gazap kuşları izle / Kızgın Kuşlar - Angry Birds Film 2016 Türkçe Dublaj izle | Tek Full Film izle, Full HD Film izle

Gazap Kuşları Izle

gazap kuşları izle

GAZAP KUŞLARI (The Thorn Birds)

194 görüntüleme
Kadınların hayran olduğu (nafile bir çaba) Richard Chamberlain'in başrolünde oynadığı çok acıklı bir mini diziydi, Richard bu dizide Maggie diye bir kıza aşık olan ama kendini dine adadığı için aşkını inlar eden Ralph diye bir rahibi canlandırıyordu. Maggie evlenip çocuk sahibi olduktan sonra aşkını kabullenen Ralph'ten de bir oğlan doğuracak, kahramanlarımız kendilerini bekleyen trajik sona doğru ilerleyeceklerdi.

Yorumlar

  • TC Ekrem Tütüncü
    Sinema tarihinin en mükemmel filmlerinden.
  • Emine Bilgin Elagöz
    dizinin 1985 arşiv kaydı izlemek isteyenler için..ingilizce dilde, başlarda biraz eski tv den kayıt olduğu için cızırtı var karıncalı ekran geliyor (gerçi o yılları özleyenler onuda özlemiştir tv de görüntü gidince karıncalı ekran çıkardı) 😃https://ar…

Colleen McCullough - Gazap Kuşları

0 ratings0% found this document useful (0 votes)
408 views453 pages

Copyright

Available Formats

PDF, TXT or read online from Scribd

Share this document

Share or Embed Document

Did you find this document useful?

0 ratings0% found this document useful (0 votes)
408 views453 pages

yunca yalnızca bir d çfa. yeryüzündeki bü­


tün yaratıklardan d ah a tatlı b irs e s te şakır
O gün yuvgsm aan ayrılıp, bir A lıç ağacın ın
p a c ım a s ız dikenlerinden en sivrisini g ö ğ sü ­
ne göm er. O iken yüreğini p a rç a la rk e n d a ­
ha d a içli bir sesle dile g etirir acılarını/*
O ünya susar, kulak kesilir. Ç ünkü en g ü ­
zel şeylerin, böylesine büyük a c ıla r p a h a ­
sına e ld e edildiğini h erkes bilir!.
Y a da böyle d er e fs a n e ...

G A Z A P K U Ş LA R I (Th e Thcrn Birds) 28


haftGdanberi en ç e k s a ta n k ita p la rın b irin ­
c i s ıra s ın d a .
— Publishers Weekly —

Son yılların en güzel ve etkileyici ro­


manı. M u tla ka okunmalı...
— Bookseîler
Bir kuşla ilg ili efsane şöyle der: Tüm yaşamında
yalnızca bir kez, yeryüzündeki bütün yaratıklardan da­
ha ta tlı, daha dokunaklı bir sesle şakır bu kuş. Yuva­
sından ayrılır ayrılmaz bir alıç ağacı aramaya başlar,
bulana dek durmamacasına... Sonra ağacın acımasız
dikenleri arasında en sivri, en uzun olanına göğsü .ü
gömerken, ölüm cül şarkısına başlar. Diken yüreğini
parçalar, ama o, acısını aşarak bir çayır kuşundan, bir
bülbülden daha güzel, daha içli dile g e tirir azabım.
Dünya susar kulak kesilir, Tanrı cennetinde mutlu
olur, gülüm ser. Çünkü en güzeli, ancak büyük azap
pahasına elde e d ilir. Ya da böyle der efsane...
BİRİNCİ BÖLÜM

MEGGİE

1915 — 1917

1915 yılının 8 aralığında Meggie Cleary dört yaşma bastı.


A nnesi, kahvaltı tabaklarını kaldırdıktan sonra kahverengi bir
paketi h içb ir şey söylemeden onun kucağına bırakıp dışarıya
çıkmasını söyledi. Meggie de ön kapının yanındaki ağacın dibi­
ne çöm elerek sabırsızlıkla paketin kâğıdını çekiştirdi. Kalın kâ­
ğıt, VVahine’den alınm ıştı. Bu da küçük kıza, paketin içindeki-
nin evde yapılm amış ya da b ir hayır kurumunca bağışlanmamış
olduğunu açıklıyordu. Bu armağan bir mucize sonucu satın alın­
m ıştı.
Kâğıdın b ir köşesinden yumuşak ve altın gibi parlak bir şey
gözüktü. Küçük kız pakete telaşla saldırıp, kâğıdı uzun uzun par­
çalar halinde yırtm aya başladı.
Sonra y ırtık kâğıtların içinde yatan bebeğe bakıp gözlerini
kırp ıştırarak, «Agnes!» diyebildi. «Oh, AgnesN
Bu, gerçekten m ucizeydi. M eggie, ömründe yalnızca bir k^z
VVahine’e g itm işti. O da geçen mayısta. Çok uslu olduğu için
buna izin v e rilm iş ti. Onun için de atlı arabada annesinin yanı­
na ilişen küçük kız, çok terbiyeli davranmış fakat heyecanından
fazla b ir şey görem em işti. Dükkânda bir tezgâhın üstündeki
krem rengi, dantelli, pembe saten elbise giymiş güzel bebeği
farkettiğini anımsıyordu yalnızca. O anda içinden bebeğe Agnes
adını vermişti. Böyle eşsiz bir yaratığa ancak bu kibar ad ya-
raşabilirdi. Bununla birlikte bu olayı izleyen aylarda, Agnes’i
için için isterken hiç de umutlanmamıştı. Meggie’nin bir bebeği
yoktu ve küçük kızların bebekleri olması gerektiğini de b ilm i­
yordu. Ağabeylerinin bıkıp attığı düdükler, sapanlar ve eğrilip
büğrülmüş kurşun askerlerle mutlu mutlu oynuyordu.
Meggie, Agnes’in oynanacak bir şey olduğunu aklından ge­
çirmedi. Elbisenin parlak, pembe kıvrımlarını düzeltti. Bu elbi­
se. kadınların üstünde gördüklerinden çok daha güzeldi. Agnes’i
sevecenlikle kucağına aldı. Bebeğin, istenildiği gibi oynatılabi-
len eklemli kol ve bacakları vardı. Hatta boynu ve incecik beli
bile eklemliydi. Sarı saçları kabartılıp tepeye toplanmış ve in­
cilerle süslenmişti. Köpük gibi duran krem rengi dantel yakayı
da inci bir iğne tutuyordu. Porselenden yapılmış yüz, özenle bo­
yanmıştı ve pek güzeldi. Hakiki saçtan yapılmış kirpiklerin ara­
sında parlayan mavi gözler, canlı gibiydi. Pembe yanaklarından
birinde siyah bir ben vardı ve dudaklarının arasından minik, be­
yaz dişleri gözüküyordu. Meggie, ayaklarım altına alıp oturdu,
bebeği de usulca kucağına yerleştirdi. Öylece oturup bebeğe
bakıyordu yalnızca.
Jack ve Hughie uzun otların arasından çıkarak yaklaştıkları
sırada, o hâlâ bodur ağacın altında oturuyordu. Küçük kızın saç­
ları bütün Clearylerinki gibi alev rengindeydi. Cleary çocukları
Frank dışında böyle kızıl saçlıydılar. Jack kardeşini dürterek,
neşeli neşeli küçük kızı işaret etti. Birbirlerine Sırıtarak ayrıldı­
lar, Bir Maori kaçağının peşindeki askerler rolüne girmişlerdi.
Meggie onların yaklaştıklarını duyamazdı zaten. Küçük kız iyice
Agnese dalmış, kendi kendine bir şarkı mırıldanıyordu.
Jack birden onun üstüne atlayarak, «Ne aldın, Meggie?» di­
ye bağırdı. «Bize de göster!»
Hughie de kardeşinin öbür tarafında durup güldü. «Evet,
göster bize!»
Meggie bebeği göğsüne bastırarak başını salladı. «Hayr,
o benim! Doğum günü armağanım!»
«Haydi, göstersene. Yalnızca bir bakmak istiyoruz!»
G urur ve sevinç galip geldi. Kız, ağ ab eyle rin in g ö rm eie *
için bebeği uzattı. «Bakın, ne güzel, değil mi? A dı da Agnes.
Jack tik s in m iş gibi yaptı. «Agnes mi? Ne pis b ir ad! Ned n
ona M arg are t ya da B etty demiyorsun?»
«Çünkü o Agnes!»

Hughie bebeğin bileğindeki eklem i fa rk e tm iş ti. B ir ıs lık çal­


dı. «Hey, Jack, bak! Bebek, elini oyn atab iliyor!»
«Hani? Bakalım.»
M eggie bebeği göğsüne bastırdı. G özlerinde ya şla r b e lir ­
m iş ti. «Hayır! Onu kıracaksınız! Oh, Jack, bebeğim i alma... Onu
kırarsın!»
«Haydi oradan!» Çocuğun k irli, esm er e lle ri kard eşinin b i­
le k le rin i yakaladı. «Bir Çin işkencesi is te r m isin? Hem ö y le ağ­
lamaya kalkma. Yoksa Bob’a söylerim .» Kızın b ile k le rin i sıka ra k
büktü. O sırada Hughie de bebeğin ete ğin i yakalayıp ç e k ti.
«Haydi ver, yoksa fena yaparım!»
«Ne o lu r yapma, Jack! Bebeği kıracaksın... Kıracağını b ili­
yorum ! N’o lu r bıraksın bebeğim i! N’olu r alm ayın!» B ile k le rin i
acıtan e lle re rağmen bebeğe sıkıca sarılm ış h ıçkırıyo r, te k m e ­
le r atıyordu.
Bebek M eggie’nin kollarının arasından sıyrılın ca H u gh ie
haykırdı. «Aldım işte!»
Jack ile Hughie de bebeği M eggie kadar b ü yü le yici b u l­
m uşlardı. Onun elbise sin i, İç e te klerini, uzun kilotun u çıka rd ıla r.
Ç ocuklar, çıplak kalan A gnes'i ç e k iş tiriy o rla r, b ir ayağını ba şı­
na itiy o r, belden öne büküyorlardı. Orada durm uş ağlayan M eg-
gie’ye aldırış e ttik le ri yoktu. Küçük kız da yardım çağırm ayı ak­
lından geçirm iyordu. Çünkü Cleary ailesinde ke n d ile rin i savu­
namayanlara yardım edilm ez ve acınmazdı. Buna kızlar da da­
hildi.
Bebeğin altın saçları dağıldı ve in cile r de uzun o tla rın ara­
sına düşüp kayboldu. Tozlu b ir potin, farkına varmadan e lb is e ­
nin üstüne bastı. Satenin üstüne dem irci dükkânının yağlan bu ­
laştı. M eggie daha fazla zarar olmasın diye diz çökm üş, te la ş la
m in ik g iy s ile ri toplam aya çalışıyordu. Sonra in c ile rin d ü ştüğü
otların aralarını araştırm aya başladı, ama gözyaşlarından gö re-
— 10 —

miyordu. Yüreğindeki acı da yeniydi; çünkü o ana dek üzülme­


ye değecek bir şeyi olmamıştı.

Frank, kızgın nalı suya atarak doğruldu. Sırtı eskisi gibi ağ­
rımıyordu. Belki de demirciliğe alışmıştı artık. Zaten babası da
altı ay sonra alışacağını söylemişti. Fakat Frank bu zamanı kin
ve öfkeyle ölçmüştü. Çekici de kutusuna bıraktıktan sonra, al­
nına düşen siyah saçları titreyen eliyle itti ve eski, deri önlüğü
boynundan çekerek çıkardı. Gömleği köşedeki samanların üs­
tünde duruyordu. Frank gömleğe yaklaşarak durdu. Bir an amba­
rın duvarına görmeyen gözlerle baktı. Kara gözlerini iri iri aç­
mıştı.
Pek ufak tefekti. Ancak bir elli sekiz boyunda vardı. Hâlâ
da incecikti, ama çıplak omuz ve kollarının kasları çekiçle çalış­
maktan gelişmişti. Pürüzsüz, soluk renkli teni pırıl pırıldı te r­
den. Saçlarının ve gözlerinin koyuluğu, ona değişik bir hava
veriyordu. Dolgun dudakları ve geniş kemerli burnu, ailesine
çekmemişti. Ama annesinde Yeni Zelanda yerlilerinin, yani Ma-
orilerin kanı vardı. Bu da Frank’da belirgin bir hal almıştı. On
altısına yaklaşıyordu. Oysa Bob henüz onbirine gelmemişti. Jack
on, Hughie dokuz, Stuart beş ve küçük Meggie de üçündeydi.
Sonra Meggie’nin o gün dördüne bastığım anımsadı. Aralığın
sekiziydi. Gömleğini giyerek ambardan çıktı.
Ev, ambar ve ahırlardan otuz metre kadar yukarıda kalan
küçük bir tepedeydi. Bütün Yeni Zelanda evleri gibi, bu da tah­
tadan yapılmış, yayvan, tek katlı bir binaydı. Evlerin böyle ya­
pılmasının nedeni de depremlerdi. Yeni ZelandalIlar yer sarsın­
tısında evin bir bölümünün ayakta kalacağını umarlardı. Evin
etrafında her yerde katırtırnakları vardı. Sapsarı çiçekler açmış­
tı bunlar. Otlar da Yeni Zelanda’ya özgü şekilde uzun ve yem­
yeşildi. Kış ortasında, bazen don olduğunda bile bu yeşil otlar
sararıp kahverengi olmazdı. Yağmur, büyüyen şeyleri incitmek
istemezmiş gibi hafif hafif yağardı. Kar da olmazdı. Yeni Zelan­
da’nın afetleri gökyüzünden gelmez, yeryüzünün derinliklerinden
yükselirdi. Yerin altındaki o korkunç güç, otuz yıl önce koca­
man bir dağı yok etmiş, tepelerdeki çatlaklardan sular fışkırt­
— 11 —

mış, yanardağlar kapkara dumanlar püskürtmüştü.


Bununla birlikte Yeni Zelanda toprakları iyi ve bereketliydi.
Evin arkasında uzanan ova, Fiona Cleary’nin nişan yüzüğündeki
zümrüt gibi yemyeşildi. Orada sayısız koyun otlardı. Arkada
kalan Egmont Dağı binlerce metre yükseliyor ve doruğu bulut­
ların arasında kayboluyordu. Simetrisi eşsiz olan karlarla k ap lı
bu dağa, Frank gibi her gün görenler bile hayranlıkla bakarlar­
dı yine de.
Evle ambarın arası epey vardı, ama Frank eve gitmemesi
gerektiğini bildiği için acele etti. Babası bütün gün orada kal­
ması için kesin emir verm işti. Tam evin köşesini döndüğü sırada
bodur uleks ağacının yanındaki grubu gördü.
Frank, Meggie’nin bebeğini satın alması için annesini ara­
bayla W ahine’e götürmüştü. Hâlâ da annesinin bunu nasıl al­
dığına şaşıyordu. Annesi işe yaramaz doğum günü armağanları
almazdı ve bunlar için parası da yoktu zaten. Hem o vakte ka­
dar hiç kimseye oyuncak falan vermemişti. Doğum günleri ve
Noel’lerde hepsine giyecek alınır, böylece pek yoksul olan gar-
dropları biraz zenginleşirdi. Meggie bebeği kasabaya ilk ve tek
kez gidişinde görmüş, Fiona da bunu unutmamıştı. Frank soru
sorunca, annesi bir kız çocuğun bebeğe gereksinme duyduğj-
na dair bir şeyler mırıldanmış ve konuyu hemen değiştirmişti.
Jack ve Hughie bebeği aralarına almış, eklemlerini acıma­
sızca eğip büküyorlardı. Frank, ağabeylerinin Agnes’i çekiştir­
m elerini seyreden Meggie’nin sırtını görebiliyordu sadece. Te­
miz, beyaz çorapları, küçük, siyah potinlerinin üstüne düşmüş,
kahverengi yabanlık elbisesinin eteğinin altından pembe bacak­
ları görünüyordu. Özenle kıvrılm ış olan yele gibi gür saçları
sırtına dökülmüştü. Güneşte parlayan saçlar ne kırmızı ne de
altın sarısıydı. Şöyle ikisinin ortası bir renk. Öndeki saçları te­
peye toplayan beyaz tafta kurdele, buruşup sarkmıştı. Elbisesi
toz içindeydi. Bir eliyle bebeğin elbisesini sıkıca tutmuş, Öbü­
rüyle de boş yere Hughie'yi itmeye çalışıyordu.
«Tanrının belâsı piç kuruları!»
Jack ve Hughie, bebeği unutup ayağa fırlayarak koşa koşa
kaçtılar. Frank küfrettiği zaman kaçmak en doğrusuydu.
Frank onların arkasından bağırdı. «Bir daha bebeğe el sür­
düğünüzü görürsem ikinizin de o pis poponuzu dağlarım!»
— 12 —

Sonra eğilip Meggie’yi omuzlarından tutarak hafifçe sars­


tı. «Hadi, hadi ağlamaya gerek yok! G ittiler artık ve bir daha
da bebeğine dokunmazlar. Sana söz veriyorum. Şimdi doğum
günün için bana bir gülümse bakalım.»
Yüzü gözü şişmiş, hâlâ yanaklarından yaşlar akan Meggie,
başını kaldırıp Frank’a baktı. Gri renkli gözleri iyice irileşm iş
ve kederle dolmuştu. Ağabeysi boğazına bir şeyin tıkandığını
hissetti. Cebinden pis bir bez çıkararak beceriksizce kızın yü­
zünü sildi.
Gözyaşları kuruyan Meggie, «Oh Fra... Frank...» diye hıç­
kırdı. «Agnes’i elimden aldılar! Saçları açıldı ve içindeki o güzel
inciler de kayboldu. Hepsi... hepsi de otların arasına düştü.
Onları bulamıyorum!»
Gözlerinden yine yaşlar boşandı ve ağabeyinin eline dam­
ladı. Frank bir an ıslanan eline baktıktan sonra diliyle gözyaş­
larını yaladı.
• Öyleyse bunları bulmamız gerekiyor, değil mi? Fakat böy­
le ağlarken bir şey bulamazsın ki! Sonra bu bebekçe davranış
sana hiç yakışmıyor. Hadi sil burnunu da, zavallı... Agnes mi
neydi onu al. Hemen elbisesini giydirmezsen güneşten yanacak.»
Kardeşini yolun kenarına oturtarak bebeği kucağına koy­
du ve otların arasını arayıp bir inci buldu. Başarısından mem­
nun, bağırdı. «İşte ilki! Bak görürsün hepsini bulacağız.»
Meggie otların arasını araştırıp incileri teker teker bulan
büyük ağabeysine hayranlıkla baktı. Sonra Agnes’in teninin ne
denli hassas olduğunu ve çabucak yanacağını düşünerek ilgi­
sini bebeğe yöneltti. Bebeğe öyle pek zarar verilmişe benzemi­
yordu. Saçları açılıp karışmış, çocukların çekiştirdiği bacakla­
rıyla kolları kirlenmişti. Ama her- yeri hâlâ sağlamdı. Meggie’­
nin saçlarında iki tane küçük bağa tarak vardı. Bunlardan birini
çıkarıp Agnes’in saçını taramaya başladı.
Çocuk, beceriksizce saçı taramaya çalışırken korkunç şey
oldu. Bebeğin başına yapıştırılmış olan saçlar tarağın dişlerine
takılarak çıkıverdi. Agnes’in güzel alnının üstünde bir şey yok­
tu. Ne bir tepe, ne de bir kabak kafatası. Orada yalnızca kor­
kunç, büyük bir delik vardı. Meggie korkuyla titreyerek bebeğ'n
başının içine baktı. O zaman Agnes’in aslında bir tele tuttu rul­
muş olarak dönen iki bilyadan ibaret gözlerini gördü.
— 13 —

Meggie tiz bir çığlık attı. Bu hiç de çocuk sesine benzemi­


yordu. A gnes’i bir yana fırlatarak e lle riyle yüzünü örttü ve t it ­
reyerek bağırmaya devam e tti. Sonra Frank’ın, parmaklarını yü­
zünden çektiğini h issetti. Ağabeysi başını tutarak göğsüne da­
yadı. Çocuk, kollarını ona dolayarak sakinleşti. Frank’ ın pek hos
korktuğunu anlamıştı. Ağabeysi at, te r ve dem ir kokuyordu.
Meggie sakinleşince, Frank ona ne olduğunu anlattırdı. Be­
beği alarak, boş kafasının içine hayretle baktı. Kendi çocuk
dünyasında da böyle garip korkular olup olmadığını anımsamaya
çalıştı. Fakat onun dünyasındaki tatsız anılar insanlar, fıs ıltıla r
ve soğuk bakışlardan oluşm uştu. Annesinin endişeli, süzülmüş
yüzünü, kendisini tutarken titreyen elini anımsıyordu.
Meggie ne görmüş de böyle korkmuştu? Frank, ‘Ya Agnes'-
in saçları kopunca başı kanasaydı,’ diye düşündü. ‘Meggie bu
kadar korkmazdı sanırım .’ Çünkü kanama bir gerçekti ve Cleary
ailesinde m utlaka b iri haftada en az b ir kez bol kan kaybederdi.
Meggie, bebeğe bakmak istem iyordu. «Gözleri, gö zle ri!* di­
ye tu ttu rm uştu.
«O çok güzel b ir yaratık, Meggie!» Yüzünü kardeşinin saç­
larına gömdü. Bu saçlar ne yumuşak, ne gür ve ne kadar da
parlaktı!
Frank yarım saat dil döktükten sonra ancak kardeşini Ag-
nes’e bakmaya razı e tti. Aradan yarım saat daha geçince, Meg­
gie baştaki deliğe bakabildi. Frank ona gözlerin nasıl çalıştığı­
nı, nasıl açılıp kapandıklarını gösterdi.
M eggie’yi kucağına alıp bebeği de ikisinin arasına, göğsü­
ne sıkıştırarak, «Haydi artık içeriye girm enin zamanı,» dedi. «An­
nem bebeği onarır. Elbisesini yıkayıp ütüleriz. Saçlarını da ya­
pıştırırız yine. Sonra o in cile rle saç tokaları yaparım. Böylece
bunlar düşmez ve bebeğinin saçlarını istediğin gibi tararsın.»

*
**

Fiona Cleary, m utfakta patates soyuyordu. Orta boydan bi­


raz kısa, çok güzel, sarışın bir kadındı. Fakat sert yüzlü, haşin
davranışlıydı. Vücudu çok b içim li ve altı çocuk doğurmasına kar­
şın incecik beli kalınlaşm am ıştı. Gri basma elbisesinin etekleri,
tertem iz ye rle ri süpürüyordu. Elbisesini, kolalı, kocaman, beyaz
— 14 —

bir önlükle korumaktaydı. Kadın uyandığı saatten yatana dek


vaktini mutfakta ve arka bahçede geçirirdi. Ayağındaki sağlam,
siyah botlarla, çamaşırlıktan sebze bahçesine ve ocağa kadar
bir yol açmıştı.
Kadın, bıçağı bırakıp Frank ve Meggie’yi süzerken, güzel
ağzının köşeleri aşağıya doğru büküldü. «Meggie, bugün en iyi
yabanlık elbiseni giymene bir şartla izin verdim : Kirletm eye­
cektin! Şu haline bak! Küçük, pis bir yaratıksın!»
Frank, «Anne, suç onda değil,» diye itiraz etti. «Jack ve
Hughie, kol ve bacaklarının nasıl oynadığını anlamak için bebe­
ğini elinden almışlar. Bunu onarıp eskisi gibi yapacağıma söz
verdim. Bunu yapabiliriz, değil mi?»
«Ver bakayım.» Fee bebeği almak için elini uzattı.
Konuşmaktan pek hoşlanmayan, sessiz bir kadındı. Onun
ne düşündüğünü kocası dahil kimse bilmezdi. Kadın, çocukların
terbiyesini adama bırakmıştı. Ortada olağanüstü bir durum o l­
madıkça da, ses çıkarmadan ve yakınmadan adamın em irlerine
uyardı. Meggie kendi aralarında konuşan çocuklardan annesinin
de kendileri gibi babasından korktuğunu duymuştu.
Kadın hiç gülmez ve hiç de öfkelenmezdi.
Fee iyice baktıktan sonra Agnes’i ocağın yakınındaki kon­
solun üstüne bırakarak Meggie’ye döndü. «Yarın sabah elbise­
sini yıkayıp, saçlarını düzeltirim. Frank da bu gece yemekten
sonra saçlarını yapıştırır ve bir de banyo yaptırır sanırım.»
Sözler avutucu değil kayıtsızdı. Meggie şaşkın şaşkın gü­
lümseyerek başını salladı. Zaman zaman annesinin gülmesini ne
kadar istiyordu. Ama annesi bunu hiç yapmazdı. Meggie anne­
siyle babası ve ağabeylerinin bilemediği bir şeyi paylaştığını da
hissediyordu. Ama yine de dimdik sırtlı, sürekli hareket eden
kadına erişmesine olanak yoktu.
Frank dışında öteki çocuklar aslında Fee’nin daima ve hiç­
bir zaman geçmeyecek kadar yorgun olduğunun farkında değil­
lerdi. Yapılacak pek çok iş vardı, buna karşılık para ve yeterin­
ce zaman yoktu. Hem kadın yalnızdı. Meggie’nin büyüyüp ken­
disine yardım edeceği günü iple çekiyordu. Küçük kız şimdiden
ufak tefek şeyleri yapıyordu. Ama dört yaşında bir çocuğun
annesinin yükünü hafifletmesi beklenemezdi. Kadının altı çocu­
ğundan yalnızca biri ve en küçüğü kızdı. Bütün tanıdıkları ona
— 15 —

hem acıyor, hem de haset ediyorlardı, ama bu, işlerin yapılma­


sını sağlayamıyordu. Dikiş sepetinde hâlâ yamanmamış dağ gibi
çorap yığılıydı. Şişlerine örmekte olduğu bir çorap takılıydı.
Hughie’ye kazakları dar geliyordu artık; buna karşılık Jack, ken-
dininkileri ona verecek kadar gelişm em işti henüz.

*
**

Padraic Cleary, Meggie’nin doğum gününde rastlantı sonucu


evdeydi. Daha yün kırkma mevsimine vakit vardı. Onun için de
adam çevrede çalışıyor, toprak sürüp tohum ekiyordu. Kendisi
koyun kırkıcıydı ve bu işi yaz ortasından kış sonuna dek sürü­
yordu. Ondan sonra da koyunlar yavruluyordu. Genellikle bahar­
da ve yazın ilk ayında da yapılacak bol iş buluyordu adam. Ne­
rede iş varsa oraya gidiyor ve eski, büyük evdeki ailesini kendi
başlarının çaresine bakmaları için bırakıyordu. Aslında bu sa­
nıldığı gibi ta ş y ü re k lilik de değildi. Çünkü insan toprak sahibi
değilse böyle yapmak zorundaydı.
Padraic güneş battıktan biraz sonra geldiğinde lambalar ya­
kılm ıştı. Frank dışında erkek çocuklar arka verandaya toplan­
mış, kurbağa oyunu oynuyorlardı. Frank’ın nerede olduğunu da
biliyo rdu Padraic. Odunluğun oradan b ir balta sesi geliyordu.
Adam, Jack’ ın poposuna b ir tekme atıp, Bob’un kulağını çeke­
cek kadar durdu verandada.
«Haydi, gidip Frank’ ın odun yarmasına yardım edin, tembel
se rse rile r. Hem anneniz çayı masaya getirmeden bu iş bitm eli.
Yoksa de rinizi yüzerim.»

Ocağın başında uğraşan Fiona’ya başıyla selam verdi. Ka­


rısını öpmedi, kucaklamadı da. Çünkü karı koca arasındaki sev­
gi g ö ste rile ri için yalnızca yatak odasını uygun bulurdu. Çamur­
lu botlarını çıkarırken, Meggie onun te rlik le riy le zıplaya zıpiaya
geldi. Adam küçük kıza bakarak, her defaki gibi garip bir hay­
re tle gülüm sedi. Çocuk güzeldi, saçları da ne fevkalâdeydi.
B ir bukleyi tutup çekerek açtı. Sonra bırakarak zıplayıp tekrar
kıvrılm asını seyre tti. Çocuğunu da alarak mutfaktaki tek rahat
sandalyeye g itti. A teşin karşısındaki bu kollu sandalyenin otu­
racak yerine b ir yastık bağlanmıştı. Hafifçe içini çekerek oraya
— 16 —

oturup piposunu çıkardı. Meggie onun kucağına yerleşip, kol­


larını da boynuna dolamıştı.
Padraic Cleary karısına, «Nasılsın, Fee?» diye sordu.
«İyiyim, Paddy. Alttaki çayırı hallettin mi?»
•Evet, tamam. Yarın da ilk iş üsttekine bakacağım. Tanrım
pek yoruldum yalnız!»
«Bundan eminim. McPherson sana yine o huysuz kısrağı
mı verdi?»
«Öyle. O hayvana kendisi binip bana demir kırı atı verse
olmaz mı sanki? Kollarım omuzlarımdan çıkmış gibi geliyor ba­
na. Ed Zed’de o kısraktan daha kötü bir hayvan bulunamaz.»
«Neyse ihtiyar Robertson’un atları iyidir. Kısa süre sonra
orada olacaksın.»
Adam piposuna kaba tütün doldurup yaktı. Arkasına yas­
lanıp piposundan dumanı çekerek kızına, «Dört yaşına basmak
nasıl, Meggie?» diye sordu.
«Çok iyi, baba.»
«Annen sana armağanını verdi mi?»
«Oh, baba, annemle Agnes’i istediğimi nasıl anladınız?»
«Agnes mi?» Hemen soru sorar gibi Fee’ye bakarak gülüm­
sedi. «Adı Agnes mi?»
«Evet. baba. Çok güzel. Bütün gün ona bakmak istiyorum.»
Fee sert sert, «Bakacak bir şey kaldığı için talihli!» diye
söylendi. «Zavallı Meggie, bebeği iyice göremeden Jack ile Hug-
hie onu ele geçirmişler.»
«Erkek çocuklar öyledir. Bebeğe fazla bir şey olmuş mu?»
«Onarılamayacak bir şey yok. Frank onları fazla ileri gitm e­
den yakalamış.»
«Frank mı? Burada ne yapıyordu? Bütün gün demirhanede
olması gerekirdi! Hunter bahçe kapılarını istiyor.»
Padraic büyük oğluna çok sert davranıyordu. Fee hemen
atıldı. «Bütün gün demirhanedeydi. Bir gereç almak için gel­
miş.»
■Oh, baba. Frank en iyi ağabey. Agnes’imi ölümden kur­
tardı ve çaydan sonra da onun saçlarını yapıştıracak.»
Babası uykulu uykulu, «İyi, iyi,» diyerek başını arkaya yas­
ladı ve gözlerini kapattı. Az sonra uyuyakalmıştı.
Çocuklar gür, dalgalı ve yanar döner kızıllıktaki saçlarını
— 17 —

Padraic C leary’den almışlardı. Fakat hiç birinin saçı onunki ka­


dar parlak kızıl değildi. O, güçlü, kuvvetli, ufak tefek bir adam­
dı. Ömrü boyunca atlarla uğraştığı için bacakları eğrilm işti. Yi­
ne yılla rla koyun kırkmaktan kollan uzamıştı. Parlak mavi göz­
le rin in etrafında ince çizgiler vardı. Daima gülümser gibi duran
yüzü hoştu ve erkekler ilk bakışta ona dostluk duyarlardı. Güç
yaşama pek çok kişiden daha iyi katlanan, mutlu bir erkekti.
D isip lin e çok düşkündü ve hemen tekmeyi de sallardı, buna
rağmen b iri dışında bütün çocukları ona bayılırdı. Yeteri kadar
ekm ek olmadığı zaman, adam aç kalmaya razı olurdu. Kendisine
ya da çocuklarına elbise almak söz konusu olursa yine hak­
kından vazgeçerdi. Bir bakıma bir milyon öpücükten daha gü­
v e n ilir sevgi b e lirtile riy d i bunlar. Son derece öfkeli bir tip ti ve
v a k tiy le bir adam öldürmüştü. Neyse talihi yaver g itm işti de,
İn g iliz ’ i öldürdükten sonraki gün Loaghaire limanında hemen Ye­
ni Zelanda’ya kalkacak bir gemi bulmuştu.
Fiona arka kapıya giderek bağırdı. «Çay hazır!»

Ç ocuklar sırayla içeriye girdiler. Odunları yüklenm iş olan


Frank en gerideydi. Bunları ocağın yanındaki büyük sandığa attı.
Padraic de M eggie’yi yere bırakarak mutfağın öbür köşesindeki
tahta masanın başına geçip oturdu. Çocuklar yerlerini aldılar.
M eggie babasının yanındaki sandalyenin üstüne koymuş olduğu
tahta kutunun üstüne tırmandı.
Fee bir garsondan daha ustalıkla tabaklara yiyecek koydu.
Tabakları ikişe r ikişer masaya götürüp, önce Paddy’e, sonra
Frank’a ve sırayla ötekilere verdi. En son da kendisine yemek
aldı.
Stuart, bıçağıyla çatalını alarak yüzünü buruşturdu. «Amaan
yahni!»
Babası homurdandı. «Yemene bak!»
Tabaklar büyüktü ve yemekle doluydu. Haşlanmış patates,
kuzu yahnisi ve bahçeden o gün koparılmış yeşil fasulye uol bol
konulm uştu. H a fif m ırıltıla r ve söylenınelerle birlikte Stu dahil
herkes tabağını ekmekle sıyırdı. Ondan sonra da üstüne bol te-
reyağ ve frenk üzümü reçeli sürülmüş birkaç dilim ekmek ye­
d ile r. Fee alelacele yutm uştu yemeğini. Sonra hemen kelkarak
Gazap Kuşları — F./2
— 18 —

is masasına koştu. Büyük çorba tabaklarına bol şekerle yapıl­


mış ve üstlerine reçel sürülmüş kekler doldurdu. Sonra her
tabaktaki keklerin üstüne sıcak krema döktü. Yine tabakları iki­
şer ikişer sofraya taşıdı. Sonunda da içini çekerek masaya otur­
du. Tatlıyı rahat rahat yiyebilecekti.
Meggie, «Oh, ne güzel!» diye bağırdı. «Reçelli, kremalı ta t­
lı!» Kaşığını tabağa sokarak reçeli kremayla karıştırdı.
Babası ona gülümsedi. «Meggie, kızım, doğum günün oldu­
ğu için annen sevdiğin tatlıyı yaptı.»
Bu kez yakman olmadı. Tatlı ne olursa olsun zevkle yenilir­
di. Clearylerin hepsi tatlı severdi.
Fazla nişastalı besin almakla birlikte hiç birinin vücudunda
yağdan eser yoktu. Aldıkları besinlerin kalorisini iş ya da oyun­
da harcıyorlardı. Yararlı olduğu için sebze ve meyva yiyorlardı,
ama bitkinliği önleyen ekmek, patates, et ve unlu tatlılardı.
Fee kocaman bir ibrikten herkesin fincanına çay doldurduk­
tan sonra bir saat kadar oturup konuştular ya da okudular. Paddy
piposunu içerek kitaplıktan aldığı bir kitaba dalmıştı. Fee sık
sık fincanları dolduruyordu. Bob da başka bir kitaba dalıp g it­
mişti. Küçük çocuklar ertesi günle ilgili planlar yapmaktaydılar.
Okul kapanmış, uzun yaz tatili başlamıştı. Boş kalan çocuklar,
evde ve bahçede kendilerine düşen işi yapmak için hevesle­
niyorlardı. Bob evin içinin gereken kısımlarını boyayacaktı. Jack
ve Hughie, odun kıracak, ahırlara ve süt sağma işine bakacak­
lardı. Stuart sebzelerle ilgileniyordu zaten. Bütün bunlar oku­
lun korkunç dersleri yanında çocuk oyuncağı sayılırdı. Paddy
zaman zaman başını kitaptan kaldırıp listeye bir iş daha ekli­
yordu. Fakat Fee ses çıkarmıyordu. Frank da yorgunluktan iki
büklüm olmuş, arka arkaya çay içiyordu.
Fee daha sonra Meggie’ye yüksek tabureye oturması için
işaret etti. Saçlarını her geceki gibi kumaş parçalarıyla kıvırdık­
tan sonra onu Stu ve Hughie ile yatmaya gönderdi. Jack ve
Bob, izin alarak köpekleri doyurmak için dışarıya çıktılar. Frank
da Meggie’nin bebeğini alarak çalışma masasına götürüp saçı
tutkalla yapıştırmaya koyuldu. Padraic gerinerek kitabı kapattı
ve piposunu tabla yerine kullandığı kocaman, sedefli deniz ka­
buğunun içine bıraktı. «Ben de yatmaya gidiyorum.»
«İyi geceler, Paddy.»
— 19 —

Fee yem ek masasındaki tabaklan topladı. Duvardaki çen­


gelden galvanize demirden büyük leğeni aldı. Bunu iş masasına
Frank’ ın karşısına koydu. Sonra ocaktaki kocaman demir kaza­
nı kaldırarak leğene kaynar su boşalttı. Eski bir gazyağı tene­
kesinden de soğuk su ekleyerek bulaşığı yıkamaya başladı.
Frank bebeği onarıyordu ve başını kaldırm am ıştı. Fakat du­
rulanan tabaklar yığılm aya başlayınca sessizce kalkıp hemen bir
bez alarak bunları kurulamaya başladı. Annesiyle b irlikte oyna­
dığı gizli, te h lik e li b ir oyundu bu. Çünkü Paddy’nin yönetim inde
görevler kesinlikle ayrılm ıştı. Ev işi kadının göreviydi. Hepsi de
bu kadardı. A ilen in h içb ir erkeği kadına ait işi yapmamalıydı.
Fakat her gece Paddy yatınca, Frank annesine yardım ederdi.
Fee de, Paddy’ nin te rliğ in in yere düşüp çıkardığı sesi duyana
dek bulaşığı g e ciktirip oğluna bu işte yardımcı olmaktaydı. Paddy
te rlik le rin i b ir kez çıkardı mı b ir daha mutfağa gelmezdi.
Fee sevgiyle Frank’a baktı. «Sen olmasan ne yapardım bil­
mem, Frank? Am a bunu yapmamalısın. Sabaha yorgun alacak­
sın.»
«Ziyanı yok, anne. Birkaç tabağı kurulamak beni öldürmez.
İşle rin i biraz olsun h a fifle te b ilm e k için azıcık bir şey bu.»
«Bu benim görevim , Frank. Aldırm ıyorum.»
«Keşke bu ara zengin olsak. O zaman bir hizmetçin
olurdu.»

«Bu sadece hayal!» Kadın sabunlu ellerini bulaşık bezine


sile re k içini çe kti. Oğluna çevirdiği gözleri biraz endişeli gibiy­
di. Oğlunun duyduğu acı hayâl kırıklığının, bir işçinin kaderin­
den doğal şekilde yakınmasından farklı olduğunu hissediyordu.
«Frank, böyle büyük hayâllere kapılma. Bu yüzden insanın başı
derde g ire r ancak. Biz çalışan insanlar sınıfındanız. Yani zengin
olmayacağız ve hizm etçilerim iz de olmayacak demektir. Bu du­
rum unla ve sahip olduğun şeylerle yetinm elisin. Böyle şeyler
söyled iğin zaman babana hakaret ediyorsun. Oysa kendisi bunu
hakketm iş değil. Bunu biliyorsun. Baban içki içmiyor, kumar
oynam ıyor ve bizim için fazla çalışıyor. Kazandığının bir meteli­
ği de cebine girm iyor. Hepsini bize harcıyor.»
Gencin kaslı omuzlan gerildi. Esmer yüzü sertleşip, haşin­
le ş ti. «Hayattan, böyle durmadan çalışmaktan fazlasını isteme-
— 20 —

nin ne kötülüğü olabilir? Bir hizmetçin olm asını is te m e n in b ir


kötülüğünü göremiyorum!»
• Bu olamayacağı için hatalı! Seni okula g ö n d e re ce k para
olmadığını biliyorsun. Okuyamayacağına göre b ir iş ç id e n başka
ne olabilirsin? Konuşman, kılığın ve e lle rin , g e çin m e k çin iş-
çlük yaptığını gösteriyor. Fakat elinde nasırlar o lm a sı utanıla­
cak bir sey değildir. Babanın da dediği g ib i, b ir e rk e ğ in e lle r i
nasırlıysa onun dürüst olduğunu anlarsın .»

Frank omuz silkti ve başka bir şey sö yle m e d i. Tabakları


kaldırdılar. Fee dikiş sepetini çıkararak Paddy’nin ateşin önün­
deki sandalyesine oturdu. Frank de bebeği e lin e aldı yeniden.
Sonra birden, «Zavallı küçük, Meggie!» dedi.
•Neden?»
«Bugün o yaramazlar bebeğini çekiştirirken, M eggie orada
durmuş, dünyası paramparça olmuş gibi ağlıyordu.»» Y in e saç
takılmış bebeğe baktı. «Agnes! Böyle bir ad da nereden b u l­
du?»
«Herhalde benim Agnes Fortescue - Smythe’den söz e ttiğ i­
mi duydu.»
«Bebeğini ona geri verdiğimde, başının içine baktı ve az
kalsın korkudan ölüyordu. Bebeğin gözleri nedense onu k o rk u t­
tu. Neden korktuğunu bilemiyorum!»
«Meggie, daima ortada olmayan şeyleri görür.»
«Küçükleri okula yollayacak kadar para olm am ası üzücü.
Onlar çok zeki.»

Annesi bezgin bezgin, «Ah, Frank!» diye m ırıld a n d ı. «Dü­


şünceler at olsaydı dilenciler daima arabayla d o la şırla rd ı.» Eli­
ni gözlerine götürerek hafifçe titredi. «Daha fazla yapam aya­
cağım. İyi göremeyecek kadar yorulmuşum.»
«Haydi yat, anne. Ben lambaları söndürürüm.»
«Ateşe odun atar atmaz yatacağım.»
«Onu da ben yaparım.» Frank masadan kalkarak güzel por­
selen bebeği konsolun üstündeki bir pasta kalıbının arkasına
dikkatle yerleştirdi. Orada bebeğe kimse dokunam azdı. Hoş,
çocukların bebeğe tekrar saldıracaklarından da ko rkm u yo rd u .
Kardeşleri babasından çok, onun öfkesinden ko rk a rla rd ı. Çünkü
Frank’da hain bir taraf vardı. Annesi ve kız ka rd e ş in in yanında
— 21 —

ortaya çıkmazdı, ama erkek çocuklar bunun acısını çok iyi bi­
lirlerdi.
Fee üzüntüyle ona bakıyordu. Frank’da çılgınca ve umut-
suz bir yön vardı. Buysa belâ demekti. Ah keşke Frank’la Paddy
daha iyi geçinebilseydi! Fakat baba oğul hiç anlaşamıyor ve sık
sık tartışıyorlardı. Belki de Frank kendisini fazla düşünüyordu.
Annesine de çok düşkündü. Bu doğruysa kabahat Fee’deydi. Bu­
nunla b irlikte , Frank’ın sevgi dolu kalbini, iyiliğ ini açıklıyordu
bu durum. O, sadece annesinin hayatını biraz kolaylaştırmak is­
tiyordu. Yine Meggie’nin büyüyüp Frank’ ın omuzlarından bu yü­
kü almasını arzuladı.
Kalkıp ocağa yaklaştı. Frank orada çömelmiş, büyük soba­
ya odunları atıyordu. Beyaz kollarında damarlar kabarmıştı. Bi­
çim li elleri artık temizlenemeyecek kadar lekelenm işti. Kadın
çekinerek elini Uzatıp, oğlunun gözlerine inen saçları geriye itti.
Bu kadarını yapmak için kendisine izin verebilm işti. Bu, bir ok­
şama sayılırdı.
«İyi geceler, Frank. Teşekkür ederim.»

Fee elinde lambayla ilerleyince gölgeler karışıp uzaklaştı­


lar. Kadın kapıdan girip, evin ön tarafına geçti.
İlk yatak odasını Frank ve Bob paylaşıyorlardı. Fee usulca
kapıyı itere k lambayı havaya kaldırdı. Işık köşedeki iki kişilik
karyolayı aydınlattı. Bob ağzı açık, sırtüstü yatıyordu. Ne kadar
Paddy’e benziyordu!
Jack ve Hughie, bitişik odada âdeta birbirlerine sarılmışlar­
dı. Ah şu yaramazlar! Olmadık işlere kalkışırlardı, ama içlerinde
kötülük yoktu. Kadın onları ayırıp yatak örtüsünü de düzeltme­
ye çalıştıysa da, kıvırcık, kızıl saçlı iki baş birbirinden uzaklaş­
mıyordu. Hafifçe içini çekerek vazgeçti Fee. Böyle bir gece ge­
çird ikten sonra nasıl canlı olabiliyorlardı? Ama iki çocuk bu sa­
yede daha güçlenir gibiydi.
Meggie ve Stuart’ın uyuduğu oda, iki küçük çocuk için iç
karartıcı ve çirkindi. Pis bir kahverengiye boyanmıştı duvarlar.
Yerde de kahverengi muşamba vardı, öte ki yatak odaları gibi
bunun duvarlarında da hiç resim yoktu.
— 22 —

Stuart yine örtüye sarılmıştı. Başını da dizlerine doğru eğ­


miş uyuyordu. Meggie de başparmağını ağzına sokmuş yatıyor­
du. Paçavralar bağlanmış saçlan yastığa dağılmıştı. Tek kız. Fee
çıkarken ona şöyle bir bakmakla yetindi. Meggie’nin esrarlı bir
yönü yoktu. O da bir dişiydi. Fee onun kaderini b iliy o r ve bu
yüzden kendisine ne haset ediyor, ne de acıyordu. Ama erkek
çocuklar başkaydı. Onlar dişi vücudundan yaratılmış erkekler,
mucizelerdi. Evde yardım edecek kimse olmaması zordu, fakat
buna değerdi. Ahbapları için Paddy’nin oğulları onun dü rüstlü­
ğünü açıklayan kanıtlardı. Bir adam, oğullar y e tiş tirirs e gerçek
erkek sayılırdı.
Fee kendi odasının kapısını usulca kapatarak lambayı bir
konsolun üstüne koydu. Usta parmaklarıyla elbisenin yüksek ya­
kasıyla kalçaları arasında kalan düzinelerle m inik düğm eyi açı­
verdi. Sonra kollarından sıyırıp çıkardı. Gömleğini de aynı şe­
kilde çıkararak dikkatle göğsüne tuttu. Uzun, pazen ge celiği g i y ­
di. Ancak böyle gereği gibi üstünü örttükten sonra göm lek, uzun
külot ve gevşek bağlanmış korsesini çıkardı. Sıkıca topuz yap­
tığı altın rengi saçını açtı. Pırıl pırıl parlayan, gür saçlarına bile
özgürlük tanımıyordu. Hemen saçları arkada örm eye koyuldu.
Sonra yatağa dönerken farkına varmadan soluğunu tu ttu . Ama
Paddy uyuyordu. Onun için de rahat bir soluk aldı. Paddy arzulu
olduğu zaman hiç de fena değildi. Çünkü çekingen, yum u­
şak, düşünceli bir âşıktı. Fakat Meggie iki, üç yaş daha bü­
yüyene dek başka bebek olması kadının işini çok zorlaştı-
rırdı.

*
**

Clearyler pazarları kiliseye gittikleri zaman, M eggie büyük


ağabeylerinden biriyle evde kalırdı. Padraic Cleary küçük çocuk­
ların kendi evlerinden başka bir yerde kalmamaları gerektiğine
inanırdı. Ancak Meggie okula başlayınca doğru d ü rü st oturm a­
sını öğrenecek ve o zaman kiliseye de gidebilecekti.
Din, Paddy’nin yaşamında önemli bir yer tu tu yo rd u . Fee’yle
— 23 —

evlendiğinde Katolik Kilisesi istemeye istemeye izin verm işti.


Çünkü Fee, İngiliz K ilisesi’ndendi. Ama Fee, Paddy için kendi
dininden vazgeçmekle birlikte onunkini benimsemeyi de reddet­
m işti. Bunun nedenini söylemek zordu. Ancak Fee’nin soyu olan
Armstronglar, İngiliz K ilisesi’ne bağlı ve Yeni Zelanda'nın
ileri gelen kimseleriydi. Oysa Paddy beş parasız bir göçmen­
di. Daha ilk yerleşenler gelmeden önce bile Yeni Zelanda'da
Arm stronglar vardı. Sömürgenin soyluları sayılıyorlardı. Arms­
tronglar için Fee, dehşet verici, kendine layık olmayan bir ev­
lilik yapmıştı.
Rodericik Armstrong, Yeni Zelanda’daki klanı çok garip bir
şekilde kurmuştu.
Buna XVIII. yüzyıl İngiltere’sinde beklenmeyen tepkilere
yol açan bir olay neden olmuştu. Yani Amerikalıların Bağımsız­
lık Savaşı. 1776’ya kadar İngiltere’deki suçlular her yıl gemiyle
Virginia ve Carolina’ya yollanır ve tutsaklıktan daha iyi sayıl­
mayan anlaşmalı hizmetkâr olarak satılırlardı. O çağlarda İn­
giliz adaleti çok sertti. Cinayet, yangın çıkarma, bir şilinden
fazla para çalma gibi suçların cezası idamdı. Küçük suçlarda
yakalananlarsa Am erika’ya yollanır ve ömürleri boyunca cezala­
rım çekerlerdi.
Fakat 1776’da A m erika’ya gitme olanağı kalmayınca İngil­
te re ’de suçlu sayısı gitgide arttı ve onları yollayacak bir yer de
yoktu. Hapishaneler tıklım tıklım doluydu. Kalanları da nehir
kıyılarındaki, çürümekte olan gemilere kapanmışlardı. Bir şey yap­
mak gerekiyordu. Sonunda istemeye istemeye karar verdiler.
Çünkü birkaç bin Sterlin harcamak gerekmekteydi. Kaptan A rt­
hur Philip’e Büyük Güney Toprağı’na gitmesi emredildi. Yıl
1787’ydi. Kaptanın emrindeki filodaki on bir gemiden binden fazla
mahkûm, ayrıca denizci ve subaylar vardı. 1788’in ocak ayında,
yani İng iltere’den yelken açtıktan sekiz ay sonra donanma Botany
Koyu’na geldi. Deli Kral III. George, mahkûmları atacak yeni bir
yer bulmuştu. Burası da Yeni Güney Gal Sömürgesi’ydi.
1801’de Roderick Armstrong yirm i yaşındayken, ölene dek
hizm et cezasıyla gemiye bindirildi. Daha sonraki Armstrong ku­
şakları, onun Amerikan Devrim i’nden sonra servetini kaybeden
b ir soylu olduğunu ve hiç suç işlemediğini iddia ettiler. Fakat
hiçbiri bu tanınmış atasının geçmişini araştırmak için pek çaba
— 24 —

harcamadı. Onun başarısıyla övünerek geçmişini de biraz de­


ğiştirdiler yalnızca.
Ingiltere’deki kökenleri ve durumu ne olursa olsun genç
Roderick Armstrong, çok haşin biriydi. Yeni Güney Gal’e kadar
olan o korkunç sekiz ay boyunca onun aksi, inatçı bir mahkûm
olduğu anlaşıldı. Üstelik ölmeyi reddederek kendisini gemi su­
baylarına daha da sevdirdi adam. 1803’de Sidney’e geldiğinde
tutumu iyice kötüleşmişti. Bunun üzerine kendisini yola gel­
mez mahkûmların hapishanesinin bulunduğu Norfolk Adası’na
yolladılar. Orada Armstrong’u aç bıraktılar. Oturmasına, ayakta
durmasına ve yatmasına olanak vermeyen küçük bir hücreye
kapattılar. Onu kırbaçlaya kırbaçlaya pelteye çevirdiler. Deniz­
deki bir kayaya bağlayarak yarı ölüme terkettiler. Fakat adam
onlara güldü. Pis Branda bezlerine sarınmış, ağzında tek dişi
kalmamış, vücudunun her tarafı kırbaç izi içinde olan adam, hiç
bir şeyin bastıramadığı bir haşinlik ve karşıkoyma gücüyle on­
lara güldü. Her günün başlangıcında ölmemek için iradesini
zorluyordu. Günün sonunda da sağ olduğunu görerek zaferle
gülüyordu.
Armstrong’u 1810’da Van Diemen’in topraklarına yolladılar.
Orada kürek mahkûmlarıyla Hobart’in gerisinde kalan kayalıklı
topraklarda yol yapmak için çalışmaya başladı. İlk fırsatta da
bu işi yöneten subayın göğsüne kazmasıyla bir delik açtı. Arm­
strong ve on mahkûm, kalan beş subayı da öldürdüler. Gardi­
yanların etlerini adamlar acıdan haykırarak ölene dek küçük
küçük kestiler. Çünkü onlar da, gardiyanlar da, insandan aşağı,
hayvan sayılacak yaratıklardı.
Mahkûmlar, gardiyanların rom, ekmek ve kuru etini alarak
dondurucu yağmurlu ormanları aştılar ve Hobart balina avcılığı
istasyonuna vararak bir filika çaldılar. Tasman Denizi’ni yiye­
cek, su ve yelken olmadan aştılar. Kayık, Yeni Zelanda’nın Gü­
ney Adası’nın vahşi batı kıyısına vurduğu zaman, Arm strong’la
iki kişi sağ kalmıştı ancak. Adam hiçbir zaman bu inanılmaz
yolculuktan söz etmedi. Fakat üç mahkûmun zayıf olan öbür­
lerini yiyerek sağ kalabildikleri fısıldandı.
Armstrong’un İngiltere’den yollanmasından dokuz yıl sonra
oldu bu. Hâlâ genç bir erkekti, ama altmıs'nda rıibi dırcuvorHu.
1840’da yasaya göre izin verilen bir grup, Yeni Zelanda’ya yer­
— 25 —

leşm eye geldiğinde, Arnffstrong, Güney Adası’nın zengin Center-


bury bölgesinde topraklara sahip çıkmış ve yerli bir kadınla
evlenm işti. O, Maori kadınından da yarı Polinisyalı on üç çocu­
ğu olm uştu. 1860’da sömürge soyluları sayılan Arm stronglar er­
kek çocuklarını İngiltere’nin tanınmış, özel okullarına yolluyor-
lardı. Onların sinsiliği ve her şeyi ele geçirmeyi başarmaların­
dan da, o inanılmaz, korkunç adamın soyundan geldikleri anla­
şılıyordu. Roderick’ in torunu James’ in on beş çocuğu oldu.
1880’de doğan Fiona tek kızıydı.
Fee belki çocukluğundaki Protestanlara özgü sert ayinleri
arıyordu, ama bu konuda bir şey söylemiyordu. Paddy’nin dinsel
inançlarını hoşgörüyle karşılıyor ve onunla b irlikte kiliseye gi­
diyordu. Bu arada çocuklarının da sadece Katoliklere ait Tanrı’-
ya tapmalarını sağlamıştı.

Meggie on sekiz ay önce VVahine’e gitm esi dışında evden


hiç ayrılmamıştı. Okula başlayacağı ilk günün sabahı çok he­
yecanlandığı için kahvaltıda kustu. Bu yüzden yıkanıp, üstünü
değiştirm ek için odasına götürülmesi gerekti. Kocaman, beyaz
yakalı, lacivert renkli güzel denizci kılığı çıkarıldı ve bunun ye­
rine çirkin, kahverengi elbisesi giydirildi.
«Hem Tanrı aşkına Meggie, bir daha miden bulanırsa bana
söyle! İş işten geçene kadar bekleme! Şimdi işim yokmuş gibi
bir de bu pisliği temizleyeceğim ! A rtık acele etmeniz gerek.
Çünkü zil çaldıktan sonra giderseniz, Rahibe Agatha seni sopa­
sıyla döver. Terbiyeli ol ve ağabeylerinin sözlerini dinle.»
Fee sonunda M eggie’nin eline içinde reçelli sandviçler olan
eski çantayı tutuşturup kapının önüne çıkardığında, Bob, Jack,
Hughie ve Stu heyecanla zıplayıp duruyorlardı.
Bob, «Gel Meggie, geç kalacağız!» diye bağırarak yola doğ­
ru indi.
Meggie de uzaklaşan ağabeylerinin arkasından koştu.
Sabah saat yediyi biraz geçiyordu, güneş çıkalı iki saat
olmuştu. VVahine’e giden yol, tekerleklerin iz bıraktığı otlu top­
raktı. İki taraftaki uzun otların arasında kalan zambaklarda su-
teresi çiçekleri açmıştı. Bayır aşağı giderlerken yol zevkliydi.
— 26 —

Fakat Wahine1e Clearylerin evi arasında beş mil vardı ve Meg­


gie uzaktan telgraf direkleri gözüktüğü sırada yorgun düşm üş,
tü. Bacakları titriyordu ve uzun çorapları da aşağıya in m işti.
Her an çanın çalmasını bekleyen Bob, çoraplarını çekm eye ça­
lışıp, zaman zaman yorgunluktan kesik kesik soluyan kız kar­
deşine sabırsızlıkla baktı. Küçük kızın yüzü pespembe olm uştu.
Bob içini çekerek çantasını Jack’a verdi ve, «Gel, Meggie,» de­
di. «Yolun kalan kısmında seni sırtıma alayım.» Bunu aksi bir
sesle söylemiş ve kardeşlerine de kötü kötü bakmıştı. Böylece
yumuşadığını sanmalarını istemiyordu.
Meggie onun sırtına çıkıp bacaklarını da beline doladı. Ba­
şını ağabeysinin kemikli omzuna mutlulukla dayadı. A rtık Wa-
hine’ i rahat rahat seyredebilirdi.
Görülecek fazla bir şey yoktu, aslında. Bir köyden biraz
büyük olan Wahine, zift dökülmüş bir yolun iki yanında uzanı­
yordu. En büyük yapısı olan iki katlı beyaz bina ote ldi. Önünde
bir tentesi vardı. Yanındaki dükkân da kasabanın ikin ci büyük
binasıydı. Onun önünde de tentesi ve türlü eşya dolu v itrin le ri­
nin altında gelip geçenin dinlenmesi için tahtadan iki bank var­
dı. Kasabada garaj yoktu. Çünkü atsız araba pek azdı. Am a ile­
ride bir demirci ve onun arkasında da bir ahır gördü çocuk.
Hemen at yalağının yanında bir akaryakıt pompası duruyordu.
Kasabada tek dikkati çeken, parlak mavi renkli dükkândı. Bu,
hiç de İngilizlere yakışmıyordu. Tüm öteki binalar ağırbaşlı bir
kahverengiyle boyanmıştı. Özel okulla Anglikan K ilisesi yan ya­
naydı. Tam karşısında da Kutsal Kalp Katolik K ilisesi ve kilise
okulu vardı.
Clearyler büyük dükkânın önünden geçtikleri sırada Kato­
lik Kilisesi’nin çanı çaldı. Kilise okulunun önündeki d ire kte asılı
olan çanın sesi izledi bunu. Bob hızla koşmaya başladı ve elin­
de kendisinden daha uzun bir söğüt değneği sallayan ufak te­
fek bir rahibenin önünde elli kadar çocuğun sıralanm akta oldu­
ğu çakıllı bir avluya girdiler. Bob bir şey söylenm esine gerek
kalmadan kardeşlerini öğrencilerin sıralandığı yerin biraz açığı­
na götürdü. Gözlerini deyneğe dikerek durdu çocuk.
Kutsal Kalp Manastırı iki katlıydı. Ders veren üç rahibeyle,
onlara bakan ve hiç ortada gözükmeyen b ir başka rahibe üst
katta kalıyorlardı. Alt katta da çocukların ders gördüğü üç sınıf
— 27 —

vardı. Dört köşe binayı bir veranda çevreliyordu. Yağmurlu ha­


valarda çocukların ders aralarında ve yemek saatinde orada
terbiyeli terbiyeli oturmalarına izin veriliyordu. Fakat güneşli ha­
valarda çocukların oraya ayak basması bile yasaktı. Okulun bü­
yük avlusunu birkaç incir ağacı gölgelemekteydi. Arkada da göz
alabildiğine otluk topraklar uzanıyordu. Öğrenciler daha çok ora­
da oynarlardı.
Bob ile kardeşleri, sıralanmış çocukların hafif sesle gülme­
lerine aldırmayarak hareketsiz durdular. Öğrenciler minik okul
piyanosunda çalınan ‘ Babaların İnancı’ İlâhisine uyarak sıra sıra
içeriye girdiler. Son çocuk da gözden kaybolunca, Rahibe Agat-
ha şayak eteğiyle yerdeki çakılları süpürerek Clearylerin bek­
lediği yere yaklaştı.
Meggie ömründe hiç rahibe görmediği için ona hayretle
bakakaldı. Rahibe Agatha’nın sadece yüzüyle elleri gözüküyordu.
Başında kolalı beyaz, uzun başörtüsü vardı. Kapkara giysisinin
tam zıddıydı bu başlık. Kalın beline taktığı enli deri kemere de­
m ir bir halka tutturm uş, buna da tahta boncuklardan yapılma
pek uzun bir tespih asılmıştı. Rahibe Agatha’nm yüzü aşırı te­
m izlik yüzünden daima kıpkırmızıydı. Çenesinde sıra sıra kıllar
çıkm ıştı. Elli yıl önce İrlanda’nın güzel bir manastırında yemin
ederek rahibe olan kadın için, bu geri kalmış sömürgede İsa’­
nın Gelini olmak çok zordu. Bu yüzden rahibenin gerdiği dudak­
ları ince bir çizgi halini almıştı. Çelik çerçeveli yuvarlak göz­
lüğün arkasından bakan soluk mavi gözler kuşkulu ve hiddet­
liydi.
Rahibe Agatha havlar gibi bir sesle bağırdı: «Robert Cleary,
neden geç kaldın?»
Bob’un gözleri teh dit edici biçimde sallanan sopanın titre­
yen ucuna d ikilm işti. İfadesiz bir sesle: «Özür dilerim. Hem­
şire,» diye karşılık verdi.
Kadın tekrarladı: «Neden geç kaldın?»
«Özür dilerim , Hemşire.»
«Yeni okul yılının ilk günü bu, Robert Cleary. Hiç olmazsa
bu sabah vaktinde gelmek için gayret göstermeliydin.»
Meggie titrem ekle birlikte cesaretini toplayıp, «Oh, lütfen,
Hemşire, suç benim!» diyebildi
Soluk gözler bu kez Meggie’ye dikildi. Meggie’nin ruhuna
— 28 —

dek işledi bu bakışlar. Küçük kız, öğretmenlerle öğrenciler ara­


sındaki korkunç düellonun ilk kuralını çiğnediğinin farkında de­
ğildi. Öğrenciler hiçbir zaman kendiliklerinden bilgi verm ezlerdi.
Bob usulca onun bacağına bir tekme attı. Meggie yan gözle
ona bakarken şaşkındı.
Rahibe, Meggie’nin o ana dek duyduğu en soğuk sesle ko­
nuştu: «Neden suç şeninmiş bakalım?»
«Kahvaltıda kustum. İç çamaşırlarıma geçti ıslaklık. Annem
de beni yıkayıp elbisemi değiştirmek zorunda kaldı. Bu yüzden
herkesi geç bıraktım.»
Rahibe Agatha’nın yüzü hâlâ ifadesizdi, ama dudakları daha
da gerildi. Sopanın ucu bir, iki santim aşağıya indi. Sanki sor­
duğu yeni ve pek iğrenç bir böcekmiş gibi Bob’a çıkıştı. «Kim
bu?»
«Lütfen Hemşire, o kardeşim Meghann.»
«Öyleyse ona anlat. Gerçekten kibar hanımlar ve beylerin
belirli konuların lafını bile etmemesi gerektiğini öğrenm eli. Ro-
bert. Ne olursa olsun içimize giydiklerimizin sözü edilmez. Dü­
rüst bir evde yaşayan bir çocuk bunu iyi bilir. Hepiniz ellerinizi
uzatın bakalım.»
Meggie de öbürleri gibi avuçlarını açıp uzatırken inledi.
«Fakat Hemşire, suç bende!»
Rahibe Agatha, ona dönerek, «Sus!» diye tısladı. «Hangini­
zin sorumlu olduğu bana vızgelir. Hepiniz geç kaldınız ve onun
için cezalandırılacaksınız. Altı sopa.» Bu cezayı tekdüze b ir zevk­
le söylemişti.
Dehşete kapılan Meggie, Bob’un kımıldamayan e lle rin i ve
ıslık çalarak hızla inen değneği gördü. Sopa etin yum uşak ol­
duğu avuç ortasına vurmuştu. Hemen orada mor b ir ş iş lik belir­
di. Kadın, ikinci kez parmakların avuçla birleştiği yere vurdu.
Burası daha da hassastı. Sonuncusu da dudaklar dışında vücu­
dun en hassas kısmı olan parmak uçlarına indi. Rahibe Agatha
iyi nişan alıyordu. Bob’un öbür uvucuna da üç kez vurduktan
sonra, sırada ikinci olan Jack’e döndü. Bob’un rengi solmuş­
tu, ama ne bağırmış, ne de kımıldamıştı. Sırası gelen kardeş­
leri de öyle davrandılar. Hatta sessiz ve kolay incinen Stu’nun
bile sesi çıkmadı.
Kardeşleri sopanın Meggie’nin avuçlarına doğru inmesine
— 29 —

baktılar. Küçük kız gözlerini kapamış olduğu için bunu görme­


di. Fakat acı, korkunç bir patlama gibiydi. Bu yakıcı, kavurucu
acı ta kemiklerine dek işledi. İkinci değnek inince kolu uyuşur
gibi oldu. Hele parmak uçlarına vurulunca acısı içine çöktü. Diş­
lerini alt dudağına geçirerek durdu. Ağlamaktan utanıyordu ve
bu haksızlığa çok kızdığı için gözlerini açıp Rahibe Agatha’ya
da bakamıyordu. Rahibe Agatha’mn öğretmek istediği başka ol­
makla birlikte, küçük kız bundan ders almıştı.
Ancak öğle yemeği saati geldiğinde ellerinin acısı geçti.
Meggie sabahı korku ve şaşkınlık içinde geçirmiş, söylenen ve
yapılanlardan hiçbir şey anlamamıştı. Küçük çocuklar sınıfının
arkasında bir sıraya itilip oturtulmuştu. Yanında kimin oturdu­
ğunu bile ferketmemişti Meggie. Sonra Bob ve Jack’la bahçe­
nin tenha bir köşesinde yemek yemişlerdi. Ancak Bob sert sert
em ir verince, küçük kız, Fee’nin frenk üzümü reçelli sandviç­
lerini yiyebilm işti.
Öğleden sonra dersleri için çan çalınca, Meggie arka sıra­
da bir yer bulabildi. Artık etrafında olanları görebiliyordu. Sopa
yemenin utancı hâlâ güçlüydü, ama başını dik tutarak, yakının­
daki küçük kızların birbirlerini dürtmelerini ve fısıldaşmalannı
anlamazlıktan geldi.
Rahibe Agatha elinde sopasıyla önde duruyordu. Rahibe
Declean sıraların arasında dolaşıyordu. Rahibe Catherine de,
küçük öğrencilerin sınıfındaki piyanonun başına geçerek. ‘İleri
Hıristiyan Askerler’ İlâhisini marş gibi çalmaya başladı. Rahibe
Catherine sevgili çocuklarının minik askerler gibi yürüdüklerini
düşünüyordu gururla.
Üç rahibeden Declean, tıpkı Agatha’ya benziyordu, ama on­
dan on beş yaş gençti. Buna karşılık Rahibe Catherine de hâlâ
insancıl bir şeyler kalmıştı. Otuzundaydı ve İrlandalIydı tabii.
Henüz, hevesi de sönmemişti; ders vermekten hâlâ zevk alıyor­
du. Fakat o, büyük öğrencilere ders vermekteydi. Rahibe Agat-
ha’nın yeteri kadar dövdüğü ve artık genç, yumuşak başlı öğret­
menler karşısında da terbiyeli davranacaklarını düşündüğü bü­
yük öğrencileri okutuyordu. Rahibe Agatha, en küçük çocuk­
ları alarak bu hamurdan kendi bildiği gibi kafalar ve kalpler
yoğuruyordu. Orta sınıftakiler de Rahibe Declean’a bırakıl­
mıştı.
— 30 —

Meggie sınıfın en arka sıralarından birinde olduğu ve göz­


lerden gizlendiği için, yanında oturan kıza bakmaya c e s a re t e tti.
Onun korkulu bakışlarına, dişleri eksik bir kız g ü le re k Karşılık
verdi. Kız. iri kara gözlü, esmer yüzlüydü. Beyaz te n le re v e ç il­
lere alışık olan Meggie’yi büyüledi bu yüz. Çünkü siyah saçlı ve
kara gözlü Frank’ın bile teni beyazdı. Bu yüzden M e g g ie , sıra
arkadaşının o güne dek, gördüğü en güzel yaratık olduğunu dü­
şündü.
Esmer güzeli, kurşun kaleminin ucunu ke m irere k , «Adın
ne?» diye mırıldandı.
Küçük kız, «Meggie Cleary,» diye fısıldadı.
Sınıfın önünden sert bir ses yankılandı: «Sen, o radaki!»
Meggie yerinden sıçrayarak etrafına bakındı. S o nra yüre­
ği ağzına geldi. Herkes ona bakıyordu. Rahibe A g ath a sıraların
arasından hızla geçerek yaklaşıyordu. M eggie’nin d eh ş e ti kor­
kunçtu. Kaçabileceği bir yer olsaydı hemen koşarak g id e c e kti.
Gözleri irileşip ince yüzünün yarısını kaplam ıştı.
«Konuştun, Meghann Cleary.»
«Evet, Hemşire.»
«Peki ne dedin?»
«Adımı söyledim, Hemşire.»
Rahibe Agatha, «Adını ha! »diye alay e tti. A şağ ılam asın ı
paylaşmalarını ister gibi öteki öğrencilere baktı. « Ç o c u k lar onur
duymuyor musunuz? Okulumuzda bir Cleary daha v a r. Hem
de adını etrafa yaymak için sabırsızlanıyor!» M e g g ie ’y e dondu.
«Sana söz söylediğim zaman ayağa kalk! Seni küçük c a h il, vah­
şi! Hem ellerini de uzat lütfen!»
Meggie yerinden çıktı. Ellerini kenetleyerek u m utsuzlukla
sıktı, ama Rahibe Agatha oralı olmadı. Sadece, b e k liy o r, bekli­
yor, bekliyordu... Sonra Meggie, zar zor avuçların ı uzatabildi.
Fakat sopa inerken de korkuyla içini çekerek e lle rin i kaçırdı.
Rahibe Agatha küçük kızın tepesindeki saçları tu tu p çekerek,
onu kendisine yaklaştırdı.
«Ellerini uzat, Meghann Cleary.» Ses soğuk v e n a zik ti.
Meggie ağzını açtı ve Rahibe Agatha’nın e lb is e s in in önü­
ne kustu. Sınıftaki çocukların dehşetle iç ç e k m e le ri izle d i bunu,
önünden kusmuklar akarken rahibenin yüzü ö fk e v e h ayretten
mosmor kesilmişti. Sonra sopa indi. Kadın n e re y i b u lu rs a vu­
— 31 —

ruyordu. Rahibe Agatha, kollan sopayı kaldıramayacak kadar yo­


rulunca, kapıyı işaret etti. «Haydi evine git, iğrenç dinsiz!» Ka­
dın dönerek Rahibe Declean’ın sınıfına geçti.
Meggie telaşla bakarken Stu’yıı gördü. Ağabeysi söyleneni
yapması gerektiğini açıklar gibi başını sallıyordu. Mavimsi ye­
şil gözleri acıma ve anlayış doluydu. Meggie mendiliyle ağzını
silerek sendeleye sendeleye kapıdan çıktı. Daha okulun tatil
olmasına iki saat vardı. Etrafıyla ilgilenmeyerek yolda ilerledi.
Ağabeylerinin ona yetişmeleri olanaksızdı. Tek başına eve dö­
nüp olanları annesine itiraf etmek zorundaydı.
Fee içi ıslak çamaşır dolu kocaman sepetle sendeleyerek
arka kapıdan çıkarken, az kalsın küçük kızın üstüne düşüyordu.
Meggie arka verandanın üst basamağında başını öne eğmiş,
oturuyordu. Parlak buklelerinin ucu yapış yapış olmuş, elbise­
sinin önü lekelenmişti. Fee belini büken ağır sepeti yere bıra­
karak içini çekti. Bir tutam saçı yorgun gözlerinden geriye itti.
Bezgin bezgin, «Ne oldu?» diye sordu.
«Rahibe Agatha’nın üstüne kustum.»
Fee ellerini kalçalarına dayadı. «Aman Tanrım! »
Gözleri yaşlarla dolu olan Meggie, «Hem dayak da yedim,»
diye fısıldadı.
«Doğrusu pek tatsız bir durum.» Fee sepeti alarak sende­
ledi ve sonra bunu dengeli şekilde tuttu. «Meggie, sana ne yap­
mak gerektiğini bilemiyorum. Bekleyecek ve babanın ne diye­
ceğini göreceksin.» Kadın çamaşırların asılı durduğu arka avlu­
ya çıktı.
Meggie bitkin bir tavırla gözlerini ovuşturduktan sonra bir
an annesinin arkasından baktı. Sonra kalkarak demirhaneye doğ­
ru g itti.
Frank, Mr. Robertson’un yağız kısrağını nallamıstı ve hay­
vanı b ir bölmeye sokarken Meggie kapıda belirdi. Genç, dönüp
onu görünce birden okulda çektiklerini anımsadı. Meggie çok
küçük, bebek gibi tombul, masum ve iyiydi. Fakat gözlerindeki
pırıltı haince söndürülmüştü ve bu gözlerdeki ifadeyi gören Frank
o anda Rahibe Agatha’yı öldürmek istedi. Evet, o kadını öldür-
m eliydi. Çenesinin altından kat kat etlerin sarktığı boynunu ya­
kalayıp sıkmalıydı. Hemen gereçlerini bırakıp önlüğünü çıkara­
rak kardeşine yaklaştı.
— 32 —

Kızın yüzüne bakabilmek için iyice eğildi. «Ne var, şeke­


rim?» O anda kızın kokusu midesini bulandırdıysa da kendisini
tutarak geri çekildi.
«Oh, Frank... Frank!» Yüzü allak bullak olan M eg g ie ’nin
tuttuğu gözyaşları boşanıyordu artık. Kollarını ağabeysinin boy­
nuna dolayarak sıkıca ona sarıldı. Acıyla, sessiz sedasız ağla­
maya koyuldu. Bebeklikten kurtulan bütün Cleary çocukları böy­
le ağlardı. Bunu seyretmek çok feciydi, üstelik ta tlı sözler ya
da öpücüklerle onları avutmak da olanaksızdı.
Biraz sakinleşince küçük kızı kucağına alıp mis kokulu sa­
manların üstüne oturttu. Meggie başını Frank’ın çıplak göğsüne
dayamıştı.
Meggie, «Neden hepimize vurdu, Frank?» diye sordu. «Ona
suçun bende olduğunu söyledim.»
«Biz yoksuluz, Meggie. Asıl neden bu. Rahibeler, yoksul
öğrencilerden nefret ederler hep. Rahibe Agatha’nın küflü, eski
okulunda birkaç gün daha kalınca, yalnız Clearyleri d eğ il, M ars-
halları ve MacDonaldları da dövdüğünü göreceksin. B izler yok­
suluz. Eğer zengin olsaydık ve okula O’Brienler gibi büyük bir
arabayla gelseydik hepimize bayılırlardı. Ama biz k ilise y e org
armağan edemiyoruz. Veya altın işlemeli ayin e lb is e le ri vere­
miyoruz. Ya da rahibelere yeni at ve araba alam ıyoruz. Onun
için de bizlerin önemi yok. Bize ne isterlerse y a p a b ilirle r. Bir
gün Rahibe Agnes’in bana çok kızdığını anım sıyorum. ‘Tanrı aş­
kına ağla!» diye haykırıyordu. ‘Bir ses çıkar Francis C le a ry ! Ağ­
ladığını duyma zevkini bana verirsen, sana bu kadar s ık ve sert
vurmam!’
«Bizden nefret etmesinin başka bir nedeni daha var. Bu
bakımdan Marshallar ve MacDonaldlardan üstünüz. O kadın,
Clearyleri ağlatamaz. Güya onun potinlerini yalam am ız gereki­
yor. Çocuklara söyledim. Clearylarden biri sopa y e rk e n inleye­
cek olursa ne yapacağımı bilirim. Senin için de aynını söylem e­
liyim, Meggie. Seni çok feci de dövse ağzını açm ayacaksın. Bu­
gün ağladın mı?» >

«Hayır, Frank.» Küçük kız esnedi. Frank onu s am an ların üs­


tüne yatırıp bir şarkı mırıldanarak gülümseye g ülüm seye işinin
başına döndü.
Paddy geldiğinde Meggie hâlâ uyuyordu. A d am durup, ör­
— 33 —

sün üstünde bir araba dingilini düzeltmekte olan Frank a baktı.


Sonra samanların üstünde uyuyan kızına ilişti gözleri
Paddy kamçısını yere atıp yaşlı, bakla kırı atı ambarın di­
bindeki ahıra soktu «Onun burada olduğunu tahmin etmiştim.»
Frank hafifçe başını salladı. Sonra kuşku ve güvensizlik
dolu gözlerini babasına dikti. Paddy onun bu bakışlarına daima
s in irle n ird i. Frank kızgınlıktan beyazlaşmış dingile döndü yeni­
den. Akan te rle r yüzünden, çıplak böğrü parıldıyordu.
Paddy hayvanın eğerini çıkarıp kepek ve yulaf verdikten
sonra, demirhanenin dışındaki büyük yalağa gidip gömleğini çı­
kardı. Yüzünü, kollarını, göğsünü yıkadı ve bu arada saçlarıyla
at pantolonunu da ıslattı. Eski bir çuvalla kurulanırken de soru
sorar gibi oğluna baktı. «Annen, Meggie’nin cezalandırılarak eve
gönderildiğini söyledi. Ne olduğunu biliyor musun?»
Frank soğumakta olan dingili bıraktı. «Zavallı küçük, Rahi­
be Agatha'nın üstüne kusmuş.»
Paddy güldüğünün belli olmaması için hemen kaşlarını çat­
tı. Bir an karşı duvara bakarak kendisini topladı. «Demek okula
g ittiğ i için çok heyecanlandı, ha?»
«Bilmiyorum. Bu sabah da hastalandı zaten. Bu yüzden oku­
la geç kaldılar. Hepsine altışar sopa vurmuş rahibe. Ama Meg­
gie, asıl kendisinin cezalandırılması gerektiğini düşünerek çok
üzülmüş. Yemekten sonra Rahibe Agatha yine ona saldırmış.
Meggie de rahibenin tertemiz siyah elbisesinin üstüne kusmuş.»
«Sonra ne olmuş?»
«Rahibe Agatha sopayla onu iyice dövmüş ve cezalı olarak
eve yollamış.»
«Neyse, yeteri kadar ceza verilm iş. Rahibelere çok saygım
vardır. Onların yaptıkları konusunda soru sormak da bize düş­
mez. Fakat hemen sopaya sarılmasalar iyi olacak. Bizim gibi
kalın kafalı Mandalılara ders öğretmek için dayak atmaları da
gerekli. Ama küçük Meggie’nin okula başladığ; ilk gündü bu.»
Frank hayretle babasına bakıyordu. O güne dek Paddy oğ­
luyla erkek erkeğe konuşmamıştı. Frank, o anda her zamanki
hoşnutsuzluğunu unuttu. Paddy’nin bütün övünmesine karşın,
M eggie’yi oğullarından daha fazla sevdiğini anladı. O anda ba-
Gazap Kuşlan -F./3
— 34 —

basını sever gibi oldu ve bu yüzden güvensizliğe kapılm adan


gülümsedi.
Paddy dalmış, kızına bakıyordu. Meggie de kım ıldandı ve
sonra gözlerini açtı. Babasının Frank’ın yanında durduğunu gö­
rünce hemen doğrulup oturdu. Korkudan rengi solm uştu.
«Eee, Meggie, heyecanlı bir gün geçirmişsin. Ö yle değil
mi?» Paddy ona yaklaşınca kokusunu duyduysa da aldırm aya­
rak kızını kucağına aldı.
Küçük kız, «Dayak yedim, baba,» diye itiraf etti.
Adam güldü, «Rahibe Agatha’yı tanırım. Bu sonuncusu da
olmayacak. Gidip annene soralım bakalım. Kazanda sıcak su var­
sa seni bir güzel yıkasın. Jarman’ın ağılından daha kötü koku­
yorsun.»
Frank kapıya giderek, uzaklaşan kızıl saçlı adam la kızın ar­
kasından baktı.
*
**

Meggie’nin kusmasının aslında gizli bir nim et olduğu anla­


şıldı. Rahibe Agatha onu sık sık dövüyordu yine, ama başına
aynı şey gelmesin diye uzaktan vuruyordu. Bu da g en ellikle isa­
bet ettirememesine neden oluyordu.
Meggie’nin yanında oturan, VVahine’deki mavi renkli kahve­
nin sahibi olan İtalyan’ın küçük kızıydı. Adı Teresa A nnunzio’ydu.
Sakin olduğu için de Rahibe Agatha’nın öfkesinden uzak dura­
biliyordu. Dişleri çıkınca pek de güzel oldu kız. M eg g ie ona
bayılıyordu ve ders aralarında oyun yerinde kol kola dolaşıyor­
lardı. İyi arkadaş olmuşlardı. Durmadan konuşuyor, konuşuyor­
lardı.
Bir gün öğle saatinde Teresa annesi, babası, ağabey ve ab­
lalarıyla tanışması için Meggie’yi kahveye götürdü. Nasıl M eg ­
gie onların esmerliğini beğenmişse, aile de M e g g ie ’nin altın
alev rengi saçlarına hayran kaldı. Kızın siyah benekli, gri göz­
lerine bakarak onun bir meleğe benzediğini söylediler. M eggie,
annesinden kibar kimselere özgü o tarif edilmez havayı alm ıştı.
Bunu herkes hemen hissediyordu. Annunzio ailesi de çabucak
farketti. Ona iç yağında kızarmış patates ve kılçığı çıkarılm ış
balık İkram ettiler. Meggie ömründe bu kadar lezzetli yem ek
— 35 —

yem em işti. İçin için kahvede sık sık yemek yemeği istiyordu.
Ama bu özel bir davetti ve annesiyle rahibelerden de izin al­
ması gerekm işti.
Evde de daima ‘Teresa dedi ki,’ ve Teresa ne yaptı biliyo r
musunuz?’ gibi sözler ediyordu. Sonunda sabrı tükenen Paddy,
yeterince Teresa lafını dinlediğini söyleyerek azarladı Meg*
g ie ’yi.
Adam tıpkı İngilizler gibi esmer renkli kim selerle, Akdeniz­
lile re pek güvenemezdi. «Bu insanlarla böyle samimi olmak hiç
de hoş değil,» dedi, ama M eggie’nin kendisine sitem le baktığını
görerek sıkıldı. «Yani Dagolar pistir, kızım. Onlar sık sık yıkan­
mazlar,» diye ekledi.
Kız kardeşini Teresa’dan kıskanan Frank da babasının söz­
le rin i onayladı. Bunun üzerine Meggie evdeyken arkadaşından
fazla söz etm em eye başladı. Ama okulda Teresa’nın yanından
ayrılm ıyordu.
Bu arada Meggie, Rahibe Agatha’nın karatahtaya yazdığı
anlaşılm az şeylerden anlam çıkarmaya başlamıştı. Çok zeki bir
çocuktu ve Rahibe A gatha’ya duyduğu korkuyu bir yenebilseydi,
parlak bir öğrenci olacaktı. Fakat kadın içine işleyen bakışlarla
onu süzerek sert se rt soru sorunca, kızcağız b ildiğini unutarak
kekelem eye başlıyordu.
M eggie okula gelene dek Rahibe Agatha’nın öfke ve sopa­
sının hedefi Stuart olm uştu. Fakat Meggie çok daha iyi bir he­
d e fti. Çünkü S tua rt’ın sakinliği ve bir aziz gibi kayıtsızlığıyla
Rahibe Agatha bile başa çıkam am ıştı. Biri kadına neden Cleary-
lere böyle garez olduğunu sorsaydı cevap veremezdi herhalde.
Fakat Rahibe Agatha adıyla benim sediği yaşamın sonucu içi
kin dolan kadın, C learyler gibi gururlu ve alıngan bir aileye da­
yanamazdı doğrusu.
Neyse, M eggie’nin Teresa Anruınzio'yla arkadaşlığı, okula
dayanabilm esini sağlıyordu. Derslerde sabrederek oyun zama­
nının gelm esini bekliyordu. O zaman kolunu Teresa’nın beline
doluyor, Teresa da onun beline sarılıyor ve büyük incir ağacının
altında oturup konuşuyorlardı. Teresa, küçük kıza olağanüstü
d enilecek kadar yabancı gelen ailesi, sayısız bebekleri ve sö­
ğ üt desenli porselen çay takım ıyla ilg ili türlü hikâyeler anlatı­
yordu.
— 36 —

M eg g ie . bu çay tak ım ın ı görünce pek şaşırdı. Bu takım tam


108 parçadan oluşm uştu. M in ik fin c a n la rı, tab akları, d em liği, şe­
k erliğ i, sütlüğü vardı. Y in e m in ik çatal, bıçak ve kaşıklarla tam
bir bebeğin kullan ab ileceğ i boydaydı bu. Teresa başka sayısız
oyuncağa sahip ti. En küçük ablasıyla aralarında epey yaş farkı
olduğu için ailenin bebeği sayılıyordu. Hem Italyan o ld ukların ­
dan a ile , çocuklarına çok bağlıydı ve bu sevgiyi de a ç ıklıyo rd u.
Babasının olanakları ölçüsünde küçük kıza her şeyi v e rip şı­
m artıyo rlard ı onu. İki çocuk da b irbirlerini h ayret ve h as e tle in­
celiyordu. Bununla b irlik te Teresa, M e g g ie ’nin s e rt ve dar kafalı
b ir görüşle y e tiş tirilm e s in i b eğ enm em ekteydi. M e g g ie ’nin tam
ters in e ona acıyordu. İnsanın annesine koşup sarılm a s ın a, öp­
m esine izin v e rilm e m e s i çok kötüydü. Z avallı M eg g ie !
M e g g ie ise T e re s a ’nın gülen, tom bul annesini, kendinin in­
ce, asık suratlı annesiyle kıyaslayam ıyordu bile. Onun için de
hiçbir zaman. ‘Keşke annem beni kucaklayıp ö p se,’ d iye düşün­
müyordu. Bunun yerine, T eresa’nın annesi beni kucaklayıp öp­
s e ,’ diyordu. A m a kafasında okşama ve öpücüklerden çok. d e ­
senli çay takım ı vardı. Bu ne denli ince, ne za rif ve g üzeldi.
Böyle b ir söğüt desenli çay takım ı olsaydı, A g n e s ’e m a v ili be­
yazlı tabağına konmuş, m a v ili beyazlı fincanla çay v e rird i.

*
**

Okulun kapanması yakındı. A ra lık ayı ve M e g g ie ’nin yaş


günü geliyordu. Çok güzel bir yaz başlam ak ü zere y d i. M e g g ie
o zaman bütün kalbiyle istediği bir şeyin ne denli p ah a lıya mal
olacağını anladı. Okula giderken annesinin s a ç la rın ı taram ası
için yüksek tabureye oturm uştu M eg g ie . Bu e p e y zor b ir işti.
M e g g ie ’nin kolaylıkla kıvrılan gür saçları v a rd ı. G e c e le ri başın­
da paçavralarla uyuyor ve sabah da o yük s e k ta b u re y e çıkıp
oturm ası ve F ee ’nin kumaş parçalarını açarak b u k le le rin i fırç a ­
laması gerekiyordu. Kadın bütün saçları fırç a la y ıp k ıvırd ıktan
sonra beyaz tafta kurdeleyle öndeki saçları b a ğ lıy o rd u . Kurdele
fiyonk yapılınca artık M eg g ie hazır s a y ılırd ı. Bütün küçük kızla­
rın saçları okula g iderlerken örülüyor ve b u k le le r ö zel günlerde
yapılıyordu. Fakat Fee bu konuda in a t e d iy o r, s a b a h la rı vakit
ayırm ak zor olm asına karşın yine de M e g g ie ’nin s a ç la rın ı daima
— 37 —

bukle bukle yapıyordu. Fee bu arada yaptığı iyiliğin hatalı ol­


duğunu bilemiyordu. Çünkü kızın saçlarının okulda bir eşi da­
ha yoktu. Her gün bu saçları bukle bukle kıvırdığı için de öteki
kızlar M eggie’ye haset ediyor ve garez oluyorlardı ona.
O sabah Fee, Megge’nin saçlarını fırçalarken birden öyle
garip b ir ses çıkardı ki, kahvaltı sofrasındaki erkekler merakla
başlarını çevirdiler.
Fee, «Aman Tanrım!» dedi.
Paddy hemen ayağa fırladı. Fee’nin Tanrının adını boş ye­
re ağzına almadığını bildiği için şaşırmıştı. Kadın, Meggie'nin
bir buklesini tutmuş, dehşet ve tiksin tiyle bakıyordu. Peddy ve
çocuklar onun etrafına toplandılar. Fee bukleyi güneş ışığına
tutarak Paddy’e gösterdi. «Bak!» diye fısıldadı.
Güneşten altın gibi parıldayan saçta bir şey göremedi önce
Paddy. Sonra Fee’nin elinin üstünde yürüyen yaratığı farketti
Bir bukleyi daha kaldırdı. Işıkta başka böceklerin de dolaştık­
larını gördü. Meggie’nin saçları bunlarla doluydu.
Paddy söylendi. «Bitlenmiş!»
Bob, Jack, Hughie ve Stu da bir göz attıktan sonra babaları
gibi uzağa çekildiler. Yalnızca Frank’la Fee büyülenmiş gibi Meg­
gie'nin saçlarına bakıyorlardı. Meggie de iki büklüm olmuş otu­
ruyor ve üzüntüyle ne yaptığını düşünüyordu. Paddy sandalye­
sine oturup gözlerini kırpıştırmaya başladı. Sonunda dönüp kö­
tü kötü Fee’yi süzdü. «O, Tanrı’nın belâsı Dago kızının işi bu!
Tanrı o namussuzları, alçak domuzları kahretsin!»
Fee şaşırmıştı. «Paddy!»
«Küfrettiğim için bağışla beni. Fakat o kahrolasıca Dago
kızının M eggie’yi bitlendirdiğini düşünüyorum da... Şu anda Wa-
hine'e gidip o pis kahveyi yerle bir edebilirim !» Adam öfkeyle
sandalyenin kolunu yumrukluyordu.
Meggie sonunda, «Anne ne var?» diye sorabildi.
Annesi elini M eggie’nin burnuna doğru uzattı. «Bak baka­
lım, pis yaratık! Bunlar başına dolmuş. Pek samimi olduğun o
İtalyan kızından almışsın biti! Şimdi seni ne yapacağım?»
Meggie annesinin elinde dolaşan küçük böceğe baktıktan
sonra ağlamaya başladı.
Frank b ir şey söylenmesine gerek kalmadan bakır kazanı
ateşe oturtmuştu. Paddy de kalkmış mutfakta bir aşağı, bir yu-
— 38 —

kan dolaşarak kükrüyordu. M eggie’ye her bakışta Öfkesi artı-


yordu. Sonunda kapının iç tarafındaki kancalardan birinden şap-
kasım alarak başına geçirdi. Bir çividen de uzun k am çısını kaptı.
«Ben VVahine’e gidiyorum, Fee. O, T an rı’nın b elâsı Dago’ya
pis balık ve patates kızartmalarıyla ne yapacağını anlatacağım.
Ondan sonra da Rahibe Agatha’ya gideceğim ve okula bitli kız­
lar soktuğu için hakkında ne düşündüğümü söyleyeceğ im !»
Fee, «Dikkatli ol, Paddy!» diye yalvardı. «Ya suç İtalyan
kızında değilse? Hem bitli de olsa, belki o da bunu M eg g ie gibi
başkasından almıştır.»
Paddy, «Saçma!» diye söylenerek çıkıp g itti.
Fee de içini çekerek Frank’e baktı. «Babanız hapse düş­
mezse talihi var demektir. Frank, kardeşlerini iç e riy e g etir. Bu­
gün okul yok.»
Fee teker teker çocuklarının başlarına baktı. Sonra Frank’-
ın saçlarını inceledi. Frank’den de aynı şeyi k end isin e yapması­
nı istedi. Zavallı Meggie’nin bitleri kim seye g eç m e m iş ti neyse.
Fakat Fee bu işi kökünden halletmek niyetindeydi. Kocaman ba­
kır kazanda su kaynarken, Frank duvarda asılı olan bulaşık le­
ğenini indirdi. Buna yarı sıcak, yarı soğuk su koydu. Sonra bah­
çedeki kulübeden büyük bir teneke dolusu gazyağı g etird i. Ça­
maşırlıktan bir kalıp kükürtlü sabun alarak Bob’un saçlarını yı­
kadı. Her çocuğun başı önce leğene b atırılıyor ve birkaç fincan
gazyağı saçlarına dökülüyordu. Sonra bu yağlı s açlar sabunla
yıkanıyordu. Gazyağı da, sabun da başlarını yakıyo rd u. Gözleri
sulanan, başları yanan çocuklar İtalyanlardan öç alacakların ı söy­
lüyorlardı.
Fee de gidip dikiş sepetinden büyük m akasını a ldı. Bir saat­
ten beri yerinden kımıldamaya cesaret edem eden oturan Meg-
gie'ye yaklaştı. Güzel, uzun saçlara baktı kadın. M e g g ie ’nin be­
yaz baş derisi yer yer gözükmeye başlam ıştı. Kadın kuşkulu göz­
lerle Frank’a döndü. «Saçları traş etm ek gerekli mi?»
Frank üzüntüyle elini kaldırdı. «Yok anne! N e münasebet!
Başını gazyağıyla yıkayınca sorun kalmaz. Lütfen saçlarını traş
etme!»
Meggie’yi iş masasına götürdüler. Başına fin c a n la rla gaz­
yağı döktüler ve kalan saçları da o yakıcı sabunlarla bol bol yıka­
dılar. Anne oğul sonuçtan memnun kaldıklarına karar verdik-
— 39 —

lerinde küçük kızın yüzüyle başında kırmızılıklar belirmiş ve su


toplam ıştı. Frank yerdeki bukleleri sürüp ateşe attı. Sonra sü­
pürgeyi de alarak gazyağı doldurduğu bir kaba soktu. Frank ve
Fee de başlarını yıkadılar. Genç çocuk daha sonra mutfağın yer­
lerini de iyice yıkayıp sildi.
Mutfak bir hastane gibi dezenfekte edilince, yatak odala­
rındaki çarşaf ve battaniyeleri çıkardılar. Bütün günü, çarşaf,
battaniye ve örtülerini yıkayıp kaynatmakla geçirdiler. Şilte ve
yastıklar da arka çite serilip üzerlerine gazyağı püskürtüldü.
Bütün çocuklar yardım ediyordu. Sadece cezalı olan Meggie işe
karıştırılm ıyordu. Küçük kız, ambarın arkasına büzülerek ağla­
dı. Başı ovuşturulmaktan ve su toplayan berelerden sızlı­
yordu. Meggie çok utandığı için kendisini arayıp bulan Frank ın
yüzüne bile bakamadı. Ağabeysi eve girmesi için kandıramadı
onu.
Sonunda Frank, debelenen, tekme atan kızı sürükleye sü-
rükleye eve soktu. Meggie bir köşeye büzüldüğü sırada, Paddy
VVahine’den döndü. Akşam üzeri olmuştu. Adam, Meggie'nin ke­
silm iş saçlarına bakar bakmaz sandalyesine çöküp, elleriyle yü­
zünü kapatarak ağlamaya başladı. Aile bu durumdan rahatsız ol­
muş, ordan uzaklaşmak istiyordu. Fee çay yapıp Paddy’e bir fin­
can verdi ve adam da kendisini biraz toplar gibi oldu.
Kadın, «VVahine’de ne oldu?» diye sordu. «Orada pek uzun
süre kaldın!»
«O, Tanrfmn belâsı Italyan’ı kamçıladım ve atların su içtiği
yalağa attım. Sonra McLeod’un, dükkânının önünde durmuş sey­
rettiğini gördüm. Olanları anlattım ona. McLeod da meyhanede­
ki adamlardan birkaçını aldı ve bütün İtalyanları yalağa attık.
Kadınları da öyle. Üstlerine de birkaç kilo koyun ilacı döktük.
Sonra gidip okulda Rahibe Agatha’yı gördüm. Kadın hiçbir şeyi
farketmemiş olduğu için pek sinirlendi doğrusu. O. Dago kızın»
sırasından çekip çıkardı ve saçlarına baktı. Kızın başı bit için­
deydi tabii. Bunun üzerine kızı evine yolladı ve başı temizlen­
medikçe de gelmemesini söyledi. Ben ayrılırken üç rahibe okul­
da herkesin başına bakıyorlardı. Bitli olan çoktu. Üç rahibe bile
kimse farketmediği zaman deli gibi kaşınıyorlardı.» Adam bunu
düşünerek gülerken, yine Meggie’nin başını görüp ciddileşti.
«Sana gelince küçükhanım, artık ne Dago, ne de başkalarıyla ah-
— 40 —

baptık edeceksin. Ağabeylerin sana yeter. O nlar y e te rli olm az-


sa, bu çok kötü işte! Bob sana söylüyorum. M eg g ie o k u ld a ol­
duğu sürece seninle ve ağabeylerinden başkasıyla konuşmaya­
cak.»
Bob başını salladı. «Peki baba.»
Meggie ertesi sabah okula gitmesi gerektiğini anlayınca
dehşete kapıldı. Elleriyle başını tutarak inledi. «Hayır, hayır, an­
ne, böyle okula gidemem. Orada Rahibe Agatha v a r!»
Annesi Frankın yalvaran bakışlarına aldırmadan karşılık
verdi. «Pekâlâ gidebilirsin. Bu da sana ders olur.»
Bunun üzerine Meggie başında kahverengi bir eşarpla, ayak­
larını sürüye sürüye okula gitti. Rahibe Agatha onu görm ezlik­
ten geldi, ama ders arasında kızlar onu yakalayıp başından eşar­
bı çekiverdiler. Yara dolu başı pek korkunçtu doğrusu. Bob olan­
ları görür görmez gelip kardeşini alarak doğru arka bahçede
tenha bir yere götürdü.
Kardeşinin başına eşarı beceriksizce bağlayarak, onun ka­
zık kesilmiş omzunu okşadı. Sert bir sesle, «Onlara aldırm a, Meg­
gie,» dedi. «Kıskanç küçük kediler onlar!».
Öteki Clearyler de Meggie’nin etrafını aldılar ve çan çalana
dek korudular onu.
Teresa Annunzio öğle tatilinde okula uğradı. Başı traş edil­
mişti. Kız, Meggie’ye saldırmaya kalktıysa da ağabeyleri onu
kolaylıkla uzaklaştırdılar. Teresa gerilerken, sağ yum ruğunu ha­
vaya kaldırıp, sol eliyle de kolunun üstüne vurdu. Bu garip, ama
etkileyici hareketin anlamını kimse bilmiyordu. Fakat erkek ço­
cuklar gelecekte yararlanmak üzere akıllarının bir köşesine yer­
leştirdiler bunu.

Teresa, «Senden nefret ediyorum!» diye haykırdı. «Babanın


yaptıkları yüzünden babam buradan ayrılacak!» Dönüp ağlayarak
kaçtı.
Meggie ağlamadı ve başını dimdik tuttu. Başkalarının dü­
şündüklerinin önemi olmadığını anlıyordu. Bunlar önem li değil­
di... hiç değildi! Öteki kızlar da gerek ağabeylerinden korktuk­
ları, gerekse babasının başkalarıyla arkadaşlığı yasakladığını
duydukları için Meggie'ye sokulmadılar. Böylece M eggie okul­
daki son günlerini böyle afaroz edilmiş olarak g e çird i. Rahibe
— 41 —

Agatha bile bu yeni siyaseti uygun bularak öfkesini Stuart dan


çıkarmaya başladı.
Meggie'ye doğum gününde pek istediği söğüt desenli çay
takımını verdiler. Frank'ın olmayan boş zamanında yaptığı pek
biçim li mavi sandalyelerle masasının üstüne yerleştirilm işti ta­
kım. Yine Fee’nin olmayan vaktinde yaptığı yeni mavi elbiseyi
giyen Agnes de iskemlelerden birinde oturuyordu. Meggie, her
parçadaki mavi desenlere, küçük ağaçlara, süslü pagodaya, ha­
reketsiz kuşlara sıkılarak baktı. Bu takımı alabilmek için olan
parasını neden harcadığını da şöyle böyle, anlıyordu. Onun için
de görevini yerine getirerek dört köşe, minik demlikle Agnes'e
çay yaptı. Bundan pek memnun kalmış gibi davrandı. Yıllarca
b ir tek parçayı kırmpdan, çatlatmadan kullanmaya devam etti.
Kimse onun söğüt desenli çay takımı, mavi masa ve sandalye­
lerden, Agnes’in mavi elbisesinden nefret ettiğ ini aklının ucun­
dan bile geçirmedi.

*
«■t

1917’nin Noel’inden iki gün önce, Paddy haftalık gazetesiy­


le kitaplıktan aldığı kitapları eve getirdi. Ama dikkati çeken de
gazete oldu. Bunun ortasında Gelibolu'daki savaşla ilg ili bulanık
resim ler vardı. Frank ilk fırsatta gazeteyi kaparak savaşla ilg ili
haberleri, İngiliz ordusundaki AvusturyalI ve Yeni ZelandalI as­
kerlerin kahramanlığını öven uzun bir makaleyi okudu. Gözleri
:Air garip parlamaya başlamıştı. Sonra gazeteyi saygıyla masa­
ya bırakarak, «Baba ben savaşa gitm ek istiyorum,» dedi.
Eli titreyen Fee ocağın üstüne yahniyi döktü. Paddy de kita­
bını unutarak sandalyesinde doğruldu. «Çok gençsin, Frank.»
«Hayır, baba, onyedisindeyim. Erkek sayılırım artık. Savaşa
gitm eliyim . Clearyler de üstlerine düşen görevi yapmalılar!»
«Daha reşit değilsin, Frank. Seni almazlar.»
Frank, gözlerini Paddy’e dikerek, «İtiraz etmezsen alırlar,»
diye karşılık verdi.
«Ama itiraz ederim. Şu anda tek çalışan sensin ve getirdi­
ğin paraya ihtiyacımız olduğunu da biliyorsun.»
«Fakat orduda da bana para verirler!»
— 42 —

Paddy güldü. -Askerin harçlığı ha? VVahine’de dem irci ol­


mak Avrupa'da askerlik etmekten daha kazançlıdır.»
«Fakat oraya gidince belki daha iyi olanaklar elde ederim .
Demircilikten daha iyi bir iş...»
«Saçma! Aman Tanrım! Sen ne dediğini bilm iyorsun oğ lu m .
Savaş korkunçtur. Ben bin yıldır savaşta olan bir yerden gel­
diğim için ne dediğimi biliyorum. Zaten Ingilizler, bizim asker­
leri öne sürüp harcıyorlar. Churchill, adamlarımızı G elibolu g ib i
bir yere yollamış! Her elli binden bini ölüyor! Neden İn g ilte re ’­
nin savaşlarına katılacakmışsın? İngiltere şimdiye kadar senin
için ne yaptı? Sömürgelerinin kanım emmekten başka ne yaptı
söylesene? İngiltere'ye gidecek olsan sömürgeden geldiğin için
sana tepeden bakarlar. Savaşa gidemezsin Frank. Asker olacak
kadar büyük değilsin!»
Frankın yüzü kızardı, dudakları gerildi. Boyunun kısalığına^
ufak tefek yapısına daima sinirleniyordu zaten. Sınıfta da en
kısa boylu çocuk olduğu için herkesten daha fazla kavga edip,,
dövüşmüştü. Son zamanlarda korkunç bir kuşku benliğini sar­
mıştı. Çünkü onyedisine gelmesine karşın boyu hâlâ ondördün-
deki gibi bir ellisekizdi. Uzamak için vücudunu çok yoruyor, ge­
riniyor, egzersizler yapıyordu. Bu yüzden çektiklerin i, o boş
umutlan kendisinden başka bilen de yoktu.
Demircilik, gencin vücuduyla kıyaslanmayacak bir güce sa­
hip olmasına yol açmıştı. Korkunç güçlü genç, o güne dek hiç
bir kavgada yenik düşmemişti ve Taranaki yarımadasında gü­
cüyle ün yapmıştı. Paddy de Frank’ın ününü biliyor ve onun saygı
uyandırmak için dövüştüğünü anlıyordu. O da ufak tefek olduğu
için cesaretini göstermek amacıyla İrlanda’da çok dövüşmüş­
tü. Ama Yeni Zelanda'ya geldiğinde tam bir erkek sayılıyordu.
Onun için de boyu yüzünden Frank gibi böyle üzüJmemişti.
O anda genci dikkatle inceliyordu. Onu anlamaya çalışıyor*,
ama başaramıyordu. Çocuklarının arasında seçim yapmamak için
ne denli uğraşırsa uğraşsın, kalbinden en uzak olan Frank’dı. Bu
yüzden Fee'nin üzüldüğünü biliyordu. Karısı, oğluyla aralarında­
ki düşmanlık yüzünden endişeliydi. Ama Fee’ye olan sevgisi bile
Franka karşı olan sabırsızlığını gideremiyordu.

*
**
— 43 —

O gece herkes yattıktan sonra, Meggie yatak odasının pen­


ceresinden usulca çıkarak odunluğa gitti. Etrafı kütükler, tah­
talarla çevrilm iş olan odunluk çok büyüktü. Çünkü günlük ya­
şamda odunların büyük rolü vardı. Frank kocaman bir okaliptüs
kütüğünü yarıyordu. İki taraftan demir şişlerle tutturulmuş olan
altm ış santim çapındaki kütüğün üstündeydi Frank. Çok hızlı ha­
reket eden balta, havada ıslıklar çalıyordu. Küçük tahta parça­
ları havaya fırlıyor, Frank’ın çıplak göğüs ve sırtından terler
akıyordu. Genç çocuk terlerin gözüne kaçmasını önlemek için
m endilini başına sarmıştı. Yaptığı tehlikeli bir işti. Baltayı vu­
rurken bir hata yaparsa bir ayağı gidebilirdi.
Meggie, çıkarmış olduğu gömleğin yanına çömelerek onu
seyretm eye başladı. Frank o sırada yeni bir balta almak için
dönünce, geceliğiyle orada oturan küçük kardeşini farketti. Meg-
g ie ’yi paçavralar bağlı bukleler yerine kısa, kıvırcık saçla gör­
mek Frank’ı hâlâ şaşırtıyordu. Ama bu erkeğimsi saçın da kar­
deşine yakıştığını düşünmekteydi. Frank ona yaklaşarak yanın­
da çöm eldi. «Dışarıya nasıl çıktın, küçük yaramaz?»
«Stu uyuduktan sonra pencereden atladım.»
Frank arkasını bir kütüğe dayayıp oturarak bezgin bir tavır­
la kardeşine döndü. «Ne var, Meggie?»
«Frank gitmeyeceksin, değil mi?» Endişeli gözlerle ağabey-
sine bakıyordu.
Genç çocuk yumuşak bir tonla konuştu. «Gidebilirim, Meg­
gie.»
«Oh, Frank, gitm em eiisin! Annemle benim sana ihtiyacımız
var! Sen olmazsan biz ne yaparız?»
Frank acı duymakla birlikte kardeşinin farkına varmadan
Fee’yi ta k lit etmesine güldü. «Meggie, bazen her şey istediğin
gibi olmaz. Bunu bilmen gerekir. Biz Clearyler daima hepimizin
iy iliğ i için çalışırız. Hiçbir zaman önce kendimizi düşünmeyiz.
Fakat ben bunu kabul etmiyorum. Önce kendimizi düşünmemiz
g e re k ir bence. Gitmek istiyorum, çünkü onyedisindeyim ve ken­
dime bir yaşam kurma zamanım geldi. Fakat babam, ailenin iyi­
liğ i için evde kalmam gerektiğini söylüyor. Daha yirmibirinde
olm adığım için onun dediğini yapmak zorundayım.»
Meggie, Frank’ın anlattıklarının içinden çıkmaya çalışarak
•ciddi ciddi başını salladı.
«Çok düşündüm, Meggie. Buradan gideceğim. Kararımı ver­
dim. Annemle senin, beni özleyeceğinizi biliyorum . Ama Bob,
artık büyüdü sayılır. Babamla çocukların beni arayacakları da
yok. Babamı ilgilendiren sadece getirdiğim para.»
•Bizleri sevmiyor musun artık. Frank?»
Genç çocuk dönerek onu kollarına aldı. Üzüntü, azap ve
açlıkla karışık bir zevkle kardeşini okşadı. «Oh, Meggie! An­
nemle seni, bütün erkek kardeşlerimden çok daha fazla sevi­
yorum! Ah neden daha büyük değilsin? O zaman seninle rahat
rahat konuşabilirdim. Ama belki böyle küçük olman daha iy i...
Meggie büyüyünce durumu daha iyi anlayacaksın.»
Meggie, «Ne olur gitme,» diye mırıldandı.
Frank hıçkırır gibi güldü. «Oh, Meggie. sözlerim i duyma­
dın mı? Neyse bunun önemi yok. Ama bu gece beni gördüğünü
kknseye söylemeyeceksin. Senin bu işe karıştığını sanmalarını
istemem.»
«Her şeyi duydum Frank. Kimseye de bir şey söylemeye­
ceğim. Ama keşke gitmeseydin!»
Ağabeysine düşüncelerini anlatamayacak kadar küçüktü.
Frank giderse geriye kim kalacaktı? Kendisine sevgi gösteren,
kucağına alıp okşayan yalnız Frank'dı. Daha küçükken babası
onu sık sık kucağına alırdı. Fakat okula başladığından beri ba­
bası bundan vazgeçmişti. Boynuna sarılmasına bile izin vermi­
yor. «Artık büyük kız oldun, Meggie,» diyordu. Annesiyse sü­
rekli çalışıyor ve yorgundu hep. O, ağabeyleriyle evi düşünü­
yordu daima. Agnes saçlarını kaybettiği günden beri Frank ona
daha bir yakınlaşmıştı. Türlü derdi olmasına karşırş hiç biri onu
bu denli canevirvden vurmamıştı. Ne sopa, ne Rahibe Agatha,
ne de bitler... Çünkü daima Frank yanında olmuş, onu tese lli
etmişti.
Fakat Meggie kalkıp gülümsemeyi de başardı. «Gitmen ge­
rekiyorsa n'apalım gidersin o zaman, Frank.»
*
•«

Sabah Frank gitmişti. Fee, Meggie’y» yataktan kaldırmaya


geldiği zaman suratlı ve sinirliydi. Meggie telaşla yataktan at-
— 45 —

layıp, küçük düğmelerin iliklenm esi için yardım bile istemeden


giyindi.
M utfakta ağabeyleri suratları bir karış oturuyorlardı. Paddy -
nin sandalyesi boştu. Frank’inki de öyle. Meggie usulca yeri­
ne geçerken korkudan dişleri birbirine vuruyordu. Fee kahval­
tıdan sonra kaşlarını çatarak onlara dışarıya çıkmalarını söy­
ledi. Bob da ambarın arkasında Meggie’ye haberi verdi. «Frank
kaçtı!» diye fısıldadı. «Orduya katılmaya g itti. Keşke ben de
büyük olup onunla b irlikte gidebilseydim ! Çok ta lih li doğrusu!*
«Ben de onun evde olmasını isterdim.»
Bob omuz silkti. «Sen kızsın, anlamazsın. Bir kızdan da böy­
le söylem esi beklenir zaten.»
G enellikle onu öfkelendiren bu sözlere cevap vermedi Meg­
gie. Sonra annesinin ne istediğini anlamak için içeriye girdi.
Mendil ütülem esini söyleyen Fee’ye, «Babam nerede?» diye
sordu.
«VVahine’e gitti.»
«Frank’ı geri getirecek mi?»
Fee söylendi. «Bu ailede bir sır saklamak olanaksız. Hayır,
baban Frank’ı W ahine’de bulamayacağını biliyo r. VVanganui’de-
ki polisle orduya telgraf çekecek. Onlar Frank’ı geri getire­
cekler.»
«Oh, anne. Frank’ı bulacaklarını umarım! Onun gitm esini is­
tem iyorum !»
Fee yayıktaki tereyağını masada duran kaba döktü. «Hiç bi­
rim iz Frank’ın gitm esini istemiyoruz. Baban da bunun için gitti
zaten.» Dudakları titrem eye başlamıştı. «Zavallı Frank! Zavallı,
zavallı Frank'ım!» Kendi kendine konuşur gibiydi. «Neden gü­
nahlarımızın cezasını çocuklar çekmek zorunda bilmem. Zavallı
Frank’ım ...» Sonra M eggie’nin ütüyü bırakmış olduğunu farke-
derek sustu.
Üç gün sonra polis, Frank’ı geri getirdi. Birlikte gelen Wan-
ganuili çavuş Paddy'e gencin büyük güçle direndiğini anlattı
«Ne eşsiz bir dövüşçü! Yakalanacağını anlayınca ok g:bi fırla­
yıp kaçtı. Peşinde iki asker vardı. Eğer karşısına bir nöbetçi
çıkmasaydı ele geçiremeyecektik. Hem fevkalâde dövüştü. An­
cak beş er, bir olup ona kelepçeleri takabildiler.»
Çocuklar, büyüklerin altı metre kadar gerisinde, evin yan
— 46 —

taratma gizlenmiş dinliyor ve bekliyorlardı. Bob. Jack v e Hug-


hte. ağabeylerinin tekrar dövüşeceğini umuyordu. S tu a rt h e r z a ­
manki gibi sakindi. Meggie ise birinin Frank’ın c anın ı y a k a c a ­
ğından korkuyordu.
Frank dönüp önce annesine baktı. K ara g ö zle rle gri g ö zle r
konuşmaya gerek kalmadan anlaştılar. Bakışları a c ıy d ı. S o n ra
Paddy nin öfkeli mavi gözleri genci yendi. A d am aşağı g ören
bir tavırla onu süîüyordu. Frank sanki bunu b e k le rm iş g ib i göz­
lerini indirdi. Babasının kızmaya hakkı olduğunu kabul e d iy o rd u .
0 günden sonra Paddy oğluyla hiç konuşm adı. A ncak g e re ­
kirse bir. iki kelime söylüyordu. Ama Frank asıl k a rd e ş le rin d e n
utanmıştı. Gökyüzünde dolaşmaya imkân b ulam ayan kuşun ka­
natlarını kesmişler, şakımasına engel olm uşlardı.
Meggie o gece Fee yatana dek bekledi v e s o n ra u sulca
pencereden çıkarak avluyu aştı. Frank’ın sam an konan am b a rd a
olduğunu biliyordu. Orada, babasının g özlerinden u za k ta kala­
bilirdi.
Karanlık ambara girerek, «Frank n eredesin?» d iy e fıs ıld a d ı.
«Buradayım, Meggie.» Sesi pek yorgun ç ık m ış tı. 'Bu cansız,
heyecansız ses, Frank’inkine hiç benzemiyordu.
Kız, sesin geldiği yöne gitti ve ağabeysinin y a n ın a o tu ra ra k
kolunu onun sırtına dolamaya çalıştı. «Oh Frank, g eri g e ld iğ in e
sevindim.»
Genç çocuk, inleyerek samanların üstünden a ş a ğ ıy a kaydı.
Basmı Meggie'nin dizlerine dayadı. M eggie, onun gür, s iy a h saç­
larını okşamaya başladı. Küçük kızın sevgisi F ra n k 'ın ira d e sin i
yitirmesine neden oldu. Vücudu azapla büküldü ve a ç 'a m a y a
başladı. Gözyaşları Meggie’nin geceliğini ıs la tıy o rd u . M e g g ie
ağlamadı. Küçük ruhu, kadınlara özgü o lg u n lu k la , a ğ a b e ys in in
ona ihtiyacı olduğunu sezmişti. Meggie bu yeni s e v in c e k apıla­
rak, ağabeysi ağlamaktan bitkin düşene dek s a ç la r ın ı okşadı.

*
İKİNCİ BÖLÜM

RALPH

1921 — 1928

Rahip Ralph de Bricassart, güneşten kamaşan gözlerini ya­


rı kısmış, Daim ler arabasını tekerlek izleri olan, toprak yolda
sürerken, gençliğini düşünüyordu. Drogheda’ya giden yol ona
gençliğini anımsatm ıştı. Burası güzel, yeşil İrlanda değildi. Drog-
heda ne b ir savaş alanı, ne de bir iktidar merkeziydi. Eskisin­
den daha d is ip lin li ve her zamanki gibi keskin olan zekâsıyla
rahip, CromvveH’i andıran Mary Carson’un imparatorlara özgü
b ir kötülükle hareket ettiğine inanıyordu. Bu kıyaslama pek de
hatalı sayılmazdı. Çünkü bu kadın da, eski günlerdeki derebey­
le ri ( kadar güçlüydü ve pek çok kim seyi yönetiyordu.
Son kapı da ağaçların arasında göründü. Araba birden dur­
du. Rahip Ralph başını güneşten korumak için geniş kenarlı,
eski, gri şapkayı giyerek arabadan indi. Tahta kapının çelik sür­
güsünü çekti, sabırsızlıkla kanadı açtı. Gillanbone’deki kiliseyle
Drogheda m alikânesi arasında tam yirm i yedi kapı vardı, Her
b irin d e de arabadan inm esi, kapıyı açması, oradan geçmesi ve
te k ra r inip kapıyı sürgülem esi gerekiyordu. Pek çok kez ka­
pıları açık bırakarak yola devam etmek istem işti. Ama etrafın­
d a kile re saygı te lkin eden b ir durumda olsa bile, kapıların sa­
h ip le ri bu yüzden onu katrana bulayıp, üzerine tüyler yapıştırır-
— 48 —

tardı. Atların da otomobiller kadar süratli olmasını isterd i. Çün­


kü insan attan inmeden kapıları açıp kapayabilirdi.
Yeni Daimler’in panelini okşayarak, «İnsana kusursuz hiç­
bir şey verilmiyor,» diye mırıldandı. O tlarla dolu, ağaçsız son
m ili aşmak için arabayı çalıştırdı.
Şatolara, konaklara alışmış b ir İrlandalI için b ile A vustral­
ya’daki bu malikâne etkileyiciydi. Bu bölgenin en eski ve en
büyük çiftliğiydi Drogheda. Buraya tapan son sahibi de toprak­
lara uygun bir malikâne yapmıştı. Beş yüz m il doğudaki ocak­
lardan çıkarılan tereyağ sarısı küfeki taşlarından yapılm ıştı ev.
George stili yapı Hci katlıydı ve pencereleri de iyice büyüktü.
A lt katı, demirden yapılmış bir parmaklığı olan veranda çevreli­
yordu. Her pencerenin iki yanında siyah renkli panjurlar vardı.
Bunlar sadece süs değil, aynı zamanda yararlıydılar da, yazın
sıcağında panjurlar kapanınca içerisi serin kalıyordu.
Mevsim sonbahardı ve evi saran sarmaşıklar yemyeşildi.
Elli yıl önce yapıldığında dikilmiş olan mor salkım lar dış du­
varları ve verandanın damını kaplıyordu. Dikkatle kırpılm ış bir­
kaç dönüm çimen, evi çevrelemekteydi. Burada birkaç tane de
çiçek bahçesi vardı. Güller, yıldız çiçekleri ve kadife çiçekleri
renk renk açmıştı. Beyaz gövdeli, ulu kâfur ağaçlarının aşağıya
sarkan dalları, evi yakıcı güneşten korumaktaydı. Bugenvillealar
rın dallara sarıldığı kısımlarda parlak siklamen renkli çiçekler
göz alıyordu. Hatta evin arka tarafındaki su depolarını bile bu
sarmaşıklar sarmıştı. Böylece depolar da pek süslü duruyordu.
Müteveffa Michael Carson, Drogheda'ya çok düşkün olduğu için
su deposu konusunda da çok cömert davranmıştı. On yıl
yağmur yağmasa bile bu depolar sayesinde Drogheda’nın çi­
menlerinin yemyeşil kalacağı ve çiçeklerinin de açacağı söy­
lenirdi.
Buraya ilk yaklaşan kimse önce evi ve ulu ağaçları görür­
dü. Ancak sonra, evin arkasında, sağda ve solda bulunan yine
küfeki taşından tek katlı binaları farkederdi. Bu iki bina, eve
merdiven korkuluklarıyla bağlanmıştı. Çakıl döşeli geniş bir ara­
ba yolu, kıvrılarak evin yan tarafındaki park yerine açılıyordu.
Ama yol, park yerinin öbür tarafından devam ederek Drogheda’-
nın merkezine gidiyordu. Ambarlar, kırkma yerleri, depolar hep
oradaydı. Rahip Ralph, o binaları gölgeleyen dev biber ağaçla-
— 49 —

nnı, evin önündeki kâfur ağaçlarına tercih ederdi Soluk yeşil


yaprakları olan biber ağaçlarır>dan arıların vızıltıları gelirdi sü­
rekli. Böyle ıssız yerdeki bir merkez için de bu ağaçlar uy­
gundu.
Rahip Ralph arabasını park edip çimenlikten geçerken, bir
hizmetçi verandada belirerek beklemeye başladı. Kadının kırışık
yüzü bir gülüşle aydınlanmıştı.
Adam, «Günaydın, Minnie,» dedi.
Kadın İrlandalI vurgusuyla cevap verdi. «Ah. Peder, bu gü­
zel sabahta sizi görmek ne mutluluk!» Kapıyı ardına kadar aça­
rak elini adamın rahiplikle ilgisi olmayan eski şapkasın» almak
için uzattı.
Rahip Ralph mermer zeminli, merdiveni pirinç trabzanh,
büyük ve loş holde, Minnie salona geçmesini işaret edene dek
durdu.
Mary Carson yüksekliği dört buçuk metre olan açık bir pen­
cerenin önündeki koltuğunda oturuyordu. İçeriye giren soğuk
havaya aldırmadığı belliydi. Kadının kızıl saçları, gençliğindeki
gibi parlaktı hâlâ. Ama ç illi, kaba teni yaşlılık yüzünden daha
da lekelenm işti. Altm ış beşinde olmasına karşın yine de pek
fazla kırışık yoktu yüzünde. Kadının inatçılığını, iri burnunun iki
yanından inerek dudak uçlarını aşağıya çeken derin çizgilerle,
soluk mavi gözlerindeki buz gibi ifade be lirtm ekteydi.
Rahip Ralph, Aubusson halısının üzerinde ilerledi ve kadı­
nın ellerini öptü. Uzun boylu, zarif bir erkek olduğu için bu ha­
reket ona yakışmıştı. Ü stelik giydiği sade, siyah cüppe yüzün­
den de bir saraylı hali vardı onda. İfadesiz gözlerinde birden
bir pırıltı beliren Mary Carson, neredeyse kıkır kıkır gülecekti.
«Çay içer misiniz, Peder?» diye sordu.
«Ayin isteyip istem ediğinize bağlı bu.» Rahip kadının kar­
şısındaki koltuğa oturarak bacak bacak üstüne atınca, cüppesi
sıyrıldı ve at pantolonuyla dize kadar çıkan çizmeleri göründü.
Rahip kilisenin bulunduğu bölge yüzünden böyle giyiniyordu.
«Size Aşai Rabbani getirdim . Fakat ayin dinlemek isterseniz bu­
nu birkaç dakika sonra söylemeye hazırım. Orucuma kısa süre
daha devam etmeye itirazım yok.»
Gazap Kuşlan — F 4
— 50 —

Ködın, herkes gibi onun da kendisine değil, parasına saygı


gösterdiğini bilerek kibirli bir tavırla konuştu. «Bana çok iyi dav­
ranıyorsunuz. Peder. Lütfen çay için. Aşai Rabbani bana yeter.»
Adam hoşnutsuzluğunun yüzünde belirmesine en g e llo kftj.
Bu kiliseye geleli beri iradesini kullanmasını öğrenm işttr'O fkesi
yüzünden bir kez hiçlikten kurtulma fırsatını yitifffîîşti. Ama ay­
nı hatayı tekrar yapmayacaktı.
Kadın devam etti. «Son yılın çok zevkli olduğunu itira f et­
meliyim. Peder. Siz, yaşlı Rahip Kelly’den daha iyi bir çoban­
sınız. Tanrı onun ruhunu çürütsün.» Son sözleri söylerken b ir­
den sesi sertleşip kinlenmişti.
Rahip pırıldayan gözlerini kadının yüzüne dikti. «Sevgili Mrs.
Carson! Bu hiç de Katoliklere yakışacak bir söz değil!»

«Ancak doğru bu. 0. alkolik bir ihtiyardı. İçki nasıl vücudu­


nu çürüttüyse. Tanrı da aynı şekilde ruhunu çürütecektir. Bun­
dan eminim.» Öne doğru eğildi. «Bu arada sizi epey tanıdım.
Size birkaç soru sormaya hakkım var. değil mi? Drogheda’yı
özel gezinti yeriniz gibi kullanmakta serbestsiniz. Burada atla
dolaşabiliyor, Gilly’deki tatsız hayattan kaçıyorsunuz. Sizi davet
eden benim tabii, ama bu arada bazı cevapları almaya hakkım
var sanırım. Öyle değil mi?»
Adam müteşekkir kalması gerektiğinin hatırlatılmasından
hoşlanmadı. Fakat kadının kendisine sahip çıktığını sanarak tü r­
lü şeyler isteyeceği günü beklemekteydi zaten. «Tabii hakkınız
var, Mrs. Carson. Drogheda’da dolaşmama izin verdiğiniz ve
bütün armağanlarınız... atlarım ve arabam için size ne kadar te­
şekkür etsem azdır.»
Kadın, daha fazla söze gerek görmeden, «Kaç yaşındası-
nız?» diye sordu.
«Yirmi sekiz.»
«Sandığımdan da gençmişsiniz. Böyle de olsa sizin gibi ra­
hipleri Gilly gibi yerlere yollamazlar. Sizin gibi b irin i bu ıssız
yere yollamaları için ne yaptınız?»
Erkek sakin sakin gülümseyerek, «Piskopos’a hakaret et­
tim,» diye karşılık verdi.
«Evet, böyle bir şey yapmış olmalısınız! Fakat sizin gibi
— 51 —

özel yetenekleri olan bir rahibin Gillanbone gibi bir yerde mutlu
olabileceğini sanmıyorum.»
«Tanrı’nın isteği böyle.»

«Saçma! Buraya insanlara özgü hata yüzünden gelmişsiniz.


Sizin ve piskoposun hatası... Tek kusursuz sayılan Papa'dır. Gilİy
ile hiçbir ilginiz yok. Hepimiz de bunu biliyoruz. Bununla bir­
likte genellikle yolladıkları para toplamaktan başka bir şey b il­
meyen papazlar yerine, sizin gibi biri geldiği için minnettarız.
Ama sizin yetenekleriniz ruhanî güce giden b ir yola uygun. Bu­
rada atlar ve koyunlar arasına yakışmıyorsunuz. Size kırmızı kar­
dinal cüppesi çok iy i giderdi.»
«Ne yazık ki buna olanak yok. Gillanbone, Papa nın kardi­
nal yapacağı kim seleri yolladığı bir yer değil. Ama durum daha
kötü de olabilirdi. Burada siz varsınız, Drogheda var...»

Kadın bu kasıtlı iltifa tı aynı şekilde kabul etti. Erkeğin gü­


zelliğinden, ilgisinden, ince zekâsından, sivri dilinden zevk alı­
yordu. O, gerçekten de fevkalâde bir kardinal olab ilirdi. Ömrü
boyunca bu denli yakışıklı bir erkek daha gördüğünü hatırlamı­
yordu. G üzelliğini bu şekilde kullanabilen birine de rastlamamış­
tı. O da bunu biliyordu kuşkusuz. Uzun boyunun, vücudunun fev­
kalâde oranlarının, ince, soylu yüz hatlarının farkındaydı. Tan­
rı’nın büyük özen gösterm iş olduğu ender kullarından biriydi.
Siyah, dalgalı, gür saçlarından, koyu mavi gözlerine, küçük, bi­
çim li el ve ayaklarına kadar her şeyiyle mükemmeldi. Evet, onun
nasıl olduğunu bildiğinden kuşku yoktu. Bununla b irlikte onda
bir kayıtsızlık vardı. Güzelliğine hiçbir zaman hayran olmadığını
ve olmayacağını be lirtiyordu. Fırsat bulursa bu sayede istedik­
le rini elde etm ekte tereddüt etm eyecekti. Ancak o, güzelliğine
bayılm ıyor ve bunun etkisinde kalanları da aşağı görür gibi dav­
ranıyordu. Kadın, geçm işinde neyin buna yol açtığını anlamak
için pek çok şey vere bilird i.
İşin garibi pek çok rahip, Adonis kadar yakışıklıydı ve Don
Juan’ın cinsel çekiciliğin e sahipti. Yoksa onlar bu durumun so­
nucundan kaçmak için mi böyle rahip olarak yalnızlığı seçiyor­
lardı?
Kadın, «Neden G illanbonea dayanıyorsunuz?» dedi. «Buna
dayanmaktansa rahiplikten ayrılabilirsiniz. Yetenekleriniz save-
— 52 —

sinde pek çok alandan birinde zengin ve güçlü olabilirsiniz. Hem


hiç olmazsa gücün hoşunuza gitmediğini de bana söyleyemez­
siniz.»
Erkek sol kaşını kaldırdı. «Sevgili Mrs. Carson, siz bjr Ka-
toliksiniz. Ettiğim yeminlerin kutsal olduğunu biliyorsunuz. Öle­
ne dek rahip olarak kalacağım. Bunu inkâr edemem.»

Kadın bir kahkaha attı. «Haydi, haydi! Yeminlerinizden vaz­


geçecek olursanız, felâketlere uğrayacağınıza, yıldırımlar, av kö­
pekleri ve çiftelerle peşinizden geleceklerine gerçekten inanmı­
yorsunuz. değil mi?»
«Ne münasebet. Hem cezadan korktuğum için rahip olarak
kaldığımı düşünecek kadar aptal olduğunuza da inanamam.»
«Aman diliniz pek iğneli, Rahip de Bricassart! Öyleyse sizi
bağlayan ne? Gilly’nin toz, sıcak ve sineklerine dayanmanızın
sebebi ne olabilir? Çünkü bildiğiniz gibi bu, müebbet hapis de
olabilir.»
Genç adamın mavi gözleri bir an bulutlandı, ama sonra ka­
dına acırmış gibi güldü. «İnsanı iyi teselli ediyorsunuz, değil
mi?» Tavana bakarak içini çekti. «Doğduğum andan itibaren ra­
hip olmak üzere yetiştirildim. Fakat hepsi bu kadar da değil.
Bunu bir kadına nasıl anlatabilirim? Ben boş bir kabım, Mrs.
Carson. Zaman zaman Tanrıyla doluyorum. İyi bir rahip olsay­
dım boş kaldığım süre olmazdı. Hem Tanrı’yla dolmanın yerle
de ilgisi yok. Bu Gillanbone ya da bir psikoposun sarayınday-
ken de olur. Ancak bunu tanımlamak zor, çünkü bu rahipler için
bile büyük bir sır. Başka insanların hiçbir zaman bilemeyecek­
leri Tanrısal bir sahip çıkma. Bunu bırakmak mı? Yapmam.»
«Demek bu bir güç. Öyle mi? O halde neden rahiplere ve­
rilsin? Bıktıracak kadar uzun bir tören sırasında sürülecek kut­
sal yağın insana bu gücü verebileceğini neden düşünüyorsu­
nuz?»

Rahip başını salladı. «Dinleyin, yıllarca çalışma demektir


bu. Hatta rahiplikten önce bile. Kafanın dikkatli bir şekilde ge­
liştirilmesi sayesinde bu kapı Tanrıya açılır. Bu kazanılır! Her
gün kazanılır. Yeminlerin amacı da budur işte. Rahiple, bu kafa
durumu arasına hiçbir şey girmemelidir. Ne bir kadının aşkı,
ne para sevgisi, ne de başkalarının emirlerine itaat etmeme
— 53 —

isteği. Şerrim için yoksulluk yeni bir şey değil. Zengin bir aile­
den değilim . Bakirliğimi de kolaylıkla korurum. Ya itaat? İşte
benim için üçünden en zor olanı da bu. Ama itaat ederim, çün­
kü kendimi, Tanrı’nın bir aracı olarak çalışmamdan daha önem­
li sayacak olursam mahvoldum demektir. Gerekirse müebbet ha­
pis olarak Gillanbone’e dayanmaya da razıyım.*
Kadın, «Öyleyse siz bir budalasınız!» diye karşılık verdi.
«Ben de Tanrı’ya âşıklardan çok daha önemli şeyler olduğunu
düşünüyorum. Fakat Tanrının içine gireceği b ir kap bunlardan
b iri değil. Tuhaf. Tanrı’ya bu denli ateşle bağlı olduğunuzu far-
ketm emiştim . Sizin belki de kuşkulan olan bir erkek olduğunuzu
sanıyordum.»
«Kuşkularım var. Düşünen hangi adam kuşkulanmaz ki? İş­
te bu yüzden zaman zaman boşum. Biliyor musunuz, mükem­
mel b ir rahip olabilmek için her arzu ve isteğimden vazgeçe­
bilirim sanırım.»
Mrs. Carson, «Ne olursa olsun mükemmellik dayanılmaya­
cak kadar tatsızdır,» diye mırıldandı. «Kendi hesabıma biraz
mükemmellikten uzak olanı tercih ederim.»
Erkek ona, hasetle karışık bir hayranlıkla bakarak güldü.
Mary Carson fevkalâde bir kadındı doğrusu.
Otuz üç yıldanberi duldu Mrs. Carson. Tek çocuğu, daha
bebekken ölmüştü. Gillanbone’daki özel durumu dolayısıyla ta­
nıdıkları olan hırslı erkeklerin tekliflerin i kabule yanaşmamıştı.
Michael Carson’un dul eşi olarak tartışmasız bir kraliçe sayılı­
yordu. Fakat birinin eşi olursa, bütün gücünü başkasına verme­
si gerekecekti. Oysa Mary Carson hiçbir zaman ikinci durumu­
na düşmek istemezdi. Onun için vücudunun arzularım bir yana
bırakıp güçlü olmayı seçmişti. Onun bir âşığı olabileceği de
akla yakın değildi. Çünkü Gillartbone’da böyle şeyler hemen du­
yulur ve dedikodu konusu olurdu.
Ama kadın artık vücudunun isteklerinden kurtulacak yaş­
taydı. Yeni, genç rahip ona karşı olan görevlerinde titizlikle dav­
ranınca, kadının bir otomobil gibi küçük armağanlarla onu ödül­
lendirm esi şaşılacak b ir şey de sayılmazdı. Kadın, ömrü boyun­
ca kiliseyi ve onun ruhani liderini desteklemişti. Hatta sarhoş
Rahip K elly’nin yerine gelen rahipten tek memnun olan da o
değildi. Rahip Ralph de Brlcassart’ı zengin, yoksul bütün ce-
— 54 —

maat seviyordu. Çok uzakta oturanlar rahibi görmeye gelemez­


lerse, genç adam kalkıp onları görmeye atla gitmişti. Sabrı ve
iy;riği sayesinde onu seviyorlardı. Bugela’dan Martin King, ra­
hibin oturduğu evi baştan aşağıya döşetmişti. Dibban'dan Domi-
nic O Rourke de, iyi bir kâhyanın aylığını veriyordu.
Vasi ve durumu dolayısıyla Mary Carson da, Rahip Ralph
ile ahbaplıktan zevk alıyordu. Kendisi kadar akıllı biriyle çekiş­
mekten hoşlanıyordu. Onun düşüncelerini tahmine çalışıyor ve
aslında onun düşüncelerini gerçekten anlayıp anlayamadığını da.
pek bilemiyordu.
Kadın arkasına yaslandı. «Gilly’nin Papa hazretlerinin kar­
dinal yapacağı kimseleri yolladığı bir yer olmadığını söylemiş­
tiniz. O saygıdeğer beyefendinin Gilly'i dünyasının merkezi gibi
görmesi için ne lazım acaba?»
Rahip üzgün üzgün gülümsedi. «Bunu söylemek olanaksız.
Birden bin ruhu birden kurtarmak... Sakat ve körlerin bir­
den iyileşmesini sağlamak... Fakat mucizeler çağı çoktan geçti
artık.»
«Haydi, haydi! Buna inanmam! Sadece O, tekniğini değiş­
tirdi artık. Tanrı bu günlerde para kullanıyor.»
«Hiçbir şeye inanmayan bir insansınız! Belki de bu yüzden
sizden bu kadar hoşlanıyorum, Mrs. Carson.»
«Adım Mary... Lütfen bana Mary de.»
Minnie çay arabasını iterek içeriye girdiği sırada Rahip de
Bricassart, «Teşekkür ederim Mary,» diye mırıldandı.
Taze pide, kızarmış ekmekle yapılmış ançüvezli sandviçleri
yerlerken, Mary Carson içini çekti. «Sevgili Peder, bu sabah be­
nim için fazlasıyla dua etmenizi istiyorum.»
«Bana Ralph de.» Sonra muzip muzip devam e tti. «Senin
için her zamankinden daha fazla dua edebileceğimi sanmıyorum,
ama elimden geleni yapacağım.»
«Oh, çok hoşsun! Yoksa bu söz bir ima mıydı? Her şeyin
uluorta söylenmesinden hoşlanmam. Fakat senin imalarından
emin değilim. Belki de bunlar daha derin olan bir şeyi gizliyor.
Bu tıpkı önüne havuç asılan atın onu yakalamak için koşması
gibi bir şey. Aslında hakkımda ne düşünüyorsun, Rahip de Bri­
cassart? Bunu hiçbir zaman bilemeyeceğim. Çünkü hiçbir za­
man bunu bana söyleyecek kadar patavatsız olmayacaksın. Çok
— 55 —

ilginç, çok ilginç... Fakat benim için dua etmelisin Yaşlıyım ve


çok günah işledim.»
«Yavaş yavaş yaşlanıyoruz ve ben de günah işledim.*
Kadın kuru bir sesle güldü. «Nasıl günah işlediğini bilmek
için çok şey verirdim! Gerçekten verirdim .* Bir an sustuktan
sonra konuyu değiştirdi. «Şu anda yine bir kâhyam eksik.»
«Yine mi?»
«Son yılda beş tanesi g itti. Dürüst bir adam bulmak g ittik­
çe zorlaşıyor.»
«Söylentilere göre, ne cömert, ne de düşünceli bir patron­
muşsun.»
Kadın, «Küstah!» diyerek gülmeye başladı. «Sana ata bin­
memen için yepyeni b ir Daimler alan kim?»
«Ah, ama bak senin için ne kadar çok dua ediyorum!»
Mary Carson birden, «Michael senin yarın kadar k iş ilik sa­
hibi ve hazırcevap olsaydı,» dedi. «Ona âşık olabilirdim belki.»
Yüzü değişerek kinlendi. «Dünyada hiçbir yakınım olmadığını ve
paramı da, topraklarımı da K ilise ye bırakacağımı mı sanı­
yorsun?»
Rahip kendine çay koyarak sakin sakin cevap verdi. «Hiç­
bir fikrim yok.»
«Aslında pek çok oğlu olan bir erkek kardeşim var.»
Rahip, «Ne kadar iyi,» diye karşılık verdi.
«Evlendiğimde hiçbir şeyim yoktu. İrlanda’da iyi bir e vlilik
yapamayacağımı biliyordum . Orada kadınların zengin bir koca
yakalayabilmeleri için kibar olmaları ve tanınmış bir soydan gel­
m eleri gerekir. Onun için canım çıkana dek çalıştım ve zengin
adamların böyle titiz olmadıkları bir ülkeye gitm ek için yol para­
sı b iriktird im . Buraya geldiğim de güzel bir yüzüm, biçim li bir
vücudum ve kadınlarda olduğu sanılmayan b ir kafam vardı. Bun­
lar da zengin bir budala olan Michael Carson’u avlamama yetti.
Kendisi ölene kadar bana taptı.»
«Rahip onun konudan uzaklaştığını düşünerek sordu : «Ya
kardeşin?»
«Kardeşim benden on bir yaş küçüktür. Yani şimdi elli dör­
dünde olm alı. Sağ kalan yalnız ikim iziz. Onu pek tanımıyorum.
Ben Galvvay’den ayrıldığımda, o, küçük b ir çocuktu. Kendisi şim ­
di Yeni Zelanda'da oturuyor. Ama zengin olmak için oraya git-
— 56 —

tıvse bunu başaramamış. Dün gece kâhyanın eşyasını alıp g it­


tiğini haber verdikleri zaman birden Padraic’i düşündüm. Yaşla­
nıyorum ve yanımda ailem de yok. O zaman Paddy’nin toprak­
tan anladığım, fakat toprak sahibi olacak parası bulunmadığını
anımsadım. Kendi kendime. Neden ona mektup yazıp oğulla-
rryla buraya gelmesini istemiyorum?’ dedim. Ben ölünce Drog­
heda ve Michar Şirketi onun olur. Kendisi tek kardeşim ve İrlan­
da’daki tanımadığım uzak yeğenlerden çok daha bana yakın tabii.»
Kadın gülümsedi. «Beklemek saçmalık olur, değil mi? Şim­
diden buraya gelmeli. Kara topraklı düzlüklerde koyunlara bak­
mayı öğrenmeli. Buradaki koyunlar Yeni Zelanda’dakinden fark­
lı sanırım. Ben ölünce de acemilik çekmeden yerim e geçer.»
Basını eğmiş dikkatle Rahip Ralph’i süzüyordu.
«Bunu neden daha önceden düşünmedin?»
«Oh. düşündüm. Fakat son zamanlara kadar çevremde son
nefesimi vermemi bekleyen akbabaların bulunm asını. istem edi­
ğime inanıyordum. Ancak son zamanlarda ölüme daha yaklaş­
tığımı hissediyorum ...Kendi kanımdan kimselerin yanımda bu­
lunmalarının iyi olacağını sanıyorum »
Erkek gözlerinde gerçek bir ilgiyle sordu. «Ne var? Hasta
olduğunu mu düşünüyorsun?»
Mary Carson omuz silkti. «Hiçbir şeyim yok. Bununla bir-
Ifkte altmışbeşe basmakta meşum bir taraf var. Birden yaşlılık
ileride başıma gelecek bir şey olmaktan çıktı. Yaşlıyım artık.»
«Ne demek istediğini anlıyorum ve haklısın. Evde genç ses­
ler duymak senin için çok zevkli olacaktır.»
Kadın, «Hayır,» dedi. «Burada oturmayacaklar. Onlar ben­
den uzakta derenin yanındaki baş kâhyanın evinde oturabilirler.
Çocuklardan da, seslerinden de hoşlanmam.»
«Arada yas farkı da olsa tek kardeşine böyle davranman
hoş mu, Mary?»
Mrs. Carson kaba kaba, «Burası ona kalacak,» diye söylen­
di. «Onun için çalışıp bunu haketmeli.»

*
**

Fiona Cleary, Meggie’nin dokuzuncu doğum gününden alt'


gön önce bir erkek çocuk daha doğurdu. O arada bir şey ol-
— 57 —

m ad iğ i ve sadece iki kez çocuk düşürdüğü için kendisini ta lih ­


li sayıyordu. Dokuzundaki Meggie, tam bir yardımcı olacak yaş­
taydı artrk. Fee ise kırkına gelm işti ve artık çocuk doğurmak
onu yoru yor, gücünü alıp götürüyordu. Harold adını verd.kieri
bebek pek zayıftı. Onun için de doktor srk sık eve geliyordu.
S ıkın tıla r arka arkaya gelirdi. Clearyler için de öyle oldu.
Savaş sonu, bolluk yerine kriz başladı. İş bulmak gitgide güç­
le şiyo rd u .

B ir gün tam çaydan kalkacakları sırada yaşlı Angus Mac


VVhirter eve bir te lg ra f getirdi. Paddy telgrafların iyi haber ge­
tirm e d iğ in e inanarak kâğıdı titreyen ellerle açtı. Frank dışında
o ğ u lla rı da başına toplanm ıştı. Frank, çayını alarak masadan ay­
rılm ış tı. G özleriyle onu izleyen Fee, kocası inleyince birden ona
döndü. «Ne var?»
«A rchibald bizi istem iyor.»
Bob hiddetle yumruğunu masaya vurdu. O da babasıyla kır­
kıcı yardım cısı olarak gitm eyi ummuştu. «Neden bize bu kötü
oyunu oynadı baba? Yarın oraya hareket edecektik.»
«N edenini yazmamış, Bob. Herhalde benden daha ucuz ça­
lışan b irin i buldu.»
Fee içini çekti. «Oh, Paddy!»
Bebek Hal ocağın karşısındaki beşikte ağlamaya başladı.
Am a daha Fee kımıldayamadan Meggie onun yanına koştu. Frank,
geri dönmüş, kapının önünde durmuştu. Elinde çay fincanı sey­
rediyordu. Meggie sobanın yanında ısınmakta olan kat kat kon­
muş bezlerden b irin i alarak dikkatle iş masasına yaydı. Ağla­
yan çocuğu beşikten çıkarıp, annesi kadar ustalıkla bezini de­
ğ iş tiriv e rd i.
Frank, «Küçük anne,» diye ona takıldı.
M eggie hırsla cevap verdi. «Anne değilim . Sadece anneme
yardım ediyorum.»
Frank sevgiyle mırıldandı. «Biliyorum. Sen iyi bir kızsın, kü­
çük Meggie.»
Kızın gri gözleri büyük bir sevgiyle ağabeysinin yüzüne di­
kild i. Frank o anda b ir acı duydu. Meggie bebeği Anges’le oy­
nayacağı yaşta böyle çalışıyordu. Annesi ve Meggie olmasaydı
çoktan çıkıp gidecekti. Kötü kötü babasını süzdü. Evde bu ka­
— 58 —

dar karışıklığa neden olan yeni bebekten o sorumluydu. İşini


kaybetmesi de iyi olmuştu doğrusu.
Frank’ın düşüncelerinde Hal, öteki kardeşleri ve hatta Meg-
gie’den daha fazla rol oynuyordu. Fee’nin beli kalınlaşmaya baş­
ladığında. Frank evlenecek ve baba olacak yaştaydı. Küçük Meg­
gie dışında hepsi de bu durumdan rahatsız olm uşlardı. Özel­
likle annesi sıkılmıştı. Oğullarının gizli gizli bakışları karşısın­
da kadın büzülmüştü. Frank'ın gözlerine bakamamış ve kendi
kendine artık reşit olduğunu ve çıkıp gitmesi gerektiğini söylü­
yordu. Babasının işini kaybetmesine memnun olmuştu. Dürüst
bir erkek, annesini rahat bırakırdı.

Yeni elektrik ışığında annesinin saçları soluk altın gibiydi.


Paddy e bakan kadının profili kusursuzdu. Neden onun gibi gü­
zel ve kibar biri, Glavvay’in çayırlarından gelme cahil bir ko­
yun kırkıcıyla evlenmişti? Kendisini de konuk odasında kimse­
nin görmediği Spoda porselenleri, damaks örtüleri, İran halıları
gibi ziyan ediyordu. Bu eşyaları hiç kimse görm em işti, çünkü
annesi, Paddy’nin arkadaşlarının akranı değildi. Kadının yüzün­
den onlar kaba seslerini farkediyorlar ve masadaki birden fazla
çatalı görünce şaşırıyorlardı.
Fee bazen pazar günleri ıssız konuk odasına girerek pen­
cerenin altındaki piyanonun önüne geçiyor ve çalmaya başlı­
yordu. Fakat uzun zaman çalmadığı ve çalışmadığı iç ’m pncak
basit parçaları çıkarabiliyordu. Frank da pencerenin altında ley­
laklar ve zambakların arasında oturup gözlerini kapatarak din­
liyordu. O anda annesinin açık pembe dantelden bir tuvalet giy­
miş, etrafında şamdanlar yanan fildişi salonda piyano çaldığını
hayâl ediyordu. Bu yüzden ağlamak istiyordu. Fakat polis, ken­
disini eve getirdikten sonra ambarda ağladığından beri hiç göz­
yaşı dökmemişti. Ağlamıyordu artık.

Meggie, Hah beşiğine yatırarak annesinin yanına gitti. O


da ztyan olmuştu. Onun profili de annesininki gibi çok düzgün
ve güzeldi. Yüzü gururlu ve hassastı. Vücudu, elleri de annesi-
nlnkileri andırıyordu. 0 da bir kadın olunca tıpkı annesine ben­
zeyecekti. Onunla kim evlenecekti? Budala b ir İrlandalI koyun
kırkıcısı mı? Yoksa Wahine’de süthanede çalışan bir ahmak mı?
O, çok daha iyisine lâyıktı, ama zengin bir yaşama doğmamıştı.
— 59 —

Kurtuluş çaresi yoktu. Herkes bunu söylüyordu. Her yaşadığı


yıl da bunun doğruluğunu açıklar gibiydi.

**

Paddy’nin işini kaybetmesinden üç gün L 'nra Mary Car­


son un mektubu geldi. Adam bunu alır almaz Wah:ne postane­
sinde açtı. Eve bir çocuk gibi zıplaya hoplaya döndü Pahalı tür
mektup kâğıtlarını ailesinin şaşkın yüzlerine doğru sallayarak,
«Avustralya’ya gidiyoruz!» diye bağırdı.
Derin bir sessizlik oldu. Bütün gözler ona dikilm işti. Fee
ve Meggie şaşırmışlardı, ama erkeklerin gözleri sevinçle parlı­
yordu. Frank’ın gözleriyse ateş saçmaktaydı.
Fee mektubu okuyunca. «Fakat Paddy!» dedi. «Ablan ne­
den bunca yıldan sonra seni hatırlamış? Ona miras yeni kalma­
mış ki! Sonra yıllardır da yalnız. Şimdiye dek bize yardım teklif
e ttiğ in i anımsamıyorum!»
Paddy de Fee gibi kendisini ikna etmeye çalışıyordu. «Sa­
nırım yalnız ölmekten korkuyor ablam. Yazdıklarını gördün.
‘ Genç değilim. Sen ve oğulların vârislerim siniz. Ölmeden bir­
birim izi görmeliyiz. Sana miras kalacak şeyi nasıl yöneteceğini
öğrenmenin de zamanı geldi. Seni baş kâhyam yapacağım. Böy­
lece işi öğreneceksin. Çalışacak yaşta olan oğullarını da işçi
olarak alacağım. Drogheda, yabancıların yardımı olmadan ailece
yönetilecek, bir yer olacak,’ diyor.»
Fee, «Avustralya’ya gitmemiz için yol paramızı vereceğini
de söylüyor mu?» diye sordu.
Paddy’nin vücudu gerildi. «Ondan bunun için para istemek
aklımdan bile geçmez! Yeteri kadar para biriktirdim . Ondan di­
lenmeden de Avustralya'ya gidebiliriz.»
Fee, «Yo! paramızı vermeli,» diye ısrar edince hepsi sastı.
Çünkü kadın pek ender olarak fikrin i söylerdi. «Mektuptaki bir
vaat yüzünden neden buradaki yaşamını bırakıp onun yanına ça­
lışmaya gidecekmişsin? Şimdiye dek bize yardım için küçük par­
mağını bile oynatmadı. Ona güvenmiyorum. Onunla ilg ili olarak
tek anımsadığım şey de, kendisinin çok sıkı elli olduğunu söy-
lemendir. Hem Paddy, onu iyi tanımıyorsun. Kendisi Avustral­
ya’ya gittiğinde sen okula başlamamışsın bile!»
— 60 —

«Bu bir şey değiştirmez. Sıkı elliyse bize daha fazla miras
kalacak elemektir. Hayır, Fee. Avustralya'ya gideceğiz ve yol
paramızı da kendimiz vereceğiz.»

*
**

Gemide koğuşta yatacaklardı, ama yolculuk üç gün süre­


ceği için bunun pek ziyanı yoktu. Hem yanlarına g iy s ile rin i, mut­
fak takımlarını, çarşaflarını ve birkaç r a i dolusu d e ğ e rli kitabı
alabileceklerdi. Kalan eşyalar da Fee’nin konuk odasındaki pi­
yano, balı ve sandalyelerin nakil parasını sağlamak için satıla­
caktı.
Paddy. Wahine adlı gemide sekiz kişilik b ir koğuş ayırtmak
için Wanganui'ye indi. Ağustos sonunda yola çıkacaklardı. Kö­
pekleri komşulara vermiş, atlarla arabayı satm ışlardı. Eşyalar da
açık artırma için bir arabaya yüklenip kasabaya götürülmüştü.,
Frank annesini eski piyanonun yanında buldu. Kadın bunun
pembemsi renkli kaplamasını okşuyor ve parm aklarına bulaşan
yaldıza dalgın dalgın bakıyordu.

Frank, «Bu piyano hep sende miydi?» diye sordu.


«Evet, bu benimki. Evlendiğim zaman da elim de n alamadı­
lar. Piyano, İran halıları, XVI. Louis s tili koltu k ve kanepeler,
Regency stili yazı masası... Fazla değildi, ama benim di.» Kadın
üzüntüyle duvardaki yağlıboya resme baktı. Resim zamanla bi­
raz solmuştu, ama kat kat kırmalı, açık pembe tu v a le t giymiş,
altın sarısı saçlı kadın seçiliyordu hâlâ.

Frank merakla, «Kim o?» dedi. «Bunu bilm ek iste d im hep.»


«Büyük bir hanımefendi.» <
«Akraban olması gerek. Çünkü biraz sana benziyor.»
«O mu? Akrabam mı?» Gri gözler biraz da alayla oğluna
çevrildi. «Bende onun gibi bir akrabası olacak hal var mı?»

«Evet.»
«Senin kafan örümcek bağlamış. Temizle onları.»
«Bana anlatmanı isterdim, anne.»
Kadın içini çekerek piyanoyu kapattı ve parm aklarına bu­
laşan yaldızı sildi. «Anlatacak bir şey yok... h iç b ir şey yok. Hay*
— 61 —

di bunları odanın ortasına çekmeme yardım et. Böylece baban


bunları sandıklara -koyar.»

*
**

Deniz yolculuğu bir karabasandan farksız oldu, Wellington


limanından çıkar çıkmaz hava patladığı için hepsini deniz tuttu.
Paddy, erkekleri acı rüzgâr ve dalgalara aldırmadan güvertede
oturtup, kendi sık sık aşağıya, karısıyla Meggie ve bebeğe bak­
maya indi. Kamara çok küçüktü ve kokuyordu. Üstelik başal­
tında olduğu için daha da fazla sallanıyordu.
Neyse Sydney'e varrtıalarına üç saat kala deniz birden sa­
kinleşti. Ama bu kez de yoğun bir sis geminin etrafını sardı.
Mide bulantısından kurtulan Meggie, sis düdüklerini duyuyordu.
Kendisine Avustralya'yı tanıtan bu sis düdüklerini ömrü boyun­
ca unutmayacaktı.
1921 yılının ağustos ayı sonunda sisli bir kış sabahı Pyr-
m ont’a çıktılar. İskelenin gerisinde sıra sıra taksiler bekliyor­
du. Paddy zar zor, hepsini bir taksiye bindirdi. Şoför onları
Sydney’in en ucuz oteline götüreceğini söyledi. «Orası tam sana
göre, ahbap. İşçiler için açılmış bir yerdir.»
Caddeler otomobillerle doluydu. Hızla giden arabaların ara­
sında ender olarak ata rastlanıyordu. W ellington u görünce şa­
şırm ışlardı, ama Sydney’in yanında orası küçük bir kasabadan
farksızdı.
Fee küçük otelde dinlenirken, Paddy de tren b ile ti almaya
g itti. Gillanbone’a tren olup olmadığını anlayacaktı. Kendilerine
gelm iş olan çocuklar da onunla b irlikte gelmekte ısrar etm işler­
di. Onların gençliklerine imrenen Paddy de razı olmuştu. Bu
arada üç gün deniz tuttuktan sonra pek fazla yürüyemeyeceğini
sanıyordu. Frank, Meggie ve Fee, bebekle kalmışlardı. Onlar da
gelmek istem iş, fakat annelerini merak ettikle ri için onunla kal­
mayı uygun bulmuşlardı. Fee, gemiden indikten sonra bir tas
çorba içip, bir dilim de ekmek yiyince kendini toparlar gibi
olmuştu.
Paddy geri dönünce, «Bu gece gitmezsek bir hafta bekle­
memiz gerekecek, Fee,» dedi. «Bu gece tren yolculuğuna daya­
nabilecek misin?»
— 62 —

Fee titreyerek doğruldu. «Dayanabilirim.»


Frank arayagirdi «Beklememiz gerek. Annem in yola çıka­
cak durumda olduğunu sanmıyorum.*
*.Anlamadığın bir şey var, Frank. Bu geceki treni kaçırırsak
bir hafta bekleyeceğiz. Oysa cebimde bir hafta Sydney'de ka­
lacak para yok. Burası büyük bir ülke ve gidebileceğimiz yere de
her gün tren yokmuş. Yarın trenle Dubboya gidebiliriz. O rada
aktarma yapar ve bir banliyö trenine binebiliriz. Fakat bu g ece­
ki ekspresle gidersek o kadar yorulmazsınız.»
Fee. «Dayanabilirim,» diye tekrarladı. Susması için gözle­
riyle Franka yalvarıyordu.
«Öyleyse Mary e bizi yarın beklemesi için b ir te lg r a f gön­
dereyim.»
Clearyler o güne dek Genel İstasyon kadar büyük bir yer
görmemişlerdi. Binlerce yolcunun arasından geçerek güç belâ
Giiienbone a gidecek trenin kalkacağı perona eriştiler. Paddy
onlara ikinci mevkide boş bir kompartman buldu. Büyük oğul­
larını pencerenin yanına oturttu. Feef Meggie ve bebeği de ko­
ridora açılan kapının yanına yerleştirdi. Zaman zaman yer bul­
mak umuduyla yolcular içeriye bakıyor ve o kadar çok çocuğu
görünce dehşete kapılıyorlardı. Bazen fazla çocuklu bir aile ol­
mak bir avantaj sayılıyordu.
Gece çok soğuk olduğu için bavulların üstlerine bağlanmış
battaniyeleri çıkardılar. Tren hareket edince Meggie, «Orası ne
kadar uzakta, acaba?» diye sordu.
«Epey uzak, Meggie. Altı yüz on mil. Yarm öğleden sonra
orada olacağız.»
Çocuklar hayretle iç çektiler, sonra dışardaki ışıklara dal­
dılar. Tren bir mil yol almıştı, ama dışarıda hâlâ evler vardı.
Daha sonra Paddy, Fee’n'm Hal’ı emzirmesi için oğullarını dışa­
rıya çıkardı. Meggie hasretle onların arkasından baktı. Artık
ağabeyleriyle birlikte olamıyordu. Bebek yaşamını değiştirmiş
ve onu eve bağlamıştı. Ama kendi kendine sadakatle buna aldır*
madiğim tekrarlıyordu. Pek güzel olan bebek, yaşamının en bü­
yük zevkiydi. Hem annesi de kendisine artık büyük bir insan
gibi davranıyordu. Annesinin bebek yapmasına neyin sebep ol­
duğunu bilmiyordu, ama sonuç fevkalâdeydi.
Paddy bir ara tren durunca, Fee’ye bir fincan sıcak çay ge-
— sa­

tird i. «Frank da size sandviç alıyor. Çocukları da d o y u r a c a ğ ım .


Gece geç vakit Blayney adlı bir yerde duracağız. Ancak o za­
man yine bir şeyler yiyip içebiliriz.»
Birden çok heyecanlanan Meggie, Frank ın getirdiği sand­
viçi yutuverdi. Sonra annesinin karşısındaki kanepeye uzandı.
Annesi bebekle orada yatıyordu. Stuart ve Hughie de iki kane­
penin arasına, yere yatmışlardı. Paddy karısına Bob, Frank ve
Jack’ı birkaç kompartıman ötedeki kırkıcıların yanına götürece­
ğini ve onlarla konuşacağını, geceyi de orada geçireceğini söy­
le m işti. Tren, gemiden çok daha rahattı doğrusu.
Sabah uyanınca dışarıya bakıp hayâl kırıklığına uğradılar.
Burası hiç de Yeni Zelanda’ya benzemiyordu. Burada da tepeler
vardı, fakat her şey kahverengi ve griydi! Hatta ağaçlar bile
öyleydi. Kavuran güneş, kış buğdayının başaklarını kahveren­
gim si gümüş rengine çevirm işti. Fee etrafına bakarken her za­
manki gibi sakindi. Fakat hiç yeşili olmayan bu ucu bucağı bu­
lunmaz yerleri gören Meggie’nin gözleri yaşlarla dolmuştu.
Gece havanın buz gibi olmasına karşılık, güneş yükseldik­
çe ortalık dayanılmayacak kadar sıcak oldu. Bu yüzden Yeni Ze­
landa’ya uygun kalın, kışlık çamaşırları vücutlarına yapışıp on­
ları kaşındırıyordu. Cehennem dışında hiçbir yer bu denli sıcak
olamazdı herhalde.
Güneş batacağına yakın Gillanbone’a geldiler. Hiç ağacı bu­
lunmayan bir yerde durdu tren. Tozlu geniş b ir yolun iki ya­
nında eski, tahta evler vardı. Burası ıssız b ir taşra kentiydi.
İstasyon avlusunda fevkalâde bir siyah otomobil duruyor­
du. Yerdeki birkaç parmak kalınlığındaki toza hiç aldırmadan
kendilerine doğru gelen rahibi de gördüler Adamın uzun cüp­
pesi ona geçmiş çağlardan kalmış biri havasını veriyordu. San­
ki o, herkes gibi yürümüyor, düşteki gibi uçuyordu. Etrafında
tozlar kalkıp havalanıyordu.
Adam, elini Paddy’e uzatarak, «Merhaba,» dedi. «Ben Ra­
hip de Bricassart'ım . Siz M ary’nin kardeşi olacaksınız. Ona çok
benziyorsunuz.» Sonra Fee’ye dönerek onun gevşek elini du­
daklarına götürdü. Bir taraftan da hayretle gülümsüyordu. Çün­
kü kim se kibar b ir kadını Rahip Ralph kadar çabucak farkede-
mezdi. «Aman, siz çok güzelsiniz!» Fakat bunu bir rahip için çok
doğal bir sözmüş gibi söylem işti. Sonra birbirine sokulmuş du­
— 64 —

ran çocuklara gitti gözleri. Bir an bakışları kara gözlü Frank’ın


üstünde gezindi. Sonra hepsinin gerisinde sanki Tanrı’ya ba­
kanmış gibi ağzını açmış duran Meggie yi gördü. Rahip, çocuk­
ların yanından geçip Meggie nin omuzlarını tuttu. Gülümseye­
rek, «Peki sen kimsin bakalım?» diye sordu.
«Meggie.»
Frank bu güzel adamdan da, çok uzun 'boyundan da nefret
ederek kaşlarını çattı. «Adı Meghann.»
«En sevdiğim addır Meghann.» Adam doğruldu ve Meggie’-
nin elini tutarak, «Bu gece kilisenin evinde 'kalmanız daha doğ*,
ru.» dedi. Meggie yi arabaya doğru götürdü. «Sabah sizi Drog-
heda’ya arabayla bırakırım. Sydney’den trenle gelinoe o yol in­
sana çok uzak gözükür.»
Hava karardığı için serinlik basmıştı. Fakat rahibin evindeki
şöminede kocaman bir kütük yanıyordu. Hem de geride bir yer­
den mis gibi yemek kokuları yükseliyordu. Çok canlı bir kadın
olan yaşlı İskoçyalı kâhya, neşeli neşeli «konuşarak onlara oda­
larını gösterdi.
VVahine’deki rahiplerin kimseyi kendilerine yaklaştırmama­
larına alışmış olan Clearyler, Rahip Ralph*ın neşeli, canayakın
halini yadırgadılar. Sadece Paddy yumuşadı, çünkü doğduğu
Ga(way'deki rahiplerin dostluğunu ve yoksullara olan yakınlık*
Iarını hâlâ anımsıyordu. Ötekiler akşam yemeğini sessiz seda­
sız yiyip ilk fırsatta üst kattaki odalarına kaçtılar.
Hepsi gidince Rahip Ralph, sevdiği koltuğuna yerleşip ate­
şe bakarak bir sigara yaktı. Gülümsüyordu, çünkü gözlerinin
önünden Clearyler geçmekteydi. Adam, Mary’e çok benziyordu.
Fakat sürekli çalışmaktan sırtı kamburlaşmıştı ve Mary gibi ak­
si olmadığı da anlaşılıyordu. Bitkin, güzel karısıysa aslında bir
çift kır atın çektiği zarif arabadan inecek bir tipti. Siyah saçlı,
asık suratlı Frank’ın gözleri de karaydı. Kara gözler!.. Oğulla­
rının çoğu adama benziyordu. Yalnız küçük Stuart, annesine çek­
mişti ve büyüyünce yakışıklı bir erkek olacaktı. Bebeğin ne ola­
cağını kestirmeye imkân yoktu. Meggie de şimdiye dek gör­
düğü en tatlı, en güzel kızdı. Saçlarının rengini tanımlamak güç­
tü. Ne kızıl, ne de altm sarısıydı saçları. İkisinin tam bir karı­
şımıydı. Kendisine bakan saf gözler de gümüşümsü griydi. Tıpkı
eritilmiş mücevherlere benziyordu bunlar. Omuz silkerek siga*
— 65 —

rasını ateşe atıp ayağa kalktı. Bu yaşta hayallere dalmaya baş­


lam ıştı. E ritilm iş mücevherler ha! Aslında kendi gözleri hasta­
lanm ıştı galiba!
Sabah konuklarını Drogheda’ya götürdü. Alıştığı manzaraya
kayıtsız kaldığı için de onların sözleriyle eğlendi. Son tepe iki
yüz m il doğuda kalıyordu. Oraların kara topraklı düzlüklerle do­
lu olduğunu anlattı.
Meggie üzgün üzgün pas rengi sürülere bakarak. «Bu ko­
yunlar çok pis!» dedi.
Rahip mırıldandı. «Yeni Zelanda’yı seçmem gerektiğini an­
lıyorum . Orası İrlanda gibi galiba. Koyunlar da krem rengi ve
güzel!.»
Paddy, «Evet, birçok bakımdan orası İrlanda’ya benzer,» di­
ye cevap verdi. «Fakat daha vahşidir.» Rahip Ralph’dan çok hoş-
lanm ıştı.
Bob son kapıyı da kapatarak arabaya dönünce, rahip içini
çekti. «İnip bu kapıları açıp kapamamak ne büyük bir zevk.»
Avustralya'nın türlü yenilikleri karşısında iyice şaşıran
C learyler, Drogheda’yı görünce birden eve gelmiş gibi oklular.
Binlerce gülü, mor salkımlarıyla evin güzel cephesi hoşlarına
g itm iş ti.
Meggie güçlükle, «Biz burada mı oturacağız?» diye sordu.
Rahip hemen atıldı. «Pek öyle sayılmaz. Oturacağınız ev
b ir m il gerideki derenin yanında.»
M ary Carson onları çok büyük olan oturma salonunda bek­
liyordu. Kardeşini karşılamak için ayağa kalkmadı. Berjerinde
oturarak kardeşinin yanına gelmesini bekledi. Tatlı sayılacak bir
sesle, «Eee, Paddy,» derken gözlerini kucağında Meqgie'vle du­
ran Rahip Ralph’a dikm işti. Kız da adamın boynuna sıkı sıkı
sarılm ıştı. Mary Carson, Fee’yi ve çocukları selamlamaya ge­
rek görmeden ağır ağır ayağa kalktı.
«Hemen duayı dinleyelim. Rahibin de Bricassart’ın yoluna
g itm ek için sabırsızlandığından eminim.»
«Hic de öyle değil, sevgili Mary.» Gözleri parıldavan adam
güldü «Önce dua edeceğiz, sonra güzel, sıcak bir kahvaltı ede­
ceğiz. Ondan sonra da söz verdiğim için Meggie’ye oturacağı
veri göstereceğim.»
Gazap Kuşlan — F./5
— 66 — — 67 —

Mary Carson, «Meggie?» dedi. «Hayır, Paddy Katoliktir. Çocuklar da Katolik olarak yetiş­
«Evet, bu Meggie. Tanıştırmaya sondan başladım, değil mi? tirild ile r. Sizi üzen buysa söyleyeyim.»
Baştan başlayayım. Mary, bu Fiona.» «Bu hiç aklıma gelmemişti. Bu duruma sinirleniyor musu­
Mary Carson başını salladı. Çocukların adları sayılırken de nuz?»
pek aldırmadı. Hâlâ rahiple Meggie’yi seyrediyordu. «Umurumda bile değil.»
* «Katolikliği kabul etmediniz mi?»
** «Ben iki yüzlö değilim Rahip de Bricassart. Kendi kilisem e
olan inancımı yitirdim . Aynı derecede anlamsız olan başka bir
meshebi kabul etmeye de niyetim yok.»
2 «Anlıyorum.» Ön verandada durmuş, Drogheda’daki büyük
eve giden yola bakan M eggie’yi süzdü. «Kızınız çok güzel. Böyle
Baş kâhyanın evi, dereden dokuz metre kadar yüksekte ka­ kızılımsı altın saçı pek beğenirim. Ressamlar onun saçını gör­
lıyordu. Etrafını kâfur ve salkımsöğüt ağaçları sarmıştı. Drog- seler hemen fırçalarını ellerine alırlardı. Tek kızınız mı?»
heda malikânesinden sonra burası pek sade ve gösterişsizdi. «Paddy’nin de, benim ailemde de erkek çocuk fazladır. Kız­
Ama içi Yeni Zelanda'da bıraktıkları eve benziyordu. Odalar kır­ lara ender rastlanır.»
mızı tozla kaplanmış, sağlam Victoria stili eşyalarla doluydu. Rahip anlaşılmaz bir şey söyledi. «Zavallıcık!»
Onları verandaya çıkaran Rahip Ralph, «Burada bir banyo
olduğu için talihiniz var,» dedi. *

Gerçekten de bir banyo vardı. Küvet çinkodan yapılm ıştı.


Arka verandanın bölünüp kapatılmış bir kısmında da term osifon Sydney’den sandıklar gelince, ev kitaplar, porselenler ve
duruyordu. Fakat tuvalet evden iki yüz metre geride, yerde bir konuk odasına ye rle ştirile n Fee’nin eşyalarıyla aşina bir hal
delikten ibaretti ve kokuyordu. Yeni Zelanda’ya kıyasla bu il­ aldı. Stu dışında erkek çocuklar her gün M ary C a rson 'jn seç­
keldi. tiğ i iki adamla beraberdiler. Onlardan Yeni Zelanda ve Avus­
Fee, parmağını büfedeki toza sürerek, «Burada kim otur­ tralya koyunlarm ın arasındaki farkları öğreniyorlardı. Fee, Meg­
muşsa pek temiz değilmiş,» diye mırıldandı. gie ve Stu da, Yeni Zelanda’da b ir evle, Drogheda’da kâh/unın
Rahip güldü. «Bu tozdan kurtulmak için kazanamayacağınız yerinde oturm a arasındaki farkları görm ekteydiler. Mary Car-
bir savaşa girişeceksiniz. Burada yenemeyeceğiniz üç şey var­ son’u rahatsız etm em eleri gerektiğ ini anlamışlardı. Ama kad»n«n
dır: sıcak, toz ve sinekler. Ne yaparsanız yapın onlardan kurtu­ kâhyası ve hizm etçileri onlara yardıma hazırdı.
lamazsınız.» Drogheda kendi başına bir dünyaydı. Bu, ucu bucağı bulun­
mayan topraklarda ahırla, bir demirhane, garajlar, tohumluk buğ­
Fee, genç adama baktı. «Bize çok iyi davranıyorsunuz, Pe­
daydan m akinelere kadar tü rlü şeyin durduğu depolar, köpek
der.» kulüb ele ri, ambarlar, içinde yirm i altı bölme bulunan çok büyük
«Neden davranmayayım? Sizler iyi dostum Mary Carson’ua
b ir koyurı kırkma yeri, tü rlü avlular vardı. Yine burada kümesler,
tek akrabalarısınız.» domuz ahırları, ağıllar, süthane, yirm i altı kırkıcının yatacağı yer­
Kadın etkilenmeyerek omuz silkti. «Bir rahiple dost olmaya ler, kâhya yardım cıları için iki küçük ev, bir mezbaha ve odun­
alışık değilim. Yeni Zelanda’da rahipler cemaatle pek ilgilen­ lu klar da bulunuyordu.
mezler.» Bütün bunlar çapı üç m il olan ağaçsız bir düzlükteydi. Baş
«Siz Katolik değilsiniz herhalde?» kâhyanın bulunduğu yerin arkasında kalıyordu onnan. Bununla
— 68 —

birlikte evler, kulübeler, kümesler ve ahırların c iv a rın d a da ağaç,


lar vardı. Çoğu da ulu birer ağaçtı. Bunlar s ığ ın ıla c a k gölgeyi
sağlıyordu. Daha gerideki otluklarda da a tla r, in e k le r tembel
tembel karınlarını doyuruyorlardı.
Evin arkasındaki tulumbalar sayesinde d e red en eve su çe­
kiliyordu. Fakat bu yeşilimsi kahverengi suda yıkan m a ve ça­
maşırlarla bulaşığı yıkamak Fee’yle M e g g ie ’ye ö n c e le ri pek zor
geldi. Arkadaki yüksek sütunlar üstüne y e rle ş tirilm iş pas tut­
maz altı depoya yağmur suyu doluyordu. Bu da iç m e k iç in kulla­
nılmaktaydı.
Önceleri toprakların büyüklüğü onları ş a ş ırttı. Drogheda,
iki yüz elli bin dönümdü. En uzun sınırı seksen m il vardı. Evin
bulunduğu yer, Gillanbone’dsn kırk m il ve y irm i kapı ötedeydi.
Zaten bu malikânenin biraz benzerine bile o ra la rd a rastlanm ıyor­
du. Doğudaki kısa sınırı Barwon ırmağı m eydana getiriyordu.
Bin mil boyundaki bu çamurlu akarsu, M u rra y N e h riy le birle*
şerek Güney Avustralya’nın bin beş yüz m il ile ris in d e k i denize
dökülüyordu. Baş kâhyanın evinin yanından geçen G illia n deresi
de iki mil ileride Barwon’a karışmaktaydı.
Paddy ve çocuklar oraya bayılm ışlardı. Bazen gü nlerce ev­
den uzak kalıyor ve vakitlerini at sırtında g e ç iriy o rla rd ı. Uçsuz
bucaksız topraklarda, yıldızlarla dolu gökyüzünün altın d a kamp
kuruyorlardı.
Bu grimsi kahverengi topraklar çok can lıydı. B in le rce kan­
gurudan oluşan sürüler, ağaçların arasından zıpla ya zıplaya ge­
çip çitlerden atlıyorlardı. Uzun bacaklı, iri em u ku şla rı yuvala­
rını otların arasına yapıyorlardı ve yu m u rta la rı da fu tb o l topu
büyüklüğündeydi. Isırınca çok can yakan iri k a rın c a la r toprakta
büyük yuvalarda yaşıyorlardı.
Avustralya’da sayılamayacak kadar d e ğ iş ik tü r kuş vardı.
Hem bunlar, birer, ikişer dolaşmıyor, b in le rc e s i b ir arada uçu­
yordu. Fee’nin muhabbet kuşu dediği ye şil ve sarı re n k li minik
yaratıklar, kırmızı, mavi renkli ufak papağanlar, g ö ğ ü sle ri kır­
mızı renkli, iri gri papağanlar, sarı ib ik li, bem beyaz ve kocaman
yabani horozlar, kırlangıçlar, ardıç kuşlan , s ığ ırc ık la r, nehirde
yılan avlamak için dalan balıkçıllar ve daha b in tü rlü s ü ... Hem'
bu kuşlar insan gibiydiler. Yüzlercesi bir arada ağaçlara tünü­
yor ve korkusuz, zeki gözlerle etrafı s e y re d iy o r, b a ğ ırıyo r, gülü-
— 69 —

yor, konuşuyorlardı. Duydukları bütün sesleri ta k lit etm ektey­


diler.
Korku veren bir buçuk, iki metre boyundaki kelerler de çe­
viklikle ağaçlara zıplıyorlardı. Bunlara cjoanna’ deniliyordu. Da­
ha ufak olmakla birlikte yine de insanı korkutan başka tü r ker­
tenkeleler vardı. Boyunlarında kolye gibi sıra sıra dikenleri bu­
lunan yaratıklar ya da parlak, mavi renkli, şiş dille n olan ker­
tenkelelerle... Hele yılan türünün sonu gelmiyordu. Clearyler en
kocaman ve korkunç görünen yılanın genellikle en zararsızı o l­
duğunu da öğrendiler. Oysa otuz santim boyundaki bir yıianrn
öldürücü zehiri olabiliyordu. Orada halı yılanları, bakır yılanlar',
ağaç yılanları, kırmızı karınlı kara yılanlar, kahverengi yılanlar
ve öldürücü kaplan yılanları da vardı.
Hele böcekler başa çıkılamayacak kadar fazlaydı. Ç ekirge­
ler, peygamber atları, her tür sinek, at sinekleri, yusufçuklar,
dev pervaneler ve cins cins kelebekler... Bacakları beş, on san­
tim uzunluğundaki, kıllı, kocaman, siyah örüm cekler pek kor­
kunçtu. Yine tuvalette gizlenen, ufak, siyah renkli örüm cekler
de çok tehlikeliydi. Bazıları ağaç dallarının arasına yaptıkları
ağlarda yaşıyorlardı. Bazılarıysa koca ağlarını uzun otların ara­
sına germ işti. Bir kısmı da toprakta yaşamaktaydılar.
Bunlardan başka hiçbir şeyden korkmayan vahşi, c t yiyen
yabandomuzları vardı. Bunlar bir inek kadar oluyordu. A vustra l­
ya'nın Dingo adı verilen vahşi köpekleri de sürüler halinde ge­
ziniyordu.
Koyun ve sığırları bu yaratıkların bir kısmından korumak
gerekiyordu. Özellikle yavruladıkları zaman bu çok gerekliydi.
Kangurularla tavşanlar yararlı otları yiyorlardı. Domuzlarla din-
golar da kuzuları, buzağıları ve hasta hayvanları avlamaktaydı­
lar. İri kargalar da göz oyuyordu. Clearylerin avlanmasını öğ­
renm eleri gerekliydi. Bir zaman sonra atla dolaşırken tü fe k ta­
şımaya başladılar. Bazen acı çeken bir hayvanı acısından kur­
tarıyor. bazen de bir yabandomuzu ya da dingo vuruyor! : r d \
Erkek çocuklar sevinçle, ‘İşte hayat bu.' diye düşünüyor­
lardı. Sinekler gözlerinin etrafına, burunlarına konup, ağızları­
na, kulaklarına kaçtığı zaman bile Yeni Zelanda'yı aram ıyorlar­
dı. Sineklere engel olmak için AvustralyalIlar gibi şapkalarının
9®niş kenarlarına sicim le mantarlar asıyorlardı. Böceklerin pan-
— 70 —

tofonlarına girmemesi için de dizlerinin altına ‘bovyang’ d e n ile n


kanguru derileri bağlıyorlardı.
Eve bağlı kalan Fee ve Meggie, bu hayattan hiç h o ş la n m a -
mışlardı. Çünkü onların atla gezmeleri için bir neden y o k tu . Y in e
onlara zevk verecek değişik işleri de b ulun m am aktaydı. S ıc a k ­
la, sineklerle, tozla, çamurlu sularla uğraşm ak zo ru n d a y d ıla r.
Özellikle sıcak dayanılacak gibi değildi. Oysa daha b ah arın ba­
şıydı. Ama yine de gölgeli verandada term o m e tre h er gün 38
dereceye çıkıyordu. Mutfakta ocak da yandığı için s ıc a k lık 40
dereceyi bulmaktaydı.
Giydikleri kat kat şeyler, Yeni Zelanda’ya g ö re y d i. Ç ünkü
orada evlerin içleri genellikle serin olurdu. M a ry C a rs o n bir
gün gelinini ziyaret ettiğinde, onun yüksek y a k alı, y e re kadar
inen basma entarisine aşağı gören bir tavırla b ak tı. K e n d is i y e ­
ni modaya göre giyinmişti. Krem rengi ipek e lb is e n in b e li o tu r­
muyordu, yakası iyice açık, kolları da boldu. Elbise b a ld ırla rın ın
ortasına kadar iniyordu.
Duvarları yeni krem rengine boyanmış olan k on uk odasın ­
daki İran halılarına, paha biçilmez zarif tak ım a b a k a ra k , «Doğ­
rusu pek demodesin, Fiona,» dedi.
Fiona. ev sahibesi olmasına rağmen yine de s e r t kon uştu:
«Başka türlü olabilecek vaktim yok.»
•Artık erkekler çoğu zaman evden uzak o ld u k la rın a g öre,
daha az yemek pişireceksin ve böylece daha fa z la v a k tin ola­
cak. Eteklerini kısalt. İç eteği ve korse g iy m e kte n d e v azg eç.
Yoksa yaz gelince sıcaktan ölürsün. Hava o zam an y e d i, sekiz
derece daha ısınır.» Gözleri tablodaki im p a ra to riçe Ö je n i s tili
giyinmiş kadına kaydı. Eliyle işaret etti. «Bu da kim ?»
«Büyükannem.»
«Sahi mi? Ya bu eşyalarla halılar?»
«Büyükannemden kaldı.»
«Sahi mi? Sevgili Fiona epey düşmüşsün. Ö y le d e ğ il mi?»
Fiona iradesini kaybetmezdi hiç, ama ince d u d a k la rı -daha
da gerildi. «Öyle sanmıyorum, Mary. İyi b ir e rk e ğ im v a r. Bunu
bilmen gerekir.»
«Ama meteliksiz. Kızlık adın neydi?»
•Armstrong.»
«Sahi mi? Boderİck Armstrong. Armstronglardan mısın?»
— 71 —

«Kendisi büyük ağabeyimdir. Ona büyük dedemin adını ver­


mişler.»
Mary Carson geniş kenarlı şapkasıyla sinekleri kovarak
kalktı. «Sen Clearylerden çok daha üstün bir ailedensin. Bütün
bunlardan vazgeçecek kadar çok mu sevdin Paddy’i?»
Fee sakin bir sesle, «Yaptıklarımın nedenleri yalnızca beni
ilg ile n d irir, Mary,» diye cevap verdi. «Seni ilgilendirmez Abla­
sıyla bile kocamdan söz etmem.»
Mary Carson’un burnunun iki yanındaki çizgiler derinleşti
ve gözleri hafifçe dışarıya uğradı. «Pek de kibirlisin!»
Bir daha da gelmedi kadın. Fakat kâhya Mrs. Smith sık sık
uğruyor ve Mary Carson’un elbise konusundaki öğütlerini tek
parlıyordu. Bir seferinde, «Dinleyin,» dedi. «Dairemde hiç kullan­
madığım bir dikiş makinem var. İki adam çağ>r<p makineyi bu­
raya taşıyacağım. Bir şey dikmem gerekirse, ben de buraya ge­
lirim .» Gözleri, yerde neşeli neşeli yuvarlanan Hai’a gitti. «Ço­
cukların sesini duymayı severim. Mrs. Clear/.»
Posta atı haftada bir, Gillanbone’dan ati: arabayla ge ..yo r-
du. Dış dünyayla tek ilişkileri de buydu. Drogheda’da bir Ford
kamyon, arkasında özel su deposu olan baş*a bir kamyon, bir
Ford otomobil ve bir de Roils Royce araba vardı. Fakat arada
b ir G illy'e inen Mary Carson dışında kimse bu taşıtlardan yarar­
lanmıyordu.
Fee’nin ısmarladığı top top kumaşlar gelince kadın oturup
kendisi ve Meggie için bol, pamuklu elbiseler vaptı. Sonra er­
kekler için ince pantolon ve tulum lar dikti. Pencerelere perde­
ler de taktı. O. kat kat iç çamaşırları ve sıkı oturan kıl klardan
sonra bu elbiselerin daha serin olduğundan kuşku yoktu.
M eggie pek yalnız kalmıştı. Stuart dtş.ndı bütün erkekler
babalarıyla çalışıp iş öğreniyorlardı. Ama Stuart öteki ağabey­
le ri gibi değildi. Özel bir dünyası olan bir çocuktu o. Saatlerce
te k başına oturuyor ve ağaca tırmanmaktansı <a^r.ca!arı sey­
rediyordu. Hoş, ağaca tırmanmaya bayılan Megg«d'nm de bunu
yapacak vakti yoktu. Stuart'la çok çalışıyorlardı. Odun kırıp eve
taşıyor, sebze bahçesine bakıyor, kümes hayvanları ve domuz­
ları doyuruyorlardı. Ayrıca yılan ve örümcekleıi Öldürmesini de
öğ ren m işle rdi, ama bunlara duydukları korku geçm-yo^lu bir
türlü.
—- 72 —

Yağmur fazla değildi. Otlar hâlâ yeşildi fakat depDİarn ya­


rısı boşalmıştı. Mary Carson sıkıntılı sıkıntılı, «Daha da kötü
olacak.» dedi.
Ancak kuraklıktan önce selle karşılaştılar. Ocak ayının or­
tasında kuzeybatıdan gelen ;mevsim rüzgârlarıyla bM ıkte şiddetli
yaz yağmurları da başladı. \Yağmur yağıp geçmiyor, tufan gibi
devam ediyordu. Posta arabasını süren Bluey VVilliams gelip on­
lara tehlikeyi haber verdi neyse. Adam arabasının arkasına bağ*
fadığı on iki yedek atla çıkageldi.
Bir sigara sararak arabaya yüklemiş olduğu fazla m iktar­
daki kuru yiyeceği işaret e tti. «Cooper. Barcoo ve Diamantina’-
nın suları iyice yükseldi. Oueensaln ile çevresi yarım metre
su altında kaldı. Oradaki zavallılar sürüleri götürecek yüksek
toprak arıyorlar.»
Paddy ve oğulları telaşa kapılarak deli gibi çalışm a/a baş­
ladılar. Sürüleri dereyle nehrin kıyısından uzaklaştırarak daha
yukarıda kalan araziye çıkardılar. Rahip Ralph da gelerek atını
eğeriedi ve Frank'la en iyi çoban köpeklerini alıp, Brown’un
kıyısındaki otlakları boşalttı. Bu arada Paddy ve yardımcıları da
yanlarına birer çocuğu alarak öbür yönlere g ittile r.
Rahip Ralph. hayvancılıktan çok iyi anlıyordu doğrusu.
Adam. Mary Carson’un kendisine armağan ettiği safkan doru
kısrağa binmişti. Bej at pantolonu, dizlerine kadar çıkan parlak
taba rengi çizmeleri, kaslı kolları ve düzgün, esmer göğsünü
açıkta bırakan tertemiz, beyaz gömleğiyle pek şıktı. Eski, gri bir
pantolonla pamuklu atlet giymiş olan Frank, kendisini onun ya­
nında yoksul bir akraba gibi hissetti. ‘Aslında da öyleyim / diye
düşünerek karağıyla önden giden dimdik adama baktı. Kendi
bindiği, son derece aksi ve inatçı, bakla kırı bir hayvandı, öteki
atlardan da nefret ediyordu. Köpekler heyecanla bağırıp zıplı­
yor ve birbirlerine hırlayarak kavgaya kalkıyorlardı. Fakat Rahip
Ralph. kamçısını şiddetle sallayınca hayvanlar hemen ayrıldı­
lar. Bu adamın yapamayacağı bir şey yokmuş gibi gözüküyordu.
Köpeklerin çalışmasını sağlayan özel ıslıkları iyi bildiği gibi,
daha Avustralya’daki işleri yeni öğrenen Frank’dan daha usta­
lıkla sallıyordu kamçısını.
Köpek sürüsünün başındaki mavimsi renkli kocaman cana­
var, rahibe bir tutsak gibi bağlanmıştı. Onun istediklerini hemen
— 73 —

yapıyordu. Bu yüzden de Frank, ikinci adam durumuna düşm üş­


tü. Bir bakıma buna aldırdığı yoktu. Paddy’nin oğullarından ya l­
nız Frank, Drogheda’daki yaşamdan hoşlanmıyordu, Asıu?da Y e­
ni Zelanda’dan da kaçmayı istem işti, ama bu duruma gelm eyi
de arzu etm em işti. Durup dinlenmeden ağılları dolaşmaktan, ge­
celerin çoğunu toprak üstünde uyuyarak geçirm ekten, ehMeşe^
meyen ve görevlerini yapmayınca vurulan vahşi köpeklerden ne f­
re t ediyordu.
Bununla b irlikte yine de o bulutlu havada atla ilerle m en in
serüveni andıran bir yönü vardı. Rahip,Ralph, büyük b ir hevesle
çalışıyor, köpekleri durumundan kuşkulanmayan sürülerin peşin­
den salıyor, hayvanların bir araya gelerek koşa koşa su kenar­
larından uzaklaşmalarını sağlıyordu. Bir avuç adam, ancak kö­
pekler sayesinde Drogheda kadar büyük bir hayvan ç iftliğ in i yö­
netebiliyorlardı. Bu köpekler inanılmayacak kadar zekiydi ve faz­
la em ir verilm esine de gerek kalmıyordu.
Gece çökerken Rahip Ralph ve köpekler birkaç günlük işi
görm üşlerdi. Frank da beceriksizce elinden geleni yapmaya ça­
lışm ıştı. Rahip ikinci ağılın yakınında kısrağından atladı. Yağ­
m urlar başlamadan bütün sürülerin toplanacağına dair iyim ser
sözler ediyordu. Köpekler d ille ri dışarıda, otların üstüne se ril­
m işlerdi. Mevsimi renkli, iriyarı köpek, hâlâ Rahip Ralph'in ayak­
ları dibinde yaltaklanıyordu. Frank, çantasını açıp, tik s in ti ve­
rici kanguru etini çıkararak köpeklere attı. Köpekler e tle rin üs­
tüne atılarak kıskançlıkla birbirlerini ısırdılar.
Frank, «Korkunç canavarlar,» diye söylendi. «Bunlar köpek
gibi davranmıyorlar. Aslında çakal bunlar.»
Rahibin sesi yumuşaktı. «Bence onlar Tanrının köpek diye
yarattığı yaratığa en yakın olanlar. Zeki, dikkatli, saldırgan ve
pek de terbiye kabul etmeyen hayvanlar. Kendi hesabıma onları
ev köpeklerine tercih ederim.» Gülümsedi. «Kediler de öyle.
Onları ağılların yanında görmedin mi? Panter kadar vahşi ve
acımasızlar. İnsanı yanlarına yaklaştırmıyorlar. Fakat fevkalâde
avlanıyorlar. Hiçbir insanı da efendi ya da yiyeceklerini sağla­
yan kimse olarak kabu! etmiyorlar.»
Rahip, eyer çantasından bir parça soğuk koyun eti. kâğıda
sarılmış ekmek ve tereyağı çıkardı. Etten biraz keserek kalanı­
nı Franka verdi. Yağla ekmeği de aralarındaki kütüğün üstüne
— 74 —

bırakarak büyük bir keyifle beyaz dişlerini ete geçirdi. Susuz­


luklarını da yanlarındaki tulumla giderdikten sonra sigaralar sa­
rıldı.
Yakında bir tek ağaç vardı. Rahip Ralph, sigarasıyla onu
işaret etti. «İşte tam uyunacak yer.» Battaniyesini açıp, eyerini
de eline aldı. Frank da onun peşinden gitti. Yağmur başlayacak
olursa o çok sık dallı ağaç altında korunacaklardı.
Rahip içini çekip yatarak bir sigara daha sardı. «Mutlu de­
ğilsin sanırım, Frank, öyle değil mi?»
Bir metre kadar uzaktaki genç, ona kuşkuyla baktı. «M utlu­
luk nedir?»
«Şu anda baban ve kardeşlerin mutlu. Fakat sen, annen ve
kız kardeşin mutlu değilsiniz. Avustralya’yı sevmedin mi?»
«Hiç sevmedim. Sydney’e gitmek istiyorum. Belki orada bir
şey olabilme imkânını bulurum.»
«Sydney mi? Orası günah yuvası.» Adam gülümsüyordu.
«Umurumda değil! Burada da Yeni Zelanda’daki gibi hapi-
sim. Ondan kurtulamıyorum.»
«O mu?» Fakat Frank bunu söylemek istem em işti ve ko­
nuşmaya da niyeti yoktu artık. Rahip, «Kaç yaşındasın Frank?»
diye sordu.
«Yirmi iki.»
«Ah, evet. Peki aileden hiç uzaklaştığın oldu mu?»
«Hayır.»
«Bir dansa gittin mi? Bir kız arkadaşın oldu mu?»
«Hayır.» Frank ona ‘Peder’ demeyi reddediyordu.
«Öyleyse o, seni daha fazla tutamayacaktır.»
«Ölene dek beni tutacaktır.»
Rahip Ralph esneyerek uyumak için döndü. «İyi geceler.»
Ertesi gün de koyun sürülerini üst kısımdaki ağıllara sür­
düler. Gece olurken yağmur başladı. Frank’la rahip, derenin ke­
narındaki eve doğru dörtnala gittiler. Rahip Ralph, «A rtık ko-
yunları unut!» diye bağırdı. «Atını mahmuzla. Yoksa çamurda
boğulursun oğlum!»
Onlar gibi kupkuru yerler de bir an İçinde sırılsıklam ol­
muştu. Birden balçık çamuruna dönen toprakların üstünde ile r­
lemek zorlaştı. Otlu kısımlarda yine yol alabildiler, ama dereye
yaklaşınca atların adım atması zorlaştı ve bu yüzden yere at-
— 75 —

Jadılar. A tla r yüklerinden kurtulunca hiç tükezlem eden ile rle m e ­


ye başladılar, fakat Frank dengesini bulm akta çok zorluk çek­
m ekteydi. Y erler bir buz pateni alanından daha kaygandı. El ve
d izlerinin üstünde em ekleyerek derenin yüksek kıyısına e riş ­
tile r ve sonra birden aşağıya kaydılar. G en ellikle üstünde b ir
karış kadar durgun su olan taş yol, şim di hızla köpürerek akan
sulardan gözükmüyordu. Frank, rahibin güldüğünü duydu. Neyse
atla r, bağırm alar ve ıslak şapkalarla sağrılarına vuru lm ası sa­
yesinde karşıya geçebildiler. Ama Frank ve rahip geçem edi. Tam
rahip b ir salkım söğüt dalına tırm anm alarını te k lif ederken, kar­
şı kıyıda b in icisiz atları gören Paddy durumu anladı ve elin d e
bir iple gelerek onları kurtardı.
Rahip Ralph gülüm seyip başını sallayarak Paddy’nin dave­
tin i red de tti. «Beni büyük evden bekliyorlar,» diye açıkladı.
M ary Carson onun seslendiğini evdeki hizm etkârlardan ön­
ce fa rk e tti. Çünkü adam odasına daha kolay e rişe ce ğ in i düşü­
nerek yandan dolaşıp evin önüne ge lm işti.
Kadın verandada durarak, «Bu halde eve- gelemezsin,** diye
çık ıştı.
«Ö yleyse bana b ir iy ilik et de bavulumdan birkaç havlu alıp
bana veriver.»
Kadın, onun göm leğini, çizm elerini ve at pantolonunu çıka r­
masını hiç sıkılmadan seyre tti. Erkek, çam urları havluya s ile r­
ken, M ary Carson da verandada oturma salonunun yarı açık pen­
ceresine dayanmış bakıyordu.
«Gördüğüm en güzel erkeksin, Ralph de B ricassart.» dedi
«Neden ra h ip lerin çoğu yakışıklı? Bunun nedeni İrlandalı olm a­
ları mı? İrlan da lIlar b ir hayli güzel. Yoksa güzel e rke kle r, ken­
d ile rin i korum ak için mi rahip oluyorlar? G illy ’deki kız'a’ in, se­
nin için d e li olduklarına iddiaya girerim .»
Erkek güldü. «Âşık olan kızlara aldırm am asını uzun zaman
önce öğrendim . Ellisinden genç olan b ir rahibe onların b ir kıs­
mı m usallat olur. Otuzbeşinden genç b ir rahibe ise g e n e llik le
hepsi m usa lla t olur. Ama yalnız Protestan kızları beni açık açık
baştan çıkarm aya çalışıyorlar.»
«Sorularım a h iç b ir zaman doğrudan doğruya cevap v e rm i
yorsun.» Doğrulan kadın, avcunu onun göğsüne dayadı. «Zev­
— 76 —

kine düşkünsün, Ralph. Güneşte yatıyorsun. Bütün vücudun böy­


le esmer mi?»
Erkek gülümseyerek başını eğdi. Bir taraftan da pamuklu
kilotunun düğmelerini çözüyordu. Bu da yere düşünce b ir tek­
mede uzağa itti ve Praxiteles,in bir heykeli gibi hareketsiz dur­
du. Kadın ağır ağır onun çevresinde dolaşarak dikkatle bakı­
yordu.
Son iki gün Ralph’ı pek canlandırmıştı. Kadının sandığından
daha zayıf olduğunu anlamak ona zevk verd i. Hem kadını tanı­
yordu ve onun için de güvenle sordu. «Sana aşk yapmamı mı
istiyorsun, Mary?»
Kadın, onun gevşek seks organına bakarak katıla katıla gül­
dü. «Seni bu kadar derde sokmak aklımdan bile geçmez! Bir ka­
dına ihtiyacın var mı, Ralph?»
Rahibin başı aşağı gören bir tavırla geri g itti. «Hayır!»»
«Ya erkek?»
«Onlar kadınlardan da beterdir. Hayır, onlara da ihtiyacım
yok.»
«Ya kendin?»
«Bunu hiç istemem.»
«İlginç!» Kadın- pencereyi iyice yukarıya ite re k otu rm a sa­
lonuna girdi. «Ralph, Kardinal de Bricassart!» d iye alay etti.
Ama erkek cradan uzaklaşınca, koltuğuna çöke rek yum ruklarım
sıktı. Böylece kaderin haksızlığından yakınıyordu.
Çırılçıplak kalan Rahip Ralph, verandadan in e re k b içilm iş
çim enlerin üstünde durdu. Kollarını havaya kaldırıp , göz»erıni
kapattı. Ilık yağmur üstüne yağıyor, çıplak vücudundan akan su~
lar ona büyük zevk veriyordu. Ama yine de arzusu uyanm am ıştı.

*
**

Şubat başında Meggie’yle S tuart’ın yaşam ı b ird e n değişti.


Daha yakında bir okul olmadığı için, onları y a tılı o la ra k G illan-
bone'da ki bir manastıra gönderdiler. M ary C arson c ö m e rtlik ede­
rek onların okul masraflarını karşılayacağını s ö y le m iş ti. Bu ara­
da Jack ve Hughie’nin artık okum ayacaklarına da kara r ve ril­
m işti. Drogheda nın onlara İhtiyacı vardı.
Meggie ve Stuart, VVahine’deki k ilis e oku lu nda n sonra Kut­
sal Haç Manastırı nın şaşılacak kadar huzurlu ve rahat o ldu­
ğunu gördüler. Rahip Ralph, oradaki rahibelere ik i çocukla ii
gilendiğini ve onların halalarının da Yeni Güney Gal in en zen­
gin kadını olduğunu söylem işti. Böylece M e g g ie n in çekingen*
liğ i bir suç olmaktan çıkarak bir meziyet halini aldı Y alnızlık
sevgisi, saatlerce boşluğa bakması yüzünden de S tua rt'ın b ir
a?iz gibi olduğu söylendi. O çevrenin zenginleri, çocuklarını
Sydney’deki yatılı okullara yollamayı uygun buldukları için ma­
nastırda pek az öğrenci vardı. M anastır cila ve çiçek kokuyordu.
Loş koridorlar sessiz sedasızdı. Kimse çocuklara vu rm u yo r ve
azarlamıyordu. Hem Rahip Ralph da çoğu zaman oradaydı.
Rahip Ralph, sık sık onları görmeye geliyordu. Sonra çoğu
zaman da kalmaları için onları evine götürüyordu. H atta M eg -
gie'nin yattığı odanın duvarlarını açık yeşile boyatm ış, pencere­
ye perde ve yatağa da bir örtü aldırm ıştı. S tuart hâlâ krem ve
kahverengi olan odada uyuyordu. Rahip Ralph, S tua rt'ın m utlu
olup olmadığını hiç düşünm em işti. Bu arada M eg gie’ye neden
bu kadar düşkün olduğunu da bilem iyordu. Zaten bu konuyu pek
düşünmüyordu. Bu sevgi, kızı tozlu istasyonda görüp acım asıyla
başlam ıştı. Ö teki kardeşlerinden farklıydı kız. Ancak Frank da
farklı sayılırdı, ama adam ona hiç acımıyordu. Frank’da insanın
yumuşak duygularını öldüren b ir şey vardı. G encin kalbi karan­
lıktı ve ruhu da aydınlanmamıştı. Fakat M eggie? Kız rah ib i da­
yanılmayacak kadar duygulandırmaktaydı ve bunun nedenini de
bilem iyordu. Saçlarının rengi hoşuna gidiyordu. G özlerinin bi­
çim i ve rengi annesininkini andırıyordu, dolayısıyla güzeldi. Fa­
kat bu gözler daha ta tlı, daha anlamlıydı. Kızın k iş iliğ i de güç-
lüydü. Pasif olmakla b irlik te güçlüydü M eggie ve rahip bunun
ideal kadın karakteri olduğunu düşünüyordu. M eggie isyankâr
değildi. Tam tersine ömrü boyunca erkeğe boyun eğecek ve ka­
dınca kaderinin sınırları içinde hareket edecekti.
Bununla b irlik te bütün bunlar toplanınca da sonuç ortaya
çıkm ıyordu. Belki de adam kendisini daha iyi in cele seyd i. kıza
karşı duyduklarının zaman, yer ve insanın tuhaf sonucu oldu­
ğunu anlardı. Kimse M eggie’ye önem verm iyordu Böyîece ra­
hip için kızın yaşamında b ir yer vardı. Onun şebekesinden em in
o la b ilird i. Hem M eggie çocuk olduğu için de adamın yaşamı ve
ra h ip lik ünü için bir teh like değildi. Kız güzeldi ve Ralph güze!-
— 78 —

tikten zevk alıyordu. Bu arada kendisine itira f etm ediği b ir şey


daha vardı. Kız, Tanrı ’nın dolduramadığı boş b ir köşeye ye rle ş­
mişti. Çünkü kız sıcaktı ve insandı. M eggie’ye arm ağanlar ve­
rerek ailesini utandırmasının doğru olmayacağını b ild iğ i için,
onunla mümkün olduğu kadar fazla dostluk ediyordu. Ona evin­
de verdiği odayı döşemek için vakit harcıyordu. Bunu da kızı
memnun etmek için değil, benimsediği bu mücevher için uygun
bir dekor hazırlamayı istediği için yapmaktaydı.

Mayısın başında koyun kırkıcılar Drogheda’ya geldiler. Mary


Carson. Drogheda’da her şeyin nasıl yapıldığını çok iy i bilird i.
Onun için de kırkıcılar gelmeden birkaç gün önce Paddy’i evi­
ne çağırdı. Koltuğundan kımıldamadan kardeşine yapacaklarını
en küçük ayrıntısına kadar anlattı. Paddy’nin başı dönmüştü.
Drogheda’da yirmi altı kırkma yeri vardı. Orada yalnızca Drog-
hada koyunların/ kırkmakla kalmayacak, Bugela, Dibban ve Beel-
Beel'den gelen hayvanları da kırkacaklardı. Bu da; orada yaşa­
yan her erkek ve kadın İçin çok yorucu iş demekti.
Kırkıcılar kendi aşçılarını birlikte getirir ve yiyeceklerini de
çiftliğin kumanyalığından satın alırlardı. Ama onlar için bu yi­
yecekleri sağlamak, kalacakları barakaları temizlemek gereki­
yordu. Bu barakaların mutfakları ve ilkel tuvaletleri tem izlene­
cekti. Hiçbir koyun çiftliği, kırkıcılara, Drogheda kadar cöm ert
davranmazdı. Mary Carson da sadece bu iş için kesenin ağ­
zını açardı. Burası Yeni Güney Gal’in en büyük koyun kırkma
merkeziydi ve bir mevsimde en az üç yüz bin hayvan kırkılm ak­
taydı.
Frank da bu yüzden iki hafta eve uğrayamadı. Yanında kâh­
ya yardımcısı olan Bira Fıçısı Pete ve köpeklerle, koyun sürü­
lerini kırkılacak yere getirmiş, onları türlerine göre ayırm ışlardı.
Her ağılın kendi ayırma avlusu vardı. Hayvanlar burada tü rle ­
rine göre ayrılıp, işaretleniyordu. Kırkma yerlerinin hepsine bir­
den ancak on bin hayvan alınabiliyordu. Onun için öteki hayvan­
lar ayrılıyor ve kırkılma sırası gelene dek b e kle tiliyo rd u .
Frank mutfağa girdiğinde, annesinin her zamanki gibi ma­
sanın başında durmuş, patates soyduğunu gördü. Sesinde bir
— 79 —

sevinçle, «Anne, ben geldim!» dedi.


Kadın dönünce karnı ortaya çıktı ve Frank inledi. «Oh,
Tanrım!»
Oğlunu gördüğü için mutluluktan gözleri parlayan Fee bir­
den durgunlaştı. Yüzü utançtan kızardı ve elbisesinin gizleye-
mediği karnını elleriyle örtmeye kalktı.
Frank titriyordu. «Pis ihtiyar teke!»
«Frank, böyle şeyler söylemene izin veremem. Sen artık bir
erkeksin. Bunu anlaman gerekir. Bunun senin dünyaya gelmen
arasında bir fark yok. Bu da aynı şekilde saygıya değer. Bu pis
değil. Hem babana böyle söyleyince bana hakaret etmiş olu­
yorsun.»
Frank, «Hakkı yoktu buna,» diye homurdandı. «Seni rahat
bırakmalıydı!» Titreyen dudaklarında beliren köpüğü eliyle sildi.
Kadın, «Bu pis değil,» diye tekrarladı. Yorgun gözlerle oğ­
luna bakarken, bu utançtan tümüyle kurtulmaya karar vermiş gi­
biydi. «Bu pis değil, Frank. Bunu yaratan hareket de öyle.»
Bu kez, gencin yüzü kızardı. Annesinin yüzüne bakamaya-
rak dönüp Bob, Jack ve Huggie ile paylaştığı odaya gitti. Dara­
cık yatakların durduğu, duvarları boş oda onunla alay eder gi­
biydi. Bu odayı ısıtacak, bir anlam verecek kimse yoktu. Anne­
sinin altın saçlarının çevrelediği güzel, yorgun yüzü, o korkunç
yaz sıcağında kıllı ihtiyar tekeyle yaptıkları şey yüzünden pırıl
pırıl parlıyordu. Bunu nasıl düşünebilir, buna nasıl izin verebi­
lir, nasıl dayanırdı? Annesini kutsal, saf ve lekesiz olarak gör­
mek istiyordu. Ama bu düşüncelerine aykırı davranması, çıldı­
racak gibi olmasına yol açıyordu.
Madeni bir ses duyarak başını eğip baktı. Farkına varma­
dan yatağın ayak ucundaki pirinç çubuğu büküp kıvırmıştı. Ona.
«Neden sen babam değilsin?» dedi.
Annesi, kapının önünden seslendi. «Frank.»
Frank başını kaldırdı. Gözleri tuhaf tuhaf parlıyordu. «So­
nunda onu öldüreceğim!»
Fee yaklaşıp yatağa oturdu. «Bunu yaparsan beni öldürür­
sün.»
Frank umut ve çılgınlıkla, «Hayır, seni bağımsızlığına ka­
vuştururum!» diye karşılık verdi.
«Frank, ben hiçbir zaman bağımsız olamam. Hem bağımsız
— 80 —

olmayı da istem iyorum . Bu körlüğünün nereden g e ld iğ in i bilm eyi


isterdim . Ama bilem iyorum . Bunun be nim le de, babanla da ilgisi
yok. M utlu olmadığını b iliyo rum . Fakat bunun hıncını benim le
babandan çıkarmaya hakkın var mı? Neden her şeyi bu kadar
güçleştiriyorsun? Neden?» G özlerini e lle rin e dikm iş olan kadın
başını kaldırıp oğluna baktı. «Bunu söylem ek istem ezdim fakat
mecburum. A rtık kendine bir kız bulup evlenm enin ve aile sa­
hibi olmanın zamanı geldi, Frank. Drogeda’da yer var. Bu ba­
kımdan kardeşlerin konusunda endişem yok. O nlar sana benze­
m iyorlar. Fakat senin bir eşe ihtiyacın var, Frank. Bir eşin olursa
beni düşünmeye vakit bulamazsın.»
Frank annesine arkasını dönm üştü. Ona bakmayı da iste ­
miyordu. Kadın beş dakika kadar onun b ir şey söyleyeceğini
umarak yatakta oturdu, sonra için i çekerek kalkıp çıktı.

*
**

K ırkıcıla r g ittik te n sonra G illa n b o n e ’un y ıllık gö steri ve Pik­


nik Y arışlarına geldi sıra. Toplum un en önem ve rd iğ i bu olay
iki gün sürüyordu. Fee ke n d isin i bu eğlenceye katılacak kadar
iyi hissetm iyo rd u. Onun için Paddy, M ary Carson'u Rolls Royce
arabasıyla kente in d ird i.
Herkes bu eğlenceye katılm aya n iy e tliy d i. Yaram azlık et­
m em e leri te m b ih ed ile n çocu kla r, Bira Fıçısı Pete, Jim , Tom ve
M rs. Sm ith ve h iz m e tç ile rle b irlik te kam yona b in d ile r. Ama
Frank, Ford arabayla daha önceden ve %ek başına g itm iş ti. Grup­
taki b ü yü kle r ik in c i günkü ya rış la r iç in de kalacaklardı. Mary
Carson, Rahip Ralph’ in k ilis e evinde kalm ası te k lifin i her ne­
dense re d d e tm iş ti. Fakat Paddy’le F rank’a bu te k lifi kabul e t­
m e le rin i s ö y le m iş ti. İki kâhya ya rd ım cısıyla bahçeye bakan
T om ’un nerede ka ld ıkla rın ı kim se b ilm iy o rd u . Ama M rs. Sm ith'-
le h iz m e tç ile rin G illy ’de yanlarında ka la b ile c e k le ri ahbapları
vardı.
Paddy sabah onda ablasını Im perial O te lin in en iyi oda­
sına y e r le ş tir ip doğru bara g itti. F rank’ı orada tezgâhın başın­
— 81 —

da, elinde b ir bira dublesiyle buldu.


Paddy dostça, «Bundan sonraki de benden, ahbap, dedi.
«M ary Halanı Piknik Yarışları yemeğine götüreceğim . Ona daya­
nabilm ek için biraz içmem gerek.
A lışka n lık ve çekingenlik insanların hareketlerini kısıh^rd?
Frank da o anda istediği şeyi yapamayacağını anladı. O kala­
balık barda bardağındaki birayı babasının yüzüne atamazdı.
Onun için de birasının kalanını bir yudumda içerek zcrîa gü­
lüm sem eye çalıştı. «Özür dilerim , baba. Fakat gösteri yerinde
bazı arkadaşlarla buluşacağıma söz verdim.»
«Pekâlâ, g it öyleyse. Ama şunu al ve kendine harca. İyi
eğlenm ene bak. Sarhoş olursan da annene durumu bel.i etme.»
Frank onun elindeki gıcır gıcır beş S te rlin lik kâğıt paraya
baktı. Bunu yırtıp babasının suratına atmak istiyordu. Ama bu
da olm azdı. Parayı katlayıp saat cebine sokarak babasına te ­
şekkür e tti. Bardan b ir an önce ayrılmalıydı.
En iyi la c iv e rt elbisesini giym iş, yelek düğm elerini ilik le ­
m iş, a ltın saatini ve bunun kösteğine de Lavvrance madeninden
çıka rılm ış b ir parça altın takmış olan Paddy, tanıdık bir yüz gör­
m ek um uduyla etrafına bakındı. Droghedaya geldiğinden b e ri
dokuz ay geçm esine karşın, G illy'e pek ender in m işti. Ama M ary
Carson'un kardeşi ve vârisi olduğu için, onu iyi ta n ıtıyorla r, ka­
sabaya ne zaman inse büyük dostluk gösteriyorlardı. Birkaç
adam ona gülüm sedi. Birkaç kiş i de bira ikram etm eye ka lktı.
Kısa süre içinde dost b ir grup arasına giren Paddy, Frank'ı
unuttu.
M e g g ie ’nin saçları örülüyordu artık. H içbir rahibe M ary
C a rson’un parası uğruna b ile bu saçları kıvırmazdı. Lacivert kur­
d e le le rle bağlanm ış kalın iki örgü, kızın sırtına bırakılm ıştı. Kut­
sal Haç M a n a s tırın ın ağırbaşlı lacivert üniformasını giym iş oian
kızı, b ir rahibe manastırdan alarak rahibin evine götürüp ona
bayılan kâhyaya te slim e tti.
Rahip bir kez bunun nedenini sorduğunda yaşlı kadın, «Ah,
küçük kızın saçları pek güzel,» dem işti. Oysa kâhya Annie. küçük
kızlardan hiç hoşlanmaz ve kilise okulunun eve yakınolm asın-
dan da yakınırdı.
Gazap Kuşlan — F./6
Frank, babasıyla barda karşılaştığı için hâlâ sinirinden t it ­
reyerek rahibin evine geldi. Ne yapacağını bilmiyordu.
Elini uzatarak. «Haydi gel. Meggie,» dedi. «Seni panayıra
götüreyim.»
Bunun üzerine Rahip Ralph da elini uzattı. «Neden ikinizi
de ben götürmüyorum sanki?»
Çok sevdiği iki erkeğin arasında, onların ellerini tutan Meg­
gie, o anda cennetin yedinci katındaydı sanki.
Gillanbone panayırı, Barvvon Nehrinin kıyısında ve yarış ala­
nının da bitişiğindeydi. Selden beri altı ay geçmesine rağmen
yerler hâlâ çamurluydu. Yarışma için getirilmiş koyun, sığır, do­
muz ve keçilerin bölmelerinin öbür yanında, el işleri ve yiye­
cek satan çadırlar vardı. Üçü durup hayvanlara, pastalara, örgü
şallara, bebek elbiselerine, işlemeli masa örtülerine, kedi, kö­
pek ve kanaryalara baktılar.
Tam karşıda kalan yarış alanında, genç erkek ve kadınlar,
jürinin önünde atlarını koşturuyorlardı. Kadınlar pek şıktı ve hep­
si de atlarına yan oturmuşlardı. Başlarında da üstlerine tül sa­
rılı silindir şapkalar vardı. Meggie atın üstüne böyle eğreti otu­
ran birinin nasıl hızlı gidebileceğini düşündü. Ama sonra eşsiz
bir yaratığın atını birkaç engelden aşırarak geldiğini gördü Bi­
nici yarışın başlamasından önce olduğu gibi yine kusursuzdu.
Sonra o hanımefendi, atım mahmuzlayarak çamurlu yerden dö rt­
nala geçti ve Meggie, Frank ve Rahip Ralph’ın yolunu keşli. Kız
yan eğerde gururla oturuyordu. Sonra azametli bir tavıria el­
divenli elini uzatarak, «Peder! Lütfen inmeme yardım edin!»
dedi.
Adam uzanarak onu belinden tuttuğu gibi hemen yere in­
dirdi. Ama kızın ayakları yere değer değmez adam e lle rin i çek­
ti. Atın dizginini yakalayarak yürüdü. Kız da onun yanındaydı.
Rahip son derece kayıtsız bir sesle konuştu. «Bu yarışı ka­
zanacak mısınız, Miss Carmichael?»
Kız somurttu. Genç ve güzeldi. Rahibin kayıtsızlığı onu si­
nirlendirmişti. «Kazanacağımı umuyorum. Ama emin değilim .
Miss Hopeton ve Mrs. Anthony King de yarışıyorlar. Bununla
birlikte bu yarışı almasam bile öbürünü mutlaka kazanacağım:»
Kız çok iyi eğitilip yetiştirilmiş genç hanım efendiler gibi
her kelimeyi tek tek ve düzgün söylüyordu. Sesinde b ir sıcak­
— 83 —

lık ya da konuşmasını süsleyecek yerel bir deyim de yoktu. Ra­


hip Ralph’m da kızla konuşurken, sesi değişti. O da aynı şeKil-
de karşılık veriyordu. Sanki kızın yüzünden bir zamanlar o da
böyle konuştuğunu anımsamıştı. Meggie kaşlarını çattı. Onların
neşeli fakat imalı sözlerine şaşmıştı. Rahip Ralph’da bir deği­
şiklik olduğunu anlamış ve bundan da memnun kalmamıştı.
Frank’ın elini bıraktı, çünkü hepsinin yan yana yürümesi ola­
naksızdı.
Onlar büyük bir su birikintisine geldikleri sırada Frank ge­
ride kalmıştı. Rahip Ralph’ın, bu küçük bir gölcük sayılacak su­
ya bakarken gözlerinde bir pırıltı belirdi. Sonra sıkıca elini tut­
tuğu çocuğa dönerek büyük bir sevgiyle baktı. Nazik nazik ko­
nuştuğu hanımefendiye böyle bir yakınlık göstermemişti. Kız da
bunun farkındaydı zaten.
«Sırtımda pelerinim yok, Meggie. Onun için senin şövalyen
olamayacağım. Sevgili Miss Carmichael kusura bakmayın lüt­
fen.» Dizginleri kızın eline verdi. «Sevdiğim kızın ayakkabıları­
nın çamurlanmasına izin veremem, değil mi?»
Meggie’yi kaldırarak kucağına aldı. Miss Carmichaen de
b ir e liyle uzun eteğini toplaması, öbürüyle de atın dizginini çek­
mesi için geride bıraktı. Hele Frank’ın alaylı alaylı kahkaha at­
ması kızın daha da sinirlenmesine yol açtı .Su birikintisini ge­
çer geçmez Miss Carmichael yanlarından ayrıldı.
Rahip, Meggie’yi yere bırakırken Frank, «Elinden gelseydi
kız sizi bir kaşık suda boğardı,» diye mırıldandı. Bu karşılaşma
ve rahip Ralph’ın kasıtlı hainliği onu büyülemişti. Frank, kızın
çok güzel ve k ib irli olduğunu, onunla hiçbir erkeğin başa çı­
kamayacağını düşünmüştü. Oysa Rahip Ralph, kızın silah ola­
rak kullandığı kadınlığı yüzünden onun kendisine duyduğu güve­
ni b ir anda yok ediverm işti. Frank, kadınlar dünyası denilen bu
eşsiz esrarın içyüzünü bilemiyordu. Rahip de o kızdan ve bü­
tün kadınlardan nefret eder gibi davranmıştı. Annesinin sözle­
rine alınan Frank, M iss Carmichael’in dikkatini çekmek istemiş­
ti. Oysa kız onun varlığından bile haberi yokmuş gibi davran­
m ıştı. Bütün dikkatini, seksi olmayan, erkeklikten çıkmış rahibe
ve rm işti. Rahip Ralph, uzun boylu, esmer ve yakışıklı da olsa
erkek sayılmazdı.
Rahip Ralph, «Üzülme,» diye karşılık verdi. «O, aynı dersi
— 84 —

almak için yine gelecektir. Kendisi zengin. Onun için pazar gü­
nü kibirli b ir tavırla para tabağına on Sterlin atacaktır.» Frank’-
ın yüzünü görerek güldü. «Senden fazla büyük değilim, oğlum.
Hem rahip olmama rağmen dünyayı iyi tanıyan bir insanım. Bu­
nu aleyhimde bir şey olarak sayma. Sadece tecrübeme ver.»
Yarış alanını geride bırakarak panayırın eğlence bölümüne
gelm işlerdi Orası pek kalabalıktı. Çocuklar her tarafa koşuyor,
üstlerinde Dünyanın En Şişman Kadını', ‘Yılan Dansözü Pren­
ses Huri’, ‘Hintli Lastik Adam', ‘Dünyanın En Güçlü Adamı',
‘Deniz Kızı Thetis' yazılı çadırların önünde gözlerini hayretle
açarak duruyorlardı.
En dipte bir tahta köprü ve bunun yanındaki tahta perde­
de de büyük bir afiş vardı. Orada elinde megafonla duran bir
adam kalabalığa bağırıyordu.
«Burada baylar bayanlar! Jimmy Sherman’ın ünlü boks tru ­
pu! Dünyanın en ünlü sekiz boksörü burada! Onlardan b iriyle
karşılaşmaya razı olan kimse büyük para kazanacak!»
Kadınların oradan uzaklaşmalarına karşılık her taraftan er­
kekler o yöne gidiyorlardı. Afişin yanındaki tahta köprüde, se­
kiz boksör vardı. Sargılı ellerini kalçalarına dayamış olan adam­
lar, bacaklarını aralamış dimdik duruyor ve halkın hayran hay­
ran bağırması karşısında da gururlanıyorlardı. Meggie onların
iç çamaşırla olduklarını sandı. Çünkü hepsi de uzun çoraplar,
yelekler, vücutlarına sıkıca oturan ve belden bacak ortalarına
kadar inen kilotlar giymişlerdi. Göğüslerinde de ‘Jimmy Sher-
man’ın Trupu' yazılıydı. Adamların hepsi ayrı boydaydı. Kimi kı­
sa, kim i orta, kimi uzundu. Fakat hepsinin vücutları da iyice kas­
lıydı.
Megafonlu adam, «Haydi gelen yok mu?» diye bağırdı. «On­
larla dövüşmek isteyen babayiğit nerede? Bir eldiven giyin ve
beşlik kazanın!»
Birden Frank, «Ben dövüşeceğim!» diye haykırdı. «Ben!
Ben!»
Kendisine engel olmaya çalışan Rahibin elinden kurtularak
ilerledi. Oraya toplaşmış olanlar ufak tefek genci görünce gül*
* meye başladılar ve alay olsun diye onu öne ittile r.
Fakat megafonlu adam çok ciddiydi ve tahta köprüde bek­
leyenlerden biri dostlukla elini uzatarak Frank’ın merdivenden
— 85 —

çıkmasına yardım etti. Adam da, «Gülmeyin, beyler,» decı «O,


jriyarı değil. Fakat ilk gönüllü! Dövüşte köpeğin boyu değil, kö­
peğin içindeki güç önemlidir! İşte bu ufak tefek ge»r. denemeye
hazır... Ya siz iriyarı erkekler? Birkaçınız gelmez m isniz? E;-
diven giyin ve beş Sterlin kazanın!»
Bu işe razı olanların sayısı yavaş yavaş çoğaldı. Sıkıiarak
ellerindeki şapkaları buruşturan genç adamlar, orada duran pro­
fesyonelleri yan gözle süzüyorlardı. Rahip Ralph, orada kalmayı
ve olacakları görmeyi çok istiyordu. Fakat Meggie’yi oradan
götürmenin zamanı gelmiş, hatta geçmişti. Onun için kızı ku­
cağına alarak dönüp yürüyecek oldu. Ama Meggie bağırmaya
başladı. O uzaklaştıkça feryatlar daha yükseliyordu. Herkes dö­
nüp bakmaya başlamıştı. Çok tanınan biri olduğu için bu durum
hem utandırıcı, hem de gurur kırıcıydı.
«Dinle, Meggie, seni oraya sokamam! Baban haklı olarak
diri diri derimi yüzer!»
Kız tepiniyor ısırmaya çalışarak haykırıyordu. «Frankın ya­

Colleen McCullough

Colleen McCullough
Doğum 1 Haziran 1937(1937-06-01)
Wellington, Yeni Güney Galler, Avustralya
Ölüm 29 Ocak 2015 (77 yaşında)
Meslek Romancı, Nörolog
Milliyet Avustralyalı
Tür Kurgu, Fantezi, Tiyatro
Colleen McCullough Robinson'un mezar taşı, Norfolk AdasıMezarlığı, 2015

Colleen McCullough-Robinson (1 Haziran 1937 - 29 Ocak 2015), en çok tanınan eseri Gazap Kuşları (The Thorn Birds) olan Avustralyalı yazardır.

Sidney Üniversitesi'nde nöroloji eğitimi alan McCullough, Avustralya ve İngiltere'de çeşitli hastanelerde çalıştı. Amerika Birleşik Devletleri'nde Yale Üniversitesi Tıp Fakültesinde 10 yıl öğretim ve araştırma görevlisi olarak çalıştı. 1970'lerin sonlarında Norfolk Adası'na yerleşti. 2006'da Officer of the Order of Australia (AO) unvanını aldı. 29 Ocak 2015'te öldü.

Eserleri[değiştir

Gazap Ateşi 2004 Türkçe Dublaj izle Gazap Ateşi 2004 Türkçe Dublaj izle

Gazap Ateşi 2004 izle tekfullfilmizle olarak iyi seyirler diler, Man on Fire filmi hakkındaki yorumlarınızı bekliyoruz. Eski bir CIA ajanı olan John W. Creasy (Denzel Washington), Mexico City’de 10 yaşındaki bir kızın koruması olarak bir işi isteksiz olarak kabul edecektir. Önceleri çatışacaklar, fakat sonunda bağ bir kuracaklar ve John kızın kaçırılması üzerine öfkeye kapılacak ve hayatını kurtarabilmek için hiçbir şeyden vazgeçmeyecektir.

Tür: Aksiyon Filmleri, Dram Filmleri, Suç Filmleri

Yapım: 2004 - ABD , İngiltere

IMDB Puanı: 7.7

Yönetmen: Tony Scott

Oyuncular: Denzel Washington , Christopher Walken , Dakota Fanning , Radha Mitchell , Marc Anthony , Giancarlo Giannini , Mickey Rourke , Rachel Ticotin

nest...

oksabron ne için kullanılır patates yardımı başvurusu adana yüzme ihtisas spor kulübü izmit doğantepe satılık arsa bir örümceğin kaç bacağı vardır

© 2024 Toko Cleax. Seluruh hak cipta.