ferhat paşa antlaşması hangi padişah döneminde / История Турции - История стран Азии и Африки - Все для студента

Ferhat Paşa Antlaşması Hangi Padişah Döneminde

ferhat paşa antlaşması hangi padişah döneminde

SANCAĞA ÇIKAN ILK PADIŞAH

  • Dediğimiz gibi yaptık Osmanlı tarihinde ilkleri paylaştık: PAYLAŞIN duvarınızda bulunsun. Yoruma nokta bırakın paylaşımlarımızdan haberiniz olsun;. Voir plus de contenu de Kpss Tarih Dersleri sur Facebook Osmanlı Devletinde sancak sistemiyle ilk kez tahta çıkan I MURATtır. Sancak usulüyle tahta çıkan son padişah III MEHMETtir. Açıklama: Başarılaarr 1 votes Thanks 2 More Questions From This User See All bozan Padişah, tahta çıkınca, ilk yaptırdığı iş nedir. Çıkan tahtayı yerine taktırmış. Emo konf Ulufe. Osmanlıda hizmetliler ve askerlere ödenen düzenli maaş demektir. Ilginç olan; alef kelimesinin çoğuludur bu kelime ve hayvanlara verilen yem mânâsına gelir. Yeniçeriye salı günleri yemekli törenlerle verilirmiş bu maaş. Askerler, ses etmeksizin yemeklerini yerlerse ne alâ. Ancak verilen ücreti yetersiz görürlerse. Toplam 2 yıl padişahlık yaptı II. Osman Genç Osman 5 yıl I. Ahmetin oğlu. Öldürülen ilk padişah IV. Murat 17 yıl I. Ahmetin oğlu. Çocuk yaşta padişah oldu I. İbrahim Deli İbrahim 8 yıl I. Ahmetin oğlu IV. Mehmet Avcı Mehmet 39 yıl I. İbrahimin oğlu II. YKS Öğrencilerine Hazırlık Kitabı 1 M. Kemal Atatürk Görev süresi: 29 10 4 dönem, CHP 2. İsmet İnönü Görev süresi: 11 22 4 dönem, CHP 3. Celal Bayar Görev süresi: 22 27 3 dönem, Demokrat Parti 4. bremın ne demek Uzunçarşlı, Sancağa Çıkarılan Osmanlı Şehzadeleri, c. II, s. , Şehzade Mustafa için onu tanıyan elçi ve gezginlerde aynı ifad eleri paylaşmışlardır. Örneğin; Sancakta yetişen ilk padişah ise I. Murat olmuştur I. Murat Döneminde gelenek haline gelmiştir. Sancağa çıkan son Osmanlı padişahı kimdir. Sancağa çıkma geleneğine OSMANLI TARİHİNDE İLKLER 1. Osmanlının ilk başkenti, Söğüt 2. Doğuda en geniş sınırlara ulaştığımız Antlaşma Ferhat Paşa Ant III. Murat 3. Batıda en geniş SORU: Osmanlı Devletinde ilk kez karantina uygulaması hangi padişah döneminde uygulanmıştır. Ankete katılanlar yoruma koysun Cevap yorumdadır kpss kpss ösym ales dgs yks anayasa tarih acikogretim aöf anadoluuniversitesi aof tarih anayasa osmanli Deniz mavi. Cevap: Kanuniden sonra ordunun başında sefere çıkan ilk padişah; 3. MEHMED dir III. Mehmed Osmanlı imparatorluğunun 13 Padişahıdır. III. Muratın oğludur. Kanuni Sultan Süleyman vefat ettikten sonra 30 yıl içerisinde sefere çıkan ilk Osmanlı padişahı, 3. Mehmed olmuştur III. About Press Copyright Contact us Creators Advertise Developers Terms Privacy Policy Safety How YouTube works Test new features NFL Sunday Ticket bebeklerin kulak temizliği nasıl yapılırdörtlü arkadaşlık kolyeleriziraat kart taksitlendirme Hürrem Sultan Osmanlıca: خُرَّم سلطان; Avrupada bilinen adıyla La Rossa veya Roxelana; , Rutenya 15 Nisan , İstanbul, Osmanlı İmparatorluğunun onuncu padişahı ve İslam Halifesi I. Süleymanın nikâhlı eşi, sonraki padişah II. Selim ile Şehzade Mehmed, Mihrimah Sultan, Şehzade Abdullah. şakak nediruygulamalı bölümler hangileri NOT F Osmanlıda sancak sistemini başlatan padişah Orhan Beydir. F Sancak sistemiyle ilk kez tahta çıkan I Murattır. Sancağa çıkan son Osmanlı padişahı Sancağa çıkan ilk padişah kimdir. ˇ Ancak XVII. Yüzyıldan itibaren şehzadelerin eğitimi saraya alındı. ˇ Bu durum devlet idaresinde tecrübesiz padişahların Tahta Çıkan İlk Padişah Osman Bey Goben ve Breslav Yavuz ve Midilli Küçük kaynarca ant. hürrem sultan 15 nisan de sevgili eşinden sekiz yıl önce vefat eder. Naaşı süleymaniye cami avlusuna defnedilir. Kanuni tarafından türbe yaptırılır. Ölümünden kısa bir süre sonra oğulları selim ve beyazıt arasında taht kavgası yaşanır. yılında selim ve beyazıt arasında konyada yaşanan savaştan sonra beyazıt dört oğluyla beraber Study Dur flashcards from zeyno bennets soas class online, or in Brainscapes iPhone or Android app. Learn faster with spaced repetition. Browse over 1 million classes created by top students, professors, publishers, and experts. Scribd is the worlds largest social reading and publishing site.


Кадиаскерские funduszeue.info

Şer’iye Sicili’nin tarihi II. Osman’ın () saltanatının sonlarına, I. Mustafa’nın ikinci Saltanat dönemine () ve IV. Murat’ın () Saltanatının ilk günlerine rastlamaktadır. Şer’iye Sicili’ne Manastır Şer’i Mahkemesi’ne gelen davalarla ilgili tutulan tutanaklar ve İstanbul’dan (veya Edirne gibi diğer merkezlerden) Manastır Kadılığı’na gönderilen ferman, berat ve hüccetlerin birer suretleri kaydedilmiştir. Şer’i Mahkemenin görev alanı ve bakmakla yükümlü olduğu dava ve müracaat konuları, günümüzdeki mahkemelere oranla çok daha geniştir. Bundan dolayı, ele aldığımız Şer’iye Sicili’nde anlaşmazlıkların çözülmesi, herhangi bir olaydan dolayı meydana gelen kavga, hırsızlık vb. istenmeyen olaylara bakılması ve ceza gerektiren olaylarda cezanın tespit edilmesinin yanı sıra yine herhangi bir konu üzerinde verilen kararın onaylanarak resmileştirilmesiyle ilgili kayıtlar da bulunmaktadır. Her türlü satışlar, boşanmalar, miras taksîmatı, vakıf gelirleri veya mütevellileri, köle azadı, vergilerin tahsili, hibe vb. konular Şer’i Mahkemede onaylanarak resmi kayıtlara geçirilmiştir. İncelediğimiz Şer’iye Sicilinde ağırlıklı olarak iktisadi faaliyetlerin onaylanmasına dair kayıtlar bulunmaktadır. Bunlar, mülk satışları, para veya mal alacak-verecekleri vb. anlaşmazlıklardır. Satışların bir kısmı mülk statüsünde olan menzil (ev ve çevresindeki bahçe, ağaçlar, kuyu funduszeue.info oluşan arazi parçası) satışları oluşturmaktadır. Bağ, çiftlik, Bahçe, değirmen ve dükkan satışları da mülk satışlarını takip etmektedir. Tarlaların devir edilmesine dair kayıtlar mülk satışlarına göre çok azdır. Ayrıca sicilimizde Osmanlı Devleti Toprak Yönetimi ile ilgili bilgiler de bulunmaktadır. Tımar, zeamet ve haslarla ilgili kayıtlar bize önemli bilgiler sunmaktadır. Şer’iye Sicilimizin içerisinde aile ile ilgili konular da vardır. Bu konular; boşanmaların onaylanması, kassam tarafından tespit edilen ve varisler arasında paylaştırılan terekelerin kaydedilmesi, varislerin hisselerini teslim aldıkları ibraz etmeleri, yetim kalmış veya bakacak kimsesi olmayan çocuklara vasi tespiti ve nafaka bağlanması gibi aileyi ilgilendiren hukuki meselelerdir. Vergilerin tahsîli ile ilgili anlaşmazlıklara veya usulsüzlük iddialarına dair davaların da Şer’i Mahkemenin görevi dahilinde olduğu görülmektedir. Bu gibi davalara ait kayıtlardan vergi muafiyeti, vergilerin miktarı, vergilerin tahsîli ile ilgili anlaşmazlıklar ve bu anlaşmazlıkların kimler arasında olduğuna dair bilgiler elde edebiliyoruz. Vergilerin tahsili ile ilgili kayıtlar Osmanlı Devleti’nin vergi sistemi ile ilgili bilgileri de ulaştırmaktadır. Osmanlı Devleti’nde vakıfların oluşturulması ve işletilmesinin de şer’i mahkemenin izni ve denetimi ile gerçekleştirildiği görülür. Bu vesile ile incelediğimiz Şer’iye Sicilinde, Manastırda kurulmuş olan bazı vakıflar, bu vakıfların teşkili, işleyişi, vakıflara mütevellî tayini vakıflara ait dükkan, mahalle, köylerin de kayıtları bulunmaktadır. Manastırdaki papazlarla ilgili davalara bakmak Şer’i Mahkemenin görevleri arasında bulunmaktadır. Sicilimizde papazların görevlendirilmesi, güvenliklerinin sağlanmasıyla ilgili kayıtlara rastlamak mümkündür. Şer’i hukuka karşı sorumlu oldukları için Gayrimüslimler de bütün konularda şer’i mahkemeye başvurabilmekte idiler. Kayıtların bir kısmını ise cinayet, gasp, iftira, hızsızlık, fuhuş, diğer bir insana rahatsızlık verme, başka birisinin malına zarar verme gibi adi suçlar oluşturmaktadır. Şer‘îye Sicili’ne kaydolunmuş olan ferman, berat , hüccet vb. suretler de idari teşkilat hakkında bize önemli bilgiler vermektedir. Askerî (idarî) teşkilatta yer alan görevlilerin isimlerini, görev sürelerini, bu görevlere nasıl atandıklarını ve bu görevlilerle ilgili sorunları ferman, berat ve hüccet suretlerinden öğrenebilmek mümkün olabilmektedir. Bunlara ek olarak,Gayrimüslimlerin nasıl bir kılık kıyafetle dolaşacaklarının düzenlenmesi, tütün ekiminin-içiminin-satışının yasaklanması,Yeniçeri ocağına oğlan toplanması, eşkıyalık hareketleri ve asayişsizliğe karşı alınan tedbirler, bir ölüm olayının araştırılması, köle azadı, fazla vergi alınması üzerine halkın şikayette bulunması,tımar-zeamet-iltizam tevcihi, imam-müezzin-mütevelli görevlendirilmeleriyle ilgili kayıtlar da bulunmaktadır. İki Numaralı Manastır Şer’iye Sicili’nin ilk ve son sayfası okunaksızdır. Sicilimizde Manastır Şer‘i Mahkemesi’nin, şer‘i ve örfi hukuku titiz bir şekilde uyguladığı görülmektedir. Ayrıca Şer‘i Mahkeme’ye intikal eden davaların sonunda şiddet içeren hüküm verilmemiş, taraflar arasında anlaşmanın sağlanmasına ve tarafların mağdur kalmamasına özen gösterilmiştir. Seferlere katılmama, görevi ihmal etme gibi yükümlülüklerini yerine getirmeyenlerin imtiyazlarını kaybettikleri görülmektedir. Çeşitli vesilelerle kişilerin haklarına müdahalede bulunanların merkezi yada yerel idarece engellendiğini tespit edebiliyoruz. Devlet görevlilerinin ya da diğer şahısların sosyal ve ekonomik durumlarına kısmen değinilmektedir. Ayrı yerlerde yaşayan Müslüman ya da Gayrimüslimin; öşür, cizye, agnam gibi vergileri ödemekle mükellef olduklarını, bazen vergilerin ağır gelmesinden dolayı halkın şikayette bulunabildiğini, halkın bir kesiminin vergiden muaf tutulduğunu, farklı vergilerin toplanmasını, devrin vergi memurlarının tayin edilmesini, görevlilerin ihmalkarlıklarını, vergi türlerini, bunların değerlerini, toplandıkları zamanı ve toplanmasına son verildiği zamanı tespit edilebiliyoruz. İdarenin ve toplumsal düzenin sağlanabilmesi için haramilerin faaliyetlerinin engellenmesi doğrultusunda bazı düzenlemeler yapıldığı, halkın da yardımıyla suçluların yakalandıkları görülmektedir. Özellikle Gayrimüslimlerin, huzurlarının kaçmaması, bazı baskılara maruz olmamak için suçluyu yakalayıp teslim ettiklerini tespit etmek mümkündür. Hırsızlık, fuhuş, yaralama, cinayet gibi suçları işleyenlerin, gerekli araştırmalar yapıldıktan ve şahitler dinlendikten sonra yargılandıkları görülmektedir. Şer‘i Mahkeme’de; mülk alımı-satımı, alacak-verecek, miras, vasi tayin etme gibi konuların görülmesi yada kaydedilmesi, bize sosyal ve ekonomik hayat için önemli bilgiler vermektedir. İnsanların mesleklerine, imal ettikleri mallara, bu malların satıldıkları yerlere kısmen de olsa işaret edilmektedir. Kayıtlardaki fermanlar, beratlar ve sair belgeler doğrultusunda idari, ekonomik, zirai, dini, toplumsal birtakım veriler tespit edilmektedir. müderris, vakıf görevlisi, vergi memurlarının tayin edilmesi, Yeniçeri ocağına oğlan alınması, asayişin düzenlenmesi, Müslüman olmayan ahalinin din değiştirmesi, ölen kimselerin çocuklarına vasi tayin edilmesi, vakf edilen mallar ve vakıflar hakkında bilgi edinilebilmesi ile imparatorluğun genel yapılanmasını anlayabilmek mümkündür. Vakıfların teşekkülünün ve faaliyetinin Manastır Kadısı’nın, dolayısıyla merkezi idarenin denetiminde gerçekleştiği, vakıfların toplumsal açıdan önemli olduğu görülmektedir. Vakıfların şahıslara borç vermesi, okul, cami, konaklama imkanı sunması gibi. Manastır Şer‘iye sicilinin, XVII. yüzyıl başlarındaki aile yapısı ile ilgili bilgiler de verdiği, boşanmalarda erkeğin kadını yada kadının erkeği boşaması şeklinde olduğu, kadının mihir ve nafaka gibi haklarından vazgeçebildiği, muhallefat kayıtlarından erkeklerin birden fazla eşle evlenmesinin pek yaygın olmadığı , mihrin evliliklerde kadın için bir tür güvence oluşturduğu, yetimlere vasi tayin edildiği gibi uygulamalar görülmektedir. İncelediğimiz sicilden XVII. Yüzyılın başlarında Manastır’daki iktisadi hayat ile ilgili bilgilere de ulaşabilmek mümkündür. Müslümanlar ile Gayrimüslimler arasında satışların, borçlanmanın gerçekleştiği, kadınların da borçlanabildikleri ve satış yapabildikleri görülmektedir. Kayıtlardan mahkemeye bildirilmek suretiyle kölelerin azat edildiği anlaşılmakta ve kölelerin ırkıyetinin de belirtildiği görülmektedir. Sonuç olarak sicilin tutulduğu dönemde, halkın genel olarak uyum içerisinde olduğunu ve bazı olumsuzluklara rağmen merkezi idarenin genelde duruma hakim olduğunu söyleyebiliriz.

Modern Guney Azerbaycan Edebiyati PDF

0 ratings0% found this document useful (0 votes)
views pages

Original Title

Modern_Guney_Azerbaycan_funduszeue.info

Copyright

Available Formats

PDF, TXT or read online from Scribd

Share this document

Share or Embed Document

Did you find this document useful?

0 ratings0% found this document useful (0 votes)
views pages

Original Title:

Modern_Guney_Azerbaycan_funduszeue.info

ATATÜRK SUPREME COUNCIL FOR CULTURE, LANGUAGE AND HISTORY


ВЫСШЕЕ ОБЩЕСТВО ПО ТУРЕЦКОЙ КУЛЬТУРЕ, ЯЗЫКУ И ИСТОРИИ имени АТАТЮРКА

ICANAS
(Uluslararası Asya ve Kuzey Afrika Çalışmaları Kongresi)
(International Congress of Asian and North African Studies)
(Международный конгресс по изучению Азии и Северной Африки)
ANKARA / TÜRKİYE

BİLDİRİLER/ PAPERS / СБОРНИК СТАТЕЙ

EDEBİYAT BİLİMİ SORUNLARI VE ÇÖZÜMLERİ


PROBLEMS AND SOLUTIONS OF THE SCIENCE OF LITERATURE
ПРОБЛЕМЫ ЛИТЕРАТУРОВЕДЕНИЯ

III. CİLT / VOLUME III / ТОМ III

ANKARA
ATATÜRK KÜLTÜR, DİL VE TARİH YÜKSEK KURUMU YAYINLARI: 5/3
Sayılı Kanuna göre bu eserin bütün yayın, tercüme ve iktibas hakları
Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumuna aittir. Bildiri ve panel metinleri
içinde geçen görüş, bilgi ve görsel malzemelerden bildiri sahipleri ve panel
konuşmacıları sorumludur.
All Rights Reserved. No part of this publication may be reproduced,
translated, stored in a retrieval system, or transmitted in any from, by any
means, electronic, mechanical, photocopying, recording, or otherwise, without
the prior permission of the Publisher, except in the case of brief quotations, in
critical articles or reviews. Papers reflect the viewpoints of individual writers
and panelists. They are legally responsible for their articles and photograps.

Uluslararası Asya ve Kuzey Afrika Çalışmaları Kongresi ( Ankara)


ICANAS (Uluslararası Asya ve Kuzey Afrika Çalışmaları Kongresi)
Eylül – Ankara / Türkiye: Bildiriler: Edebiyat Bilimi Sorunları ve Çözümleri = 38th
ICANAS (International Congress of Asian and North African Studies) September
– Ankara / Türkiye: Papers: Problems and Solutions of The Science of Literature /
Yayına Hazırlayanlar / Editors; Zeki Dilek, Mustafa Akbulut, Zeki Cemil Arda, Zeynep
Bağlan Özer, Reşide Gürses, Banu Karababa Taşkın. – Ankara: Atatürk Kültür, Dil ve
Tarih Yüksek Kurumu Başkanlığı,
3. c.; 24 cm (Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Yayınları: 5/3)
ISBN
1. Kültür, Asya-Toplantılar. 2. Kültür, Kuzey Afrika-Toplantılar. 3. Edebiyat
-Toplantılar I. Dilek, Zeki (yay. haz.) II. Akbulut, Mustafa (yay. haz.) III. Arda,
Zeki Cemil (yay. haz.) IV. Özer, Zeynep Bağlan (yay. haz.) V. Gürses, Reşide (yay.
haz.) VI. Karababa Taşkın, Banu (yay. haz.)

Yayına Hazırlayanlar / Editors: Zeki Dilek, Mustafa Akbulut, Zeki Cemil Arda,
Zeynep Bağlan Özer, Reşide Gürses, Banu Karababa Taşkın.
ISBN:
Kapak Tasarım / Cover Design: Tolga Erkan - Serdar Arıtürk
Baskı / Print: KorzaYayıncılık Basım San. ve Tic. Ltd. Şti.
Büyük Sanayi 1. Cad. 95/1•İskitler/Ankara
Tel : 22 08 Fax : 14 27
e-posta/e-mail: [email protected] web: funduszeue.info
Baskı Sayısı / Number of Copies Printed:
Ankara
Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu
Adres / Address: Atatürk Bulvarı Nu: ,
Kavaklıdere-ANKARA/TÜRKİYE
Tel.: 90 () 84 54
Belgegeçer/Fax : 90 () 85 48
e-posta/e-mail: [email protected]
III

İÇİNDEKİLER/TABLE OF CONTENTS/ СОДЕРЖАНИЕ


Sayfa Numarası/Page Number/Стр.
BİLDİRİLER/PAPERS/СТAТЬИ
A POSTCOLONIAL DISCOURSE IN THE GOD OF SMALL THINGS
BY ARUNDHATI ROY
MOHAMMADZADEH, Behbood

ANIMALS IN THE IRAQI TURKMEN PROVERBS


MUSTAFA, Falah Salahaddin - MOOSA, Najdat Kadhim

ЭВОЛЮЦИЯ ТУНИССКОГО АРАБО-ЯЗЫЧНОГО РОМАНА


NADİROVA, G. E./НАДИРОВА, Г. Е

К ИСТОРИИ СОЗДАНИЯ «ЖИЗНЕОПИСАНИЯ ПОСЛАННИКА АЛЛАХА» ИБН


ИСХАКА – ИБН ХИШАМА
(ГЕНЕЗИС ЖАНРА СИРЫ, АВТОРЫ «ЖИЗНЕОПИСАНИЯ»)
NALICH, Mariya/НАЛИЧ, Мария

AZƏRBAYCANIN ƏDƏBİYYAT ELMİ MÜHACİRƏTDƏ


NEBİYEV, Bekir

AHMET HAŞİM KARŞISINDA ORHAN VELİ


NEMUTLU, ÖZLEM

PАМИН МААЛЮФ. “ПЕРВЫЙ ВЕК ПОСЛЕ БЕАТРИСЫ”: КОНЕЦ ИЛИ НАЧАЛО?


NIKOLAEVA, M. V./ НИКОЛАЕВА, М. В

«ВЕЛИКИЙ ШЕЛКОВЫЙ ПУТЬ» И «ДОРОГА ЛЮДЕЙ»


NURGALİ, K.R. НУРГАЛИ, К. Р

LAKAP VERME GELENEĞİNDE MANİSA İLİ DEMİRCİ İLÇESİ ÖRNEĞİ


OĞUZ, Şükran - OĞUZ, İsmail

MODERN GÜNEY AZERBAYCAN EDEBİYATI


OKUMUŞ, Salih

MARLİNSKİ’NİN “AMMALAT BEK” VE “KIZIL ÇARŞAF” İSİMLİ


ÖYKÜLERİNDE DOĞU MOTİFLERİ
ÖKSÜZ, Gamze

MUĞLA’DA HIDIRELLEZ BAYRAMI


ÖNAL, Mehmet Naci

ANADOLU HÂLK HİKAYESİ “FERHAT VE ŞİRİN” İLE ŞÂHÎ’NİN


“FERHÂDNÂME”SİNİN KARŞILAŞTIRILMASI
ÖZCAN, Nurgül

METİN TAHLİLİ ÜZERİNE BİRKAÇ SÖZ


ÖZCAN, Tarık
IV

TÜRK EDEBİYATINDA HÜMANİST ELEŞTİRİ ANLAYIŞININ TEMELLERİ


ÖZÇELEBİ, Betül

TÜRK EDEBİYATINDA TOPLUMCU GERÇEKÇİ ELEŞTİRİ ANLAYIŞININ TEMELLERİ


ÖZÇELEBİ, Hüseyin

SANAL MİZAH
ÖZDEMİR, Nebi

LÜGAT-I NACİ’YE DAİR


ÖZSARI, Mustafa

HALK VE DİVAN ŞİİRİ KOVŞAĞINDA YENİ BİR EDEBİ ÜNVAN-EMİR EFSEHEDDİN


HİDAYETULLAH BEY
PASHAYEVA, Aide

ПРИНЦИПЫ ИССЛЕДОВАНИЯ ЕВРОПОЯЗЫЧНЫХ ЛИТЕРАТУР АФРИКИ В


СИСТЕМЕ МИРОВОЙ ЛИТЕРАТУРЫ (ИТОГИ ИЗУЧЕНИЯ)
ПРОЖОГИНА, С. В./PROZHOGİNA, S. V

ЖАНРОВО-СТИЛЕВЫЕ МОДЕЛИ СОВРЕМЕННОГО ТУРЕЦКОГО РОМАНА( г.)


ROG, Anna/РОГ, Aнна

TÜRK DÜNYASI MASALLARININ BAŞLANGIÇ KALIP SÖZLERİNDEN


‘BİR VARMIŞ BİR YOKMUŞ’ ÜZERİNE KARŞILAŞTIRMALI BİR DENEME
SAKAOĞLU, Saim

‘HAYRİYE’ VE ‘HALÛK’UN DEFTERİ’ ŞAİRLERİNİN OĞULLARINA


NASİHATNAMELERİ VE ARADAKİ ZİHNİYET FARKLILAŞMASI
SAMSAKÇI, Mehmet

Barışın Güzel Yüzü Aşk: Bir Yüzyıl Elyazma Mecmuasında


GevherÎ’nin Bilinmeyen Şiirleri Üzerine Düşünceler
SARAIVANOVA, Irina

METİN BİLGİSİNİN OLUŞUMU VE GELİŞMESİ


ŞƏRİFOV, Kamandar

GENERAL STRUCTURE OF PERSIAN PAREMIOGRAPHICAL COLLECTIONS


SHURGAIA, Tea

METİN TAHLİL YÖNTEMLERİ VE BİR UYGULAMA ÖRNEĞİ


SİLAHSIZOĞLU, Emel

TURKISH LITERATURE IN ARMENIAN LETTERS AND ARMENIAN-TURKISH


LITERARY RELATIONS IN THE OTTOMAN EMPIRE IN THE XIXth CENTURY
STEPANYAN, Hasmik
V

SANATÇININ HUZURLU BİR ADAM OLARAK PORTRESİ AHMET HAMDİ


TANPINAR’IN HUZUR ROMANI
ŞAHİN, Seval

ÂŞIK PAŞA’NIN GARİBNÂMESİ’NDE KUTADGU BİLİG İLE YUNUS EMRE,


AHÎ EVREN VE HAC-I BEKTAŞİ VELÎ İZLERİ
ŞEKER, F. Aslı

NASREDDİN HOCA’NIN FIKRALARINDA SÖZÜN GÜCÜ


ŞENOCAK, Ebru

ORTA ÇAĞ DOĞU ŞİİRİNDE HARF VE SAYI MİSTİSİZMİ (KAYNAKLAR, AŞAMALAR…)


ŞIHIYEVA, Seadet

A POSTCOLONIAL DISCOURSE IN THE GOD OF


SMALL THINGS BY ARUNDHATI ROY

MOHAMMADZADEH, Behbood
KUZEY KIBRIS/NORTH CYPRUS/СЕВЕРНЫЙ КИПР

ABSTRACT
This paper examines the cultural and social implications which exist in
The God of Small Things written by Indian postcolonial writer Arundhati
Roy. The study analyzes Roy’s work according to the postcolonial theory and
gives importance to the premises of main theorist in this field. Postcolonial
literary texts like Roy’s are rewritings of colonial and postcolonial
images. Roy’s protagonists Rahel and Estha grow up in a village in Kerala
influenced with Elvis Presley, Broadway musicals, peppermint candies,
Love-in-Tokyo hair bands, Rhodes scholarships, Chinese Marxism, and
Syrian Christianity. Most of these cultural images are foreign, yet all of
these are their own. Thus, while in one sense these children, as Roy’s hybrid
characters, are Malayalam, in another sense they are not. This turmoil of
identification forms the basis of the plot, the children aren’t certain who or
what they are.
Key Words: Postcolonial Literature, cultural and social implications,
colonial and postcolonial images, hybrid identities.

The history of colonialism began in the 15th century with the age of
discovery, led by Spanish and Portuguese explorations of Americas and
other continents, but, in the eighteens century Europe, the advent of the
Industrial Revolution led to great changes in the industrial transformation
of economies and an enormous development in the traditional trade.
European countries in order to provide themselves with raw materials
and markets for their goods colonized many non-European countries.
Europeans on behalf of colonialism making their way to non-European
countries came in contact with the non-European landscape and nation.
Identifying with Eurocentrism let them to observe themselves as superior
and the colonized and their land as inferior and uncivilized. Consequently,

they tried to transform the colonized landscape into the civilized countries
similar to home country. In spite of this fact that European regarded
themselves superior to the non-European countries in all aspects, and aimed
at turning this inferior land into civilized one, the deep understanding and
close interaction always resulted in a deep fear for the colonizers.
The colonizers preoccupied by the possibility of being contaminated
on account of deep interaction with these uncivilized people were always
afraid of this interaction, thereby leaving behind their purity and superiority
over the colonized, as a result, the colonizer always regarded the interaction
with the colonized as a threat and they camouflaged their fear every time.
The deep interaction between the colonizer and the colonized despite
being a menace to the colonizer had another impact on the colonized which
resulted in losing self respect and devaluing image of themselves among
this people. Thus, the oppressed people, uprooted from their own selves,
struggled to become a member of another culture.
During the colonial period written text favored the Europeans and
their superiority over the non-Europeans. It was the system of power that
determines the representations. Terry Goldie maintains that “the indigene is
a semiotic pawn on a chess board under the control of the white signmaker”
(Goldie ). Thus, in oriental discourse the Europeans were
portrayed as “masculine”, “democrat”, “rational”, “moral”, “dynamic”, and
“progressive”. Otherwise, since the writing was under the direct control of
the Europeans the non-Europeans were described as “voiceless”, “sensual”,
“female”, “despotic”, “irrational”, and “backward”. Colonial discourse
never depicted the anxiety and the suffering of the colonial stemmed from
the underestimated image of themselves. Throughout the colonial period
and the aftermath, the west had cultural and economic hegemony over the
non-Europeans through orientalists discourse. According to Bill Ashcroft
the colonizers who believed themselves as “a high level of civilization”,
fabricated the colonized lands in colonial discourse as “civilizations in
decay, as manifestations of degenerate societies and races in need of rescue
and rehabilitations by a civilized Europe” (Ashcraft, ). Upon
settling down, therefore, the colonizers desired to bring the best of their
country to the colonized territory, and to change this native country to a
civilized one. Colonial discourse fabricating the native cultures as both
primitive and degenerate was because fearing of contamination amongst
the colonizers. Bill Ashcraft highlights that “expressed through a fear
amongst the colonizers of going native, namely losing their distinctiveness

and superiority of contamination from native practices” (Ashcroft


).
Consequently, despite the fact that the colonizer had gone to the
colonized land to change things; they themselves, however, were at the
risk of being changed by the colonized. The deep interaction with the
native people and under the effects of climate of the colonies in hot areas,
the colonizer degenerated both morally and physically, and slipped as
Ashcroft claims, “from European behavior, to the participation in native
ceremonies, or the adoption and even enjoyment of local customs in terms
of dress, food, recreation and entertainment” (Ashcroft, ). In
fact, the colonized encountered and experienced what they always scared;
that is they were debased and contaminated by the native life and customs,
and they uprooted. Upon the arrival in the colonized land, the colonizer
acknowledged the difficulty of surviving in that land. On the whole, these
are some of the themes the postcolonial discourse aims at discussing and
exploring.
However, the colonized people after obtaining their dependency, who
acknowledged the importance of their identity and who learned not to be
embarrassed about their culture and past, started to create their own text
called postcolonial literature. Then, postcolonial text began to abolish the
Eurocentric assumptions created by the Europeans, although the colonized
had not the privilege to break the European domination and to portray
the Europeans the same way they were illustrated through the colonial
period. To put it more precisely, they have had the opportunity to present
Europeans as “immoral”, “irrational”, and “sensual”, just as they were
pictured during the colonial period. Moreover, the colonized, having been
neglected for a long time, and tolerating the suffering for decades, upon
starting to write the text began to imitate the colonizer.
On the whole, all these cultural and social implications mentioned above
encompass the main themes of the postcolonial novels. This study examines
the Indian Arundhati Roy’s postcolonial novel The God of Small Things
which presents and reflects the issues of the postcolonial period. Arundhati
Roy was born, grew up and educated in India. Roy in her celebrated novel
The God of Small Things tells the story of a Syrian Christian family in
southern province of Kerala, India. The main plot is constructed around
this family; retired imperial entomologist Pappachi Kochamma is the
father of the family. Upon retiring from his job in Delhi he returns back to
his hometown Ayemenem with his wife, Mammachi Kochamma, and his

two children Ammu and Chacko. Ammu their daughter several years after
their arrival experience an unhappy marriage with a Hindu man, which
end in divorce. Ammu after divorce comes back to her parental house with
her twin, Estha and Rahel. Ammu and her twin begin to live in Ayemenem
with Mammachi, Chacko, and their aunt, Aunt Baby. Chacko Pappachi,
family’s son is sent to Oxford to continue his education, where he meets
his future English wife Margaret but their marriage ends in divorce in the
same year, then, Chacko leaving Margaret and his daughter Sophie Mol, in
England, comes back to Ayemenem to his father’s home.
Roy’s story revolves around the events surrounding the visit made by
Sophie Mol Chacko’s daughter and his ex-wife Margaret and the drowning
of Sophie two weeks after their arrival, leaving behind a disintegrated
family. The family’s suffering from Sophie Mole’s drowning become great
when Ammu the daughter of the family experience a love affair with Velutha
the families carpenter, a man from the “untouchable” or Paravan caste.
Ammu’s love affair with a member of an untouchable caste is considered
a forbidden love according to the caste system in India, which divides
people into classes and makes the lower class people “untouchable”.
Risking to interact with one of these untouchables, Ammu violates the
caste system, which also causes the family to fall apart and also, Ammu’s
twins, Estha and Rahel to be separated from each other. Sophie Mol’s
unfortunate drowning, though, occurs in , Roy’s story begins twenty
three years later, when Rahel comes back to home in India, to Estha where
there is desire that the love of the twins for each other will heal their deep
suffering. Rahel comes back to Ayemenem as an adult to “a decimated
household, a dysfunctional twin and a decaying house” (45).
Much of Roy’s third-person narrative is told mainly from the point of
view of the two fraternal twin protagonists, Rahel and Estha. She constructs
her narration moving backwards from present-day India to the fateful
drowning that occurred twenty three years earlier, in With flashbacks
from the present to the past; Roy fabricates her plot with an increasing
suspense till the end of the novel. She structures her narration so skillfully
that the malignant tragedy is not fully illustrated until the final scenes of
the novel. Roy tells and reveals gradually the story of all characters and the
shocking series of events throughout her text.
As at the outset of the paper has been pointed out, Roy’s The God of
Small Things is the story of the visit and the drowning of Sophie Mol
resulting in the destruction of the innocent lives and their splitting up from

each other when she comes to see her Indian father, Chacko, during her
Charismas holiday. Upon coming to India, Sophie Mol is not aware of the
disaster waiting for her. One they she is out with her Indian cousins, Estha
and Rahel, on the mysterious river in Ayemenem, she suddenly drowns
which makes the family, especially, Margaret grieved. The catastrophic
event occur even if English Margaret, who is “traveling to the Heart of
Darkness, has been acknowledged by her friends to “take everything” and
to “be prepared” on the grounds of the fact that “anything can happen to
anyone” in India ().
As Sophie’s mothers friend’s have estimated, the most horrifying incident
she might experience in her life happens, and “green weed and river grime
were woven into her beautiful redbrown hair” of her daughter, and her
child’s eyelids were “nibbled at by fish” (). Margaret never forgives
herself for not listening to her friends, and taking Sophie to India but she
understands her mistake very lately after her losing her daughter in India.
Sophie Mole’s drowning is a metaphoric sign of the hegemony of the Eastern
over the European, which has the power to swallow up the colonizers easily.
This is also the power of the wilderness and primitiveness of Eastern that
the colonial elements always fear and never resist. Postcolonial discourse
maintains that the threat of the Eastern for the European is either to devour
the European in the wilderness or to make the Europeans go wild. The
death of Sophie Mol in Roy’s story metaphorically illustrates that there is
no escape from the tragic fate waiting for the colonizer in the colonial land.
As previously mentioned, the deep interaction with the colonizer creates
not only the suffering of the colonizer but also that of the colonized that
recognized and felt upset and anxious about the inferiority of their own
culture when compare to that of the colonizer. The feeling of the inferiority
created a community that was not glad about his existence, and that had
no peace anymore. The colonized having felt their inferiority, appreciated
everything that belonged to the colonizer and forget their own history,
culture, and language.
To be precise, they transformed into a nation who had not culture of
their own, and felt second-class thereby struggling to become a member of
the superior culture of the colonized. Thus, as it is stated in novel several
times “things can changes in a day” (32), implies the day on which the
colonizer’s arrival has changed everything in the land of the colonized.
In The God of Small Things, Chacko Kochamma, the uncle of the twins,
describes the colonized people as “prisoners of war”, as a result of which

their “dreams have been doctored” and they “belong nowhere”. According
to him, it is a kind of war that has occupied their minds that they “have
won and lost. The very worst sort of war. A war that captures dreams
and re-dreams them. A war that has made them adore their captures and
despise themselves” (53) Frantz Fanon in his A Dying Colonialism (),
argues that “the challenging of the very principle of foreign domination
brings about essential mutations in the consciousness of the colonized,
in the manner in which he perceives the colonizer, in his human states in
the world” (Gandhi, ). Seeing themselves inferior, the colonized
people recognized that the only way to make their situation better is to
become similar to the colonizer, and thus, they try to imitate the colonizers
ideas, values and practices. They appreciate and value the colonizers way
of living and try to imitate their culture in view of not having of their own.
Roy in narrating Chacko’s thoughts reports:
Chacko told the twins though he hated to admit it, they were
all anglophile. They were a family of Anglophiles. Pointed in the
wrong direction, trapped outside their own history, and unable to
retrace their steps because their footprints had been swept away. He
explained to them that history was like an old house at night. With
all the lamps lit. And ancestors whispering inside. ‘To understand
history, ‘Chacko said, we have to go inside and listen to what they’re
saying. And look at the books and the pictures on the wall. And
smells the smells.’ (52)
Roy in her novel narrates clearly how the colonized people appreciate
the English culture and their considerable effort to become like them by
way of imitation. There are seen perfectly in different behaviors of the
natives in the novel toward the half English Chacko’s daughter Sophie
Mole and her Indian twin cousins, Rahel and Estha. When Chacko’s half
English daughter Sophie and her mother Margaret come to India, every
body in the family is impatiently awaited for their arrival. Sophie Mole’s
half English identity is important both for the members of the family
and for the people outside. The importance of an English cousin can be
obviously presented in the speech of a man from outside the family where
Roy illustrates the scene as the following:
The twins squatted on their haunches, like professional adults gossip in
the Ayemenem market.
They sat in silence for a while. Kuttappen mortified, the twins
preoccupied with boat thought.
‘Has Chacko Saar’s Mol come?’ Kuttappen asked.

‘Must have Rahel said laconically.


‘Where is she?’
‘Who knows? Must be around somewhere. We don’t know.’
‘Will you bring her here for me to see?’
‘Can’t, ‘Rahel said.
‘Why not?’
‘She has to stay indoors. She’s very delicate. If she gets dirty she’ll die.’
(, )
The appreciation in his question about the Sophie Mol is more like to that
of the Orgerndrink Lemondrink man, who sells beverages at the cinema,
when he learns that Sophie is coming he says “‘from London’s? A new
respect gleamed in uncle’s eyes. For a family with London connections”
().
Roy’s protagonists, Rahel and Estha are suffering from the great
admiration of their family for the English language and culture. They obtain
their love of the family if they behave in English manners and hold English
values. They are the children who are forced to neglect their own language
and does not have any importance, and who “had to sing in English in
obedient voices” (). Baby Kochamma, the twin’s aunt corrects Estha
when he makes a mistake in pronouncing an expression where he say
‘Thang God,’ (). For Rahel and Estha speaking in English is a kind of
obligation. They have been deprived of their own history, culture, values
and language for many years by the colonizers, and they cannot survive
themselves from the facts of colonialism. The twin’s aunt always forces
them to talk in English. Roy narrates this situation as the following:
That whole week Baby Kochamma eavesdropped relentlessly
on the twins’ private conversations, and whenever she caught them
speaking in Malayam, she levied a small fine which was deducted
at source. From their pocket money. She made them write lines
–‘impositions’ she called them - I will always speak in English, I
will always speak in English. A hundred times each. When they were
done, she scored them with her pen to make sure that old lines were
not recycled for new punishments.
She had made them practice an English car song for the way back.
They had to form the words properly, and be particularly careful
about their production. (36)

The important fact here is that the contamination of the colonized is


not their admiration for the English or their efforts to imitate them, but
their inability to belong to neither the culture of the colonized nor that of
the colonizer and they experience an identity problem. The colonized is
alienated by imitating the culture of the colonizer from their own culture
and at the same time the skin color and national origin of the colonized
estranged them from the English culture. Thus, they gain a hybrid identity,
a mix between native and colonial identity, neither fully one nor the other.
Most of the problem about hybrid identities lies in its existence, which
is, as Bill Ashcroft highlights, “the corss-breading of the two species by
grafting or cross-pollination to form a third, ‘hybrid’ species”. (Ashcroft
).
In other words, this ambivalent cultural identity does not belong
definitely to the world of either the colonizer or the colonized. It is presented
an ‘other’ from both cultural identities. This mixed identity, hybridity, “has
been recently associated with the work of Homi Bhabha, whose analysis
of colonizer/colonized stresses their interdependence and the mutual
construction of their subjectivity. Bhabha maintains that all the cultural
statements and systems are structured in a space that he ‘names third’ the
third space of the enunciation’ ( 37). Cultural identity always comes
out in this contradictory and ambivalent space which for Bhabha constructs
the argument to a hierarchical ‘purity’ of cultures. Bahaba puts this in this
way:
It is only when we understand that all cultural statements and
systems , are constructed in this contradictory and ambivalent space
of enunciation, that we begin to understand why hierarchical claims
to the inherent originality or ‘purity’ of cultures are untenable, even
before we I resort to empirical historical instances that demonstrate
their hybridity. Fanon’s vision of revolutionary cultural and political
change as a ‘fluctuating movement’ of occult instability could not
be articulated as cultural practice without an acknowledgement of
this indeterminate space of the subject(s) of enunciation. It is that
Third Space, though unrep­resentable in itself, which constitutes the
discursive conditions of enunci­ation that ensure that the meaning
and symbols of culture have no primordial unity or fixity; that even
the same signs can be appropriated, translated, rehistoricized and
read anew. (Bhabha, 74)
Roy in her story presents perfectly her twin protagonists Rahel and Estha
as two hybrid characters. Notwithstanding, the twins, try not to imitate the
English values and language, but they cannot escape from feeling inferior

when they compare themselves to their half English cousin, Sophie Mol,
since they are just the imitation of English, not real ones. Roy depicts
the difference between the twins and Sophie Mol throughout the novel.
She describes Sophie Mol as one of the “little angles” who “were beach-
colored and wore bell bottoms”, while Rahel and Estha are depicted as
two evil where we are told: “Littledemons were mudbrown in Airport fairy
frocks with forehead bumps that might turn into horns with fountains in
love-in-Tokyos. And backword-reading habits. And if you cared to look,
you cold see Satan in their eyes. ().
Baby Kochamma twin’s aunt also gives an expression on the difference
between Sophie Mol and the twins. She describes Sophie Mol as “so
beautiful that she reminded her of a wood- sprite. Of Ariel.” Ariel in
Shakespeare’s The Tempest (). While in describing the twins she say, “
‘They’re sly. They’re uncouth. Deceitful. They are growing wild you can’t
manage them” (). This point maintains that such a great appreciation
that they love even their children as long as they imitate the values of the
other culture, and dissemble to be a member of that culture. Roy’s another
character who suffers from being a hybrid aspect is Pappachi Kochamma,
the grandfather of the twins whom with his strong passion to be an English
man in manner and appearance.
Pappachi Ammu’s father is a man who after retiring from Government
service in Delhi having worked for many years as an Imperial Entomologist
at the Pusa Institute, and who come to live in Ayemenem with his wife,
Mammachi, his son Chacko and his daughter Ammu till he dies. Pappachi
tries always to imitate the English way of clothing and as Roy illustrates
“until the day he died, even in the stifling Ayemenem heat, even single day,
Pappachi wore a well prepared three-piece suit and his gold pocket watch”
(49).
It is his strong passion to another culture that makes him dress a suit,
not his traditional clothing, mumudu and “khaki Judhpurs though he had
never ridden a horse in his life” (51). Ammu his daughter in describing
such a great appreciation of the other culture where we are told “Ammu
said that Pappachi was an incurable British CCP, which was short for chhi
chhi poach and in Hindu meant shit-wiper” (51). Chacko also as Ammu is
aware of how his father is keen on the English culture where Roy reports:
Chacko said that the correct word for people like Pappachi was
Anglophile. He made Rahel and Estha look up Anglophile in the

Reader’s Digest Great Encyclopedic Dictionary. It said Person well


disposed to the English. The Estha and Rahel had to look up disposed
…. Chacko said that in Pappachi’s case it meant Bring mind into
certain state. Which, Chacko said, meant that Pappachi’s mind had
been brought into a state which made him like the English. (52)
Although Pappachi’s admiration to English culture is great but he is not
able to the reality that he is not English in origin. Despite his big endeavor
to be similar to English culture, he does it just in appearance, not in his
manner, his way of thinking and attitudes. For instance, he is against to
her daughter’s education where he “insisted that a college education was
an unnecessary expense for a girl” (38), thereby, he let his daughter finish
her school life the same year that he retires from his job in Delhi and
moves to Ayemenem. Regarding to his wife’s , Mammachi’s, during a few
month day spend in Vienna, she takes a violin course, the situation is quite
similar to that of Ammu’s, teacher, Launskuy Tieffethal, made the mistake
of telling Pappachi that his wife was exceptionally talented and, in his
opinion, potentially concert class” (50). To sum up, Pappachi does not
tolerate any kind of success she achieves inching her talent in playing the
violin.
Upon Pappachi’s recognition that the jam and pickle is sold quickly
and his wife’s business getting better, he becomes irritated, so, he not only
prefer not to help her with her works, but also beats her every night. Roy
describing the scene concerning Pappachi’s thoughts and attitudes states
that:
Chacko came home for a summer vacation from Oxford. Her
had grown to be a big man, and was, in those days, strong from
rowing from Balliot. A week after he arrived he found Pappachi
beating Mammachi in the study. Chacko strode into the room, caught
Pappachi’s vase-hand and twisted it around his back, ‘I never want
this to happen again’ her told his father. ‘Ever’” (48).
Although Pappachi tries to be appear as a civilized man, he cannot
overcome to his other identity which makes him beat his wife, “with a
brass flower vase” every night, and who “broke the bow of her violin and
threw it in the river” (48).
The situation is the same for Chacko, Pappachi’s son, because he also
is another character who suffers from the hybridization process in terms of

not belonging to either the culture of the colonized or that of the colonizer.
Roy in reporting Chacko’s suffering of hybridization states that: “our minds
have been invaded by a war. A war that we have won and lost. The very
worst sort of war. A war that captures dreams and re-dreams them. A war
that has made us adore our conquerors and despite ourselves” (53). This
point highlights that the colonized always look down upon and scorns their
own culture, thereby they are uprooted from their culture and appreciates
whatever the colonizer has; therefore, they try to imitate them without
being to be a member of it on account of not being European in blood.
Chacko educated at Oxford University, realizes that their country and
mind have been captured by the colonizer and he depicts his own people
as “anglophile” “a person well disposed to the English” (52). However,
he himself is aware of being an anglophile, when he comes to loving
something that belongs to the English culture. His anglophile identity
is approved when he gets married to an English woman. As Ammu, his
sister, regards it on as marrying “our conquerors”. Chacko like his father’s
admiration of the English way of clothing appreciates the manners and
attitudes an English woman has. Roy in portraying Chacko’s admiration
of his English wife states:
As for Chacko, Margaret Kochamma was the first female friend
he had ever had. Not just the first woman that he had slept with, but
his first real companion. What Chacko loved most about her was her
self-sufficiency. Perhaps it wasn’t remarkable in the average English
women, but it was remarkable to Chacko.
He loved the fact that Margaret Kochamma didn’t cling to him
that she was uncertain about her feeling for him. That he never know
till the last day whether or not she would marry him. He loved the
way she would sit up naked in his bed, her long white back swiveled
away from him, look at her watch and say in her practical way –
‘Oops, I must be off.’ He loved the way she wobbled to work every
morning on her bicycle. He encouraged their differences in opinion,
and inwardly rejoiced at her occasional outburst of exasperation at
his decadence. ().
Roy in giving the reason why Chacko admires Margaret, which is a
kind of looking up down on Indian women, reports that, “He was grateful
to his wife for not wanting to look after him. For not offering to tidy his
room. For not being cloying mother. He grew too depend on Margaret
Kochamma for not depending on him. He adored her for not adoring him”

(). Although Chacko appreciates his English wife for not wanting to
look after him, unlike his Indian mother, the same English woman leaves
him just because he is not used to looking after himself, which is quite
clear in the following description:
That it was impossible for him to consider making the bed, or
washing clothes or dishes. That he didn’t apologize for the cigarette
burns in the new sofa. That he seemed incapable of buttoning up
his shirt, knotting his tie and tying his shoe laces before presenting
himself for a job interview ().
The important point that arises here is that his marriage to a married
woman becomes successful to the extent that he is able to hide his real
Indian Identity and plays his role successfully as the husband of an English
woman. The reason their marriage ends in divorce results in the interaction
between his own culture as the colonized and the culture of his wife as the
colonizer and his belonging to neither of them.
Although Chacko and Pappachi do their best to look like the colonizer
both in manner and attitudes, they become the victims of the interaction
with the colonizers’ culture that is regarded as superior. Despite their
endeavor to imitate the colonizer, considering their behavior throughout
the novel it is impossible for them to escape from their own identity, being
Indian in blood, not English. Roy, as a postcolonial writer, in her novel tries
to focus on the sufferings of the colonized originated from the interaction
with the colonized.
Besides Roy’s hybrid characters which can be understood as an evidence
of the contamination arrived with the colonizer, in order to prove how
dreadful suffering the arrival of the colonizer has brought to the colonial
land, the day on which Sophie Mol come to India is used as metaphorically,
and it stands for the coming of the colonizers. Sophie Mol with her English
mother Margaret comes from England to India to see her Indian father,
Chacko. Her coming to India is important because it stands for that of
the colonizer and in what ways it has brought about the sufferings of the
people in the colonial territory. Roy explains throughout the novel the great
influence of Sophie Mol in disturbing the tranquil situation in India and the
destructive effects of her visit. The most shattering effects can be seen in
the Estha and Rahel character, both of whom “hadn’t seen each other since
Estha’s return in a train with his pointy shoes rolled into his khaki hold
all”(32). Rahel immediately after separation of Estha from Ayemenem
loses her mother Ammu, too. Rahel also loves her Ayemenem and her twin

brother and wander from school to school. On the whole, Sophie Mol’s
arrival to India changed their faith and caused all these disastrous events.
The life in Ayemenem before her arrival was peaceful and tranquil. Roy in
illustrating the Ayemenem maintains that “Here, however, it was peace time
and the family in the Plymouth traveled without fear or foreboding”(35).
Sophie Mol’s arrival representing the colonizer disturbs the peaceful life in
Ayemenem. This is obviously observable when Roy portrays the situation
as, “You couldn’t see the river from the window anymore… and their has
come a time when uncles became fathers, mother’s lovers and cousins died
and had funerals. It was a time when the unthinkable became thinkable and
the impossible really happened” (31).

REFERENCES
Ashcroft, B. (). “England through Colonial Eyes in Twentieth-
Century Fiction”, CLIO, 34(),
Ashcroft, Bill, et al. (). The Empire Writes Back: Theory and
Practice in Post-Colonial Literatures. London: Routledge.
Ashcroft, Bill, et al. The Postcolonial Studies Reader. London:
Routledge,
Bhabha, Homi K. (). The Location of Culture. London and New
York: Routledge,
Gandhi, L. (). Postcolonial Theory: A Critical Introduction. St.
Leonards, N.S.W.: Allen & Unwin.
Moore-Gilbert, B. (). Postcolonial Theory: Contexts, Practices,
Politics. London: Verso.
Moore-Gilbert, B. et al (Eds.). (). Postcolonial Criticism. London:
Longman.
Needham, A. D. (), “The Small Voice of History in Arundhati
Roy’s”, The God of Small Things IJPS, Volume 7, N 3,
Roy, Arundhati (). The God of Small Things. London,
Falmingo.
Tickell, A. (). “The God of Small Things: Arundhati Roy’s
Postcolonial Cosmopolitanism. The Journal of Commonwealth
Literature,

ANIMALS IN THE IRAQI TURKMEN PROVERBS

MUSTAFA, Falah Salahaddin


MOOSA, Najdat Kadhim
IRAK/IRAQ/ИРАК

ABSTRACT
The study is in fact a collection of the proverbs used by proverbs of
the Iraqi Turkmen’s which contain the names of some of the insects . the
animals mentioned in the proverbs grouped together here seem to be the
animals that existed in the environment of the Turkmen’s, whether it be
their home, his farm or where he traveled .
Since those animals have certain characteristics such as patience,
friendship, love or treason, the Turkmens seem to have tried & express
those characteristics of animals by proverbs used by humans aiming at
applying them & humans in an in direct and mostly metaphorical way.
it is necessary & observe that some of the animals are mentioned more
than others due to the fact that those animals like the “ dog ”, “ sheep ” ,
“ donkey”, “ camel ”, “ horse ” etc.
Man in his travels and movements and / or they live In his environment
and they he depends on them for his living like the whale monkey,
giraffe
Some of the animals are either rarely mentioned at all turtle etc.
the reason is that either there animals do not have characteristics similar
& there which the humans have or because they do not exist in turkman
environment.
It is also important to pay attention & the literary value of these
proverbs since they are expressed in figurative way and sometimes
these sayings are rhymed and contain assonance or resonance, and other
figures of speech in addition & their social value as saying that contain
wise words.
Key Words : Proverbs, Turkmen, Iraqi.
The Proverbs of the Iraqi Turkmans , as is the case with the other
nations of the world , express the implications of social , economic and
psychological life of the people. These proverbs express in the best way

most of the events that have taken place and continue to take place in
detail in the everyday life of the people. Mostly, these proverbs are cited
or uttered in brief and simple expressions in such a way that makes them
easy to memorize and use generation after generation. If we look at the  
proverbs of Iraqi Turkmans we find that they have expressed people’s 
feelings of happiness and sadness besides their life experiences. One
can see that these proverbs are expressions of human characteristics like
love, hatred, bravery, generosity, cooperation and so on in addition to
expressing the relations of the human beings with one another wherever
they be. The present paper deals with the use of various animal (and some
insect) names that existed in the environment of the Turkmans since the
early days of history, whether that be in his home, or farm or wherever
he travelled. And since humans have always been in contact with these
animals and since each kind of those animals have characteristics which
may have their counterparts in humans like patience, treason, love or
betrayal, human beings have tried to express those characteristic of
animals by proverbs that are used by humans to apply those characteristics
on humans although that has been mostly in an indirect or metaphorical
way. It is important to notice that the proverbs most frequent used in our
everyday life and which are most effective and expressive among the
Turkmen proverbs are those in which one species of animals is used.

Just for example we mention some of those proverbs which are well-known
among the Turkmans:                                            

– Attan iner eşeğe miner (biner). Which means:                                           
He gets down a horse and gets on a donkey.                                   

– Aslan ağzından av alınmaz .                                                             
No prey can be taken  out of the mouth of the lion.                                  

– İki kuşu bir taştan (taşla) vurdu.                             
He hit two birds by one stone.                                                                

– Balık suda mamele (alış veriş) edilmez .                                                    
Bargaining over the fish cannot be done while the fish is                                                                                                                                             
inside the water

– Deve öz (kendi) kanburunu görmez.                                                            

The camel cannot see its own hunchback.                                  



– Serçe nedi (nedir) şorbası (çorbası) ne olsun?
  What is (the worth of) a sparrow and what is (the worth of) its soup?

– Tavuk ölü(r) gözü küllükte kalı(r).
  The hen dies but its eyes remain on the garbage.

– Kurttan (kurtla) yer (yiyer), koyunla şivan eder.
 He eats with the wolf but weeps with the sheep.

– Bülbül besledim karga çıktı.
 I raised a nightingale but it turned out a crow.

– Hara (nere) gittim balık başı arpa ekmeği.
 Wherever I went I could not find but fish head and barley bread.

Anyhow, we can notice that in any of the Turkmen proverbs the names of
most of the animals that exist in the areas (locations) in which the Turkmans
live have been used. However certain animals have been used more than
others like the dog, the wolf, the donkey, the camel, the horse, the sheep
and others. It seems that the reason behind the frequent use of these animals
more than the other ones in the proverbs is that those animals have since
the old time accompanied the humans in their travels, and have lived with
them in their environment besides being a source of living and comfort
and a means of transportation and carrier of luggage in their movement
from place to place. Some other animals have been a source of danger and
annoyance for humans and their pets and domestic animals. It is worth
mentioning that some of the animals are rarely used or mentioned in the
Iraqi Turkmen proverbs like the pig, the deer, the peacock, and the tiger;
whereas there are some  other animals which have not been mentioned in
Turkmen proverbs like the monkey, the giraffe and the turtle. The reason
behind the rarity of using or not mentioning some species of animals (or
insects) in Turkmen proverbs is because they do not have characteristics
and features similar to those of the humans or because those animals do
not exist in the areas where Turkoman live. Any scrutinizing view at the
Turkmen proverbs that are fixed in the existing references mentioned at the
end of the study show that about () two thousand proverbs are fixed in
the references the proverbs that include the names of animals are (). It

means that more than a quarter of the total number of the Turkmen proverbs
include the names of animals. It is seen that (64) different species of animals
and insects are used in these proverbs. Definitely, the more proverbs are
discovered by the researcher, the larger number of the species will be.
The following is an index of the species of animals used in Turkmen
proverbs arranged according to the frequency of each species we start with
the species that are used and repeated more than others and then we move
to the types/species that are used less than others with an example for each
type. It should be noticed that some species of animals’ name equals the
number of some other species. There are many proverbs in which two or
even three species of animals are mentioned in one proverb. These will be
mentioned later:

1. The dog (köpek): it is repeated in (59) proverbs.


     e.g köpek sümükten (kemikten) kaçmaz.
     A dog does not run away from the bone.
2. The wolf (kurt): it is mentioned in (44) proverbs.
    e.g kurttan korkan çoban olmaz.
    He who is afraid of the wolf will not be a shepherd.
3. The donkey (eşek): it is mentioned in (38) proverbs.
    e.g Eşeğe gücü yetmirı (yetmiyor) palanı taptırı (dövüyor).
    He has not the ability to hit the donkey, so he hits the saddle.
4. The camel (deve): it is mentioned in (37) proverbs.
    e.g Deveden düşüp (düşmüş) hophoptan düşmürü (düşmüyor).
    He has fallen from the camel’s back but he has not given up his
    arrogance.
5. The horse (at): it is mentioned in (36) proverbs.
    e.g At dişinden tanili(r), igit (yiğit) işinden.
    The horse is known through its teeth and the hero is known through his
     deed.
6. The snake (yılan): it is mentioned in (36) proverbs.
    e.g Hoş sözle ilan (yılan) delikten çıkar.
    With nice words the snake can be taken out of its hole.
7. The bird (kuş): it is mentioned in (31) proverbs.
    e.g Gafil kuşun avcısı çok olur.
    The hunters of the unwary bird abound.
8. The sheep (koyun): it is mentioned in (26) proverbs.
   e.g Koyun görmemişseğ (sek), kiyagini (tersini) görmüşüg (görmüşüz).
   We might have not seen a sheep but we have seen its excrement.
9. The hen (tavuk): it is mentioned in (20) proverbs.
   e.g Bugünün tavuğu yarının kazınnan (kazından) iyidi(r).

    Today’s hen is better than tomorrow’s goose.


The lion (aslan): it is mentioned in (15) proverbs.
     e.g Aslan tavunnan (tavundan,gücünden) düşmez.
      The lion does not fall from its severity (might).
The cat (pisik /kedi): it is mentioned in (15) proverbs.
     e.g Mavıldayan pisik (kedi) sıçan tutmaz.    
      The miaowing cat cannot catch a mouse.
The fish (balık): it is mentioned in (13) proverbs.
     e.g Balığ (balık) çukur (derin) su ahtarı (arar).
     A fish searches for the deep water.
The jackal (çakal): it is mentioned in (12) proverbs.
      e.g Çakal war (var) baş kupardı (koparır) kurdun adı yamandı(r).
      There are jackals that pull off heads but it is the wolves that are
      notorious.
The goat (keçi): it is mentioned in (12) proverbs.
     e.g Geçi (keçi) can vayında kasap pim/et vayında.
      The goat is concerned about its life whereas the butcher’s concern is
      its meat/ghee.
The crow (karga): it is mentioned in (11) proverbs.
     e.g Karga besledim gözüm çıkarttı.
     I raised a crow then it pulled/gored out my eyes.
The bear (ayı): it is mentioned in (10) proverbs.
      e.g Ac ayı oynamaz.
      The hungry bear won’t dance.
The cow (inek) : it is mentioned in (10) proverbs.
      e.g Iten (yiten) ineğe herkes sahap (sahip) çıkar.
       The lost cow is claimed by every one.
The cock (horoz) : it is mentioned in (9) proverbs.
      e.g Horoz baynamasa da sabah olu(r).
       Morning starts even if the cock does not crow.
The fly (çibin, sinek): it is mentioned in (8) proverbs.
     e.g Çibin (sinek) küçüktü(r) ama mide bulantırı(r).
     The fly is small but it makes one sick.
The nightingale (bülbül) : it is mentioned in (8) proverbs.
     e.g İki bülbül bir dala konmaz.
      Two nightingales do not sit on one bough.
The ant (karınca): it is mentioned in (8) proverbs.
     e.g Karıncaya Allah gazeb etsa kanat veri(r).
      If God wants to punish the ant he gives it wings.
The fox (tilki): it is mentioned in (7) proverbs.
      e.g Tülkü (tilki) deliğe girmez kuyruğunda da bir süpürge bağlar.

      The fox cannot enter its whole and then it fixes a sweeper in its tail.
The pig (donguz/domuz): it is mentioned in (7) proverbs.
      e.g Dongozdan (domuzdan) bir tük (tüy) kopsun gene kardı(r).
      Evin if a hair is taken from the pig it is a gain.
The greyhound (tazı): it is mentioned in (7) proverbs.
     e.g Tazısız ava çıkan tavşansız eve döner.
      He who goes hunting without a greyhound, comes back home without      
a rabbit.
The bull (sığır/öküz): it is mentioned in (6) proverbs.
     e.g Sığır kasaphaneye ulaştıktan sonra bıçak hazırdı(r).
      By the arrival of the bull in the slaughter house the knife is ready (to
      slay).
The mouse (sıçan/fare): it is mentioned in (6) proverbs.
     e.g Sıçan çıktığı deliği tanır.
      The mouse well knows the hole from which it has come out.
The owl (baykuş): it is mentioned in (6) proverbs.
     e.g Allah baykuşun rızkını ayağına gönderi(r).
      God sends the owl its food.
The bee (arı): it is mentioned in (5) proverbs.
     e.g Arı bal alacağ (alacak) çiçeği tanır.
      The bee knows the flower from which it takes the honey.
The goose (kaz): it is mentioned in (5) proverbs.
     e.g Tavuk kaz yumurtası doğmaz.
      The hen cannot lay eggs of goose.
The dog (it): it is mentioned in (5) proverbs.
     e.g Kervan yürür it hürür.
      The convoy continues to move while the dog howls.
The mule (katır): it is mentioned in (4) proverbs.
      e.g Deve ırağına, katır tırnağına bakar.
      The camel looks far , whereas the mule looks at its nails.
The lamb (kuzu): it is mentioned in (4) proverbs.
     e.g Koyun öz kuzusunu basmaz.
      The sheep does not walk over its own lamb.
The sparrow (serçe): it is mentioned in (4) proverbs.
     e.g Yüz serçe bir kazan doldurmaz.
      A hundred sparrows do not fill a cauldron.
The rabbit (tavşan): it is mentioned in (4) proverbs.
     e.g Her yerin tavşanını o yerin tazısı tutar.
      The rabbits of each land are caught by its hunting dogs.
The animal (hayvan): it is mentioned in (4) proverbs.
     e.g Hayvan hayvanı okşar, insan insanı.

      An animal fondles an animal and a human fondles a human. 


The deer (ceyran/ceylan): it is mentioned in (3) proverbs.
     e.g Ceyran kaç, tazı geldi.
      O deer run away, the hunting dog has come.
The horse (beygir): it is mentioned in (3) proverbs.
    e.g Hammaw’ın kör beygiri kimin (gibi) ahır getirip (getirmiş).
     Like the blind horse of Hammaw  he has succeeded at the end.
The flock (sürü): it is mentioned in (3) proverbs.
     e.g Sürüden ayrılan koyunu kurt kapar.
      The sheep that goes out of the flock is caught by the wolf.
The swallow (kallankuş/ kırlangıç): it is mentioned in (3) proverbs.
     e.g Kırlangıçın zararını biber ekennen (ekenden) sor.
   Ask about the harm of the swallow from the person who raises pepper.
The frog (kolbaka/kurbağa): it is mentioned in (3) proverbs.
     e.g Arka su gelmeyince kolbakanın canı çıkar.
      If the water does not come to the river the frog will die.
The worm (kurt): it is mentioned in (3) proverbs.
     e.g Ağacı kurt, insanı dert yer.
      The tree is eaten by worm, and man diminishes (is diminishes) eaten       
by sorrow.
42 .The chick (cüce/civciv): it is mentioned in (2) proverbs.
       e.g. Her yumurtadan cüce (civciv) çıkmaz .
        Not all the eggs will proceder chicks.
The grasshopper (çervirke/çekirge) : it is mentioned in (2) proverbs.
      e.g Bir uçtuv (uçtun) çervirke, iki uçtuv çervirke, ahrında (sonunda)
      düştüv çervirke.
      O, grasshopper,  you flew once and flew twice, and at last you fell.
The scorpion (akrep): it is mentioned in (2) proverbs.
       e.g. Akrep balasını (Yauvrusunu) Karnında besler.
       The scorpion breeds it kids inside its belly.
  The ram (koç) : it is mentioned in (2) proverbs.
       e.g. Kuyunumuz varsa koçumuz  da var .
       If we have sheep , we have rams too.
  The calf (bızav/buzağı): it is mentýoned in (2) proverbs . 
       e.g. Güz bızavı (buzağı) kimin (gibi) he yisen yatısan .
       Like the autumn  calf you only eat and sleep .
  The peacock (tavus): it is mentioned in (2) proverbs .
       e.g. Tavuz şişer (kendini kabartır) ayağına bakar fis olur (kabarklığı gider)
       The peacock pumps itself but when it looks at its feet it returns to its
       normal condition .
48 . The hedgehog (kipri/kirpi): it is mentioned in (2) proverbs .

        e.g. Kipri diyer balamnan (yavurumdan) yumşak  yoktu(r).


        The hedgehog says no one is smoother than my  baby.
The tiger (kaplan): it is mentioned in (2) proverbs.
      e.g. Darda (sık durumda) kalan pisik (kedi) kaplana döner .
      The cat which is cornered turns to tiger .
  The elephant (fil): it is mentioned in (2) proverbs.
       e.g. Deveden büyük fil var .
       There is an animal bigger than the camel ; it is the elephant.
  The eagle (şahin ): it is mentioned in (2) proverbs.
       e.g.  Kargazın (akabanın) ne haddi var şahinin yerin ala.
       The vulture has not the ability to replace the eagle.  
The falcon (baz): it is mentioned in (2) proverbs.
    e.g. Baz bazdan (bazla), kaz kazdan (kazla), keçel (kel) tavuk,
      topal horozdan (horozla). 
     The falcon with the falcon, the goose with the goose, the bald hen
       with the lame cock .
The  kids (oğlağ/oğlak ): it is mentioned in (2) proverbs.
      e.g. Kıştan çıktı oğlağım kış götüne parmağım .
       My kids survived the winter, so to hell with winter .
The lark (hacılaklak/leylek ): it is mentioned in (1) proverb.
       e.g. Kallankuç (kırlangıç) hacılaklakı (leyleki) aldatırı (aldatıyor).
       The swallow is deceiving the lark!
  The small/babydog (mındı): it is mentioned in (1) proverb.
       e.g. Köpeği gül ağacına bağlırı (bağlıyor) adını mındı koyuyor
He is tying the dog to a flower tree calling it a puppy.
The mare (kısrak): it is mentioned in (1) proverb.
       e.g.Kısrağı genç gözüyden (gözüyle), kızı ihtiyar gözüyle al .
       Choose a horse with a young man’s eyes and a girl with an
       old man’s eyes. 
The donkey (koduğ/eşeğin yavrusu): it is mentioned in (1) proverb. 
   e.g. Bahar koduğu kimin oynaklırı (zıplıyor).
   He is dancing and jumping  like the young donkey of spring time .
The Duck (sona/ördek): it is mentioned in (1) proverb.
        e.g. Sona kimin sudan çıkmaz .
        Like a duck he won’t get out of water .
The Ox (öküz): it is mentioned in (1) proverb.
      e.g. Eken öküz, biçen öküz, harmana gelende hoha.
       The ox plants, the ox reaps but when it coms to the harvest it is neglected.
The bat (köryarasa, yarasa): it is mentioned in (1) proverb.

         e.g. Göz açmamış kör yarasa balasına (yavrusuna) benziri (benziyor)
         He looks like the close eyed baby of a bat .
The water buffalo ( gamış , manda): it is mentioned in(1) proverb.
       e.g. Ne gamış (manda) sağmışam ne deve kırkmışam.
       I have neither milked a water buffalo nor cut the hair of a camel .
The chick (ferig/küçük tavuk ): it is mentioned in(1)proverb.
      e.g. Bizim horozdan (horozla ) siziv (sizing) feriği (küçük tavuk)
      aşınadı(r). Our cock and your  hen are in love.
The monster (canavar): it is mentioned in (1) proverb.
       e.g. Üz (yüz) verilen canavar deği (l).
        He is not the type of monster that can be welcome .
64 . The fiend, demon (dev): it is mentioned in (1) proverb.
       e.g. Ev derdi, dev derdi.
       The concerns of home equal the concerns of the fiend. 

Below is a list of proverbs in which two or more types of animals are
       mentioned.

A. The proverbs that contain the names of two types of animals :


       1. Ağ (Ak) koyunun kara kuzusu olu (r).
          The white sheep may give birth to a black lamb.
       2. Eldeki köpek çemdeki aslandan iyidi(r).
           A dog at hand is better than a lion in the jungle.
3. Pisiğin (kedinin) gözü sıçan (fare) deliðindedi(r).      
          The eye of the cat is on the hole of the mouse.
      4. Tavuk kaz yumurtası doğmaz.
          The hen cannot lay eggs of the goose.
      5. Kurt kırdı, çakal yedi.
          The wolf killed (the prey) but the fox ate it.
B. The proverbs that contain the names of three types of animals :
1. Attan (atla) eşek nallandı, kolbaka (kurbağa) kıçını (ayağını)
         kaldırdı.
        The horse and donkey were horseshoed, the frog raised its leg.
      2. At teper, katır teper, ara yerde eşek ölü(r).
         The horse kicks , the mule kicks and in the middle the donkey dies
         (is killed).

REFERENCES
Al-Dakuki, İbrahim. Turkmen Public Arts (in Arabic), Baghdad, Dar
Al-Zaman Publishing House,
Benderoğlu, Abdullatıf. Turkmans in the Iraq of Revolution (in Arabic),
Baghdad: Dar Al-Hurriya,
Bendioğlu, Abdullatif  Our Proverbs, 2 vols (in Turkish). Baghdad
House of General cultural Affairs,
Terzibashi, Ata. Kirkuk Proverbs Baghdad: Al-Zaman Publishing
House, .
Dakuklu, Mohammed  Khourshid. The Garden of Old Sayings (in
Turkish) Baghdad: House of General Cultural Affairs,
Zabit, Shakir Sabir, The Proverbs of Iraqi Turkmans (in Turkish),
Baghdad: Dar al-Basri,

ЭВОЛЮЦИЯ ТУНИССКОГО
АРАБО-ЯЗЫЧНОГО РОМАНА

NADİROVA, G. E./НАДИРОВА, Г. Е.
KAZAKİSTAN/KAZAKHSTAN/КАЗАХСТАН

ÖZET
Roman, edebî tür olarak Arap dilli Tunus edebiyatında bağımsızlık anın-
dan günümüze kadar önemli yere sahiptir, asırlarca süren teşekkül etme ve
gelişme süreci kanıtlar ki, Tunus romanı, dış etkilere açık, toplumsal ve
sanatsal şuurun oluşmasına etki gösteren canlı sanatsal varlıktır.
Roman sanatının genel akınında roman-sosyal araştırma ve entelektüel
roman, onun yaratıcı, manalı miras unsurlarını aktif şekilde çekmek, şim-
diki düşünce teşebbüsleriyle önemli role sahiptir.
Roman metinleri dil seviyesinde edebî dil mevcuttur, şive, klasik miras
dili, Fransızca, yazarlar onları yaratıcı ve manalı tek bir metine birleştir-
meye çalışmışlardır.
Tür seviyesinde sürekli arama ve yenileme süreci sonucunda, entere-
san ve beklenmedik neticelere ulaşılır, örneğin, roman-piyes türü, dram
eserinin anlatı eseriyle tamamlanmasıdır, neticede değişik edebî tarz, yeni
edebî bir tür ortaya çıkmıştır.
Romanda şahıs ve onun çevresi, şahıs ve onun varoluşu arasındaki
uyumsuzluğun genel duyusu belirtilmiştir, bu yaratıcılık yenilenme, kav-
ramsal ve kültürel aramanın sürekli teşebbüsünde ifade edilir.
Anahtar Kelimeler: Roman, sanat, miras, gelişim, modernizm.
ABSTRACT
The novel as a genre has occupied a prominent position in the Arabic-
language Tunisian literature since its independence. The century-long pro-
cess shows that the Tunisian novel is a live artistic organism open to external
influences and itself influencing the society and art. “Social research nov-
els” and “intellectual novels”, which try to assess the present while actively
using elements of artistic legacy, play an important role within the genre.
Standard Arabic, dialect, classic legacy language and French co-exist at the

language level. At the form level a constant process of search and change
goes on which leads to unexpected and interesting results such as novel-
play where narrative is added drama resulting in a new original genre, new
literary form. The novel expresses the general feling og discord between the
man and his existence, the man and the environment, which is reflected in the
constant search for creative renewal.
Key Words: Novel, art, haritage, evolution, modernism.
Ключевые слова: Pоман, творчество, наследие, эволюция, модер-
низм.

Тунисская литература, новая и современная, представляет собой
важную часть арабской литературы в целом, значение которой пос-
тоянно возрастает. Долгое время она оставалась под большим влия-
нием литературы арабского Машрика (Египта, Сирии, Ливана и дру-
гих стран региона к востоку от Египта), даже копировала ее. Одна-
ко постепенно, особенно в последние десятилетия ей удалось выйти
из-под этого влияния, у нее появились свои объективные причины и
художественные средства, которые дали ей возможность утвердиться
и преодолеть этап ученичества и социально-политической ангажиро-
ванности, обозначить свое видение действительности.
Арабо-язычная тунисская литература, как и вся магрибинская (Ал-
жира, Туниса, Марокко, Ливии) литература в целом, в эпоху коло-
ниализма испытывала значительные трудности, препятствовавшие ее
развитию, распространению и обогащению теми художественными
особенностями, которые сегодня отличают ее от франкоязычной ли-
тературы стран Магриба. Долгое время именно франкоязычная лите-
ратура региона пользовалась особым вниманием читателей, критиков,
как арабских, так и зарубежных (Ghazi,;8). Имелись многочис-
ленные исследования по ее стилистике, структуре, конструкции, идей-
ным позициям и критическим суждениям, особенно по жанру романа.
Благодаря постоянному вниманию и поощрению появилось целое по-
коление прекрасных писателей-романистов, пишущих на французс-
ком языке, которые преодолели узкую локальность, чтобы осознать
принадлежность всему миру. Это Катиб Йасин, Мулуд Фер‘аун и Му-
луд Маммери в Алжире, Альбер Мемми в Тунисе, Тахар Бенджеллун
и Дрис Шрайби в Марокко и другие. Франкоязычный магрибинский
роман активно развивался как в количественном, так и в качественном

отношении, приобретя неповторимую уникальность, признаваемую


читателями во всем мире (Прожогина, ).
Арабо-язычный роман несколько отставал от него в своем раз-
витии. Определенные попытки предпринимались, но произведения,
выходившие из-под пера авторов, были ближе к новеллистическому
жанру, чем к романному. Основная причина этого, по мнению неко-
торых критиков, состоит в том, что роман - жанр, композиционно
более сложный, привнесенный в арабскую литературу, которая зна-
ла устные сказания, но не письменные. Однако, арабо-язычный роман
Туниса, в отличие от франкоязычной ветви, имевшей разнообразное
и богатое наследие на французском языке, сумел почерпнуть повест-
вовательные формы из арабского наследия. Проведенное нами иссле-
дование позволяет утверждать, что в тунисской прозе, и, в частности,
в жанре романа, ярко и хронологически раньше, чем в других странах
Магриба проявляется феномен плодотворного использования форм
и сюжетов арабского средневекового культурного наследия в роман-
ном жанре в творчестве таких писателей как, например, Махмуд ал-
Мас‘ади, ‘Али ад-Ду‘аджи, ал-Башир Храййеф. В то же время нельзя
отрицать и тот факт, что первые арабо-язычные романисты Туниса
опирались как на оригиналы, поскольку многие в совершенстве вла-
дели французским языком, так и на переводы некоторых произведе-
ний писателей Запада, которые появились в XIX и начале XX века,
вследствие чего тунисские писатели оказались под сильным влиянием
европейских художественных форм и даже идеологических взглядов
западных авторов и литературных течений, а также критических ме-
тодов (Ал-Джабири, ; ).
Навязывание французской культуры, осуществляемое колониаль-
ным режимом, насильственное внедрение французского языка во все
сферы жизни вызвали не только отсталость арабо-язычной тунисской
литературы, особенно романа, основной поток которого, за исключе-
нием отдельных, часто очень талантливых произведений, появился в
стране сравнительно поздно, практически после получения независи-
мости. (Хотя, если взять за точку отсчета роман Салиха Сувейси ал-
Кайравани «ал-Хайфа ва Сирадж ал-Лейл», опубликованный в
году, возраст тунисского романа насчитывает уже сто лет.) У этого
явления была и положительная сторона, так как знакомство с бога-
той французской литературой, ее влияние и высокие художественные
критерии катализировали быстрое развитие в тунисской литературе

нового жанра, если европейский роман существует уже три столетия,


то тунисский арабо-язычный роман достиг зрелости за несколько де-
сятилетий.
На сегодняшний день состояние тунисского арабо-язычного романа
позволяет говорить о широкой палитре течений, тенденций, стилей и
методов, от реалистических до постмодернистских, разнообразии тем
и средств, достойном художественно-эстетическом уровне произве-
дений, которые в совокупности представляют собой феноменальное
явление в современной арабской литературе. Объективно он сосредо-
точил в себе весь опыт арабского романа, история развития которого,
зафиксированная в работах восточных и западных литературоведов,
основана сегодня в основном на достижениях египетской литературы.
Среди востоковедов сложилось мнение о том, что египетская лите-
ратура и египетский роман, представленный произведениями Нагиба
Махфуза, Гамаля ал-Гитани, Сун‘аллы Ибрагима и других, являются
универсальными моделями развития литературы арабского региона
(Allen,). Не умаляя значения творчества этих великих писателей
для всего арабо-говорящего мира, следует принять во внимание, что
такая масштабная национальная литература как арабская не исчер-
пывается рамками деятельности тех художников, имена которых «на
слуху» у читателей всего мира.
Суть выдвигаемой нами концепции состоит в том, что в силу
ряда исторических и культурных обстоятельств рассматрива-
емый нами арабо-язычный роман прошел свой путь развития и
обладает рядом специфически тунисских черт, проявляющихся
в круге забот и проблем, интересующих тунисских романистов, в
тематике, языке, исторических и географических реалиях.
В странах Магриба, органической частью которого является Ту-
нис, даже если не затрагивать проблем, связанных с ситуацией много-
язычия, можно заметить отличия от Машрика по крайней мере по не-
скольким основным параметрам. Первый - регион дальнего запада не
относился к Оттоманской империи, и его культурное осознание исто-
рии до нового периода значительно отличается от стран, находящихся
к востоку. Второе - несколько более поздние временные рамки разви-
тия художественных жанров в Магрибе подразумевают, что многие
начинающие литераторы имели прямой доступ к ранним образцам из
стран Машрика, которые уже были доступны на арабском. Далее,
здесь проводилась гораздо более жесткая политика аккультурации,

чем в странах Машрика и, как следствие, связи с французской куль-


турой и литературой были более тесные и прямые, следовательно, для
ознакомления с литературой метрополии людям, получившим обра-
зование, перевод практически не требовался. И, наконец, присутствие
наряду с арабо-исламской культурой также иных древних и глубоких
культурных пластов, прежде всего берберского, элементы которых
по-прежнему продолжают оказывать воздействие на жизнь магрибин-
ского общества, также имело место.
Магрибинские романисты, взявшие на себя задачу развития жанра
романа на арабском языке, в этом творческом окружении столкну-
лись с длительной борьбой, но основной чертой недавних десятилетий
было возникновение молодого поколения писателей, которые внесли
основной вклад в развитие арабского романа. Достижения романис-
тики в разных регионах арабского мира привлекают основное внима-
ние исследователей арабской литературы. Конкретное разнообразие,
идейное и художественное богатство романов арабских авторов оп-
равдывают преимущественный интерес литературоведов и критиков
именно к этому жанру. Этому способствует сам характер жанра: от-
сутствие в нем жестких эстетических регламентаций, его неограни-
ченные возможности отклика на актуальные проблемы социальной
жизни, изображение в нем героя времени, человеческой личности, да-
ющей оценку социальной действительности эпохи и тем самым пос-
тигающей ее сущность.
Можно утверждать, что арабский роман в течение нескольких
десятилетий ХХ века эволюционировал под косвенным или непос-
редственным воздействием ряда факторов социально-исторического
характера, пройдя через изменения культурные, эстетические, текс-
туальные. Современная литературная продукция свидетельствует о
большом разнообразии художественных течений, стилей и методов,
о возрастающем интересе к проблемам эстетики жанра, знакомстве с
современными европейскими концепциями, апробации которых и эк-
спериментам в целом уделяется все большее внимание в творчестве
писателей, причем как маститых, хорошо известных в регионе и за
его пределами, так и их более молодых коллег. Новая повествователь-
ная структура, новая поэтика, многоголосие, модернистская чувстви-
тельность, с одной стороны, формируют современное художествен-
ное сознание не только в рамках исследуемого романного жанра, но и
в контексте литературы в целом, с другой стороны, несомненно отра-

жают определенный уровень зрелости арабского романа, который не


отказывается при этом от своего наследия, продолжая черпать из него
идеи и образы, творчески переосмысливая и перерабатывая заложен-
ный в нем духовный и интеллектуальный потенциал.
Количественный и качественный рост тунисского романа требу-
ет классификации по направлениям, не обязательно основанной на
последовательной смене поколений и различии культурных источни-
ков. Попытки классифицировать тунисский роман предпринимались
и, в первую очередь, самими тунисскими исследователями: Ахмадом
Мемму, Ридваном ал-Куни, Мустафой ибн ал-Килани. Мемму, кото-
рый стремился к максимально точной классификации, выделил самые
крупные течения и проанализировал их, назвав «романом пробужде-
ния, историческим романом, романом борьбы, политическим, соци-
альным и интеллектуальным романами». К этому делению он добавил
еще несколько разновидностей: роман документальный, аналитичес-
кий, критический и другие (Мемму, ;). Его попытку можно
назвать серьезной, но, к сожалению, он охватил только часть издан-
ных к тому времени романов.
Что касается Ридвана ал-Куни, то он опирался на работу Мем-
му, позаимствовав частично его терминологию, и выделил «романы
наследия, традиционные, реалистические, документальные, развитые
романы» (Ал-Куни,; ).
Мустафа ал-Килани не считал необходимым делить на виды и ог-
раничился тремя крупными направлениями: «традиционный роман,
роман изменений, роман поиска» (Ал-Килани, ;).
Мы, в свою очередь, предлагаем выделить три разновидности ро-
мана: роман патриотический, роман социально-критический и ро-
ман интеллектуально-экспериментальный.
Первый ориентируется на прошлое, второй опирается на настоя-
щее, третий смотрит в будущее. Первый - традиционен по форме, вто-
рой развивается в поисках формы, наиболее подходящей, чтобы до-
нести послание автора до читателя, третий сопротивляется стандарту,
выходя за рамки известных форм. У каждой из этих разновидностей
есть первопроходцы, писавшие свои произведения еще до года.
Первый вид романа можно назвать школой Мухаммада ал-‘Аруси ал-
Матви, второй - школой ал-Башира Храййефа, третий - школой Мах-
муда ал-Мас‘ади.

Наибольший интерес из нах представляет тунисский интеллекту-


альный роман - это мир идей и размышлений, черты которого стре-
мился воплотить ал-Мас'ади и разъяснить его измерения в своих двух
романах “Хаддаса Абу Хурайра кала” (Ал-Мас'ади, ) и “Мавлид
ан-нисйан” (Ал-Мас'ади, ). Ал-Мас'ади написал эти два романа во
время второй мировой войны, в атмосфере хаоса, безумия и гибели,
царившей в мире. Но в мире интеллектуального творчества человек
видит себя ответственным за человечество в целом, в нем отсутству-
ет война, убийство, преступление. Это - мир действия в романе-пьесе
“ас-Садд” (Ал-Мас'ади, ), который подталкивает Гайлана проти-
востоять богине Сахабба, бросить ей вызов, чтобы спасти ее жаж-
дущий народ. Это - мир вечности в “Мавлид ан-нисйан”, в котором
Мидйан посвящает свою жизнь и свой талант освобождению человека
от плена времени, избавлению тела от тленности, а памяти - от оков
забвения. Это - мир братства и любви в “Хаддаса Абу Хурайра кала”,
в котором герой “пил глотками горькую печаль”, уговаривая свой на-
род отказаться от того, что приводит к разногласиям и отсталости.
Среди наиболее важных отличий творчества ал-Мас'ади - его изуми-
тельный стиль, языковые конструкции, которые сами по себе счита-
ются новаторскими и художественно совершенными, его поэтическое
бытие, в котором успешно сосуществуют философская абстракция
и живая диалектика, подтверждающие, что человек - сначала чувс-
тво, эмоции, страсти, а потом уже - разум и материя. Абу Хурайра
воплощает идею индивидуальной свободы, освобождая себя от любых
влияний (дома, семьи, любви, религии, людей) в своем “путешествии
по жизни”. Другие герои ал-Мас'ади также свободны: врач Мидйан,
смелый исследователь тайны смерти (“Рождение забвения”), Гайлан,
стойкий строитель плотины.
Произведения ал-Мас'ади преодолевают сложившиеся ранее роман-
ные формы и переходят от проблем общества к общечеловеческим,
цивилизационным проблемам. Эти романы одновременно имеют связь
с реальностью - через сознание автора, и с наследием - через особый
специфический язык, использовавшийся еще в древней литературе.
Наиболее важное художественное отличие этого типа тунисского ро-
мана -концентрация на символическом образе места действия. Интел-
лектуальный роман представляет собой движущиеся идеи в одеяниях
людей, которые не подчиняются заранее планированию, в них своего
рода смысловое затемнение, непреднамеренное само по себе, прочно
связанное, однако, с миром существующим и местом человека в бы-

тии. Поэтому время течет свободно, его трудно определить в ясных


логических границах, но оно обращено в будущее, смотрит на челове-
ка завтрашнего дня под углом многообещающего пророчества. Мес-
то тоже неясно очерчено, свободно от всех признаков, помогающих
определить его материально, писатель ограничивается абстрактными
названиями - гора, море, лес, могила и т.д.
Поэтическая сторона в интеллектуальном романе проистекает не
только из словесного украшения, хотя язык, несомненно, играет боль-
шую роль в этом, но и из размышлений о сущности человека и его
внутреннего, духовного мира. И она, эта сущность, есть страстное
стремление к Абсолюту, к сути вещей.
Что касается использования наследия, то оно проявляется в упот-
реблении языка, в повествовательных формах, напоминающих жанры
хадис, хабар, народные рассказы - хикая, предания, в упоминании ис-
торических лиц, занимавших определенное место в общественном об-
разе мыслей и представлениях. Однако структура этого типа романа
не подчиняется известной схеме социального романа, это бунт против
застоя линейного повествования и последовательной системы собы-
тий.
Конечно, не все элементы сложной образной системы ал-Мас'ади
присутствуют у других авторов интеллектуального направления, не-
которые романы этого типа далеки от его стиля и мастерства. Однако
в них можно обнаружить определенную совокупность составляющих
этого вида романов. Самые яркие представители этого направления,
на наш взгляд, - это Фарадж ал-Хивар, Хишам ал-Карави, Салах ад-
Дин Буджах. Интеллектуальные и культурные интересы в их произ-
ведениях доминируют над заботами повседневной реальности, не го-
воря уже о богатом языке классического наследия, который они все
используют. Можно прибавить к этому направлению еще два романа,
отличающихся небольшим количеством событий и обилием размыш-
лений: «ар-Рахил ила-з-заман ад-дами» («Путешествие в кровавое
время», )(Aл-Mадаини, ) Мустафы Aл-Мадаини, «Мау'ид
'инда-л-уфк» («Свидание у горизонта», ) 'Абд Ас-Самада Заида
(Заид, ) .
Оживление культурного достояния - вот основная идея романа
ал-Мадаини, написанного герметичным письмом, богатого, но труд-
ного для чтения. Окружающее культурное давление порождает тип

письма, который часто маскирует послание, чтобы передать его чи-


тателю. Техника, примененная ал-Мадаини, чрезвычайно сложна, что
присуще новому роману в целом. Вместо воспроизведения простых
вариантов знакомой реальности текст превращается в повествование,
в котором текстуальное соединяется с информативным, а различие
исходных позиций и взглядов открывает множество возможностей
для интерпретации. Пространство в этом романе обладает мифичес-
кими свойствами.
Основная цель автора - поиски национальной и культурной иден-
тичности в рамках более широкой и универсальной проблемы персо-
нальной или индивидуальной идентичности.
Можно ли говорить о том, что тунисский роман состоялся как ху-
дожественное явление, оценивая его по высоким критериям мировой
литературы? Мы считаем, что роман в Тунисе проложил свою доро-
гу, независимую в целом от западного романа, с его современными
экспериментами за исключением, может быть, нескольких образцов.
Основы его были заложены в пятидесятые годы, и он черпал вдохно-
вение в событиях прошлого. Затем он начал постепенно развиваться
в сторону анализа современной жизни, изменились персонажи и про-
блематика, он замкнулся в себе, почти закрытый для влияния даже
со стороны литературы Машрика. Пионеры экспериментальной лите-
ратуры ушли в рассказ и театр и не использовали романную форму.
Пустота постепенно начала заполняться в восьмидесятые годы теми,
кто продолжил путь Махмуда ал-Мас‘ади, который он покинул в свя-
зи со своей активной политической и общественной деятельностью.
Появилась группа молодых людей, воодушевленных идеей обновле-
ния арабского романа в Тунисе, не оторвавшихся от корней и в то же
время не впавших в зависимость от традиции, среди них Фарадж ал-
Хивар, Хишам ал-Карави, Салах ад-Дин Буджах, Мустафа ал-Мадаи-
ни. Этот новый вид романа не вытесняет тот тип, пионером которого
был ал-Башир Храййеф, наоборот, социальный роман, опирающийся
на критический реализм, расцвел в семидесятые-восьмидесятые годы
благодаря произведениям Мухаммада Салиха ал-Джабири, Мухамма-
да ал-Хади ибн Салиха и ‘Омара ибн Салима.
Однако вовлеченность тунисской литературы в мировой лите-
ратурный процесс, уровень развития художественного мастерства,
эстетической мысли, обогащение системы художественно-изобра-
зительных средств не просто способствовали, но активно требовали

творческого восприятия явлений и достижений инонациональных, в


том числе западноевропейских, литературных течений, давших новое
мироощущение и внутреннюю свободу творческой фантазии авторов.
Поэтологические и технические новации модернизма, попав в благо-
приятную среду, подготовленную в значительной степени интеллек-
туальной прозой ал-Мас‘ади, нашли своих приверженцев в Тунисе,
породив активное экспериментальное направление в х годах.
Творчество многих национальных писателей и поэтов, воспевав-
ших красоту родной земли, ее природу, людей, с годами ушло от объ-
ективных свидетельств реальности к изображению реальности духов-
ного мира, показу сознания личности, размышляющей о связи времен
в ее психологических и философских аспектах, сопоставляющей раз-
личные точки зрения на проблемы волнующего ее бытия. При этом
возникали образы, особо значимые для художника, символически сгу-
щенные, уплотненные, исследующие жизнь.
Историческая реальность как бы уходит из плана изображения, но,
продолжая оставаться смысловым его стержнем, приобретает фан-
тастические черты. Содержание становится чистым вымыслом, игрой
воображения, исчезают видимая последовательность времен, логич-
ность сцеплений, сюжетных ходов, типичность персонажей, размыва-
ются узлы интриги, действия, значимость присутствия автора-интер-
претатора, свидетеля и судьи происходящего. Главный, сущностный
конфликт сконцентрирован в формуле противостояния - Человек и
враждебный ему мир. Художники стремятся выразить само состояние
потрясения, страха, ужаса, подавленности и раздавленности человека
силой, обрушивающейся на него, такой как, например, антиколони-
альная, гражданская или оккупационная война. Все вышеуказанные
признаки характерны для художественного течения, получившего на-
звание «модернизм».
В период, когда национальная и социальная реальности в арабском
мире стали распадаться, разрушаться на глазах у всех, модернистские
тенденции в литературе начали вытеснять старые формы реализма.
Впрочем, модернизм, по мнению Эдвара ал-Харрата, имеет опору в
арабском литературном мышлении, которое питалось эпическими,
откровенно фантасмагорически-общинными нереальными форма-
ми сознания, происходящими от древнего фольклора, сказок «
ночи», абстрактных нефигурных каллиграфических и орнаменталь-
ных узоров, неопределенных по самой своей природе (Al-Harrat,).

Арабский модернистский писатель или поэт, таким образом, в боль-


шей степени черпает из своего богатого национального наследия, чем
заимствует модернистские достижения Запада.
В противоположность старому реалистическому методу модер-
нистская техника современного чувствования и сознания в арабской
литературе варьируется от нарушения предопределенного порядка по-
вествования до ломки классического сюжета, от погружения вовнутрь
героя до смещения границ во временной последовательности, от атаки
на священные структуры языка к расширению сферы реальности за
счет присоединения к ней мечты, легенды, неясно выраженной поэзии,
от вмешательства в подсознание к страстному поиску межсубъектно-
го общения. Это - технические средства, которые являются не просто
формальным свержением старого режима литературной власти, но
внутренне связаны, сплавлены с видением и формой восприятия.
Следовательно, современное художественное сознание в арабской
литературе – это сложное комплексное явление, а не строго монолит-
ная, одномерная «школа» мысли или творчества.
Роман Мустафы ал-Фариси «Харакат» (Ал-Фариси, ) пред-
ставляет собой совершенно новый этап в развитии творчества писате-
ля, поскольку он опирается в нем на смешение различных литератур-
ных жанров и разнообразные языковые записи, не избегая и диалекта.
Он восстанавливает в нем некоторые исторические факты, чтобы вы-
разить свою позицию в отношении места интеллигента в обществе,
свободы мысли и классовой борьбы. Эта книга содержит в себе любо-
пытные художественные картины, воплощающие идеи автора об ос-
вобождении человеческой личности от всех оков, которые ограничи-
вают ее свободу и мысль, подавляют творческую энергию, призывая к
сопротивлению анархии, вызову, бунту.
Повествование отличается разнообразием художественных форм.
Сплав литературных жанров свидетельствует о четкой позиции в
отношении наследия и современности, а идейное содержание связа-
но с проблемами арабского мира, единства, общей борьбы, социаль-
ными проблемами, которые важны для связи индивида с группой, с
проблемами справедливости и свободы в третьем мире. Наследие ис-
пользуется также для создания нового типа драматургии или романа,
который уводит зрителя или читателя от привычных для него форм, в
основном заимствованных из западной литературы.

По-прежнему важной тенденцией сегодняшней литературы являет-


ся сильная уверенность в социальных целях литературы и социальной
ответственности писателя (илтизам). Притом, что новшества в целом
поощряются, требование социальной ответственности сохраняется.
Две доминирующие черты литературы х - это обязательное при-
сутствие контекста (культурного, социального, экономического и по-
литического) и свободное экспериментирование с формой и языком.
Обязательная социальная ангажированность сосуществует с возрас-
тающим пониманием важности эстетики. И здесь намечается явное
расхождение с постмодернизмом, как его понимают западные худож-
ники, для которых мир воспринимается как хаос, где отсутствуют ка-
кие-либо критерии ценностной и смысловой ориентации.

В романе 'Али ал-Йусуфи “Тавкит ал-бинка” (Aл-Йусуфи, )


прослеживается история одной семьи, в которой есть три поколения.
Описываемый писателем мир по-настоящему сказочный, населенный
духами, джиннами, гулями, домовыми, гномами. Работа и жизнь семьи
описаны с большой живостью. Но эта семья погибает, их земля боль-
ше не обрабатывается. На нее претендует сосед, продажа этой земли -
причина ожесточенных битв и сведения счетов между членами семьи,
Видимо, автор хотел для придания многомерности и объемности про-
изведению использовать множественность голосов: предполагается,
что текст написан отцом - Зийадом, который хотел бы “очиститься
писательством”, однако спустя какое-то время он отчаивается в воз-
можности творчества. Но текст все же опубликован его братом. Один
из голосов внутри романа явно принадлежит сыну Тарику. Автор, оче-
видно, рассматривает писательство шире, чем просто творческий акт,
для него это - письменно зафиксированная История. Как следствие, у
него также появляется активное обращение к наследию. Прежде все-
го, в именах главных персонажей, которые полностью совпадают с
генеалогией арабского завоевателя Андалусии Тарика ибн Зийада ибн
Йунуса. Эта восходящая линия родства недвусмысленно упоминается
автором, свидетельствуя также о его крайне неравнодушном отноше-
нии к истории.
Оживление культурного достояния - вот основная идея многих сов-
ременных тунисских романов, написанных сложной художественной
техникой, герметичным письмом, с использованием сюрреалистичес-
ких образов и иногда чисто исламских символов, из плана мистичес-
кого, но наделенных общечеловеческим, гуманистическим смыслом.

Тунисские авторы, как и многие арабские писатели второй поло-


вины XX века, пошли либо путем изменений в типах повествования,
либо движением к множественному повествованию, как это заметно у
Джабры и Махфуза в Машрике и ал-Фариси и ал-'Убейда Мзали в Ту-
нисе, или попыток творческого соперничества некоторых видов повес-
твовательной техники постмодернизма, как пытался делать funduszeue.info
в Египте и funduszeue.info-Хивар в Тунисе, или обращения к традиционному и
местному повествованию (как историческому, так и художественно-
му), как сделали наряду с другими египетский писатель Г. ал-Гитани и
тунисский писатель ’Али ал-Йусуфи.
Тунисский роман быстро эволюционирует в том, что касается тем,
образов, манеры и способов выражения, разнообразия форм, все это
придает многим текстам характер эксперимента и особый динамизм
- качества, наполняющие писательство осознанием смысла и способ-
ностью к более быстрой трансформации художественного мышления.
Основные мотивы-образы и символы, характерные для многих тунис-
ских романов, во многом являются общими с другими арабо- и фран-
коязычными магрибинскими литературами - Солнце, Море, Гора, Го-
род, Дерево, Земля.
Поколение писателей-романистов конца х - х годов в Ту-
нисе решительно пробует себя и экспериментирует в поисках новой
нарративной словесности, преодолевающей формы традиционной
литературы, которые характеризовали арабский роман в Машрике и
западный роман. Это экспериментальное течение в тунисском романе
имеет тесную связь с трансформациями и изменениями в реальности
Туниса во всей ее полноте. Именно поэтому история арабо-язычного
тунисского романа должна опираться на анализ связи литературных
жанров с формированием современного общества Туниса, реальной
политической, социальной, экономической и культурной атмосферы
в стране.
Нарастание потока тунисского романного творчества, его постоян-
ное, все более многообразное развитие с середины х до сегодняш-
него дня позволяет подвести следующие итоги:
- процесс выделения из единой прежде арабской литературы реги-
ональных литератур – египетской, иракской, саудовской, тунисской
и т.д. к концу ХХ столетия практически завершился, даже единство
арабского литературного языка при введении разговорных и диалек-

тных форм постепенно теряет свое значение как фактора, определяв-


шего в прошлом их общность;
-национальный роман занял важное пространство в арабо-язычной
тунисской литературе с момента независимости и до сегодняшнего
дня, процесс почти векового становления и развития, как показывает
данная диссертационная работа, доказывает, что тунисский роман –
это живой художественный организм, открытый для внешнего влия-
ния, сам оказывающий влияние на ход истории формирования обще-
ственного и художественного сознания, способный к художественным
трансформациям, стремящийся не только познать, исследовать сущес-
твующий общественный порядок вещей, но и вникнуть в сущность че-
ловеческой души, порой отторгающей принципы действительности и
призывающей к сложной реконструкции бытия на эмпирическом, то
есть чувственном уровне;
- в общем потоке романного творчества значительную роль играют
роман - социальное исследование, который концентрируется на
реалистическом содержании с элементами дидактики, в этом романе
изображаются различные типы личности, представляющие социаль-
ные группы, но не изолированные друг от друга, а переплетающиеся
отношениями и связями, и роман интеллектуальный с его попытками
осмысления настоящего при активном привлечении творчески осво-
енных элементов наследия;
-значительное место в тунисской романистике занял эксперимен-
тальный роман с его поисками и изменениями в типах повествования и
повествовательной техники, «отказом oт реальности» эксперимента-
ми с языком и священным текстом, смешанными конструкциями;
- на уровне языка в текстах романов сосуществуют литературный
язык, диалект, классический язык наследия, французский язык, авто-
ры пытаются сделать их соединение в одном тексте творческим и ос-
мысленным;
- на уровне формы идет постоянный процесс поиска и обновления,
приводящий порой к неожиданным и интересным результатам, ори-
гинальным структурным построениям, как, например, роман-пьеса,
где драматическое искусство в соответствии с равенством
повествовательной речи и диалога и сходством их функции дополне-
но повествовательным искусством, в результате появился необычный
литературный жанр, не сфабрикованный из двух известных жанров

(масрахиййа и кысса), а новая литературная форма;


– в романе выражено общее ощущение дисгармонии между личнос-
тью и ее существованием, личностью и окружением, и этим объясня-
ется полутрагический финал в тунисских романах, которые исходят
из переживаемой интеллигенцией этого региона общей атмосферы
противостояния реальности и индивида, их борьбы, это выражается в
постоянных попытках творческого обновления, познавательного и
культурного поиска;
–в е годы и после нарастающее соприкосновение и активная
связь с Западом и его идеологическими, литературными и критичес-
кими течениями помогли преодолеть узкое традиционное социальное
изображение в литературе и перейти к другому, основанному на до-
стижениях структурализма, нарратологии, поэтики, новая критика
изменила методы художественного творчества и создала, таким обра-
зом, перспективу дальнейшей модернизации в литературе.
Слово “тунисский” предполагает наличие характерных особеннос-
тей, основанных на местном понимании современного и традиционно-
го. Эти особенности вытекают из характера существования человека,
времени и пространства в Тунисе. Однако этот локализм не исключает
попыток охватить и опробовать экспериментальные формы и средс-
тва выразительности европейского и латиноамериканского романа.
Специфика тунисского романа и литературы Туниса сегодня в це-
лом состоит не только в отражении тунисской действительности, но
и в постановке актуальных для этого общества проблем, например,
проблемы аккультурации, именно она считается одним из основных
разрушительных и одновременно созидательных факторов. Если на
первом этапе независимости этот фактор порождал чувства истори-
ческого разрыва и риска трагического исчезновения целого народа,
то позднее он же вызвал к жизни огромный поток идеологической
и художественной продукции, цель которой - подтвердить свою на-
циональную идентичность и подняться до уровня общемировых про-
цессов социальной и культурной эволюции. Сюда можно добавить и
приобретающую все большую актуальность проблему национальных
меньшинств, проблему взаимоотношений между экономически более
развитым Севером страны и менее перспективными и оттого покида-
емыми районами Юга.
С другой стороны, специфика тунисского романа, связанная с гео-

графической реальностью, человеческой и общекультурной атмос-


ферой, историческими и цивилизационными взаимодействиями, не
отрицает общих черт, которые имеет арабская литература в целом с
религиозным, историческим, языковым, фольклорным, суфийским
наследием арабо-исламской цивилизации.
Эта глубокая связь с наследием проявилась в стремлении молодых
писателей-романистов к диалогу, попыткам ввести его в действие че-
рез постоянный поиск и эксперимент с тем, чтобы обрести свою ту-
нисскую самобытность и оригинальность, отличающую данную сло-
весность от новеллистического и романного творчества Машрика и
Запада. В качестве подтверждения этого положения можно сослаться
на тексты “Ар-Рахил ила-з-заман ад-дами” («Путешествие в крова-
вое время», ) Мустафы ал-Мадаини, “Ан-Нафир ва-л-кийама”
(«Труба и День воскрешения из мертвых», ) Фараджа ал-Хивара.
Несомненно, удачными следует признать использование образов
и художественных средств арабо-исламской литературной памяти в
произведениях прекрасных писателей Махмуда ал-Мас'ади, Мустафы
ал-Фариси. Наследие используется также для создания нового типа
драматургии или романа, который уводит зрителя или читателя от
привычных для него форм, в основном заимствованных из западной
литературы. Как уже было указано, писатель ломает структуру из-
вестных литературных жанров, чтобы создать новый вид, отличный
от всех ранее известных.
Можно с уверенностью утверждать, что тунисский роман как наци-
ональное художественное явление, доказал свою жизнеспособность.
Множественность и разнообразие жанров и практики тунисского
арабоязычного романа создает реальную возможность для того, что-
бы он мог достойно войти в мировую романную традицию.
ИСТОЧНИКИ И БИБЛИОГРАФИЯ
1- Статья
Мемму Ахмад.,( ), «Ат-Тасниф ан-нау‘и ли-р-риваяти-л-ада-
биййати фи тунис», Кысас,70,
2- Книги
1. Allen R.,( ), The Arabic Novel: An Historical and Critical Intro-

duction. New York. Syracuse University Press


2. Ghazi F.,( ), Le roman et la nouvelle en Tunisie. Tunis
3. Ал-Джабири Мухаммад ас-Салих., (), Ал-Кысса ат-туни-
сиййа: Нашатуха ва руввадуха .Тунис: Дар Ибн Абдалла
4. Заид 'Абд ас-Самад., (), Мау'ид инда-л-уфук. Тунис: Ад-Дар
ал-'арабиййа ли-л-куттаб:
5. Ал-Йусуфи Мухаммад 'Али., (), Тавкит ал-бинка. Лондон.
Рийад ар-райс
6. Ал-Килани Мустафа., (), Тарих ал-адаб ат-тунисий: ал-адаб
ал-хадис ва-л-му‘асыр. Ашкалийат ар-ривайа . Картадж: Бейт ал-хик-
ма
7. Ал-Куни Ибрахим Ридван., (), Ат-Та‘риф би-л-адаб ат-туни-
си. Тунис: Ад-Дар ал-‘арабиййа ли-л-куттаб
8. Ал-Мадаини Мустафа..( ), Ар-рахил ила-з-заман ад-дами.
Тунис% ад-Дар ат-тунисиййа ли-н-нашр .
9. Ал-Мас'ади Махмуд.,(), Хаддаса Абу Хурайра Кала. Тунис:
Дар ал-джануб
Ал-Мас'ади Махмуд., (), Мавлид ан-нисйан. Тунис: Ад-Дар
ат-тунисиййа ли-н-нашр
Ал-Мас'ади Махмуд.,(), Ас-Садд. Тунис: ад-Дар ат-туни-
сиййа ли-н-нашр
Прожогина С.В., (), Между мистралем и сирокко.
М.:Восточная литература.
Ал-Фариси Мустафа. Харакат (Огласовки)funduszeue.info-Дар ат-
тунисиййа ли-н-нашр, с.
3-Глава из книги
Al-Harrat, E.,(), Maghreb. New Writing from North Africa. Ed.
Kaye J. p.

К ИСТОРИИ СОЗДАНИЯ «ЖИЗНЕОПИСАНИЯ


ПОСЛАННИКА АЛЛАХА» ИБН ИСХАКА – ИБН
ХИШАМА (ГЕНЕЗИС ЖАНРА СИРЫ, АВТОРЫ
«ЖИЗНЕОПИСАНИЯ»)

NALICH, Mariya/НАЛИЧ, Мария


RUSYA/RUSSIA/РОССИЯ

ABSTRACT
The present report deals with genesis of the genre of Arabic literature
known as biography of the Prophet and development of the most prominent
biography - Sirat Rasul Allah (Biography of the Messenger of Allah)
compiled by Ibn Ishaq and edited by Ibn Hisham. The author traces back
how the collection and transmission of the hadith (Tradition on the deeds
and sayings of the Prophet) has developed first into compilations devoted
to separate subjects, for instance, maghazi (military expeditions), and later
into full biographies of the Prophet which covered all the events of his
life from birth to death. The second part of the article is dedicated to the
authors of the biography in question: the famous authority on maghazi
Muhammad ibn Ishaq who compiled the original biography which hasn’t
been preserved intact till nowadays and philologist ‘Abd al-Malik ibn
Hisham who edited and supplemented the work of the predecessor.
Key Words: Middle Age, Arabic literature, Sirat Rasul Allah (Biography
of the Messenger of Allah).
Резюме
Ас-Сира ан-набавиййа (араб. «Жизнеописание Пророка») – жанр
арабской литературы, который в Средние века занимал довольно вы-
сокое место в номенклатуре жанров арабской литературы. По мнению
многих ученых, жизнеописание Пророка является третьим по значи-
мости источником для изучения ислама после Корана и сунны.
Произведения жанра сира традиционно рассматривали как источ-
ники по истории ислама и биографии Мухаммада, а как памятники
литературы они довольно мало изучены.

Развитие жанра сира началось с собирания предания от пророке


Мухаммаде, затем хадисоведы стали отделять законоведческие хади-
сы от сообщений о жизни, пророческой деятельности и военных похо-
дах Мухаммада. Так появился сначала жанр магази («завоевательные
походы»), а потом сира, которая рассказывала о жизни посланника
Аллаха от рождения до смерти, включая пророческую миссию и все
походы.
Композиция сиры включает, по классификации академика А.Б.
Куделина, следующие элементы: историческое предание, агиогра-
фические легенды, айаты Корана, элементы тафсира (толкования
Корана) и асбаб ан-нузул («причины ниспослания»), хадисы и много-
численные поэтические отрывки.
Центральное место среди произведений данного жанра занимает
«Жизнеописание посланника Аллаха» Ибн Исхака, дошедшее до нас
в редакции Ибн Хишама, поскольку это один из наиболее ранних и
авторитетных трудов, посвященных жизни Мухаммада. При редакти-
ровании труда Ибн Исхака Ибн Хишам исключил из него некоторые
отрывки, однако четко отделил свои добавления и комментарии от
текста предшественника.
Особый интерес исследователя произведений жанра сира как па-
мятников литературы представляют, на наш взгляд, их композицион-
но-стилистические особенности, в частности, поэтические вставки и
элементы беллетризации исторического повествования.
Ключевые слова: Средневековая арабская литература,
Жизнеописание посланника Аллаха.

Сира (ар. «поведение, способ действия», отсюда значение «ре-
путация, образ жизни, биография») – жанр или комплекс жанров
средневековой арабской литературы: ас-сира ан-набавиййа («жиз-
неописание Пророка»), ас-сира аш-ша‘биййа («народное жизне-
описание»; в современной отечественной и европейской арабистике
устоялся термин «народный роман») и собственно биографические
сочинения (напр., Лахики «Жизнеописание Ануширвана»), причем
некоторые исследователи считают, что это не три отдельных жан-
ра, а разновидности одного (подробнее см.: ‘Аббас, ; Шидфар,
). Предметом настоящего исследования является ас-сира ан-на-
бавиййа (далее - сира) и самое известное произведение данного жанра

«Жизнеописание посланника Аллаха» (далее также «Жизнеописание


Пророка» или «Сира») Ибн Исхака – Ибн Хишама, которое, по мне-
нию ряда ученых, в частности, известного российского арабиста М.Б.
Пиотровского, является третьим по значимости источником для изу-
чения ислама после Корана и сунны и основным источником сведений
о жизни Пророка (Пиотровский, ; ). Вместе с тем, несмотря на
очевидную значимость этого произведения для арабской литературы,
оно более известно как исторический источник, нежели памятник ли-
тературы, причем как в арабском и западном, так и в отечественном
востоковедении. В качестве примера назовем труды российских ис-
ториков А.Е. Крымского и О.Г. Большакова и сравнительно недавно
опубликованную монографию немецкого ученого Г. Шёлера.
Лишь во второй половине XX века появились немногочисленные
работы, рассматривающие «Сиру» как памятник литературы. Среди
них следует отметить сборник трудов коллоквиума в Страсбурге
и особенно «Историю арабской литературы» Кембриджского уни-
верситета. В российской арабистике первым обратился к изучению
«Сиры» как памятника литературы академик А.Б. Куделин, который
продолжает активно разрабатывать эту тему вместе со своими учени-
ками. Благодаря этим работам становится все более очевидным, что
«Сира» представляет собой важный этап в развитии арабоязычной
прозы, однако, несмотря на это, в настоящее время по «Сире» нет ни
одной обобщающей работы литературоведческого характера.
В настоящей статье я бы хотела осветить основные этапы зарож-
дения и становления жанра сиры, а также рассказать об Ибн Исхаке и
Ибн Хишаме, авторах центрального произведения этого жанра.
Генезис жанра жизнеописания
Развитие жанра сиры тесно связано с собиранием хадисов – расска-
зов о деяниях и высказываниях Мухаммада. При жизни посланника
Аллаха эти предания циркулировали устно. Их письменная фиксация
началась много позже после его смерти в конце I-го века хиджры (пе-
реселения Мухаммада из Мекки в Йасриб (впоследствии - Медина)
в г., от которого ведется мусульманское летоисчисление). Лишь
незначительная часть этих сообщений, по мнению современного ан-
глийского исследователя М. Кистера, могла быть записана еще при
жизни Пророка. Затем собиратели предания стали отделять хадисы,
содержавшие информацию юридического характера, которые были

необходимы для регулирования жизни мусульманской общины, от


собственно истории пророческой деятельности Мухаммада и его во-
енных походов. Так появился сначала жанр магази (араб. «походы»)
– рассказы о завоевательных походах Пророка, а потом сира, кото-
рая рассказывала о жизни Мухаммада от рождения до смерти, вклю-
чая его пророческую деятельность и все его походы (Кистер, ;
). Причем, первые произведения, посвященные личности и де-
ятельности Мухаммада, необязательно строились в хронологическом
порядке – считалось возможным располагать материал не по хроноло-
гии событий жизни посланника Аллаха, а по содержанию. Например,
собрать в одну главу или один свод предание о чудесах, совершенных
Пророком, в другую – о его женах, в третью – о военных походах и
т.д. (Крымский, ; ).
Существенную роль в становлении жанров магази и сира сыграли
несколько авторов. По мнению ряда отечественных и зарубежных ис-
следователей, первым, кто произвел «предварительную работу для со-
ставления связной биографии Пророка» (Крымский, ; ),
был мединский ученый ‘Урва ибн аз-Зубайр (ум. 94/ или 99/
- здесь и далее дата до дроби - по хиджре, дата после дроби – по хрис-
тианскому летоисчислению). Некоторые считают его «основателем
мусульманского предания» (Лекер, ). Тот факт, что на ‘Урву ибн
аз-Зубайра ссылались многие средневековые авторы, например, Ибн
Исхак («Сира», ; , и т.д.), свидетельствует о важ-
ной роли, которую он играл в сохранении сведений о жизни Пророка.
Мухаммад ибн Муслим ибн Шихаб аз-Зухри (ум. /), ученик
‘Урвы ибн аз-Зубайра, передавал сообщения со слов своего учителя и
первым составил произведение в жанре магази, которое брали за ос-
нову многие средневековые авторы (Сезгин, ; I, ).
Известный историк и знаток библейского предания Вахб ибн
Мунаббих (ум. / или /) составил свое сочинение под за-
главием «Магази расул Аллах» («Завоевательные походы посланника
Аллаха»), небольшой отрывок которого сохранился до наших дней
и был опубликован современным исследователем funduszeue.info Хури. Ибн
Мунаббих включил в свой труд значительное число «чудесных» исто-
рий, что, по выражению Фюка, «превратило его сочинение в развле-
кательное произведение». Сохранившийся фрагмент этого произведе-
ния отражает «ранний этап складывания типа сиры, имевшего общие
черты с эпическими произведениями» (Кистер, ; ).

Следующую стадию в развитии жанра жизнеописания Пророка от-


ражает деятельность Мусы ибн ‘Укбы (ум. /), ученика аз-Зух-
ри. Муса ибн ‘Укба жил в Медине и читал лекции в мечети Пророка.
Основную сферу его интересов составляли магази и история правед-
ных халифов (первых четырех халифов, правивших после смерти про-
рока Мухаммада). Кроме того, он собрал имена всех мусульман, эмиг-
рировавших в Эфиопию. Все эти сведения, он включил в свою «Китаб
ал-магази» («Книга завоевательных походов»), которая сохранилась
до наших дней исключительно в виде фрагментов (Хайндс, ).
Еще дальше в обобщении знаний о жизни Пророка и ранней ис-
тории ислама пошел Мухаммад ибн ‘Умар ибн Вакид ал-Вакиди (ум.
/), которого считали лучшим знатоком мусульманской исто-
рии как средневековые, так и современные авторы. Его заслуга со-
стоит в том, что он собрал и хронологически упорядочил обширный
материал по ранней истории ислама. Ал-Вакиди составил «Китаб
ал-магази», которую отличает связность и простота повествования,
и которая считается кульминационной точкой в развитии данного
жанра (Кистер, ; ). Более тщательно, чем его современники,
ал-Вакиди пытался установить хронологическую последовательность
военных походов, а в тексте после описания события коротко обос-
новывал, почему он считает ту или иную версию более достоверной
(Ледер, ).
В течение III/IX века труды под названием магази еще продолжали
создавать, но отныне они существовали не как самостоятельные про-
изведения, а включались в состав других трудов, в частности, в сиру.
Из поздних сочинений, посвященных жизнеописанию Мухаммада,
следует назвать комментарий ас-Сухайли (ум. /) к «Сире»
Ибн Исхака - Ибн Хишама, который называется «ар-Рауд ал-унуф»
(«Девственные луга»), и раздел «Сира» в книге «ал-Бидайа ва ан-ни-
хайа» («Книга начала и конца») Ибн Касира (ум. /). Эти про-
изведения примечательны тем, что в них «содержится большое коли-
чество сообщений, взятых из компиляций, которые были утрачены
или ранее не публиковались».
Также огромное значение имеет работа Мугултайа (ум. /)
«ал-Захр ал-басим фи сират Аби-л-Касим» («Улыбающийся цветок в
истории жизни Аби-л-Касима»). «Оспаривая некоторые приведенные
у ас-Сухайли сведения, автор включил в свой труд данные из много-

численных сборников поэзии, трудов по генеалогии, комментариев к


Корану, жизнеописаний Пророка, а также адабной прозы (энциклопе-
дических сочинений эпохи Аббасидского халифата) и исторических
произведений» (Кистер, ; ).
Приведенный выше обзор деятельности основных собирателей
предания о пророке Мухаммаде показывает генезис жанра жизнеопи-
сания от простых кратких сочинений, посвященных какой-либо одной
стороне деятельности Пророка, к биографическим произведениям,
охватывавшим не только все этапы жизни Мухаммада, но и истории
до его рождения и после его смерти.
Авторы «Жизнеописания посланника Аллаха»
Одним из наиболее ранних и авторитетных произведений жанра
жизнеописания Пророка является «Сират саййидина Мухаммад Расул
Аллах» («Жизнь господина нашего Мухаммада, посланника Аллаха»)
Ибн Исхака - Ибн Хишама (название дано по «Сира», ). В
арабских странах автором памятника чаще называют Ибн Хишама,
но нам кажется более правильным называть обоих ученых, так как
автором «Жизнеописания», ни одна копия которого не сохранилась до
наших дней, был Ибн Исхак, а Ибн Хишам переписал сочинение свое-
го предшественника, с одной стороны, сократив, с другой - дополнив
его (Пиотровский, ; 10).
Абу Бакр Мухаммад ибн Исхак ибн Йасар ибн Хийар ал-Муттали-
би ал-Мадини – один из главных знатоков предания о жизни проро-
ка Мухаммада (подробнее см.: Джоунс, ; Сезгин, ; ).
Родился в Медине в 85/ г., умер, согласно большинству источни-
ков, в Багдаде в / г. Поскольку отец и два дяди Ибн Исхака
были известными передатчиками хабаров (рассказов о каком-либо
событии, которые считаются старейшей формой мусульманской ис-
ториографии), Ибн Исхак занялся передачей хабаров и хадисов. Он
рано получил известность как ученик аз-Зухри. По свидетельству
средневековых авторов, которые собраны в биографическом своде
историка Ибн Халликана ( гг.) «Вафайат ал-а‘йан ва анба’
абна’ аз-заман» («Кончины знатных людей и сообщения о современ-
никах»), Ибн Исхак считался надежным передатчиком хадисов, а кро-
ме того, он был первым знатоком сообщений о завоевательных по-
ходах Мухаммада. Так, известный средневековый историк Мухаммад
ал-Бухари (// гг.) ссылается на Ибн Исхака в своей

«Истории», а законоведу-эпониму одного из четырех мазхабов (школ)


мусульманского права Мухаммаду аш-Шафи‘и (// гг.)
приписывают следующие слова «кто хочет полнее изучить магази,
должен полагаться на Ибн Исхака». Хадисовед из Хиджаза Суфйан
ибн ‘Уйайна (// гг.) говорил: «я не знаю никого, кто об-
винил бы Ибн Исхака в [недостоверности] его хадисов». По его же
сведениям, когда аз-Зухри спросили о магази Ибн Исхака, он ска-
зал: «Он больше всех знает в этой области» (аз-Захаби, ; 7, 36).
Другой собиратель и передатчик предания, басрийский ученый Шу‘ба
ибн ал-Хаджжадж (ум/) сказал: «Мухаммад ибн Исхак – пове-
литель правоверных в том, что касается хадисов». А Ибн Шихаб аз-
Зухри, учитель ибн Исхака, сказал ученикам, которые учились у него
хадисам, «я назначил вам своим преемником косоглазого юношу, то
есть Ибн Исхака». Ас-Саджи передает, что ученики аз-Зухри обраща-
лись к Ибн Исхаку, чтобы уточнить хадисы аз-Зухри, в которых они
сомневались, так как были уверены, что он их запомнил правильно
(Ибн Халликан, б.г.; 4, ).
Большая глава посвящена Ибн Исхаку и в биографическом своде
аз-Захаби «Сийар а‘лам ан-нубала’» («Жизнеописание благородней-
ших людей»). В ней собраны следующие свидетельства авторитетнос-
ти Ибн Исхака:
«Сказал ал-Мадини со слов Суфйана, который [передавал] со слов
аз-Зухри: знание не исчезнет из Медины, пока в ней есть этот человек.
Он имел в виду Ибн Исхака. Сказал ‘Али ибн ал-Мадини: [изучение]
хадисов в руках шестерых [людей], и назвал их. Затем сказал: а знани-
ем этих шестерых владеют двенадцать человек, один из них Мухаммад
ибн Исхак».
«Сказал Ну‘айм ибн Хаммад со слов Суфйана, который сказал: я
видел аз-Зухри, к которому пришел Мухаммад ибн Исхак. Аз-Зухри
ждал его с нетерпением и спросил: где ты был? Ибн Исхак ответил:
да разве кто-нибудь сможет попасть к тебе при таком привратнике?
Суфйан сказал: аз-Зухри позвал своего привратника и сказал ему:
«больше не задерживай его, когда он придет».
«Ибн Аби Хайсама [сказал]: рассказывал нам Харун ибн Ма‘аруф:
я слышал, что Абу Му‘авийа говорил: Ибн Исхак больше всех помнил
наизусть. Если человек знал пять хадисов или больше, он вверял их
на хранение Ибн Исхаку и говорил: сохрани их для меня. И если я их

забуду, ты сохранишь их для меня» (аз-Захаби, ; 7, ).


Ибн Исхак учился в Александрии у хадисоведа Йазида ибн Аби
Хабиба, затем вернулся в Медину, но впоследствии оставил свой род-
ной город навсегда. Ученый был вынужден покинуть Медину из-за
враждебного отношения к нему двух людей: хадисоведа Хишама ибн
‘Урвы ( г. Р.Х.) и законоведа, основателя маликитского маз-
хаба мусульманского права «имама Медины» Малика ибн Анаса (ум.
/). Считается, что первый возражал против того, чтобы Ибн
Исхак передавал сообщения со слов его жены Фатимы бинт ал-Мун-
зир ибн аз-Зубайр (Хишаму ибн ‘Урве приписывают такие слова об
Ибн Исхаке «разве он захаживал к моей жене?»). Причиной конф-
ликта с Маликом ибн Анасом могла быть профессиональная ревность
последнего или разногласия по поводу сообщений, содержавшихся
в книге «Сунан» («Предания») Ибн Исхака, которая до нас не дошла
(Гиййом, б.г.; xiii). В труде историка Ибн Халликана есть следующая
история: «Малик ибн Анас ругал Ибн Исхака, поскольку до него до-
шло, что Ибн Исхак сказал: «дайте мне хадис Малика, я буду враче-
вать его дефекты». Малик сказал: «Кто такой Ибн Исхак? Поистине
он один из шарлатанов, мы выгнали его из Медины» (Ибн Халликан,
б.г.; 4, ).
Малик ибн Анас также возражал против того, что некоторые хади-
соведы, в том числе Ибн Исхак, собирая предание о завоеваниях про-
рока Мухаммада, ссылались на «иудеев, принявших ислам, которые
еще помнили историю с Хайбар (изгнание иудеев из оазиса Хайбар в
г. Р.Х.- М.Н.) и другие случаи» (Джоунс, ). Основателя мали-
китского мазхаба больше интересовала юридическая составляющая
хадисов, чем то, насколько подробно была описана ситуация, сопутс-
твовавшая тому или иному деянию или высказыванию Мухаммада.
Хотя иснад (цепь передатчиков предания) еще не применялся так ши-
роко, как у законоведа аш-Шафи‘и и его последователей, Малик пред-
почитал предание, основанное на мнении надежных хадисоведов, а не
собранное историком, который ссылался на таких «неприемлемых»
передатчиков, как иудеи и христиане. Кроме того, Малик ибн Анас
не признавал Ибн Исхака из-за того, что он был шиитом и кадаритом
(Уотт, ; 31).
Согласно сообщению Ибн Халликана, покинув Медину, Ибн Исхак
побывал в нескольких городах, пришел ко двору второго аббасидско-
го халифа Абу Джа‘фара ал-Мансура (годы правления: /

), когда тот находился в Хире, и сочинил для него «Магази», а за-
тем окончательно поселился в Багдаде (Ибн Халликан, б.г.; 4, ).
Ранние мусульманские критики относились к Ибн Исхаку по-раз-
ному: некоторые ученые считали его одним из главных знатоков пре-
дания, (напр., Абу Зур‘а, ал-Мадини, Ибн Ма‘ин и Ибн Са‘д), другие
не считали достоверными хадисы, которые он передавал (напр., ан-
Ниса‘и, ал-Асрам, Сулайман ат-Тайми и Вухайб ибн Халид). Законовед
и знаток предания, основатель ханбалитского мазхаба мусульманс-
кого права «имам Багдада» Ахмад ибн Ханбал (// гг.)
признавал авторитет Ибн Исхака в области магази, но не принимал
хадисы в его передаче, поскольку возражал против использования
коллективного иснада (такой вид иснада, когда в начале перечисляют-
ся все передатчики, а потом приводится текст хадиса, но слова одного
передатчика никак не отделяются от слов других), к которому часто
прибегал Ибн Исхак. Однако по свидетельству Ибн Халликана, Ахмад
ибн Ханбал считал хадисы в передаче Ибн Исхака верными, но не при-
знавал его авторитетом в юридических вопросах, хотя последний и
называл себя знатоком фикха (мусульманского права). Ибрахим ибн
Са‘д передавал со ссылкой на Ибн Исхака около 17 тысяч хадисов,
посвященных юридическим вопросам, не считая сообщений о магази.
В своде аз-Захаби есть следующее сообщение об этом: «сказал мне
Ибрахим ибн Хамза: Ибрахим ибн Са‘ад передавал от Ибн Исхака 17
тысяч хадисов, содержащих заповеди, помимо тех, что посвящены ма-
гази. Я сказал: это из-за повтора способов передачи хадисов. А что
касается заповедей, то их количество не превышает и десятой части
этого» (аз-Захаби, ; 7, 39). Что касается коллективного иснада,
то, как считают некоторые современные исследователи, например,
Дж.М.Б. Джоунс, это обвинение не совсем справедливо, так как такой
вид иснада активно использовался всеми ранними авторами произве-
дений магази и сира (Джоунс, ).
Помимо посвященной Пророку «Китаб ал-магази ва ас-сийар»
(«Книги завоевательных походов и жизнеописаний») Ибн Исхак со-
ставил «Китаб ал-хулафа’» («Книга халифов») и книгу «Сунан»
(«Предания»). «Книга завоевательных походов и жизнеописаний»
Ибн Исхака состояла из трех частей: «ал-Мубтада’» («Начало»), «ал-
Маб‘ас» («Пророческая миссия») и «ал-Магази» («Завоевательные
походы»). Значительная часть «Китаб ал-магази» сохранилась в ре-
дакции Йунуса ибн Букайра ибн Васила аш-Шайбани (Сезгин, ;

). Книга не дошла до нас в виде отдельного произведения, но от-


рывки из нее, которые Ибн Хишам не включил в свой труд, можно
найти, например, у знаменитого историка и комментатора Корана Абу
Джа‘фара Мухаммада ибн Джарира ат-Табари (// гг.).
Вторым автором самого известного «Жизнеописания Пророка»
является Абу Мухаммад ‘Абд ал-Малик ибн Хишам ибн Аййуб ал-
Химйари ал-Ма‘фири, который родился и жил в Египте (по другим
данным, в Басре), умер там же в г. Фустат в /г. или, соглас-
но другим источникам, в / г. Семья Ибн Хишама переехала из
Басры в Египет до его рождения (Уотт, ). Он занимался историей,
генеалогией, филологией, но больше всего интересовался именно пос-
ледней областью знаний и сам называл себя ан-нахви – Грамматист.
Тем не менее, Ибн Хишам был автором не только чисто филологичес-
ких трудов, таких, как «Книга о «странностях» в поэзии «Сиры», ему
также принадлежит историко-биографический свод «Китаб ат-тид-
жан ли ма‘рифат мулук аз-заман фи ахбар кахтан» («Венец книг в зна-
ниях о царях времен по сообщениям кахтанидов») и «Жизнеописание
посланника Аллаха» (Ибн Халликан, б.г.; 3, ).
Ибн Хишам составил «Жизнеописание посланника Аллаха» на ос-
нове «Книги завоевательных походов и жизнеописаний» Ибн Исхака.
Труд последнего он получил в передаче Зийада ал-Бакка’и (ум.
/) – непосредственного слушателя Ибн Исхака. Ибн Хишам
четко разграничил свой текст и текст своего предшественника: запи-
си Ибн Исхака вводятся словами «сказал Ибн Исхак», отрывки, до-
бавленные Ибн Хишамом, обязательно предваряются словами «сказал
Ибн Хишам». В своем предисловии к «Сире» Ибн Хишам так опре-
делил принципы своей работы: «Если будет на то воля Аллаха, я на-
чну эту книгу (книгу Ибн Исхака – М.Н.) с упоминания Исмаила ибн
Ибрахима … и доведу повествование до посланника Аллаха, да бла-
гословит его Аллах и приветствует. Но я опущу сообщения о других
потомках Исмаила, чтобы ограничиться описанием жизни посланни-
ка Аллаха. Также я опущу те сообщения Ибн Исхака в этой книге, в
которых не упоминается посланник Аллаха, те отрывки из Корана,
которые не служат толкованием или подтверждением чего-либо из
этой книги, …, стихи, которые он [Ибн Исхак – М.Н.] упоминает, но
которых не знает никто из знатоков поэзии, сообщения, которые по-
носят (yashna‘u) его (очевидно, Мухаммада – М.Н.), другие, упомина-
ние которых вредит некоторым людям, а также те, которые не под-

тверждаются в передаче ал-Бакка’и» («Сира», ; 4). Однако


Ибн Хишам довольно часто отступает от этих принципов. Нередко он
переписывает сомнительные с точки зрения авторства стихи, кото-
рые приводит Ибн Исхак, после чего от себя добавляет, что знатоки
отрицают принадлежность этих стихов тому или иному автору – «не-
которые ученые люди, знающие поэзию, не признают его за ним (та-
ким-то поэтом – М.Н.)» (см. «Сира», ; , и др.). Когда
Ибн Хишам говорит о сообщениях, содержащих «поношения», можно
предположить, что он имеет в виду оскорбительные стихи, направлен-
ные, в частности, против Мухаммада. Действительно, в произведении
Ибн Хишама не содержится ни одной истории, компрометирующей
Пророка. Сравнение труда Ибн Хишама с трудами других ученых, ко-
торые тоже брали за основу «Сиру» Ибн Исхака, привело английско-
го ученого У. Мьюра к выводу о том, что Ибн Хишам не переносил
подобные рассказы из произведения предшественника. Так, У. Мьюр
дает пример из ат-Табари, который переписал из труда Ибн Исхака
рассказ о временном отступлении Мухаммада от ислама. Тот же са-
мый случай упоминается и у ал-Вакиди, но заимствован он был из дру-
гого источника. Однако в работе Ибн Хишама этот примечательный
факт из биографии Пророка вообще не упоминается, притом, что во
всех остальных случаях сравнение текста Ибн Хишама и ат-Табари
показывает, что все, что Ибн Хишам принимал в работе Ибн Исхака,
он тщательно и точно переписывал (Мьюр, ; 46).
В своем предисловии Ибн Хишам не упоминает о еще одной важной
части своей работы, а именно, о многочисленных комментариях, пре-
имущественно филологического характера. Например, он дает сино-
нимы ко многим устаревшим или вышедшим из употребления к тому
времени словам («Сира», ; , и др.), приводит вариан-
ты произношения топонимов и уточняет, где находятся обозначенные
ими местности («Сира», ; , и др.), вносит поправки в
генеалогические списки («Сира», ; , и др.). Вместе с
тем, Ибн Хишам редко разъясняет намеки Ибн Исхака на те или иные
исторические факты (Крымский, ; ).
Комментарии к тексту Ибн Исхака, добавленные Ибн Хишамом,
существенно облегчают изучение памятника сегодня, когда некото-
рые места, обозначенные топонимами, исчезли с карты, а лексика дав-
но вышла из употребления. С другой стороны, Ибн Хишам устранил
из «Сиры» часть материала, который, как он считал, дискредитировал

Пророка либо не имел прямого отношения к истории становления ис-


лама, хотя эта информация могла представлять интерес для современ-
ного исследователя, обладающего ограниченным числом источников
по периоду раннего ислама. «Жизнеописание Пророка» Ибн Исхака -
Ибн Хишама занимает видное место в арабской литературе не только
потому, что оно много веков служило объектом изучения и основой
для произведений жанра сира, оно также является одним из первых
письменных памятников мусульманской эпохи. Однако композици-
онное и содержательное сходство некоторых элементов «Сиры», а
именно рассказов о военных походах, с «Аййам ал-‘араб» (ар. «Дни
арабов») – короткими сообщениями о стычках и войнах между ара-
вийскими племенами в доисламскую эпоху, свидетельствует о том,
что «Жизнеописание» является одновременно и продолжением тради-
ций доисламского литературного творчества.
БИБЛИОГРАФИЯ
1- ‘Аббас И., (), Фанн ас-сира. Байрут.
2- Гиййом - Guillaume A., (б.г.), The Life of Muhammad. A transla-
tion of Ishaq’s Sirat Rasul Allah. Intr. Karachi: Pakistan branch. Oxford
university press.
3- Джоунс - Jones J.M.B., (), “Ibn Ishaq”, Encyclopaedia of
Islam. Cd-rom ed. Brill academic publishers.
4- Аз-Захаби, Шамс ад-Дин Мухаммад ибн Ахмад ибн ‘Усман,
(), Сийар а‘лам ан-нубала’. Байрут: му’ссасат ар-рисала.
5- Ибн Халликан, (б.г.), Вафайат ал-а‘йан фи анба’ абна’ аз-за-
ман. Байрут: дар ас-сакафа.
6- Кистер - Kister M.J., (), “The Sirah literature”. The Cambridge
History of Arabic Literature. Arabic Literature to the end of the Umayyad
period. Cambridge.
7- Крымский А.Е., (), «Источники для истории Мохаммеда
и литература о нем». Москва: труды по востоковедению, издаваемые
Лазаревским институтом восточных языков. Выпуск XIII.
8- Лекер - Lecker M., (), “Al-Zuhri”, Encyclopaedia of Islam.
Cd-rom ed. Brill academic publishers.
9- Ледер - Leder S., (), “al-Wakidi”, Encyclopaedia of Islam.
Cd-rom ed. Brill academic publishers.

Мьюр - Muir W., (), Life of Mahomet (reprint of the edition
London ). Osnnabrück.
Пиотровский М.Б., (), Введение и примечания. – Раздел
1. Мухаммад и начало Ислама / Хрестоматия по Исламу. Москва:
Наука.
Сезгин - Sezgin F., (), Geschichte des arabischen Schrifttums.
Leiden.
«Сира» - Das Leben Muhammeds nach Muhammed Ibn Ishak bear-
beitet von Abd el-Malik Ibn Hischam. Herausgegeben von F. Wüstenfeld,
(), Göttingen: Dietrich.
Уотт, - Watt W.M., (), “The materials used by Ibn Ishaq”,
B. Lewis and P.M. Holt (ed.) Historians of the Middle East. London.
Уотт, - Watt W.M., (), “Ibn Hisham”, Encyclopaedia of
Islam. Cd-rom ed. Brill academic publishers.
Хайндс - Hinds M., (), “al-Maghazi”, Encyclopaedia of Islam.
Cd-rom ed. Brill academic publishers.
Шидфар Б.Я., (), «Генезис и вопросы арабского народ-
ного романа (сиры)», Генезис романа в литературах Азии и Африки.
Москва.

AZƏRBAYCANIN ƏDƏBİYYAT ELMİ MÜHACİRƏTDƏ

NEBİYEV, Bekir
AZERBAYCAN/AZERBAIJAN/АЗЕРБАЙДЖАН

ÖZET
Azərbaycanlı mühacirlərin çox zəngin, ədəbi, elmi, publisist irsi var. Bu
xəzinədə Əlibəy Hüseynzadə, Əhməd Ağaoğlu, Mehmet Əmin Rəsulzadə,
Səməd Ağa oğlu, Mirzə Bala Mehmetzadə, Əlimərdan bəy Topçubaşov,
Ceyhun Hacıbəyli, Əhməd Cəfəroğlu, Əbdülvahab Yurdsevər, Almas
İldırım, Banin (Ümmülbanu), Mehmet Sadiq Aran və digər önəmli simaların
əsərləri bulunur. Onların hələ indi-indi, imkan düşdükcə İstanbuldan və
Ankaradan, Tehrandan və Təbrizdən, Parisdən və Berlindən tapılıb bizə
ulaşan kitabları, jurnal və qəzet kəsikləri, məktubları, nadir əlyazmalarından
parçalar, şəxsi arşivlərindən bəzi yar­paqlar mühacirətdəki alimlə­rimizin
yaradıcılığının mövzu və problem vüsətindən xəbər verməkdədir.
Mühacir alimlərin Azərbaycan dili, ədəbiyyatı, kültürü, folklor və et­noq­
rafiyası ilə bağlı çoxsaylı araşdırmaları milli ədəbiyyatşünaslıq elminin
gəlişməsində özəl bir mərhələ təşkil edir və hazırda Azərbaycan mühacirət
ədəbiyyatşünaslığı adı altında öyrənilir.
Konqrenin Ədəbiyyat elmlərinin problemləri bölməsində söylənməsi
nəzərdə tutulan tebliğimizdə Ə.Hüseynzadə və Ə. Ağaoğlunun dəyərli
elmi irsi, özəlliklə Ə. Cəfəroğlunun Azərbay­can folkloruna həsr edilmiş
sanballı məqalələri, eləcə də C. Hacıbəylinin «Qarabağ dialekti və
folkloru» monoqrafiyası, M. Ə. Rəsulzadənin «Azər­bay­can şairi Nizami»
kitabı geniş təhlil olunur.
Anahtar Kelimeler: Azərbaycan, əlm, ədəbiyyat, mühacirat, tankid.
ABSTRACT
Azerbaijani Literature in Emigration
Azerbaijani emigrants left behind rich cultural, scientific and literary
heritage. There are works of Ali-bey Husein-zadeh, Ahmed Agha-oghlu,

Mammad Amin Rasul-zadeh, Samad Agha-oghlu, Mirza Bala Mammad-


zadeh, Alimardan bey Topchubashov, Jeyhun Hajibeyli, Ahmed Jafar-
oghlu, Abdulvahab Yurdsever, Almas Ildirim, Banin (Ummulbanu),
Mammad Sadiq Aran and others among this treasure. Their books, letters,
rare fragments of authentic manuscripts, personal files and archives, extracts
from papers and journals are only just coming up to us from Istanbul,
Ankara, Tehran, Tabriz, Paris or Berlin. All of these show the amplitude of
problems and themes in works of our emigrant scientists.
Researches of emigrant scientists on language, literature, culture,
folklore and ethnography of Azerbaijan form a special stage in development
of study of literature and now are investigated by the name ‘Emigrant
literature study’.
In the work, which is going to be presented on ‘Literature study problems’
part of the congress, we analyze scientific heritage of funduszeue.info-zadeh
and funduszeue.info-oghlu; monumental articles of funduszeue.info-oghlu on Azerbaijani
folklore; funduszeue.infoyli’s monograph – ‘Karabakh dialect and folklore’;
funduszeue.info-zadeh’s book – ‘Azerbaijani poet Nizami’.
Key Words: Azerbaijan, science, literature, emigration, criticism.

Tarix səhnəsinə çıxıb ictimai hadisələr burulğanına qatılan bir çox
xalqların taleyinə mühacirlik payı düşmüşdür. Azərbaycan xalqı da bu
baxımdan istisna deyildir. Xarici qəsbkarların ölkəmizə aramsız hücumları
nəticəsində hələ orta əsrlərdən üzü bəri bir çox ailələr, bəzən isə bütöv
kəndlərin sakinləri, o cümlədən də daha çox sənətkarlar, ziyalılar zaman-
zaman uzaq-yaxın ölkələrə köçürülmüşlər. XIX əsrdə və XX əsrin
əvvəllərində isə qələm və istedad sahibləri rus çarizminin müstəmləkəçilik
siyasətinə, getdikcə şiddətlənən ictimai-siyasi təzyiqlərə, özəlliklə də sovet
rejiminə etiraz əlaməti olaraq özləri ölkəni tərk edib xaricə getmişdilər.
Rusiyada ci il inqilabının məğlubiyyətindən sonrakı irtica illərində
gedənlər, ci ilin aprelindəki keşməkeşlər zamanı Azərbaycanı tərk
edənlər, cu illərin fəlakətləri vaxtı «NKVD»-nin əlindən baş götürüb
qaçanlar, faşizmə qarşı müharibədə əsir alınması ucbatından vətən torpağına
qədəm basmağı yasaq edildiyi üçün davadan sonra xaricdə qalanlar, şahlıq
rejiminin təqibindən tərki-vətən olanlar, onların övladları, nəvə-nəticələri
hazırda ölkəmizdən uzaqlarda – Asiya, Avropa, Afrika, Amerika, hətta
Avstraliya qitələrində mühacirətdə yaşayırlar.

Taleyin amansız olaylarında mühacirlərimizin bir qismi arxasız,


imkansız, tavanasız qalıb məhv olmuş, həyatın mürəkkəb çaxnaşmalarından
salamat çıxanların da üzləri həmişə qəm buludlu, gözləri vətən həsrətli
olmuşdur. Lakin həmvətənlərimizi bir cəhət həmişə birləşdirmişdir: onlar
məskun olduqları ölkələrdə Azərbaycan milli, ədəbi, mədəni, ümumiyyətlə,
ictimai-siyasi fikrini yorulmaq bilmədən təmsil və təbliğ etmiş, çalışmışlar
ki, Sovet imperiyası məngənəsindəki ölkəmizin dərdi, odu həmişə o
yerlərdə rəsmi dairələrin və ictimaiyyətin diqqət mərkəzində olsun.
Uzun müddətdən bəri qardaş Türkiyədə, Azərbaycan müstəqillik
əldə etdikdən sonra isə Amerika, Almaniya, Fransa, Polşa, Danimarka,
Özbəkistan, Qazaxıstan, Rusiya, Ukrayna, Estoniya və bir sıra digər
ölkələrdə ocaq, mərkəz, dərnək, birlik kimi müxtəlif adlar altında
Azərbaycanlı mühacir təşkilatları fəaliyyət göstərməkdədirlər.
Mühacirlərimizin çox geniş, maraqlı, sanballı ədəbi, elmi, publisist
irsi mövcuddur. Onların arasında Əlibəy Hüseynzadə, Əhməd Ağaoğlu,
Məmməd Əmin Rəsulzadə, Səməd Ağa oğlu, Mirzə Bala Məmmədzadə,
Əlimərdan bəy Topçubaşov, Ceyhun Hacıbəyli, Əhməd Cəfəroğlu,
Əbdülvahab Yurdsevər, Almas İldırım, Banin (Ümmülbanu), Məhəmməd
Sadiq Aran, Hüseyn Camal Yanar, Teymur Atəşli, Musa Zəyəm, Nağı
Şeyxzamanlı, İbrahim Arslan, Əli Azərtəkin və onlarca digər görkəmli
simalar vardır. Beləliklə də xaricdə məskunlaşan həmyerlilərimiz aşağı-
yuxarı il ərzində həmin ölkələrin siyasi, iqtisadi, mədəni həyatında
fəal iştirak etmiş, həm də ədəbiyyat elmimizi təbliğ və inkişaf etdirmişlər.
Onların hələ indi-indi, imkan düşdükcə İstanbuldan və Ankaradan,
Tehrandan və Təbrizdən, Parisdən və Berlindən tapılıb bizə çatan kitabları,
jurnal və qəzet kəsikləri, məktubları, nadir əlyazmalarından parçalar, şəxsi
arxivlərindən bəzi yarpaqlar mühacirətdəki elmi təfəkkür sahiblə­rimizin
böyük yaradıcılıq vüsətindən xəbər verməkdədir. Mühacir alimlərin
Azərbaycan dili, ədəbiyyatı, incəsənəti, folklor və etnoqrafiyası ilə bağlı
çoxsaylı araşdırmaları milli ədəbiyyatşünaslıq elminin inkişafında xüsusi bir
mərhələ təşkil edir və hazırda Azərbaycan mühacirət ədəbiyyatşünaslığı adı
altında öyrənilir. Azərbaycan siyasi mühacirətinin ədəbi-elmi fəaliyyətində
əsas məqsəd, bir tərəfdən, tariximiz, ədəbiyyat və mədəniyyətimizlə bağlı
sovet elminin uydurmalarını aradan qaldırmaq, qeyri-obyektiv, yanlış
mülahizələrini təkzib etmək idisə, digər tərəfdən, qədim tariximizi, zəngin
ədəbi-mədəni irsimizi xaricdə təbliğ etməklə millətimiz barədə düzgün
təsəvvür yaratmaq, onun müstəqil dövlət qurmağa və istiqlala qovuşmağa
layiq olduğunu beynəlxalq ictimaiyyətə sübut etmək olmuşdur. Beləliklə,
mühacirətimizin siyasi fəaliyyəti kimi, kulturoloji fəaliyyəti də Azərbaycan
istiqlalı ideyasına xidmət edirdi» (Cabbarlı, ; 27).

Azərbaycan mühacirətinin zəngin və çoxşaxəli ədəbiyyatşünaslıq irsinin


mühüm bir qismini şifahi söz sənətimizə – folklora dair araşdırmalar təşkil
edir. Bu sahədə əslən Gəncədən olan həmyerlimiz, İstanbul, Berlin və
Breslau universitetlərində türkoloji təhsil almış, «Türkiyə türkolojisinin
qurucularından biri» kimi şərəfləndirilən dünya şöhrətli alim, professor
Ə. Cəfəroğlunun fəaliyyəti xüsusilə diqqətəlayiqdir. Azərbaycan və
bütövlükdə türk xalqları folklorunun müxtəlif problemlərini yüksək
elmi səriştə və peşəkar intuisiya ilə araşdıran alimin bayatı, sayaçı
türküsü, dastan kimi folklor janrları və aşıq ədəbiyyatı ilə bağlı sanballı
məqalələri bugün də öz elmi aktuallığını qoruyub saxlayır. Onun «Azəri
xalq ədəbiyyatında Aşıq Qərib dastanı», «XVI əsr azəri saz şairlərindən
Tufarqanlı Abbas», «Cahan ədəbiyyatında türk qopuzu», «Hüdud boyu saz
şairlərindən Qurbani və şeirləri» əsərləri bu qəbildəndir. Ümumiyyətlə,
Ə. Cəfəroğlunun folklorşünaslıq irsi bu gün Azərbaycan folklor elminin
dövriyyəsində olan və onun inkişafını şərtləndirən ən etibarlı örnəklərdən
biridir.
Təbii ki, «Kitabi-Dədə Qorqud» kimi möhtəşəm sənət abidəsi də
mühacirət ədəbi-elmi fikrinin diqqətindən kənarda qala bilməzdi.
Özəlliklə, bu epos sovetlər birliyində «xalqa zidd mahiyyətli bir əsər» kimi
qadağan edildiyi, əgər belə demək mümkünsə, repressiyaya məruz qaldığı
dövrdə mühacir ziyalılarımız onun tədqiqi və təbliği ilə ardıcıl məşğul
olmuşlar. M. Ə. Rəsulzadənin «Dədə Qorqud dastanları» məqaləsində,
«İslam-türk ensiklopediyası» üçün yazdığı «Azərbaycan etnoqrafiyası» oçerkində,
M. B. Məhəmmədzadənin «Dədə Qorqud», H. Bayqaranın «Dədə Qorqud
dastanlarına dair notlar» və s. yazılarında bu abidənin türk etno-mədəni
sistemində yeri, Azərbaycan ədəbi dilinin, ədəbiyyatının inkişafındakı rolu
araşdırılmış, eyni zamanda, Stalin rejimi dövründə dastanla bağlı inzibati
qadağalar dünya ictimaiyyətinin nəzərinə çatdırılmışdır.
Əli bəy Hüseynzadə və Əhməd bəy Ağayevin məqalələrində ardıcıl
inikasını tapmış türkçülük, islamçılıq qənaətləri o zaman imperialist
dairələrinin müstəmləkəçilik iddialarına qarşı Şərqdə gedən milli-azadlıq
mübarizəsi ilə səsləşirdi. Bolşevik mətbuatının cidd-cəhlə yaydığı
sosializm ideyalarına Ə. Ağayevin münasibəti birmənalı idi. Onun qəti
qənaətinə görə bizdə sosializm «yüz il yox, yüzlərcə illər» müddətində də
baş tutan iş deyil.
Bununla belə, dövrün digər qabaqcıl azərbaycanlı mütəfəkkirləri kimi
Ə. Hüseynzadə və Ə. Ağayev də mütərəqqi Qərb və Rusiya mədəniyyəti
ilə təmasda olub onlardan faydalanmağı vacib hesab edir, Avropa və rus

ədəbiyyatlarının ən məşhur nümayəndələrinin əsərlərini tərcümə və təbliğ


edirdilər. cu ildə İstanbula köçdükdən sonra Ə. Ağayev «Ağaoğlu»
soyadını qəbul etmiş, «Tərcümani-həqiqət» qəzetini çıxarmışdır. Onun
ədəbi və jurnalistik fəaliyyətində türkçülüyün təbliği ön plana keçmişdir.
Türkiyə respublika elan edildikdən sonra Ə. Ağaoğlunun elmi-publisist
yaradıcılığında xüsusi yer verdiyi hüquq və siyasət məsələlərinə dair bir
sıra kitabları nəşr olunur. S. Ə.Şirvaninin «Əsərləri külliyyatı»na, V. Şekspirin
«Otello» faciəsinə, M. Qorkinin yaradıcılığına dair məqalələri isə onun
ədəbiyyat elmi sahəsində fəaliyyətindən maraqlı nümunələrdir.
Məlum olduğu kimi, məşhur azərbaycançı Ceyhun bəy Hacıbəyli
cu ildə Əlimərdan bəy Topçubaşovun rəhbərlik etdiyi Azərbaycan
nümayəndə heyətinin tərkibində Versal sülh konqresinin işində iştirak
etmək üçün Fransaya getmişdi. ci ilin baharında Bakıda, bütün
Azərbaycanda baş vermiş faciəli hadisələrlə əlaqədar olaraq o da vətənə
qayıda bilməmiş, ömrünün sonuna qədər Parisdə yaşamalı olmuşdur.
ci ildə C. Hacıbəylinin tərcüməsində və onun rejissorluğu ilə Parisin
«Femina teatrı»nda Ü.Hacıbəylinin «Arşın mal alan» operettası tamaşaya
qoyulmuşdur.
Ceyhun bəyin cü ildə Bakıda nəşr edilmiş «Seçilmiş əsərləri» (rus
dilində) kitabındakı məqalələri mövzusu və problemlərin vacibliyi etibarilə
bu gün də öz aktuallığını saxlamaqdadır. Onun «Qarabağ dialekti və
folkloru» monoqrafiyası Yaxın Şərqi, Azərbaycanı, onun ayrılmaz parçası
olan Qarabağın adət və ənənələrini, dilimizi öyrənmək istəyən avropalılar
üçün zəngin bir xəzinədir. Burada xalq ədəbiyyatımız və dialektlərimizlə
əlaqədar elə səciyyəvi, ümumiləşdirilmiş məlumatlar təqdim olunur
ki, həmin məlumatlar o vaxtadək nəinki Fransada və Rusiyada, hətta
Azərbaycanın özündə də bu cür sistemli şəkildə nəşr edilməmişdi.
Əsər otuz üç kiçik bölmədən ibarətdir. Bu bölmələrdə xalq arasında
dolaşan bayatılar, alqışlar, qarğışlar, yalvarışlar, hədə-qorxular, andlar,
oxşamalar, beşik nəğmələri, ağılar, müraciət formaları, zarafatlar, məzəli
deyimlər və i.a. toplanıb təsnif edilmişdir.
Mühacirət ədəbi-elmi fikri XI-XII yüzilliklər farsdilli Azərbaycan
poeziyasını: Qətran Təbrizi, Məhsəti Gəncəvi, Nizami Gəncəvi, Xaqani
Şirvani kimi klassiklərin yaradıcılığını milli ədəbiyyat tariximizin
qiymətli faktları kimi dəyərləndirir və bu zaman dil amilindən çox,
əsərin məzmununun milli qənaətlərimizə cavab verməsini vacib sayırdı.
Bu baxımdan M. Ə. Rəsulzadənin «Azərbaycan şairi Nizami» ()

monoqrafiyası öz sanbalı və siqləti ilə seçilir.


Azərbaycanda milli qurtuluş hərəkatının ən görkəmli xadimlərindən
və ilk Demokratik Cümhuriyyətimizin banilərindən biri kimi
tanınan M. Ə. Rəsulzadə həm də məşhur publisist və alim idi. Onun
yaradıcılığının baş mövzusu Azərbaycandır. Yəni M. Ə. Rəsulzadə məqalə
və kitablarının başlığına çıxarıb-çıxarmamasından asılı olmayaraq, bütün
əsərlərində Azərbaycanın tarixini, siyasi coğrafiyasını, dilini, ədəbiyyatını,
ədəbi-mədəni əlaqələrini, xalqımızın mənəvi gücünü, azadlıq eşqini,
istiqlal əzmini tədqiq etmişdir. Bu mənada onun sayı-hesabı hələ dəqiq
müəyyənləşdirilməmiş, bir yerə toplanıb tam halda nəşr olunmamış irsini
«Azərbaycannamə» kimi şərəfləndirmək ədalətli olardı. Hələ «Azərbaycan
cümhuriyyəti» kitabında o, «Ədəbi və milli intibah» adlı xüsusi fəsildə
«Koroğlu», «Əsli və Kərəm», «Aşıq Qərib» kimi folklor örnəklərimizin xalq
ruhundan xəbər verən dastanlar olub Azərbaycanda geniş yayıldığından,
Füzuli irsinin ölməzliyindən bəhs etmiş və belə bir fikri əsaslandırmışdır
ki, bu böyük sənət duhasının yaradıcılığı sayəsində «Azərbaycan türk
ədəbiyyatı müstəqil bir cərəyan halına düşmüşdür». Alim XX əsrdə bir
tərəfdən türk, digər tərəfdən də rus ədəbiyyatından təsirlənən Hadi, Sabir,
Cavid, Cavad, Səhhət kimi sənətkarların yaradıcılığını fərqləndirmişdir.
C.Məmmədquluzadənin «Anamın kitabı», S. S. Axundovun «Laçın
yuvası», H. Cavidin «Peyğəmbər» dramları, Ə. Cavadın «Nədən yarandın?»
şeiri kitabda nisbətən geniş təhlil olunmuşdur. funduszeue.infon əsərlərinin dili
alimin çox xoşuna gəlmiş, xüsusən, «Səyavuş»da o, türk şeirinin gözəllik
sirlərini «bilən bir sənətkarın ifadə parlaqlığını» görmüşdür.
M. Ə. Rəsulzadənin fikrincə, bolşevik dövründən əvvəlki yazıçılardan
sovet idarəsi altında ən böyük müvəffəqiyyət C. Cabbarlıya nəsib
olmuşdu. Dramaturqu ancaq kollektivçilik ruhunun təmsilçisi hesab edən
tənqidçilərdən fərqli olaraq, M. Ə. Rəsulzadə bu istedadlı sənətkarın öz
pyeslərinə verdiyi adlarda bir fərdiyyətçilik mübəlliği kimi çıxış etdiyini
söyləyir və fikrini sübut etmək üçün oxucuları onun əsərlərinin adlarına
bu baxımdan xüsusi diqqət verməyə çağırırdı. funduszeue.infoğunun Stalini idealizə
edən bəzi şeirlər yazdığını göstərməklə yanaşı alim onun «Vaqif» mənzum
dramını «Azərbaycan səhnəsinin Azərbaycan vətənpərvərliyinə rəvac verən
ən uğurlu əsəri» adlandırmışdır. funduszeue.infoğunun şairlik qüdrəti haqqında aydın
təsəvvür oyatmaq üçün «Çağdaş Azərbaycan ədəbiyyatı» əsərində «Vaqif»
pyesindən Qacarla Vaqifin məşhur dialoqu tam şəkildə nümunə kimi
verilmişdir («Aha, baş əyməyir hüzurumda bu…»). Çağdaş Azərbaycan
ədəbiyyatı barədə mülahizələrini yekunlaşdıran alim iqtibas kimi gətirdiyi

nümunələr əsasında belə düzgün bir nəticəyə gəlmişdi ki, hər cür senzor
maneələrinə və partiya orqanlarının çox sərt nəzarətinə baxmayaraq
«qırmızı istilanın kommunizm ölkəsində milli hissi öldürdüyünə dair
söylənən bədbin hökmlər mübaliğəlidir. Bu hiss yaşayır, çarpışır və millətin
ruhunu əks etdirən aynada – onun ədəbiyyatında öz əksini tapır».
M. Ə. Rəsulzadənin ədəbiyyatşünaslıq sahəsində ən sanballı əsəri
«Azərbaycan şairi Nizami» monoqrafiyasıdır. Bu kitab şairin əsərlərini
və onun ətrafında aparılmış tədqiqatları orijinalında, yəni farsca oxuyan,
yüksək elmi səviyyəyə və incə bədii zövqə malik olan bir alimin çoxillik
araşdırmalarının məhsuludur. Dörd fəsildən ibarət kitab Nizami Gəncəvinin
dövrü, mühiti, həyatı, yaradıcılığı, ədəbi sələflərinə münasibəti, sənətdə
xələflərinin şairə münasibəti, «Xəmsə»nin bədii xüsusiyyətləri, Nizami
ədəbi məktəbi və s. haqqında sanballı monoqrafiyadır.
Müqəddimədə müəllif Nizaminin irsi və onun yaradıcılıq taleyi ilə bu və
ya digər dərəcədə bağlı olan bir sıra çox vacib problemləri işıqlandırmışdır.
Bunlardan biri Şərq mədəniyyətinə türklərin, Azərbaycan xalqının verdiyi
qiymətli töhfə məsələsidir. O, belə bir fikri əsaslandırır ki, Şərq aləmində
bəzi hallarda islam mədəniyyəti adı altında birləşdirilən elm, ədəbiyyat,
incəsənət, xüsusən poeziya əsərlərinin yaranmasında ərəblərlə bərabər,
onlar qədər, bəzi sahələrdə hətta onlardan da artıq türklərin və farsların
xidmətləri vardır. Bu sahədə adları bir qayda olaraq həmişə birinci çəkilən
görkəmli sənət korifeyləri arasında fars Ə.Firdovsi, özbək Ə.Nəvai ilə
yanaşı azərbaycanlı N. Gəncəvinin də şərəfli adı xüsusi əzəmətlə səslənir.
Şairin əsərlərindən aldığı çoxsaylı faktlar və onların elmi təhlili əsasında
müəllif dönə-dönə təkrar edir ki, Nizami qəlbi türk sevgisi, Qafqaz şəraiti
ilə bağlı olan, yurdunun tarixi müqəddəratından və ölkəsinin özünəməxsus
gözəlliklərindən nəşət edən bir Azərbaycan şairidir.
Nizaminin şəxsiyyəti məsələsi bütün əsər boyu müəllifin diqqət
mərkəzindədir. Lakin kitabın birinci fəslində Nizaminin tərcümeyi-halına
dair müxtəlif mənbələrdən toplanmış faktları, eləcə də şairin Azərbaycan
hökmdarları ilə münasibətlərinə dair onun özünün «Xəmsə»də yazdıqları
əsasında tədqiqatçı bu böyük söz ustadının şəxsiyyətini bugünün oxucusu
üçün daha da doğmalaşdırır, vüqarı, əyilməzliyi, mənəvi ucalığı barədə
təsəvvürləri zənginləşdirir. Bu zəmində Nizaminin dünya ədəbiyaytında
mövqeyi məsələsinin qoyuluşu bizə daha inandırıcı görünür. Azərbaycan,
İran və Hindistanın görkəmli söz ustalarından gətirilən etiraflar bir daha
təsdiq edir ki, «aşiqanə məsnəvilər yazmaqda… heç kim şeyx həzrətlərinin
(Nizaminin) səviyyəsinə yüksələ bilməmişdir. Nizaminin izilə getmək
və onun xırmanından qalan başaqları toplamaq məqsədilə Əmir Xosrov

Dəhləvi kimi bəzi şairlər «Xəmsə» yazmışlarsa da, əsərlərinin yalnız


adlarını ustadınkına bənzədə bilmişlər».
Monoqrafiyanın ən geniş fəsillərindən biri «Xəmsə»dəki məsnəvilərin
onların yazılış tarixinə uyğun bir ardıcıllıqla təhlilinə həsr olunmuşdur.
«Sirlər xəzinəsi»ndəki bütün «məqalə»lərin ideyasını yığcam şərh edən alim
onları müşayiət edən hekayələri də açıqlayır. Bizim zəmanəmizdə dərslik
və müntəxəbatlarda tanınan adlarla desək, «Kərpickəsən qoca ilə cavanın
dastanı», «Sultan Səncər və qarı», «Ənuşirəvanla bayquşların söhbəti» kimi
mənzum hekayələrin məzmununu açır. Bütövlükdə «Sirlər xəzinəsi»ni
təlqinçi, tərbiyəvi əsər adlandırır, insan əxlaqını kamilləşdirməyə xidmət
baxımından çox yüksək qiymətləndirir.
«Xəmsə»nin ikinci əsəri olan «Xosrov və Şirin»dən bəhs edərkən
M.Ə.Rəsulzadə əvvəlcə onun janrını müəyyən etmiş və məsnəvini haqlı
olaraq mənzum roman adlandırmışdır. Qədim Şərqdə Xosrov və Şirinin
məhəbbət macərasına dair ayrı-ayrı epizodların qələmə alındığı ədəbi
məxəzləri yada salan alim belə hesab edir ki, Nizami bu hekayəti tam
şəkildə nəzmə çəkən ilk şairdir və onun əsərinin məziyyəti qəhrəmanların
daxili aləmini, psixologiyasını dərindən əks etdirməsindədir. M. Ə. Rəsulzadə
«Xəmsə»nin digər nümunələri kimi «Xosrov və Şirin» romanının da
məzmununu yığcam şəkildə öz əsərində vermişdir və bizim qənaətimizə
görə haqlı iş görmüşdür. Eyni üsuldan müəllif «Yeddi gözəl» və
«İsgəndərnamə» haqqında bölmələrdə də istifadə etmiş, bilavasitə həmin
əsərlərin konkret məzmunundan çıxış edərək onların təhlilini vermişdir.
«İsgəndərnamə»nin təhlilində M. Ə. Rəsulzadə bu əsərin «Xəmsə»nin
digər nümunələrindən fərqləndirən özünəməxsusluğu üzərində dayanaraq
nizamişünaslıq elmi üçün yeni olan bir xüsusiyyəti aşkarlayır. Alim göstərir
ki, bu əsər müəyyən tarixi şəxsiyyət və hadisələr haqqında yazıldığına,
epik vüsətinə baxmayaraq, onda dərin bir lirizm var. İsgəndərin hər bir
hərbi və siyasi qələbəsi eyni zamanda bir eşq macərası ilə süsləndirilir.
Beləliklə, əsərdə «İsgəndər bir imperator, peyğəmbər, filosof olduğu
qədər də bir aşiqdir». Alim Nizami «Xəmsə»sini müəyyən mövzular üzrə
araşdırır, şairin farslar və fars mədəniyyəti, türkçülük aləmi və türklər,
Qafqaz torpağı haqqında mülahizələrini, eləcə də bəşəriyyətin zərif cinsi
olan qadın haqqında fikirlərini təhlil edib ümumiləşdirir. Məsnəvilərdən
gətirdiyi faktlar əsasında sübut edir ki, Nizami «türk» kəlməsilə öz
əsərlərində gözəl, mərd, qəhrəman, ağıllı kimi keyfiyyətləri ifadə etmişdir.
Bu keyfiyyətləri Nizami özünün qadın qəhrəmanlarında da görmüş və dönə-
dönə təqdir etmişdi. Xosrovun cənazəsi yanında özünü həlak etmiş Şirin
haqqında şairin bu sözləri çox ibrətamizdir: «Afərin Şirinə və onun şirin

ölümünə, can verib, can almağına!» M.Ə.Rəsulzadənin fikrincə, Nizami


bu sözləri türk ənənələrindən, Qafqaz şəraitindən ilham alaraq yazmışdır.
M. Ə. Rəsulzadənin Nizami haqqında kitabı mühacirət ədəbi fikrinin,
özəlliklə nizamişünaslığın ən dəyərli uğurlarından biri, bəlkə də birincisi
olub XX əsrin ikinci yarısından etibarən Azərbaycanda ədəbiyyat elminin
inkişafına ciddi kömək etmişdir.
Anadilli poeziyamızın Həsənoğlu, Qazi Bürhanəddin, Nəsimi,
Xətai, Füzuli kimi klassiklərinin yaradıcılığı haqqında da mühacirət
ədəbiyyatşünaslığının maraqlı qənaətləri vardır. Mühacir alimlər XV əsrin
sonu – XVI əsrin əvvəllərini anadilli poeziyamızın ən parlaq dövrü kimi
təqdim edir, onun qısa bir zamanda çiçəklənməsini ayrıca vurğulayırdılar.
Ə. Yurdsevərə görə, Səfəvilərin Azərbaycan dilini dövlət dili elan etməsi
XVI əsrdə bu dildə yaranmış ədəbiyyatı ən kamil inkişaf səviyyəsinə
çatdırmışdı. Hələ cü ildə M. Ə. Rəsulzadə İstanbulda işıq üzü görmüş
«Azərbaycan Cümhuriyyəti» əsərində Füzulini «bütün türklüyün dahi
şairi» kimi səciy­yələndirir və qeyd edirdi ki, «Hafiz divanı farslar üçün nə
isə, Azərbaycan türkləri üçün də Füzuli divanı odur».
Molla Pənah Vaqifi modern Azərbaycan ədəbiyyatının banisi sayan
Ə.Cəfər­oğlu onun ədəbiyyatımıza gətirdiyi yenilikləri, lirikasının ana
motivlərini belə səciyyələndirir: «Şeirlərində şəklən əski klassik ədəbiyyata
bağlı qalmaqla bərabər, ifadə, mövzu, hətta təbir və kəlmə xəzinəsi
baxımından da tamamilə azəri xalqının ruhuna sadiq qalmışdır. Dili sadə
və xalq dili idi. Şeirə yerli dialekt ünsürləri daxil etməkdə heç bir mənfilik
görməmişdir. Və bu baxımdan azəri poeziyasının gəlişməsində, realist
şüurun ilk örnəklərini verməkdə müvəffəq olmuş və bu üzdən Vaqifin
ədəbi yaradıcılıq qabiliyyəti milli Azərbaycan ədəbiyyatı inkişafının qəti
bir mərhələsini təşkil etmişdir. Həyatı olduğu kimi, qadını isə həyat nəşəsi
olaraq qəbul etmək, Vaqifin ədəbiyyata gətirmək istədiyi əsas realizm
ünsürləri idi. Eşq, insan gözəlliyi, təbiət təsvirləri Vaqifdə ana motivlər
olaraq keçir» (Cəfəroğlu, 40).
Digər mühacir alim Ə.Yurdsevər «Azərbaycan ədəbiyyatında Vidadi
və Vaqifin yaradıcılığı» əsərində XVIII əsri ədəbi-mədəni həyatımızın
dönüş nöqtəsi kimi qiymətləndirir. Yurdsevərin təqdimində də Vaqif öz
dövrünün yeni şeir üslubunu yaradan, şeirləri həm forma, həm də məzmun
baxımından milli mahiyyət daşıyan sənətkardır.
Mühacirət ədəbi-elmi fikri XIX əsr ədəbiyyatını modern Azərbaycan
ədəbiyyatının növbəti inkişaf mərhələsi kimi araşdırır və bu əsrdə ədəbi

prosesin aparıcı meyli kimi realizm ədəbi cərəyanının formalaşmağa


başlamasını vurğulayırdı. M. B. Mə­həm­mədzadənin «Fətəli Axundzadə»,
«Mirzə Fətəli və Puşkin», Ə. Yurdsevərin «Mirzə Fətəli Axundzadənin həyatı
və əsərləri», «Qasım bəy Zakir», «cu əsr Azərbaycanındakı modern və
realist ədəbi cərəyanlar», «Abbasqulu ağa Bakıxanov», Ə. Cəfəroğlunun
«Mirzə Fətəli Axundzadə», «Böyük azəri türkçüsü Mirzə Fətəli» və s.
araşdırmalarında XIX əsr ədəbiyyatının çeşidli problemləri tədqiqat
predmetinə çevrilir. Bu əsrdə təzə ədəbiyyatın ilk görkəmli nümayəndələri
kimi funduszeue.infoıxanov, İsmayıl bəy Qutqaşınlı və Mirzə Şəfi Vazehin ədəbi
fəaliy­yətinin əhəmiyyətini qeyd edən mühacirət elmi Qasım bəy Zakiri
Vaqif yaradıcılığında erkən inkişaf mərhələsini keçirən realizmin mahir
davamçısı sayır, satiranın böyük ustadı kimi dəyərləndirirdi. Mühacirət
ədəbiyyat elminin M. F. Axundzadənin bədii yaradıcılığı, ədəbi-tənqidi
və fəlsəfi görüşləri barədə araşdırmalarını isə cəsarətlə axundovşünaslıqda
xüsusi bir mərhələ kimi qiymətləndirmək olar.
«Azərbaycan dram ədəbiyyatı» əsərində C.Məmmədquluzadənin
əsərlərindən xüsusi bəhs edən Ə.Yurdsevər «Ölülər»lə yanaşı, «Anamın
kitabı» pyesinin üzərində də ətraflı dayanır. Mühacir alimin fikrincə, Mirzə
Cəlil «Anamın kitabı»nda Azərbaycanın qurtuluşu, hürriyyət və istiqlala
qovuşması üçün sinif, partiya, zümrə və kültür fərqinə varmadan bütün
vətən övladlarının birliyi ideyasını təbliğ etmişdir» (Yurdsevər, ;
27).
Mühacirət ədəbiyyatşünaslığı sovet Azərbaycanındakı ədəbi prosesi
də daim diqqət mərkəzində saxlamışdır. M.Ə.Rəsulzadənin «Çağdaş
Azərbaycan ədəbiyyatı», M. B. Məhəmmədzadənin «Azəri ədəbiyyatının
dünəni və bugünü», «Cəfər Cabbarlı», S.Təkinərin «Sovet Azərbaycanında
tənqidlərə hədəf olan bəzi şeirlər üzərində incələmələr», «Azərbaycan sovet
ədəbiyyatında müqavimət hərəkatının milli xarakteri», Ə. Cəfəroğlunun
«Şəkilcə milliyyətçi sovet türk ədəbiyyatı», «Sovetlər Birliyi türkolojisi
araşdırmalarındakı rus kültür üstünlüyü davası» və s. məqalələr mühacir
ədəbiyyatşünasların sovet dövrü Azərbaycan ədəbiyyatına obyektiv elmi
meyarlarla yanaşdıqlarını göstərir.
Buraya qədər söylənənlər mühacir ziyalılarımızın milli ədəbiyyat
elminin inkişafında mühüm rol oynadıqlarını təsdiq edir. Lakin təəssüf
ki, sovet dövründə məlum qadağalarla əlaqədar olaraq, onların zəngin
ədəbi-elmi irsi Vətəndə yayıla bilməmiş, həmin irsin yaradıcıları isə «xalq
düşməni», «vətən xaini» kimi böhtanlarla təhqir və ittiham olunmuşlar.
Mühacirət irsinin vətənə qayıdışı yalnız Azərbaycan Respublikasının
Dövlət müstəqilliyinin bərpasından sonra mümkün olmuş, həmin
irsin nəşri, tədqiqi və təbliği yönündə bir sıra mühüm işlər görülmüş və

hazırda da görülməkdədir. Bugün mühacirət ədəbiyyat elmi Azərbaycan


ədəbi-nəzəri fikrinin ayrılmaz tərkib hissəsi kimi elmi dövriyyəyə daxil
olmuşdur.
Milli ədəbiyyat elminin inkişafında siyasi mühacirlərimizlə yanaşı,
xarici ölkələrdə yaşayan digər soydaşlarımızın da xidmətləri vardır.
Onlardan biri London Universitetinin professoru Turxan Gənceyidir. Əslən
Gəncədən olan Turxan bəy ci ildə Təbrizdə anadan olmuş, İstanbul
Universitetində ali filoloji təhsil almışdır. Türk və İran filologiyası üzrə
nüfuzlu mütəxəssis olan T. Gənceyi Neapol Frankfurt-Mayn, Hamburq
universitetlərində Şərq xalqları ədəbiyyatlarından mühazirələr oxumuşdur.
Alimin Orxon-Yenisey abidələri, «Divani-lüğatit türk», Əlişir Nəvai, Şah
İsmayıl Xətai yaradıcılığı barədə araşdırmaları maraqla qarşılanmışdır.
Ulu babaları əslən Azərbaycandan olan tanınmış Türkiyə alimləri prof. Əli
Yavuz Akpınarın və Nizaməddin Onkun ədəbiyaytşünaslıq fəaliyyətləri də
əksər türk ölkələrində elmi ictimaiyyətə yaxşı məlumdur. Uzun illərdən
bəri İzmir Egey Universitetində kürsu başkanlığı yapan Əli Yavuz Akpınar,
Federal Almaniyada çalışan Nizaməddin Onk Azərbaycan ədəbiyyatının
müxtəlif problemləri ilə bağlı çoxsaylı araşdırmaların müəllifləridir. Məhz
bu sahədəki səmərəli fəaliyyətlərinə görə onların ikisi də Azərbaycan
Yazıçılar Birliyinin fəxri üzvü seçilmişlər.
Biz xaricdə yaşayan soydaşlarımızın milli ədəbiyyatşünaslıq elmimizin
inkişafındakı xidmətlərindən ən ümumi şəkildə bəhs etdik. Sovet dövründə,
bütün ideoloji basqılara baxmayaraq, Azərbaycanda da ədəbiyyatşünaslıq
sahəsində görkəmli alimlər fəaliyyət göstərmişlər. Onlar da çox böyük
ictimai, siyasi, inzibati təzyiqlərə məruz qalıblar. Məşhur ədəbiyyat
tənqidçisi və nasir Seyid Hüseyni, folklorçu alim Vəli Xuluflunu, ədəbiyyat
tarixçisi Əmin Abidi bolşeviklər qurşuna düzmüşlər. Klassiklərin nadir
əlyazmalarını min bir məşəqqətlə toplayıb göz bəbəyi kimi qoruyan,
araşdırıb təhlil və nəşr edən Salman Mümtaz dahi Hüseyn Cavid kimi
Sibirin buzlu cəhənnəmində həlak olmuşdur. Fəlsəfə akademiki, ədəbiyyat
tənqidçisi Heydər Hüseynov rejimə protest əlaməti olaraq şah damarını
kəsib həyatla vidalaşmışdır.
Məşhur ədəbiyyatşünas alimlər: akad. M.A. Dadaşzadə, akad. funduszeue.infoı,
akad. funduszeue.infomov, prof. M.Rəfili, prof. Ə.Sultanlı, prof. Mir Cəlal
Paşayev, prof. M.Təhmasib, prof. M. Quluzadə daim nəzarət altında
olmuşlar. Məlum səbəblər üzündən onlar heç də həmişə düşündüklərini,
ürəklərindən keçənləri yazıb nəşr etdirə bilməmişlər. Məsələn, onlar
XIX əsrin əvvəllərində Azərbaycanın Rusiya imperiyası tərəfindən işğal
olunduğunu yaxşı bilsələr də heç vaxt bu tarixi həqiqəti öz əsərlərində

açıb-ağartmamışlar. Bolşevik-daşnak qoşunlarının ci ildə on minlərlə


insanın günahsız qanını axıtmaqla ölkəmizi zor gücünə sovetləşdirdiklərini
yaza bilməmişlər.
Bununla belə, yenə də vaxtilə bolşeviklərin güllələdikləri böyük
alim Firidun bəy Köçərlidən sonra ilk Azərbaycan ədəbiyyatı tarixini
onlar yaratmışlar. Alman faşistləri ikinci dünya savaşında Avropa
paytaxtlarındakı mədəniyyət abidələrini dağıdaraq soldat çəkmələri ilə
onları tapdaladığı bir vaxtda paytaxtımız Bakı şəhərində alimlərimiz
iki sanballı cilddə ilk sistemli Azərbaycan ədəbiyyatı tarixini yazıb nəşr
etdirmişlər. Gəncəli Nizaminin illik yubileyini hazırlayıb çox geniş
miqyasda keçirmişlər. Dövlət müstəqilliyini əldə etdikdən sonra onlar dahi
Məhəmməd Füzulinin illik, «Kitabi-Dədə Qorqud» eposunun
illik yubileyləri münasibəti ilə ə yaxın kitab hazırlayıb dünya işığına
çıxarmışlar.
Nə yazıq ki, mühacirətdə doğma yurd həsrəti ilə dünyasını dəyişənlər,
Sovetlər birliyinin buzlu cəhənnəmləri olan Uralda, Sibirdə, Uzaq Şərqdə
çürüyənlər bunları görmədilər. Onlar görmədilər ki, bu gün Azərbaycanın
mühacir alimləri də, ölkəmizin həqiqi azadlığa qovuşmuş araşdırıcıları
da bir araya gəlib elmimizin vaxtı çatmış problemlərini birlikdə araşdırır,
müzakirə edir, ümumiləşdirir, ba sahədə gələcək yeni uğurların əsasını
qoyurlar.

KAYNAKÇA
1. Cabbarlı, N., (), Mühacirət və klassik ədəbi irs. Bakı: Elm,
2. Cəfəroğlu, Ə., (), «Modern Azərbaycan ədəbiyyatına toplu bir
baxış», Azərbaycan yurd bilgisi. İstanbul, sayı 37,
3. Yurdsevər, Ə., (), Azərbaycan dram ədəbiyyatı. Ankara,

AHMET HAŞİM KARŞISINDA ORHAN VELİ


*
NEMUTLU, ÖZLEM
TÜRKİYE/ТУРЦИЯ

ÖZET
Orhan Veli, Türk şiir tarihinde önemli bir kırılma ve değişme evresi olan
Garip şiirinin öncüsü ve en tanınmış şairidir. Şiire Ahmet Haşim, Yahya
Kemal Beyatlı, Ahmet Hamdi Tanpınar, Ahmet Muhip Dranas ve Necip
Fazıl Kısakürek gibi şairlerin etkisinde kaldığı örneklerle başlamış, ancak
daha sonra geleneğin temsilcisi saydığı isimlerini zikrettiğimiz şairlerden
farklı bir sanat anlayışı doğrultusunda yepyeni, “garip” addedilecek eserler
kaleme almıştır. Söz konusu eserlerini yazarken de kanaatimizce bütün ge-
lenekle hesaplaşmakla birlikte en çok Ahmet Haşim’in şiir anlayışını göz
önünde bulundurmuştur. Bir bakıma onun şiirine Ahmet Haşim’in şiiriyle
hesaplaşmanın ürünü olarak da bakılabilir. Bu bağlamda “The Influence of
Anxiety” adlı kitabında Harold Bloom’un da kullandığı terimlerden yola
çıkarak söyleyecek olursak, öncü şair-selefi Ahmet Haşim’in etkisinde şi-
ire başlamış, ancak kendi kimliğini ispat edebilmek adına onu reddetmiş,
yepyeni bir şiir örneği vermiştir. Bununla birlikte halef şair olarak selefinin
izlerinin zaman zaman ortaya çıkmasına engel olamamıştır.
Anahtar Kelimeler: Selef Şair, Halef Şair, gelenek, ret, kimlik.
ABSTARCT
Orhan Veli Against Ahmet Haşim
Orhan Veli Kanık is the Pioneer and the most important poet of the new
era called First Modern or Bizzare Poetry (Garip Şiiri) reflecting an im-
portant refracting and changing in the history of Turkish poetry. He started
writing his early poems under the influence of the modern poets such as
Yahya Kemal Beyatlı, Ahmet Haşim, Ahmet Muhip Dranas, Ahmet Hamdi
Tanpınar and Necip Fazıl Kısakürek, but later he changed his idea and
understanding of art and poetry of those poets whom he considered as
the representative of the tardition (classical poetry). The pomes written
by Kanık was called “garip” (bizzare) during that time by other poets. In
* Dr. Özlem Nemutlu, Celal Bayar Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü, Yeni
Türk Edebiyatı Ana Bilim Dal

our opinion, while he was writing his new peoms rejecting the old or clas-
sic poems of Yahya Kemal and others, he took into consideration Ahmet
Haşim’s understanding of poetry. In a way, we can consider Orhan Veli’s
poems as the result or product of the reckoning with Ahmet Haşim’s poems.
In this context, Harold Blooms’ concepts taking place in “The Influence of
Anxiety” can be used for the explanation of the Orhan Veli’s place against
Haşim. When we apply Blooms’s terminology into Orhan Veli’s poems,
we can see that Orhan Veli started writing poetry under the influnece of
his Pioneer/ initiator poet Ahmet Haşim, but later in order for him to proof
his identity and personality in Turkish poetry, he has rejected his initiator,
Haşim and his understandingi of poetry, and brought about a new and ori-
ginal poetry samples. Together with this rejectoin, he as a follower poet
was not be able to escape from the emanation of influence of his Pioneer/
initiator poet Haşim from time to time, too.
Key Words: Precursor Poet, Later Poet, tradition, rejection, identity.

Orhan Veli, Türk şiir tarihinde büyük bir kırılmanın ve köklü bir deği-
şikliğin ifadesi olan Garip akımının Oktay Rifat ve Melih Cevdet’le birlik-
te üç temsilcisinden biri ve en ateşli savunucusudur. Bundan dolayıdır ki,
akımın poetikası niteliğinde olan Garip önsözünü yazan Orhan Veli olur.
Sanatçı, gerek söz konusu önsözü yazarken gerekse benimsedikleri şiir
görüşüne uygun “garip” tarzdaki şiirleri kaleme alırken, eser verdikleri dö-
neme hâkim olan ve bir nevi aşılmaz kurallarla âdeta statükolaşan edebiyat
geleneğini yıkmak istiyordu. Orhan Veli ve arkadaşlarının ilk edebî ürün-
lerini vermeye başladıkları sıralarda Türk şiirinde başta hececiler olmak
üzere, Fransız sembolistleri ve parnesyenlerin izinde aruz vezniyle imajist
şiirler yazan Ahmet Haşim, Yahya Kemal Beyatlı, Ahmet Hamdi Tanpınar,
Ahmet Muhip Dranas, Necip Fazıl Kısakürek gibi isimlerin oldukça etkili
olduğunu görmekteyiz. Bu isimlerin yanı sıra kendine özgü bir tarzda aruz
vezniyle yazan Âkif’i, eski şöhretlerini yitirmekle birlikte hâla yazmaya
devam eden Cenap’ı ve Hâmit’i de sayabiliriz. Burada putları kırmak üze-
re yola çıkan Nazım Hikmet ve Ercümend Behzad’ın farklı yollarla ede-
biyat tarihimizde vezinsiz şiir yazma geleneğini başlatmak suretiyle Garip
akımının doğuşunu hazırladıklarını da hatırlatmalıyız1. Ancak bütün bu
isimler ve onların temsil ettikleri eğilimler içerisinde devrin edebiyat dün-
yasında belirleyici olan Hececiler ile Ahmet Haşim ve Yahya Kemal’dir.
1
Bu konuda bkz. İnci Enginün, Cumhuriyet Dönemi Edebiyatı, Dergâh Yayınları, İstanbul , (Enginün,
Garip hareketinden önce şiirimizde hüküm süren şahsiyetleri ve anlayışları “Eskiler”, “Memleket Edebiyatı” ve
“Öz Şiir” başlıkları altında ele alır. ss. ) Hakan Sazyek, Cumhuriyet Döneminde Türk Şiirinde Garip Hare-
keti, İş Bankası Yayınları, Ankara , s, Asım Bezirci, Orhan Kanık, Eti Yayınevi, İstanbul , 79 s.

Biz bu bildirimizde-yazımızda, Garip akımının en önde gelen savunu-


cusu Orhan Veli’nin şiirleri üzerinde duracak ve onun edebî şahsiyetinin
şekillenmesinde yukarıda bahsettiğimiz bütün edebî geleneklerin ve ede-
biyatçıların büyük etkisi olmakla birlikte kanaatimizce oldukça belirleyi-
ci bir fonksiyona sahip Ahmet Haşim’in şiir anlayışı ve şiir örnekleriyle
Orhan Veli’nin şiirlerini çeşitli açılardan mukayese etmeye ve buradan
yola çıkarak Orhan Veli’nin Ahmet Haşim’i aşmak için hangi mekanizma-
lara başvurduğunu göstermeye çalışacağız. Burada şunu hatırlatmakta fay-
da var ki, üzerinde duracağımız bu konu, Orhan 2, Hakan Sazyek3, Asım
Bezirci4, Cemil Yener5 gibi araştırmacılar tarafından da çeşitli vesilelerle
ele alınmıştır. Biz, büyük ölçüde bu isimlerin tespitlerinden faydalanmak-
la birlikte mümkün olduğunca tekrara düşmeyecek, zaman zaman Harold
Blomm’un da görüşlerine başvurmak ve metinlere daha çok gitmek sure-
tiyle Orhan Veli’nin şiirini yazarken, Ahmet Haşim’in poetikası ve şiirle-
riyle hangi vasıtalarla hesaplaşmaya gittiğini göstermeye çalışacağız.
“Yazarın ölümü”nü ilan ederek edebiyatı gayriinsanîleştiren postyapı-
salcılara karşı çıkarak bir edebî eserin meydana getirilmesinde “yazarın
rolü”ne dikkat çeken çağdaş eleştiri yazarı Harold Bloom, dilimize “te-
sir anksiyetesi” veya “etkilenme endişesi” şeklinde tercüme edilen “The
Influence of Anxiety” başlıklı teorik anlayışın temsilcisidir6. “Bloom’un
teorisine göre bir şair, kendisini müjdeleyen bir “selef” ya da baba şairin
şiir veya şiirleri muhayyilesine hükmetmeye başladığında şiir yazmaya
yönelmektedir. Selef karşısında “kendini gecikmiş bulan” şairin davra-
nışları, Freud’un baba ile oğul arasındaki Ödip ilişkisinin tahliline ben-
zer şekilde, bir kararsızlık içindedir. Yani bu davranışlar sadece hayran-
lığı değil, (güçlü bir şairin bağımsız ve mutlaka orijinal olmaya kendini
mecbur hissetmesi yüzünden) nefreti, kıskançlığı ve baba şairin çocuğun
muhayyile yeteneğine ket vurması endişesini de içerir. Gecikmiş şair, baba
şairi “kendini savunmaya dönük bir şekilde” eseri kendi bilinçli kabulü-
nün dışına çıkarıp bozarak okumak suretiyle bilinçsiz bir şekilde kendi
bağımsızlık ve üstünlük duygusunu korur. Ancak şair, ebeveynin kusurlu
2
Orhan Okay, “Orhan Veli ve Garip Önsözü”, “Ahmet Haşim ve Piyale Önsözü”, Poetika Dersleri, Hece Ya-
yınları, Ankara: , ss.
3
Hakan Sazyek, a.g.e. s, s. vs gibi.
4
Asım Bezirci, Orhan Veli’nin ilk şiirlerini sadece başta Ahmet Haşim olmak üzere Ahmet Muhip Dranas,
Ahmet Hamdi Tanpınar gibi şairlerden değil, Baudelaire, Rimbaud, Ronsard, René Bizet gibi Batılı şairlerden
de mülhem olarak yazdığını belirtir. Bkz. a.g.e. s.
5
Cemil Yener, “Ahmet Haşim-Orhan Veli Kanık”, Türk Dili, Aylık Fikir ve Edebiyat Dergisi, C: IX, Ocak
, Sayı: , ss.
6
Burada bize ders notlarını ve söz konusu konuyla ilgili tercümelerini kullanma izni veren hocam Prof. Dr.
Ömer Faruk Huyugüzel’e (Tesir anksiyetesi için bkz. funduszeue.info, Glossary of Literar Terms, Forth
Worth: HBC, , ss. ) ve edebiyat terimleri konusunda yöneticiliğini yaptığı funduszeue.info
sitesinden faydalandığım hocam Prof. Dr. Rıza Filizok’a teşekkür ederim.

şiirini, kendinden önce hiç yazılmamış orijinal şiiri yazmaya mahkûm olan
denemesinde tecessüm ettirmekten yine de kendini alıkoyamaz7. Bir başka
ifadeyle Terry Eagleton’un da belirttiği gibi, bir şair, kendisini kısırlaştıran
öncü güçlü şairin şiiriyle mücadeleye girer ve onu yeniden yazmaya ve
yorumlamaya çalışmak suretiyle kendini ispatlamaya çalışır8. Bloom, “ge-
ciken şair”in, “öncü veya selef” şairin şiirini altı şekilde bozup değiştire-
bileceğini belirttikten ve bu “bozup değiştirme” süreçlerinin söz sanatları
ve Freud’un savunma mekanizmaları arasındaki ilişkiye değindikten son-
ra söz konusu mekanizmalarla Kabalistlerin İbrani İncili’nin yorumunda
kullandıkları araçlar arasında bir benzerlik bulmuştur. Bloom, “Clinamen,
Tessera, Kenosis, Demonisierung, Askesis, Apophrades”9 terimleriyle ad-
landırdığı altı çeşit tahriften bahseder. Adı geçen savunma ve tahrif meka-
nizmaları, bir nevi kendinden önceki Hececilerle ve konumuzla ilgi olması
açısından en yoğun olarak Ahmet Haşim’in şiiriyle hesaplaşmaya giren
Orhan Veli’nin şiirinde de –bütün aşamaları ve türleriyle olmasa da– karşı-
mıza çıkmaktadır. Orhan Veli, bilhassa Ahmet Haşim karşısında kendisini
“gecikmiş” bir şair olarak görmektedir. Haşim, Ahmet Hamdi Tanpınar,
Ahmet Muhip Dranas, Necip Fazıl Kısakürek gibi önde gelen şairlerin,
Atatürk devrinin eleştiri otoritesi olarak kabul edilen Nurullah Ataç’ın da
büyük beğeni ve hayranlığını toplayan bir şairdir. Orhan Veli, devrin bir-
çok şairini etkileyen Haşim’le hem düz yazılarında –bunlara Garip önsö-
zünü de ilave edebiliriz- hem de şiirlerinde zaman zaman tavrını gizlemek-
le birlikte bir hesaplaşmaya girer. Bu bağlamda Orhan Veli’nin Haşim’in
şiirini aşma sürecini:
I. Şiirlerinde,
II. Düz yazılarında olmak üzere iki temel başlık altında ele alabiliriz.
Söz konusu sürecin nasıl tezahür ettiğini görmek için öncelikle şiirleri-
ne bakalım. Hakan Sazyek, Garip şairlerinin bilinen edebî mekteplerin ve
toplulukların aksine önce poetika ile değil de eserle, şiirle rakiplerinin kar-
şısına çıkmalarını, oldukça anlamlı bulur ve bu tavrı, mevcut şiir anlayışını
7
Harold Bloom, ’te yayımlanan ‘The Influence of Anxiety’ adlı kitabıyla söz konusu bakış açısının ede-
biyat tarihlerinin yazımında da etkili olacağını iddia etmektedir. Bkz. Terry Eagleton, Edebiyat Kuramı, Çev.:
Esen Tarım, Ayrıntı Yay., İstanbul , s.
8
Bkz. ag.e., s.
9
Bunlar sırasıyla, “Clinamen, temel aykırılık, öncü, selef şairin şiirini kötü okuma, onun yönelmediği noktaya
yönelme, hedef değiştirme; Tessera, önceki şiiri tamamlama ya da onu farklı tez oluşturacak şekilde kullanmak;
Kenosis, öncü şairin şiirini değersizleştirmek için onunla bütün bağlantıları kesiyor gözükme; Demonisierung,
öncü şairin şahsında, bütün edebiyat tarihini de içine alan bir anti melek kurgusu, şeytanîleştirme, böylece
ondaki üstün olarak kabul edilen nitelikleri bütün edebiyat tarihine mal ederek öncü şairin değerini düşürme;
Askesis, geleneksel vecde gelme tekniklerini sınırlandırma, öncü şairin şiirinde eksiklikler bulma; Apophrades
de ne yapılırsa yapılsın eserde öncü şairin etkisinin tamamen yok edilemeyeceği, tıpkı eski Atina inanışlarında
rastladığımız ölülerin ruhlarının belli günlerde evlerine dönmesi gibi öncü şairin halefin şiirinde varlığını bir
şekilde göstereceği anlamlarına gelmektedir. Bu son süreçte geciken şair, kendi kimliğini de bir bakıma bulmuş
olur. Çıraklık bitmiştir. Söz konusu tahrif mekanizmaları için bkz. (Almanca) www. funduszeue.info

yıkmak için somut bir eserle çıkarak daha etkili olma, geleneksel tutumu
benimseyenlerce eleştirilmekten kaçınma ve bir edebî hareket, bir okul
olarak başlama amacını taşımama gibi sebeplere bağlar Gerçi durağan-
lığa ve kuralcılığa dayanan mektep anlayışını ve kendilerinin bir mektep
olarak görülmesini, sosyal hayatta olduğu gibi şiirde de sürekli gelişmeyi
ve değişmeyi benimseyen Garipçiler kabul etmeyeceklerdir. Ancak onla-

Benim adim kirmizi (Cagdas Turkce edebiyat)

ÖN KAPAKTAKİ at ve arka kapağın yüzeyi, Caminin Heft Evreng'inin 'da Sultan İbrahim Mirza tarafından yaptırılmış ya

Author: Orhan Pamuk


86 downloads Views 3MB Size Report

This content was uploaded by our users and we assume good faith they have the permission to share this book. If you own the copyright to this book and it is wrongfully on our website, we offer a simple DMCA procedure to remove your content from our site. Start by pressing the button below!

Report copyright / DMCA form

ÖN KAPAKTAKİ at ve arka kapağın yüzeyi, Caminin Heft Evreng'inin 'da Sultan İbrahim Mirza tarafından yaptırılmış yazmasının, Marianna Shreve Simpson tarafından Sultan İbrahim Mirza's Haft Awrang adlı kitabında yayımlanmış fotoğraflarından- yorgan altındaki sevgililer, mavi topraktaki çiçek, parmağı ağzında Safevi genci ve Çin-Türkmen tarzı bulutlar, Firdevsi'nin Şehnamesinin 'de Safevi Şahı Tahmasp tarafından yaptırılmasına başlanmış yazmasının Stuart Cary Welch'in A King’s Book of Kings adlı kitabında yayımlanmış ayrıntı fotoğraflarından; kapağın üst ve alt çerçeveleri Şükrü Bitlisi'nin Selimnamesi'nin 'de yapılmış bir yazmasının cildinin ve ön kapaktaki kadının gözleri, yıllarında Tebriz'de hazırlanmış bir Miraçname nüshasının, Filiz Çağman, Zeren Tanındı ve J.M. Rogers'ın The Topkapı Saray Museum, The Albuıns and Illustrated Manııscripts adlı kitabındaki fotoğraflarından alındı.

İletişim Yayınları • Çağdaş Türkçe Edebiyat 74 ISBN © İletişim Yayıncılık A. Ş. 1. BASKI İstanbul, Aralık ( adet)

KAPAK VE SAYFA TASARIMI Hakkı Mısırlıoğlu DİZGİ ve UYGULAMA Hüsnü Abbas KAPAK, K BASKI ve CİLT Mart Matbaacılık

İletişim Yayınları Klodfarer Cad. iletişim Han No. 7 Cağaloglu istanbul Tel: 22 • Fax: 12 58 e-mail: [email&#;protected] • web: funduszeue.info

Rüya'ya

Bir adam öldürdüler ve aralarında tartıştılar. Kuran, Bakara, 72

Körle gören bir olmaz. Kuran, Fâtır, 19

Doğu da Batı da Allah'ındır Kuran, Bakara,

İÇİNDEKİLER

1. B e n Ö l ü y ü m 6 2. B e n i m A d ı m K a r a 8 3. B e n , K ö p e k 10 4. K a t i l D i y e c e k l e r B a n a 12 5. B e n E n i ş t e n i z i m 16 6. B e n , O r h a n 19 7. B e n i m A d ı m K a r a 22 8. B e n i m A d ı m E s t e r 24 9. B e n , Ş e k ü r e 26 B e n B i r A ğ a c ı m 30 B e n i m A d ı m K a r a 32 B a n a K e l e b e k D e r l e r 37 B a n a L e y l e k D e r l e r 41 B a n a Z e y t i n D e r l e r 44 B e n i m A d ı m E s t e r 47 B e n , Ş e k ü r e 50 B e n E n i ş t e n i z i m 53 K a t i l D i y e c e k l e r B a n a 56 B e n , P a r a 59 B e n i m A d ı m K a r a 62 B e n E n i ş t e n i z i m 64 B e n i m A d ı m K a r a 67 K a t i l D i y e c e k l e r B a n a 70 B e n i m A d ı m Ö l ü m 73 B e n i m A d ı m E s t e r 75 B e n , Ş e k ü r e 79 B e n i m A d ı m K a r a 86 K a t i l D i y e c e k l e r B a n a 89 B e n E n i ş t e n i z i m 95 B e n , Ş e k ü r e B e n i m A d ı m K ı r m ı z ı B e n , Ş e k ü r e B e n i m A d ı m K a r a B e n , Ş e k ü r e B e n , A t B e n i m A d ı m K a r a B e n E n i ş t e n i z i m Ü s t a t O s m a n , B e n B e n i m A d ı m E s t e r B e n i m A d ı m K a r a Ü s t a t O s m a n , B e n B e n i m A d ı m K a r a B a n a Z e y t i n D e r l e r B a n a K e l e b e k D e r l e r B a n a L e y l e k D e r l e r

K a t i l D i y e c e k l e r B a n a B e n , Ş e y t a n B e n , Ş e k ü r e B e n i m A d ı m K a r a B i z , İ k i A b d a l Ü s t a t O s m a n , B e n B e n i m A d ı m K a r a B e n i m A d ı m E s t e r B e n , K a d ı n B a n a K e l e b e k D e r l e r B a n a L e y l e k D e r l e r B a n a Z e y t i n D e r l e r K a t i l D i y e c e k l e r B a n a B e n , Ş e k ü r e

1

1. B e n Ö l ü y ü m

Şimdi bir ölüyüm ben, bir ceset, bir kuyunun dibinde. Son nefesimi vereli çok oldu, kalbim çoktan durdu, ama alçak katilim hariç kimse başıma gelenleri bilmiyor. O ise, iğrenç rezil, beni öldürdüğünden iyice emin olmak için nefesimi dinledi, nabzıma baktı, sonra böğrüme bir tekme attı, beni kuyuya taşıdı, kaldırıp aşağı bıraktı. Taşla önceden kırdığı kafatasım kuyuya düşerken parça parça oldu, yüzüm, alnım, yanaklarım ezildi yok oldu; kemiklerim kırıldı, ağzım kanla doldu. Dört gün oldu eve dönmeyeli: Karım, çocuklarım beni arıyorlardır. Kızım ağlaya ağlaya tükenmiş, bahçe kapısına bakıyordur; hepsinin gözü yolda, kapıdadır. Gerçekten kapıda mıdır, onu da bilmiyorum. Belki de alışmışlardır, ne kötü! Çünkü insana buradayken, arkada bıraktığı hayatın eskiden olduğu gibi sürüp gitmekte olduğu duygusu geliyor. Ben doğmadan önce arkamda sınırsız bir zaman vardı. Ben öldükten sonra da, bitip tükenmeyecek bir zaman! Yaşarken hiç düşünmezdim bunları; ışıklar içinde yaşayıp giderdim, iki karanlık zamanın arasında. Mutluydum, mutluymuşum; şimdi anlıyorum: Padişahımızın nakkaşhanesinde en iyi tezhipleri ben yapardım ve ustalığı bana yaklaşabilecek başka bir müzehhip de yoktu. Dışarıda yaptığım işlerle elime ayda dokuz yüz akçe geçerdi. Bunlar da tabii, ölümümü daha da dayanılmaz kılıyor. Yalnızca nakış ve tezhip yapardım; sayfa kenarlarını süsler, çerçeve içine renkler, renkli yapraklar, dallar, güller, çiçekler, kuşlar çizerdim: Kıvrım kıvrım Çin usûlü bulutlar, birbirinin içine geçen yapraklar, renk ormanları ve içlerinde gizlenmiş ceylanlar, kadırgalar, padişahlar, ağaçlar, saraylar, atlar, avcılar Eskiden bazen bir tabak içine nakış yapardım; bazen bir aynanın arkasına, bir kaşığın içine, bazen Boğaziçi'nde bir yalının, bir konağın tavanına, bazen bir sandığın üzerine Son yıllarda ise yalnızca kitap sayfaları üzerinde çalışıyordum, çünkü Padişahımız çok para veriyordu nakışlı kitaplara. Ölümle karşılaşınca paranın hayatta hiç önemli olmadığım anladım, diyecek değilim. İnsan hayatta değilken bile paranın önemini biliyor. Şimdi bu durumumda benim sesimi işitiyor olmanıza, bu mucizeye bakıp şöyle düşüneceğinizi biliyorum: Bırak şimdi yaşarken kaç para kazandığını. Bize orada gördüklerini anlat. Ölümden sonra ne var, ruhun nerede, Cennet ve Cehennem nasıl, orada neler görüyorsun? Ölüm nasıl bir şey, canın yanıyor mu? Haklısınız. Yaşarken insanın öte tarafta neler olup bittiğini çok merak ettiğim biliyorum. Sırf bu merakı yüzünden kanlı savaş meydanlarında cesetler arasında gezmen birinin hikâyesini anlatmışlardı Can çekişmekte olan yaralı cengâverler arasında ölüp de dirilen birine rastlarım da, o da bana öbür dünyanın sırlarını verir diye aranan bu adamı Timur'un askerleri düşman sanıp bir kılıç darbesiyle ikiye biçmişler de, o da, öte dünyada insanın ikiye bölündüğünü sanmış. Böyle bir şey yok. Hatta dünyada ikiye bölünen ruhların burada birleştiğini bile söyleyebilirim. Ama, dinsiz kâfirlerin, zındıkların ve Şeytan'a uyan küfürbazların iddialarının tersine bir öbür dünya da, şükür var. Oradan size sesleniyor olmam bunun kanıtı. Öldüm, ama gördüğünüz gibi yok olmadım. Öte yandan, Kuran-ı Kerim'de sözü edilen ve altlarından ırmaklar akan altından, gümüşten Cennet köşklerine, dolgun meyvalı iri yapraklı ağaçlara, bakire güzellere rastlayamadığımı söylemek zorundayım. Oysa Vakıa suresinde anlatılan Cennetteki o iri gözlü hurileri pek çok kereler nasıl da keyiflenerek resmettiğimi şimdi çok iyi hatırlıyorum. Kuran-ı Kerim'in değil de, İbni Arabi gibi geniş hayallilerin ballandırarak anlattıkları sütten, şaraptan, tatlı sudan ve baldan yapılmış o dört ırmağa da tabii hiç rastlayamadım. Haklı olarak öte dünyanın umut ve hayalleriyle yaşayan pek çok kişiyi inançsızlığa sürüklemek istemediğim için bütün bunların kendi özel durumumla ilgili olduğunu hemen belirtmem gerekir: Ölümden sonraki hayat konusunda biraz olsun malumatı olan her mümin, benim durumumdaki bir huzursuzun Cennet'in ırmaklarını görmekte zorlanacağını kabul eder. Kısaca: Nakkaşlar bölüğünde ve üstatlar arasında Zarif Efendi diye bilinen ben öldüm, ama gömülmedim. Bu yüzden de, ruhum gövdemi bütünüyle terk edemedi. Cennet, Cehennem, neresiyse kaderim, ruhumun oralara

yaklaşabilmesi için gövdemin pisliğinden çıkabilmesi gerekir. Başkalarının başına da gelen bu istisnai durumum, ruhuma korkunç acılar veriyor. Kafatasımın paramparça olmasını, gövdemin yarısının buz gibi bir suda kırıklar ve yaralar içinde çürümesini duymuyorum da, gövdemi terk etmek için çırpman ruhumun derin azabını hissediyorum. Sanki bütün âlem benim içimde bir yerde sıkışarak daralmaya başlıyor. Bu daralma hissini, o eşsiz ölüm anımda hissettiğim şaşırtıcı genişlik hissiyle karşılaştırabilirim ancak. O hiç beklemediğim taş darbesiyle kafatasım kenarından kırıldığında, o alçağın beni öldürmek istediğini hemen anladım da, öldürebileceğine inanamadım. Umutla dopdoluymuşum, ama nakkaşhane ile evim arasındaki solgun hayatımı yaşarken hiç farketmezmişim bunu. Hayata parmaklarım, tırnaklarım ve onu ısırdığım dişlerimle tutkuyla sarıldım. Başıma yediğim diğer darbelerin acısıyla sizlerin canını sıkmayayım. Öleceğimi kederle anladığım zaman, içimi inanılmaz bir genişlik hissi sardı. Geçiş anım, bu genişlik hissiyle yaşadım: Bu yana varmam, insanın kendi rüyasında kendini uyur gibi görmesi gibi yumuşacık oldu. En son, alçak katilimin karlı, çamurlu ayakkabılarını gördüm. Gözlerimi uyur gibi kapadım ve tatlı bir geçişle bu yana vardım. Şimdiki şikâyetim, dişlerimin kanlı ağzıma leblebi gibi dökülmesinden, yüzümün tanınmayacak kadar ezilmesinden, ya da bir kuyunun dibine sıkışıp kalmış olmaktan değil; hâlâ yaşıyor sanılmaktan. Beni sevenlerin sık sık beni düşünüp, İstanbul'un bir kösesinde aptalca bir meşgaleyle hâlâ oyalanıyor olduğumu, hatta başka bir kadının peşinden gittiğimi hayal etmeleri huzursuz ruhuma büsbütün azap veriyor. Bir an önce cesedimi bulsunlar, namazımı kılıp, cenazemi kaldırıp beni gömsünler artık! Daha önemlisi, katilim bulunsun! O alçak bulunmadıkça, istiyorlarsa en muhteşem mezara gömsünler beni, huzursuzluk içinde mezarımda döne döne bekleyeceğimi, hepinize inançsızlık aşılayacağımı bilmenizi isterim. Katilim olacak orospu çocuğunu bulun, ben de size öte dünyada göreceklerimi tek tek anlatayım! Ama katilimi bulduktan sonra ona mengene aletiyle işkence edip kemiklerinden sekiz onunu, tercihan göğüs kemiklerini, yavaş yavaş çıtırdatarak kırmanız, sonra da o iğrenç ve yağlı saçlarım, işkencecilerin bu iş için yapılmış şişleriyle kafatasının derisini delerek, tek tek ve bağırtarak yolmanız gerekir. Onca öfke duyduğum katilim kim, hiç beklenmedik bir şekilde beni niye öldürdü? Merak edin bunları. Âlem beş para etmez alçak katillerle dolu, ha biri, ha diğeri mi diyorsunuz? O zaman sizi şimdiden uyarıyorum: Ölümümün arkasında dinimize, geleneklerimize, âlemi görüş şeklimize karşı iğrenç bir kumpas var. Açın gözlerinizi, inandığınız ve yaşadığınız hayatın, İslam'ın düşmanları beni neden öldürdü, bir gün sizi neden öldürebilir öğrenin. Bütün sözlerini gözyaşlarıyla dinlediğim büyük vaiz Erzurumlu Nusret Hoca'nın dedikleri bir bir çıkıyor. Başımıza gelenlerin, hikâye edilip bir kitapta yazılsa bile, en usta nakkaşlârca bile asla resimlen enleyeceğini de söyleyeyim size. Tıpkı Kuran-ı Kerim gibi, -yanlış anlaşılmasın, hâşa!- bu kitabın sarsıcı gücü asla resimlenemez oluşundan da gelir. Bunu anlayabildiğinizden kuşkuluyum. Bakın, ben de çıraklığımda derinlerdeki gerçekten, ötelerden gelen seslen korkar da dikkatimi vermez, alay ederdim böyle şeylerle. Sonum bu rezil kuyunun dibi oldu! Sizin de başınıza gelebilir bu; gözünüzü dört açın. Şimdi iyice çürürsem, iğrenç kokumdan beni belki bulurlar diye umutlanmaktan başka yapacak hiçbir şeyim yok. Bir de rezil katilime, bulunduğunda, hayırsever birinin edeceği işkenceleri hayal etmekten başka.

2

2. B e n i m A d ı m K a r a

İstanbul'a, doğup büyüdüğüm şehre, on iki yıl sonra bir uyurgezer gibi girdim. Ölecekler için toprak çekti derler, beni de ölüm çekmişti. İlk başta şehre girdiğimde yalnızca ölüm var sanmıştım, sonra aşk ile de karşılaştım. Ama aşk, o ara, İstanbul'a ilk girdiğimde, şehirdeki hatıralarım kadar uzak ve unutulmuş bir şeydi. On iki yıl önce İstanbul'da teyzemin çocuk yaştaki kızına âşık olmuştum. İstanbul'u terk ettikten yalnızca dört yıl sonra, Acem ülkesinin bitip tükenmez bozkırında, karlı dağlarında ve kederli şehirlerinde gezer, mektup taşır, vergi toplarken, İstanbul'da kalan çocuk sevgilimin yüzünü yavaş yavaş unuttuğumu farkettim. Telaşa kapılıp bu yüzü hatırlamaya çok gayret ettim ama, ne kadar çok severseniz sevin, insanın hiç görmediği bir yüzü yavaş yavaş unutacağını da anladım. Doğu'da kâtiplikler ve yolculuklarla paşaların hizmetinde geçirdiğim yılların altıncısında hayalimde canlandırdığım yüzün İstanbul'daki sevgilimin yüzü olmadığım biliyordum artık. Altıncı yılda yanlış hatırladığım yüzü, daha sonra, sekizinci yılda bir kere daha unutup, yine bambaşka bir şey olarak hatırladığımı da biliyordum. On iki yıl sonra, otuz altı yaşımda şehrime geri döndüğümde, sevgilimin yüzünü böyle böyle çoktan unutmuş olduğumun acıyla farkındaydım. Dostlarımın, akrabalarımın, mahallemdeki tanıdıkların çoğu bu on iki yılda ölmüşlerdi. Haliç'e bakan mezarlığa gittim, annem ve yokluğumda ölen amcalarım için dua ettim. Çamurlu toprağın kokusu hatıralarımla karıştı; birisi annemin mezarının kenarında bir testi kırmıştı, nedense kırık parçalara bakarken ağlamaya başladım. Ölülere mi, onca yıldan sonra tuhaf bir şekilde hâlâ hayatımın başında olmama mı, yoksa tam tersini sezdiğim, hayat yolculuğumun sonuna geldiğimi hissettiğim için mi ağlıyordum, bilmiyorum. Belli belirsiz bir kar atıştırmaya başlamıştı. Oradan oraya savrulan tek tük tanelere dalıp gitmiştim, kendi hayatımın belirsizlikleri içinde yolumu kaybetmiştim ki, baktım mezarlığın karanlık bir köşesinde karanlık bir köpek bana bakıyor. Gözyaşlarım dindi. Burnumu sildim. Kara köpeğin bana dostlukla kuyruğunu salladığını görüp mezarlıktan çıktım. Daha sonra, baba tarafından akrabalarımdan birinin eskiden oturduğu evlerden birini kiralayıp mahalleye yerleştim. Ev sahibesi kadın, savaşta Safevi askerlerinin öldürdüğü oğluna benzetti beni. Eve çekidüzen verecek, yemeklerimi yapacaktı. İstanbul'a değil de, dünyanın öbür ucundaki Arap şehirlerinden birine geçici olarak yerleşmişim de şehir nasıl bir yerdir diye meraklanıyormuşum gibi sokaklara çıktım, uzun uzun, doya doya yürüdüm. Sokaklar mı darlaşmıştı, yoksa bana mı öyle geliyordu? Kimi yerlerde, birbirlerine karşılıklı uzanmış evler arasına sıkışmış sokaklarda, üzerleri yüklü atlara çarpmamak için duvarlara, kapılara sürüne sürüne yürümek zorunda kaldım. Zenginler de artmış mıydı, yoksa bana mı öyle geliyordu. Gösterişli bir araba gördüm, böylesi ne Arabistan'da, ne Acem ülkesinde vardır; mağrur atların çektiği bir kale gibiydi. Çemberlitaş'ın orada, Tavukpazarı'ndan gelen pis kokunun içinde birbirlerine sokulmuş, paçavralar içinde arsız dilenciler gördüm. Biri kördü ve yağan kara bakıp gülümsüyordu. Eskiden İstanbul daha fakir, daha küçük, daha mutluydu deseler inanmazdım belki, ama kalbim böyle diyordu. Çünkü arkamda bıraktığım sevgilimin evi yerli yerinde ıhlamur ve kestane ağaçlarının içindeydi, ama kapıdan sordum bir başkası oturuyordu artık orada. Sevgilimin annesi, teyzem, ölmüş, Eniştem ile kızı taşınmışlar ve böyle durumlarda kalbinizi ve hayallerinizi nasıl da acımasızca kırdıklarını hiç farketmeyen kapıdaki adamların söylediği gibi, başlarından bazı felaketler geçmişti. Size şimdi bunları anlatmayayım da eski bahçedeki ıhlamur ağacının dallarından küçük parmağım büyüklüğünde buz parçacıkları sarktığını, sıcak, yemyeşil ve güneşli yaz günlerini hatırladığım bahçenin kederden, kardan ve bakımsızlıktan insanın aklına ölümü getirdiğini söyleyeyim. Akrabalarımın başlarına gelenlerin bir kısmını Eniştemin bana, Tebriz'e yolladığı mektuptan biliyordum zaten. O mektupta, Eniştem beni İstanbul'a çağırmış, Padişahımız için gizli bir kitap hazırladığını, benim ona yardım etmemi istediğim yazmıştı. Benim, bir dönem Tebriz'de Osmanlı paşaları, valiler, İstanbul'daki ricacılar için kitaplar hazırlattığımı Eniştem işitmişti. Tebriz'de yaptığım, kitap sipariş eden ricacılardan peşin para alıp, savaşlardan ve Osmanlı askerinden şikâyetçi nakkaşlardan ve hattatlardan hâlâ şehri terk edip Kazvin'e ve diğer

Acem şehirlerine gitmemiş olanları bulmak ve parasızlık ve ilgisizlikten şikâyetçi bu büyük üstatlara sayfaları yazdırtıp, nakşettirip, ciltlettirip kitabı İstanbul'a yollamaktı. Gençliğimde Eniştemin bana geçirdiği nakış ve güzel kitap aşkı olmasaydı hiç giremezdim bu işlere. Eniştemin bir zamanlar oturduğu sokağın çarşıya açılan ucundaki berber ustası, hâlâ dükkânında, aynı aynalar, usturalar, ibrikler, sabun telleri arasındaydı. Göz göze geldik, ama beni tanıdı mı bilemiyorum. İçine sıcak su doldurduğu baş yıkama kabının, tavandan sarkan zincirin ucunda hâlâ aynı yayı çizerek ileri geri sallandığım görmek neşelendirdi beni. Gençliğimde yürüdüğüm kimi mahalleler, kimi sokaklar, on iki yılda yanıp, kül ve duman olup uçmuştu da yerlerinde köpeklerin yol kestiği, meczupların çocukları korkuttuğu yangın yerleri açılmış, kimine de benim gibi uzaklardan geleni şaşırtan zengin konakları yapılmıştı. Bunların bazılarının pencerelerine en pahalısından, renkli Venedik camları takmışlardı. Yüksek duvarların üzerinden sarkan cumbalardan, yokluğumda İstanbul'da iki katlı pek çok zengin evi yapıldığını gördüm. Başka pek çok şehirde olduğu gibi İstanbul'da da paranın hiç mi hiç değeri kalmamıştı artık. Benim Doğu'ya gittiğim yıllarda bir akçeye dört yüz dirhemlik kocaman bir ekmek çıkaran fırınlar şimdi aynı paraya bunun yarısı ve üstelik tadı tuzu insanın çocukluğunu hiç mi hiç hatırlatmayan bir ekmek veriyorlardı. Rahmetli annem on iki yumurta için üç akçe saymak gerektiğini görseydi tavuklar şımarıp kafamıza sıçmadan başka bir diyara kaçalım, derdi, ama biliyordum bu düşük para her yeri sarmıştı. Felemenk'ten, Venedik'ten gelen tüccar gemilerinin sandık sandık bu kalp paralarla dolu olduğu söyleniyordu. Darphanede eskiden yüz dirhem gümüşten beş yüz akçe kesilirken şimdi Safeviler ile bitip tükenmeyen savaşlar yüzünden sekiz yüz akçe kesilmeye başlanmış, Yeniçeriler, aldıkları akçenin Haliç'e düştüğünde, sebze iskelesinden denize dökülen kuru fasulyeler misali suda yüzdüğünü görüp isyan etmişler ve düşman kalesiymiş gibi Padişahımızın sarayını muhasara etmişlerdi. Beyazıt Camii'nde vaaz veren ve Hazreti Muhammed soyundan bir seyyid olduğunu ilan eden Nusret adlı bir vaiz de işte bütün bu ahlaksızlık, pahalılık, cinayetler, soygunlar sırasında nam salmıştı. Erzurumi denen vaiz, son on yıl içerisinde İstanbul'u kasıp kavuran bütün felaketleri, Bahçekapı ve Kazancılar Mahallesi yangınlarını, şehre her girişinde on binlerce ölü alan vebayı, Safevilere karşı savaşta onca can verilmesine karşın bir sonuç almamasını, Batı'da Hıristiyanların isyanlar çıkarıp küçük Osmanlı kalelerini geri almalarını, Hazreti Muhammed'in yolundan sapılmasıyla, Kuran-ı Kerim'in emirlerinden uzaklaşılması, Hıristiyanların hoş görülüp, serbestçe şarap satılıp tekkelerde çalgı çalınmasıyla açıklıyordu. Bana Erzurumlu vaizden heyecanla bahsedip bu haberleri veren turşucu, çarşı pazarı saran kalp paranın, yeni dukaların, aslanlı sahte Florinlerin, gümüşü gittikçe azalan akçelerin tıpkı sokakları dolduran Çerkezler, Abazalar, Mingeryahlar, Boşnaklar, Gürcüler, Ermeniler gibi insanı kesin ve geri dönüşü zor bir ahlaksızlığa sürüklediğini söyledi. Ahlaksızlar, isyankârlar kahvehanelerde toplanıyorlarmış, sabahlara kadar dedikodu ediyorlarmış. Ne idüğü belirsiz cascavlaklar, afyonkeş meczuplar, Kalenderi kalıntıları Allah'ın yolu budur diye tekkelerde sabahlara kadar musikiyle oynayıp, oralarına buralarına şişler sokup, her türlü edepsizliği yaptıktan sonra birbirlerini ve küçük oğlanları beceriyorlarmış. Tatlı bir ud sesi duydum da onu mu arayıp izledim, yoksa anılarım ve isteklerim dediğim akıl karışıklığı zehir turşucuya daha fazla dayanamayıp bana bir çıkış yolu mu sezdirdi, bilmiyorum. Bildiğim, bir şehri severseniz, orada çok gezerseniz, yıllar sonra o şehrin sokaklarını yalnız ruhunuz değil, gövdeniz de kendiliğinden öyle bir tanır ki, karın kederli kederli serpiştirdiği bir keder anında bacaklarınız sizi kendiliğinden sevdiğiniz bir tepeye çıkarır. Böylece Nalbant Çarşısı'ndan ayrılıp Süleymaniye Camii'nin hemen yanından Haliç'e yağan karı seyrettim: Kuzeye bakan damlarda, kubbelerin poyraz alan köşelerinde kar şimdiden tutmuştu. Şehre giren bir geminin bana pır pır selam yollayarak indirilen yelkenleri Haliç'in yüzeyiyle aynı kurşuni sis rengindeydi. Servi ve çınar ağaçları, damların görünüşü, akşamüstünün hüznü, aşağı mahallelerin iç sesleri, satıcıların bağırışları ve cami avlusunda oynayan çocukların çığlıkları kafamda birleşip, bana hiç şaşmayacak bir şekilde bundan sonra hayatınım şehrinden başka bir yerde yaşayamayacağımı duyuruyordu. Bir an, sevgilimin yıllardır unuttuğum yüzü gözlerimin önünde beliriverecek sandım. Yokuştan aşağı indim. Kalabalıkların içine girdim. Akşam ezanından sonra bir ciğerci dükkanında karnımı doyurdum. Boş dükkanın kedi besler gibi şefkatle lokmalarımı izleyerek beni besleyen sahibinin anlattıklarını dikkatle dinledim. Ondan aldığım ilham ve tarifle, sokakların iyice kararmasından sonra Esir Pazarı'nın arkalarındaki dar sokaklardan birine saptım, burada kahvehaneyi buldum. İçerisi kalabalık ve sıcaktı. Tebriz'de, Acem şehirlerinde pek çok benzerlerini gördüğüm ve orada meddah değil de perdedar denen hikayeci arkada ocağın yanında bir yükseltiye yerleşmiş, tek bir resim, kaba kâğıda aceleyle, ama hünerle yapılmış bir köpek resmi açıp asmış, arada bir resimdeki köpeği işaret ede ede hikâyesini o köpeğin ağzından anlatıyordu.

3

3. B e n , K ö p e k

Gördüğünüz gibi, azı dişlerim o kadar sivri ve uzundur ki ağzıma zorlukla sığarlar. Bunun bana korkutucu bir görüntü verdiğini biliyorum, ama hoşuma gidiyor. Bir keresinde bir kasap azı dişlerimin büyüklüğüne bakıp: "Ayol bu köpek değil domuz" demişti. Bacağından öyle bir ısırdım ki onu, dişlerimin ucunda, yağlı etinin bittiği yerde uyluk kemiğinin sertliğini hissettim. Bir köpek için hiçbir şey, içten gelen bir öfke ve hırsla berbat bir düşmanın etine dişlerini daldırmak kadar zevkli olamaz. Böyle bir fırsat önümde belirdiğinde, ısırılmayı hak eden kurbanım salak salak önümden geçerken zevkten gözlerim kararır, dişlerim sanki sızlayarak kamaşır ve farkına varmadan gırtlağımdan sizleri korkutan hırlamalar çıkarmaya başlarım. Bir köpeğim ben ve sizler benim kadar makul yaratıklar olmadığınız için hiç köpek konuşur mu diyorsunuz. Ama öte yandan da ölülerin konuştuğu, kahramanların bilmedikleri kelimeleri kullandığı bir hikâyeye inanır gözüküyorsunuz. Köpekler konuşur, ama dinlemesini bilene. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, bir zamanlar bir payitahtın en büyük camilerinden birine, hadi diyelim ki adı Beyazıt Camii olsun, bir taşra şehrinden bir görgüsüz vaiz gelmiş. Adını belki saklamalı, mesela Husret Hoca demeli ona, ama başka ne yalan söylemeli, kalın kafalı bir vaizmiş bu adam. Ama kafasında ne kadar az çekirdek varsa dilinde de, maşallah, o kadar kudret varmış. Her cuma cemaati öyle bir coşturur, öyle bir ağlatırmış ki gözleri kuruyup bayılanlar, fenalık geçirenler olurmuş. Aman, sakin yanlış anlaşılmasın; dili kuvvetli öteki vaizler gibi ağlamazmış o hiç; tam tersi, herkes ağlarken onun kirpiği bile oynamaz, cemaati azarlar gibi konuşmaya daha da kuvvet verirmiş. Azarlanmayı sevdiklerinden olsa gerek, bütün bostancılar, hassa gılmanları, helvacılar, ayak takımından kalabalıklar ve kendi gibi pek çok vaiz bu adama kul köle olmuşlar. Eh, o da köpek değil ya, çiğ süt emmiş insanoğluymuş; bu hayran kalabalığı karşısında kendinden iyice geçmiş ve bakmış ki cemaati ağlatmak kadar korkutmanın da bir tadı var, üstelik bu işte de daha çok ekmek var, kantarın topunu iyice kaçırıp demeğe getirmiş ki: Pahalılığın, vebanın, yenilgilerin tek sebebi, Hazreti Peygamberimiz zamanındaki İslam'ı unutup, Müslümanlık diye başka kitaplara ve yalanlara kanıp inanmamızdır. Hazreti Muhammed zamanında mevlit okutmak mı vardı? Ölüye kırk töreni yapmak, ruhu için helva ve lokma döktürmek mi vardı? Hazreti Muhammed zamanında Kuran-ı Kerim'i şarkı gibi makamla okumak mı vardı? Minareye çıkıp sesim ne kadar güzel, Arapçam nasıl da Arap gibi deyip kibir kibir kibirlenerek, zenne gibi kırıta kırı ta makamla ezan okumak mı vardı? Mezarlara gidip yakarıyorlar, ölülerden medet umuyorlar, türbelere gidip putperestler gibi taşa tapıyorlar, bez bağlıyorlar, adak adıyorlar. Bu akılları veren tarikatçılar mı vardı Hazreti Muhammed zamanında? Tarikatçıların akıl hocası İbni Arabi, Firavun'un imanla öldüğüne yemin edip günahkâr olmuştur. Tarikatçılar, Mevleviler, Halvetiler, Kalenderiler, çalgı çalarak Kuran-ı Kerim okuyup, çocuk oğlan hep birlikte, dua ediyoruz diye raks edip oynayanlar, bunlar kâfirdir. Tekkeler yıkılmalı, temelleri yedi arşın kazılmalı, çıkan toprak denize dökülmeli ki ancak oralarda namaz kılınabilinsin. Daha da azıtıp ağzından salyalar saçarak bu Husret Hoca, ey müminler, kahve içmek haramdır, demekteymiş. Peygamberimiz Hazretleri bunun zihni uyuşturduğunu, mideyi deldiğini, bel fıtığı ve kısırlık yaptığını bildikleri ve kahvenin Şeytan'ın oyunu olduğunu anladıkları için içmemişlerdir. Ayrıca, şimdi kahvehaneler keyif ehlinin, zevk düşkünü zenginlerin, dizdize oturup her türlü edepsizliği yaptığı yerlerdir ve hatta tekkelerden önce kahvehaneler kapatılmalıdır. Fukaranın kahve içecek parası mı var? Kahvelere gidiyor, kahveyle kafayı buluyor, ipin ucunu öyle bir kaçırıyorlar ki, orada itin köpeğin konuştuklarını sahi zannedip dinliyorlar; köpektir işte bana ve dinimize küfreder, diyormuş bu Husret Hoca. Müsaadenizle, bu vaiz efendinin son sözünü cevaplamak istiyorum. Hacı-hoca-vaiz-imam takımının, biz köpekleri hiç sevmemeleri malumunuzdur elbette. Bana kalırsa, mesele Hazreti Muhammed'in üzerinde uyuyakalan bir kediyi uyandırmamak için eteğini kesmesiyle ilgili. Kediye gösterilen bu zarafetin bizlere

gösterilmediği hatırlanarak ve nankör olduğu en aptal âdemoğlu tarafından bile bilinen bu mahlukla ezeli savaşımız yüzünden Rusulullah'ın köpeklere bir düşmanlığı vardı, denmek isteniyor. Abdest bozar diye camilere sokulmayışımız, yüzyıllardır cami avlularında kayyımların sırıklı süpürgelerinden yediğimiz dayaklar, kötü niyetlerle yapılmış bu yanlış tefsirin sonucudur. Sizlere Kuran-ı Kerim'in en güzel surelerinden Kehf suresini hatırlatmak isterim. Bu güzel kahvede, aramızda Kuran-ı Kerim okumaz kitapsızlar bulunduğundan değil, şöyle hafızaları tazeleyelim diye: Bu surede putperestler arasında yaşamaktan bıkmış yedi genç hikâye edilir. Bunlar bir mağaraya sığınırlar ve uyurlar. Allah bunların kulaklarına birer mühür vurur ve onları tam üç yüz dokuz sene uyutur. Uyandıklarında aradan şu kadar sene geçtiğini bu yedi gençten birisi insanlar arasına karıştığında, elindeki geçer olmayan sikkeden anlar; çok şaşırırlar. İnsanoğlunun Allah'a bağlılığını, onun mucizelerini, zamanın geçiciliğini, derin bir uykunun tatlılığını anlatan surenin haddim olmayarak sizlere hatırlatacağım on sekizinci ayetinde bu yedi gencin uyuduğu Eshabı Kehf nam mağaranın girişinde yatan köpekten bahis vardır. Tabii ki, herkes Kuran-ı Kerim'de kendi adının geçmesiyle gururlanabilir. Bir köpek olarak bu sureyle övünüyor ve düşmanlarına it kopuk, diyen Erzurumilerin akıllarını inşallah başlarına getirir diyorum. O zaman köpeklere karşı bu düşmanlığın aslı esası nedir? Köpek murdardır niye dersiniz, evinize köpek girerse niye her yeri baştan aşağı yıkar, şartlarsınız? Bize dokunanın niye abdesti bozulur, kaftanınızın ucu bir köpeğin nemli tüylerine şöyle bir dokunsa niye o kaftanı kafadan çatlak asabi karılar gibi yedi kere yıkamayı şart koşarsınız? Bir köpek tencereyi yaladı diye o tencerenin ya atılması ya kalaylanması gerektiği yalanını ancak kalaycılar çıkarabilir. Belki de kediler. Ne zaman ki köyden, kırdan, göçebelikten vazgeçilip şehire oturuldu, çoban köpekleri köyde kaldı, o zaman biz köpekler murdar olduk. İslamiyet'ten önce on iki aydan biri it ayı idi. Şimdi ise it oldu bir uğursuz. Kendi dertlerimle şu akşam vakti biraz kıssa, biraz hisse almak isteyen siz dostlarımı üzmek istemem, benim kızgınlığım vaiz efendinin kahvehanelerimize atıp tutmasına. Bu Erzurumlu Husret'in babasının belirsiz olduğunu söylesem ne buyurulur? Bana da demişlerdir ki, sen ne biçim köpeksin, ustan bir kahvede resim asmış hikâye anlatır bir meddahtır diye sen onu korumak için, hoşt, vaiz efendiye dil uzatıyorsun. Hâşâ, dil uzatmıyorum. Ben kahvehanelerimizi çok severim. Bilir misiniz ki resmim böyle ucuz bir kâğıt üzerine nakşolunduğu için ya da bir köpek olduğum için üzülmüyorum da, ben sizlerle birlikte adam gibi oturup kahve içemediğime hayıflanıyorum. Bizler kahvemiz ve kahvehanelerimiz için ölürüz Ama o da ne Ustam, bak bana cezveden kahve veriyor. Hiç resim kahve içer mi? demeyin; bakın bakın, köpek lıkır lıkır kahve içiyor. Ooh, aman çok iyi geldi, içimi ısıttı, gözlerimi keskinleştirdi, zihnimi açtı ve bakın aklıma ne geldi. Venedik Doçu, Padişahımız Hazretleri'nin kızları Nurhayat Sultan'a hediye olarak Çin ipeğinden top top kumaşlardan, üzeri mavi çiçekli Çin çömleklerinden başka ne yollamış biliyor musunuz? Tüyleri ipekten, samurdan yumuşak işveli bir Frenk köpeği. Bu köpek öyle nazlıymış ki, bir de kırmızı ipekten elbisesi varmış. Bizim arkadaşlardan biri onu becermiş de ondan biliyorum: Bu köpek cima ederken bile elbisesiz yapamıyormuş. Bu Frenk ülkesinde zaten köpeklerin hepsi böyle elbise giyermiş. Orada sözümona kibarlar kibarı bir Frenk karısı çıplak bir köpek mi görmüş, yoksa köpeğinkini mi görmüş bilemiyorum artık, "Ayy hayvan çıplak!" diye düşüp bayılmış, diye hikâye ederler. Frenk gâvurlarının ülkesinde zaten her köpeğin bir sahibi varmış. Zavallı köpekler boyunlarında zincir, en sefil köleler gibi zincirlenmiş olarak tek tek sürüklene sürüklene sokaklarda gezdirilirlermiş. Bu adamlar sonra bu zavallı köpekleri zorla evlerine sokarlar, hatta yataklarına da alırlarmış onları. Bir köpek diğeriyle değil koklaşıp sevişsin, çift bile gezemezmiş. Zincirler içinde o zavallı halleriyle sokakta rastlaşırlarsa hüzünlü gözlerle birbirlerini uzaktan süzerlermiş, o kadar. Bizim İstanbul sokaklarında sürüler, cemaatler halinde serbestçe gezen köpekler olmamız, efendi sahip tanımadan icabında yol kesmemiz, keyfimizin çektiği sıcak köşeye kıvrılıp, gölgeye yatıp mışıl mışıl uyumamız, istediğimiz yere sıçıp istediğimizi ısırmamız, gâvurların akıllarının alacağı şeyler değil. Acaba bu yüzden mi Erzurumlu'nun hayranları İstanbul sokaklarında sadaka için dualarla köpeklere et atılmasına, bunun için vakıflar kurulmasına karşılar, diye düşünmedim değil. Eğer bunların niyeti köpeklere düşmanlıktan başka ayrıca gâvurluk etmekse, köpek milletine düşmanlığın zaten gâvurluğun ta kendisi olduğunu hatırlatırım. Bu rezillerin umarım uzak olmayan idamlarında, bazen ibret olsun diye yaptıkları gibi cellat arkadaşlar bizleri de parça yiyelim diye çağırırlar. Şunu anlatayım son olarak: Bundan önceki efendim çok adil bir insandı. Gece soyguna çıktığımızda işi bölüşürdük: Ben havlamaya başlayınca, o kurbanın gırtlağını keser, böylece herifin çığlığı duyulmazdı. Karşılığında da cezalandırdığı suçluları keser, kaynatır, bana verirdi de yerdim. Ben çiğ et sevmem. Erzurumlu vaizin celladı bunu da artık inşallah düşünür de o pisin etini çiğ çiğ yeyip midemi bozmam.

4

4. K a t i l D i y e c e k l e r B a n a

O budalayı öldürmeden az önce bile, herhangi birinin canını alacağını bana söylense inanmazdım. Bu yüzden yapmış olduğum şey bazen ufukta kaybolan yabancı bir kalyon gibi benden gittikçe uzaklaşıyor. Bazen hiçbir cinayet işlememişim gibi de hissediyorum. Zavallı Zarif kardeşimi hiç de istemeden gebertmemin üzerinden dört gün geçti, ve şimdiden duruma biraz alıştım. Önüme çıkı veren berbat meseleyi adam öldürmeden çözebilmeyi çok isterdim, ama hemen de anladım başka bir yol olmadığını. İşi hemen orada bitirdim; bütün sorumluluğu yüklendim. Bir akılsızın iftirası yüzünden bütün nakkaşlar camiasının tehlikeye atılmasına izin vermedim. Yine de ama katilliğe alışmak zor. Evde duramıyorum, sokağa çıkıyorum, sokakta duramıyorum, öteki sokağa yürüyorum, sonra o sokaktan sonrakine yürüyorum ve insanların yüzlerine baktıkça görüyorum ki ellerine daha cinayet işleme fırsatı geçilmemiş oldukları için pek çok kişi masum zannediyor kendini. Bu küçük talih ve kader meselesi yüzünden, insanların çoğunun benden daha ahlaklı ya da iyi olduğuna inanmak zor. Olsa olsa henüz cinayet işlemedikleri için biraz daha aptal suratlı oluyorlar ve bütün aptallar gibi iyi niyetli gözüküyorlar. Gözünde bir zekâ ışıltısı, yüzünde ruhundan yansıyan bir gölge gördüğüm herkesin gizli bir katil olduğunu anlamam için o zavallıyı öldürdükten sonra, İstanbul sokaklarında dört gün yürümem yetti. Yalnızca aptallar masumdur. Bu akşam mesela, Esir Pazarı'nın arkalarındaki kahvehanede sıcak kahvem ile ısınır, arkadaki köpek resmine bakıp köpeğin anlattıklarına herkesle birlikte kendimi koyuvererek gülerken, yanımda oturan bir herifin de benim gibi katilin teki olduğu duygusuna kapıldım. O da benim gibi meddaha gülebiliyordu, ama kolunun benim kolumun yanıbaşında kardeş kardeş durmasından mı, fincanı tutan kıpır kıpır parmaklarının huzursuzluğundan mı neden bilmiyorum, onun da benim soyumdan olduğuna hükmediverdim ve birden dönüp suratına dik dik baktım. Hemen korktu, yüzü allak bullak oldu. Kahve dağılırken bir tanıdığı onun koluna girmiş: "Artık Nusret Hocacılar burayı basar," diyordu. Ötekini kaş göz işaretiyle susturdu. Onların korkuları bana da bulaştı. Kimse kimseye güvenmiyor, her an karşısındakinden bir alçaklık bekliyor herkes. Hava daha da soğumuş ve sokakların köşelerinde, duvar diplerinde kar iyice tutmuş, yükselmiş. Kör karanlıkta gövdem yolunu dar sokakları ancak hissederek buluyor. Bazen de, kepenkleri iyice çekili, pencereleri kapkara tahtayla kaplı evlerin bir yerinden içerde hâlâ yanan bir kandilin soluk ışığı dışarı sızıp karda yansıyor, çoğu zaman ise hiçbir ışık, hiçbir şey göremiyorum da bekçilerin sopalarının taşlara vuruşuna, çılgın köpek sürülerinin ulumalarına, evlerin içlerinden gelen iniltilere kulak verip yolumu buluyorum. Bazen, gece yarıları şehrin dar ve korkutucu sokakları karın sanki kendi içinden sızan harika bir ışıkla aydınlanıyor ve karanlıkta, yıkıntılar ve ağaçlar arasında yüzlerce yıldır İstanbul'u tekinsiz kılan hayaletleri gördüğümü sanıyorum. Bazen de, evlerin içinden mutsuzların uğultusu geliyor; ya harıl harıl öksürüyor, ya burunlarını çekiyor, ya rüyalarında ağlayarak çığlık atıyor, ya da karı kocalar, yanıbaşlarında çocukları ağlarken birbirlerini boğazlamaya girişiyorlar. Katil olmadan önceki mutlu hayatımı hatırlamak, neşelenmek için bir iki akşam bu kahvede meddahı dinlemeye geldim. Bütün ömrümü birlikte geçirdiğim nakkaş kardeşlerimin çoğu her akşam gelirler. Tâ çocukluktan beri birlikte nakşettiğimiz bir budalaya kıydım kıyalı hiçbirini görmek istemiyorum artık. Birbirlerini görüp dedikodu etmeden yapamayan kardeşlerimin hayatında, buradaki rezil eğlence havasında beni utandıran çok şey var. Beni burnu büyük bulup iğnelemesinler diye bir iki resim de ben yaptım meddah için, ama bunun kıskançlığı durduracağını da sanmam. Ama kıskanmakta çok da haklılar.. Renk karıştırmakta, cetvel çekmekte, sayfa istifinde, konu seçiminde, yüz çizmekte, kalabalık savaş ve av meclislerini yerleştirmekte, hayvanları, padişahları, gemileri, atları, savaşçıları, âşıkları resmetmekte, nakşın içine ruhun şiirini dökmekte, hatta, tezhipte de en usta benim. Bunu size

övünmek için değil beni anlayın diye söylüyorum. Kıskançlık, zamanla usta nakkaşın hayatında boya kadar vazgeçilmez bir malzeme olur. Huzursuzluktan gittikçe uzayan yürüyüşlerimin ortasında bazen saf mı saf, masum mu masum din kardeşlerimden birisiyle gözgöze geliyorum ve birden şu tuhaf düşünce beliriyor içimde: Şimdi katil olduğumu düşünürsem, karşımdaki bunu yüzümden anlayacak. Böylece hemen kendimi başka şeyler düşünmeye zorluyorum; tıpkı ilk gençlik yıllarımda namaz kılarken kadınları düşünmemek için utanç içinde kıvranarak kendimi zorladığım gibi. Ama çiftleşmeyi aklımdan bir türlü çıkaramadığım o gençlik buhranlarının tersine, işlediğim cinayeti unutabiliyorum. Bütün bunları durumumla ilişkili olduğu için anlattığımı anlıyorsunuzdur. Bir şeyi aklımdan bile geçirirsem her şeyi anlarsınız. Bu da aranızda bir hayalet gibi gezinen adsız, hüviyetsiz bir katil olmaktan çıkarır da beni, yakayı ele vermiş, yüzü belirgin, kafası vurulacak sıradan bir suçlu durumuna düşürür. İzin verin de her şeyi düşünmeyeyim; kendime bir şeyler saklayayım: Sizin gibi ince kişiler de ayak izlerine bakarak hırsızı bulur gibi, kelimelerimden ve renklerimden benim kim olduğumu keşfe çalışsınlar. Bu da bizi şimdi çok revaçta olan üslup konusuna getiriyor: Nakkaşın kendi şahsi usûlü, kendine mahsus bir rengi, sesi, var mıdır, olmalı mıdır? Ustalar ustası, nakşın piri Behzat'ın bir resmini ele alalım. Bir cinayet resmi olduğu için, benim durumuma da iyi uyan bu harika şeye, acımasız bir taht kavgasında öldürülmüş bir Acem şehzadesinin kütüphanesinden çıkmış Herat işi doksan yıllık bir kusursuz kitabın Hüsrev ile Şirin'in hikâyesini anlatır sayfalarında rastlamıştım. Hüsrev ile Şirin'in sonunu bilirsiniz; Firdevsi'nin değil de Nizami'nin anlattığını diyorum: İki âşık ne maceralar ve fırtınalardan sonra evlenirler, ama Hüsrev'in önceki karısından olan çocuğu genç Şiruye Şeytan gibidir, onları rahat bırakmaz. Babasının tahtında ve genç karısı Şirin'de gözü vardır bu şehzadenin. Nizami'nin "Ağzı aslanlar gibi pis kokardı," dediği Şiruye, bir yolunu bulup babasını esir alır ve tahtına oturur. Bir gece, babasının Şirinle yattığı odaya girer, karanlıkta dokuna dokuna onları yatakta bulur ve hançeriyle babasını ciğerinden bıçaklar. Babanın kanı sabaha kadar akacak ve yanında huzurla uyuyan güzel Şirin ile paylaştıkları yatakta ölecektir. Büyük üstat Behzat'ın resmi, bu hikâye kadar yıllardır içinde taşıdığım gerçek bir korkuyu da işliyordu: Gece yarısı karanlıkta uyanıp, göz gözü görmez odada tıkırtılar çıkaran başka birisi olduğunu farketmenin dehşeti! O başka birisinin bir elinde bir hançer olduğunu, öbür eliyle de sizin boğazınıza sarıldığını düşünün. Odadaki ince ince işlenmiş duvar, pencere ve çerçeve süslerinin, sıkılmış gırtlağınızdan çıkan sessiz çığlığın rengindeki kızıl halının kıvrım ve yuvarlaklarının ve katilinizin sizi öldürürken çıplak ve iğrenç ayağıyla acımasızca bastığı harika yorgana inanılmaz bir incelikle ve neşeyle işlenmiş sarı ve mor çiçeklerin hepsi, aynı amaca hizmet ederler: Bir yandan bakmakta olduğunuz resmin güzelliğini vurgularken, bir yandan da içinde ölmekte olduğunuz odanın, terketmekte olduğunuz dünyanın ne de güzel bir yer olduğunu hatırlatırlar. Resmin ve dünyanın güzelliğinin sizin ölümünüze kayıtsızlığı, ölürken yanınızda karınız da olsa yapayalnız oluşunuz resme bakarken kafanıza dank eden asıl manadır. "Behzat'ın," demişti yirmi yıl önce benimle birlikte titreyen ellerimdeki kitaba bakan ihtiyar usta. Yüzü yanı başımızdaki mumdan değil, görme zevkinden aydınlanmıştı. "O kadar Behzat'ın ki, imzaya gerek yok." Behzat da bunu bildiği için imzasını resmin gizli bir köşesine bile atmamıştı. İhtiyar ustaya göre Behzat'ın bu tutumunda bir utanç ve sıkılma vardı. Gerçek hüner ve ustalık hem erişilmez bir harika resmetmek, hem de bu harikada nakkaşın kimliğini ele veren hiçbir iz bırakmamaktır. Zavallı kurbanımı can havliyle bulduğum sıradan ve kaba bir usûlle öldürdüm. Eserimden geriye beni ele verecek kişisel herhangi bir iz kalıp kalmadığını araştırmak için geceleri bu yangın verine geldikçe üslup sorunları kafama daha da çok üşüşmeye başladı. Üslup diye tutturdukları şey, kişisel bir iz bırakmamıza yol açan bir hatadır yalnızca. Yağan karın aydınlığı olmasaydı da burayı bulurdum: Burası, yirmi beş yıllık arkadaşımı katlettiğim yangın yeri. Kar, benim imzam olarak görülebilecek bütün izleri örtüp yok etmiş. Bu, Allah'ın da üslup ve imza konusunda benimle ve Behzat'la aynı fikirde olduğunu kanıtlıyor. Dört gece önce, o akılsızın ileri sürdüğü gibi bağışlanmaz bir günahı, farkında olmadan bile olsa, kitabı nakşederken işlemiş olsaydık, Allah biz nakkaşlara bu sevgiyi göstermezdi. O gece, Zarif Efendi'yle bu yangın yerine girdiğimizde kar yağmıyordu daha. Uzaklardan yankılanarak gelen köpek ulumalarını işitiyorduk. "Niye buraya geldik?" diye soruyordu zavallı. "Bu vakitte bana burada ne göstereceksin?" "İleride bir kuyu, ondan on iki adım ötede de yıllardır biriktirdiğim gömülü param var," dedim. "Bu anlattıklarımı kimseye söylemezsen Enişte Efendi de, ben de seni sevindiririz."

"Demek baştan beri ne yaptığını bildiğini kabul ediyorsun" dedi hevesle. "Ediyorum," diye çaresizlikle yalan söyledim. "Yaptığınız resim çok büyük bir günahtır biliyor musun?" dedi saflıkla. "Kimsenin cüret edemediği bir küfür, bir zındıklık. Cehennem'in en dibinde yanacaksınız. Azabınız, acılarınız hiç dinmeyecek. Beni de ortak ettiniz." Bu sözleri işitirken dehşetle anlıyordum ki, pek çok kişi ona inanacaktı. Niye? Çünkü bu sözlerin öyle bir gücü, öyle bir çekimi vardı ki, ister istemez insan ilgi duyuyor, başka alçaklar hakkında gerçek çıksın istiyordu. Yaptırdığı kitabın gizliliği ve verdiği paralar yüzünden Enişte Efendi hakkında bu tür dedikodular zaten çok çıkıyordu; Ayrıca Başnakkaş Üstat Osman da ondan nefret ediyordu. Müzebhip biraderimin iftirasını bile bile bu gerçeklerin üzerine kurnazca oturttuğunu da düşünmüştüm. Ne kadar samimiydi? Bizi birbirimize düşüren iddialarını ona tekrarlattım. Lafı evirip çevirerek gevelemedi. Sanki, birlikte geçirdiğimiz çıraklık yıllarımızda kendimizi Üstat Osman'ın dayağından korumak için bir kabahati örtmeye çağırıyordu beni. İçtenliğini o sırada inanılır buluyordum. Çıraklığında da gözlerini böyle kocaman açardı, ama o zamanlar tezhipten küçülmemişti daha onlar. Ama ona sevgi duymak istemedim hiç, çünkü her şeyi başkalarına anlatmaya hazırdı. "Bak," dedim zorlama-bir pişkinlikle. "Tezhip yaparız, kenar süsü buluruz, cetvel çeker, sayfaları renkli altınla parıl parıl süsler, en güzel resimleri biz yapar, dolapları, kutuları şenlendiririz. Yıllardır bunları yapıyoruz. Bu bizim işimiz. Bize resim sipariş ederler, şu çerçevenin içine bir gemi, bir ceylan, bir padişah oturt, şöyle kuşlar, bunun gibi adamlar olsun, hikâyenin şu meclisi, filanca şöyle dursun, derler, biz de yaparız. Bak, bu sefer 'içinden gelen bir at çiz şuraya,' dedi Enişte Efendi. Üç gün içimden gelen at resminin ne olduğunu anlamak için eski büyük üstatlar gibi yüzlerce kere at çizdim." Elimi alıştırmak için kaba Semerkand kâğıda çizdiğim bir dizi atı çıkarıp gösterdim ona. İlgilenip kâğıdı aldı ve solgun ay ışığında gözlerini yaklaştırıp siyah beyaz atları seyretmeye başladı. "Şirazlı, Heratlı eski üstatlar," dedim, "Allah'ın istediği ve gördüğü hakiki bir at resmi çizebilmek için nakkaşın elli yıl,biç durmadan at çizmesi gerektiğini söyler ve zaten en iyi at resminin karanlıkta çizileceğini eklerlerdi. Çünkü elli yılda gerçek nakkaş çalışa çalışa kör olur ve eli çizdiği atı ezberler." Yüzünde tâ çocukluk yıllarımızda onda gördüğüm masum bakış benim çizdiğim atlara dalıp gitmişti. "Bize sipariş ederler, biz de en gizli, en erişilmez atı eski üstatların çizdiği gibi çizmeye çalışırız, o kadar. Sipariş ettikleri şeyden sonra bizi sorumlu tutmaları haksızlık." "Bilmiyorum bu doğru mu?" dedi. "Bizim de sorumluluklarımız, irademiz var. Ben Allah hariç kimseden korkmuyorum. O da bize, iyiyle kötüyü ayırdedelim diye bir akıl vermiş." Yerinde bir cevaptı. "Allah her şeyi görür, bilir" dedim Arapça olarak. "Senin, benim, bizlerin bu işi bilmeden yaptığımızı da anlayacaktır. Enişte Efendi'yi kime ihbar edeceksin? Bu işin arkasında Padişahımız Hazretleri'nin iradesi olduğuna inanmıyor musun?" Sustu. Düşündüm: Gerçekten bu kadar kuş beyinli miydi, yoksa içten bir Allah korkusundan soğukkanlılığını kaybetmiş de saçmalıyor muydu? Kuyunun yanında durduk. Karanlıkta bir an gözlerini görür gibi oldum da anladım korktuğunu. Ona acıdım. Ok yaydan çıkmıştı bir kere. Karşımdakinin yalnızca akılsız bir korkak değil, bir rezil olduğunu bir kere daha kanıtlaması için Allah'a dua ettim. "Buradan on iki adım sayıp kazacaksın," dedim. "Sonra siz ne yapacaksınız?" "Söylerim Enişte Efendi'ye, resimleri yakar. Başka ne yapabiliriz ki? Erzurumlu Nusret Hoca'nın cemaatinden böyle bir laf olduğunu duyarlarsa ne bizi sağ koyarlar, ne de nakkaşhane kalır. Onlardan hiç tanıdığın var mı? Bu parayı şimdi sen kabul et ki bizi onlara, ihbar etmeyeceğini anlayalım." "Para neyin içinde?" "Eski bir turşu küpünün içinde yetmiş beş tane Venedik altını var." Venedik dukalarım anladım da bu turşu küpü niye gelmişti aklıma? O kadar saçmaydı ki, inandırıcı oldu. Böylece, Allah'ın benim yanımda olduğunu bir kere daha anladım, çünkü her yıl daha da paragöz olan çıraklık arkadaşım gösterdiğim yönde on iki adımı saymaya hevesle başlamıştı bile.

Aklımda o an iki şey vardı. Toprağın altında Venedik altını maltını yok hiç! Para veremezsem bu alçak budala bizi mahvedecek! Bir an, o alçak budalaya çıraklığımızda bazen yaptığım gibi sarılıp öpmek geldi içimden, ama yıllar bizi birbirimizden o kadar uzaklaştırmıştı ki! Aklım toprağın nasıl kazıtacağına takılmıştı. Tırnaklarımızla mı? Bütün bunları düşünmem, buna düşünmek denebilirse bir göz kırpması kadar sürdü, sürmedi. Kuyunun yanı başında duran kayayı telaşla iki elimle kavradım. O daha yedinci sekizinci adımındayken yetişip başının arka kısmına bütün gücümle indirdim. Taş kafasına öyle hızla ve sert bir şekilde indi ki bir an sanki kendi kafama inmiş gibi irkildim, acıdım hatta. Ama yaptığım şeye dertleneceğime, başladığım işi bir an önce bitirmek istiyordum. Çünkü yerde öyle bir şekilde debelenmeye başlamıştı ki, insan ister istemez daha da telaşlanıyordu. Onu kuyudan aşağıya attıktan çok sonradır ki, yaptığım işte bir nakkaşın inceliğine hiç mi hiç yakışmayacak kaba bir yan olduğunu düşünebildim.

5

5. B e n E n i ş t e n i z i m

Ben Kara'nın Enişte Efendisiyim, ama başkaları da Enişte der bana. Bir zamanlar, annesi bana Kara'nın öyle seslenmesini isterdi, sonra bunu yalnız Kara değil, herkes kullanır oldu. Kara, evimize gidip gelmeye bundan otuz yıl önce, Aksaray'ın arkalarında kestane ve ıhlamur ağaçlarının gölgelediği o karanlık ve nemli sokağa yerleşmemizden sonra başladı. O bundan önceki evimizdi. Yazları ben Mahmut Paşa ile sefere çıkarsam, sonbaharda İstanbul'a döndüğümde Kara'yı annesiyle bizim eve sığınmış bulurdum. Rahmetli anası, benim rahmetli hanımın ablasıydı. Bazen de, kış akşamları eve döndüğümde anasıyla benimkini birbirlerine sarılmış gözleri yaşlı dertleşirlerken görürdüm. Hiçbirinde tutunamadığı küçük ve ücra medreselerde müderrislik eden babası huysuzdu, öfkeliydi ve iyice de içerdi. Kara, o zamanlar altı yaşındaydı, annesi ağlıyor diye ağlar, annesi sustu diye susar, bana, Eniştesine korkuyla bakardı. Şimdi onu karşımda kararlı, kemale ermiş ve saygılı bir yeğen olarak görmekten memnunum. Bana gösterdiği saygı, elimi öpüşündeki dikkat, hediye getirdiği Moğol hokkasını verirken "yalnızca kırmızı mürekkep için," deyişi, karşımda dizlerini dikkatlice birleştirmiş olarak derli toplu oturuşu, bütün bunlar, yalnız onun olmak istediği aklı başında, yetişkin adam olduğunu değil, benim de olmak istediğim ihtiyar adam olduğumu bana bir kere daha hatırlatıyor. Bir iki kere gördüğüm babasına benziyor: Uzun boylu, ince, biraz asabice el kol hareketleri var, ama bu ona yakışıyor. Ellerini dizlerine koyuşu, ben önemli bir şey söylerken "anlıyorum, hürmetle dinliyorum", diyen bakışlarla gözlerimin içine içine istekle bakışı ve sözlerimin veznine uygun gizli bir makamla başını sallayışı çok yerinde. Bu yaşıma geldim, gerçek saygının yürekten değil, küçük kurallardan ve boyun eğmekten kaynaklandığını bilirim. Anasının, bizim evimizde oğluna bir gelecek gördüğü için her bahaneyle onu buraya sık sık getirdiği yıllarda kitaplardan hoşlandığını keşfetmem bizi birbirimize bağladı ve ev halkının yakıştırdığı sözle, bana çıraklık etti. Ona Şirazlı nakkaşların ufuk çizgisini resmin tâ yukarısına çekmekle Şiraz'da yeni bir usûlü ortaya çıkarttıklarını anlatırdım. Leylasının aşkından deliren Mecnun'u herkes çöllerde perişan resmederken, büyük usta Behzat'ın nasıl onu yemek pişiren, üfleyerek odunları tutuşturmaya çalışan, çadırlar arasında yürüyen kadınların kalabalığı içinde, ama daha da yalnız gösterebildiğini anlatırdım. Hüsrev'in gece yarısı gölde yıkanan Şirin'i çırılçıplak seyrettiği anı resimleyen nakkaşların çoğunun Nizami'nin şiirini okumayıp âşıkların atlarını ve elbiselerini akıllarına esen renklerle boyamalarının ne kadar gülünç olduğunu söyler, resimlediği metni şöyle dikkatle ve akıllıca okuyamayacak kadar ilgisizse o nakkaşın eline kalemi fırçayı almasının paradan başka hiçbir nedeni olmayacağını anlatırdım. Şimdi Kara'nın başka bir temel bilgiyi de edinmiş olduğunu sevinçle görüyorum: Nakış ve sanatta hayâl kırıklığına uğramak istemiyorsan eğer, sakın onu mesleğin olarak görme. Ne kadar hünerin ve yeteneğin olursa olsun parayı ve iktidarı başka yerlerde ara ki, hüner ve emeğinin karşılığını alamayınca sanata küsmeyesin. İstanbul'daki ve taşradaki paşalara ve zenginlere kitaplar yaptırdığı için tek tek tanıdığı Tebriz'in üstat nakkaş ve hattatlarının yoksulluk ve umutsuzluk içinde olduğunu anlattı. Yalnız Tebriz'de değil, Meşhed'de, Halep'te parasızlık ve ilgisizlikten pek çok nakkaş kitap nakşetmeyi bırakmış ve tek yapraklık resimler yapmaya, Frenk seyyahlarını eğlendirecek acayiplikleri resmetmeye ve açık saçık resimler çizmeye başlamışlar. Şah Abbas'ın, Tebriz'de barış antlaşması sırasında Padişahımıza hediye verdiği kitabın şimdiden parçalanıp sayfalarının başka bir kitap için kullanılmaya başlandığını işitmiş. Hint Padişahı Ekber yeni bir büyük kitap için öyle paralar saçmaya başlamış ki, Tebriz ve Kazvin'in en parlak nakkaşları ellerindeki işi bırakıp onun sarayına koşmuşlar. Bütün bunları bana anlatırken arada tatlılıkla başka hikâyeler sıkıştırıyor: Mesela düzmece bir Mehdi'nin eğlenceli hikâyesini, ya da Safevilerin barış olsun diye Özbeklere rehin verdiği aptal şehzadenin üç gün içinde ateşlenerek ölüvermesi üzerine o tarafta çıkan telaşı tarif ediyor ve bana gülümsüyor. Ama gözlerine düşen bir gölgeden anlıyorum ki, ikimizi de korkutan o bahsedilmesi zor mesele hâlâ bitmemiş.

Evimize girip çıkan, bizim hakkımızda anlatılanları işiten, uzaktan da olsa onun varlığından haberdar her genç erkek gibi Kara da tabii ki tek ve güzel kızım Şeküre'ye âşık olmuştu. Güzeller güzeli kızıma o zamanlar, çoğu onu hiç mi hiç görmeden, herkes âşık olduğu için bu benim gözümde üzerinde durulacak tehlikeli bir şey değildi belki. Ama Kara'nınki eve girip çıkan, evde kabul ve sevgi gören ve Şeküre'yi görme fırsatı bulan bir gencin kara sevdasıydı. Umduğum gibi sevdasını içine gömmeyi başaramadı ve içindeki şiddetli yangını doğrudan kızıma açmak gibi yanlış bir iş yaptı. Bunun üzerine evimizden ayağını kesmek zorunda kaldı. İstanbul'u terk etmesinden üç yıl sonra kızımın en güzel yaşında, bir sipahi ile evlendiğini, bu aklı bir karış havada savaşçının kızıma iki oğlan çocuk doğurttuktan sonra sefere çıkıp bir daha dönmediğini ve dört yıldır ondan kimsenin haber dahi almadığını şimdi Kara'nın da bildiğini sanıyorum. Böyle dedikodu ve havadisler İstanbul'da çabuk yayıldığı için değil, aramızdaki sessizlik anlarında gözümün içine bakışından her şeyi çoktan öğrendiğini seziyorum. Hatta şu anda, rahlenin üzerinde açık duran Kitab-ur Ruh'a göz atarken, evin içinde gezen çocukların seslerine kulak kesildiğini, çünkü iki yıldır kızımın iki oğluyla birlikte baba evine geri dönmüş olduğunu bildiğini de anlıyorum. Kara'nın yokluğunda yaptırdığım bu yeni evden önce hiç söz etmedik. Büyük bir ihtimalle, servet ve itibar sahibi olmayı aklına koymuş istekli bir gencin hissedebileceği gibi Kara, bu konulardan söz açmayı çok ayıp bir şey olarak görüyor. Ama yine de daha eve girer girmez merdivenlerde ikinci katın her zaman daha kuru olduğunu, kemiklerimdeki ağrılara ikinci kata taşınmanın iyi geldiğini söyledim. İkinci kat, derken tuhaf bir utanç duyuyordum, ama şunu bilmenizi de isterim: Benden çok az serveti olanlar, küçük bir tımarı olan basit sipahiler bile yakında iki katlı ev yaptırabiliyor olacaklar. Biz kışları nakış odası olarak kullandığım odadaydık. Bitişikteki odadaki Şeküre'nin varlığını Kara'nın hissettiğini sezdim. Onu İstanbul'a çağırmak için Tebriz'e yolladığım mektupta anlattığım asıl konuya girdim hemen. "Tıpkı senin Tebriz'deki hattatlar ve nakkaşlarla yaptığın gibi ben de bir kitap hazırlatıyordum," dedim. "Benim siparişçim Âlemin Temeli Padişahımız Hazretleri'dir. Kitap gizli olduğundan, Padişahımız benim için Hazinedarbaşı'ndan gizli bir para çıkarttı. Padişahımızın nakkaşhanesinin en usta nakkaşlarıyla tek tek anlaştım. Onların kimine bir köpeği, kimine bir ağacı, kimine kenar süsleriyle ufuktaki bulutları, kimine atları resimlettiriyordum. Resmettirdiğim şeyler, tıpkı Venedikli üstatların resimlerindeki gibi, Padişahımızın bütün âlemini temsil etsin istiyordum. Ama bunlar Venediklilerin yaptığı gibi malın mülkün değil, tabii ki iç zenginliğinin ve Padişahımızın âleminin sevinçlerinin ve korkularının resimleri olacaktı. Para'yı resmettirdiysem küçümsemek içindir, Şeytan'ı ve Ölüm'ü korkuyoruz diye koydum. Bilmiyorum dedikodular ne diyor. Ağaçlarının ölümsüzlüğü, atlarının yorgunluğu, köpeklerinin arsızlığı Padişahımız Hazretleri'ni ve âlemini temsil etsin istedim. Leylek, Zeytin, Zarif ve Kelebek takma adlı nakkaşlarım da keyiflerince konu seçsin istedim. En soğuk, en uğursuz kış geceleri bile Padişahımın nakkaşlarından biri kitap için resmettiği şeyi göstermeye gizlice bana gelirdi." "Nasıl resimler yapıyorduk ve neden öyle yapıyorduk, onu şimdi tam söyleyemem. Senden sakladığım, söyleyemeyeceğim için değil. Resimlerin neyi anlattığım sanki tam ben de bilmediğim için. Ama onların nasıl resimler olması gerektiğini biliyorum." Kara'nın benim mektubumdan dört ay sonra İstanbul'a döndüğünü eski evimizin sokağındaki berberden işitmiş, onu eve ben çağırmıştım. Hikâyemde bizi birbirimize bağlayacak bir dert ve bir mutluluk vaadi olduğunu biliyordum. "Her resim bir hikâye anlatır," dedim. "Okuduğumuz kitabı güzelleştirmek için nakkaş, hikâyenin en güzel meclisini resmeder. Âşıkların birbirini ilk defa görüşü; kahraman Rüstem'in şeytani canavarın kafasını kesişi; öldürdüğü yabancının kendi oğlu olduğunu anlayan Rüstem'in kederi; aşkından aklını kaçıran Mecnun ıssız ve vahşi tabiatın içinde aslanlar, kaplanlar, geyikler, çakallar arasında; İskender savaştan önce kuşlardan geleceği okumak için gittiği ormanda kendi çulluğunun koca bir kartal tarafından paralandığını görünce dertleniyor Bu hikâyeleri okurken yorulan gözümüz resme bakarak dinlenir. Eğer hikâyede aklımızın ve hayal gücümüzün canlandırmakta zorlandığı bir şey varsa, resim hemen imdada yetişir. Resim hikâyenin renklerle çiçeklenişidir. Kimse hikâyesi olmayan bir resim düşünemez." "Düşünemez sanırdım," diye ekledim sanki bir pişmanlıkla. "Ama bu yapılabiliyormuş. İki yıl önce Padişahımızın elçisi olarak bir kere daha Venedik'e gitmiştim. Hep İtalyan üstatlarının yaptığı yüz resimlerine bakıyordum. Resmedilenin hangi hikâyenin hangi meclisi olduğunu bilmeden, ama anlamaya ve hikâyeyi çıkarmaya çalışarak. Günün birinde, bir saray duvarında bir resimle karşılaşınca tutulup kaldım." "Resim her şeyden çok, birinin, benim gibi birinin resmiydi. Bir kâfir elbette, bizim gibi biri değil. Ama ona baktıkça ona benzediğimi hissediyordum. Üstelik, bana hiç mi hiç de benzemiyordu. Kemiksiz, yuvarlak bir yüz,

elmacık kemikleri hiç yok, buna karşılık, benim masallardık çeneden onda hiç iz yok. Bana hiç benzemiyor, ama nedense baktıkça sanki benim resmimmiş gibi yüreğimi oynatıyor." "Bana sarayını gezdiren Venedikli beyden, duvardaki resmin bir dostunun, kendi gibi bir soylu beyin resmi olduğunu öğrendim. Hayatında kendi için önemli ne varsa, hepsini kendi resmine koydurtmuştu: Arkadaki açık pencereden gözüken manzaradaki çiftlik, köy ve renkleri birbirine karışarak hakiki gibi gözüken orman. Önündeki masada, saat, kitaplar, zaman, kötülük, hayat, kalem, harita, pusula, kutular, içlerinde altın paralar, başka şeyler, ıvır zıvır, kimbilir pek çok resimde olduğu gibi anlamadığım ve sezdiğim şeyler Cinin, Şeytan'ın gölgesi ve sonra babasının yanında güzeller güzeli rüya gibi kızı." "Hangi hikâyeyi süslemek ve tamamlamak için bu resim yapılmıştı? Resme bakarken anlıyordum ki bu resmin hikâyesi kendisiydi. Bir hikâyenin uzantısı değildi de resim, kendisi için bir şeydi." "Karşısında öyle şaşakaldığım resim hiç aklımdan çıkmadı. Saraydan çıktım, misafir kaldığım eve döndüm ve bütün gece o resmi düşündüm. Ben de öyle resmedilebilmek isterdim. Hayır, benim haddim değil, Padişahımız öyle resmedilmeli! Padişahımızı sahip olduğu şeylerle, âlemini gösteren ve kuşatan her şeyle birlikte resmetmeli. Bu fikirle bir kitap resmedilebilir, diye düşündüm." "Venedikli beyin resmini öyle bir şekilde yapmıştı ki İtalyan üstadı, o resmin o beyin resmi olduğunu hemen anlıyordun. O adamı hiç görmemişsen ve kalabalık içinde o adamı bul deseler, binlerce adam içinden o resim sayesinde onu bulup çıkarabilirdin, İtalyan üstatları herhangi bir adamı, bir diğerinden kıyafetleri ve nişanlarıyla değil, yüzünün şekliyle ayırabilecek gibi resmetmenin usûllerini ve hünerini bulmuşlar. Portre dedikleri şey bu." "Yüzün bir kere olsun böyle resmedilmişse artık hiç kimse unutturamaz seni. Sen çok uzaklardayken bile, resmine bir bakan, seni yakınındaymış gibi içinde hisseder. Yaşarken seni hiç görmemiş olanlar bile, senin ölümünden yıllar sonra, sanki sen karşılarındaymışsın gibi seninle göz göze gelebilirler." Uzun bir süre sustuk. Sofadan sokağa bakan ve aşağı kısmındaki kepenklerini hiç açmadığımız küçük pencerenin balmumlu kumaşla yeni kapladığım üst kısmından içeriye dışarının soğuğu renginde ürpertici bir ışık geliyordu. "Bir nakkaşım vardı," dedim. "Padişahımın bu gizli kitabı için, öteki nakkaşlar gibi, gizlice bana gelir, sabahlara kadar çalışırdık. En iyi tezhibi o yapardı. Zavallı Zarif Efendi bir gece buradan çıktı, ama evine hiç dönmemiş. Öldürmüşlerdir usta müzehhibimi diye korkuyorum."

6

6. B e n , O r h a n

"Öldürmüşler midir?" dedi Kara. Uzun boylu, ince ve biraz da korkutucuydu bu Kara. Onlara doğru gidiyordum ki, "Öldürmüşlerdir," dedi dedem ve beni gördü. "Ne yapıyorsun sen burada?" Ama öyle bir bakıyordu ki bana, hiç çekinmeden gidip kucağına çıkıp oturdum, ama hemen beni indirdi. "Kara'nın elini öp," dedi. Elini öptüm. Kokusuzdu. "Çok sevimli," dedi Kara beni yanağımdan öptü. "İleride aslan gibi olacak." "Bu Orhan, altı yaşında. Bir de büyüğü var, Şevket, yedi yaşında. İnatçıdır o çok." "Aksaray'daki sokağa gittim," dedi Kara. "Soğuktu, her yer kar ve buz içindeydi, ama sanki hiçbir şey değişmemişti." "Her şey değişti, bozuldu her şey," dedi dedem. "Hem de çok." Bana döndü. "Ağabeyin nerede?" "Ustanın yanında." "Sen niye buradasın?" "Ustam bana, aferin, sen artık git." dedi. "Yolu tek başına mı geldin?" dedi dedem. "Seni ağabeyin getirmeli." Sonra Kara'ya dedi ki: "Haftada iki kere Kuran mektebinden sonra gittikleri bir ciltçi dostum var, çıraklık ediyor, ciltçilik öğreniyorlar." "Deden gibi nakış yapmayı da seviyor musun?" dedi Kara. Sustum. "Peki," dedi dedem. "Hadi bakalım sen şimdi." Mangaldan yayılan sıcaklık o kadar tatlıydı ki yanlarından hiç ayrılmak istemedim. Boya ve zamk kokusunu koklayarak bir an durdum. Kahve de kokuyordu. "Başka türlü nakşetmek, başka türlü görmek midir?" dedi dedem. "Zavallı müzehhibi bu yüzden öldürdüler. Üstelik o eski usul tezhip yapardı. Öldürüldüğünü bile bilmiyorum, yalnıza kayıp. Padişahımız için Üstat Başnakkaş Osman'ın emrinde bunlar bir surname resimliyorlar. Hepsi evlerinde çalışır. Üstat Osman nakkaşhanededir. Önce oraya gitmeni ve her şeyi kendi gözünle görmeni istiyorum. Ötekiler, aralarında tartışıp birbirlerini öldürmüşlerdir diye de korkuyorum. Yıllar önce ustaları Başnakkaş Osman'ın verdiği takma adlarla: Kelebek, Zeytin, Leylek.. Onları gider evlerinde görürsün" Merdivenlerden ineceğime gerisin geri döndüm. Hayriye'nin geceleri uyuduğu gömme dolaplı odadan bir tıkırtı geliyordu, oraya girdim. İçeride Hayriye değil, annem vardı. Beni görünce utandı. Gövdesinin yarısı dolabın içindeydi. "Neredeydin sen?" dedi. Ama biliyordu nerede olduğumu. Dolabın içinde bir delik vardır, oradan dedemin nakış odası, onun kapısı açıksa sofa, sonra sofanın öbür tarafında dedemin yattığı odanın içi gözükür, tabi onun da kapısı açıksa. "Dedemin yanındaydım," dedim. "Anne sen ne yapıyorsun burada?"

"Sana misafir var, yanına girilmeyecek, demedim mi?" Bağırıyordu, ama çok yüksek sesle değil, çünkü misafir duymasın istiyordu. "Ne yapıyorlardı?" diye sordu sonra, tatlı sesiyle. "Oturmuşlardı. Boyalarla değil ama. Dedem anlatıyordu, öbürü dinliyordu." "Nasıl oturmuştu?" Birden hop yere oturdum, misafiri taklit ettim: Ben şimdi çok ciddi bir adamım bak anne; ben şimdi kaşlarımı çatmış dedemi dinliyorum, ve mevlit dinler gibi kafamı makamla ciddi ciddi misafir gibi sallıyorum. "Git aşağı," dedi annem. "Hayriye'yi çağır bana. Hemen." Oturdu, kucağına aldığı yazı tahtasının üzerindeki bir küçük kâğıda yazmaya başladı. "Anne ne yazıyorsun sen?" "Çabuk aşağı git Hayriye'yi çağır demedim mi sana." Mutfağa gittim. Ağabeyim gelmiş. Hayriye, önüne misafirin pilavından bir sahan koymuş. "Kalleş," dedi ağabeyim. "Bırakıp beni ustayla, gittin. Bütün kıvırmayı ben yaptım. Parmaklarım mosmor oldu." "Hayriye, annem çağırıyor." "Yemeğim bitince seni dövücem," dedi ağabeyim. "Tembelliğinin, kalleşliğinin cezasını çekeceksin." Hayriye çıkınca ağabeyim pilavını bile bitirmeden kalkıp üzerime geldi. Kaçamadım. Kolumu yakaladı bileğimden, bükmeye başladı. "Yapma Şevket yapma, canım çok acıyor." "Bir daha işi yıkıp kaçacak mısın?" "Kaçmayacağım." "Yemin et." "Yemin ederim." "Kuran üzerine et." "Kuran üzerine ederim." Ama bırakmadı. Beni sininin yanına çekti, çökertti. Bir yandan pilavını kaşıklıyor, bir yandan, benden o kadar kuvvetli ki, kolumu daha da büküyor. "Yine kardeşine işkence etme zalim," dedi Hayriye. Örtünmüş sokağa çıkıyordu. "Bırak onu." "Sen karışma esir kızı," dedi ağabeyim. Kolumu hâlâ büküyordu. "Nereye gidiyorsun sen?" "Limon alacağım," dedi Hayriye. "Yalancı," dedi ağabeyim, "dolap limon dolu." Kolumu gevşettiği için birden kendimi kurtardım, tekme attım, Şamdanı sapından tuttum, ama üzerime atılıp beni altına aldı. Şamdana vurdu, sini devrildi. "Allahın belaları!" dedi annem. Misafir duymasın diye bağırmıyordu. Kara'ya gözükmeden sofayı geçip merdivenden aşağı nasıl inmişti? Bizi ayırdı. "Siz insanı rezil edersiniz, piç kuruları." "Orhan yalan söyledi bugün," dedi Şevket. "Beni ustamın yanında bütün işle bırakıp kaçtı." "Sus," dedi annem, ona bir tokat attı. Hafifçe vurmuştu, ağabeyim de ağlamadı. "Ben babamı istiyorum," dedi. "Babam dönünce Hasan Amca'nın kırmızı kılıcını çekecek ve biz bu evden Hasan Amca'nın yanına döneceğiz." "Sus," dedi annem. Birden öyle öfkelendi ki Şevket'i kolundan tuttuğu gibi çekti sürükleyerek, taşlığın ucundaki karanlığa götürdü. Ben de peşlerinden gitmiştim. Annem kapıyı açtı, beni de görünce: "Girin ikiniz de içeri," dedi. "Ama anne ben bir şey yapmadım," dedim, ama girdim içeri Annem kapıyı üzerimize kapadı, içerisi kör karanlık değildi, nar ağacına bakan kepenklerin aralığından içeriye hafif bir ışık vuruyordu, ama korktum.

"Anne kapıyı aç," dedim. "Üşüyorum." "Ağlama korkak," dedi Şevket, "Açar şimdi." Annem kapıyı açtı. "Misafir gidene kadar uslu duracak mısınız?" dedi. "Peki o zaman, Kara gidene kadar mutfakta ocağın başında oturursunuz, yukarı çıkmayacaksınız." "Orada sıkılırız," dedi Şevket. "Hayriye nereye gitti?" "Her şeye karışıyorsun, çok oluyorsun sen," dedi annem. Ahırda bir atın hafifçe kişnediğini duyduk. Sonra bir daha duyduk. Dedenin atı değil, Kara'nın atıydı bu. Bir panayır günü ya dîni bir bayram sabahı başlıyormuş gibi bir neşe geçti aramızdan. Annem gülümsedi, sanki bizim de gülümsememizi isteyerek. İki adım atıp ahırın bu yana bakan kapısını açtı. "Drrsss," diye seslendi içeri doğru. Döndü, bizi Hayriye'nin yağ kokan fareli mutfağına sokup oturttu. "Sakın misafir gidene kadar buradan çıkayım demeyin Kavga da etmeyin aranızda ki kimse sizin şımarık, huysuz çocuklar olduğunuzu düşünmesin." "Anne," dedim kapıyı kapamadan önce. "Anne, bir şey söyleyeceğim. Dedemin zavallı müzehhibini öldürmüşler."

7

7. B e n i m A d ı m K a r a

Çocuğunu ilk gördüğümde, yıllardır Şeküre'nin yüzünün nesini yanlış hatırladığımı hemen anladım. Orhan'ın yüzü gibi Şeküre'ninki de inceydi, çenesi de hatırladığımdan daha uzundu. Bu yüzden sevgilimin ağzı, tabii ki yıllar boyunca düşündüğümden daha küçük ve dar olmalıydı. On iki yıl boyunca, o şehir senin bu şehir benim gezerken hayalimde Şeküre'nin ağzım istekle genişletmiş, dudaklarını daha derli toplu, ama iri ve parlak bir vişne gibi daha etli ve dayanılmaz hayal etmiştim. Şeküre'nin yüzünün İtalyan üstatlarının usulleriyle yapılmış bir resmi olsaydı yanımda, demek ki, on iki yıl süren yolculuğumun ortalarında bir yerde geride bıraktığım sevgilimin yüzünü artık hiç mi hiç hatırlayamıyorum diye kendimi yersiz yurtsuz hissetmeyecektim hiç. Çünkü içinizde kalbinize nakşeylediğiniz bir sevgilinin yüzü yaşıyorsa eğer, dünya hâlâ sizin evinizdir. Şeküre'nin oğlunu görmek, onunla konuşmak ve yüzüne yakından bakıp öpmek içimde uğursuzlara, katillere, günahkârlara özgü bir huzursuzluk başlattı hemen. İçimden bir ses, "Haydi, şimdi Şeküre'yi git gör." diyordu bana. Bir ara, Eniştemin yanından hiçbir şey demeden çıkayım, sofaya açılan kapıları -göz ucuyla saymıştım, biri merdivenlerinki beş karanlık kapı- hepsini Şeküre'yi bulana kadar tek tek açayım diye düşündüm. Ama yüreğimden geçenleri zamansız ve hesapsızca açıverdiğim için sevgilimden on iki yıl uzak kalmıştım ben. Sessizce ve sinsice bekledim ve Şeküre'nin kimbilir ne kadar sık oturduğu minderlere, dokunduğu eşyalara bakıp Eniştemi dinledim. Sultan'ın bu kitabı Hicret'in bininci yıldönümüne yetiştirmek istediğini anlattı bana. Cihanpenah Padişahımız takvimin bininci yılında, kendisinin ve devletinin Frenklerin usûllerini de onlar kadar kullanabileceğini göstermek istiyordu. Padişah ayrıca bir de surname yaptırttığı için çok meşgul olduğunu bildiği usta nakkaşların evlerinden çıkmamalarını, nakkaşhanenin kalabalığında değil, evlerinde çalışmalarını buyurmuştu. Onların gizlice Enişteme geldiklerinden de haberdardı tabii. "Başnakkaş Üstat Osman'ı görürsün," dedi Eniştem. "Kör olmuş diyorlar, bunamış diyorlar: Bence hem kör hem bunaktır." Usta bir nakkaş olmamasına, aslında bu onun zanaatı hiç olmamasına rağmen Eniştemin Padişah'ın izni ve teşvikiyle bir kitap yaptırıp denetlemesi elbette yaşlı Üstat Başnakkaş Osman ile arasını açacaktı. Çocukluğumu hatırlayarak evin içindeki eşyalara verdim, dikkatimi. Yerdeki Kula işi mavi kilimi, bakır sürahiyi, kahve tepsisini ve bakracı, tâ Çin'den Portekiz üzerinden geldiğini rahmetli teyzemin kaç kere iftiharla söylediği kahve fincanlarını on iki yıl önceden de hatırlıyordum. Bu eşyalar, tıpkı kenardaki sedef kakmalı rahle, duvardaki kavukluk, yumuşaklığını hatırlayarak dokunduğum kırmızı kadife yastık gibi Şeküre'yle çocukluğumuzu geçirdiğimiz Aksaray'daki evden kalmaydı ve o evdeki mutlululuk ve resim günlerimin ışıltısından hâlâ birşeyler taşıyorlardı. Mutluluk ve resim. Bunları hikâyeme ve kederime dikkat gösterecek sevgili okurlarımın benim âlemimin başlangıç noktası olarak hep akıllarında tutmalarını isterim. Bir zamanlar burada kitaplar, kalemler ve resimler arasında çok mutluydum. Sonra âşık oldum da bu Cennet'ten kovuldum. Gençliğimde hayatı ve dünyayı iyimserlikle benimsememe yol açtığı için Şeküre'ye ve ona olan aşkıma çok şey borçlu olduğumu aşk sürgünlüğü çektiğim yıllarda çok düşünmüşümdür. Bir çocuk saflığıyla, aşkıma karşılık alacağımdan kuşkum olmadığı için, aşırı iyimserdim ve dünyayı da iyimserlikle kabul edip iyi bir yer olarak görüyordum. Kitapları, Eniştemin o zamanlar bana oku dediği şeyleri, medresede öğretilenleri, nakşı ve resmetmeyi işte bu iyimserlikle benimseyerek sevdim. Eğitimimin güneşli ve şenlikli bu ilk ve en zengin yarısını Şeküre'ye duyduğum aşka borçlu olduğum kadar, onu berbat eden karanlık bilgilerimi de reddedilmeye borçluyum: Buz gibi gecelerde, han odalarında ocağın sönen aleviyle birlikte yok olup gitme isteği, seviştikten sonra rüyalarımda sık sık yanımdaki

kadınla birlikte ıssız bir uçuruma düştüğümü görmem ve "beş para etmez herifin tekiyim" fikri Şeküre'den bana mirastır. "Ölümden sonra," dedi Eniştem çok sonra, "ruhlarımızın bu dünyada yataklarında mışıl mışıl uyumakta olanların ruhlarıyla buluşabileceğini biliyor muydun?" "Bilmiyordum." "Ölümden sonra bir uzun yolculuk var, bu yüzden ölmekten korkmuyorum. Korktuğum Padişahımızın kitabını bitiremeden ölmek." Aklımın bir yanı kendimi Enişteme göre daha güçlü, daha aklı başında ve sağlam bulurken, diğer yanı da on iki yıl önce kızının benimle evlenmesine izin vermeyen bu adama gelirken aldığım kaftanın pahalılığına, merdivenden şimdi inip ahırdan çıkarıp bineceğim atın gümüş koşumlarına ve işlemeli eğer takımına takılmıştı. Nakkaşlar arasında öğrendiğim her.şeyi ona yetiştireceğimi söyledim. Elini öptüm, merdivenleri indim, avluya çıktım, kar soğuğunu üzerimde hissettim de ne bir çocuk ne de yaşlı bir adam olduğumu hatırladım: Dünyayı mutlulukla tenimde hissediyordum. Ahırın kapısını kaparken bir rüzgâr esti. Taşlıktan avluya geçerken geminden tutup çektiğim beyaz atım benimle birlikte ürperdi: Onun geniş damarlı güçlü bacaklarım, sabırsızlığını, o zor zaptedilir halini kendimin bildim. Sokağa çıkar çıkmaz, tam bir hamlede atımın üzerine atlamak üzereydim ki, tam bir daha hiç dönmem diyen masalsı atlı gibi dar sokaklardan kaybolacaktım ki, nereden çıktığını hiç anlayamadığım koskocaman bir kadın, baştan aşağı pembeler giyen bir Yahudi, elinde bohçası üzerime geldi. O kadar büyük ve genişti ki, dolap gibiydi. Ama hareketli, canlı, hatta işveliydi de. "Aslanım, delikanlım, hakikaten dedikleri kadar yakışıklıymışsın sen," dedi. "Evli misin, bekâr mısın, gizli sevgilin için İstanbul'un en başta gelen bohçacısı Ester'den ipek mendil alır mısın?" "Yok." "Atlastan bir kızıl kuşak?" "Yok." "Yok, yok, deme bakayım! Senin gibi bir aslanın nişanlısı, gizli sevgilisi olmaz mı hiç? Kaç gözü yaşlı kız senin için cayır cayır yanıyordur kimbilir?" Bir anda gövdesi bir cambazın narin gövdesi gibi uzadı ve şaşırtıcı bir zarafetle bana sokuldu. Aynı anda yoktan var eden hokkabazın hüneriyle, elinde bir mektup belirdi. Mektubu kaşla göz arasında kaptım ve sanki yıllardır bu an için terbiye edilmişim gibi hünerle kuşağımın içine soktum. Koca bir mektuptu ve kuşağımın içinde belimle göbeğimin arasında buz gibi tenimin üzerinde şimdiden ateş gibi hissediyordum onu. "Atına bin, rahvan sür onu," dedi bohçacı Ester. "Bu duvarla birlikte sağa sokağa dön, istifini hiç bozmadan git, ama nar ağacının yanına gelince dön ve çıktığın eve bak, karşındaki penceresine." Yoluna devam edip bir anda kayboldu. Ata bindim, ama hayatında ilk defa ata binen acemi gibi. Kalbim koşar gibi atıyordu, aklım telaşa kapılmıştı, ellerim atın koşumlarını nasıl tutacağım şaşırmıştı, ama bacaklarım atın gövdesini sıkı sıkıya sarınca sağlam bir akıl ve hüner hakim oldu atıma ve bana ve Ester'in dediği gibi, tamı tamına rahvan yürüdü akıllı atım ve sağa sokağa da döndük ne güzel! O zaman hissettim belki de gerçekten yakışıklı olduğumu. Masallardaki gibi her kepengin, her kafesin arkasından mahalleli bir kadın beni seyrediyordu ve ben yeniden aynı yangınla yanmak üzere olduğumu hissediyordum. Bu muydu istediğim? Onca yıllık hastalığa geri mi dönüyordum? Birden güneş açılıverdi de şaşırdım. Nar ağacı nerede? İşte bu kederli, cılız ağaç mı? Evet o! Atımın üzerinde hafifçe yan döndüm: Tam karşımda bir pencere vardı, ama kimse yoktu orada. Cadaloz Ester beni aldattı! Diyordum ki, birden, buzla kaplı kepenk patlar gibi açıldı ve orada güneşte ışıl ışıl parlayan pencerenin çerçevesi içinde gördüm on iki yıl sonra, güzel yüzü karlı dallar arasından. Kara gözlüm bana mı bakıyordu, benden ötede başka bir hayata mı? Hüzünlü müydü, gülümsüyor muydu, yoksa hüzünle mi gülümsüyordu anlayamadım. Ahmak atım, yüreğime uyma sen, yavaşlasana! Yine de eğerimin üzerinde pervasızca geri döndüm, sonuna kadar özlemle baktım, beyaz dalların arkasındaki zarif ve ince yüzü kayboluncaya kadar. Benim atımın üzerinde, onun da pencerede duruşumuzun Hüsrev'in Şirin'in penceresinin altına geldiği o binlerce kere resmedilmiş meclise -aramızda ama biraz arkada kederli bir ağaç da vardı- ne kadar da çok benzediğini çok sonra, bana verdiği mektubu açtıktan, içindeki resmi gördükten sonra anladığımda sevdiğimiz bayıldığımız o kitaplarda resmedildiği gibi aşktan cayır cayır yanmaktaydım.

8

8. B e n i m A d ı m E s t e r

Kara'ya verdiğim mektupta neler yazdığım hepinizin merak ettiğini biliyorum. Bu bende de bir merak olduğu için hepsini öğrendim. İstiyorsanız hikâyenizin sayfalarını geri geri çeviriyormuş gibi yapın da bakın ben ona o mektubu vermeden daha önce neler oldu, bir anlatayım. Şimdi, akşamüstündeyiz, Haliç'in çıkışındaki bizim Yahudi mahalleciğimizdeki evimizde kocam Nesim'le oturuyoruz da ocağa of-puf iki ihtiyar, odun atarak ısınmaya çalışıyoruz. Bakmayın şimdi kendime ihtiyar deyivermeme, ipek mendillerin, eldivenlerin, çarşafların, Portekiz gemisinden çıkma renkli gömlekliklerin arasına yüzüktü, küpeydi, gerdanlıktı gibi hem pahalısından hem ucuzundan karıları heyecanlandıracak incikboncuk da koydum mu, takarım bohçamı koluma İstanbul kazan Ester kepçe, girmediğim sokak kalmaz. Kapıdan kapıya taşımadığım mektup, dedikodu yoktur ve bu İstanbul'un kızlarının yarısını ben evlendirdim, ama şimdi bu sözü övünmek için açmamıştım. Diyordum ki, akşamüstü oturuyorduk, tık tık, kapı çaldı, gittim açtım, karşımda bu salak cariye Hayriye. Elinde de mektup. Soğuktan mı, heyecandan mı anlayamadım titreye titreye bana Şeküremin ne istediğini anlatıyor. Önce bu mektup Hasan'a götürülecek sandım da şaşırdım. Güzel Şeküre'nin savaştan bir türlü dönmeyen kocası -bana kalırsa postu çoktan deldirtmiştir o bahtsız- var ya. İşte evine dönmez savaşçı kocanın bir de gözü dönmüş kardeşi var; Hasan'dır adı. Ama anladım ki Şeküre'nin mektubu Hasan'a değil, bir başkasınaymış. Ne yazıyor mektupta, Ester meraktan kuduracak. Sonunda mektubu okumayı başardım. Sizlerle de öyle fazla tanışmıyoruz. Açıkçası, birden bir utanma sıkılma geldi üzerime. Mektubu nasıl okudum size söylemeyeceğim Belki benim merakımı -siz de en azından berberler kadar meraklı değil misiniz sanki- ayıplar, bor görürsünüz beni. Ben size yalnızca mektubu bana okurlarken işittiğimi söyleyivereyim. Şöyle yazmıştı şeker Şeküre: "Kara Efendi, babamla olan yakınlığına dayanarak evime geliyorsun. Ama zannetme ki benden herhangi bir işaret alacaksın. Sen gittiğinden beri çok şey oldu. Evlendim, aslan gibi iki çocuğum var. Bir tanesi Orhan, demin içeri girmiş de görmüşsün. Ben dört yıldır kocamı bekliyorum ve başka da bir şey düşünmüyorum. Kendimi iki çocuk ve ihtiyar bir babayla kimsesiz, çaresiz ve güçsüz hissedebilirim, bir erkeğin gücüne ve koruyuculuğuna ihtiyacım olabilir, ama kimse bu durumumdan yararlanabileceğini sanmasın. Bu yüzden lütfen bir daha kapımızı çalma. Bir kere zaten mahcup etmiştin ve o zaman benim, babamın gözünde kendimi temize çıkarmam için ne kadar çile çekmem gerekmişti! Sana bu mektupla birlikte, aklı bir karış havada bir gençken nakşedip bana yolladığın resmi de geri gönderiyorum. Hiçbir umut beslemeyesin, hiçbir yanlış işaret almayasın diye. İnsanların bir resme bakıp âşık olabileceklerini sanmak yalanmış. Ayağın evimizden kesilsin, en iyisi budur" Zavallı Şeküreciğim, bir erkek, bey, paşa değil ki altına gösterişli mührünü vursun! Kâğıdın dibine adının ilk harfini, küçük, ürkek bir kuş gibi atmış, o kadar. Mühür, dedim. Ben bu mühürlü mektupları nasıl açıp kapıyorum diye merak ediyorsunuzdur. Mühürlü değil ki mektuplar. Bu Ester cahil bir Yahudidir, bizim yazımızı sökemez diye düşünüyor canım Şekürem. Doğru, ben sizin yazınızı okuyamam, ama başkasına okuturum. Mektubunuzu ise pekâlâ kendim okurum. Aklınız mı karıştı? Şöyle izah edeyim ki en kalın kafalınız da anlasın. Bir mektup diyeceğini yalnız yazıyla demez. Mektup tıpkı kitap gibi, koklayarak, dokunarak, elleyerek de okunur. Bu yüzden akıllı olanlar, oku bakalım, mektup ne diyor, derler. Aptallar da; oku bakalım, ne yazıyor, derler. Hüner yalnız yazıyı değil, mektubun tümünü okumakta. Dinleyin bakalım Şeküre başka ne demiş, 1. Mektubu gizlice yolluyorsam da, mektup taşımayı iş ve huy edinmiş Ester ile yollamakla öyle fazla bir gizlilik maksadım yoktur, diyor.

2. Kâğıdın muska böreği gibi fazla fazla katlanması da gizlilik ve sır anlamına geliyor. Oysa mektup açık. Üstelik yanında koca bir resim var. Maksat sırrımızı aman herkesten saklayalım, gibi yapmak. Bu da, aşkı geri çevirme mektubundan çok, aşka davet mektubuna yakışır. 3. Ki mektubun kokusu da bunu doğruluyor. Eline alanın kararsız kalacağı kadar belirsiz (acaba bilerek mi koku sürülmüş?) ama kayıtsız kalamayacağı kadar çekici (bu bir ıtır kokusu mu yoksa onun elinin kokusu mu?) bu koku, mektubu bana okuyan zavallının aklını başından almaya yetti. Sanırım Kara'nın da aynı şekilde aklını başından alacaktır. 4. Okumaz yazmaz bir Ester'im ben, ama hattın akışından, bu kalemin, aman acele ediyorum, önemsemeden dikkatsizce yazıveriyorum demesine rağmen, harflerin hep birlikte tatlı bir rüzgâra kapılmış gibi zarifane titreyişlerinden, içinden içinden tam tersini söylediği anlaşılıyor. Orhan'dan söz ederken "demin" diyerek şimdi yazıldığını ima etmesine rağmen, belli ki bir müsvette yapılmış, çünkü dikkat seziliyor her satırda. 5. Mektupla yollanan resim, ben Yahudi Ester'in bile bildiği masaldaki güzel Şirin'in yakışıklı Hüsrev'in resmine bakıp âşık olmasını anlatıyor. İstanbul'un hülyalı kadınlarının hepsi bayılırlar bu hikâyeye, ama ilk defa resminin yollandığını görüyorum. Siz okuryazar talihlilerin sık sık başına gelir: Okuması olmayan biri yalvarır da ona gelmiş bir mektubu okursunuz. Yazılanlar el kadar sarsıcı, heyecan verici, huzursuz edicidir ki, mektup sahibi kendi mahremiyetine ortak olmanızdan da mahcup, utana sıkıla yazıyı bir daha okumanızı rica eder. Yine okursunuz. Sonunda mektup o kadar çok okunur ki ikiniz de ezberlersiniz. Bundan sonra mektubu ellerine alır, bu lafı şurada mı ediyor, şunu burada mı demiş, diye size sorar ve parmağınızın ucuyla sizin gösterdiğiniz noktaya oradaki harfleri anlamadan bakarlar. Okuyamadıkları ama ezberledikleri sözlerin harflerin kıvrılışına bakarken bazen, bazen öyle içlenirim ki ben, kendimin de okuma yazma bilmediğini unutur da mektuplara gözyaşı döken bu okumasız yazmasız kızları öpmek gelir içimden. Bir de şu uğursuzlar vardır, sakın benzemeyin onlara: Kız mektubunu eline alıp ona yeniden dokunmak, nerede hangi sözün dendiğini anlamadan bakmak istediğinde ona, "Ne yapacaksın, okuman yok, daha neye bakacaksın," diyen bu hayvanların, kimisi sanki kendisinmiş gibi kızın mektubunu geri bile vermezler de onlarla kavga edip mektubu geri almak bazen bana, Ester'e düşer. Böyle iyi bir karıyımdır işte ben Ester, seversem sizi, size de yardım ederim

9

9. B e n , Ş e k ü r e

Kara, beyaz atının üzerinde, tam karşımdan geçerken ben niye! orada penceredeydim? Tam o anda, bir sezgiyle niye kepengi açmıştım da karlı nar dallarının arasından onu görünce öyle uzun uzun bakmıştım? Bunları size tam söyleyemem. Hayriye ile Ester'e ben haber saldım; Kara'nın oradan geçeceğini biliyordum elbette. Nar ağacına bakan gömme dolaplı odaya, o ara, ben tek başıma sandıklardaki çarşaflara bakmak için çıkmıştım. İçimden öyle geldiği için kepengi o an coşkuyla bütün gücümle itince önce odaya güneş doldu: Pencerede durdum ve Kara ile güneşten gözlerim kamaşır gibi göz göze geldim; çok güzeldi. Büyümüş, olgunlaşmış, gençliğindeki o sarsak sallantılı halini üzerinden atmış da yakışıklı olmuş. Bak Şeküre, dedi yüreğim bana, Kara yalnızca yakışıklı değil, gözlerinin içine bak, yüreği çocuk gibi, ne kadar temiz, ne kadar yalnız. Evlen onunla. Ama ben ona tam tersini yazdığım bir mektup gönderdim. Benden on iki yaş büyük olmasına rağmen, ben on ikisindeyken, ondan daha yetişkin olduğumu bilirdim. O zamanlar karşımda bir erkek gibi dimdik durup, şunu yapacağım, bunu yapacağım, şuradan atlayıp, buraya tırmanacağım diyeceğine, her şeyden utanmış olarak önündeki kitabın ve resmin içine gömülür, gizlenirdi. Sonra o da bana âşık oldu. Bir resim çizip aşkını ifade etti. İkimiz de büyümüştük artık. On iki yaşıma geldiğimde Kara'nın benim gözlerimin içine bakamadığını, sanki göz göze gelirsek bana âşık olduğunu anlayacağımdan korktuğunu sezdim. "Şu fildişi saplı bıçağı verir misin?" derdi mesela, ama bıçağa bakardı da sonra gözünü kaldırıp benim gözümün içine bakamazdı. "Vişne şerbeti güzel mi?" diye sorarsam mesela, bani hepimizin ağzımız doluyken yaptığı gibi tatlı bir gülümseme, bir yüz ifadesiyle güzel olduğunu ifade edemezdi. Bir sağırla konuşur gibi bütün gücüyle "Evet," diye bağırırdı. Çünkü korkudan suratıma bakamazdı. Çok güzeldim o zamanlar. Bütün erkekler, uzaktan, perdeler, kapılar ve kumaşların kalabalığı arasından da olsa, bir kere beni görebilmiş olanlar hemen âşık olurlardı bana. Bunları övünmek için değil, hikâyemi anlayın da kederimi paylaşın diye söylüyorum. Herkesin bildiği Hüsrev ile Şirin'in hikâyesinde bir an vardır, Kara ile ben çok konuşmuştuk bunu. Hüsrev ile Şirin'i birbirlerine âşık etmeye niyetlidir Şapur. Bir gün, Şfunduszeue.infoleriyle birlikte kır gezintisine çıktığında, altlarında oturup dinlendikleri ağaçlardan birinin dalma Şapur gizlice Hüsrev'in resmini asar. Şirin yakışıklı Hüsrev'in o güzel bahçenin bir ağacına asılı resmim görünce âşık olur ona. Bu ânı, nakkaşların dediği gibi bu meclisi, Şirin'in Hüsrev'in dala asılı resmine hayranlık ve şaşkınlıkla bakışını gösterir çok resim yapılmıştır. Kara babamla çalışırken pek çok kere görüp bir iki kere de baka baka istinsah etmişti bu resmi tam aynısı gibi. Sonra bana âşık olunca bir kere de kendi için yeniden yapmış. Ama resimdeki Hüsrev ile Şirin'in yerine kendisiyle beni, Kara ile Şeküre'yi resmetmiş. Resimdeki kız ile erkeğin bizler olduğunu altındaki yazı olmasaydı bir tek ben anlayabilirdim, çünkü bazen şakalaşırken beni ve kendini aynı hatlarla, renklerle resmederdi: Ben maviler içinde; kendisi de kırmızı olurdu. Bu yetmiyormuş gibi, bir de Hüsrev'in ve Şirin'in resimlerinin altına adlarımızı yazmıştı. Resmi bir suç gibi, benim görebileceğim bir yere bırakmış kaçmıştı. Resme bakışımı, ondan sonra ne yapacağımı seyrettiğini hatırlıyorum. Şirin gibi ona âşık olamayacağımı çok iyi bildiğim için önce hiç renk vermedim. Tâ Uludağ'dan getirildiği söylenen buzlarla soğutulan vişne şuruplarıyla serinlemeye çalıştığımız o yaz gününün akşamı, Kara evine döndükten sonra, onun bana ilam aşk ettiğini babama söyledim. Kara o zamanlar medreseden yeni çıkmıştı. Kenar mahallelerde müderrislik ediyor, kendi isteğinden çok babamın zorlamasıyla pek güçlü, pek itibarlı olan Naim Paşa'ya intisap etmeye çalışıyordu. Babama göre aklı bir karış havadaydı. Naim Paşa'nın yanına girebilmesi, en azından bir katiplikle işe başlayabilmesi için dertlenen ve Kara'nın da bunun için pek bir şey yapmadığını, yani akılsızlık ettiğini söyleyen babam, o akşam bizi kastederek, "Gözü çok daha yukarılardaymış meğer fakir yeğenin," demişti. Anneme aldırmayarak, şöyle de demişti: "Sandığımızdan da akıllıymış meğer." Ondan sonraki günlerde babam neler yaptı, ben Kara'dan nasıl uzak durdum, önce evimizden, sonra bütün bütün semtimizden; ayağı nasıl kesildi, bütün bunları kederle hatırlıyorum, ama size anlatmak istemiyorum: Babamı ve beni sevmezsiniz diye. İnanın bana, başka çaremiz yoktu. Umutsuz aşk umutsuz olduğunu anlar,

kural tanımaz gönül dünyanın kaç bucak olduğunu kavrar da böyle zamanlarda makul insanlar kibarca "bizi birbirimize uygun bulmadılar" diyerek kısa keserler ya haklı olarak: Öyleydi işte. Annemin birkaç kere "Bari çocuğun kalbini kırmayın," dediğini hatırlatayım. Annemin çocuk dediği Kara yirmi dört, ben ise onun yarı yaşındaydım. Babam Kara'nın aşk ilanını küstahça bulduğu için annemin ricasını kasten yerine getirmemiş de olabilir. İstanbul'dan gittiği haberini aldığımızda onu büsbütün unutmadıysak bile gönlümüzden tamamen çıkarmıştık. Yıllarca hiçbir şehirden haberini de almadığımız için, yapıp da bana gösterdiği resmi çocukluk hatıralarımızın ve çocukça arkadaşlığımızın bir nişanesi olarak saklamamın yerinde olduğunu düşünmüşümdür. Önceleri babam, sonraları da savaşçı kocam resmi bulup huzursuz olmasın, kıskanmasın diye altındaki Şeküre ile Kara kelimelerinin üstünü babamın Hasan Paşa mürekkebi sanki damlamış da damladan çiçekler yapılmış gibi ustaca örtmüştüm. Bugün ona o resmi geri yolladığıma göre, aranızda pencerede onun karşısına çıkıvermiş olmamı benim aleyhime yorumlamaya çalışanlar varsa, belki biraz utanır, belki biraz düşünürler. Onun karşısına on iki yıl sonra birdenbire çıktıktan sonra orada, pencerenin önünde, akşam güneşinin kızıl ışıkları içinde bir süre kaldım da, bahçenin bu ışıkta hafifçe kırmızımsı bir renge, turunç rengine bürünüşüne, iyice üşüyene kadar hayranlıkla baktım Hiç rüzgâr yoktu. Sokaktan geçen biri ya da babam beni açık pencerede görseydi, ya da Kara atıyla geri dönüp önümden geçseydi ne derlerdi umurumda değildi. Haftada bir güle oynaya hamama gittiğim Ziver Paşa'nın kızlarından o hem sürekli gülen, eğlenen, hem de en olmadık zamanda en şaşırtıcı lafı eden Mesrure bir keresinde, hiçbir zaman tam ne düşündüğünü insanın kendisinin bile bilemeyeceğini söylemişti bana. Ben şöyle düşünürüm: Bazen bir şey söylüyorum, onu düşünmüş olduğumu söylerken anlıyorum, ama anladığını vakit tam tersim inançla düşünüyorum. Babamın eve çağırdığı ve hepsini tek tek dikizlediğimi sizden saklamayacağım nakkaşlardan zavallı Zarif Efendi'nin kocam gibi kayıp olmasına üzüldüm. En çirkin ve fakir ruhluları da oydu. Kepengi kapadım, odadan çıktım, aşağıya mutfağa indim. "Anne, Şevket seni dinlemedi," dedi Orhan. "Kara ahırdan atını alırken mutfaktan çıktı da delikten onu seyretti." "Ne var!" dedi Şevket elinde havanın eli. "Annem de dolabın içindeki delikten seyrediyordu onu." "Hayriye," dedim. "Akşama bunlara badem ezmeli, şekerli ekmek kızartırsın az yağda." Orhan tepinerek sevindi de, Şevket hiç ses etmedi. Yukarı merdivenleri çıkarken ikisi de bağıra bağıra arkamdan yetişip, paldır küldür, bir neşeyle itişerek yanımdan geçerlerken: "Yavaş, yavaş," dedim ben de kahkahalar atarak. "Kör olasıcalar." Birer tatlı yumruk indirdim narin sırtlarına. Ne kadar güzeldir akşamüstü evde çocuklarla birlikte olmak! Babam sessizce kitabına vermişti kendini. "Misafiriniz gitti," dedim. "Umarım sıkmamıştır sizi." "Yok," dedi. "Eğlendirdi beni. Eskisi gibi Eniştesine saygılı." "İyi." "Ama ihtiyatlı ve hesaplı da." Bunu, benim tepkimi ölçmekten çok Kara'yı küçümser bir havayla, konuyu kapatmak için söylemişti. Başka zaman olsaydı sivri dilimle bir cevap yetiştirirdim. Bu sefer, hâlâ beyaz atı üzerinde ilerlediğini hissettiğim o adamı düşündüm de ürperdim. Sonra, dolaplı odada nasıl oldu bilmiyorum Orhan ile birbirimize sarılmış bulduk kendimizi. Şevket de sokuldu; bir an aralarında itiştiler. Kavgaya tutuştular zannediyordum ki sedire yuvarlanmış bulduk kendimizi. Köpek yavruları gibi onları sevdim; başlarının arkasından, saçlarından öptüm, göğsüme bastırdım onları, ağırlıklarım memelerimin üzerinde hissettim. "Hımmn" dedim. "Saçlarınız kokuyor sizin. Hayriye ile hamama gidersiniz yarın." "Ben artık Hayriye ile hamama gitmek istemiyorum," dedi Şevket. "Çok mu büyüdün sen," dedim. "Anne niye bu güzel mor gömleğini giydin?" dedi Şevket. İçeri odaya gittim, mor gömleği çıkardım. Hep giydiğim soluk yeşili geçirdim üzerime. Giyinirken üşüdüm, ürperdim, ama tenimin ateş gibi olduğunu, dahası gövdemin canlılığını, diriliğini hissettim. Yanaklarımda bir parça allık vardı, çocuklarla itişir, öpüşürken silinip dağılmıştır, ama onu da tükürüp avucumun içiyle iyice yaydım. Biliyor musunuz, hısım akrabalar, hamamda gördüğüm kadınlar, beni gören herkes yirmi dört yaşında

iki çocuklu geçkin bir kadın değil de. on altı yaşında bir genç kız gibi olduğumu söylerler. Onlara inanmanızı, sizin de inanmanızı istiyorum, anladınız mı, yoksa hiç anlatmayacağım. Sizinle konuşmamı yadırgamayın. Babamın kitaplarındaki resimlere yıllardır bakar, içlerinde hep kadınları, güzelleri ararım. Seyrek de olsa vardırlar ve hep mahcup, utangaç, önlerine, en fazla özür diler gibi birbirlerine bakarlar. Erkekler, savaşçılar ve padişahlar gibi başlarını kaldırıp dimdik dünyaya baktıkları hiç olmaz. Ama aceleyle nakışlanmış ucuz kitaplarda, ressamın dikkatsizliği yüzünden bazı kadınların gözleri yere, hatta resmin içinde başka bir şeye, ne bileyim bir kadehe ya da sevgiliye bakmaz da, doğrudan okuyucuya bakar. Kimdir baktıkları o okuyucu, diye düşünürüm hep. Tâ Timur zamanından kalma iki yüz yıllık kitaplarla, meraklı gâvurların altınları verip tâ memleketlerine götürdükleri ciltler aklıma gelince ürperirim: Belki de benim şu hikâyemi öyle tâ uzaklardan biri, bir gün dinleyecektir. Kitaplara geçme isteği bu değil mı, bütün padişahlar, vezirler, kendilerini anlatan, kendilerine adanmış kitapları yazanlara keseler dolusu altını bu ürperti için vermiyorlar mı? Bu ürpertiyi içimde duyduğumda, ben de, tıpkı bir gözü kitabın içindeki hayata, bir gözü de kitabın dışına bakan o güzel kadınlar gibi, beni kimbilir tâ hangi yerden ve zamandan seyretmekte olan sizlerle de konuşmak isterim. Ben güzelim, akıllıyım ve beni seyrediyor olmanız da hoşuma gidiyor. Arada bir bir iki yalan söylesem de, bu benim hakkımda yanlış bir fikir edinmeyesiniz diyedir. Belki sezmişsinizdir, babam beni çok sever. Benden önce üç oğlu olmuş, ama Allah onların canını teker teker almış da ben kıza dokunmamış. Babam üzerime titrer, ama onun seçtiği bir adamla evlenmedim ben; kendi görüp beğendiğim bir sipahiye vardım. Babama kalsa beni vereceği adam hem en büyük âlim olacak, hem nakıştan, sanattan anlayacak, hem güç iktidar sahibi olacak, hem de Karun gibi zengin olacaktı ki, böyle bir şey onun kitaplarında bile olmayacağı için ben yıllarca evde oturup bekleyecektim. Kocamın yakışıklılığı dillere destandı, kendim de aracılarla haber salıp bir fırsatını bulup hamam dönüşü karşıma çıkıverince gördüm, gözlerinden ateş çıkıyordu, hemen âşık oldum. Esmerdi, bembeyaz tenli, yeşil gözlü bir güzeldi; güçlü kolları vardı, ama aslında uyuyakalmış çocuk gibi hep masum ve sessizdi. Belki de, bütün gücünü savaşlarda adam öldürerek, ganimet toplayarak tükettiği için, bana belli belirsiz kan kokar gibi gelirdi, ama evde hamın gibi yumuşacık ve sakin dururdu. Babamın yoksul bir savaşçı diye önce istemediği ve ben kendimi öldürürüm dediğim için beni vermeye razı olduğu bu adam, savaştan savaşa kahramanca koşarak en büyük yiğitlikleri yaparak on bin akçelik bir tımar sahibi oldu ki herkes bizi kıskanırdı. Dört yıl önce Safevilerle savaştan dönen orduyla birlikte geri gelmemesine önceleri aldırmadım. Çünkü savaştıkça ustalaşıyor, kendi başına işler çeviriyor, daha büyük ganimetler getiriyor, daha büyük tımarlara çıkıyor, daha çok asker yetiştiriyordu. Ordunun yürüyüş kolundan ayrılıp kendi adamlarıyla birlikte dağlara doğru gittiğini söyleyen şahitler de vardı. Önceleri hep şimdi dönecek diye umdum, ama iki yılda yavaş yavaş yokluğuna alıştım, İstanbul'da benim gibi kocası kayıp ne kadar çok savaşçı karısı olduğunu anlayınca durumumu kabullendim. Geceleri yataklarımızda çocuklarla birlikte birbirimize sarılır ağlaşırdık. Ağlaşmasınlar diye onlara bir yalan atar, mesela filanca söylemiş, kanıtı var, babanız bahar gelmeden dönüyor der, daha sonra benim yalanım onların ağzından, başkalarının kulağına değişe dolaşa, dönüp bana "Müjde" diye geri gelince herkesten önce ben inanırdım. Kocamın gün görmemiş, ama çelebi ruhlu Abaza babası ve onun gibi yeşil gözlü kardeşiyle birlikte Çarşıkapı'da bir kira evinde oturuyorduk. Evin orta direği kocam kaybolunca sıkıntılar; başladı. Kayınpeder büyük oğlunun savaşa savaşa zenginleşmesi üzerine bıraktığı aynacılık işine o yaştan sonra geri döndü. Kocamın gümrükte çalışan bekâr kardeşi Hasan, eve getirip bıraktığı para çoğaldıkça erkeklik taslamaya başladı. Ev işlerini gören cariye kızı, kirayı verememekten korktukları bir kış, alelacele esir pazarına götürüp sattılar ve benden onun gördüğü mutfak işlerini görmemi, çamaşırı yıkamamı, hatta çarşı pazara çıkıp alışveriş etmemi istediler. Ben bu işleri görecek kadın mıyım, demedim, yüreğime taş basıp hepsini yaptım. Ama artık geceleri odasına alacak bir cariyesi olmayan kayınbirader Hasan, benim kapımı zorlamaya başlayınca ne yapacağımı şaşırdım. Elbette hemen buraya, baba evine dönebilirdim, ama kadıya göre kocam hukuken yaşadığına göre, onları öfkelendirirsem beni çocuklarla birlikte zorla kayınpederimin yanına, yani kocamın evine geri götürmekle kalmaz, bunu yaparken beni ve beni alıkoyan babamı cezalandırıp aşağılayabilirlerdi. Aslına bakılırsa, kocamdan daha insancıl ve makul bulduğum ve tabii ki bana çok fena âşık olduğunu bildiğim Hasan ile sevişebilirdim. Ama bunu düşüncesizce yapmak beni sonunda onun karısı değil, Allah korusun, cariyesi olmaya götürürdü. Çünkü, mirastan payımı istemeye kalkarım, hatta belki de, onları terk eder, çocuklarla babamın yanına dönerim diye korktukları için, kocamın kadı gözünde öldüğünü onlar da kabul etmeye razı değillerdi hiç. Kocam kadıya göre ölmemişse, Hasan ile evlenemezdim tabii, ama başka birisiyle de evlenemeyeceğini için ve bu durum da o eve ve evliliğe beni bağladığı için kocamın "kayıp" olması, sürüp gitmekte olan o belirsiz durum, onlara göre

tercih edilebilir bir şeydi. Çünkü unutmayın ki, onların ev işlerini görüyor, yemeklerinden çamaşırlarına her işlerini yapıyordum ve biri de bana deli gibi âşıktı. Kayınpederim ve Hasan için en iyi çözüm, benim Hasan ile evlenmemdi, ama bunun için önce şahitleri ayarlamak, sonra kadıyı ikna etmek şarttı. O zaman kayıp kocamın en yakınları, babası ve kardeşi de rıza gösterdiğine göre, kocamın artık ölüden sayılmasına karşı çıkan biri olmayacağına göre, kadı da, biz bu adamın savaşta ölüsünü gördük, diyen yalancı şahitlere üç beş akçeye inanır gözükecekti. En büyük sorun, dul düştükten sonra evi terketmeyeceğime, miras hakkı, ya da evlenmek için para istemeyeceğime, daha önemlisi kendi seçimim ile Hasan ile evleneceğime onu inandırabilmemdi. Bu konuda ona güven vermek için onunla sevişmem ve bunu boşanabilmek için değil -inandırıcı olacak bir şekilde- ona âşık olduğum için yapmam gerektiğini elbette anlamıştım. Gayret etsem Hasan'a âşık olabilirdim. Hasan kayıp kocamdan sekiz yaş küçüktü, kocam evdeyken kardeşim gibiydi ve bu duygu beni ona yaklaştırmıştı. İddiasız, ama tutkulu oluşunu, çocuklarımla oynamayı sevişini ve bana bazen sanki o susuzluktan ölen birisi, ben de bir bardak soğuk vişne şerbetiymişim gibi özlemle bakışını seviyordum. Ama bana çamaşır yıkatan, cariyeler, köleler gibi çarşı pazar gezip alışveriş etmemden gocunmayan birine âşık olabilmem için çok gayret etmem gerektiğini de biliyordum. Babamın evine gidip gidip tencerelere, kap kaçağa, fincanlara bakıp uzun uzun ağladığım ve geceleri birbirimize destek olmak için çocuklarla koyun koyuna uyuduğumuz o günlerde Hasan bana o fırsatı vermedi. Benim de ona âşık olabileceğime, evlenebilmemiz için gerekli bu tek yolun gerçekleşebileceğine inanamadığı, kendine güveni olmadığı için edepsizlikler etti. Bir iki kere beni sıkıştırmaya, öpmeye, ellemeye kalktı, kocamın hiç dönmeyeceğini beni öldüreceğini söyledi, tehditler savurdu, çocuk gibi ağladı ve aceleciliği ve telaşıyla efsanelerde anlatılan gerçek ve soylu aşka vakit tanımadığı için onunla evlenemeyeceğimi anladım. Bir gece çocuklarla birlikte yattığımız odanın kapısını zorlayınca hemen kalktım, çocukların korkmasına aldırmadan avazım çıktığı kadar bağırıp eve kötü cinlerin girdiğini söyledim. Kayınpederi uyandırdım ve daha hevesinin şiddeti geçmemiş olan Hasan'ı cin korkuları ve çığlıklarım arasında babasına teşhir ettim. Benim abuk sabuk ulumalarım, ipe sapa gelmez cin laflarım arasında, aklı başında ihtiyar, berbat gerçeği, oğlunun sarhoş olduğunu ve diğer oğlunun iki çocuklu karısına edepsizce yaklaştığını utançla farketti. Sabaha kadar uyumayacağımı, cine karşı oğullarımı kapının önünde oturup bekleyeceğimi söyleyince ses etmedi. Sabah hasta babama bakmak için uzun bir zamanlığına, çocuklarla birlikte baba evine döneceğimi ilan edince yenilgiyi kabullendi. Kocamın satmayıp savaşlardan bana getirdiği Macar'dan ganimeti zilli saati, en asabi Arap atının sinirinden yapılmış kamçıyı, çocukların taşlarını savaş oyunları oynarken kullandıkları Tebriz yapımı fildişinden satranç takımını ve satılmasın diye ne kavgalar ettiğim Nahcivan savaşından ganimet gümüş şamdanları evlilik hayatımın nişaneleri olarak alıp baba evine geri döndüm. Gaib kocamın evini terk etmem, beklediğim gibi, Hasan'ın bana olan saplantılı, saygısız aşkını, çaresiz, ama saygıdeğer bir yangına dönüştürdü. Babasının kendisini desteklemeyeceğini bildiği için, beni tehdit etmek yerine, köşelerinde kuşların, gözü yaşlı aslanların ve mahzun ceylanların oturduğu aşk mektupları yollamaya başladı. Bir nakkaş ve şair ruhlu dostu yazıp resimlemiyorsa eğer, Hasanla aynı çatı altında yaşarken farkedemediğim zengin hayal âlemini gösteren bu mektupları son zamanlarda yeniden yeniden okumaya başladığımı sizden saklamayacağım. Son mektuplarında Hasan’ın beni ev işlerine köle etmeyeceğini, çünkü çok para kazandığını anlatması, saygılı, tatlı ve şakacı dili ve çocukların bitip tükenmez kavgalarıyla istekleri ve babamın şikayetleri kafamı kazan gibi yaptığı için penceremin kepengini sanki dünyaya bir "oh" diyebilmek için de açmıştım. Hayriye akşam sofrasını kurmadan önce babama Arabistan'dan gelen en iyi hurma çiçeğinden ılık bir kavi yaptım, içine bir kaşık bal koyup azıcık limon suyuyla karıştırdım, sessizce yanına girdim ve Kitab-ur Ruh'u okurken, tam da istediği gibi, kendimi hiç farkettirmeden, bir ruh gibi önüne koydum. Öyle kederli ve cılız bir sesle, "Kar yağıyor mu?" diye sordu ki bana, bunun zavallı babamın hayatında göreceği son kar olduğunu hemen anladım.

10

B e n B i r A ğ a c ı m

Ben bir ağacım, çok yalnızım. Yağmur yağdıkça ağlıyorum. Allah rızası için kulak verin şu anlatacaklarıma. Kahvelerinizi için, uykunuz kaçsın, gözleriniz açılsın, bana cin gibi bakın da size niye bu kadar yalnız olduğumu anlatayım. 1. Üstat meddahın arkasında bir ağaç resmi olsun diye aharsız kaba kâğıda alelacele resmedildiğimi söylüyorlardır. Doğru. Şimdi yanımda ne başka narin ağaçlar, ne yedi yapraklı bozkır otları, ne kimi zaman Şeytan'a ve insana benzeyen lüle lüle karanlık kayalar, ne de gökte kıvrım kıvrım Çin bulutları var. Bir yer, bir gök, bir ben, bir de ufuk çizgisi. Ama hikâyem daha karışık. 2. Bir ağaç olarak illaki bir kitabın parçası olmam şart değil. Ama bir ağaç resmi olarak herhangi bir kitabın sayfası değilim diye huzurum kaçıyor. Bir kitapta bir şey göstermiyorsam putataparlar ve kâfirler gibi resmimin duvara asılıp bana secde edilip tapılacağı geliyor aklıma. Erzurumi Hocacılar duymasın, bundan gizlice övünüyorum ve sonra utançla çok korkuyorum. 3. Yalnızlığımın asıl sebebi ise hangi hikâyenin parçası olduğumu benim de bilmemem. Bir hikâyenin parçası olacaktım, ama bir yaprak gibi düştüm oradan. Onu anlatayım:

AĞAÇTAN DÜŞEN YAPRAK GİBİ HİKÂYEMDEN DÜŞÜŞÜMÜN HİKÂYESİ Acem Şahı Tahmasp, ki hem Osmanlı'nın baş düşmanıydı, hem de cihanın en nakışsever padişahıydı, bundan kırk yıl önce bunamaya başlayınca ilk iş eğlenceydi, şaraptı, musikiydi, şiirdi, nakıştı, bunlardan soğudu. Kahveyi de bırakınca kafası durdu; asık suratlı, karanlık ihtiyarların evhamlarıyla Osmanlı'nın askerinden uzak olsun diye payitahtını o zaman Acem mülkü olan Tebriz'de Kazvin'e taşıdı. Daha da yaşlanınca bir gün cin çarpmasıyla buhrana kapılıp, şaraba, oğlancılığa ve nakşetmeye tövbeler tövbesi dedi ki bu yüce şahın kahve zevkinden sonra aklıselimini de kaybettiğinin iyi bir ispatıdır. Böylece, Tebriz'de yirmi yıldır cihanın en büyük harikaların yapan mucize elli ciltçiler, hattatlar, müzehhipler, nakkaşlar çil yavrusu gibi şehir şehir dağıldılar. Bunların en parlaklarını, Şal Tahmasp'ın yeğeni ve damadı, Sultan İbrahim Mirza, vali olduğu Meşhed'e çağırdı ve onları nakkaşhanesine yerleştirip Timur zamanında Herat'ta en büyük şair olan Câmi'nin Heft Evreng'in yedi mesnevisini yazdırıp nakışlı, resimli harika bir kitap yaptırmaya başladı. Akıllı ve hoş yeğenini hem seven hem kıskanan, kızını ona verdiği için pişmanlık duyan Şah Tahmasp bu harika kitabı işitince haset etti ve öfkeyle yeğenini Meşhed valiliğinden Kain şehrine, sonra yine bir öfkeyle daha küçük Sebzivar şehrine sürdü. Meşhed'deki hattatlar ve nakkaşlar da böylece başka şehirlere, başka memleketlere, başka sultanların, şehzadelerin nakkaşhanelerine dağıldılar. Ama bir mucizeyle Sultan İbrahim Mirza'nın harika kitabı yarıda kalmadı; çünkü hakikatli bir kitapdarı vardı. Bu adam atına atlar, hüner, en iyi tezhibi yapan usta oradadır diye ta Şiraz'a gider, oradan en zarif nestalik hattı yazan hattat için iki sayfayı alır Isfahan'a götürür, sonra dağları geçip ta Buhara'ya çıkıp Özbek Han'ının yanında nakşeden büyük üstat nakkaşa resmin istifini yaptırır, insanlarını çizdirir; Herat'a inip bu sefer yarı kör eski üstatlardan birine otların ve yaprakların kıvrım kıvrım kıvrılışını ezberden nakşettirir; Herat'ta başka bir hattata uğrayıp resmin içindeki kapının üstündeki levhadaki yazıyı altın rika ile yazdırıp hadi yine güneye, Kain'e gider ve altı ay yolculuk ederek yarılayabildiği sayfayı Sultan İbrahim Mirza'ya gösterip aferini alırdı. Bu gidişle kitabın hiç bitmeyeceğini anladılar ve Tatar ulaklar tuttular. Her birinin eline üzerine işlenip yazılacak sayfayla birlikle sanatçıya istenilen şeyi tarif eden birer mektup verdiler. Böylece bütün Acem ülkesinin, Horasan'ın, Özbek memleketinin, Mavaünnehir'in yanından kitap sayfalarını taşıyan ulaklar geçti.

Ulaklar gibi kitabın yapımı da hızlandı. Bazen elli dokuzuncu yaprakla yüz altmış ikinci yaprak karlı bir gece kurt ulumalarının işitildiği bir kervansarayda karşılaşır, yarenlik ederken aynı kitap için çalıştıklarını anlayıp, odalarından çıkarıp getirdikleri sayfaların hangi mesnevinin neresine düştüğünü, birbirlerine göre yerlerini anlamaya çalışırlardı. Bugün bitirildiğini kederle işittiğim bu kitabın bir sayfasında da ben olacaktım. Ne yazık ki soğuk bir kış günü beni taşıyarak kayalık geçitlerden geçen Tatar ulağın yolunu haramiler kesti. Önce dövdüler zavallı Tatar'ı, sonra harami usulünce soydular, ırzına geçip imansızca öldürdüler. Bu yüzden ben de bilmiyorum hangi sahifeden düştüğümü. Sizden ricam bana bakıp bunu söylemeniz: Acaba Leyla'yı çadırında çoban kılığında ziyaret eden Mecnun'a gölge mi olacaktım? Umutsuz inançsızın ruhundaki karanlığı anlatayım diye gecenin içine mi karışacaktım? Bütün cihandan kaçıp denizler aşıp, kuşlar, meyvelerle dolu bir adada huzur bulan iki sevgilinin mutluluğuna eşlik etmek isterdim! Diyar-ı Hind'i fethederken basma güneş geçip günlerce burnu kanaya kanaya ölen İskender'in son anlarına gölge olmak isterdim. Yoksa oğluna aşk ve hayat nasihatları veren babanın gücünü ve yaşını ima etmeye mi yarayacaktım? Hangi hikâyeye mana ve zarafet katacaktım? Ulağı öldürüp, beni yanlarına alıp dağ şehir demeden gezdiren haramilerden biri, arada bir kıymetimi biliyor, bir ağaç resmine bakmanın, bir ağaca bakmaktan daha hoş olduğunu anlayacak kadar incelik gösteriyordu, ama bu ağacın hangi hikâyenin parçası olduğunu bilmediği için çabuk sıkılıyordu benden. Beni şehir şehir gezdirdikten sonra korktuğum gibi yırtıp atmadı bu haydut, bir handa ince bir adama bir testi şaraba sattı. Geceleri bazen ağır bir mum ışığında bana bakardı bu zavallı ince adam. Kederden ölünce mallarını sattılar. Beni alan üstat meddah sayesinde tâ İstanbul'a kadar geldim. Şimdi çok mutluyum, bu gece burada Osmanlı Padişahı'nın siz mucize elli, kartal gözlü, çelik iradeli, zarif bilekli, hassas ruhlu nakkaşları ve hattatları arasında olmakta şeref duyuyorum ve Allah aşkına, bir üstat nakkaşın duvara assın diye beni kötü kâğıda alelacele çizdiğini söyleyenlere inanmayın diye yalvarıyorum. Bakın ne yalanlar, ne iftiralar, ne pervasız yakıştırmalar daha var: Dün gece hani buraya duvara bir köpek resmini asıp bu edepsiz köpeğin serüvenlerini hikâye etmişti ya üstadım, bu arada, Erzurumlu bir Husret Hoca'nın serüvenlerini anlatmıştı ya! Şimdi Erzurumlu Nusret Hoca Hazretleri'ni sevenler bunu yanlış anlamış; sözümona biz ona laf dokunduruyormuşuz. Biz büyük vaiz Efendimiz Hazretleri'ne babası belirsiz diyebilir miyiz? Hâşa! Hiç aklımızdan geçer mi? Bu nasıl bir fitne sokmak, ne pervasız bir yakıştırmadır! Madem Erzurumlu Husret, Erzurumlu Nusret ile karışıyor, ben size Sivaslı Şaşı Nedret Hoca'nın ağaç hikâyesini anlatayım. Bu Sivaslı Şaşı Nedret Hoca da güzel oğlanları sevmekle nakşetmeyi lanetlemekten başka, kahvenin Şeytan işi olduğunu, içenin Cehennem'e gideceğim söylüyormuş. E Sivaslı, sen benim şu koca dalımın nasıl eğildiğini unuttun mu? Size anlatayım, ama kimseye söylemeyeceğinize yemin edin, çünkü Allah kuru iftiradan saklasın. Bir sabah bir baktım, maşallahı var, minare boylu, aslan pençe dev gibi bir adam ile yukarıda adı geçen benim bu dala çıkıp gül yapraklarımın arasına gizlenmiş, afedersiniz takır takır iş görüyorlar. Sonradan Şeytan olduğunu anladığım dev bizimkini becerirken güzel kulağını hem şefkatle öpüyor, hem de içine fısıldıyor: "Kahve haramdır; kahve günahtır" diye. Kahvenin zararına inanan, güz dinimizin buyruklarına değil Şeytan'a inanır ona göre. Bir de son olarak Frenk nakkaşlarından söz edeceğim ki, onlara özenen soysuz varsa ibret alsın. Şimdi bu Frenk nakkaşları, kralların, papazların, beylerin, hatta hanımların yüzlerini öyle bir nakşediyorlar ki, o kişiyi resmine bakıp sokakta tanıyabiliyorsun. Bunların karıları zaten sokakta serbest gezer, artık gerisini siz düşünün. Ama bu da yetmemiş, işleri daha ileri götürmüşler. Pezevenklikte değil, nakışta diyorum Bir büyük üstat Frenk nakkaşı ile başka büyük bir nakkaş ustası bir Frenk çayırında yürürler ve ustalık ve sanat üzerine konuşurlarmış. Karşılarına bir orman çıkmış. Daha usta olanı, ötekine şöyle demiş: "Yeni usûllerle resmetmek öyle bir hüner gerektirir ki" demiş, "bu ormandaki ağaçlardan birini resmettin mi, resme bakan meraklı buraya gelip, isterse o ağacı diğerlerinden ayırt edip bulur." Ben fakir, gördüğünüz ağaç resmi, böyle bir akılla resmedilmediğim için Allahıma şükrediyorum. Frenk usullerince resmedilseydim beni sahici bir ağaç sanan İstanbul'un bütün köpekleri üzerime işer diye korktuğumdan değil. Ben bir ağacın kendisi değil, manası olmak istiyorum.

11

B e n i m A d ı m K a r a

Geç vakit başlayan kar sabaha kadar yağdı. Şeküre'nin mektubunu bütün gece yeniden yeniden okudum. Boş evin boş odasında aşağı yukarı sinirli sinirli yürürken şamdana sokuluyor, soluk mumun titreyen ışığında sevgilimin öfkeli harflerinin asabi titreyişlerini, bana yalan söylemek için attıkları taklaları, sağdan sola kıvırta kıvırta ilerleyişlerini seyrediyordum. Derken gözümü önünde kepengin birden açılışı ve sevgilimin karşıma çıkıveren yüzü ve kederli gülümseyişi beliriyordu. Son altı yedi yıldır aklımın içinde Şeküre'dir diye değiştire değiştire taşıdığım ve vişne rengindeki ağızları gittikçe genişleyen yüzlerin hepsini, onun gerçek yüzünü görünce unutmuştum. Gece vakti bir ara evlilik düşlerine kaptırdım kendimi. Hayalimde aşkımdan hiç şüphem yoktu, aşkımın karşılık gördüğünden de. Böylece büyük bir mutluluk içinde evleniyorduk biz, ama merdivenli bir evde hayallerimdeki mutluluk tuzla buz oluyordu. Doğru dürüst bir iş bulamıyor, karımla kavga edip söz geçiremiyordum. Bu karanlık hayalleri Arabistan'daki bekâr gecelerim sırasına okuduğum Gazzali'nin Ihya-ı Ulum'unun evliliğin zararları kısmından apardığımı anlayınca, gecenin ortasında, aynı sayfalara evliliğin yararları konusunda daha fazla laf olduğu geldi aklıma Ama kendimi onca zorlamama rağmen kaç kere okuduğum bu faydaların yalnızca ikisini hatırlayabildim. Erkek evlenince evini birisi düzene sokuyordu, ama hayalimdeki merdivenli evde hiç düzen yoktu. İkincisi, suçlu suçlu otuz bir çekmekten ve daha da suçlulukla karanlık arka sokaklarda pezevenklerin arkasından orospu peşinde sürüklenmekten kurtuluyordum. Bu kurtuluş düşüncesi, gecenin ilerlemiş bir saatinde aklıma yine otuz bir çekmeyi getirdi. Bir saflık isteğiyle, takıntıyı bir an önce kafamdan çıkarmak için her zamanki alışkanlıkla odanın bir köşesine çekildim, ama bir süre sonra otuz bir çekemediğimi anladım. On iki yıldan sonra ben yine âşık olmuştum! Bu şaşmaz kanıt yüreğime öyle bir heyecan ve korku saldı ki mumun ışığı gibi neredeyse titreye titreye yürüdüm odada. Pencereye çıkıp kendini gösterecekse Şeküre, bir de tam tersi mantığı harekete geçirdiği o mektuba ne gerek vardı ki? Kızı beni o kadar istemiyorsa, babası niye çağırıyor, bunlar, baba kız bana oyun mu oynuyorlardı? Odada aşağı yukarı yürüyor, kapının, duvarın, gıcırdayan döşemenin her soruma gacır gucur bir cevap vermeye çalışarak benim gibi kekelediğini hissediyordum. Yıllar önce yaptığım o resme, Şirin'in bir ağacın dalına asılı Hüsrev'in resmini görüp ona tutuluşunu anlatır resme baktım. Tebriz'den gelip Eniştemin eline yeni geçmiş vasat bir kitaptaki aynı resimden aldığım ilhamla yapmıştım onu. Resme bakmak, ne sonraki yıllarda her hatırlayışımda olduğu gibi utandırdı beni (resmin ve aşk ilanının basitliği yüzünden) ne de mutlu gençlik hatıralarıma geri götürdü. Sabaha doğru aklım duruma hakim oldu da, resmi bana geri yollamasını, Şeküre'nin benim için ustaca kurmakta olduğu bir aşk satrancının bir hamlesi olarak gördüm. Oturdum, şamdanın ışığında Şeküre'ye bir cevap mektubu yazdım. Biraz uyuduktan sonra sabah mektubu göğsümün üzerine koydum ve sokaklara çıktım, uzun uzun yürüdüm. Kar İstanbul'un dar sokaklarını genişletmiş, şehri de kalabalığından arındırmıştı. Her şey çocukluğumda olduğu gibi daha sessiz ve hareketsizdi. Çocukluğumun karlı kış günlerinde zannettiğim gibi, İstanbul'un anılarını, kubbelerini, bahçelerini kargalar sarmış gibi geldi bana. Karın üzerindeki ayak seslerimi dinleyerek ağzımdan çıkan buhara bakarak hızla yürüyor, Eniştemin gitmemi istediği saray nakkaşhanesinin de sokaklar gibi sessiz olduğunu düşünerek heyecanlanıyordum. Yahudi mahallesine girmeden mektubumu Şeküre'ye ulaştıracak Ester'e bir çocukla haber saldım, öğle namazından önce buluşmak için yer söyledim. Ayasofya'nın arkasındaki nakkaşhane binasına erkenden gittim. Çocukluğumda bir ara çıraklık ettiğim, Enişte'nin aracılığıyla girip çıktığım nakkaşhane binasının görünüşünde, saçaklardan sarkan buzlar hariç hiçbir değişiklik yoktu. Genç ve yakışıklı bir çırak önde, ben arkada, zamk ve çiriş kokuları içerisinde başları dönmüş yaşlı cilt ustalarının, erken yaşta kamburu çıkmış usta nakkaşların, gözleri ocağın alevlerine kederle takıldığı için

dizlerinin üzerindeki kâselere bakmadan boya karıştıran gençlerin arasından geçtik. Bir köşede kucağındaki devekuşu yumurtasını özenle boyayan bir ihtiyar, bir çekmeceyi neşeyle nakşeden bir amca, onları saygıyla izleyen genç bir çırağı gördüm. Açık bir kapıdan, ustalarının azarladığı genç öğrencilerin yaptıkları yanlışı anlamak için kıpkırmızı yüzlerini önlerindeki kâğıtlara değdirircesine yaklaştırdıklarını gördüm. Bir başka hücrede kederli ve hüzünlü bir çırak renkleri, kâğıtları, nakşı unutmuş, benim az önce heyecanla yürüdüğüm sokağa bakıyordu. Açık hücre kapılarının önünde nakış istinsah eden, kalıp boya hazırlayan, kalemlerini sivrilten nakkaşlar ben yabancıya yan gözle düşmanca baktılar. Buzlu merdivenleri çıktık. Nakkaşhane binasının ikinci katlı dört yanından dolanan revakının altından yürüdük. Aşağıda kat kaplı iç avluda çocuk yaşta iki öğrenci, kalın aba kumaştan cübbelerine rağmen belli ki soğuktan tir tir titreyerek bir şeyi, belki verilecek bir cezayı bekliyorlardı. İlk gençliğimizde tembellik eden ya da pahalı boyaları ziyan eden öğrencilere atılan dayakları, ayaklarını kanatıncaya kadar tabanlarına vurulan sopaları hatırladım. Sıcak bir odaya girdik. Dizlerinin üzerine rahatça oturmuş nakkaşlar gördüm, ama hayallerimin ustaları değil, çıraklıktan yeni çıkmış gençlerdi bunlar. Bir zamanlar bende fazlasıyla saygı heyecan uyandıran bu oda, Üstat Osman'ın takma adlar verdiği büyük ustalar artık evlerinde çalıştıkları için bir büyük zengin padişahın nakkaşhanesi değil de, Doğu'da ıssız dağlar içinde yitip gitmiş bir kervansarayın büyükçe bir odasına benziyordu şimdi. Hemen kenarda, bir piştahtanın başında on beş yıl sonra ilk defa gördüğüm Başnakkaş Üstat Osman, bir gölgeden çok bir hortlakmış gibi geldi bana. Yolculuklarım sırasında ne zaman nakşetmeyi, resmetmeyi düşlesem, Behzat gibi hayallerim içinde hayranlıkla beliren büyük usta, Ayasofya tarafına bakan pencereden gelen kar beyazı ışığın içinde beyaz kıyafetleriyle sanki çoktan öteki dünyanın hayaletlerine karışmıştı bile. Üzerinin benlerle kaplanmış olduğunu gördüğüm elini öptüm, kendimi hatırlattım. Eniştemin beni buraya çocukluğumda soktuğunu, ama benim kalemi tercih edip çıktığımı, yıllarımı yollarda, Doğu şehirlerinde paşalara katiplik, defterdar katipliği ederek geçirdiğimi, Serhat Paşa ve öteki paşalarla birlikte Tebriz'de hattat ve nakkaşları tanıyıp kitaplar hazırlattığımı, Bağdat ve Halep'te, Van'da ve Tiflis'te bulunduğumu, savaşlar gördüğümü söyledim. "Ah, Tiflis!" dedi büyük üstat penceredeki muşambadan süzülüp karlı bahçeden içeri vuran ışığa bakarak. "Orada şimdi kar mı yağıyor?" Sanatında ustalaşa ustalaşa körleşen ve bir yaştan sonra yarı evliya yarı bunak hayatı süren ve bitip tükenmez efsaneleri anlatılan eski Acem üstatları gibi davranıyordu, ama cin gibi gözlerinden Eniştemden şiddetle nefret ettiğini, benden şüphelendiğini görebildim hemen. Yine de ona Arap çöllerinde karın, burada olduğu gibi yalnızca Ayasofya Camii'ne değil, hatıralara da yağdığım anlattım. Tiflis kalesine kar yağdığı zaman çamaşır yıkayan kadınların çiçek renginde şarkılar söylediğini, çocukların da yastıklarının altında yaz için dondurma sakladıklarını hikâye ettim. "Gittiğin ülkelerde nakkaşlar, ressamlar ne nakşediyor, ne resmediyorlar anlat," dedi. Bir köşede sayfalara cetvel çekerken hayaller içinde dalıp gitmiş hülyalı genç nakkaş rahlesinden başını kaldırıp, bana, en gerçek masalı şimdi anlat, dercesine ötekilerle birlikte baktı. Çoğu mahallesinde bakkal kimdir, komşu manavla niye kavgalıdır, ekmeğin okkası kaçadır bilmeyen bu insanların Tebriz'de, Kazvin'de, Şiraz ve Bağdat'ta kimin nasıl nakış yaptığından, hangi hanların, şahların, padişahların, şehzadelerin kitap için kaç para döktüğünden haberdar olduklarından, en azından bu çevrelerde veba gibi hızla yayılan en son dedikodu ve söylentileri fazla fazla işitmiş olduklarından hiç kuşkum yoktu, ama yine de anlattım. Çünkü ben oradan, Doğu'dan, orduların savaştığı, şehzadelerin birbirini boğazlayıp şehirleri yağmalayıp yaktığı, savaş ve barışın her gün konuşulduğu ve asırlardır en iyi şiirlerin yazılıp, nakşın ve resmin yapıldığı Acem ülkesinden geliyordum. "Elli iki yıldır tahtta oturan Şah Tahmaşp son yıllarında, bildiğiniz gibi kitap, nakış, resim aşkını unutup şairlere, nakkaşlara, hattatlara sırtını dönüp kendini ibadete vererek ölmüş, yerine de oğlu İsmail oturmuştu," dedim. "Huysuzluğunu ve kavgacılığını bildiği için babasının yirmi yıl hapiste tuttuğu yeni şah tahta geçer geçmez kudurup kardeşlerini boğazlattı, kimini de kör edip başından attı. Ama düşmanları sonunda afyonlayıp zehirleyip ondan kurtuldu da tahta yarım akıllı ağabeyi Muhammet Hüdabende'yi geçirdik Onun zamanında bütün şehzadeler, kardeşler, valiler, Özbekler, herkes ayaklandı, birbirleriyle ve bizim Serhat Paşamızla öyle bir savaşa tutuştular ki Acem ülkesi toz duman içinde kaldı, taruman oldu. Parasız, pulsuz, akılsız ve yarı kör şimdiki Şahın ne kitap yazdıracak hali var, ne resimletecek. Böylece, Kazvin'in ve Herat'ın efsanevi nakkaşları, Şah Tahmasp'ın nakkaşhanesinde harikalar yaratan bütün o yaşlı ustalar ve çırakları, fırçaları atları dörtnala koşturan, kelebekleri sayfadan çıkarıp uçuran ressamlar, renkbazlar, bütün o usta ciltçiler, hattatlar, hepsi işsiz güçsüz, parasız pulsuz hatta yersiz yurtsuz kaldılar. Kimi kuzeye Şeybaniler arasına, kimi Hindistan'a, kimi buraya İstanbul'a göç etti. Kimi başka işlere girip, orada kendini ve şerefini tüketti. Kimi de her biri birbirine düşmüş küçük şehzadelerin, valilerin yanına girip en fazla üç beş yaprak resmi olan avuç içi kadar kitaplar için

çalışmaya başladılar. Sıradan askerlerin, görgüsüz paşaların, şımarık şehzadelerin zevki için alacele yazılıp şıpınişi nakışlanmış ucuz kitaplar sardı her yeri." "Ne kadardan gidiyor?" diye sordu Üstat Osman. "Koskoca Sadıki Bey'in bir Özbek sipahisi için yalnızca kırk altına bir Acaip-ül Mahlukat resmettiği söyleniyor. Doğu seferinden Erzurum'a geri dönen görgüsüz bir paşanın çadırında, araların üstat Siyavuş'un elinden çıkma resimler de olan, açık saçık resimlerle dolu bir murakka gördüm. Resmetmekten cayamayan büyük ustalar bir kitabın, funduszeue.infoâyenin parçası olmayan tek tek resimler yapıp satıyorlar. O tek resme bakarken bu hangi hikâyenin hangi meclisidir demiyorsun da, yalnızca resmin kendisi için, görme zevki için bakıp, mesela tam bir at olmuş bu, ne güzel diyor, ressama parayı bu yüzden veriyorsun. Savaş resimleri de, sikiş resimleri de pek isteniyor. Kalabalık bir savaş meclisi üç yüz akçeye kadar düşmüş ve sipariş eden yok gibi. Bazıları ucuz olsun alıcı çıksın diye aharsız, cilasız kâğıda, boya bile sürmeden siyah beyaz resimler yapıyorlar." "Mutlu mu mutlu, hünerli mi hünerli bir müzehhibim vardı," dedi Üstat Osman. "Öyle bir zarafetle iş görürdü ki, biz ona Zarif Efendi derdik. Ama o da bizi bıraktı gitti. Altı gün oluyor, ortalıkta yok. Sırra kadem bastı." "İnsan bu nakkaşhaneyi, bu mutlu baba evini nasıl bırakır da gidebilir?" dedim. "Çıraklıklarından beri yetiştirdiğim benim dört genç üstadım, Kelebek, Zeytin, Leylek ve Zarif, Padişahımızın iradesiyle artık evlerinde nakşediyorlar," dedi Üstat Osman. Görünüşte bütün nakkaşhanenin ilgilendiği Surname için daha rahat çalışabilsinler diyeydi bu. Sultan bu sefer usta nakkaşlarına özel bir kitap için saray avlusunda bir özel köşe açtırmamış, onlara evlerinde çalışmalarını buyurmuştu. Bu buyruğun Eniştemin kitabı için verilmiş olabileceği aklıma gelince sustum. Üstat Osman ne kadar imalı konuşuyordu? "Nuri Efendi," diye seslendi, kambur ve solgun bir nakkaşa, "Kara Çelebi'ye bir vaziyet ver!" "Vaziyet," nakkaşhanede olup bitenleri çok yakından takip ettiği o heyecanlı zamanlarda, Padişahımızın her iki ayda bir nakkaşhane binasını ziyaretleri sırasında yapılan bir törendi. Hazinedarbaşı Hazım, Şehnamecibaşı Lokman ve Başnakkaş Üstat Osman'ın eşliğinde Padişahımıza nakkaşhanenin üstatlarının, hangi kitapların hangi sahifeleri üzerinde çalıştığı, kimin hangi tezhibi yaptığı, kimin hangi resmi renklendirdiği, renkbazların, cetvelkeşlerin, müzehhiplerin, ellerinden her iş gelir on parmağında on marifet usta nakkaşların tek tek hangi işlerin üzerinde oldukları anlatılırdı. Nakşedilen kitapların çoğunun yazarı Şehnamecibaşı Lokman Efendi elden ayaktan düşüp evinden çıkmaz olduğu, Bâşnakkaş Osman sürekli bir kırgınlık ve öfkenin dumanları içinde kaybolduğu ve Kelebek, Zeytin, Leylek ve Zarif takma adlı dört üstat evlerinde çalıştığı ve Padişahımız da artık nakkaşhanede çocuk gibi heyecanlanamadığı için artık hiç yapılmayan bu tören yerine onun bir taklidinin yapılması beni kederlendirdi. Pek çok nakkaşa olduğu gibi, hayatı hiç yaşayamadan ve zanaatında hiç ustalaşamadan boşu boşuna ihtiyarlamıştı Nuri Efendi, ama iş tahtasına yıllarca eğilip boşu boşuna kambur olmuş değildi: Nakkaşhanede olup bitenlere, kimin hangi güzel sayfayı yaptığına dikkat etmişti hep. Böylece, Padişahımızın şehzadelerinin sünnet düğünü törenlerini anlatan Surname'nin efsane sayfalarını ilk defa heyecanla seyrettim. Her meslekten, her loncadan bütün İstanbul'un katıldığı bu elli iki gün süren sünnet düğününün hikâyelerini tâ Acemistan'da duymuş, töreni anlatan kitabı daha yapılırken işitmiştim. Önüme konan ilk resimde, Cihanpenah Padişahımız merhum' İbrahim Paşa'nın sarayının şehnişinine kurulmuş, aşağıda At Meydanı'nda yapılan şenlikleri hoşgörülü bir bakışla seyrediyorlardı. Yüzü, onu başkalarından ayırabilecek kadar ayrıntılı olmasa da, iyi ve saygıyla çizilmişti. Padişahımızın solunda yerleştiği iki sayfalık resmin sağ yanında ise pencerelerde, kemerler içinde vezirler, paşalar, Acem, Tatar, Frenk ve Venedik elçileri vardı. Padişah olmadıkları için acele ve dikkatsizce çizilen ve hedefe odaklanmayan gözlerini meydandaki harekete dikmişlerdi hepsi. Daha sonra diğer resimlerde de aynı yerleştirme ve istifin, duvar işlemeleri, ağaçlar, kiremitler başka türlü ve başka renklerle çizilse tekrarlandığını gördüm. Yazılar hattatlarca yazılıp resimleri bitirilip Surname ciltlendiğinde, sayfaları çeviren okur, böylece hep aynı duruşla hep aynı meydana bakan Padişah'ın ve davetli kalabalığının bakışları altındaki At Meydanı'nda her seferinde bambaşka renkler içinde bambaşka bir hareketi görecekti. Ben de gördüm: Oraya, At Meydanı'na konmuş yüzlerce kâse pilavı kapışanları ve kızarmış sığırı yağmalarken içinden çıkan tavşanlardan, kuşlardan korkanları gördüm. Tekerlekli bir arabaya binip lonca halinde Padişahımızın önünden geçerken aralarından birini arabaya yatırıp çıplak göğsü üzerindeki köşeli bir örste bakır döverken çekiçleri çıplak adama isabet ettirmeden vuran usta bakırcıları gördüm. Padişahının önünden araba içinde geçerken camların üzerine karanfiller, serviler işleyen camcıları ve develere inildenmiş çuvallar dolusu şeker ile kafesler içinde şekerden papağanlarla geçerken tatlı şiirler okuyan şekercileri ve araba

içinde çeşit çeşit askılı, zarflı, sürmeli, dişli kilitlerini sergileyerek ve yeni zamanların ve yeni kapıların kötülüklerinden şikâyet ederek geçen ihtiyar kilitçileri gördüm. Hokkabazları gösterir resme usta nakkaşlardan hem Kelebek, hem Leylek, hem de Zeytin dokunmuştu: Bir hokkabaz bir sırığın üzerinde yumurtaları sanki geniş bir mermerin üzerinde yürütür gibi hiç düşürmeden yürütüyor, bir başkası da ona tef çalıyordu. Kaptanıderya Kılıç Ali Paşa denizlerde yakalayıp esir ettiği kâfirlere çamurdan bir kefere dağı yaptırmış, hepsini arabaya bindirmiş ve Padişah'ın tam önündeyken dağın içindeki barutu patlatarak kâfirin memleketini toplarıyla nasıl inim inim inlettiğini göstermişti, resimde aynen gördüm. Ellerinde satırları gül ve patlıcan renkli elbiseler giyen sakalsız, bıyıksız kadın yüzlü kasapların çengelden sarkan derisi yüzülmüş pembe koyunlara gülümsediklerini gördüm. Zincirler ile Padişahımızın huzuruna getirilmiş aslan kızdırılıp alay edilince gözleri kan içinde kalıp öfkelenmiş, seyirciler bakıcıları alkışlamışlar ve İslam'ı temsil eden aslan, öbür sayfada domuz gâvuru temsil eden boz ve pembeye boyanmış domuzu kovalamıştı. Padişah'ın huzurundan geçerken arabanın üzerine yerleştirilmiş dükkânının tavanından baş aşağı sarkıp müşterisini tıraş eden berberin ve o müşteriye gümüş kap içinde kokulu sabunla ayna tutup bahşiş bekleyen kırmızılar içindeki berber çırağının resmine de doya doya baktıktan sonra harika nakkaşın kim olduğunu sordum. "Resmin, güzelliğiyle insanı hayatın zenginliğine, sevgiye, Allah'ın yarattığı âlemin renklerine saygıya, iç düşünceye ve imana çağırması önemlidir. Nakkaşın kimliği değil." Eniştemin beni buraya soruşturmaya yolladığını anlayıp da ihtiyatlı mı davranıyordu sandığımdan çok daha incelikli olan nakkaş Nuri yoksa Başnakkaş Üstat Osman'ın sözlerini mi tekrarlıyordu? "Bütün bu tezhipleri Zarif Efendi mi yapmıştı?" diye sordum. "Onun yerine tezhipleri kim yapıyor şimdi?" Açık kapının iç avluya bakan aralığından çocuk çığlıkları, haykırışlar gelmeye başladı. Aşağıda serbölüklerden biri, büyük iri mal, ceplerinde lal tozu, ya da kâğıt içinde altın varak saklayan şakirtleri, herhalde az önce soğukta titreyerek bekleyen ikisini falakaya yatırtmıştı. Dalga geçmek için fırsat kollayan genç nakkaşlar seyir için kapıya koşuştular. "Çıraklar, meydanın zeminini, bu resimde Osman ustamız buyurduğu gibi gülgûni bir pembeye boyayıp bitirene kadar," dedi Nuri Efendi ihtiyatla, "Zarif Efendi kardeşimiz de gittiği yerden dönüp bu iki sayfanın tezhibini yapar bitirir inşallah. Nakkaş Osman üstadımız, Zarif Efendi'den At Meydanı'nın toprak zemin her seferinde başka bir renge boyanmasını istedi. Gülgûni pembe, hint yeşili, safran sarısı ya da kaz boku rengine. Çünkü resme bakan göz oranın meydan olduğunu, toprak rengi olacağını ilk resimde anlar da, ikinci, üçüncü resimde oyalanmak için başka renkler ister. Nakış, sayfayı şenlendirmek için yapılır." Bir köşede bir kalfanın bıraktığı, üzeri, resmedilmiş bir kitap gördük. Bir zafername için donanmanın savaşa gidişini gösteren bir tek sayfalık resim üzerinde çalışıyormuş, ama belli ki ayak tabanları sopalarla parçalanan arkadaşlarının çığlıklarını duyup seyretmeye koşmuştu. Bir kalıbın üzerinden geçe geçe çizdiği bir örnek gemilerle yaptığı donanma sanki denizin üzerine hiç oturmuyordu bile, ama bu iğretilik, yelkenlerin rüzgârsızlığı kalıptan değil, genç nakkaşın yeteneksizliğindendi. Kalıbın ne olduğu çıkaramadığım eski bir kitaptan, belki bir murakkadan vahşi kesilip çıkarıldığını kederle gördüm. Üstat Osman belli ki aldırmıyordu artık pek çok şeye. Sıra kendi iş tahtasına gelince Nuri Efendi üç haftadır üzerinde çalıştığı tuğra tezhibinin bittiğini gururlanarak söyledi. Kime, hangi amaçla yollanacağı anlaşılmasın diye boş kâğıda çizim tuğraya ve tezhibine saygıyla baktım. Doğu'da pek çok huysuz paşanın, Padişah'ın tuğrasının bu soylu ve güç dolu güzelliği görüp isyandan vazgeçtiğini bilirim. Sonra hattat Cemal'in yazıp bitirip bıraktığı en son harikaları gördük de, asıl sanatın hat, nakşın hattı öne çıkarmak için bir bahane olduğunu söyleyen renk ve nakış düşmanlarına hak vermemek için çabuk geçtik. Cetvelkeş Nasır, Timur'un oğulları zamanından kalma bir Nizami Hamse'sinden bir sayfayı, Hüsrev'in Şirin'i yıkanırken çıplak görüşünü tasvir eden bir resmi, tamir ediyorum diye bozuyordu. Altmış yıl önce Tebriz'de Üstat Behzat'ın elini öptüğünü ve o sırada efsane büyük üstadın kör ve sarhoş olduğunu iddia etmekten başka bir hikâyesi olmayan doksan iki yaşındaki yarı kör bir eski usta Padişahımıza üç ay sonra bitirip vereceği bayram hediyesi kalem kutusunun işlemelerini kendi titreyen elleriyle gösterdi. Alt kat odalarındaki dar hücrelerinde, seksene yakın nakkaş, öğrenci ve çırağın çalıştığı bütün nakkaşhaneyi bir sessizlik sarmıştı. Benzerlerini çok dinlediğim dayak sonrası sessizliğiydi bu; bazen sinir bozucu bir kahkaha ya da bir şaka, bazen de çıraklık yıllarını hatırlatan bir iki hıçkırık ve bastırılmış bir ağlama öncesi iniltisiyle kesilir, usta nakkaşlar da kendi çıraklık yıllarında yedikleri dayakları hatırlarlardı. Doksan iki yaşındaki yarı kör usta bana bir an daha derin bir şeyi, burada bütün savaşlardan ve alt üst oluşlardan uzakta her şeyin sona ermekte olduğunu hissettirdi. Kıyamet kopmadan hemen önce de böyle bir sessizlik olacaktır. Nakış aklın sessizliği, gözün musikisidir.

Veda etmek için Üstat Osman'ın elini öperken yalnız büyük bir saygı değil, ruhumu altüst eden bambaşka bir şey de duydum: Bir evliyaya duyacağınız cinsten hayranlıkla karışık bir acıma: Tuhaf bir suçluluk duygusu. Belki de Frenk üstatlarının usûlleri gizlice açıkça taklit edilsin isteyen Eniştem ona bir rakip olduğu için. Aynı anda büyük üstadı hayatta son kere gördüğüme karar veriverdim ve hoşuna gitmek, onu sevindirmek telaşıyla bir soru sordum. "Büyük üstadım, efendim, has bir nakkaşı, sıradan bir nakkaştan ne ayırır?" Biraz dalkavukça olan bu tür sorulara alışık Başnakkaş baştan savma bir cevap vereceğini, zaten şu anda beni bütünüyle unutmakta olduğunu sanıyordum. "Has nakkaşı hünersiz, imansız nakkaştan ayıracak tek bir kıstas yoktur," dedi ciddiyetle. "Zamana göre değişir bu. Sanatıma tehdit eden kötülüklere karşı nakkaşın ahlakının ve hünerinin ne olduğu önemli. Bugün bir genç nakkaş ne kadar has, anlamak için üç şeyi sorardım ona." "Nedir bunlar?" "Yeni âdete uyup Çinlilerin ve Frenklerin etkisiyle aman beni şahsi bir nakış usûlüm, bir üslubum olsun diye tutturuyor mu? Nakkaş olarak herkesten ayrı bir edası, bir havası olsun istiyor, bunu da nakşının bir yerine Frenk üstatları gibi imza koyarak kanıtlamaya çalışıyor mu? İşte bunu anlamak için ben ona üslup ve imzayı sorardım ilk." "Sonra?" diye sordum saygıyla. "Sonra kitaplarımızı ısmarlayan şahlar ve padişahlar ölüp, ciltler el değiştirip parçalanıp yaptığımız resimler başka kitaplarda, başka zamanlarda kullanılınca bu nakkaş ne hissediyor onu öğrenmek isterdim. Üzülmekle de, sevinmekle de üstesinden gelinmeyecek bir hassas şeydir. Bu yüzden nakkaşa zamanı sorardım. Nakşın zamanını ve Allah'ın zamanını. Anlıyor musun oğlum?" Hayır. Ama öyle demedim de, "Üçüncüsü?" diye sordum. "Üçüncüsü körlüktür!" dedi büyük üstat Başnakkaş Osman ve bu söylediği yorum gerektirmez aşikâr bir şeymiş gibi sustu. "Körlüğün nesidir?" dedim ezile büzüle. "Körlük sessizdir. Demin dediğim birinciyle ikinciyi birleştirsen körlük belirir. Nakşın en derin yeri, Allah'ın karanlığında belireni görmektir." Sustum, dışarı çıktım. Buzlu merdivenleri acele etmeden indim. Büyük üstadın üç büyük sorusunu Kelebek'e, Zeytin'e, Leylek'e yalnız lafı açmak için değil, yaşarken efsane olan bu yaşıtlarımı anlamak için de soracağımı biliyordum. Ama hemen usta nakkaşların evlerine gitmedim. Yahudi mahallesine yakın, Haliç'in Boğaziçi'ne açıldığı yeri tepeden görür yeni bir pazar yerinde Ester ile buluştum. Alışveriş eden köle kadınlar, yoksul mahallelerin soluk ve bol kaftanlar giyen kadınları ve havuçlara, ayvalara, soğan ve turp demetlerine dalıp gitmiş kalabalık içinde giymek zorunda olduğu pembe Yahudi elbisesi, hareketli koca gövdesi, hiç durmayan çenesi ve fıldır fıldır oynayarak bana işaretler yollayan kaşları ve gözleriyle Ester cıvıl cıvıldı. Ona verdiğim mektubu sanki bütün çarşı bizi dikizliyormuş gibi pek esrarlı ve pek işbilir hareketlerle şalvarından içeri soktu. Şeküre'nin beni düşündüğünü söyledi. Bahşişini aldı ve "Aman acele acele doğru götür," demem üzerine, daha pek çok işi olduğunu bohçasını işaretle gösterdi ve mektubu ancak öğleye doğru Şeküre'ye ulaştıracağını söyledi. Ondan, Şeküre'ye üç büyük genç üstadı görmeye gittiğimi söylemesini istedim.

12

B a n a K e l e b e k D e r l e r

Öğle namazından önceydi. Kapı vuruldu, açtım baktım: Kara Çelebi. Çıraklık yıllarımızda bir ara aramızdaydı. Sarılıp öpüştük. Şimdi Eniştesinden bir haber mi getirmiş, diye merak ediyordum ki nakşettiğim sayfalara, resimlerime bakacağını, dostluk için geldiğini ve beni Padişahımız adına bir soruyla sınayacağını söyledi: Peki, dedim. Bana düşen soru nedir? Söyledi! Peki!

ÜSLUP VE İMZA Nakşı göz zevki ve imanı için değil de parası ve namı için yapan soysuzlar çoğaldıkça, dedim, üslup ve imza merakı gibi daha pek çok çirkinlik ve tamahkârlık göreceğiz demektir. İnanarak değil, usûldendir diye yapıyordum bu girişi: Çünkü hakiki yetenek ve hüner, altın ve ün sevgisiyle bile bozulmaz. Hatta, doğrusunu söylemek gerekirse, bana olduğu gibi, para ve ün hüner sabibinin hakkıdır ve onu aşka getirir. Ama bunu söylersem, nâkkaşlar bölüğünün kıskançlıktan kuduran sıradan nakkaşları, açık verecek bir söz ettim diye üzerime gelirler de bu işi onlardan daha çok sevdiğimi kanıtlamak için pirinç üzerine ağaç resmederim. Frenk etkisiyle Batı'dan ve cizvit papazlarının götürdüğü resimlere kanıp yoldan çıkmış bazı zavallı Çinli üstatların etkisiyle Doğu'dan bu üslup, imza ve şahsiyet heveslerinin tâ yakınımıza kadar geldiğini bildiğim için sizlere bu konuda kıssa olacak üç hikâye anlatayım.

ÜÇ ÜSLUP VE İMZA MESELİ Elif Bir zamanlar Herat'ın kuzeyindeki dağlardaki kalesinde nakşa ve resme meraklı bir genç han yaşamış. Haremindeki kadınlardan yalnızca birini severmiş bu han. Deli gibi sevdiği bu güzeller güzeli Tatar kızı da hana aşıkmış. Sabahlara kadar terleye terleye öyle çok sevişirlermiş ve öyle mutluymuşlar ki hayatları hep böyle sürsün isterlermiş. Bu dileklerini gerçekleştirmenin en iyi yolunun da kitapları açıp eski üstatların yaptığı harika ve kusursuz resimlere saatlerce, günlerce bakmak, hiç durmamacasına bakmak olduğunu keşfetmişler. Aynı hikâyelerin hiç şaşmadan, hep birbirini tekrar eden kusursuz resimlerine baktıkça, zamanın durduğunu ve hikâyede anlatılan altın devrin mutlu zamanına kendi mutluluklarının karıştığını hissederlermiş. Hanın nakkaşhanesinde aynı resimleri aynı kitapların sayfaları için yeniden aynı kusursuzlukla yapan ustalar ustası bir de nakkaş varmış. Âdet olduğu üzere usta nakkaş, Ferhat'ın Şirin'e olan aşkından acı çekişinin, Mecnun ile Leyla'nın birbirlerini görüp hayranlık ve özlemle bakışmalarını ya da Hüsrev ile Şirin'in Cennet misali masal bahçesinde birbirlerini çift anlamlı, manidar bakışlarla süzmelerini bir kitap sahifesinde resmederken âşıkların yerine Han ile Tatar güzelinin resmini çizermiş. Han ile sevgilisi bu sayfalara bakınca kendi mutluluklarının hiç bitmeyeceğine iyice inanır, usta nakkaşı övgüye ve altına boğarlarmış. İltifat ve altının çokluğu usta nakkaşı sonunda yoldan çıkarmış ve Şeytan'ın da dürtmesiyle resimlerinin kusursuzluğunu eski üstatlara borçlu olduğunu unutmuş ve kendi şahsiyetinden de bir parça koyarsa resimleri daha da beğenilir sanmış gururla. Oysa, usta nakkaşın yaptığı bu yenilikleri, kişisel üslup izlerini, han ile sevgilisi birer kusur olarak görüp huzursuz olmuşlar. Uzun uzun baktığı resimlerde eski mutluluklarının şurasından burasından bozulduğunu hissedince Han, önce sahifelerde o resmediliyor diye Tatar güzelini kıskanmış. Sonra o güzel Tatarı kıskandırmak için başka bir cariye ile sevişmiş. Harem dedikoducularından bunu öğrenmek o kadar kederlendirmiş ki Tatar güzelini, kendini

Harem avlusundaki sedir ağacına sessizce asmış. Yaptığı yanlışı farkeden ve bunun arkasında nakkaşın kendi üslup merakı olduğunu gören Han da Şeytan'ın kandırdığı ustayı aynı gün kör ettirmiş.

Be Doğu memleketlerinin birinde nakışsever mutlu ve yaşlı bir padişah varmış, yeni evlendiği güzeller güzeli Çinli karısıyla çok mutlu yaşarmış. Derken padişahın önceki karısından yakışıklı oğluyla genç karısının gönülleri birbirine kaymış. Babasına ihanetten ödü kopan oğul, yasak aşkından utanıp kendini nakkaşhaneye kapatıp resme vermiş. Aşkının kederi ve gücüyle resmettiği için resimlerinin her biri o kadar güzel olurmuş ki, bakanlar eski üstatlarınkinden ayıramazlar, padişah baba da oğluyla çok gururlanırmış. Çinli genç karısı ise resimlere bakıp, "Evet, çok güzel" dermiş. "Ama yıllar geçecek, bu güzelliği onun yaptığını imza atmazsa kimse bilmeyecek." "Oğlum resme imza atarsa eski ustaları, taklitle yaptığı bu resmi haksız olarak kendi üzerine almış olamaz mı?" dermiş padişah. "Üstelik imza atarsa resmim benim kusurumu taşıyor demiş olmaz mı?" Yaşlı kocasını ikna edemeyeceğini anlayan Çinli karısı, bu imza lakırdılarını, nakkaşhaneye kendini kapatmış olan genç oğula duyurmayı sonunda başarmış; Dahası, aşkını içine gömmek zorunda kaldığı için gururu kırık olan oğul, güzel ve genç üvey anasının verdiği bu akıla, Şeytan'ın da teşvikiyle kanıp bir resmin köşesine, duvarla otların arasında, hiç görülmez sandığı bir köşeye imzasını atmış. İmzaladığı ilk resim ise Hüsrev ile Şirin'den bir meclismiş. Hani bilirsiniz: Hüsrev, Şirinle evlendikten sonra ilk evliliğinden olan oğlu Şiruye, Şirin'e âşık olur ve bir gece camdan girip hançerini Şirin'in yanında yatan babasının ciğerine daldırıverir. İşte, ihtiyar padişah oğlunun yaptığı bu meclisi gösteren resme bakarken, birden resimde bir kusur sezmiş; imzayı gördüğü, ama pek çoğumuzun yaptığı gibi, gördüğünü farketmediği için resimden ona yalnızca "bu bir kusurlu resim," duygusu geçmiş. Bu eski üstatların yapacağı bir şey olmadığı için ihtiyar padişah telaşa kapılmış. Çünkü bu, okuduğu cilt bir hikâyeyi, bir efsaneyi değil, bir kitaba en yakışmaz şeyi, bir hakikati anlatıyor demekmiş. İhtiyar bunu sezince korkmuş. Aynı anda da, nakkaş oğlu tıpkı yaptığı resimdeki gibi, pencereden içeri girmiş ve resimdeki kadar iri hançerini babasının korkudan büyüyen gözlerine bakmadan göğsüne daldırmış.

Cim Bundan iki yüz elli yıl önce Kazvin'de kitap süslemenin, hattın ve nakşın en itibarlı, en sevilen .sanatlar olduğunu Raşidüddini Kazvini tarihinde keyifle yazar. Kazvin'de o sırada tahtında oturan, Bizans'tan Çin'e kırk memlekete hükmeden (nakış sevgisi bu büyük gücün sırrı olabilir) zamanın şahının, ne yazık ki, erkek evladı yokmuş. Ölümünden sonra fethettiği memleketler bölünmesin diye şah, güzel kızına akıllı bir nakkaş koca bulmaya karar verince, nakkaşhanesindeki üçü de bekâr üç büyük genç üstat arasında bir yarışma açmış. Raşidüddin'in tarihine göre, yarışmanın çok basit bir konusu varmış: Kim en güzel resmi yapacak! Tıpkı Raşidüddin gibi, genç nakkaşlar da bunun eski üstatlar gibi resmetmek olduğunu bildikleri için, üçü de, en sevilen bir meclisi çizmişler. Cennet misali bir bahçede, servi ve sedir ağaçları, ürkek tavşanlar ve telaşlı kırlangıçlar arasında aşktan kedere boğulmuş, gözü yerde bir güzel kız. Birbirlerinden habersiz aynı resmi, tıpkı eski üstatlar gibi çizen üç nakkaştan en çok farkedilmek isteyeni ise, resmin güzelliğini sahiplenmek için bahçenin en kuytu yerine nergis çiçekleri arasına imzasını gizlemiş. Ama kendisinin eski üstatların alçakgönüllülüğünden uzaklaştıran bu küstahlığı yüzünden derhal Kazvin'den Çin'e sürülmüş. Böylece öteki iki nakkaş arasında yeniden bir yarışma açılmış. Bu sefer ikisi de güzel bir kızı harika bahçede at üzerinde gösterir şiir kadar güzel birer resim çizmişler. Nakkaşlardan biri, fırçasının sürçmesi yüzünden mi, yoksa mahsus mu, bilinmez, Çinli gibi çekik gözlü, çıkık elmacık kemikli kızın beyaz atının burnunu biraz tuhaf çizmiş: Bu hemen, baba kız tarafından bir kusur olarak görülmüş. Gerçi imza atmamışmış bu nakkaş, ama harika resminde atın burnuna ustaca bir kusur yerleştirmişmiş ki farkedilsin. Kusur üslubun anasıdır, demiş Şah ve bu nakkaşı da Bizans'a sürmüş. Hiçbir imzasız, hiçbir kusursuz, tıpkı eski üstatlar gibi çizen hünerbaz nakkaşın, şahın kızı ile düğününün hazırlıkları yapılırken, Raşidüddini Kazvini'nin o kalın tarihine göre, son bir gelişme daha olmuş: Düğünden bir gün önce, şahın kızı, ertesi gün kocası genç ve yakışıklı büyük üstadın yaptığı resme bütün gün kederle bakmış. Akşam karanlığı çökerken babasının yanına çıkmış: "Eski üstatlar, harika resimlerinde güzel kızları Çinliler gibi çizerlerdi ve bu Doğu'dan gelen şaşmaz bir kuraldır, evet doğru," demiş. "Ama birini sevdiklerinde bu güzelin kaşına, gözüne, dudağını saçına, gülüşüne, hatta kirpiğine sevdikleri güzelden bir iz, bir şey koyarlardı. Resimlerine yerleştirdikleri bu gizli kusur, onların aşklarının ancak kendilerinin ve sevgililerinin bilebileceği işaret olurdu. Ata binen güzel kızın resmine bütün gün baktım, babacığım, benden hiç iz yok onda! Bu nakkaş belki bir büyük usta, hem de genç ve yakışıklı, ama beni sevmiyor." Böylece Şah düğünü hemen iptal etmiş ve baba kız ömürlerinin sonuna kadar birlikte yaşamışlar.

"Üslup denen şeyi başlatan kusur, o zaman, bu üçüncü hikâyeye göre," dedi Kara pek kibar, pek saygılı bir edayla. "Nakkaş âşık olduğu güzelin yüzünün, gözünün, gülüşünün gizli işaretinden mi çıkıyor?" "Hayır," dedim kendimden emin ve mağrur bir edayla. "Üst nakkaşın sevdiği kızdan resmine geçen şey, kusur değil kural olur sonunda. Çünkü bir süre sonra, herkes üstadı taklitle kızların yüzünü o güzel kızınki gibi resmetmeye başlar." Biraz sustuk. Anlattığım üç hikâyeyi pür dikkat dinleyen Kara'nın, sofada, yan odada gezinen güzel karımın tıkırtılarına dikkat kesildiğini görünce gözlerimi gözlerinin içine diktim. "Birinci hikâye üslubun bir kusur olduğunu gösterir," dedim. "İkinci hikâye kusursuz resmin imza istemediğini gösterir. Üçüncü hikâye de, birinciyle ikincinin aklını birleştirir ve o halde imza ve üslup kusurla küstahça ve aptalca böbürlenmekten başka bir şey değildir, bunu gösterir." Ders verdiğim bu adam nakıştan ne kadar anlıyordu? Dedim ki: "Hikâyelerimden benim kim olduğumu anladın mı?" "Anladım," dedi ama inandırıcı değildi hiç. Onun bakışı ve idraki ile sınırlanarak beni anlamaya çalışmayın ve size doğrudan ben söyleyivereyim kim olduğumu. Elimden her şey gelir. Eğlenerek ve gülerek, Kazvinli eski üstatlar gibi çizer, renklendiririm. Gülümseyerek söylüyorum: Herkesten iyiyim Ve sezgilerim doğruysa eğer, Kara'nın buraya geliş nedeni olan müzehhip Zarif Efendi'nin kaybolmasıyla benim hiç mi hiç alakam yoktur. Kara bana evlilik ile sanat birlikte nasıl oluyor diye sordu. Çok çalışırım ve severek çalışırım. Mahallenin en güzel kızıyla yeni evlendim. Nakşetmiyorsam onunla deliler gibi sevişiriz. Sonra yine çalışırım. Demedim bunları. Büyük bir meseledir, dedim. Eğer nakkaşın fırçası kâğıdın üzerinde harikalar döktürüyorsa, karısına girince aynı şenliği kopartamaz, dedim. Tam tersi de doğru olup, karıyı mutlu ediyorsa nakkaşın kamışı, kâğıdın üzerinde öteki kamış sönük kalır, diye ekledim. Nakkaşın hünerini kıskanan herkes gibi, Kara da bu yalanlara inanıp sevindi. En son nakşettiğim sayfaları görmek istediğini söyledi. Onu iş tahtamın başına, boyaların, hokkaların, mührelerin, fırça ve kalem ve maktaların araşma oturttum. Şehzademizin sünnet düğünü törenlerini gösterir Surname için yapmakta olduğum iki sayfalık resmi Kara seyrederken, yanındaki kırmızı mindere oturdum ve minderin sıcaklığından, az önce orada güzel kalçalı güzel karımın oturmakta olduğunu hatırladım. Ben kamış kalemimle Padişahımızın önündeki bahtsız mahkûmların kederini çizerken, akıllı karım benim kamışımı tutardı. Resmetmekte olduğum iki sayfalık meclis, borç alıp ödeyemedikleri için hapse düşen mahkûmların ve ailelerinin Padişah'ın ihsanıyla kurtulmalarını gösteriyordu. Hünkârı, tıpkı tören sırasında gördüğüm gibi, üzeri torba torba gümüş akçeler dolu bir halının kenarına oturtmuş, az arkasına Defterdarbaşı'nı oturtup onun eline borç kayıtlarını okumakta olduğu defteri vermiş, birbirlerine boyunlarındaki bukağı ve zincirlerle bağlanmış borç mahkûmlarını, Padişah'ın huzurunda elem ve acı içinde, kaşlar çatık, yüzler asık, kimini gözü yaşlı göstermiş, Padişah'ın onları hapisten kurtaracak ihsanı keseden verivermesi üzerine hepsinin mutlulukla söylediği dualara, şiirlere eşlik eden udi ve tamburiyi kırmızılar içinde ve güzel yüzlü çizmiş, borca batmanın acı utancını iyi anlatsın diye de, hiç hesapta olmadığı halde, mutsuz mahkûmların sonuncusunun yanına, perişanlıktan çirkinleşmiş mor elbiseli karısıyla, kızıl feraceli, uzun saçlı ve kederli, güzelim kızını çizmiştim. Zincirler içinde sıra sıra borçluların iki sayfayı nasıl yayıldıklarını, resmin içindeki kırmızının gizli mantığını, eski üstatların hiç yapmadığı bir şeyi, aşkla nakşediverdiğim kenardaki köpekle Padişah'ın atlastan kaftanını aynı renge boyamam gibi bakıp bakıp karımla gülüşe gülüşe konuştuklarımızı, bu çatık kaşlı Kara'ya da anlatacaktım ki, nakşetmenin hayatı sevmek demek olduğunu anlasın, ama o çok ayıp bir şey sordu bana. Zavallı Zarif Efendi'nin nerede olabileceğini biliyor muymuşum acaba? Ne zavallısı! Beş para etmez bir taklitçi, tezhibi yalnızca parası için yapan, ilhamı kıt bir budaladır, demedim. "Hayır," dedin "Bilmiyorum." Erzurumlu vaizin çevresindeki saldırganların Zarif Efendi'ye bir kötülük yapmış olabileceğini düşünmüş müydüm hiç? Kendimi tuttum ve, o da onlardandır, demedim. "Hayır," dedim. "Niye?" Şu İstanbul şehrinde esiri olduğumuz yoksulluk, veba, ahlaksızlık, rezillik Peygamberimiz Resulullah zamanındaki İslamiyetten uzaklaşıp yeni, çirkin âdetler edinmemizden ve Frenk usullerinin aramıza sızmış olmasından başka hiçbir şeyle açıklanamaz. Vaiz Erzurumi de böyle diyor yalnızca, ama düşmanları, Erzurumilerin musiki çalan tekkelere saldırdıklarını, evliya mezarlarını bozduklarını ileri sürüp Padişah'ı

kandırmak istiyorlar. Şimdi benim Erzurumi Hazretleri'ne onlar gibi düşmanlık beslemediğini bildikleri için, demek ki, kibarca, Zarif Efendi'yi sen mi öldürdün, demek istiyorlar. Bu söylentilerin nakkaşlar arasında çoktan yayıldığı bir anda kafama dank etti. İlhamsız, hünersiz yeteneksizler takımı şimdi büyük bir keyifle, benim alçak katilin teki olduğumu yayıyorlardır. Bu kıskanç nakkaşlar kalabalığının iftiralarını, sırf ciddiye aldığı için, bu budala Kara'nın, o Çerkez kafasına hokkayı indirmek geldi içimden. Kara gördüğü her şeyi aklında tutarak nakış odamı seyrediyor; uzun kâğıt makaslarıma, zırnık dolu çanaklara, boya kâselerine, çalışırken ara ara dişlediğim elmaya, arkadaki ocağın kenarında duran cezveme, kahve fincanlarıma, minderlere, pencerenin yarı aralığından sızan ışığa, sayfanın endamını denetlemek için kullandığım aynaya, mintanlarıma ve orada, kapı vurulduktan sonra alelacele odadan çıkarken düşürdüğü için kenarda bir günah gibi duran karımın kırmızı kuşağına dikkatle bakıyor Ondan düşüncelerimi saklamama rağmen, yaptığım resimleri ve içinde yaşadığım bu odayı pervasız ve saldırgan bakışlarına teslim ediyorum. Biliyorum, hepinizi şaşırtacak bu gurur, ama en çok parayı kazanan ve demek ki en iyi olan nakkaş benim! Çünkü Allah nakşın bir şenlik olmasını istemiştir ki, âlemin de bir şenlik olduğunu bakmasını bilene göstersin.

13

B a n a L e y l e k D e r l e r

Öğle namazı vaktiydi. Kapı vuruldu, baktım tâ çocukluğumuzda Kara. Sarıldık birbirimize. Üşümüş, içeri aldım, evin yolunu nasıl bulduğunu bile sormadım. Eniştesi onu bana, Zarif Efendi neden kayıp, nerede, ağzımı aramak için yollamıştır. Ama yalnız o değil, Üstat Osman'dan da haber getirdi; ve bir sorum var, dedi; has nakkaşı ötekilerden ayıracak şey, demiş Üstat Osman, zamandır: Nakşın zamanı. Ne mi düşünüyorum? Dinleyin.

NAKIŞ VE ZAMAN Herkesin bildiği gibi eskiden bizim âlemimizin nakkaşları, mesela eski Arap ustaları da dünyaya Frenk kâfirinin bugün baktığı gibi bakar ve sokaktaki serseriyle itin, dükkândaki tezgâhtarla kerevizlerin durduğu yerden seyredip resmederlerdi her şeyi. Bugün Frenk üstatlarının mağrurca övündüğü perspektif usûlünden de habersiz oldukları için, bu onların âlemini itin ve kerevizin görebileceği kadar sınırlı ve sıkıcı yapardı. Sonra bir şey oldu ve bütün nakış âlemimiz değişiverdi. Oradan başlayarak size anlatıvereyim.

ÜÇ NAKIŞ VE ZAMAN HİKÂYESİ Elif Bundan üç yüz elli yıl önce, Bağdat'ın Moğolların eline düştüğü ve acımasızca yağmalandığı soğuk şubat günü İbni Şakir, yalnız bütün Arap âleminin değil, bütün İslam'ın en namlı ve en usta hattatıydı ve genç yaşına rağmen, Bağdat'ın dünyaca meşhur kütüphanelerinde onun yazdığı, çoğu Kuran-ı Kerim, yirmi iki cilt vardı. Bu kitapların kıyamete kadar yaşayacağına inandığı için İbni Şakir, derin ve sonsuz bir zaman fikriyle yaşardı. Birkaç içinde Moğol Hakanı Hülagü'nün askerlerince hepsi teker teker yırtılıp, parçalanıp, yakılıp, Dicle'nin sularına atılan ve bugün bilinmeyen bu efsane kitaplardan sonuncusu için, bütün bir gece şamdanların titrek ışığında kahramanca çalışmıştı. Güneşin doğuşuna sırtını dönüp, batıya, ufka bakmak, geleneğe ve kitapların ölümsüzlüğü fikrine bağlı üstat Arap hattatlarının, beş asırdır körlüğe karşı göz dinlendirmek için başvurdukları bir yol olduğu için, İbni Şakir, sabah serinliğinde Halife Camii'nin minaresine çıktı ve beş yüz yıldır sürüp gitmekte olan bütün bir yazı geleneğini sona erdirecek her şeyi şerefeden gördü. Hülagü'nün acımasız askerlerinin Bağdat'a girişini gördü ilk ve minarenin tepesinde kaldı. Bütün şehrin yağmalanışını ve yıkılışını, yüz binlerce insanın kılıçtan geçirilişini, beş yüz yıldır Bağdat'a hükmeden İslam halifelerinin sonuncusunun öldürülüşünü, kadınların ırzına geçilişini, kütüphanelerin yakılışını, on. binlerce cilt kitabın Dicle'ye atılışını gördü. İki gün sonra, ceset kokuları ve ölüm çığlıkları içerisinde, atılan kitaplardan çıkan mürekkebin rengiyle kırmızıya kesen Dicle'nin akışını seyrederken, güzel yazıyla yazdığı ve şimdi yok olmuş onca cildin bu korkunç katliam ve tahribatın durdurulmasına hiç yaramadığını düşündü ve bir daha yazı yazmamaya yemin etti. Dahası, o güne kadar Allah'a bir başkaldırı olarak gördüğü ve küçümsediği resim sanatıyla acısını ve gördüğü felaketi ifade etmek geldi içinden ve hiçbir zaman yanından ayırmadığı kâğıda minareden gördüklerini resmetti. Moğol istilası sonrası, İslam resminin üç yüz yıl süren gücünü ve onu puta tapanların ve Hıristiyanların resminden ayıran şeyi, âlemin Allah'ın gördüğü yerden, yukarıdan, ufuk çizgisi çizilerek ve içten bir acıyla resmedilmesini bu mutlu mucizeye borçluyuz. Bir de, İbni Şakir'in katliamdan sonra, elindeki resimler ve yüreğindeki nakış azmiyle, kuzeye, Moğol, ordularının geldiği yöne yürüyüp, Çinli ustaların resmini öğrenmesine Böylece, beş yüz yıldır Arap hattatlarının gönlünde yatan sonsuz zaman fikrinin yazıda değil, resimde gerçekleşeceği

anlaşıldı. Bunun ispatı, kitapların, ciltlerin parçalanıp yok olması, ama içindeki resimli sayfaların, başka kitapların, başka ciltlerin içine girerek sonsuza kadar yaşayıp Allah'ın âlemini göstermeye devam etmesidir.

Be Her şeyin her şeyi tekrar ettiği ve bu yüzden yaşlanıp ölmek olmasa insanın zaman diye bir şeyin varolduğunu hiç farkedemediği ve âlemin de zaman hiç yokmuş gibi hep aynı hikâyeler ve resimlerle resmedildiği hem eski hem yeni bir zamanda, Fahir Şah'ın küçük ordusu, Selahattin Han'ın askerlerini, Semerkantlı Salim'in kısa tarihinde de anlattığı gibi, "perişan" etti. Muzaffer Fahir Şah, esir aldığı Selahattin Han'ı işkenceyle öldürttükten sonra, gelenek olduğu üzere, ilk iş olarak kendi mührünü vurmak için rahmetlinin kütüphanesini ve haremini ziyaret etti. Kütüphanede tecrübeli ciltçisi, ölü şahın kitaplarını parçalayıp, sayfalarını karıştırıp, yeni ciltler yapmaya, hattatları ketebelerdeki "her zaman galip" Selahattin Han'ın adını "Muzaffer" Fahir Şah'ın adıyla değiştirmeye ve nakkaşları kitapların en güzel resimlerine ustaca işlenmiş rahmeti Selahattin Han'ın şimdiden unutulmaya yüz tutmuş yüzünü silip yerine, Fahir Şah'ın daha genç yüzünü resmetmeye giriştiler. Hareme girince Fahir Şah, en güzel kadını hemen bulmakta hiç zorlanmadı, ama ona zorla sahip olmak yerine, kitaptan ve nakıştan anlayan ince biri olduğu için, gönlünü kazanmaya karar verdi ve konuştu onunla. Böylece, rahmetli Selahattin Han'ın güzeller güzeli ve gözü yaşlı karısı Neriman Sultan, yeni kocası olacak Fahir Şah'tan tek şey istedi. Leyla ile Mecnun'un aşkını anlatır bir kitapta, Leyla olarak çizilmiş Neriman Sultan'ın karşısına, Mecnun olarak yüzü çizilmiş rahmetli kocası Selahattin Han'ın yüzünün kazılıp silinmemesiydi isteği. Kocasının yıllardır yaptırdığı kitaplar aracılığıyla elde etmeye çalıştığı ölümsüzlük hakkı, hiç olmazsa bir sayfada, rahmetliden esirgenmemeliydi. Muzaffer Fahir Şah bu basit isteği cömertçe kabul etti ve bir tek o resme nakkaşlar dokunmadı. Böylece, Neriman ile Fahir hemen seviştiler ve kısa sürede birbirlerini sevip geçmişin korkunçluğunu unuttular. Ama Fahir Şah, Leyla ile Mecnun cildindeki o resmi unutamadı. Ona huzursuzluk veren karısının eski kocasıyla resmedilmesi ya da kıskançlık değildi, hayır. O harika kitapta, eski efsanelerin içinde resmedilmediği için, karısıyla birlikte sonsuz zamana, ölümsüzlerin arasına karışamamaktı içini kemiren. Bu şüphe kurdu beş yıl içini kemirdikten sonra, Fahir Şah, Neriman ile uzun uzun seviştiği mutlu bir gecenin sonunda, elinde şamdanı, kendi kütüphanesine gizlice hırsız gibi girdi, Leyla ile Mecnun cildini açtı ve Neriman'ın rahmetli kocasının yüzü yerine, Mecnun olarak kendi yüzünü işlemeğe girişti. Ama nakşı seven pek çok han gibi, acemi bir nakkaştı ve kendi yüzünü iyi çizemedi. Böylece, bir şüphe üzerine sabah kitabı açan kitapdârı, Neriman yüzlü Leyla'nın karşısında rahmetli Selahattin Han'ın yüzü yerine, yeni bir yüz belirdiğini, ama bu yüzün Fahir Şah'ın değil, baş düşmanı genç ve yakışıklı Abdullah Şah'ın resmi olduğunu ilan etti. Bu dedikodu Fahir Şah'ın askerlerinin maneviyatını bozduğu gibi, komşu memleketin genç ve saldırgan yeni hükümdarı Abdullah Şah'a da cesaret verdi. O da, ilk savaşta Fahir Şah'ı bozguna uğrattı, esir alıp öldürttü, haremine ve kütüphanesine kendi mührünü vurdu ve her zaman güzel Neriman Sultan'ın yeni kocası oldu.

Cim İstanbul'da nakkaş Uzun Mehmet, Acem ülkesinde Muhammed , Horasani diye bilinen nakkaşın hikâyesi çoğunlukla nakkaşlar arasında uzun ömür ve körlüğe misal olsun diye anlatılır, ama aslında nakış ve zaman konusunda bir meseldir. Dokuz yaşında bir çırak olarak mesleğe girişine bakılırsa, aşağı yukarı yüz on yıl kör olmadan nakış yapan bu üstadın en büyük özelliği, özelliksizliğidir. Ama burada kelime oyunu yapmıyor, içten bir övgü sözü söylüyorum. Her şeyi, herkes gibi, daha çok da eski büyük üstatların tarzında resmederdi ve bu yüzden en büyük üstattı. Alçakgönüllülüğü, Allah'a hizmet olarak gördüğü nakış işine bütünüyle bağlılığı, onu çalıştığı bütün nakkaşhanelerin içerisindeki kavgalardan ve yaşı uygun olmasına rağmen başnakkaş olma heveslerinden uzak tuttu hep. Bütün nakış hayatı boyunca, yüz on yıl kenarda köşede kalmış ayrıntıları, sayfanın köşesini doldurmak için çizilen otları, ağaçların binlerce yaprağını, bulutların kıvrımlarını, atların tek tek taranması gereken yelelerini, tuğla duvarları ve birbirini hep tekrar eden sayısız duvar süsünü ve çekik gözlü, ince çeneli, hepsi birbirinin aynı on binlerce yüzü sabırla nakşetti. Çok mesuttu ve çok sessizdi. Kendini hiç ortaya çıkarmaya, üslup ve kişilik taleplerinde bulunmaya kalkmadı. O ara hangi hanın ya da şehzadenin nakkaşhanesi için çalışıyorsa, orayı bir ev, kendini de o evin bir eşyası olarak gördü. Hanlar, şahlar birbirlerini boğazlayıp, nakkaşlar da harem kadınları gibi şehirden şehire yeni efendilere gidince, yeni nakkaşhanenin üslubu, onun çizdiği yapraklarda, çimende, eşyaların kıvrımında, onun sabrının gizli kıvrımlarında belirirdi ilk. Seksen yaşındayken onun ölümlü olduğu unutuldu da, resmettiği efsaneler içinde yaşadığına inanılmaya başlandı. Belki de bu yüzden, onun zamanın dışında varolduğunu, bu yüzden yaşlanıp da ölmeyeceğini söylerdi bazıları. Evsiz, yurtsuz hayatını nakkaşhane odalarında, çadırlarında geceleyerek ve vaktinin çoğunu kâğıda bakarak geçirmesine rağmen, sonunda kör olmamasını da, onun için zamanın durduğu mucizesiyle açıklayanlar

vardı. Bazıları da aslında kör olduğunu, ama her şeyi ezberden çizdiği için nakşetmek için artık görmesine gerek kalmadığını söylerdi. Hayatında hiç evlenmemiş, hiç sevişmemiş bu efsane üstat, yüz yıl çizdiği çekik gözlü, sivri çeneli ve ay yüzlü güzel erkek örneğine, Çinli ve Hırvat kırması kanlı canlı on altı yaşında bir çırak olarak Şah Tahmasp'ın nakkaşhanesinde yüz on dokuz yaşında rastlayınca, haklı olarak hemen ona âşık oldu ve inanılmaz güzellikteki oğlan çırağı elde etmek için, gerçek bir âşığın yapacağı gibi nakkaşlar arasında iktidar kavgalarına, dolap çevirmeye girişip, yalana, dolana, hileye verdi kendini. Yüz yıl boyunca uzak kalmayı başardığı gününün taleplerine yetişmeğe çalışmak, Horasanlı üstat nakkaşı önce canlandırdıysa da, eski efsane zamanların sonsuzluğundan da kopardı. Güzelim çırağı seyre daldığı bir ikindi vakti, açık pencere önünde Tebriz'in soğuk rüzgârıyla üşüttü, ertesi gün hapşırırken kör oldu ve iki gün sonra nakkaşhanenin yüksek taş merdivenlerinden düşüp öldü. "Horasanlı Uzun Mehmet'in adım duymuştum, ama bu hikâyeyi bilmiyordum," dedi Kara. Hikâyenin bittiğini anladığını, kafasının anlattıklarımla dolu olduğunu belirtmek için incelikle söylemişti bu sözleri. Biraz sustum ki beni doya doya seyretsin. Çünkü ellerimin boş durması beni huzursuz ettiği için, ikinci hikâyeyi anlatmaya başladıktan hemen sonra, kapı vurduğunda kaldığım yerden nakşetmeye devam etmiştim. Her zaman dizimin dibinde oturup boyalarımı karıştıran kalemlerimi yontup, kimi zaman hatalarımı silen güzel çırağım Mahmut, yanı başımda beni hem dinleyip hem seyrederek sessizce oturuyor, içeriden karımın çıkardığı tıkırtılar geliyordu. "Aa," dedi Kara, "Padişah ayağa kalkmış." Resme hayretle bakarken, ben onun hayret nedeni önemsizmiş gibi davrandım, ama size doğrudan söyleyivereyim: Surname kitabında tasvir ettiğimiz sünnet düğünü törenleri sırasında, kurulduğu şehnişinin penceresi dibinden, esnafın, loncaların, ahalinin, askerlerin ve haydutların geçişini elli iki gün boyunca izleyen yüce Padişahımız, iki yüz resmin hepsinde oturur gözükür. Bir tek bu yaptığım resimde, meydandaki kalabalığa florin dolu keselerden para atarken, onu ayakta çizdim. Paraları kapışmak için birbirlerini boğazlayan, yumruk yumruğa dövüşen, tekmeleşen, yerden para toplarken götleri göğe kalkan kalabalığın hayret ve neşesini resmedebilmek için yaptım bunu. "Bir resmin konusunda aşk varsa, resim de aşkla çizilmelidir," dedim. "Acı varsa resimden de acı akmalıdır. Ama acı, resimdeki kişilerden ya da onların gözyaşlarından değil, resmin ilk anda gözükmez, ama hissedilir iç ahenginden çıkmalıdır. Ben asırlardır hayretin resmini çizen yüzlerce üstat nakkaş gibi işaret parmağını ağzının yuvarlağına sokan birini çizmedim de, bütün resmi hayret ettirdim. Bu da hünkârı ayağa kaldırmakla olur." Bir iz arayarak eşyalarıma ve nakış malzememe, aslında bütün hayatıma bakışına aklım takıldı da, onun gözünden kendi evimi gördüm. Hani bir dönem Tebriz'de, Şiraz'da yapılmış saray, hamam, kale resimleri vardır; her şeyi gören ve anlayan ulu Allah'ın dikkatine resim de koşut olsun diye, nakkaş, resmettiği sarayı, sanki orta yerinden bir büyük mucize ustura ile kesivermişçesine, içindeki kap kacağa bardaklara, dışarıdan hiç görülmez duvar işlemelerine perdelerine, kafesteki papağana ve en mahrem köşelerine, yastıklarına ve yastığa oturan güneş yüzü görmemiş güzeller güzeline kadar nakşeder. O resme hayranlıkla bakan meraklı olduğu gibi, boyalarımı, kâğıtlarımı, kitaplarımı, güzel çırağımı, Freni gezginleri için yaptığım kıyafetname ve murakka sayfalarını, bir paşa için gizlice çırpıştırdığım sikiş resimlerini ve edepsiz sayfaları camdan, tunçtan, topraktan renk renk hokkalarımı, fildişinden kalemtıraşlarımı, altın saplı kalemlerimi ve güzel çırağımın bakışını seyrediyordu. "Eski ustaların aksine çok savaş gördüm ben, çok," dedim sessizliği kendi varlığımla doldurmak için. "Savaş makineleri, toplar, ordular, ölüler. Padişahımızın, paşalarımızın savaş çadırlarının tavanlarını hep ben nakşettim. Savaşlardan sonra İstanbul'a dönüldüğünde, herkesin unutacağı savaş manzaralarını, ikiye bölünmüş cesetleri birbirine karışmış orduları, kuşatılmış kalelerin burçlarından toplarımıza ve ordularımıza korkuyla bakan zavallı kâfirin askerini, kafaları kesilen isyancıları, dörtnala saldıran atların coşkusunu da ben resmettim. Gördüğüm her şey aklımda kalır: Yeni bir kahve değirmeni, hiç görmediğim cins bir pencere halkası, bir top, yeni cins bir Frenk tüfeğinin tetiği, bir ziyafet sırasında kimin ne renk giydiği, kimin ne yediği, kimin elini nereye nasıl koyduğu" "Anlattığın o üç hikâyenin hissesi nedir?" diye sordu Kara her şeyi özetler ve biraz hesap sorar bu edayla. "Elif," dedim. "Minareli birinci hikâye, nakkaşın hüneri ne olursa olsun kusursuz resmi yapanın zaman olduğunu gösterir. Be: Haremli, kitaplı ikinci hikâye, zamanın dışına çıkmanın tek yolunun hüner ve nakış olduğunu gösterir. Üçüncüsünü de seni söyle o zaman." "Cim!" dedi Kara kendine güvenle. "Yüz on dokuz yaşındaki nakkaşın üçüncü hikâyesi de, elif ile beyi birleştirir ve kusursuz hayattan ve nakıştan ayrılanın zamanı biter ve ölür, işte bunu gösterir."

14

B a n a Z e y t i n D e r l e r

Öğle namazından sonraydı; acele acele ama keyifle tatlı oğlan yüzleri çiziyordum ki kapı vuruldu. Elim titredi heyecanla, kalemimi bıraktım. Kucağımdaki iş tahtasını zar zor dikkatle kenara koydum ve uçar gibi koştum ve kapıyı açmadan önce bir dua ettim: Allah'ım Şu anlatacaklarımı kitabın içinden işiten sizler, Allah'a bizlerin şu kirli ve sefil dünyasından ve Padişahımızın alçak kullarından çok daha yakın olduğunuz için, sizden saklamayacağım: Hint Padişahı, cihanın en zengin şahı Ekber Han, dillere destan olacak bir kitap yaptırtıyormuş, İslam ülkesinin dört bir yanına haber salmış ki, cihanın en parlak nakkaşları yanına gelsinler. İstanbul'a yolladığı adamları dün bana geldiler, diyarı Hind'e davet ettiler. Kapıyı açtım, bu sefer, onlar değil, çocukluktan unuttuğum Kara. Eskiden aramıza giremez, kıskanırdı bizi. Evet? Konuşmaya, dostluk etmeye, nakşımı görmeye gelmiş. Buyur ettim ki her şeyimi görsün. Üstat Başnakkaş Osman'ın da yeni elini öpmüş. Büyük üstat, bir büyük laf söylemiş ona: Nakkaşın hası körlükten ve hafızadan söz ederken anlaşılır demiş. Anlayın o zaman:

KÖRLÜK VE HAFIZA Nakıştan önce bir karanlık vardı ve nakıştan sonra da bir karanlık olacak. Boyalarımızla, hünerimiz ve aşkımızla Allah'ın bize görün, dediğini hatırlarız. Hatırlamak gördüğünü bilmektir. Bilmek, gördüğünü hatırlamaktır. Görmek, hatırlamadan bilmektir. Demek ki nakşetmek karanlığı hatırlamaktır. Büyük üstatların resim aşkı, renklerin ve görmenin karanlıktan yapıldığını bilip, Allah'ın karanlığına renklerle dönmeyi ister. Hafızası olmayan ne Allah'ı hatırlar, ne de onun karanlığını. Bütün büyük üstatların resmi, renklerin içinde, zamanın dışındaki o derin karanlığı arar. Herat'ın eski büyük üstatlarının bulduğu bu karanlığı hatırlamak ne demektir, anlayın diye size anlatayım.

ÜÇ KÖRLÜK VE HAFIZA HÎKAYESİ Elif Şair Câmi'nin evliya menkıbelerini kaleme aldığı Nefehât-ül Üns'ünün Lâmii Çelebi tarafından çevrilmiş Türkçesinde, Karakoyunlu hükümdarı Cihan Şah'ın nakkaşhanesinde nam salmış üstat Şeyh Ali Tebrizi'nin, Hüsrev ile Şirin'in harika bir nüshasını nakşettiği yazılmış. Benim işittiğime göre, yapımı tam on bir yıl süren bu efsane kitapta üstatlar üstadı nakkaş Şeyh Ali, öyle bir hüner göstermiş ve ancak eski ustalardan en büyüğü Behzat'ın nakşedebileceği öyle harika sayfalar döktürmüş ki, Cihan Şah, dünyada bir eşi benzeri olmayan harika bir kitaba sahip olmak üzere olduğunu daha kitap yarılanmadan anlamış. Kendine baş düşman ilan ettiği Akkoyunlu hükümdarı genç Uzun Hasan'ın korkusu ve ona duyduğu kıskançlıkla yaşayan Karakoyunlu Cihan Şah'ın hemen aklına, harika kitap bittikten sonra kazanacağı itibar kadar, bu kitabın daha da iyisinin Akkoyunlu Uzun Hasan için resmedilebileceği gelmiş. Kendi mutluluklarını "ya başkaları da bu kadar mutlu olursa!" korkusuyla zehirleyen gerçek kıskançlardan olduğu için Cihan Şah, üstat nakkaşının bu kitaptan bir tanesini daha, hatta daha iyisini resmederse, bunu baş düşmanı Uzun Hasan için yapacağını hemen sezmiş. Böylece, bu harika kitaba kendinden başka kimse sahip olmasın diye, kitabı bitirdikten sonra, üstat nakkaş Şeyh Ali'yi öldürtmeye karar vermiş. Ama haremindeki iyi kalpli bir Çerkez güzeli, usta nakkaşı kör etmesinin yeterli olacağını hatırlatmış ona. Cihan Şah'ın hemen benimseyip çevresindeki dalkavuklara açtığı bu parlak karar, üstat nakkaş Şeyh Ali'nin kulağına da gitmiş, ama sıradan başka nakkaşların yapacağı gibi kitabı yarıda bırakıp

Tebriz'i terk etmemiş o. Hatta, körlüğünü geciktirmek için kitabı yavaşlatmak ya da kitap kusursuz olmasın diye kötü resmetmek gibi yollara da sapmamış. Her zamankinden daha da yoğun bir şevk ve inançla çalışmış. Tek başına oturduğu evinde, sabah namazından sonra çalışmaya başlar, gece yarısı şamdanların ışığında yorgun gözlerinden acı yaşları akana kadar hep aynı atları, servileri, âşıkları, ejderhaları ve yakışıklı şehzadeleri resmedermiş. Çoğu zaman Heratlı eski büyük üstatların yaptığı bir sayfaya günlerce bakar, bir yandan da hiç bakmadığı bir kâğıda aynı resmi olduğu gibi yaparmış. Sonunda, Karakoyunlu Cihan Şah için yaptığı kitap bitmiş, üstat nakkaş beklediği gibi önce övülüp altına boğulmuş, sonra ucu sivri bir sorguç iğnesiyle kör edilmiş. Şeyh Ali, daha acısı bile dinmeden hemen Herat'ı terk edip, Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan'ın yanına gitmiş. "Evet, körüm," demiş ona. "Ama son on bir yıldır nakşettiğim kitabın bütün güzellikleri, her kalem vuruşuna her fırçasına kadar hafızamda ve elim onları ben görmeden ezberden çizmeyi biliyor. Hakanım, sana gelmiş geçmiş en güzel kitabı nakşedebilirim. Çünkü gözlerim bu dünyanın pisliğine artık hiç takılıp oyalanmadığı için, Allah'ın bütün güzelliklerini hafızamdan en saf şekliyle çizebilirim." Uzun Hasan, büyük üstat nakkaşa hemen inanmış, üstat da sözünü tutup gelmiş geçmiş en harika kitabı Akkoyunlu hakanına ezberden çizmiş. Daha sonra, Akkoyunlu Uzun Hasan'ın Karakoyunlu Cihan Şahı Bingöl yakınlarında bir baskınla yenip öldürmesinin arkasında, muzaffer hakanın yeni kitabının verdiği manevi güç olduğunu herkes bilir. Bu harika kitap, üstat Şeyh Ali Tebrizi'nin rahmetli Cihan Şah'a yaptığı bir önceki kitapla birlikte, muzaffer Uzun Hasan, rahmetli Fatih Sultan Mehmet Han'a, Otlukbeli Savaşı'nda yenik düşünce, Padişahımızın hazinesine katılmıştır. Görenler bilir.

Be Cennetmekân Kanuni Sultan Süleyman Han hattatlara daha çok kıymet verdiği için, zamanın bahtsız nakkaşları, şu anlatacağım hikâyeyi nakşın hattan daha önemli olduğuna misal olsun diye söylerlermiş, ama dikkatle her dinleyenin farkedeceği gibi, bu kıssa körlük ve hafıza üzerinedir. Cihan hakimi Timur'un ölümünden sonra birbirlerine düşen ve aralarında acımasızca savaşan oğullarının ve torunlarının, birbirlerinin şehirlerini fethettiklerinde yaptıkları ilk iş, kendi adlarına para basıp, camide hutbe okutmak ise, ikinci işleri birbirlerinden ele geçirdikleri kitapları parçalayıp, başına kendilerini "cihan hakimi" diye öven yeni bir ithaf ve yeni bir ketebe koyup, yeniden ciltlemeleriydi ki, görenler bu hükümdarın kitabına bakıp cihan hakimi olduğuna inana. Bunlardan, Timur'un torunu Uluğ Bey'in oğlu Abdüllatif, Herat'ı ele geçirince babası adına hemen bir kitap yapılsın diye nakkaşlarını, hattatlarını ve ciltçilerini öyle bir hızla seferber edip, öyle bir acele ettirmiş ki onları, parçalanan ciltlerden çıkan resimler, yazılı sayfalar yırtılıp yakılırken birbirine karışmış. Hangi kitabın hikâyenin parçası olduğuna aldırmadan resimleri gelişigüzel ciltletip murakkalar yaptırmak, nakışsever Uluğ Bey'e yakışmayacağı için, oğlu, Herat'ın bütün nakkaşlarını toplayıp resimleri bir sıraya dizebilmek için hikâyelerini söylemelerini istemiş. Ama her kafadan başka bir hikâye çıkmış ve resimler daha da birbirine karışmış. O zaman, son elli dört yılda Herat'ta hüküm sürmüş bütün şahların, şehzadelerin kitaplarına göz nuru döktükten sonra unutulmuş son ihtiyar başnakkaş aranıp bulunmuş. Resimlere bakan eski üstadın kör olduğu anlaşılınca bir telaş olmuş, hatta gülenler çıkmış, ama ihtiyar üstat yedi yaşına varmamış, akıllı ama okuması yazması olmayan bir çocuk istemiş. Hemen bulup getirmişler. Çocuğun önüne bir resim koymuş, gördüğünü anlat, demiş ihtiyar nakkaş. Çocuk resimde gördüklerini anlatırken, ihtiyar nakkaş da görmez gözlerini gökyüzüne dikip dikkatle dinlemiş ve sonra şöyle deyivermiş: "Firdevsi'nin Şehname'sinden İskender'in ölen Dara'yı kucaklaması Sadi'nin Gülistan'ından güzel öğrencisine âşık olan hocanın hikâyesi Nizami'nin Mahze Esrar'ından hekimlerin yarışması" İhtiyar ve kör nakkaşa öfkelenen öteki nakkaşlar, "Bunları biz de söylerdik," demişler, meşhur hikâyelerin en bilinen meclisleri bunlar." İhtiyar ve nakkaş, çocuğun önüne bu sefer en zor resimleri koydurmuş ve yine dikkatle dinlemiş onu. "Firdevsi'nin Şehname'sinden Hürmüz'ün hattatları zehirleyerek tek tek öldürmesi," demiş yine göğe bakarak. "Mevlana'nın Mesnevi'sinden, karısını ve karısının aşığını armut ağacının tepesinde yakalayan kocanın kötü hikâyesi ve ucuz resmi," demiş ve böyle böyle göremediği bütün resimleri çocuğun tarifinden tanıyıp, kitapların ciltlenmesini sağlamış. Uluğ Bey Herat'a ordusuyla girdiğinde, ihtiyar nakkaşa, usta nakkaşların görmekle anlayamadıkları hikâyeleri, kendisinin hiç görmeden çıkarabilmesinin sırrını sormuş. "Sanıldığı gibi kör olduğum için hafızamın kuvvetli olması değil bunun nedeni," demiş ihtiyar nakkaş. "Ben yalnızca hikâyelerin hayallerle değil, kelimelerle hatırlandığını unutmuyorum hiç." Uluğ Bey o kelimeleri ve hikâyeleri kendi nakkaşlarının da bildiklerini, ama resimleri sıraya dizemediklerini söylemiş. "Çünkü," demiş ihtiyar nakkaş. "Onlar kendi hüner ve sanatları olan nakşı çok iyi düşünüyorlar, ama eski üstatların bu resimleri Allah'ın hatıralarından yaptıklarını bilmiyorlar." Uluğ Bey bir çocuğun bunu nasıl bilebildiğini sormuş. "Çocuk bilmiyor," demiş ihtiyar nakkaş. "Yalnızca kör ve ihtiyar bir nakkaş olarak ben, Allah'ın âlemi yedi yaşındaki akıllı bir çocuğun görmek isteyeceği gibi yarattığını biliyorum. Çünkü Allah âlemi önce görülsün diye yarattı. Sonra da gördüğümüzü birbirimizle paylaşalım, konuşalım diye kelimeleri verdi bize, ama biz kelimelerden hikâyeler yaptık da nakşı bu hikâyeler için yapılır sandık. Oysa nakış doğrudan Allah'ın hatıralarını aramak, âlemi onun gördüğü gibi görmektir."

Cim Nakkaş soyunun haklı ve ezeli korkusu körlük endişesi yüzünden bir dönem Arap nakkaşların gün doğarken batıya, ufka uzun uzun baktıkları, bir asır sonra Şiraz'da çoğu nakkaşın sabahları aç karnına ceviz içiyle dövülmüş gül yaprağı ezmesi yediklerini bilinir. Yine aynı dönem, Isfahanlı yaşlı nakkaşların vebaya yakalanır gibi sırayla yakalandıkları körlüğün nedeni olarak gördükleri güneş ışığı doğrudan çalışma tahtalarına değmesin diye, odanın yarı karanlık bir köşesinde ve çoğu zaman şamdanların ışığında çalışırlar ve Buhara'daki Özbek nakkaşhanelerinde, üstatlar gün sonunda Şeyhlerce okunmuş bir suyla gözlerini yıkarlardı. Bütün bu usuller içinde körlüğe en saf yaklaşanı, tabii ki, Herat'ta, büyük üstat Behzat'ın hocası üstat nakkaş Seyyit Mirek tarafından bulunanıdır. Üstat nakkaş Mirek'e göre, körlük bir bela değil, bütün hayatını onun güzelliğine adayan nakkaşa Allah'ın vereceği son mutluluktur. Çünkü nakış, Allah'ın âlemi nasıl gördüğünü nakkaşın aramasıdır ve bu eşsiz görüntü, ancak yoğun bir çalışma hayatından sonra gözler yorulup, nakkaş iyice yıprandığında ulaşılan körlükten sonra hatırlanarak olur. Demek ki, Allah'ın âlemi nasıl gördüğü bir tek kör nakkaşların hafızalarından anlaşılır, ihtiyar nakkaş, bu hayal kendine geldiğinde, yani hatıralar ve körlüğün karanlığı içinde gözünün önünde Allah'ın manzarası belirdiğinde, harika resmi el kendiliğinden kâğıda geçirebilsin diye, bütün hayatı boyunca el alıştırması yapar. Dönemin Heratlı nakkaşları ve menkıbeleri üzerine de yazmış tarihçi Mirza Muhammet Haydar Duglat'a göre, üstat Seyyit Mirek, bu nakış anlayışına, bir at resmi çizmek isteyen nakkaştan misal de vermiş. Buna göre en yeteneksiz nakkaş bile, kafasının içi bomboş olduğu için, tıpkı bugünkü Frenk ressamları gibi, bir ata baka baka at resmi çizerken bile, resmi hafızadan yapar. Çünkü, aynı anda hem ata hem de üzerine atın resmini çizdiği kağıda kimse bakamaz. Önce ata bakar nakkaş, sonra aklındakini hemen kâğıda çizer. Aradan göz kırpacak kadar bir zaman bile geçse bile nakkaşın kâğıda geçirdiği, görmekte olduğu at değil, az önce gördüğü atın hatırasıdır ki, bu da en sefil nakkaş için bile, resmin ancak hafızayla mümkün olabileceğinin kanıtıdır. Nakkaşın faal meslek hayatını, daha sonra gelecek mutlu körlüğe ve körlerin hatıralarına bir hazırlık olarak gören bu anlayışın sonucu olarak, dönemin Heratlı üstatları, kitapsever şahlar ve şehzadeler için yaptıkları resimleri bir el alıştırması, bir temrin olarak görür, çalışmayı, durmadan çizmeyi ve günlerce dur durak bilmeden şamdanların ışığında sayfalara bakmayı nakkaşı körlüğe götüren mutlu bir iş olarak kabul ederlerdi. Üstat nakkaş Mirek, bütün hayatı boyunca kimi zaman tırnak, pirinç, hatta saç üzerine bütün yapraklarıyla ağaçlar çizip körlüğe kasten ve hızla yaklaşarak, kimi zaman da mutlu ve güneşli bahçeler çizip karanlığı ihtiyatla erteleyerek, bu en mutlu sona ulaşacağı en uygun zamanı aramıştır hep. Yetmiş yaşındayken Sultan Hüseyin Baykara kilit üzerine kilit sakladığı hazinesinde birikmiş binlerce kitabın sayfalarını, bu büyük üstadı ödüllendirmek için ona açtı. Üstat Mirek, silahlar, ipek ve kadife kumaşlar ve altın dolu hazine odasının altın şamdanlarının ışığında Heratlı eski ustaların her biri birer efsane kitaplarının harika sayfalarına üç gün üç gece hiç durmadan baktıktan sonra kör oldu. Allah'ın meleklerini karşılar gibi olgunluk ve tevekkülle karşıladığı bu yeni durumundan sonra, büyük üstat bir daha hiç konuşmamış ve hiç de resim yapmamıştı. Tarihi Raşidi yazarı Mirza Muhammet Haydar Duglat bunu, Allah'ın ölümsüz zamanının manzaralarına kavuşmuş bir nakkaşın, sıradan ölümlüler için yapılan kitap sayfalarına artık hiçbir zaman geri dönememesiyle açıklar ve der ki: Kör nakkaşın hatıralarının Allah'a ulaştığı yerde, mutlak bir sessizlik, mutlu bir karanlık ve boş sayfanın sonsuzluğu vardır. Üstat Osman'ın körlük ve hafıza üzerine sorusunu, Kara'nın bana gerçekten cevabımı öğrenmekten çok, eşyalarıma, odama, resimlerime bakarken rahat edebilmek için sorduğunu elbette biliyordum. Yine de ama, anlattığım hikâyelerin içine işlediğini görmekten mutlu oldum. "Körlük Şeytan'ın ve suçun giremeyeceği bir mutlu âlemdir," dedim ona. "Tebriz'de," dedi Kara, "Üstat Mirak'ın etkisiyle körlüğü Allah'ın ihsanı en büyük erdem olarak gören eski usûl nakkaşlardan bazıları, yaşları ilerlediği halde hâlâ kör olamamalarından utandıkları, bunun yeteneksizlik ve hünersizliklerinin bir kanıtı olarak görülmesinden korktukları için kör taklidi yapıyorlar hâlâ. Kazvinli Cemalettin'den de etkiler taşıyan bu ahlak yüzünden, bazıları gerçekten kör olmadıkları halde âleme bir kör gibi bakabilmeyi öğrenebilmek için karanlıkta aynalar arasına oturup, bir kandilin soluk alevinin ışığında, Heratlı eski ustaların sayfalarına haftalarca yemeden içmeden bakıyorlar. Kapı vuruldu. Açtım, baktım, nakkaşhaneden, güzel gözlerini kocaman açmış bir güzel çırak. Müzehhip Zarif Efendi kardeşimizin cesedinin bir kör kuyuda bulunduğunu, cenazenin Mihrimah Camii'nden ikindi vakti kaldırılacağını söyledi ve haberi başkalarına yetiştirmek için koştu gitti. Allahım sen bizi koru.

15

B e n i m A d ı m E s t e r

Aşk mı insanı budala yapıyor, yoksa yalnızca budalalar mı âşık oluyor? Yıllardır bohçacılık, çöpçatanlık yapıyorum, bunun cevabını bilemiyorum. Birbirlerine tutuldukça daha zekileşen, daha bir kurnaz olup akıllıca dolaplar çeviren bir çifti, hele bir erkeği tanımak isterdim çok. Bildiğim; kurnazlıklara, küçük tuzaklara, hilelere başvuruyorsa, bir erkeğin hiç mi hiç âşık olmadığıdır. Kara Efendimiz ise daha şimdiden soğukkanlılığını kaybettiğini, benimle Şeküre'den bahsederken bile bütün ölçüleri kaçırdığını gösteriyor. Pazar yerinde ona Şeküre'nin sürekli onu düşündüğünü, onun cevabını sorduğunu, onu hiç böyle görmediğimi ve bunun gibi, herkese söylediğim nakaratı ezberden söyledim. Öyle bir bakıyordu ki bana, acıdım ona. Bana verdiği mektubu acele doğru Şeküre'ye götürmemi söyledi. Bütün budalalar, aşklarında sanki çok özel bir acele gerektiren bir durum var sanıp, aşklarının şiddetini açığa vurup, âşıklarının eline silah verir; onlar da akıllıysalar cevabı geciktirirler. Sonuç: Aşkta acele işleri geciktirir. Bu yüzden, Kara Efendi, "acele acele" diye verdiği mektubu önce başka bir yere götürdüğümü bilseydi bana şükrederdi. Çârşı yerinde onu uzun uzun beklerken donmuştum. Isınmak içini önce yolumun üzerindeki evlatlarımdan birine uğrayayım dedim. Mektubunu taşıyıp, kendi elimle evlendirdiğim kızlarıma, evladım, derim ben. Bu kaknem kız öyle müteşekkirdir ki bana, peşimde çevremde pervane olmaktan başka, elime birkaç akçe de tutuşturur. Gebeymiş, sevinçliydi. Ihlamur kaynattı, tadım çıkararak içtim. Yalnız kaldığımda Kara Efendi'nin verdiği paraları da saydım. Yirmi akçe. Tekrar yola koyuldum. Ara sokaklardan, çamuru donup yürünmez hale gelmiş uğursuz geçitlerden geçtim. Evin kapısını vururken şakacılığım tuttu da bağırdım. "Bohçacı geldi, bohçacı," dedim. "Padişah'a layık en âlâsından raksbendi tülbentim var, Keşmir'den gelmiş harika şallarım, Bursa kadifesinden kuşaklığım, en iyisinden kenarı ipekli Mısır bezinden gömlekliğim, nakış nakış tülbentten örtülerim, döşek ve yatak çarşaflarım, rengârenk mendillerim var, bohçacı!" Kapı açıldı, içeri girdim. Her zamanki gibi ev, yatak, uyku, kızarmış yağ ve nem kokuyordu. Yaşlanmakta olan bekâr erkeklerin o korkunç kokusu. "Cadaloz," dedi. "Niye bağırıyorsun?" Hiçbir şey demeden çıkarıp mektubu verdim. Yarı karanlık odada gölge gibi yaklaşıp bir anda kaptı onu elimden. Yan odaya geçti, orada yanan bir lamba vardır hep. Kapının eşiğinde durdum. "Baban Efendi yok mu?" dedim. Cevap vermedi. Kendinden geçmiş, mektubu okuyordu. Bıraktım okusun. Lamba arkasında olduğu için yüzünü hiç göremiyordum. Mektubu bitirince, bir daha okumaya başladı. "Evet," dedim. "Ne yazmış?" Hasan okudu: "Sevgili Şeküre Hanım. Ben de, yıllarca bir tek kişinin hayaliyle yaşadığını için kocam beklemeni, ondan başka hiç kimseyi düşünmemeni takdirle anlıyorum. Senin gibi bir kadından dürüstlük ve iffetten başka ne beklenir ki. (Bir kahkaha attı Hasan!) Ama nakış için babanı görmeye gelmem seni taciz etmek değildir. Bu hiç aklımdan geçmez. Senden işaret, hele cesaret aldığımı öne sürecek hiç değilim. Yüzün pencerede bana nur gibi gözüktüğünde, bunun Allah'ın bana bir ihsanı olduğundan başka bir şey düşünmedim. Çünkü senin yüzünü görebilmek mutluluğu bana yeter. ("Burasını Nizami'den araklamış" diye araya girdi öfkeyle.) Ama madem bana yaklaşma diyorsun, söyle, bir melek misin ki sen yanına yaklaşmak korkunç olsun? Dinle beni, şunu dinle: Gece yarıları umutsuz bir hancı ile idam kaçkını haydutlardan baş kimseciklerin konaklamadığı ıssız ve lanetli kervansarayların pencerelerinden çıplak dağlara vuran ay ışığını seyrederek ve benden de bahtsız yalnız

kurtların ulumalarını dinleyerek uyumaya çalışırken, bir gün ansızın bana, işte o pencerede göründüğün gibi görüneceğini düşünürdüm. Dinle: Şimdi kitap için babana geri geldiğimde, çocukluğumda yaptığım resmi bana geri veriyorsun. Bu benim için seni bulduğumun işaretidir, biliyorum. Ölümün değil. Oğullarından birini, Orhan'ı gördüm. Zavallı yetim. Onun babası olacağım!" "Maşallah, iyi yazmış," dedim. "Şair olmuş bu." "Melek misin ki sen yanına yaklaşmak korkunç olsun," dedi. "İbni Zerhani'den çalmış o sözü. Ben daha iyi yazarım."'Cebinden kendi mektubunu da çıkardı. "Al götür bunu Şeküre'ye." Mektuplarla birlikte verdiği para ilk defa huzursuz etti beni. Bu adamın karşılık alamadığı aşkına çılgınca bağlanmasında tiksinti verici bir şey hissettim. Sanki sezgilerimi doğrulamak ister gibi Hasan, uzun zamandır ilk defa efendiliği bir yana bıraktı ve şöyle dedi kabadayıca: "Söyle ona, istersek onu kadı zoruyla eve getiririz." "Gerçekten söyleyeyim mi?" Bir sessizlik oldu. "Söyleme," dedi. Odadaki lambanın ışığı yüzüne vurdu da, suçunu bilen bir çocuk gibi önüne baktığını gördüm. Bu hallerini bildiğim için aşkına saygı duyar, mektupları taşırım. Sanıldığı gibi para için değil. Evden çıkıyordum, beni kapıda durdurdu Hasan. "Şeküre'ye onu ne kadar çok sevdiğimi söylüyor musun?" sordu heyecanla ve akılsızca. "Mektuplarında bunu sen yazmıyor musun?" "Söyle bana, onu, babasını nasıl ikna edebilirim onları?" "İyi bir insan olarak," dedim, kapıya yürüdüm. "Bu yaştan sonra çok geç" dedi, içten bir acıyla. "Çok para kazanmaya başladın Hasan Çavuş. İnsanı iyi yapar bu" dedim, çıktım. Evin içi o kadar karanlık ve kasvetliydi ki, dışarıda hava ısınmış gibi geldi bana. Yüzüme güneş vurdu. Şeküre'nin mutlu olmasını istediğimi düşündüm. Ama nemli, soğuk ve karanlık evi gördüğüm o zavallıyı da bir şekilde sayıyordum. Hiç hesaplarımda yokken, içimden geliverdiği için, Laleli'deki Baharatçılar Çarşısı'na saptım, tarçın, safran, biber kokuları arasında kendime gelirim sanıyordum, ama yanılmışım. Evinde, Şeküre, mektupları aldıktan sonra Kara'yı sordu ilk. Aşk yangınının her yerini acımasızca sardığını söyledim, hoşuna gitti. "Evlerinde örgü ören karılar dahil herkes zavallı Zarif Efendi'nin niye öldürüldüğünden söz ediyor," diye sözü değiştirdim sonra. "Hayriye, helva yap da zavallı Zarif Efendi'nin karısı Kalbiye'ye götür," dedi Şeküre. "Cenazesine bütün Erzurumiler, pek çok kalabalık gelecekmiş," dedim. "Akrabaları kanı yerde kalmayacak diyorlarmış." Ama Şeküre, Kara'nın mektubunu okumaya başlamıştı. Bütün dikkatimle ve öfkeyle yüzüne baktım. Bu kadının o kadar hayat deneyimi vardır ki tutkularının yüzüne yansıyış biçimini denetleyebilir. Mektubu okurken, susmamın hoşuna gittiğini, bunu Kara'nın mektubuna verdiği özel önemin benim tarafımdan da onaylanması olarak gördüğünü hissettim. Böylece, mektubu bitirip bana gülümseyince Şeküre'nin hoşuna gitsin diye, şu soruyu ona sormak zorunda kaldım: "Ne diyor?" "Çocukluğundaki gibi Bana âşık." "Ne düşünüyorsun?" "Ben evliyim. Kocamı bekliyorum." Tahminlerinizin aksine, benim ilgilenmemi istedikten sonra, bu yalanı atıvermesine hiç kızmadım, hatta bunun beni rahatlattığını söylemeliyim. Mektup taşıyıp, hayat üzerine öğütler verdiğim pek çok genç kız ve kadın Şeküre'nin gösterdiği dikkati gösterseydiler hem benim işim, hem onların işi yarı yarıya kolaylaşır, hatta bazıları çok daha iyi kocalara varabilirlerdi. "Öteki ne diyor?" diye sordum yine de.

"Hasan'ın mektubunu şimdi okumak istemiyorum," diye cevap verdi. "Hasan'ın, Kara'nın İstanbul'a döndüğünden haberi var mı?" "Varlığından bile haberi yok." "Hasan'la konuşuyor musunuz?" diye sordu güzelim kara gözlerini açarak. "Sen istediğin için." "Evet?" "Acılar içinde. Seni çok seviyor. Gönlün bir başkasına meyletse bile, bundan sonra ondan kurtulman çok zor. Mektuplarını kabul etmen onda çok umutlar uyandırdı. Ondan kork. Çünkü değil seni eve geri getirmek, ağabeyinin öldüğünü kabul ettirip seninle evlenmeye hazırladı kendini." Son sözümün tehditkâr yanını dengelesin ve beni o mutsuzun sözcüsü durumuna düşürmesin diye gülümsedim. "Öteki ne diyor peki?" diye sordu, ama kimi sorduğunu biliyor muydu? "Nakkaş mı?" "Aklım karmakarışık," dedi birden, belki de düşüncelerinden korkarak. "Her şey daha karışacakmış gibi de geliyor bana. Yaşlanıyor artık babam. İleride bizlere, bu yetim çocuklara ne olacak? Hepimize bir kötülüğün yaklaştığını, Şeytan'ın bizler için kötülükler hazırladığını seziyorum. Ester, bana öyle bir şey söyle, mutlu olayım." "Sen hiç merak etme canım Şekürem," dedim içim titreyerek, "Gerçekten çok akıllısın, çok güzelsin sen. Bir gün yakışıklı kocanla aynı yatakta yatacak, ona sarılacak, bütün dertlerini unutup mutlu olacaksın. Bunu gözlerinin içinde okuyorum." Öyle bir sevgi yükseldi ki içimde gözüm nemlendi. "İyi de hangisi olacak o koca?" "Bunu senin o akıllı yüreğin sana söylemiyor mu?" "Yüreğimin ne dediğini anlayamadığım için mutsuzum beri Bir sessizlik oldu. Bir an Şeküre'nin bana hiç mi hiç güvenmediğini, ağzımdan laf almak için güvensizliğini ustalıkla gizlemekte olduğunu, kendini açındırdığını düşündüm. Mektuplara şu anda bir cevap vermeyeceğini anladığım zaman, bütün kızlara, şaşılara bile söylediğim şu sözü söyleyip bohçamı kapıp, çıkıp sıvıştım. "O güzel gözlerini dört açarsan başına kötü bir şey gelmez canım, merak etme sen."

16

B e n , Ş e k ü r e

Eskiden bohçacı Ester'in her gelişinde, benim gibi akıllı, güzel, iyi yetişmiş, dul ama namuslu bir kadının yüreğini küt küt attıracak âşığın, en sonunda harekete geçip, mektubunu yazıp gönderdiğini hayal ederdim. Gelen mektupların her zamanki taliplerimden olduğunu görünce de, hiç olmazsa kocamı beklemek için güç ve sabır kazanırdım. Şimdiyse, bohçacı Ester'in her gidişinden sonra aklım karışıyor ve kendimi daha da zavallı hissediyorum. Dünyanın seslerini dinledim. Mutfaktan kaynama fokurtusu ve limon ve soğan kokusu geliyor: Biliyorum Hayriye kabak kaynatıyor. Şevket ile Orhan avluda, nar ağacının orada itişerek kılıç oynuyor, bağırışlarını duyuyorum. Babam, sessiz, yan odada. Açıp Hasan'ın mektubunu okudum ve merak edilebilecek hiçbir şey olmadığını bir daha anladım. Yalnızca ondan biraz daha korktum ve onunla aynı evi paylaştığım zamanlar, koynuma girmek için gösterdiği çabalara direndiğim için kendimi kutladım. Sonra Kara'nın mektubunu sanki incinebilecek kırılgan bir şeymiş gibi dikkatle tutarak okudum ve aklım karıştı. Mektupları bir daha okumadım; güneş çıktı ve şöyle düşündüm: Gecelerin birinde Hasan'ın koynuna girseydim ve onunla sevişseydim hiç kimse farketmezdi bunu; Allah hariç. Kayıp kocamla benzeşiyor, aynı şey. Bazen böyle saçma ve tuhaf bir düşünce aklıma düşüveriyor. Güneş ve birden ısınınca sanki bir gövdem olduğunu, tenimi, göğüslerimin ucunu bile hissetmiştim. Güneş kapıdan üzerime öyle vururken birden Orhan giriverdi içeri. "Anne, ne okuyorsun?" dedi. Peki, demin Ester'in son getirdiği mektupları bir daha okumadım dedim ya, size yalan söylemiştim. Yine okuyordum. Ama sefer gerçekten mektupları katlayıp koynuma soktum ve Orhan'a dedim ki. "Gel bakayım buraya sen kucağıma." Geldi. "Ooff maşallah, ne kadar da ağırsın, kocaman olmuşsun," dedim ve öptüm. "Buz gibisin," derken ben: "Anne ne kadar sıcaksın," dedi, sırtını göğüslerime yasladı. Birbirimize sıkı sıkıya dayanmış, hiç konuşmadan oturmak ikimizin de hoşuna gidiyordu. Boynunu kokladım, öptüm. Daha da sıkı sarıldım. Sessizlik oldu, öylece durduk. "Gıdıklanıyorum," dedi çok sonra. "Söyle bakalım," dedim ciddi sesimle. "Cinler padişahı gelse dile benden ne dilersin dese, hayatta en çok neyi istersin?" "Şevket bizimle olmasın isterim." "Başka ne istersin? Bir baban olsun ister misin?" "Hayır. Büyüyünce seninle ben evleneceğim." Kötü olan şey yaşlanmak, çirkinleşmek, hatta kocasız ve yok kalmak değil, hayatta kimsenin sizi kıskanmaması, diye düşündüm. Orhan'ın ısınan gövdesini kucağımdan indirdim. Benim gibi kötü ruhlu biri, iyi bir insanla evlenmeli diye düşünerek babama yanına çıktım. "Padişahımız Hazretleri kitabın bittiğini kendi gözleriyle görüp, sizi ödüllendirecek," dedim. "Venedik'e gideceksiniz yine." "Bilemiyorum," dedi babam. "Bu cinayet beni korkuttu. Düşmanlarımız güçlü olmalı." "Benim bu durumumun da onları cesaretlendirdiğini, yanlış anlamalara, temelsiz umutlanmalara yol açtığını biliyorum." "Nasıl?"

"Artık bir an önce evlenmeliyim." "Ne?" dedi babam. "Kiminle?" dedi. "Ama sen evlisin," "Bu nereden çıktı?" diye sordu, "isteyenin kim? Çok makul ve dayanılmaz bir isteyenin olsa bile," dedi makul babam, "öyle birini kolay bulup beğeneceğimizi sanmıyorum ya," diye araya ekleyip, şöyle özetledi talihsiz durumumu: "Evlenebilmen için çözmemiz gereken çok büyük meseleler var biliyorsun." Uzun bir sessizlikten sonra da şöyle dedi: "Beni bırakıp gitmek mi istiyorsun canım?" "Kocamın öldüğünü dün rüyamda gördüm," dedim. Ama bu rüyayı gerçekten görmüş bir kadın gibi ağlamadım. "Nakşa bakıldığında onu okumayı bilenler gibi, rüyayı da okumayı bilmek gerek." "Gördüğüm rüyayı size anlatmamı uygun bulur musunuz?" Bir an bir durgunluk oldu ve konuştukları şeylerden çıkarılabilecek diğer bütün sonuçlan hızlı hızlı gözden geçiren akıllı insanların yapacağı gibi birbirimize gülümsedik. "Rüyanı yorumlayarak onun öldüğüne inanabilirim ama, kayınpederin, kayınbiraderin ve onlara kulak vermek zorunda olan kadı başka kanıtlar isteyecektir." "Çocukları alıp eve döneli iki yılı geçti, ama kayınpeder ile kayınbirader beni geri getiremiyorlar." "Çünkü bir kusurları olduğunu gayet iyi biliyorlar," dedi babam. "Ama bu senin boşanmana razı oldukları anlamına gelmez." "Mezhebimiz Maliki ya da Hanbeli olsaydı," dedim, "Aradan dört yıl geçtiğine bakıp kadı beni boşar, bir de üstüne nafaka bağlardı. Ama biz Allaha şükürler olsun Hanefi olduğumuz için bunu da yapamıyoruz." "Bana Üsküdar Kadısının Şafii naibinden bahsetme. Onlar çürük işler." "Savaşta kocası kayıp olan bütün İstanbullu kadınlar boşanmak için tanıklarıyla ona gidiyorlarmış. Şafii olduğu için, kocan kayıp mıdır, kaç zamandır kayıptır, geçim sıkıntısı mı çekiyorsun, bunlar da tanıkların mıdır, deyip hemen boşuyormuş." "Kim sokuyor bunları senin kafana benim canım kızım?" dedi. "Aklını başından alan kim?" "Bir kere boşandıktan sonra, aklımı başından alabilecek birisi varsa eğer, onu tabii ki siz bana söyleyeceksiniz ve ben kiminle evlenmem konusunda sizin kararınızdan asla çıkacak değilim." Benim kurnaz babam, kızının da kendisi kadar kurnaz olduğunu görüp gözlerini kırpıştırmaya başladı. Aslında babam, gözlerini böyle hızla üç sebepten kırpıştırır: 1. Sıkıştığı zamanlarda kurnazlık bulmak için acele acele kafasını çalıştırırken. 2. Sessizlik ve kederden içtenlikle ağlayacağı zamanlarda. 3. Sıkıştığı zamanlarda kurnazlık edip birinci ve ikinci nedeni karıştırarak sonra kederden ağlayabilirmiş izlenimi vermek için. "Çocukları alıp gidiyor, ihtiyar babam yalnız mı bırakıyorsun? Biliyor musun ki kitabımız -kitabımız dedi evet- yüzünden öldürülmekten korkuyordum, ama şimdi sen çocukları alıp gitmek isteyince ben zaten ölmeyi istiyorum." "Babacığım, o işe yaramaz kayınbiraderden kurtulabilmek için boşanmam gerektiğini her zaman siz söylemez miydiniz?" "Beni terketmeni istemiyorum. Kocan bir gün geri dönebilir. Dönmese de, evli olmanın bir zararı yok. Yeter ki bu evde babanla otur." "Bu evde sizinle oturmaktan başka hiçbir şey istemiyorum." "Canım, az önce bir an önce evlenmek istediğini de söylemiyor muydun?" İşte böyledir babayla tartışmak: Sonunda haksız olduğuma ben de inanırım. "Söylüyordum," dedim önüme bakarak. Sonra ağlamamak için kendimi tutarken aklıma geliveren şeyin haklılığından cesaretlenerek dedim ki: "Peki, ben bir daha hiç evlenmeyecek miyim?" "Seni benden alıp uzaklara götürmeyecek bir damadın başımın üzerinde yeri var. Talibin kim, bizimle birlikte bu evde oturur mu?" Sustum. Bizimle birlikte bu evde oturacak damada babamın saygı duymayıp onu yavaş yavaş ezeceğini elbette ikimiz de biliyorduk. Babam, içgüveysi diye o damadı öyle bir sinsice ve ustalıkla küçümseyecekti ki, ben o adama kendimi vermek bile istemeyecektim.

"Babanın onayı olmadan bu halinle evlenmenin neredeyse imkansız olduğunu biliyorsun değil mi? Evlenmeni istemiyorum! İzin vermiyorum." "Ben evlenmek değil, boşanmak istiyorum." "Çünkü kendi çıkarlarından başka hiçbir şeye aldırmayan düşüncesiz bir hayvan seni incitebilir. Seni ne kadar sevdiğimi biliyorsun, değil mi canım kızım. Bu kitabı da bitirmemiz lazım." Sustum. Çünkü konuşmaya başlasaydım, öfkemin farkına varmış olan Şeytan da dürtüyordu, babamın yüzüne, geceleri Hayriye'yi yatağına aldığını bildiğimi söyleyiverecektim, ama benim gibi bir kıza yaşlı babasına cariye ile yattığını bildiğini söylemek hiç yakışır mı? "Kim evlenmek istiyor seninle?" Önüme baktım ve sustum, ama utancımdan değil de öfkemden. Daha kötüsü, bu kadar öfkelendiğimi bilmeme rağmen bir türlü cevap verememek daha da öfkelendiriyordu beni. O zaman hayalimde babamla Hayriye'yi o gülünç ve iğrenç durumda yatakta düşünüyordum. Tam ağlayacaktım ki, önüme bakarak dedim ki: "Ocakta kabak var, yanmasın." Merdivenin yanında, hiç açılmayan penceresi kuyuya bakan odaya geçtim, karanlıkta el yordamıyla hızla yatağımı bulup serdim, kendimi üzerine attım: Ah ne kadar da güzeldir çocukken haksızlığa uğrayıp, yatağa yatıp ağlaya ağlaya uyuyakalmak! Bir tek ben seviyorum kendimi ve bu yalnızlık o kadar acıklı ki, kendi yalnızlığıma ağlarken benim hıçkırıklarımı ve çığlıklarımı duyan sizler yardımıma geliyorsunuz. Biraz sonra baktım, Orhan, benim yatağıma uzanmış. Başını göğüslerimin arasına soktu, baktım o da orada iç çekerek gözyaşı döküyor, iyice kendime çekip bastırdım onu. "Ağlama anne," dedi biraz sonra. "Babam savaştan dönecek." "Nereden biliyorsun?" Sustu. Ama o kadar sevdim, öyle bir göğsüme bastırdım ki onu, bütün sıkıntılarımı unuttum. İnce kemikli Orhanımın narin gövdesine sarılıp uyuyakalmadan önce, şimdi, bir tek derdim var, onu söyleyeyim size. Demin babam ve Hayriye hakkında öfkeyle size söylediğim şeyden şimdi pişmanım. Hayır, dediğim yalan değildi, ama yine de bunu söylemiş olmaktan öyle utanıyorum ki, Siz o dediğimi unutun, hiç söylenmemiş, babam da Hayriye ile öyle yapmıyormuş gibi bakın bizlere olmaz mı?

17

B e n E n i ş t e n i z i m

nest...

çamaşır makinesi ses çıkarması topuz modelleri kapalı huawei hoparlör cızırtı hususi otomobil fiat doblo kurbağalıdere parkı ecele sitem melih gokcek jelibon 9 sınıf 2 dönem 2 yazılı almanca 150 rakı fiyatı 2020 parkour 2d en iyi uçlu kalem markası hangisi doğduğun gün ayın görüntüsü hey ram vasundhara das istanbul anadolu 20 icra dairesi iletişim silifke anamur otobüs grinin 50 tonu türkçe altyazılı bir peri masalı 6. bölüm izle sarayönü imsakiye hamile birinin ruyada bebek emzirdigini gormek eşkiya dünyaya hükümdar olmaz 29 bölüm atv emirgan sahili bordo bereli vs sat akbulut inşaat pendik satılık daire atlas park avm mağazalar bursa erenler hava durumu galleria avm kuaför bandırma edirne arası kaç km prof dr ali akyüz kimdir venom zehirli öfke türkçe dublaj izle 2018 indir a101 cafex kahve beyazlatıcı rize 3 asliye hukuk mahkemesi münazara hakkında bilgi 120 milyon doz diyanet mahrem açıklaması honda cr v modifiye aksesuarları ören örtur evleri iyi akşamlar elle abiye ayakkabı ekmek paparası nasıl yapılır tekirdağ çerkezköy 3 zırhlı tugay dört elle sarılmak anlamı sarayhan çiftehan otel bolu ocakbaşı iletişim kumaş ne ile yapışır başak kar maydonoz destesiyem mp3 indir eklips 3 in 1 fırça seti prof cüneyt özek istanbul kütahya yol güzergahı aski memnu soundtrack selçuk psikoloji taban puanları senfonilerle ilahiler adana mut otobüs gülben ergen hürrem rüyada sakız görmek diyanet pupui petek dinçöz mat ruj tenvin harfleri istanbul kocaeli haritası kolay starbucks kurabiyesi 10 sınıf polinom test pdf arçelik tezgah üstü su arıtma cihazı fiyatları şafi mezhebi cuma namazı nasıl kılınır ruhsal bozukluk için dua pvc iç kapı fiyatları işcep kartsız para çekme vga scart çevirici duyarsızlık sözleri samsung whatsapp konuşarak yazma palio şanzıman arızası