi olabilir. Anne babanın evladına evleneceği kişi hakkında tavsiyede bulunması caizdir. Ancak ergen kişi Hanefi mezhebine göre anne babasının tavsiyesine uymak zorunda değildir.

Ayırma konusunda sebep önemlidir. Ayırma sebebine göre hüküm değişir. Aşkın gözü kördür. Aşık olan insan doğruyu yanlışı tam olarak ayırt edemeyebilir. Anne babası veya yakınları tarafların iyiliği için ayırmak istemiş olabilirler.

Fakat meşru / geçerli bir sebep olmaksızın, fitne için, sırf nefis hesabına, kötülük umarak yapılan ayırma elbetteki yanlıştır, mesuliyeti vardır.

İlave bilgi için tıklayınız:

- Dinimiz flört tarzı ilişkiye nasıl bakmaktadır. Aşık olmak caiz mi?

- Allah'dan başkasını sevmek caiz midir? Leyla ile Mecnun'un yaşadıkları aşkı gören Allah, buna karşı nasıl bir tutum içinde olur?.. İnsanların kalbine bu derin aşkları koyan Allah değil mi?

17 Cinsellik, bir nimet midir?

Elbette, insana verilen her şey bir nimettir. Ancak her nimeti, helalde kullanmak bir şükür olduğu gibi, o nimeti şerde, günahta kullanmak da bir nankörlüktür, emanete bir hıyanettir.

Ateşin ne kadar büyük bir nimet olduğu malumdur. Ancak bazıları ateşten zarar görse, ateşin yaratılmasının rahmet olmadığını iddia edemez. İnsanlık güzel bir nimettir. Bazı insanlar hayvan gibi bir hayat yaşıyor diye, insanlığın yaratılmasını nasıl çirkin bulabiliriz?

Cinsellik de bir nimettir. Haramda kullananlar var diye bunun nimet olmadığını iddia edemeyiz.

Allah Hakîmdir, asla abes iş yapmaz. Erkek ve kadının karşılıklı her türlü istek ve arzularını helal yönden tatmin edecek bir eşe ihtiyacı vardır. Bu ihtiyaçlarını giderirken elbette bazı külfet ve sıkıntılar da olacaktır. İşte cinsel zevk, bu külfetlerin rahat karşılanması için verilmiş peşin bir ücrettir.

• İnsanların erkek ve kadın olarak iki cins halinde yaratılmasının en büyük hikmeti, şüphesiz insanlık neslinin üretimini gerçekleştirmektir.

• İkincisi, farklı yaratılan her varlık, farklı yönlerden Allah'ın ilim, irade, kudret ve hikmetini göstermektedir. İnsan nevinin de hiç olmazsa iki farklı sanat eseri olarak ortaya konması da bu amaca hizmet etmektedir.

• Allah her şeyi çift yaratmıştır. Bu kanun, Allah'ın -eşsiz, şeriksiz- yegâne bir tek, olduğuna delalet etmektedir. İnsan nevinin de bu çift yaratılma kanununa uyması, adı geçen ilahî hikmetin bir gereğidir.

• İnsan oğlu -ikili sisteme dayalı- yaratılışının gereği olarak, karşılıklı saygı ve sevgiyi paylaşacak bir hayat ortağına ihtiyacı vardır. Kur'an'da da “eşler arasında sevgi ve merhametin konduğuna” işaret edilmiştir. “Yalnızlık Allah'a mahsustur.” atasözü bu gerçeği güzel ifade etmektedir.

• Cennette Hz. Adem (as) ve Hz. Havva biribirine ihtiyaç duydukları gibi, yine cennete giden insanoğlunun orada da ebedî hayat arkadaşlığına ihtiyaçları vardır. Maddi lezzetler arasında cennetin en güzel manzaralarından biri de aile yuvası olsa gerektir. Kur'an'da buna işaret edilmiştir.

İlave bilgiler için tıklayınız:

- Cinsellik İmtihanı Özel Dosyası

18 Kur'an'da; "İnsan zayıf yaratıldı" buyurulmaktadır. İnsanın belli başlı zayıflıkları nelerdir?

İnsan, zaafları olan bir varlıktır. Kur’an, şu ayetiyle bu gerçeği bildirir:

“ İnsan zayıf yaratıldı.”(Nisa, 4/28)

Bu zayıflık, daha dünyaya gelir gelmez kendini göstermeye başlar. Diğer canlıların yavruları kısa zamanda hayata uyum sağlayıp, kendi başlarına hayatlarını devam ettirebilecek seviyeye ulaşırlar. İnsan yavrusu ise, bir-iki yılda ancak ayağa kalkar. yılda ancak bir kısım fayda ve zararları öğrenir. Ömrü boyunca da hayat kanunlarını öğrenmeye muhtaçtır.

Ayrıca, insan çok hassas bir canlıdır. Ne fazla sıcağa gelebilir ne fazla soğuğa Ne açlığa dayanabilir ne susuzluğa Bir mikrop onu yere serer. Bir kuyruklu yıldız onu ürkütür. Geçmişi düşünür, üzülür. Geleceği düşünür, endişe eder. Emelleri ebede uzanır.

Bir de ”beşeri zaaflarımız” vardır. Bu zaaflar, birtakım huy ve karakterlerimizdir. Bunlardan bir kısmını şu şekilde ele alabiliriz:

1. Nisyan (Unutkanlık)

İnsan, nisyana müpteladır. Her insanın hayatında pek çok nisyan örnekleri vardır. İlk insan Hz. Âdem de aynı nisyanı yaşamıştır. Ayet bunu şöyle anlatır:

“Doğrusu daha önce Âdem’den ahid almıştık da unuttu” (Taha, 20/)

Hz. Âdem’e, yasak ağaca yaklaşmaması emredilmiştir. Şeytanın vesvesesiyle yaklaşır ve o ağaçtan yer. Bunun sonucunda dünyaya gönderilir. (Bakara, 2/)

Hz. Âdem’in tabiatı aynen Âdemoğullarında da vardır. Nisyanın en kötüsü, insanın kendini unutması, ne için yaratıldığını aklına getirmemesidir. Buna, gaflet denir. Cenab-ı Hak, bazı musibetlerle insanı gaflet uykusundan uyandırır. Onu, yaratılış gayesine yöneltir. Fakat pek çok insan yine unutur. Kur’an, bu hâli şöyle bildirir:

“İnsana zarar dokunduğunda gerek yatarken, gerek otururken, gerek ayakta iken bize dua eder durur. Fakat ondan zararı giderdiğimizde, daha önce o zarar için bize dua etmemiş gibi, geçer gider”(Yunus, 10/12)

2. Harislik ve Cimrilik

Beşeri zaaflarımızdan biri de mala düşkünlüktür. Kur’an, bu hususu şöyle haber verir:

“İnsan helu’ (haris ve cimri) yaratıldı. Kendisine bir zarar dokunduğunda feryadı basar. Bir hayır dokundu mu ( yoksullara) yardım etmez (sıkı sıkı tutar)”(Mearic, 70/)

“Âdemoğlunun bir vadi dolusu altını olsa, ikinci bir vadi dolusu altını ister” (Müslim, Zekat, )

hadisi, bu beşeri zaafımıza dikkat çeker. Bebeklerde bile aynı tabiatı görmek mümkündür. Onun elindekini almak çok zordur, ama sizin verdiğinizi hemen alır.

3. Acelecilik

İnsan, aceleci bir varlıktır. Bir anda neticeye ulaşmak ister. Ahiret saadetini dünyada tatmaya çalışır.

“'Ya Rabbena! Bize dünyada ver.’ der. Bu kimsenin ahirette bir nasibi yoktur.” (Bakara, 2/)

Halbuki, bu dünya sabrı ve sebatı gerektirir. Asıl olan dünya mutluluğu değil, ahiret saadetidir. Ahiretin elmaslarını, bu dünyanın cam parçalarıyla değiştirmenin bir anlamı yoktur. Sonsuz hayata nispetle bu kısa hayat, bir an gibidir. Fakat insan, ahireti bilmediğinden bütün himmetini dünyaya sarf eder. “Hayat ancak bu hayattır.” deyip, onun lezzetlerini elde etmeye çalışır. Kur’an'ın bildirdiği gibi,

“İnsan çok acelecidir.”(İsra, 17/11)

4. Övülmek

Hemen her insan övülmeyi sever. Yaptığını sever, beğenir. Halbuki, övündüğü şeylerde kendisinin hissesi pek azdır. Mesela, sesinin güzelliğiyle iftihar eder. Halbuki, Allah ona böyle bir ses vermeseydi, elinden hiçbir şey gelmezdi.

Kur’an-ı Kerim, bu meselede şu hatırlatmayı yapar:

“Yaptıklarıyla gururlanan ve yapmadıklarıyla övülmeyi sevenlerin, azaptan emin bir yerde bulunduklarını zannetme!”(Âl-i İmran, 3/)

Ayette reddedilen iki durum vardır:

1. Yaptığıyla gururlanmak.
2. Yapmadıklarıyla övülmekten hoşlanmak.

Halbuki insan, kendini methetmek için değil, Allah’a hamd etmek için yaratılmıştır.

5. Hizmette İhmal

İnsanın tabiatında hizmetten kaçmak, ücrete koşmak vardır. Bir iş yapılacağı zaman kimse ortalıkta görülmek istemez. Fakat ücret ve mükafat zamanında, herkes talip olur. Kur’an'da zikredilen şu olay, buna güzel bir örnektir. Şöyle ki:

Peygamberimiz, sahabeyle umre niyetiyle Mekke’ye doğru yola çıkar. O zaman Mekke henüz müşriklerin idaresindedir. Bir savaş çıkabileceği endişesiyle, bir kısım bedevi insanlar sefere katılmazlar; sudan bahanelerle geri kalırlar. Fakat aynı insanlar, Hayber ganimetleri için yola çıkıldığında orduya katılmak isterler. Cenab-ı Hak, onların bu sefere katılmalarını men eder. (Fetih, 48/)

6. Bahanecilik

Müsbet alanlarda bir varlık gösteremeyenler, birtakım bahanelerle kendilerini avuturlar. Nedense kendi kusurlarını görmek istemezler. Mesela, Hudeybiye Seferine katılmayan bir kısım bedevilerin bahanelerine bakalım:

'Mallarımız, ailelerimiz bizi alıkoydu. Bizim için mağfiret dile.’ diyecekler. Onlar, ağızlarıyla, kalplerinde olmayanı söylüyorlar”(Fetih, 48/11)

“Suçun sahibi olmaz” derler. Halbuki,

“Kusurunu görmemek, o kusurdan daha büyük bir kusurdur.” (Nursi, Lem’alar, )

Kusurunu gören, o kusurdan kurtulmaya çalışır.

İşte, insanın mahiyetinde böyle nice zaaflar vardır. Bu zaaflar, aslında insanın manevi terakkisinde mühim birer esastırlar. Meleklerde böyle zaaflar olmadığından, onlarda mücadele de yoktur. Mücadele olmayınca, terakki de söz konusu değildir.

İnsanın meleklere üstünlüğünün mühim bir sırrı, bu zaaflarında gizlidir. Fıtraten cimri bir insanın, nefsini aşarak cömertlikte bulunması, elbette kolay bir şey değildir. Nefsini medhe meyilli bir kişinin, “Bütün medih ve muhabbet Allah’adır. Bütün iyilikler, güzellikler O’ndandır.” diyebilmesi şüphesiz az bir hüner değildir.

Bu zaaflar aşılmayacak zaaflar değildir. Zira,

“Allah kimseye kaldıramayacağı yükü yüklemez.”(Bakara, 2/)

19 Altıncı his hakkında bilgi verir misiniz? Böyle bir şey var mıdır?

Bilindiği gibi asrımıza gelinceye kadar, madde ötesi varlıklar hakkında ilmî seviyedeki araştırmalar bugünkü buudlarıyla henüz gerçekleştirilmemişti. Bununla beraber ilmî bir kariyer ifade etmese de, insanoğlu madde ötesi âlemlerle yakından alakadar oluyordu. Bu da bize, her şeyin maddeye bağlı ve bağımlı olmadığını gösterme bakımından önemli bir referanstı.

Önceleri bir kısım insanlar, o günlerde izahı yapılamayan bir takım gizli kabiliyetler ve maharetler göstermişlerdir. Ne var ki bunlar sadece maden ve su arayıcılığında, bir kısım hastalıkların teşhisinde, cinayet suçlularının tesbit edilişinde, çalınan eşyaların saklandığı yerlerinin tayininde, hırsızların izlerinin takibinde ve kaybolmuş insanların ortaya çıkarılması gibi hususlarda kullanılıyordu. Bugünkü yaklaşım tamamen farklı ve fizik ötesi hadiselerin hayatımızla ne kadar içli-dışlı olmasıyla alakalı.

Hemen herkes farkında olsun veya olmasın başından geçmiş bir hayli esrarengiz hadise vardır. Mesela, herhangi bir hadiseyi önceden hissetme veya zikredilen bir şahsın, üç-beş dakika sonra çıkıp-gelmesi, ilk defa karşılaştığı şahsı veya manzarayı önceden görmüş olma hissi,.. birinin içinden geçenleri okuma, bir düşüncenin bir-kaç insan tarafından birden ifade edilmesi, olduğu gibi zuhur eden ilhamlar,.. Hepimizin başından geçen dünya kadar hadise vardır ki, bunların hiçbiri üzerinde ne düşünmüş ne konuşmuş ne de imâl-i fikretmişizdir. Buna rağmen bu sırlı hususlar ve bu esrarengiz alaka, bizlere daima bir takım gizli mesajlar sunmakta, hayatı ve kâinatı daha şuurlu bir şekilde duyup yaşamaya davet etmektedir.

Hayatı duyarak yaşayan ve bir kısım garip hadiselere maruz kalan insanın, belki de en çok karşılaştığı ve telestezinin bir buudu olan"hiss-i kable'l-vukû" (önsezi, hadiseleri önceden hissetme) mevzuu da yine rûhî duyularla ilgili ve madde ötesi varlıkların mevcudiyetine ayrı bir delil teşkil eder.

Önsezi ile ilgili yüzlerce, binlerce hatta yüzbinlerce misal bulmak mümkündür. Biz burada sadece kendi dünyamıza ait birkaç misal ile yetineceğiz:

İncelerden ince büyük bir kadın Hz. Fatıma anamız, Efendimizin vefatından sonra, her günü bin ölümden daha ağır bir hicran ve ayrılığa ancak altı ay kadar dayanabildi. Babasını kaybedince, âdeta semasının bütün yıldızları sönmüş ve onun için dünya, zindandan farksız bir hale gelmişti. Son bir iki ayı da hep yatakta geçirmişti. Ayağa kalkamayacak, hatta doğrulamayacak derecede hasta idi. Ümmü Seleme validemiz (Efendimizin zevcât-ı tâhiresinden) ise başucundan ayrılmıyor, Allah Rasulü'nden (sav) geri kalan bu tek ve biricik emaneti gözü gibi koruyordu. Saçlarını okşuyor, yüzünü, gözünü öpüyor ve her türlü hizmetinde bulunuyordu. Belki o da bu yaptıklarıyla Allah Rasulü'nün rûhâniyatını hoşnud ve memnun etmeye çalışıyordu. Şimdi hadiseyi, nurlu validemiz Ümmü Seleme'den dinleyelim:

"Son günüydü. Gözleri eskisi gibi pırıl pırıl yanıyor, her tarafından neşeli olduğu belli oluyordu. Bir ara 'Artık ben kalkmayacağım, bana bir gusül abdesti aldırın.' dedi. Denileni yaptım. Bana tekrar baktı ve neşe dolu bir eda ile 'Ben biraz sonra vefat edeceğim ve Sevgili Babama kavuşacağım. Artık beni ikinci bir defa daha yıkamayın.' dedi. Aradan birkaç dakika ya geçmiş ya geçmemişti ki nur kadın vefat etti." (İbni Hacer, el-İsabe, VIII/57,58; Ebu Nuaym, Hılye, II/42,43)

İşte Hz. Fatıma (ra) vefat edeceği haberini verirken henüz ölümün manyetik alanına girmiş değildi. Hatta sekerâta bile maruz kalmamıştı; acaba ölüm nasıl bir tebessüm ile kendisine görünmüştü ki, biraz sonra vefat edeceğini söylemişti.

Yine bunun benzeri bir hadiseyi de Tâhirü'l-Mevlevi anlatıyor:

"İskilipli Atıf Hoca ile aynı kağuştaydık. Hocanın ertesi gün mahkemesi vardı. Bu yüzden durmadan müdafaa hazırlıyordu. Derken sabah vakti yaklaşmış idi ki, yataktan kalktı ve gece geç vakitlere kadar hazırladığı müdâfaaları yırtıp atıverdi. Niye böyle yaptığını sordum. Şöyle cevap verdi:

'Bu gece Peygamber Efendimizle (sav) müşerref oldum. Bana: 'Atıf! Hala bize gelmek istemiyor musun?' dedi. Ben de: 'İstiyorum Ya Rasulallah!' karşılığını verdim. Artık kendimi müdafaa etmemin bir manası kalmadığı kanaatindeyim. Zira bana gayri, sefer göründü, Rasulullaha kavuşacağım.' dedi.

Hakikaten dediği gibi oldu. O gün Atıf Hoca son duruşmasında hüküm giydi ve birkaç gün sonra da idam edildi."

Şimdi İskilipli Atıf Hoca acaba, Efendimiz'le (sav) nasıl bir irtibat kurmuştur ve Allah Rasulü (sav) gaybî ifadesinde ona öleceğini ne şekilde bildirmişti ki o da müdâfaadan vazgeçivermişti? İşte bunların hiçbirini maddi sebepler ile izah kabil değildir.

Hz. Fatih, iştiyakla Hz. Ebu Eyyûb el-Ensâri'nin (ra) mübarek merkad (kabri)inin bulunmasını ister. Zira bu, onda bir aşk, bir iştiyak haline gelmiştir. Gayesinin tahakkuku için Akşemseddin'e müracaatta bulunur. Akşemseddin murakabeye varır. Ve o büyük sahabinin merkadini bu yolla tesbit eder.

Hz. Ebu Eyyûb el-Ensârî Hazretleri ile ilgili benim de bir hatıram var müsadenizle onu burada arzetmek istiyorum:

Senelerce önce, Ebu Eyyub el-Ensari Hazretlerini ziyaretlerimden birinde ve tâm ziyaret esnasında içime -ihtimal onun oradaki huzuruyla alakalı- bazı şeyler geçmiş olacak ki, tam benim içimden bu duygular geçerken birden burnuma cennet kokusu gibi bir koku geldi. Uzun süre de kokunun tesiri geçmedi. Sanki bu büyük sahabi bana, "Evet buradayım." der gibiydi. Akşemseddin Hazretleri onu tam yerinde keşfetmişti. Şimdi, ne Akşemseddin Hazretleri'nin keşfini ne de benim duyduğum o enfes güzel kokuyu madde ile izah etmek mümkün değildir. Fakat bütün bunlar birer vak'a ve birer realitedir.

Allah'ın bildirmesi ile insanlar, "gayb" dediğimiz ve insan ilmine perdeli olan malumatları da bilebilmektedir.

İnsan ilminin muttali olamayacağı kadar uzak mazi ve istikbale ait hadiseler ''gayb" kabul edilmektedir. Gaybı da Allah'tan başka hiç kimse bilemez. Ancak bu ifadeyi çok iyi anlamak gerek. "Gaybı sadece Allah bilir." demek, "Cenab-ı Hak, gaybı kimseye bildirmez." demek değildir. Nitekim ayette bu husus açık ifade edilerek, istisna yapılmıştır.

"Gaybı bilen O'dur. Gizli bilgisini kimseye göstermez. Ancak razı olduğu elçiye gösterir. O elçinin önüne ve arkasına gözetleyiciler koyar." (Cin, 72/)

denilmiştir. Peygamber böylece Allah adına konuştuğunu ispat etmiş olacak ve bu da onun hesabına mu'cize sayılacaktır.

Diğer taraftan seviye farkı çok değişik olmakla beraber, Cenab-ı Hak bazı veli kullarının da gözlerini açar, onlara, başkalarının göremedikleri noktaları gösterir. Yani bazı kimseler fıtratlarında bu duyuya ait meleke mevcuttur. Hatta bazı medyumlar da böyle bir ruhî melekeye sahip olarak yaratılmışlardır. Onlar, da kendi cehd ve gayretleriyle, Cenab-ı Hakk'ın fıtratlarına yerleştirdiği bu melekeyi çalıştırır ve istikbale ait çok meseleleri hissedebilirler. Ancak bunların hiçbiri, mutlak gaybı bilmek değildir. Mutlak Gaybı bilmek, Allah'a mahsustur. Peygamberlerin, velilerin ve medyumların bildikleri ise, mutlak gayba göre oldukça sınırlı ve mahduddur. Ve yine bu da ancak Allâmü'l-Guyûb'un bildirmesiyledir. Yoksa normal şartlarda ve beşeri ölçüler dahilinde, gaybı bilmek, maziyi ve istikbali, hadiseleriyle ihata etmek imkansızdır.

Kur'ân-ı Kerim, gaybe ait verdiği haberler ile beşerin dikkatlerini üzerine celbetmiş mû'ciz bir kitaptır. Ne bir velinin ne de herhangi bir medyumun gaybtan haber verme hususunda Kur'ân'la boy ölçüşmesi imkansızdır. Zira Kur'ân, Ezel ve Ebed Sultanı olan Cenâb-ı Hakk'ın kelâmıdır ve verdiği haberler de ezel ve ebed kaynaklıdır. Bu meyanda Peygamber Efendimiz (sav) de zaman zaman, ilm-i gaybe mazhar olmuştur. Ve mazhar olduğu bu lütuflar, O'nun nübüvvetinin birer mu'cizesi olarak addedilmiştir. Peygamber Efendimizin (sav) dünya mihrabından, mazi ve müstakbelle alakalı bazı mu'cizevi haberlerinden birkaç misal arzedeceğiz.

Peygamberimizin Gaybı Bilmesi

Kur'ân, Peygamberimize (sav) verilen bir mu'cize kitap olması hasebiyle, Efendimizin Kur'ân diliyle anlattığı bütün gaybî haberler, aynı zamanda O'nun peygamberliğini de te'yid eder. Fakat bir de Efendimizin (sav), doğrudan doğruya kendi diliyle verdiği gaybi haberler vardır ki, biz daha ziyade burada ondan söz edeceğiz. Zira şimdilerde telestezi diye anlaşılan hususlar ile alakalı en mühim vak'alar, önce bin bu kadar sene evvel, Efendimizden sadır olmuş ifadelerdir. Bunlar elbette birer mu'cizedirler. Ancak Peygamber Efendimiz (sav), bütün bunları söylerken kendinden söylemiş değildir. O'nun bir beşer olarak bu gaybi ufuklara ulaşması söz konusu olamaz. Halbuki öte yandan on dört asır önce söyledikleri bir bir vaki olmuştur. Bütün bu hâdiseleri ve mucize olarak cereyan eden hadiseleri maddi şeylerle izah etmeye imkan yoktur. Öyleyse, Allah Rasulü'nün verdiği gaybi haberlerin aynen zûhuru, bir bakıma madde ötesi varlıkların isbatına da bir delil teşkil eder.

Peygamber Efendimizin (sav) gaybi haberlerini iki ana grupta toplamak mümkündür. Bunlardan birincisi kendi devrine ait verdiği gaybi haberler ve vakti gelince bunların tahakkuk etmesi, ikincisi ise yakın ve uzak istikbale dair verdiği haberler ve bunların günü geldikçe zuhurudur. Efendimizin bu tarzda gaybi haberleri oldukça fazladır. Ama biz burada, her iki ana gruptan iki misalle iktifa edip diğerlerinin ise kaynaklarını göstermekle iktifa edeceğiz.

1) Peygamberimizin Kendi Devrine Ait Verdiği Gaybi Haberler

     a) Senin Baban Hüzafe'dir

Başta Buhari ve Müslim olmak üzere bütün hadis kitapları ittifakla şu hususu kaydediyorlar:

"Bir gün Allah Rasulü minbere çıkmışlardı. Gaybî aleme ait bir kısım haberler veriyorlardı. Bu esnada bir hayli de celalli görünüyorlardı. Bir ara

"Bugün bana istediğinizi sorun." buyurdular. Herkes bir şeyler soruyor, o da cevap veriyordu. Tam o esnada bir genç ayağa kalktı,

"Benim babam kim ya Rasulallah!" diye sordu. Hakkında dedikodu ediliyordu. Babası olmadığı yolundaki bu dedikodular burnunu kızartıyordu ve insanların yüzlerine rahatça bakamıyordu. Bugün bir fırsat bulmuştu ve işte onu soracak ve bundan sonra o ezici bakışlardan kurtulacaktı. Efendimiz şöyle cevap verdi:

"Senin baban Hüzafe'dir." Genç artık müsterihtir. Aldığı cevap onu memnun etmişti. Bundan böyle o da bir babaya nispet edilerek çağrılacaktı. "Abdullah b. Hüzafet'üs-Sehmi (ra)" şanlı ve samimi bir sahabi"

Allah Rasûlü (sav) minber üzerinde celalli bir vaziyette ve herkese bir şeyler anlatıyor. Bu arada, sorulan sorulara da, gaybâşina bir üslupla cevaplar veriyordu. Rasûlullah'ın neden celallendiğini bilemiyoruz ama, Hz. Ömer birden ayağa kalkıp, Allah Rasûlü'ne hitaben sanki O gaybi bilmese de O'na inandıklarını dile getirir bir eda ile:

"Biz rab olarak Allah'tan, din olarak İslâm'dan ve peygamberimiz olarak da Hz. Muhammed'den (sav) razıyız." (1)

dediğine şahit oluyoruz ki, onun bu ince ve manidar sözleri, Efendimizi (sav) yatıştırmıştır.

Peygamber Efendimizin (sav) mesciddeki istikbale ve gayba ait bir kısım haberler vermesi, mescidi dolduran binlerce sahabî huzurunda meydana geliyordu. Ve bütün sahabî Allah Rasûlü'nün (sav) dediklerini aynen tasdik ediyor ve adeta sükûtlarıyla da "sadakte" (el-Hak, doğru söyledin ey Allah'ın Rasûlü) diyorlardı.

     b) Tek Tek Yerlerini Gösteriyordu

Ve yine Kütüb-i Sitte ashabından rivayet edilen bir hadise göre sahabi anlatıyor:

"Bedir'de bulunuyorduk. Allah Rasûlü, muharebe adına stratejisini tam tesbit etmiş, kavganın cereyan edeceği yerleri dolaşıyordu. Bir ara gözleri yine gayba ait perdenin verasına kaydı ve bakışları istikbale uzandı. Bazı yerleri eliyle işaret ediyor; burası Ebu Cehl'in öldürüleceği yer, şurası Utbe'nin, şurası Şeybe'nin ve şurası da Velid'in sırtının yere geleceği yer Ve daha birçok isim Muharebeden sonra hadisi rivayet eden sahabi kasemle şunu anlatıyor:"

"Allah Rasûlü (sav) nereyi kim için işaret etmişse, hepsini işaret edilen o yerlerde ölü olarak bulduk." (2)

Beşer aklıyla kavranması imkansız bu kabil hadiseler, bugünün insanları için dahi mesajlar vermekte ve on dört asır sonraki nesillere "Sadakte ve bil hakki natakte; doğru söyledin. Ve Hakk'tan başka da konuşmadın." dedirtmektedir.

     c) Biraz Sonra Buraya Bir İnsan Gelecek

Ahmed bin Hanbel'in Müsned'inde şöyle bir hadisenin nakledildiğini görüyoruz:

"Allah Rasûlü (sav) ashabıyla mescidde oturuyor. Bir ara, şöyle buyuruyor:

"Biraz sonra, buraya, nâsiyesi, yüzü temiz bir insan gelecek; şu kapıdan, içeriye girecek. O Yemen'in en hayırlılarındandır. Ve alnında meleğin elini sürdüğü bir iz taşımaktadır."

"Bir müddet sonra, aynen Allah Rasûlü (sav)'nün haber verdiği tipte bir insan gelip O'nun huzurunda diz çöküyor ve Müslüman olduğunu ilan ediyor. Tertemiz, pırıl pırıl, görkemli ve edeb âbidesi bu insan, Abdullah bin Cerir el-Becelî'den başkası değildir." (3)

2) Efendimizin Yakın ve Uzak İstikbale Ait Verdiği Gaybi Haberler

    a) Fatıma Annemizin Vefatını Bildirmesi

"Yine bir gün Efendimiz (sav), irtihaline sebep olan rahatsızlığı günlerinden birinde, o incelerden ince, oturuşu, kalkışı ve derin bakışlarıyla aynen babasına benzeyen anamız Hz. Fatıma'yı yanına çağırdı ve eğilip kulağına bir şeyler fısıldadı. Hz. Fatıma öyle ağladı öyle feryad-u figan etti ki, bu ancak, İnsanlığın İftihar Tablosunun gurûbuyla yorumlanabilirdi. Bir süre sonra Allah Rasûlü (sav) yine onun kulağına bir şeyler fısıldadı. Bu sefer de öyle sevindi ki, onu karşıdan görenler, kendisine bütün cennet kapılarının açıldığını zannederlerdi. Bu hadise Hz. Aişe validemizin gözünden kaçmamıştı. Biraz sonra bunun sebebini sordu ama, Hz. Fatıma validemiz, bunun Allah Rasûlü'ne ait bir sır olduğunu, dolayısıyla da açıklayamayacağını söyleyerek onu cevapsız bıraktı. Allah Rasûlü'nün vefatından sonra Hz. Aişe validemiz tekrar sorunca, Fatıma anamız da şöyle cevap verdi:"

"Birinci defada bana, kendisinin vefat edeceğini söylemişti. O'nun için ağlamıştım. İkinci defa ise bana, kendi ailesi içinde, O'na en erken kavuşacak insanın, ben olduğum müjdesini vermişti. Ve işte onun için de sevindim." (4) demiştir.

Evet, Hz. Fatıma anamızın vefat-ı nebiden altı ay sonra vefat etmesi, aynen haber verdiği gibi vaki olmuş ve bu gaybî haberi tasdik etmiştir.

     b) Hz. Hasan'ın Feragatı

Kütüb-ü Sitte ricâlinin ekseriyetinin rivâyet ettiği bir hadiste Allah Rasûlü, hutbe îrad ederken Hz. Hasan'a (ra) işaretle şöyle buyurmuşlardı:

"Bu benim evlâdım Hasan. O seyyiddir. Allah (cc) onunla iki büyük cemaati birbiriyle sulh ettirecektir." (5)

Evet O, kerim oğlu kerim, Allah Rasûlü'nün evladı ve tam bir efendidir. Bir gün kendisine tevdî edilen hilâfet ve saltanatı, sadece ümmet arasında tefrikaya sebebiyet vermemek için terkederken, nasıl bir seyyid olduğunu mutlaka gösterecektir. Aradan geçen yirmi beş-otuz sene Allah Rasûlü'nü doğrulamıştı

Hz. Ali'den sonra Emeviler karşılarında Hz. Hasan'ı buldular. Ancak bir sulh ve sükûn insanı olan Hz. Hasan bütün haklarından feragat ettiğini ilân ederek, birbirine girmek üzere olan iki İslam ordusunu uçurumun kenarından geriye döndürdü ve sulhda buluşturdu. Burada bilhassa şu hususa dikkatinizi çekmek istiyorum: Efendimiz (sav) Hz. Hasan'a ait bu hadiseyi haber verdiğinde, o, henüz küçük bir çocuktu. Belki o gün Allah Rasûlü'nün işaret ettiği hadiseyi bile anlayacak yaşta değildi. Yani o, Allah'ın Rasûlü böyle dedi diye bu işi yapmış değildir. Bilâkis Rasûlullah onun öyle olacağını bildiği için bu gaybî sözü sarfetmişti

Dipnotlar:

[1] Buhari, İlim 28,29; Mevakit 11; Tefsir 5,12; Fiten, 15; İ'tisam, 3; Müslim, Fezail,
[2] Müslim, Cihad 83; Cennet, 76; Ebu Davud, Cihad ; Nesei, Cenaiz
[3] Müsned, IV/,
[4] Müslim, Fezailü's-Sahabe ; Buhari, Menakıb 25; Fezailü Ashabi'n-Nebi 12; İzti'zan
[5] Buhari, Fiten 20; Sulh 9; Menakib 25; Darimi, Sünnet 12; Tirmizi, Menakib

20 Önsezi, hiss-i kable'l-vuku, altıncı his hakkında bilgi verir misiniz?

İnsan bazan hiss-i kable'l-vukû (önsezi, hadiseleri önceden hissetme) nevinden, önceden bazı olacak şeyleri hisseder. Bazan bu uyku halinde bazan uyanık olarak da olabilir. Daha çok uyku halinde iken insanın hisleri alem-i şehadete kapanır, mana alemlerine açılır. Bu zamanlarda hiss-i kable'l-vukû (önsezi, hadiseleri önceden hissetme) olarak bazı olayları hissedebilir. İnsan uyandığı zaman bunları hatırlayamayabilir. Gece uyku halinde hissedip unuttuğu manaları, daha sonra normal hayatta karşılaştığı olaylarla hatırlar ve "sanki ben bunu daha önce yaşamış gibiyim" der.

Bilindiği gibi asrımıza gelinceye kadar, madde ötesi varlıklar hakkında ilmî seviyedeki araştırmalar bugünkü buudlarıyla henüz gerçekleştirilmemişti. Bununla beraber ilmî bir kariyer ifade etmese de, insanoğlu madde ötesi âlemlerle yakından alakadar oluyordu. Bu da bize, her şeyin maddeye bağlı ve bağımlı olmadığını gösterme bakımından önemli bir referanstı.

Önceleri bir kısım insanlar, o günlerde izahı yapılamayan bir takım gizli kabiliyetler ve maharetler göstermişlerdir. Ne var ki bunlar sadece maden ve su arayıcılığında, bir kısım hastalıkların teşhisinde, cinayet suçlularının tesbit edilişinde, çalınan eşyaların saklandığı yerlerinin tayininde, hırsızların izlerinin takibinde ve kaybolmuş insanların ortaya çıkarılması gibi hususlarda kullanılıyordu. Bugünkü yaklaşım tamamen farklı ve fizik ötesi hadiselerin hayatımızla ne kadar içli-dışlı olmasıyla alakalı. Hemen herkes farkında olsun veya olmasın başından geçmiş bir hayli esrarengiz hadise vardır. Mesela, herhangi bir hadiseyi önceden hissetme veya zikredilen bir şahsın, üç-beş dakika sonra çıkıp-gelmesi, ilk defa karşılaştığı şahsı veya manzarayı önceden görmüş olma hissi.. birinin içinden geçenleri okuma, bir düşüncenin bir-kaç insan tarafından birden ifade edilmesi, olduğu gibi zuhur eden ilhamlar Hepimizin başından geçen dünya kadar hadise vardır ki, bunların hiçbiri üzerinde ne düşünmüş ne konuşmuş ne de imâl-i fikretmişizdir. Buna rağmen bu sırlı hususlar ve bu esrarengiz alaka bizlere daima bir takım gizli mesajlar sunmakta, hayatı ve kâinatı daha şuurlu bir şekilde duyup yaşamaya davet etmektedir.

Hayatı duyarak yaşayan ve bir kısım garip hadiselere maruz kalan insanın, belki de en çok karşılaştığı ve telestezinin bir buudu olan hiss-i kable'l-vukû (önsezi, hadiseleri önceden hissetme) mevzuu da yine rûhî duyularla ilgili ve madde ötesi varlıkların mevcudiyetine ayrı bir delil teşkil eder.

Önsezi ile ilgili yüzlerce, binlerce hatta yüzbinlerce misal bulmak mümkündür. Biz burada sadece kendi dünyamıza ait birkaç misal ile yetineceğiz:

İncelerden ince büyük bir kadın Hz. Fatıma (ra) anamız, Efendimizin (sav) vefatından sonra, her günü bin ölümden daha ağır bir hicran ve ayrılığa ancak altı ay kadar dayanabildi. Babasını kaybedince, âdeta semasının bütün yıldızları sönmüş ve onun için dünya, zindandan farksız bir hale gelmişti. Son bir iki ayı da hep yatakta geçirmişti. Ayağa kalkamayacak, hatta doğrulamayacak derecede hasta idi. Ümmü Seleme validemiz (Efendimizin zevcât-ı tâhiresinden) ise başucundan ayrılmıyor, Allah Rasulü'nden (sav) geri kalan bu tek ve biricik emaneti gözü gibi koruyordu. Saçlarını okşuyor, yüzünü, gözünü öpüyor ve her türlü hizmetinde bulunuyordu. Belki o da bu yaptıklarıyla Allah Rasulü'nün rûhâniyatını hoşnud ve memnun etmeye çalışıyordu. Şimdi hadiseyi, nurlu validemiz Ümmü Seleme'den dinleyelim:

"Son günüydü. Gözleri eskisi gibi pırıl pırıl yanıyor, her tarafından neşeli olduğu belli oluyordu. Bir ara 'Artık ben kalkmayacağım, bana bir gusül abdesti aldırın.' dedi. Denileni yaptım. Bana tekrar baktı ve neşe dolu bir eda ile 'Ben biraz sonra vefat edeceğim ve Sevgili Babama kavuşacağım. Artık beni ikinci bir defa daha yıkamayın.' dedi. Aradan birkaç dakika ya geçmiş ya geçmemişti ki nur kadın vefat etti." (İbni Hacer, el-İsabe, 8/57,58; Ebu Nuaym, Hılye, 2/42,43)

İşte Hz. Fatıma (ra) vefat edeceği haberini verirken henüz ölümün manyetik alanına girmiş değildi. Hatta sekerâta bile maruz kalmamıştı; acaba ölüm nasıl bir tebessüm ile kendisine görünmüştü ki, biraz sonra vefat edeceğini söylemişti.

Yine bunun benzeri bir hadiseyi de Tâhirü'l-Mevlevi anlatıyor:

"İskilipli Atıf Hoca ile aynı kağuştaydık. Hocanın ertesi gün mahkemesi vardı. Bu yüzden durmadan müdafaa hazırlıyordu. Derken sabah vakti yaklaşmış idi ki, yataktan kalktı ve gece geç vakitlere kadar hazırladığı müdâfaaları yırtıp atıverdi. Niye böyle yaptığını sordum. Şöyle cevap verdi: "Bu gece Peygamber Efendimizle (sav) müşerref oldum. Bana: 'Atıf! Hala bize gelmek istemiyor musun?' dedi. Ben de: 'İstiyorum Ya Rasulallah!' karşılığını verdim. Artık kendimi müdafaa etmemin bir manası kalmadığı kanaatindeyim. Zira bana gayri, sefer göründü, Rasulullaha kavuşacağım' dedi. Hakikaten dediği gibi oldu. O gün Atıf Hoca son duruşmasında hüküm giydi ve birkaç gün sonra da idam edildi."

Şimdi İskilipli Atıf Hoca acaba, Efendimizle (sav) nasıl bir irtibat kurmuştur ve Allah Rasulü (sav) gaybî ifadesinde ona öleceğini ne şekilde bildirmişti ki o da müdâfaadan vazgeçivermişti? İşte bunların hiçbirini maddi sebepler ile izah kabil değildir.

Hz. Fatih, iştiyakla Hz. Ebu Eyyûb el-Ensâri'nin (ra) mübarek merkad (kabri)inin bulunmasını ister. Zira bu, onda bir aşk, bir iştiyak haline gelmiştir. Gayesinin tahakkuku için Akşemseddin'e müracaatta bulunur. Akşemseddin murakabeye varır. Ve o büyük sahabinin merkadini bu yolla tesbit eder.

Hz. Ebu Eyyûb el-Ensârî Hazretleri ile ilgili benim de bir hatıram var, müsadenizle onu burada arzetmek istiyorum:

Senelerce önce, Ebu Eyyub el-Ensari Hazretlerini ziyaretlerimden birinde ve tâm ziyaret esnasında içime -ihtimal onun oradaki huzuruyla alakalı- bazı şeyler geçmiş olacak ki, tam benim içimden bu duygular geçerken birden burnuma cennet kokusu gibi bir koku geldi. Uzun süre de kokunun tesiri geçmedi. Sanki bu büyük sahabi bana, "Evet buradayım." der gibiydi. Akşemseddin Hazretleri onu tam yerinde keşfetmişti. Şimdi, ne Akşemseddin Hazretleri'nin keşfini ne de benim duyduğum o enfes güzel kokuyu madde ile izah etmek mümkün değildir. Fakat bütün bunlar birer vak'a ve birer realitedir.

Allah'ın bildirmesi ile insanlar, "gayb" dediğimiz ve insan ilmine perdeli olan malumatları da bilebilmektedir.

İnsan ilminin muttali olamayacağı kadar uzak mazi ve istikbale ait hadiseler ''gayb" kabul edilmektedir. Gaybı da Allah'tan başka hiç kimse bilemez. Ancak bu ifadeyi çok iyi anlamak gerek. "Gaybı sadece Allah bilir." demek Cenab-ı Hak, gaybı kimseye bildirmez demek değildir. Nitekim ayette bu husus açık ifade edilerek, istisna yapılmıştır.

"Gaybı bilen O'dur. Gizli bilgisini kimseye göstermez. Ancak razı olduğu elçiye gösterir. O elçinin önüne ve arkasına gözetleyiciler koyar." (Cin, 72/)

denilmiştir. Peygamber böylece Allah adına konuştuğunu ispat etmiş olacak ve bu da onun hesabına mu'cize sayılacaktır.

Diğer taraftan seviye farkı çok değişik olmakla beraber, Cenab-ı Hak bazı veli kullarının da gözlerini açar, onlara, başkalarının göremedikleri noktaları gösterir. Yani bazı kimseler fıtratlarında bu duyuya ait meleke mevcuttur. Hatta bazı medyumlar da böyle bir ruhî melekeye sahip olarak yaratılmışlardır. Onlar, da kendi cehd ve gayretleriyle, Cenab-ı Hakk'ın fıtratlarına yerleştirdiği bu melekeyi çalıştırır ve istikbale ait çok meseleleri hissedebilirler. Ancak bunların hiçbiri, mutlak gaybı bilmek değildir. Mutlak Gaybı bilmek, Allah'a mahsustur. Peygamberlerin, velilerin ve medyumların bildikleri ise, mutlak gayba göre oldukça sınırlı ve mahduddur. Ve yine bu da ancak Allâmü'l-Guyûb'un bildirmesiyledir. Yoksa normal şartlarda ve beşeri ölçüler dahilinde, gaybı bilmek, maziyi ve istikbali, hadiseleriyle ihata etmek imkansızdır.

Kur'ân-ı Kerim, gaybe ait verdiği haberler ile beşerin dikkatlerini üzerine celbetmiş mû'ciz bir kitaptır. Ne bir velinin ne de herhangi bir medyumun gaybtan haber verme hususunda Kur'ân'la boy ölçüşmesi imkansızdır. Zira Kur'ân, Ezel ve Ebed Sultanı olan Cenâb-ı Hakk'ın kelâmıdır ve verdiği haberler de ezel ve ebed kaynaklıdır. Bu meyanda Peygamber Efendimiz (sav) de zaman zaman, ilm-i gaybe mazhar olmuştur. Ve mazhar olduğu bu lütuflar, O'nun nübüvvetinin birer mu'cizesi olarak addedilmiştir. Peygamber Efendimizin (sav) dünya mihrabından, mazi ve müstakbelle alakalı bazı mu'cizevi haberlerinden birkaç misal arzedeceğiz.

Peygamberimizin Gaybı Bilmesi

Kur'ân, Peygamberimize (sav) verilen bir mu'cize kitap olması hasebiyle, Efendimizin Kur'ân diliyle anlattığı bütün gaybî haberler, aynı zamanda O'nun peygamberliğini de te'yid eder. Fakat bir de Efendimizin (sav), doğrudan doğruya kendi diliyle verdiği gaybi haberler vardır ki, biz daha ziyade burada ondan söz edeceğiz. Zira şimdilerde telestezi diye anlaşılan hususlar ile alakalı en mühim vak'alar, önce bin bu kadar sene evvel, Efendimizden sadır olmuş ifadelerdir. Bunlar elbette birer mu'cizedirler. Ancak Peygamber Efendimiz (sav), bütün bunları söylerken kendinden söylemiş değildir. O'nun bir beşer olarak bu gaybi ufuklara ulaşması söz konusu olamaz. Halbuki öte yandan on dört asır önce söyledikleri bir bir vaki olmuştur. Bütün bu hâdiseleri ve mucize olarak cereyan eden hadiseleri maddi şeylerle izah etmeye imkan yoktur. Öyleyse, Allah Rasulü'nün verdiği gaybi haberlerin aynen zûhuru, bir bakıma madde ötesi varlıkların isbatına da bir delil teşkil eder.

Peygamber Efendimizin (sav) gaybi haberlerini iki ana grupta toplamak mümkündür. Bunlardan birincisi kendi devrine ait verdiği gaybi haberler ve vakti gelince bunların tahakkuk etmesi, ikincisi ise yakın ve uzak istikbale dair verdiği haberler ve bunların günü geldikçe zuhurudur. Efendimizin bu tarzda gaybi haberleri oldukça fazladır. Ama biz burada, her iki ana gruptan iki misalle iktifa edip diğerlerinin ise kaynaklarını göstermekle iktifa edeceğiz.

1) Peygamberimizin Kendi Devrine Ait Verdiği Gaybi Haberler

a)Senin Baban Hüzafe'dir.

Başta Buhari ve Müslim olmak üzere bütün hadis kitapları ittifakla şu hususu kaydediyorlar: Birgün Allah Rasulü minbere çıkmışlardı. Gaybî aleme ait bir kısım haberler veriyorlardı. Bu esnada bir hayli de celalli görünüyorlardı. Bir ara "Bugün bana istediğinizi sorun." buyurdular. Herkes birşeyler soruyor, o da cevap veriyordu. Tam o esnada bir genç ayağa kalktı, "Benim babam kim ya Rasulallah!" diye sordu. Hakkında dedikodu ediliyordu. Babası olmadığı yolundaki bu dedikodular burnunu kızartıyordu ve insanların yüzlerine rahatça bakamıyordu. Bugün bir fırsat bulmuştu.. ve işte onu soracak ve bundan sonra o ezici bakışlardan kurtulacaktı. Efendimiz şöyle cevap verdi: "Senin baban Hüzafe'dir." Genç artık müsterihtir. Aldığı cevap onu memnun etmişti. Bundan böyle o da bir babaya nispet edilerek çağrılacaktı. "Abdullah b. Hüzafet'üs-Sehmi (ra)" şanlı ve samimi bir sahabi

Allah Rasûlü (sav) minber üzerinde celalli bir vaziyette ve herkese birşeyler anlatıyor. Bu arada, sorulan sorulara da, gaybâşina bir üslupla cevaplar veriyordu. Rasûlullah'ın neden celallendiğini bilemiyoruz ama, Hz. Ömer birden ayağa kalkıp, Allah Rasûlü'ne hitaben sanki O gaybi bilmese de O'na inandıklarını dile getirir bir eda ile:

"Biz Rab olarak Allah'tan, din olarak İslâm'dan ve Peygamberimiz olarak da Hz. Muhammed'den (sav) razıyız."(1)

dediğine şahit oluyoruz ki, onun bu ince ve manidar sözleri, Efendimizi (sav) yatıştırmıştır.

Peygamber Efendimizin (sav) mesciddeki istikbale ve gayba ait bir kısım haberler vermesi, mescidi dolduran binlerce sahabî huzurunda meydana geliyordu. Ve bütün sahabî Allah Rasûlü'nün (sav) dediklerini aynen tasdik ediyor ve adeta sükûtlarıyla da "sadakte" (el-Hak, doğru söyledin ey Allah'ın Rasûlü) diyorlardı.

b) Tek Tek Yerlerini Gösteriyordu

Ve yine Kütüb-i Sitte ashabından rivayet edilen bir hadise göre sahabi anlatıyor: Bedir'de bulunuyorduk. Allah Rasûlü, muharebe adına stratejisini tam tesbit etmiş, kavganın cereyan edeceği yerleri dolaşıyordu. Bir ara gözleri yine gayba ait perdenin verasına kaydı ve bakışları istikbale uzandı. Bazı yerleri eliyle işaret ediyor; burası Ebu Cehl'in öldürüleceği yer, şurası Utbe'nin, şurası Şeybe'nin ve şurası da Velid'in sırtının yere geleceği yer Ve daha birçok isim Muharebeden sonra hadisi rivayet eden sahabi kasemle şunu anlatıyor:

"Allah Rasûlü (sav) nereyi kim için işaret etmişse, hepsini işaret edilen o yerlerde ölü olarak bulduk."(2)

Beşer aklıyla kavranması imkansız bu kabil hadiseler, bugünün insanları için dahi mesajlar vermekte ve on dört asır sonraki nesillere "Sadakte ve bil hakki natakte; doğru söyledin. Ve Hakk'tan başka da konuşmadın." dedirtmektedir.

c) Biraz Sonra Buraya Bir İnsan Gelecek

Ahmed bin Hanbel'in Müsned'inde şöyle bir hadisenin nakledildiğini görüyoruz: Allah Rasûlü (sav) ashabıyla mescidde oturuyor. Bir ara, şöyle buyuruyor: "Biraz sonra, buraya, nâsiyesi, yüzü temiz bir insan gelecek; şu kapıdan, içeriye girecek. O Yemen'in en hayırlılarındandır. Ve alnında meleğin elini sürdüğü bir iz taşımaktadır." Bir müddet sonra, aynen Allah Rasûlü (sav)'nün haber verdiği tipte bir insan gelip O'nun huzurunda diz çöküyor ve Müslüman olduğunu ilan ediyor. Tertemiz, pırıl pırıl, görkemli ve edeb âbidesi bu insan, Abdullah bin Cerir el-Becelî'den başkası değildir. (3)

2) Efendimizin Yakın ve Uzak İstikbale Ait Verdiği Gaybi Haberler

a) Fatıma Annemizin Vefatını Bildirmesi

Yine birgün Efendimiz (sav), irtihaline sebep olan rahatsızlığı günlerinden birinde, o incelerden ince, oturuşu, kalkışı ve derin bakışlarıyla aynen babasına benzeyen anamız Hz. Fatıma (ra)'yı yanına çağırdı ve eğilip kulağına bir şeyler fısıldadı. Hz. Fatıma öyle ağladı öyle feryad-u figan etti ki, bu ancak, İnsanlığın İftihar Tablosunun gurûbuyla yorumlanabilirdi. Bir süre sonra Allah Rasûlü (sav) yine onun kulağına birşeyler fısıldadı. Bu sefer de öyle sevindi ki, onu karşıdan görenler, kendisine bütün Cennet kapılarının açıldığını zannederlerdi. Bu hadise Hz. Aişe validemizin gözünden kaçmamıştı. Biraz sonra bunun sebebini sordu ama, Hz. Fatıma validemiz, bunun Allah Rasûlü'ne ait bir sır olduğunu, dolayısıyla da açıklayamayacağını söyleyerek onu cevapsız bıraktı. Allah Rasûlü'nün vefatından sonra Hz. Aişe validemiz tekrar sorunca, Fatıma anamız da şöyle cevap verdi:

"Birinci defada bana, kendisinin vefat edeceğini söylemişti. O'nun için ağlamıştım. İkinci defa ise bana, kendi ailesi içinde, O'na en erken kavuşacak insanın, ben olduğum müjdesini vermişti. Ve işte onun için de sevindim." (4)

Evet, Hz. Fatıma (ra) anamızın vefat-ı Nebi'den altı ay sonra vefat etmesi, aynen haber verdiği gibi vaki olmuş ve bu gaybî haberi tasdik etmiştir.

b) Hz. Hasan'ın Feragatı

Kütüb-ü Sitte ricâlinin ekseriyetinin rivâyet ettiği bir hadiste Allah Rasûlü, hutbe îrad ederken Hz. Hasan'a (ra) işaretle şöyle buyurmuşlardı:

"Bu benim evlâdım Hasan. O seyyiddir. Allah (cc) onunla iki büyük cemaati birbiriyle sulh ettirecektir." (5)

Evet O, kerim oğlu kerim, Allah Rasûlü'nün evladı ve tam bir efendidir. Bir gün kendisine tevdî edilen hilâfet ve saltanatı, sadece ümmet arasında tefrikaya sebebiyet vermemek için terkederken, nasıl bir seyyid olduğunu mutlaka gösterecektir. Aradan geçen yirmibeş-otuz sene Allah Rasûlü'nü doğrulamıştı.

Hz. Ali (ra)'den sonra Emeviler karşılarında Hz. Hasan'ı buldular. Ancak bir sulh ve sükûn insanı olan Hz. Hasan bütün haklarından feragat ettiğini ilân ederek, birbirine girmek üzere olan iki İslam ordusunu uçurumun kenarından geriye döndürdü ve sulhda buluşturdu. Burada bilhassa şu hususa dikkatinizi çekmek istiyorum: Efendimiz (sav) Hz. Hasan'a ait bu hadiseyi haber verdiğinde, o, henüz küçük bir çocuktu. Belki o gün Allah Rasûlü'nün işaret ettiği hadiseyi bile anlayacak yaşta değildi. Yani o, Allah'ın Rasûlü böyle dedi diye bu işi yapmış değildir. Bilâkis Rasûlullah onun öyle olacağını bildiği için bu gaybî sözü sarfetmişti

Kaynaklar:

1. Buhari, İlim 28,29; Mevakit 11; Tefsir 5,12; Fiten, 15; İ'tisam, 3; Müslim, Fezail,
2. Müslim, Cihad 83; Cennet, 76; Ebu Davud, Cihad ; Nesei, Cenaiz
3. Müsned, 4/,
4. Müslim, Fezailü's-Sahabe ; Buhari, Menakıb 25; Fezailü Ashabi'n-Nebi 12; İzti'zan 43
5. Buhari, Fiten 20; Sulh 9; Menakib 25; Darimi, Sünnet 12; Tirmizi, Menakib

21 Allah'ın bizi sevdiğini nasıl anlarız?

Allah'ın bizleri sevdiği ispatlanmış bir hadisedir. Asıl bizim bu dünyaya gönderilmemizin gayesi Allah'ı sevip sevmediğimizi ispat etmek içindir. Zira yokluk aleminin karanlıklarından varlık aleminin en nurani tepelerine çıkarıp, bizi Müslüman yapıp ve yine kimseye açmadığı esmasının tecellilerini, yedi milyar insan içinde bize açarak, bizi sevdiğini ispatlamış olmuyor mu?

Bir düşünün, sevmediğimiz birisine neden özelliklerimizi, sevdiğimiz şeyleri, sevmediğimiz şeyleri anlatalım ki? Onunla muhatap bile olmayız değil mi?

Hem Allah bizi sevmese ve itimat etmese bir çok mahlukuna vermediği yüzlerce organı neden bize versin ki ve neden özellikle akıl, ruh, kalp, gibi kıymeti, kainat ağırlığında olan lüks mücevheratı boynumuza taksın ki? Birisinin bizi sevmesinin ölçüsü bize verdiği hediyenin kıymetiyle doğru orantılı değil mi?

Biz bu dünyada peşinen aldığımız bu nimetler karşısında Allahı sevme ve Ona itaat etme sınavına tabi tutulmuşuz. Allah'ın sevilmeye layık olduğuna zaten bizler iman edeceğiz. Bu bizi ilgilendiren bir durum.

Bazı şeylerin bize perdeli gelmesi sınavda olmamız nedeniyledir. Allah'ın elmayı bizzat elimize vermesi belki gönlümüze daha hoş gelebilirdi. Kendimizi, daha çok sevilen olarak hissettirebilirdi. Ama ağaçtan vermesi de bundan farksız değil mi? Zira ağacı, elmayı yapmada iktidarsız bırakması zaten buna delildir.

O halde, bir tür okuyamama problemiyle karşı karşıyayız. Sizi çok iyi anlıyorum. Gerçekten iyi okunmadığında, altından kalkılması zor bir durum. Ama herhalde zihnimizde bir tür toptancı bir anlayış var. İnsanların içinde kaynadığımızı zannediyoruz. Sanki bize özel bir şey yokmuş gibi Yine birisinin bizi sevme derecesi "bize özel" ikramlarıyla doğru orantılı görüyoruz. Ama emin olun, etrafınız yalnızca size özel ikramlarla dolu

 Örneğin yaşamanız. Siz bunun fabrikasyon bir şey olduğunu mu sanıyorsunuz? Hemen bir biyologla konuşun. Ya da bir fizikçiyle veya bir doktorla veya kitaplarla… "Zira okuduğunuz fenlerden her fen lisan-ı mahsusu ile" size bunu ispat edecektir.

Örneğin; sizin bu soruyu sormanız için gerekli olan hayatın hikayesinin on dört milyar ışık yılı önce başladığını biliyor musunuz?

Yani evren o müthiş patlama ile yaratılmaya başladığı anda 1045 (on üzeri kırk beş) santigrat derece sıcaklıktan yaklaşık beş milyar yıl öncesine kadar genişleyerek derece sıcaklığa düşmesinin sizin hayatınızla münasebetini biliyor musunuz? Bütün uzayın o sıcaklıkta bırakılması dünya gibi bir gezegenin yaratılması için en önemli ve ilk şart olduğunu bugün bütün fizik dünyası açıklıyor. Yani sizin bu soruyu sormanız için evren bu sıcaklığa gelmek zorunda

Dünyamızın yaratılması emin olun bize özel. Çünkü bizim bu dünyada insan olarak hayatımızı sürdürmemiz, biyologlara göre iki yüz elli milyonda bir ihtimaldir

Hadi doğduk Bize aklın verilmesi ve yine Müslüman olmamız, aklı çatlatacak ihtimal oranlarıyla önümüze gelmiş. Ve verilen bu hayatın devam etmesi bütün kainatın tıkır tıkır işlemesi gibi sayıların aciz kaldığı bir ihtimal oranı ile bize her an ikram ediliyor. Ve hayatımız devam ederken güneşin göz bebeğimize vuran ışık öpücüğü Bunun bize özel olduğunu anlamak istiyorsanız körlere bakın, felçlilere bakın, geceden gündüze çıkamayan yani o gün güneşi görmeden ölenlere bakın. Emin olun bu size özel

Eğer probleminiz "Bana verilen bir şeyi başkasında görmek istemiyorum." düşüncesi ise

 İnsaflı olun derim ben size Ne suçu var mahlukatın Ne olur ki canım onlarda bundan istifade etse

Bütün bunların dışında yalnızca size özel iltifatlarda var. Parmak iziniz, kan grubunuz, ses tonunuz, göz bebeğiniz ve her şeyden öte kimseninkine benzemeyen kaderinizle

22 Alışkanlık haline gelmiş bir günahtan nasıl kurtulunur?

Bırakılmayacak günah yoktur. İlim, zaman, mekan ve çevre ile her günah bırakılabilir.

Allah’ı sevmek ve onun razı olduğunu bilmek soyut bir durum olduğu için anlamak zordur. Bir insan ben Allah’ı seviyorum diyebilir. Fakat bu durum içimizdeki bir duyguyu anlattığından dolayı, dışımızda bunu göstermemiz gerekir.

Diğer taraftan, Allah bizden razı mı? Biz onun yanında nasıl bir kuluz? Bu sorular da aynı şekilde anlaşılması zor konulardır. Bunu anlamanın da bir yolu olmalı.

İşte hem bizim Allah’ı sevdiğimizin anlaşılması, hem de Allah’ın bizden razı olduğunu anlamanın yolunu şu ayeti kerimede Allah’ımız bildiriyor.

“Ey Muhammed deki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana tabi olun, ta ki Allah da sizi sevsin.” (Al-i İmran, 3/31)

Dikkat edilirse Allah’ı sevmemizin göstergesi Hz. Peygamber Efendimize (asm) uyarak İslamı yaşamaktır. Biz Peygamberimize (asm) uyarak hayatımızı yaşarsak, netice de Allah’ın da bizi sevdiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Mesela, babanızı ve annenizi sevdiğiniz nasıl anlaşılır? Onların isteklerini yapar, memnun olmadığı şeyleri de terk ederseniz, o zaman sevdiğiniz ortaya çıkmış olur. Onlar bize demeseler bile biz bundan anlarız ki onlar da bizi seviyorlardır. Tam tersi olsa dediklerinin hiç birini yapmam ama, kalbime bak onları çok seviyorum deseniz kime inandırabilirsiniz.

Demek ki Allah, Peygamberimizi (asm) bir model olarak yaratmış ve en güzel örnekleri onda göstermiş. Bize de, eğer beni seviyorsanız, size peygamber olarak gönderdiğim Hz. Muhammed’e uyunuz. O takdirde anlayın ki ben de sizi seviyorum, diyor.

Sözün özü: Allah’ın bizi sevdiğinin göstergesi, bizim ne kadar Hz. Muhammed’e benzediğimizdir. Ona göre sonuca varabiliriz.

Size, bize ve tüm insanlara yol haritası Kur’an ve sünnettir. Bundan başkasını size tavsiye edemeyiz. Yani Kur’an'ı ve sünneti, yani Rasulullahı (a.s.m) kendimize rehber edinmek, kendimizi onlara endekslemek ve imani bahis ve kitapları tefekkür ile okumaktır. Yani imanın ve Kur’an'ın anlattığı ve bahsettiği Kur'anî ve imani kitaplar bulabilseniz veya bu konuları tefekkür ve mütalaa eden şahsiyetlerle beraber olmakla onlardan istifade edebilseniz, sizin hem dünyanıza hem de ahiretinize faydalı olacaktır.

Namazları vaktinde kılmak, büyük günahlara dikkat etmek ve namazın arkasındaki tesbihatı yapmak ayrıca sizi tekamül ettirecektir.

Bu konuda size bazı tavsiyelerimiz olabilir:

1. Çevrenizde güven ve itimat duyduğunuz bazı kimselerle istişare ederek, İslamî çizgiyi koruyan ve sorularınıza cevap verebilecek cemaat mensuplarıyla görüşmenizi;

2. Zafer, Nesil, ve Cihan yayınları gibi yayınevlerinde çıkan kitaplardan bazılarını seçerek okumanızı;

3. Bizim tavsiye edeceğimiz şu kitapları okumanızı öneririz:

(Zafer Yayınları, Yerebatan cd. 45/2 Cağaloğlu, İst. Tlf. )
- Gerçeğe Doğru Serisi, 6 cilt.
- Nurdan Kelimeler / Cümleler, 2 cilt.
- Bir Kader Sohbeti
- Ölüm Son Değildir, 3 cilt.
- Risale Okumaları, 2 cilt.

(Nesil Yayınları, Sanayi Cd. Bilge Sk. No: 2 Yeni Bosna İst. Tlf. )
- Dört Halife,
- Sahabe Modeli,
- Peygamberimizin Hayatı,
- İslamı Nasıl Anlamalı,
- Gençliğe Sesleniş,
- Vesvese, Sebepleri ve Kurtuluş Yolları,
- Kendini Arayan Adam,
- Müslüman Nasıl Yaşamalı,
- Peygamberimizin Tebliğ Metodu, 2 cilt.
- Kur'an'da Cihad ve Savaş.

Ayette geçen Nefis ve Malın Allah’a satılması ne demektir?

Nur Külliyatı'nda, “Muhakkak, Allah müminlerden nefislerini ve mallarını cennet mukabili satın almış bulunuyor.” mealindeki âyet-i kerimenin tefsiri yapılırken bir temsil getirilir ve temsilin bir yerine de şu mesaj yüklenir.

“Hem o fabrikadaki âletler benim namımla ve benim tezgâhımda işlettirilecek. Hem fiyatı, hem ücretleri birden bine yükselecek.” (bk. Sözler, Altıncı Söz)

Bir sohbette arkadaşlarıma, toprağın ve suyun fiyatlarını sormuş ve bir cevap alamamıştım. Muzun fiyatını sorduğumda ise yüksek bir rakamla karşıma çıkmışlardı. İşte toprak ve su Allah’ın bir fabrikası olan ağaca girdiklerinde, öteden muz olarak çıkıyor ve büyük bir kıymet kazanıyorlar. Aynı şekilde, otu inek denilen bir canlı fabrikaya veriyoruz, et ve süt elde ediyoruz. Şeker pancarı, fabrikadan şeker olarak çıkarken, çiçek tozları kovanda bal oluyorlar.

İnsan, etrafını saran böyle sonsuz ibret tablolarından ders alarak nefis ve malını, Rabbinin emir tezgâhına soksa, alâ-yı illiyyin denilen o üstün makama erecek ve cennet ehli olma şerefine kavuşacak.

Nefisdenilince insanın zâtını anlıyoruz, mal denilince de zâtın tasarrufuna verilen emanetleri. Bir başka ifadeyle, “nefis” insana ihsan edilen dahilî nimetleri; “mal” ise haricî nimetleri temsil etmekte. Her ikisi de insanı ya alâ-ı İlliyyîne çıkaran yahut esfel-i safiline düşüren imtihan âletleri.

Âyet-i kerimede nefisten başlandığını dikkate alarak nefsimiz üzerinde biraz duralım.

İnsan aklı, fizik ve kimyadan, ticaret ve ziraattan, kumar ve soyguna kadar her şeyde istimal edilmeye müsait. Bunların bir kısmı insanı yükseltirken, diğerleri alçaltır.

İnsan kalbi bir umman. İman ve küfürden, adalet ve zulme, tevazu ve kibre, itaat ve isyana, muhabbet ve nefrete, af ve intikama ve daha nice müspet ve menfi mânâlara açık. İnsanın alâ-yı illiyyîne yükselmesinde yahut esfel-i safilîne yuvarlanmasında en büyük pay onun.

Kalbe bağlı lâtifeler, hisler bedenin organlarından çok. Bunlar da insanı ya yücelere çıkarır yahut çukurlara düşürür. Sevgiden başlayalım. İnsan bu his ile, ya Rabbini ve Mevlâsını sever, yahut nefsini ve menfaatini. İşte birinci hâl yükseliş, ikincisi çöküştür.

Bir diğeri, “endişe duygusu.” İnsan, ya maddî ve dünyevî problemleri kendisine dert edinir, bunların endişesiyle ruhunu perişan eder. Yahut, bu dünya yolculuğunun cehennemle son bulma endişesi onu durmadan çalışmaya, gayrete ve duaya sevk eder. Birincisi, aşağıların aşağısı, ikincisi yüceler yücesidir.

Beş duyumuz da bu ölçüye vurulmalı. İnsan bunlarla sâlih amel de işleyebilir, isyan ve günah da. Birinciler, insanı en ileri makamlara, ikinciler ise en derin azaplara hazırlar. Yine Nur Külliyatı'nda, “Küfür, mahiyet-i insaniyyeyi yıkar, elmastan kömüre kalbeder.” denilerek, büyük bir hakikat dersi verilir. Demek ki, insan ahsen-i takvim ile ifade buyrulan bir elmas mahiyetinde yaratılmış. Kendisini rıza çizgisinden, istikamet hattından dışarı çıkarırsa, ceza alarak aşağıların aşağısına atılıyor. Bu çöküş “kömür” olmakla sembolize edilmiş. Bilim adamlarımızın ifadelerine göre, elmasla kömürün temel taşları aynı. Sadece kristalleşme şekilleri farklı. İşte bu farklılıktan birbirine zıt iki mahiyet doğuyor. Aynı harflerle farklı kelimelerin yazılabilmesi gibi, aynı insan mahiyetinden de birbirine zıt meyveler çıkabiliyor: Mümin-kâfir, salih-fasık, âdil-zâlim, mütevazı-mağrur gibi.

Bu misâle göre:

•Ahsen-i takvim, “en güzeli yazabilecek kıvamda, kabiliyette yaratılmış olma.”
•Alâ-yı illiyyîn, “bunu başarabilenlerin yüksek makamı.”
•Esfel-i safilîn, ise “yanlış yazanların büyük düşüş ve çöküşü.”

Allah Resulü (a.s.m.),

“Dünya âhiretin tarlasıdır.” (Aliyyülkârî, el-Masnû', I/; el-Aclûnî, Keşfü'l-Hafâ, I/)

buyurur. O halde insan bu dünyada, çekirdek kabilinden de olsa, “alâ-yı illiyyîn” şerefine erecektir ki, bu mazhariyet âhirette o yüce makam olarak kendini göstersin. Ve yine insan, işlediği isyanlarla, “esfele-i safilîne” lâyık olacaktır ki, bu liyakat o dehşetli azabı meyve versin.

Sözün özü: Yüksek insanlar da, alçak insanlar da bu dünyada yetişiyorlar. Ve âhirette her nefis kendi ameline uygun saadete eriyor yahut azaba düşüyor.

İlave bilgi için tıklayınız:

- Günah işleyen kişi tövbe etmekle günahlarından kurtulabilir mi?

23 Gaflet nedir ve ondan nasıl kurtulabiliriz?

Gaflet, ahlâk ve tasavvuf terimi olarak, dünya veya âhiret hayatı için gerekli olan bir şeyin önemini kavrayamama halidir.

Sözlükte "terketmek, önemsememek" anlamında masdar ve "dalgınlık, dikkatsizlik, yanılma, ihmal" mânasında isim olan gaflet kelimesi, "bir şeyin gerekliliği ortada iken bunun idrak edilememesi", "nefsin kendi arzusuna uyması, zamanın boş geçirilmesi" "yeterince uyanık ve dikkatli davranılmadığı için insana arız olan yanılgı hali" gibi manalara gelmektedir. (bk. et-Ta'rîfât, el-Müfredât Ğ-F-L md)

Dini bir terim olarak gaflet; en mühim vazife olan Cenab-ı Hakk'a itaat ve ibadeti terk edip, önemsiz ve kıymetsiz şeylerle uğraşmak ve nefsine ve hevesâtına tâbi olarak Allah’ı ve ahireti unutmak anlamına geliyor.

Buna göre, gerçek görevlerini unutma haline gaflet denir. Gaflet uykusuna dalanlar, ömür sermayelerini iyi değerlendiremezler. Kâinata ve onda cereyan eden olaylara gaflet ile bakanlar, gerçekleri göremezler.

Suyun buhar, sıvı ve buz halleri olması gibi, gafletin de dereceleri vardır. İnsan dünyaya daldıkça gaflet kalınlaşır, âdeta bir buz dağına dönüşür.

Dünyanın fani işlerine dalmak, gafleti artırır ve kalınlaştırır. Fikri harekete geçiren, Allah’ı, ahireti, ibadeti hatırlatan sohbetlere katılmak veya bunlardan bahseden eserleri dikkatle okumak ise gafleti dağıtır.

Kur'ân-ı Kerîm'de maddî ve manevî menfaatlerini bilen insanlara "zâkir" ve "ehl-i zikir", bundan habersiz olanlara da "gafil" denilmiştir. Gaflet "unutma ve yanılma" manasını da taşımakla birlikte, aslında bu iki kavramdan farklıdır. Bir şeyi bile bile terketmek gaflet; bilmeden terketmek ise unutmaktır.

Kur'an, hayvanlardan daha aşağı seviyede bulunan ve kalpleri mühürlü olanları gafil diye niteler (A'râf, 7/) ve müminlerden gafil olmamalarını isteyerek (A'râf, 7/) Allah'ın âyetlerinden gafil olanların cehennemlik olduklarını bildirir. (A'râf, 7/; Yûnus, 10/) Gaflet içinde bulunanlar âhirette pişmanlık duyacaklardır. (Enbiyâ, 21/97)

Gaflet kelimesi Kur'an'da "habersiz olma" mânasında da kullanılmıştır (Yûsuf, 12/3; Kâf, 50/22) ve Allah'ın gafil (olup bitenlerden habersiz) olmadığı hususuna sık sık dikkat çekilmiştir. (Meselâ Bakara 2/74, 85, , , )

Hadislerde de insanların Allah'tan, onun zikrinden ve âyetlerinden gafil olmamaları istenmiş, gafil kalple yapılan duanın tam ve mükemmel bir dua olmadığı belirtilmiştir. (Müsned, 2/; Tirmizî, Daavat, 65)

Zâhid ve sufîler gaflet konusu üzerinde önemle durmuşlardır.

İbn Ebü'l-Havârî gafleti "en büyük musibet ve kasvet" olarak tanımlar. Ona göre en derin uyku gaflet uykusudur. Gaflet olmasaydı insan nefsinin arzularına kul olmazdı.

Cüneyd-i Bağdadî, Allah'tan gafil olmanın ateşe girmekten daha zor olduğunu söyler.

Ebû Ca'fer Sinan'a göre bir insanın işlediği günahtan tövbe etmesi gerektiğinden gafil olması, o günahı işlemesinden daha kötüdür.

Kalbin gaflet içinde bulunmamasını isteyen Dârânî'ye göre gafleti kalpten kovmanın tek yolu Allah korkusudur.

İbn Mesrûk ise gafletle cehalet arasında bir ilgi kurarak cehaletin gaflete yol açtığını söyler.

Sûfîlerin tehlikeli buldukları gaflet, insana ibadeti ve kulluğu unutturan veya kalp huzuruyla dinî görevleri yerine getirmesine engel olan gaflettir.

Gafletin çok mertebe ve dereceleri vardır. Küfür bir gaflet-i mutlaka olduğu gibi ibadetlerdeki eksiklikler de bir gaflettir. Bu yüzden gaflet sadece küfür ve fısk ile sınırlı bir kavram değildir. Marifetin zirvesinde olan asfiyalar bile gafletten şikayet edip, o hallerine tövbe etmişler. İmanın yoğunluğunda bile gafletler bulunabilir. Hatta manevi terakki yolunda bir alt makam bir üst makama nispetle gaflet telakki edilmiştir.

Küfür, gafletin en koyu ve en kesif halidir. Bütün kainat Allah’a ve ahirete güneş gibi parlak birer delil de olsalar -nitekim öyledir- küfrün kesif ve koyu girdabında sönükleşip kaybolurlar. Küfür gafletinin bu koyu ve kesif halini ancak ve ancak hidayet ve iman ışığı yırtabilir ki, burada yine iş, insanın irade ve isteğine bakıyor. Yani insan, iradesini hidayet ve imandan yana sarf etmedikçe, gaflet sarmalından kendini kurtaramaz.

Gaflet öyle sinsi bir hastalıktır ki, hidayet ve iman sahasında da varlığını devam ettiriyor. İman etmiş birisi imanın yoğunluğunu ve aktifliğini her daim hissedip yaşayamıyor. İman etmiş ama imanın tadını, kokusunu alamıyor. Bunun yegane sebebi gaflettir.

Evet, gaflet imanın tesirini kırıp, imanı kalbin derinliğine hapseden zehirli ve fark edilmeyen sinsi bir düşmandır. Bu düşman uzun vadeli hesaplar yapar, hedefi, imanı kalpten atmaktır. Günahlar gafletin sivri başlarıdır. Nasıl ciğerdeki sinsi bir hastalık deride çıban şeklinde tezahür ediyor ise, gaflet de günah ve fısk şeklinde tezahür ediyor. Günahlar gafletin sinsi ve tehlikeli meyveleridir. Gaflet tövbe ve tefekkür ile imha edilmez ise, neticesi Allah korusun çok tehlikeli olabilir.

Gafleti besleyip büyüten; ülfet, ünsiyet, dünyevi meşgale, iman zayıflığı gibi şeylerdir. Bunlar kökten tedavi edilmedikçe, gaflet kanseri de tedavi edilemez.

Gafletin en büyük ilacı ve zıddı ise, huşu ve huzurdur. Huşu ve huzur Allah’ın huzurunda olduğunu idrak edip ona göre hareket etmek anlamındadır.

Allah’ın huzurunda olduğunu sürekli akılda ve zinde tutmanın tek yolu, her şeyde ona açılan marifet pencerelerini görebilmek ve okuyabilmek ile mümkündür. Yani bir çiçeğe, bir böceğe, bir yıldıza baktığımız zaman, Allah’ın isim ve sıfatlarını o şeylerde görebiliyor isek, o zaman her şey bize onu hatırlatır ve onu gösterir.

İşte bu manaya huzuru İlahide meleke kesbetme deniyor. Yani sürekli onun huzurunda olduğumuzu akılda ve zinde tutmamız demektir. Işık nasıl karanlığın düşmanı ise, huşu ve huzur da gafletin düşmanıdır.

Böyle bir huzur ve meleke ancak sağlam ve tahkiki bir iman ile kazanılır.

İlave bilgi için tıklayınız:

- Bizi gaflete iten nedenler nelerdir? Bunlardan nasıl kurtuluruz?
- İnsanın Gafleti
- Namazda Huşu' ne demektir? Huşu ile namaz kılmak ve gafletten kurtulmak için ne yapmak gerekir?

24 "Havf ve reca (korku ve ümit) arasında olmak" ne demektir?

Havf, “korku, korkutmak”, reca ise “emel, ümit, yalvarmak, dilek.” demektir. 

Sakin su, dalgalı deniz kadar güzel olamıyor. Rüzgârın esmesiyle sağa sola salınan dallar, sakin ağaçlardan daha hoş bir manzara sergiliyorlar. Rüzgârı göremiyoruz, eğer görebilseydik, onu da dalgalı bir deniz gibi seyredebilecektik.

Dalların âhenkli salınışları, rüzgârın o dalga dalga esişinin neticesi. İşte insan ruhu o dalgalı deniz, o salınan ağaç gibi. Melekler ise, sakin su, hareketsiz bitkiler gibi. İnsan ruhu imtihan rüzgârına mâruz. Ve insan kalbinde kararsızlık, değişkenlik hâkim.

İşte insan ruhundaki bu aralıksız değişme, bu fasılasız dalgalanma ona apayrı bir güzellik kazandırır. Onu meleklerin üstünde bir konuma çıkarır. O kalpte zıt renklerden tek bir kumaş dokunur. Celâl ve cemâl tecellileri o kalbi birlikte kemâle erdirirler. Kahır ve lütuf onda rıza olarak birleşirler.

İşte bu zıt tecelliler kalpte iki ayrı neticeyi birlikte doğurur: Havf ve reca.

Havf, tatlı bir korku: Allah’ın celâl, kibriya ve azameti karşısında haşyet duyma Reca ise zevkli bir ümit: Onun lütuf, ihsan ve kereminden daima ümitvâr olma

Dünya imtihanını kazanan insanlar, Allah’ın bütün sıfatlarına, fiillerine ve isimlerine birlikte inanırlar. Celâlî isimler, onların kalplerinde korku ve haşyet doğururken, cemâlî isimler gönüllerini ümitle, sürurla, sefayla doldurur

Onlar, emir ve yasaklar denilen ikili bir imtihana tâbi tutulurlar. Karşılarına helâller ve haramlar çıkar, doğru ve yanlış arasında çoğu kez sıkışıp kalırlar. Hayırları işlemek amel-i salih, şerlerden kaçmak ise takvadır. Amel-i salih işlendikçe reca kapısı, takvada ilerlendikçe havf kapısı açılır. Her iki kapıdan da aynı neticeye erilir: Cennet.

Mü’min, hem ümit ve hem de korku içinde olmalıdır. Zira Allah hem Gaffar’dır, hem de Kahhar. Bağışlaması da vardır, kahrı ve perişan etmesi de.

Bize havf ve reca dersi veren bir hilkat tablosu:

Arzın merkezinde, magma bir ocak gibi durmadan yanıyor. Üstte Güneş, alevlerini kilometrelerce öteye fırlatıyor. Ve nihayet, insanlar ve hayvanlar, denizler ve ormanlar varlıklarını bu iki ateş arasında devam ettiriyorlar.

İnsanın manevî terakkisi de iki ateş arasında sürüyor: Nefis ve Şeytan. Bu tablo karşısında insan şöyle düşünmeli: Madem ki bedenim, güneş ve magma arasında hayatını devam ettiriyor; ruhum, nefis ve şeytana rağmen hâlâ mü’min. O hâlde, Allah’ın rahmetinden ümit kesmek için hiçbir sebep yok. Ve madem ki, bu iki ateşten de bir an olsun başım sakin olamıyor, öyleyse azaptan emin olmam da akıl kârı değil

Havf da reca da mü’minin sıfatlarıdır. Bundandır ki, hangisi ruhtan çekilse, küfür tehlikesi belirir. Havf etmeyen insan, isyan yolunu tutar, bu yolun sonunun ise küfre çıkma tehlikesi vardır. Recanın azalması da ümitsizliğe yol açar. Bu da sonu küfre çıkabilecek bir başka yoldur.

Kur’an-ı Kerim’de bir kısım âyetler, mü’mini cennetle müjdelerken, bir kısmı da âsileri cehennemle tehdit ediyor. Kalbin bir atıp bir sessiz kalması gibi, insanı bir havfa bir recaya sevk etmekle hoş bir âhenk meydana getiriyorlar.

Fatiha Kur’an-ı Kerim’in fihristesi, hülâsasıdır. Onda da havf ve reca dersi birlikte veriliyor.

“Hamd”de medih ve sena hâkim.
“Mâliki yevmiddin”, havf dersi verir.
“İbadet” recaya, “istiane” havfa işaret ederler.
“Sırat-ı müstakime hidayet talebi” recadır.
“Mağdup ve dallinden olma korkusu” havftır.

Fatiha’yı okuyan bir mü’minin ruhu, o hissetmese de havf ve reca dalgaları arasında seyran eder.

25 Zevk nedir; niçin verilmiştir?

Diyorlar ki: Dünyaya bir kere gelinir. Sonun başlangıcı yoktur. Gülün, eğlenin, bir yıldırım hızıyla geçen ömrünüzü zevk ve safa ile geçirin. İman, ahiret, ibadet, helal, haram, ölüm gibi size sorumluluğunuzu hatırlatacak ve zevklerinizi kısıtlayacak kavramları düşünmeyin. Siz bir kelebek kadar hür ve kayıtsız olmalısınız. "İç bade, güzel sev, var ise aklü şuurun / Dünya var imiş, ya ki yok imiş ne umurun."

Bu bir hayat felsefesidir ve adına hedonizm denir. Dilimizde "hazcılık" veya "zevkçilik" diye ifade edilebilir. Kökleri Eski Yunan'a kadar gider. İlk filozofu Epikür'dür. Felsefe tarihleri, her ne kadar Epikür'e "İlk" diyorlarsa da bu beni tatmin etmiyor. Kanaatime göre ilki şeytan, ikincisi nefistir; Epikür, ancak üçüncü olabilir! Daha sonra bu fikirlerin bir benzerini Ömer Hayyam'da görüyoruz.

Felsefe, Nedim'in, "Gülelim, eğlenelim, kâm alalım dünyadan." mısrasıyla sloganlaşır. Günümüzün maddeci toplumları; zevk kıskacının kurbanı oldular. Bu salgın hastalık, bazı şer odaklarının marifetiyle, vatanımızı hedef almış durumda. Gençlerimizin beyinleri, sözde sanatlarla yıkanıyor; şarkı sözlerine kulak verin, kafi.

Evvela, hedonizmin içyüzü üstünde durmak istiyorum. Bir sistemin kabul görmesi için, toplumun tamamına, yahut ekseriyetine hitap etmesi gerekir. Oysa hazcılık, kısmi bir azınlığı içine alıp, çoğunluğu dışarıda bırakıyor. Çünkü, cemiyetin ekseriyetini çocuklar, hastalar, fakirler, ihtiyarlar ve musibete uğrayanlar teşkil ederler. Dilediği gibi eğlenmek, her arzusunu tatmin etmek, her zevki tatmak, ancak belli bir gruba vergidir. Hem genç olacak, hem sağlıklı, hem zengin ki, keyif peşinde koşabilsin. Karnını doyuramayan fakire, ızdıraplar içinde inleyen hastaya, kabir kapısında ölümü bekleyen ihtiyara "ye, iç, eğlen, keyfine bak" demek gülünç olmaz mı? Fakir, ancak bu dünyada tadamadığı lezzetlere, ahirette kavuşacağını düşünüp, ümit ederek teselli olabilir. Hastalar, aczini anlayıp, Yaradan'ına dua etmekle huzura kavuşur.

Beli bükülmüş, fani zevklerden elini çekmek zorunda kalmış ihtiyarlar ise, ölümün yokluk olmadığını, ebedi bir aleme gitmek için vasıta olduğunu düşünmekle tarifsiz kederlerden kurtulabilir.

Şark tefekkürünün abidelerinden olan Sadi'nin de dediği gibi; "İnsanlar bir vücudun azalarıdırlar." Organların karşılıklı yardımlaşmalarıyla hayat devam eder. Toplum hayatı da fertlerin dayanışmasına ve birbirleriyle müspet manada ilgilenmesine bağlıdır.

Akıl, kalb ve vicdan sahibi her insan, sair hemcinslerine merhamet eder, etmelidir. Çevresindeki kişilerin dertlerine, kederlerine, ızdıraplarına kayıtsız kalabilenler, insani özelliklerini kaybedenlerdir.

Ağlayan yetimlere, kıvranan açlara, inleyen hastalara ve titreyen ihtiyarlara rağmen zevkini düşünenlere, sadece keyif için yaşayanlara insan mı denir?

Hazcılar, çalışmayı da sevmezler. Kazanmak için ter dökmek istemezler. İş, zamandan ve keyiften fedakarlık etmeyi gerektirir. Şu hâlde zevk için harcanacak parayı nerden temin edecekler? Şüphesiz saf ve masum insanların sırtından. Bu sebeple, cemiyette zevkçilik arttıkça, vurgunculuk da çoğalıyor. Bir yanda gayri meşru kazancı meslek hâline getirenler, diğer yanda çalıştığı halde yeterince kazanamayanlar. Dünya, zalim asalaklarla, mazlum vatandaşların dünyası.

Zevk, gaye olursa, aile müessesesi zayıflar. Çünkü, cemiyetin çekirdeği olan aile, ancak fedakarlıklarla ayakta durabilir. Kadını, "yasak zevklerin aracı" kabul eden zihniyet, "şefkat kahramanı anayı" tanımaz. Çocuk ise, keyif aracı olan parayı paylaşarak azaltan düşmandır; doğmadan öldürülmelidir.

Aşiretleri devlet yapanlar, kahramanlardır. Esir milletleri, efendi haline getirenler, ideal adamlarıdır. Ölüm uykusuna yatmış cemiyetleri ayaklandıran, coşturan ve yüce hedeflere koşturanlar, alperenlerdir.

Şahsi arzuları peşinde sürüklenenler kahraman olamazlar. Sefahat döşeğine rahat için yatanlar, fedakarlık edemezler. Benciller, ölüme gülümseyen, mana için yaşayıp, dava için ölenleri anlayamazlar. Bunlardan meydana gelen toplum, içinden çürümüştür.

Hayatın gayesini zevk zannedenlerin beyinleri, midelerine inmiştir. Maddi zevkten başka zevklerin de olabileceğine ihtimal vermezler. Açı doyurmanın, yetimi okşamanın, düşküne yardım etmenin hazzına yabancıdırlar. Gürültülü müzikten, kasıkları patlatan komediden, şehvet kokan edebiyattan hoşlanırlar. Ömürleri, yeni zevkleri hayal etmekle geçer. Zevkin sınırı yoktur. Tekrarlanan hazlar, tat vermez olur. O zaman yeni ve değişik zevklerin peşine düşerler. Bulamayınca, sıra aklı uyutmaya gelir. Yeni dostları afyon, eroin ve alkoldür artık. Uyuyan, uyuşan ve sızan bir cemiyet ortaya çıkar. Böyle bir toplum, dostu düşmandan ayırt edemez. Hürriyet kapısı kapanmaya, esaret kapısı açılmaya başlar. Ruhun cüzzamı olan bu korkunç hastalığa yakalananlar, manen ölüdürler. Ölülerse, mülklerini koruyamazlar. İşte bunun için materyalist dış odaklar ve onların içerdeki kuklaları, zevki ve hazzı gaye olarak gösteriyorlar!

Zevk, vasıtadır; ferdi hayatın ve neslin devamı için yaratılmıştır. Yiyeceklerde zevk olmasaydı, yemek içmek bir azap olurdu. Yiyemez, içemez ve zaruri ihtiyacımız olan gıdaları alamazdık. Hayat devam etmezdi. Keza, evlilikte lezzet olmasaydı, aileler kuramaz, çoğalamaz, yeryüzünü şenlendiremezdik. İnsan nesli kesilirdi. Halbuki biz, iman ve ibadet için yaratıldık. Bu yüce vazifeleri yapmak için yaşamalı, neslimizi devam ettirmeliyiz. Yanlış olan, vasıtayı gaye yerine koymaktır. Zevk için yaşayanlar, eşeğini doyurup, kendisi açlıktan ölenlere benzerler.

Zevk ve lezzetin yaratılmasındaki bir hikmet de şudur: Biz bu dünyaya bir imtihan için gönderildik. Burası ücret ve mükafat yeri değildir. Her padişah gibi, şu dünya mülkünün maliki olan Allah'ın da bazı emirleri ve yasakları var. Haram zevkler de bu imtihanın bir parçası. Bizden, meşru dairede kalmamız isteniyor. Hür bir iradeyle yaratılmışız. Helal çizgisinde yaşayıp cenneti kazanmak da elimizde, haram zevklere kapılıp cehenneme gitmek de.

Aslına bakarsanız, Allah'ı tanımayan, ahireti bilmeyen ve kulluk şuuruna ermeyen kişi, dünyada da mutlu olamaz. Çünkü dünyanın lezzetleri geçicidir. Zevkin bittiği yerde elem başlar. Ölüme kadar sürer gider bu nöbet. Hazların fani olduğunu düşünmek bile, hayatı zindan etmeye yeter. Hayattan tam zevk alanlar, ancak inananlardır. Onlar bilirler ki, lezzetler geçicidir, ama nimetleri veren Allah bakidir. Tükenen nimetlerin devamını da yaratmaya muktedirdir. Bu dünyada vermese bile, ebedi saadet yeri olan ahirette verebilir. Şu halde lezzetin sonunu düşünüp kederlenmek manasızdır. Evindeki bir sepet elmanın biteceğini düşünerek üzülen fakir bir adam, öğrense ki, padişah kendisini elmasız bırakmayacak, her ne zaman elması kalmasa o yine verecek, sevinir ve lezzetini tam alır.

İnsanı hayvandan ayıran en mühim özellik, akıldır. Fakat bu müstesna kabiliyet, yerinde kullanılmazsa bela olur. Çünkü, akıl sayesinde geçmişi ve geleceği düşünmek mümkündür. İnanmayan adam, geçip giden güzel günlerini hatırlayarak hayıflanır. Gelecek zaman ise, meçhul tehlikelerle doludur. Ölümü her şeyin sonu sanan için, mazi, bir yoklar ülkesidir. İstikbal ise, kendisini yutacak bir ejderha ağzıdır. Allah'a teslimiyeti olmadığı için, her olay ruhunu titretir. Dış görünüşüne bakılırsa mutlu zannedilir, lakin iç dünyası, acılarla cehenneme dönmüştür.

Oysa inanan kişi için ölüm yokluk değil, bir başlangıçtır. Nurani ahiret alemine geçiş vasıtasıdır. Gelecek ise, sonsuz merhamet sahibi olan Allah'ın emrindedir. Dünya da, içindekiler de fanidir, ama O daimidir.

Eğer insan bu dünyada ebediyen kalacak olsaydı, belki zevkine gereğinden fazla önem verebilirdi. Fakat yeryüzünde her an ölüm rüzgârları esiyor. Çevremizde ölümlü hayatın kavgasına şahit oluyoruz. Her yaratıkta ölümün yüzünü görüyoruz. Dün dalında gülümseyen çiçekler, bugün ayaklar altında. Bahar ve yazın yeşil gelinleri olan ağaçlar, kışın kefenler içinde. Masmavi göklerde uçan kuşlardan artakalan, bir avuç tüy yumağı. Elif gibi dik duran gençler, bir de bakıyoruz ki, dal gibi eğilmişler. Zevk cilasıyla parlayan gözler toprakla doluyor. Sevdiklerimiz bizi birer birer terk ediyorlar. Bütün yollar kabre çıkıyor. Şeksiz şüphesiz biliyoruz ki, bizim de sonumuz ihtiyarlık ve ölümdür. Şu halde, hakimiyet davasında hayattan hiç de geri kalmayan ölümün bizden bir isteği olmalı. İşte, insanın en önde gelen meselesi budur ve hiç kimse bu gerçeğe kayıtsız kalamayacaktır. Zevkperest, ölüm karşısında titrerken, Müslüman rahattır. Çünkü ölüm, toprağa girip çürümek değil, sevgili Peygamberine ve sair sevdiklerine kavuşmak demektir. Başkalarını dehşete düşüren Azrail, güvenilir bir emanetçidir. Ve onlar için cenaze merasimiyle, düğün alayı, aynı şeydir. Gidiş Rahman ve Rahim'e olunca, kabir gülistana döner.

Hayatın gayesi zevk değildir, diyoruz. Öyleyse niçin yaratıldık?

Şimdi de bu sorunun cevabını arayalım:

"Çoklukta birlik" diye tarif edilen ahengin en mükemmelini kâinatta görmekteyiz. Her yaratık, kendisine düşen vazifeyi eksiksiz olarak yerine getiriyor. Cansızlar, hayata hizmet ediyor. Hayatın en ulvisi de insana verilmiş. Hiç tereddüt etmeden diyebiliriz ki, kâinat insan için çalışıyor. Bitkiler hayvanların, hayvanlar ise insanların emrinde. Her mahlukun bir gayesi olduğuna göre, insan da bir maksat için yaratılmıştır. Aksini düşünmek abes olur. Şu halde bu nasıl bir gaye olmalı? Bu sorunun cevabı, Rabbimizin kelamıdır.

Bütün ilahi kitaplar aynı noktaya parmak basarak diyorlar ki:Temel vazifeniz, sizi yoktan var eden ve sayısız nimetlerle yaşatan Allah'ı tanıyıp, kulluk etmektir. Sonsuz bir gençlik, ebedi bir saadet ve tükenmez zevkler isterseniz, O'nun emirlerine itaat edip, yasaklarından sakınınız. Dünyanın zevkleri, aldatıcı seraba benzer. Fani lezzetlerin cazibesine kapılarak gerçek hedefinizi unutursanız, azaba uğrayanlardan olursunuz. İsyan ve küfür nankörlüktür.

Misafir, ev sahibinin sözüne itaat etmelidir. Kendisini yediren, içiren, istirahatını temin eden zatı dinlemeyerek, içinden geleni yapan adam nankördür. Vazifesi teşekkürken, misafirhane sahibini tanımak istemeyen misafir, kahra müstahaktır. İşte, dünya misafirhanesine gelip de nimetlere mazhar olan, fakat Allah'ı bilmeyen kulun hâli bu misale benzer.

Yeri gelmişken bir konuya daha temas etmek istiyorum: Batılı psikologlar, daima nefisle ruhu birbirine karıştırmak gibi affedilmez bir hataya düşüyorlar. Pek tabii, bizdeki taklitçiler de aynı hatayı tekrar ediyorlar. Sonuç, nefsin isteklerini, sanki ruhun arzularıymış gibi kabul etmek ve psikolojik sistemleri bu yanlış kabule dayandırmak oluyor. İşte tavsiyeleri: "Hiçbir arzunuzu bastırmayın, içinize atmayın, bir an önce tatmin edin." Bu fikirler, kabul de görüyor. Günahlar, ilmi kisvelere bürünerek meşrulaşıyor. Böylece, azgın ihtiraslarına sınır koymayan "bilimsel sapıklar" ve "aydın zalimler" çoğalıyor. Zayıflar eziliyor, masumlar lekeleniyor, kuzular kurtlara peşkeş çekiliyor.

Halbuki, ruh ayrı, nefis ayrı varlıklardır. İkisi aynı kişide bulunmakla birlikte, mizaçları taban tabana zıttır. Birinin zevk aldığından, diğeri tiksinir. Nefis, kötülüklere meftundur. Lugatinde "doymak" kelimesine yer yoktur. Hep daha fazlasını ister. Şımarıktır, isyankardır, yüzsüzdür. Aldıkça daha çok kuvvetlenir. Nihayet öyle bir raddeye gelir ki, insana "Hayatın gayesi zevktir." hükmünü verdirir. Mesuliyetten kaçar. Kaideler, yasaklar ve kanunlar, onun en sevmediği kavramlardır. Dini ve ahlakı da sırf bunun için sevmez. Çünkü bunlar insana, başıboş olmadığını, hayvan gibi istediği yerde otlayamayacağını, ibadet için yaratıldığını hatırlatır. Ona, Allah'a isyanın nankörlük olduğunu söyler.

Ruhun da kendine has gıdaları vardır. O, ilimle olgunlaşır, ibadetle teneffüs eder ve tefekkürle yücelere erer. Yaratıklardaki harika sanatları görerek Rabbini düşünmek, muhatap olduğu nimetler için minnet duyarak şükretmek, en mühim gayesidir. Bu yolla, geçmişin elemlerinden ve geleceğin endişelerinden kurtulur. Teslimiyet ve tevekkülle huzura kavuşur. Organlar, yaptıkları işe göre kıymet alırlar. Sadece maddi zevkler için kullanılan kabiliyetler, değerlerini kaybederler. Ruh, bu gerçeğin farkındadır. Aklını ve diğer manevi cihazlarını midesine ve cinsi isteklerine hizmet ettirenlerin mutlu olmaları kabil midir? Efendilerin uşaklara köle olduğu yerde, saadetten bahsedilebilir mi?

Hazcılığın sonu pesimizm, yani karamsarlık felsefesidir. Çünkü, "Devam etmeyen şeyde lezzet yoktur." Dünya nimetlerinin ve kendisinin fani olduğunu bilen insanın mesut olması mümkün müdür? Aklı uyuşturan maddelerin sefahat toplumlarında çoğalması da bu hakikati gösterir. Yine, maddi hazlara doymuş Batı cemiyetlerinde intihar olayları daha çok görülüyor ki, bu durum, mutlu olamadıklarının en açık delilidir. Mesut bir insan niçin aklını uyutsun ve niye intihar etsin!

Şuna hep inanmışımdır; eğer zevkine düşkün olanlar, cennetteki lezzetlere şüphesiz inansalar, herkesten ziyade ibadetle meşgul olurlardı. Çünkü her hazzın aslı oradadır. Dünya zevkleri ise, bir gölgeden ibarettir.

Hedonistlere şunu söylemek isterdim: Zevk ve safa içinde sonsuza kadar yaşamak mı istiyorsunuz, hiç durmayınız; iman ab-ı hayatından ve ibadet şerbetinden içiniz. Yarın çok geç olabilir. Öbür güne ise hiç güvenmeyiniz.

Sözün kısası,

"Hakiki zevk ve elemsiz lezzet ve kedersiz sevinç ve hayattaki saadet, yalnız imandadır ve iman hakikatları dairesinde bulunur."

Bundan dolayı zevk ve saadet isteyenlere söylenecek söz şudur:

"Hayatın lezzetini ve zevkini isterseniz, hayatınızı iman ile hayatlandırınız ve feraizle zinetlendiriniz ve günahlardan çekinmekle muhafaza ediniz."

26 Şefkat ve hoşgörü ne demektir. Bu duyguları nasıl kullanmalıyız?

Şefkat: Büyük insanlarda bulunan yüksek bir vasıf. Merhamet, hamiyet, ihsan ve kerem gibi yüksek seciyelerin müjdecisi

Üstat Bediüzzaman Hazretlerinin “acz, fakr, şefkat, tefekkür” yolu olarak tarif ettiği, iman ve Kur’an hizmetinin dört esasından birisi de şefkattir. Şefkat, insanı “Rahîm ismine “ ulaştıran en büyük bir vesiledir.

Rahîm ismine kâmil mânâda mazhariyet, insanlara iyiliklerin en büyüğü olan iman vadisinde yardımcı olmakla, onları ebedî azaptan kurtarıp sonsuz bir saadete kavuşturmak için bütün himmet ve gayretiyle çalışmakla olur. Allah Resûlü (asm.) bu mânânın en ileri temsilcisidir. O, müşrikleri tevhide davet eder, onların cehennem azabından kurtulmaları için en ağır ve dayanılmaz şartlar altında gayret gösterirdi. Ama, şirkin de amansız düşmanıydı.

Malûmdur ki, kâfire düşmanlık küfrü içindir. Üstat Bediüzzaman Hazretlerinin ifadesiyle,

“Bir insan zâtı için sevilmez, sıfatı için sevilir.” (Münazarat)

Bu kaideye göre, bir insana zatı için değil kötü sıfatları için düşmanlık edilir. O halde biz, kâfirin küfür sıfatına düşman olacak, o sıfatı taşıdığı için de onu sevmeyeceğiz. Ama onun, küfürden kurtulması için de şefkat ile gayret edeceğiz.

Biraz da şefkate yakın gibi görünen ve çoğu kez onunla karıştırılan “hoşgörü” üzerinde duralım. Hoşgörü çoğu zaman “sabır, afv, hilm ve şefkat” karışımı, değişik bir mânâda kullanılıyor.

Hoşgörü denilince, “mânen hasta insanların nazını çekme, onlara iyi davranıp kurtuluşları için sabırla çalışma” anlaşılmalıdır. Bu mânâsıyla hoşgörü, şefkatin bir şubesidir ve ulvî bir sıfattır.

Son Güncellenme:

LinkedinFlipboardE-postaLinki KopyalaYazı Tipi

Maalesef hayatta yaşadığınız sürece dostlarınız olacağı gibi düşmanlarınızda olacaktır. Sizi çekemeyen,kıskanan birçok kişiyle karşılaşacaksınız. Sosyal medya üzerinde bu durumu yaşayanlar düşmanasöylenecek etkili sözleri paylaşmaktadır. Sizler de dost gibi görünen ve çekemeyen insanlarasöylenilebilecek sözleri öğrenerek, yaşadığınız duruma göre kullanacağınız paylaşımları seafoodplus.info gibi yanınızda olsa da arkanızı döndüğünüzde kuyunuzu kazanlar olacaktır. Bu durum üzücü olsada birçok kişinin başına geldiği unutulmamalıdır.

1/50Düşmana Sözler Dost Gibi Görünen Ve Çekemeyen İnsanlara Söylenilebilecek Sözler
2/50Düşmana Sözler Dost Gibi Görünen Ve Çekemeyen İnsanlara Söylenilebilecek Sözler
3/50Düşmana Sözler Dost Gibi Görünen Ve Çekemeyen İnsanlara Söylenilebilecek Sözler
4/50Düşmana Sözler Dost Gibi Görünen Ve Çekemeyen İnsanlara Söylenilebilecek Sözler
5/50Düşmana Sözler Dost Gibi Görünen Ve Çekemeyen İnsanlara Söylenilebilecek Sözler
6/50Düşmana Sözler Dost Gibi Görünen Ve Çekemeyen İnsanlara Söylenilebilecek Sözler
7/50Düşmana Sözler Dost Gibi Görünen Ve Çekemeyen İnsanlara Söylenilebilecek Sözler
8/50Düşmana Sözler Dost Gibi Görünen Ve Çekemeyen İnsanlara Söylenilebilecek Sözler
9/50Düşmana Sözler Dost Gibi Görünen Ve Çekemeyen İnsanlara Söylenilebilecek Sözler
10/50Düşmana Sözler Dost Gibi Görünen Ve Çekemeyen İnsanlara Söylenilebilecek Sözler
11/50Düşmana Sözler Dost Gibi Görünen Ve Çekemeyen İnsanlara Söylenilebilecek Sözler
12/50Düşmana Sözler Dost Gibi Görünen Ve Çekemeyen İnsanlara Söylenilebilecek Sözler
13/50Düşmana Sözler Dost Gibi Görünen Ve Çekemeyen İnsanlara Söylenilebilecek Sözler
14/50Düşmana Sözler Dost Gibi Görünen Ve Çekemeyen İnsanlara Söylenilebilecek Sözler
15/50Düşmana Sözler Dost Gibi Görünen Ve Çekemeyen İnsanlara Söylenilebilecek Sözler
16/50Düşmana Sözler Dost Gibi Görünen Ve Çekemeyen İnsanlara Söylenilebilecek Sözler
17/50Düşmana Sözler Dost Gibi Görünen Ve Çekemeyen İnsanlara Söylenilebilecek Sözler
18/50Düşmana Sözler Dost Gibi Görünen Ve Çekemeyen İnsanlara Söylenilebilecek Sözler
19/50Düşmana Sözler Dost Gibi Görünen Ve Çekemeyen İnsanlara Söylenilebilecek Sözler
20/50Düşmana Sözler Dost Gibi Görünen Ve Çekemeyen İnsanlara Söylenilebilecek Sözler
21/50Düşmana Sözler Dost Gibi Görünen Ve Çekemeyen İnsanlara Söylenilebilecek Sözler
22/50Düşmana Sözler Dost Gibi Görünen Ve Çekemeyen İnsanlara Söylenilebilecek Sözler
23/50Düşmana Sözler Dost Gibi Görünen Ve Çekemeyen İnsanlara Söylenilebilecek Sözler
24/50Düşmana Sözler Dost Gibi Görünen Ve Çekemeyen İnsanlara Söylenilebilecek Sözler
25/50Düşmana Sözler Dost Gibi Görünen Ve Çekemeyen İnsanlara Söylenilebilecek Sözler
26/50Düşmana Sözler Dost Gibi Görünen Ve Çekemeyen İnsanlara Söylenilebilecek Sözler
27/50Düşmana Sözler Dost Gibi Görünen Ve Çekemeyen İnsanlara Söylenilebilecek Sözler
28/50Düşmana Sözler Dost Gibi Görünen Ve Çekemeyen İnsanlara Söylenilebilecek Sözler
29/50Düşmana Sözler Dost Gibi Görünen Ve Çekemeyen İnsanlara Söylenilebilecek Sözler
30/50Düşmana Sözler Dost Gibi Görünen Ve Çekemeyen İnsanlara Söylenilebilecek Sözler
31/50Düşmana Sözler Dost Gibi Görünen Ve Çekemeyen İnsanlara Söylenilebilecek Sözler
32/50Düşmana Sözler Dost Gibi Görünen Ve Çekemeyen İnsanlara Söylenilebilecek Sözler
33/50Düşmana Sözler Dost Gibi Görünen Ve Çekemeyen İnsanlara Söylenilebilecek Sözler
34/50Düşmana Sözler Dost Gibi Görünen Ve Çekemeyen İnsanlara Söylenilebilecek Sözler
35/50Düşmana Sözler Dost Gibi Görünen Ve Çekemeyen İnsanlara Söylenilebilecek Sözler
36/50Düşmana Sözler Dost Gibi Görünen Ve Çekemeyen İnsanlara Söylenilebilecek Sözler
37/50Düşmana Sözler Dost Gibi Görünen Ve Çekemeyen İnsanlara Söylenilebilecek Sözler
38/50Düşmana Sözler Dost Gibi Görünen Ve Çekemeyen İnsanlara Söylenilebilecek Sözler
39/50Düşmana Sözler Dost Gibi Görünen Ve Çekemeyen İnsanlara Söylenilebilecek Sözler
40/50Düşmana Sözler Dost Gibi Görünen Ve Çekemeyen İnsanlara Söylenilebilecek Sözler
41/50Düşmana Sözler Dost Gibi Görünen Ve Çekemeyen İnsanlara Söylenilebilecek Sözler
42/50Düşmana Sözler Dost Gibi Görünen Ve Çekemeyen İnsanlara Söylenilebilecek Sözler
43/50Düşmana Sözler Dost Gibi Görünen Ve Çekemeyen İnsanlara Söylenilebilecek Sözler
44/50Düşmana Sözler Dost Gibi Görünen Ve Çekemeyen İnsanlara Söylenilebilecek Sözler
45/50Düşmana Sözler Dost Gibi Görünen Ve Çekemeyen İnsanlara Söylenilebilecek Sözler
46/50Düşmana Sözler Dost Gibi Görünen Ve Çekemeyen İnsanlara Söylenilebilecek Sözler
47/50Düşmana Sözler Dost Gibi Görünen Ve Çekemeyen İnsanlara Söylenilebilecek Sözler
48/50Düşmana Sözler Dost Gibi Görünen Ve Çekemeyen İnsanlara Söylenilebilecek Sözler

Hakkınızda kimin ne dediğini dert etmeyin. Neticede insan hazmedemediğini kusar.

About Neslihan Yalabuk:

Sahip olamayacagın şeye ikinci kez bakma.
Şimdi profilimden çıkabilirsin

Neslihan Yalabuk photo gallery:

Nothing to show here at this time

Aynen öyle çok haklısın . tak kulaklıgını arkandan zırvalayanların varsa dogru yoldasındır boşkoy :D

Latest answers from Neslihan Yalabuk

Aşkın oldugu yerde paranın önemi varmı şence

Bence yok para neki anasını satayım .

kübra kcmn?

Bacıdır o candır kurban oldugum hatunu :*
Çok seviliyo benden küçük ama her yaşa her ortama ayak uyduran deli yürekli koca kız :*

“Adı geçiyor bir yerde, sonra o nefes darlığı.”

hşşş

sen varya sen

Buyur ben varya ben he :D

Allah bana aşırı sahiplenme duygusu aşılayarak belamı vermiş zaten.

Sahiplenme sende o zaman manyak .

İtiraf ?

Şu anonim sorup bide klavye artisligi yapanlar klavyede artislik yapan parmaklarınızı alır kırar götünüze uygulamalı gösteririm ibret alır herkes . adam olun yiyosa yüzüme deyin anca havlarsınız .zamanında kemik atmadıgımdan ;)

oktayla ckiyonmu daha

sanane ? :D çokmu ilgilendiriyo

Rica etsem ilaydayla hakkımızdaki düşünceni soru olarak yazar mısın? :) şimdiden tesekkürler

furkannoz’s Profile Photo#Furkan ÖZ™♛

sarışın kızlarmı esmer kızlarmı ?

Bence esmer çünkü makyaj yapmalarına hiç gerek yok dogallıgımız olunca :D
Ama bana sarı saçta çok yakışıyo o nedenle farketmiyo :D

Language: English

nest...

batman iftar saati 2021 viranşehir kaç kilometre seferberlik ne demek namaz nasıl kılınır ve hangi dualar okunur özel jimer anlamlı bayram mesajı maxoak 50.000 mah powerbank cin tırnağı nedir