genç osman ankaralı namık / Ankaralı namık genç osman kemal sunal funduszeue.info - Dailymotion Video

Genç Osman Ankaralı Namık

genç osman ankaralı namık

Please note that the content of this book primarily consists of articles available from Wikipedia or other free sources online. Pages: Chapters: Kayahan, Gülben Ergen, Funda Arar, Nil Burak, Zuhal Olcay, Alpay, Kerem Özyeğen, Ayşe Hatun Önal, Harun Tekin, Fikret Kızılok, Ferdi Tayfur, Yıldız Tilbe, Semiha Berksoy, Ümit Besen, Yonca Evcimik, Arif Susam, İsmail Türüt, Esmeray, Zerrin Özer, Erol Evgin, Karacaoğlan, Ebru Aydın, Fatih Erkoç, Yavuz Bingöl, Soner Özbilen, Ahmet Özhan, Sibel Alaş, Genco Ecer, Coşkun Sabah, Bengü, Engin Noyan, Hakan Altun, Arif Sağ, Münir Nurettin Selçuk, Atilla Manizade, Sami Levi, Semiha Yankı, Doğa Bekleriz, Deniz Seki, Volkan Konak, Ankaralı Turgut, Şebnem Paker, Ayşegül Aldinç, Ayla Algan, Hasan Yılmaz, Juanito, Yıldız Kaplan, Hilmi Yarayıcı, Aziza A., Ali Tufan Kıraç, Galip Sokullu, Mustafa Ceceli, Çetin Alp, Beyhan Demirdağ Alkan, SuZy, Gönül Yazar, Emel Sayın, Muazzez Abacı, Bendeniz, Bergen, Nezihe Kalkan, Derya Köroğlu, Ankaralı Namık, Nigar Talibova, Gökhan Özoğuz, Kul Nesîmî, Belkıs Akkale, Bassturk, Genç Osman Yavaş, Ertuğ Ergin. Excerpt: Gülben Ergen (born August 25, ) is a Turkish singer and occasional actress. She was born in Istanbul, Turkey, and has acted in films and on television. Her most famous role is probably that of Melek in Dadı, the Turkish version of The Nanny. She was named Miss Cinema and later by the help of her famous friends such as Seren Serengil and Ibrahim Tatlises she started her singing career . During her career, Ergen has released six successful albums and became a top singer. Throughout her career, many of her songs have hit number one on the record charts, including "Abayı Yaktım", "Sade ve Sadece", "Arka Sokaklar", "Uçacaksın", "Kandıramazsın Beni", "Küt Küt", "Yalnızlık", "Lay La Lay Lalay", "Sürpriz" and "Giden Günlerim Oldu". Her nicknames include the "Queen of Arabesque-pop music". She married Mustafa Erdoğan, the founder of Fire of Anatolia dance group, on September 5, , an

×

T.C. İÇİŞLERİ BAKANLIĞI

WEB SİTESİ GİZLİLİK VE ÇEREZ POLİTİKASI

T.C. İçişleri Bakanlığı tarafından işletilen funduszeue.info web sitesini ziyaret edenlerin kişisel verilerini sayılı Kişisel Verilerin Korunması Kanunu uyarınca işlemekte ve gizliliğini korumaktayız. Bu Web Sitesi Gizlilik ve Çerez Politikası ile ziyaretçilerin kişisel verilerinin işlenmesi, çerez politikası ve internet sitesi gizlilik ilkeleri belirlenmektedir.

Çerezler (cookies), küçük bilgileri saklayan küçük metin dosyalarıdır. Çerezler, ziyaret ettiğiniz internet siteleri tarafından, tarayıcılar aracılığıyla cihazınıza veya ağ sunucusuna depolanır. İnternet sitesi tarayıcınıza yüklendiğinde, çerezler cihazınızda saklanır. Çerezler, internet sitesinin düzgün çalışmasını, daha güvenli hale getirilmesini, daha iyi kullanıcı deneyimi sunmasını sağlar. Oturum ve yerel depolama alanları da çerezlerle aynı amaç için kullanılır. İnternet sitemizde çerez bulunmamakta, oturum ve yerel depolama alanları çalışmaktadır.

Web sitemizin ziyaretçiler tarafından en verimli şekilde faydalanılması için çerezler kullanılmaktadır. Çerezler tercih edilmemesi halinde tarayıcı ayarlarından silinebilir ya da engellenebilir. Ancak bu web sitemizin performansını olumsuz etkileyebilir. Ziyaretçi tarayıcıdan çerez ayarlarını değiştirmediği sürece bu sitede çerez kullanımını kabul ettiği varsayılır.

funduszeue.infoşisel Verilerin İşlenme Amacı

Web sitemizi ziyaret etmeniz dolayısıyla elde edilen kişisel verileriniz aşağıda sıralanan amaçlarla T.C. İçişleri Bakanlığı tarafından Kanun’un 5. ve 6. maddelerine uygun olarak işlenmektedir:

  • T.C. İçişleri Bakanlığı tarafından yürütülen ticari faaliyetlerin yürütülmesi için gerekli çalışmaların yapılması ve buna bağlı iş süreçlerinin gerçekleştirilmesi,
  • T.C. İçişleri Bakanlığı tarafından sunulan ürün ve hizmetlerden ilgili kişileri faydalandırmak için gerekli çalışmaların yapılması ve ilgili iş süreçlerinin gerçekleştirilmesi,
  • T.C. İçişleri Bakanlığı tarafından sunulan ürün ve hizmetlerin ilgili kişilerin beğeni, kullanım alışkanlıkları ve ihtiyaçlarına göre özelleştirilerek ilgili kişilere önerilmesi ve tanıtılması.

 

funduszeue.infoşisel Verilerin Aktarıldığı Taraflar ve Aktarım Amacı

Web sitemizi ziyaret etmeniz dolayısıyla elde edilen kişisel verileriniz, kişisel verilerinizin işlenme amaçları doğrultusunda, iş ortaklarımıza, tedarikçilerimize kanunen yetkili kamu kurumlarına ve özel kişilere Kanun’un 8. ve 9. maddelerinde belirtilen kişisel veri işleme şartları ve amaçları kapsamında aktarılabilmektedir.

funduszeue.infoşisel Verilerin Toplanma Yöntemi

Çerezler, ziyaret edilen internet siteleri tarafından tarayıcılar aracılığıyla cihaza veya ağ sunucusuna depolanan küçük metin dosyalarıdır. Web sitemiz ziyaret edildiğinde, kişisel verilerin saklanması için herhangi bir çerez kullanılmamaktadır.

4.Çerezleri Kullanım Amacı

Web sitemiz birinci ve üçüncü taraf çerezleri kullanır. Birinci taraf çerezleri çoğunlukla web sitesinin doğru şekilde çalışması için gereklidir, kişisel verilerinizi tutmazlar. Üçüncü taraf çerezleri, web sitemizin performansını, etkileşimini, güvenliğini, reklamları ve sonucunda daha iyi bir hizmet sunmak için kullanılır. Kullanıcı deneyimi ve web sitemizle gelecekteki etkileşimleri hızlandırmaya yardımcı olur. Bu kapsamda çerezler;

İşlevsel:Bunlar, web sitemizdeki bazı önemli olmayan işlevlere yardımcı olan çerezlerdir. Bu işlevler arasında videolar gibi içerik yerleştirme veya web sitesindeki içerikleri sosyal medya platformlarında paylaşma yer alır.

Teknik olarak web sitemizde kullanılan çerez türleri aşağıdaki tabloda gösterilmektedir.

Oturum Çerezleri

(Session Cookies)

Oturum çerezleri ziyaretçilerimizin web sitemizi ziyaretleri süresince kullanılan, tarayıcı kapatıldıktan sonra silinen geçici çerezlerdir. Amacı ziyaretiniz süresince İnternet Sitesinin düzgün bir biçimde çalışmasının teminini sağlamaktır. (funduszeue.info_SessionId)

 

Web sitemizde çerez kullanılmasının başlıca amaçları aşağıda sıralanmaktadır:

  • • İnternet sitesinin işlevselliğini ve performansını arttırmak yoluyla sizlere sunulan hizmetleri geliştirmek,

5.Çerez Tercihlerini Kontrol Etme

Farklı tarayıcılar web siteleri tarafından kullanılan çerezleri engellemek ve silmek için farklı yöntemler sunar. Çerezleri engellemek / silmek için tarayıcı ayarları değiştirilmelidir. Tanımlama bilgilerinin nasıl yönetileceği ve silineceği hakkında daha fazla bilgi edinmek için funduszeue.info adresini ziyaret edilebilir. Ziyaretçi, tarayıcı ayarlarını değiştirerek çerezlere ilişkin tercihlerini kişiselleştirme imkânına sahiptir.  

funduszeue.info Sahiplerinin Hakları

Kanunun “ilgili kişinin haklarını düzenleyen” maddesi kapsamındaki talepleri, Politika’da düzenlendiği şekilde, ayrıntısını Başvuru Formunu’nu Bakanlığımıza ileterek yapabilir. Talebin niteliğine göre en kısa sürede ve en geç otuz gün içinde başvuruları ücretsiz olarak sonuçlandırılır; ancak işlemin ayrıca bir maliyet gerektirmesi halinde Kişisel Verileri Koruma Kurulu tarafından belirlenecek tarifeye göre ücret talep edilebilir.

 

B&#;y&#;k Devlet Olma Şuuru Rahim Er İngiliz Seyyahın Kaleminden Fatih K&#;lliyesi T&#;lay Reyhanlı T&#;rk&#;e Kutlama Rehberi Akşam Gazetesi M&#;sl&#;man T&#;rklerin Asaleti Henri A. Ubicini Edirne: &#;l&#;m Adası Ragıp Akyavaş Malazgirt Meydan Muharebesi Necip Yıldırım Tarih Meşheri Ragıp Akyavaş K&#;&#;&#;k Kerim Onbaşı Annesini Bulabildi mi? Rifat Erdal Bir Yabancı Seyyahın Kaleminden Bursa Friedrich-Karl Kıenit T&#;rk Birliği Prof. Dr. &#;ağrı Erhan Cihan Harbi'nden Bir Hatıra: "Sen Namaz Kılar mısın Oğlum?" İlhan Sel&#;uk T&#;rkler Medeniyet &#;nc&#;s&#;d&#;r Numan A. &#;nal T&#;rklerin İsl&#;m D&#;nine Hizmeti Prof. Dr. Ramazan Ayvallı Kerk&#;k Kalesi Yıkılmaktan Kurtuluyor Dr. K&#;rşat &#;avuşoğlu Gazze M&#;d&#;fileri İhsan Birinci Busbecq’in Kaleminden Osmanlı Ordusu Ogier Ghislain de Busbecq Sınırlarımızı Zirveye Taşıyan Sultan: III. Murat Han Halit Kanak Osmanlı’da Teknik, Mimari ve Tıp Zirvedeydi M. Sıddık G&#;m&#;ş Fatih'in Divanını Anlamak Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil Ge&#;mişimiz, Halimiz, Geleceğimiz Yavuz Bahadıroğlu Halep'de Rus&#;a! Meryem Aybike Sinan B&#;yle Ka&#; Nesli Daha Mahvedeceğiz? İdris İspiroğlu Unutturulan Hat Sanatımız ve Hattatlarımız Murat &#;ztekin Mahzun On İki Adamız Prof. Dr. Celamettin Taşkıran ONİKİ ADA Prof. Dr. Cemalettin Taşkıra Anadolu T&#;rklerinin Irk&#; Hususiyetleri Prof. Dr. Ah. Djevad T&#;rk’&#;n Kaderi: G&#;&#; Nedim İpek Şeyh Hamdullah Eserleri ile Yaşıyor Murat &#;ztekin Bir Fransız’ın Kaleminden Sultan S&#;leyman ve S&#;leymaniye A. de Lamartine T&#;rkler M&#;sl&#;man Olmakla Ne Kazandı? funduszeue.info Buğra Ekinci Osmanlı Olmasaydı Prof. Dr. Faruk Beşer Seyyid Ahmet Arvasi'ye G&#;re T&#;rk Milleti Şerife G&#;ven T&#;rk İslam &#;lk&#;s&#;’n&#;n B&#;y&#;k M&#;tefekkiri: Seyyid Ahmet Arvasi Hasan Yılmaz Batı Medeniyeti İslam Medeniyeti’nin &#;ocuğudur Prof. Dr. Fuat Sezgin T&#;rk D&#;nyası'nı Tanımalıyız Rahim Er Ger&#;ek Osmanlı Prof. Dr. Ekrem Buğra Ekinci Hindistan T&#;rk-İslam Tarihinden Altın Bir Sayfa: funduszeue.infor Şah ve Şeyh M. Masum F&#;ruki Devri Numan Aydoğan &#;nal Osmanlı Donanması D&#;nyada Bir Numaraydı Prof. Dr. Ekrem Buğra Ekinci B&#;y&#;k Devlet Olma Şuuru Rahim Er Edirne'nin Muhteşem G&#;nleri: Sultan IV. Mehmed'in Bayram Alayı Yılmaz &#;ztuna Prof. Dr. Zeki Velidi Togan'ın Kaleminden Annesi Prof. Dr. Zeki Velidi Togan Osmanlı’lar Balkanlar’da Halkın H&#;misi Oldu Prof. Dr. Erhan Afyoncu &#;ağdaş Devlet ve T&#;rk-İslam Medeniyeti S. Ahmet Arvasi Bir Ozan Ge&#;ti Samsun'dan Meryem Aybike Sinan "T&#;rk" Soyadı Taşıyan Yabancılar funduszeue.info &#;zfatura Birinci Cihan Savaşı’ndan Hazin Bir H&#;tıra Ragıp Bey İran T&#;rkmenleri Kemal &#;apraz Osmanlı Sultanlarının Hanımları da &#;ok Hayırseverdi Selman Kılın&#; Kırgız T&#;rk’&#; Muhammed Şerif’in Osmanlı Sevdası Prof. Dr. Alfina Sıbgatullına Unuttuğumuz L&#;bnan T&#;rkleri İrfan &#;zfatura Yunanlıların Anadolu’dan Birlikte G&#;t&#;rd&#;kleri T&#;rk Esirlerine Yaptıkları Korkun&#; Zul&#;m Prof. Dr. Cemalettin Taşkıran I. Cihan Savaşı’nda Esir D&#;şen Osmanlı Askerlerinin B&#;y&#;k Dramı Prof. Dr. Cemalettin Taşkıran 93 Harbi Felaketi Prof. Dr. Besim &#;zcan Ge&#;mişimizle Barışma Zamanı Yavuz Bahadıroğlu Kendi Kaleminden Seyyid Ahmet Arvasi S. Ahmet Arvasi T&#;rk'&#;n Kızılelması Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil TRT Tarafından Hazırlanan “Kut'&#;l Amare Zaferi" Filmi G&#;sterime Girdi &#;.Serdar Akın T&#;rk'&#;n Destan Şairi N. Yıldırım Gen&#;osmanoğlu Meryem Aybike Sinan Unutturulan Kahraman: Medine M&#;dafii &#;mer Fahrettin Paşa Aydın &#;nal &#;ok &#;nemli Bir Kitap: T&#;rk&#;e Jeopolitik Yavuz B&#;lent Bakiler Birinci D&#;nya Harbinden Sonra Erzurum'un Hazin Hali Ahmet Hamdi Tampınar Irak T&#;rk Edebiyatında Erbil Erşet H&#;rm&#;zl&#; B&#;y&#;k Devlet Olma Şuuru Rahim Er Osmanlı Padişahlarının Sancağ-ı Şerif ile Sefer-i H&#;mayunları Prof. Dr. Murat Sarıcık Darbeye Karşı "T&#;rk Refleksi"! funduszeue.info Doğan Osmanlı Devleti’nde İstihbarat Do&#;. Dr. Emrah Safa G&#;rkan Tataristanlı As&#;l Bir T&#;rk Anasının Feryadı Mehmet Can M&#;sl&#;man T&#;rk Devletleri Birliği Ahmet Şahin Bizde M&#;nevverle Halkı Ayıran Vasıflar Prof. Dr. M&#;mtaz Turhan İstanbul'un H&#;z&#;nl&#; G&#;nleri Prof. Dr. Mehmet Temel Kızılderililer T&#;rk m&#;? H. H&#;seyin Ceylan T&#;rkiye'nin M&#;him Potansiyeli: N&#;fus Kadir Mısıroğlu T&#;rk Cihan Hakimiyetinin Esas Gayesi İslam'ı Yaymaktır Prof. Dr. İbrahim Kafesoğlu Kanuni Sultan S&#;leyman Devrinde Amiral Hadım S&#;leyman Paşa’nın Hint Seferi funduszeue.info Herbert Melzig Osmanlı Hanedanının Vatandan S&#;rg&#;n&#; Prof. Dr. Ekrem Buğra Ekinci Ord. Prof. Dr. Ali Fuat Başgil'in Hayatının Seyrini Değiştiren Bir Hatıra Ord. Prof. Dr. Ali Fuat Başgil İkindi g&#;neşi Yavuz Sultan Selim”e Yakışan K&#;pr&#; Prof. Dr. Nihat &#;ztoprak Fatih Sultan Mehmet ve Adalet Nurettin Top&#;u Osmanlılar T&#;rk-İslam Tarihinin En Parlak Sahnesidir Prof. Dr. Ekrem Buğra Ekinci T&#;rkiye’nin Geleceği Nuri Y&#;cel Mutlu T&#;rklerin T&#;rkistan’dan Anadolu-Rumeli’ye B&#;y&#;k Koşusu Nevzat K&#;soğlu Orta Afrika'da T&#;rkler Yılmaz &#;ztuna İstanbul Surları Yahya Kemal Osmanlı Devleti’nde Yabancı El&#;ileri Karşılama Merasimi Sir Paul Ricaut Osmanlı Mezar Taşları &#;ok Şey S&#;yl&#;yor!.. Nidami Sevim Kanuni’nin Estergon Seferi Yılmaz &#;ztuna Osmanlıyı Anlamak Selim Taştemur Hayvanlara da Tatil Yaptıran Medeniyet: “Osmanlı” Sadık Albayrak funduszeue.info Arvasi: ‘‘Sahabe’den sonra İsl&#;m’a En B&#;y&#;k Hizmeti T&#;rkler Yapmıştır’’ Ahmed Yasin G&#;rkan

K

imileri Arvasî Hocanın “Seyyid” olduğundan hareket ederek, Türk milliyetçiliğine gönül vermesini yadırgamaktadırlar. Hâlbuki Arvasî Hocaya göre Türklük bir etnik-ırkî tezahür değil, bilâkis bir milletin, medeniyetin ismidir. O bir konuşmasında da ifade ettiği gibi Sahabe-i Kiram’dan sonra İslâm’a en büyük hizmeti Türk milletinin yaptığını biliyor ve bu sebepten “İslâm’ı gâye edinen Türk milliyetçiliği” fikrini savunuyordu.

Yine bir konuşmasında “Eğer Türk iseniz Avrupa’ya gittiğinizde size ikinci bir soruyu sormazlar, çünkü sizin Müslüman olduğunuzu bilirler, lâkin Arap iseniz size ‘Müslüman Arap mı, hristiyan Arap mı’ olduğunuzu sorarlar. İşte aradaki fark budur” diyerek Türklüğü sığ anlayışlardan çıkarıp derin manası ile telakki etmiştir.

Türk milleti ve hususen Türk’ün İslâm Ülküsüne gönül verenler, yaşadıkları asrın Alp Erenleri, Derviş-Gazileri olmaları hasebiyle, Arvasî Hocanın nezdinde Allah dâvasının taşıyıcılarıydılar. Arvasî Hoca burdan hareketle;
 “Ben Afrika’nın ortasında doğmuş bir zenci olsaydım ve bu şuur yine bende olsaydı tereddütsüz Türk milliyetçisi olurdum. Çünkü ben Amentü’ye iman ettiğim gibi iman ediyorum ki, Türk milletinin de İslâm âleminin de mazlum milletlerin de kurtuluşu Türk milliyetçilerindedir, Türk - İslâm ülkücülerindedir”
diyerek her daim Türk-İslâm Ülküsüne gönül verenlere destek çıkmıştır. Arvasî Hoca birileri tarafından milliyetçiliğin içinin boşaltılıp, ‘‘ulusalcı-kemalist’’ sapmaların yaşandığı bugünleri görseydi kim bilir ne derdi?

Cenab-ı Allah Mâide Sûresi, âyetinde şöyle buyurmaktadır: “Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse, Allah öyle bir kavim getirir ki, Allah onları sever, onlar da Allah’ı severler. Mü’minlere karşı nefislerini aşağı görürler, kâfirlere karşı da izzet ve şeref sahibidirler. Allah yolunda cihad ederler, hiçbir kınayıcının kınamasından korkmazlar. İşte bu Allah’ın fazlıdır onu dilediği kimseye verir, Allah âlimdir, ihsanı geniştir.”

Arvasî Hoca yukarıdaki ayet-i kerimede ifade edilen vazifeyi muhterem ecdadımızın en güzeliyle yerine getirdiğine inanır ve bugünde Türk milletinin yeniden bu tarihî vazifelerine talip olmaları gerektiğini söylerdi. Burada şu bilinmelidir ki Cenab-ı Allah bu vazifeyi lâyık olana verir, ecdad-ı izam İslâm’ı öyle bir yaşadı ve yaşattı ki asırlarca İslâm’ın sancaktarlığını yaptı, bugün de Türk milleti ma’lâyani işleri terk edip, hayra yönelmeli, sarsılmaz bir birlik halinde bütün maddî ve manevî kudretini Allah için sarf etmelidir.

Arvasî Hoca sıklıkla kullanılan “Türk-İslâm Sentezi” tabirinin ağza hoş gelse de ilmî olarak doğru olmadığını ispat etmiş ve yerine daha doğru ve yerinde bir tabir olan “Türk-İslâm Ülküsü” ifadesini ortaya atmıştır. Sentez, Hegel diyalektiğinin ürünüdür ve “tez” ile “anti-tez”in çarpışmasından doğar. 

İşte Arvasî bu kavrama itiraz etmiş, Türk ve İslâm’ın birbirilerine zıt olmadığını, biri diğerinin anti-tezi olmadığını, bunların bir sentez değil “terkib” olduğunu ifade etmiş ve Türk –İslâm Ülküsü kavramını ortaya atarak büyük bir fikrî hatanın önüne geçmiştir. 
Osmanlı M.Şevket Eygi Osmanlı’nın dini İslam’dı.  Osmanlılar Ehl-i Sünnet cadde-i kübrasında yürümüşler, İslam’a Kur’an’a Sünnete Şeriata büyük hizmetler etmişlerdi. Osmanlı Devleti ve Hilafeti her zaman, her asırda Sevad-ı Âzam dairesi içinde bulunmuştur.
Osmanlılar Ashab-ı kiram ve Ehl-i Beyt efendilerimize büyük saygı göstermişlerdi. Osmanlı Devlet-i Aliyyesi Peygamber sülâlesinden gelen Seyyidlere ve Şeriflere maaş ödemiştir. 
Osmanlı zamanında bir zındık çıkıp “Allah gerçek bir Janus’tur” diyerek, kemal sıfatlarla sıfatlı ve noksan sıfatlardan münezzeh Hak Teala hazretlerini iki çehreli bir Roma putuna benzetseydi o herif şer’î  ilamla idam edilirdi.

Osmanlı Devleti Hâdimü’l-Haremeyn idi.  Kur’an’ın, Sünnetin, Şeriatın emrinde ve hizmetinde idi. Tarih boyunca, Asr-ı Saadet’ten ve Hulefa-i Râşidîn devrinden sonra İslam’a, Kur’an’a, Sünnete, Şeriata en fazla hizmet eden devlet Osmanlı olmuştur. Osmanlı Devleti Viyana’yı iki kere kuşatmış, Tevhidi Orta Avrupa’ya kadar götürmüş, nice fütuhata nail olmuştur.
Onun enkazından irili ufaklı kırka yakın devlet zuhur etmiştir. Hepsi bir araya getirilse bir Osmanlı etmez. Osmanlı yıkıldıktan sonra Ortadoğu’nun ne hale geldiğini dünya görüyor. Osmanlı ayakta kalmış olsaydı Filistin’de Yahudi devleti kurulabilir miydi Osmanlı bir “Milletler Birliği” idi.
Terazinin bir kefesine Yavuz Sultan Selim’i, öbür kefesine Şah İsmail’i koysalar hangisi ağır basar? Şiîlik ifrat, Vehhabîlik tefrit, Osmanlı ise i’tidaldir.

Yirminci asrın büyük tarih felsefecisi Arnold Toynbee, Tarih Üzerine bir Etüd adlı muazzam eserinin Ispartalılar faslında “Eflatun’un ideal cumhuriyetine  realitede en fazla yaklaşan sistem Osmanlı Devleti olmuştur” cümlesini sarf etmiştir.

Tarihte Osmanlı dini diye bir din olmamıştır. Osmanlı’nın dini Ehl-i Sünnet ve Cemaat İslamlığıdır. İslam’ın cadde-i kübrasıdır. Bir Müslüman olarak Osmanlı’yı severim, tutarım ve bundan dolayı iftihar ederim.
Osmanlı “Doğru İnsanlar” Yetiştirdi, Biz Neden Yetiştiremiyoruz? Yavuz Bahadıroğlu İnsan yetiştirecek olan lüks okul, akıllı tablet, akıllı kara tahta vs. değil, kitap ve öğretmendir. Hatırlayalım ki, Osmanlı Enderununda bunların hiçbiri yoktur. Ama Osmanlı’nın bütün zamanlara şan veren Fatih gibi, Yavuz gibi, Kanuni gibi padişahları, Koca Sinan gibi, Sedefkâr Mehmed Ağa gibi mimarları, Sokollu Mehmed Paşa, Köprülü Mehmed Paşa, Fazıl Ahmed Paşa, Baltacı Mehmed Paşa gibi sadrazamları; Matrakçı Nasuh, Hezarfen Ahmed, Lagari Hasan marifet sahipleri, Uluğ Bey, Ali Kuşçu, v.s. gibi âlimleri vardır… Çünkü Şeyh Edebali, Ak Şemseddin, Molla Gürani, Molla Zeyrek, Zembilli Ali Efendi, Ebussud Efendi v.s. gibi hocaları vardır. Bunları yetiştiren okulun adı da “Enderun”dur! Yabancı eğitimcilerin öve öve bitiremediği bu okulun temel maksadı yaygın eğitim vermek değil, kitleleri yönetebilme maharetine sahip idareci, dillere destan eserler inşa edecek mimar-mühendis, Fuzuli/Baki çapında şair, v.s. yetiştirmektir. Düşünün ki ABD’de bu konuda, civarında yüksek lisans ve doktora çalışması yapılmıştır. Amerikalı ünlü eğitimci Andreas Kazamias: “Platon’un ‘İdealindeki okul’ dediği okul budur!” demiş, yurttaşı Lewis Terman (Stanford-Binet isimli zekâ testini dünyaya armağan eden eğitimci), “Öğrencilerin zekâ seviyesini ölçmek için ilk test yönetiminin Enderun’da uygulandığını” belirtmiştir. Dahası var: Meselâ Fransız yazar Brayer: “Osmanlı’nın hızlı yükseliş sebeplerinin başında bu mektepler geliyor” diyor. Amerikalı Eğitimci-Psikolog John Dewey’in, “Çocuğa Göre Eğitim İlkesi” olarak yüzyılın başında dünyaya sunduğu “Çağdaş Eğitim Metodolojisi”nin “Enderun Modeli”nden kopya olduğunu Enderun sistemini araştıran pek çok Amerikalı uzman söylüyor. Fransız yazar ve şair M. Baudler, “Türk Milletinin başarılarına şaşmamak lâzım; çünkü onlar elit kadroları nasıl yetiştireceklerini, gençleri nasıl disipline edeceklerini biliyorlar. Bir yandan onları mükemmel insan hâline getirirken, öte yandan kabiliyetlerine göre ödüllendirmeyi de ihmal etmiyorlar” diyerek “Enderun Sistemi”ni bütün Avrupa’ya tavsiye ediyor. Kısacası onlar bizde arıyor, biz onlarda arıyoruz! Tuhaf bir durum… Mazisi bizim kadar derin bir milletin “adam kıtlığı”na düşmesi, “ihmal” ile izah edilebilir bir durum olmasa gerektir, ancak “inkâr” ile izah edilebilir. Büyük devletler kurmuş, medeniyet inşa etmiş, her alanda ve her anlamda kendine has kurumlar oluşturmuş bir milleti, sadece “inkâr” yokluğa sürükleyebilir: “Red” ve “inkâr”! Bize olan da budur: Geçmişe ait olanı reddetmek suretiyle kendimizi köklerimizden kopardık ve Batı’yı taklitte varlık aradık. Zaten “red” ve “inkâr”ın sonu, kaçınılmaz olarak taklittir! Taklitle gelinebilecek son noktaya da geldik: Deniz bitti… Yeni bir “öze dönüş”, bir bakıma “yeniden diriliş” hamlesine ihtiyaç var! Bu hamle de öncelikle milli eğitim ve kültür alanında başlamalıdır. Işığı Yanan Evler Prof. Dr. Saffet Solak Tıp fakültesini yeni bitirmiş, pratisyen hekim olarak ilk görev yaptığım yere, Konya 'ya bağlı bir beldenin sağlık ocağına gitmiştim. Gençtim, bekârdım. Küçük bir beldeydi gittiğim yer. Gittiğim ilk gece bir eve misafir olmuştum. Tren istasyonunun hemen yanında bir evdi. Akşam yemeğinden sonra çaylarımız gelmiş, sohbetler edilmişti. Üzerimde yol yorgunluğu, geldiğim yeni yerin yabancılığı vardı. Saatler ilerliyor, ağır bir uyku beni içine çekiyordu. Ev sahibine bir şey de diyemiyordum. Bir müddet daha geçti; yine bir hareket yoktu. Evin büyüğü olan Hacı anneye sıkılarak: "Anneciğim, sizin buralarda kaçta yatılıyor?" dedim. Hacı anne: "Evlâdım treni bekliyoruz. Az sonra tren gelecek, onu bekliyoruz" dedi. Merak ettim, tekrar sordum: "Trenden sizin bir yakınınız mı inecek? " Hacı anne: "Hayır evlâdım, beklediğimiz trende bir tanıdığımız yok. Ancak burası uzak bir yer. Trenden buraların yabancısı birileri inebilir. Bu saatte, yakınlarda, ışığı yanan bir ev bulmazsa sokakta kalır. Buraların yabancısı biri geldiğinde, ışığı yanan bir ev bulsun diye bekliyoruz." dedi. Konya Ovası 'nda, veya bir başka yerinde Türkiye'nin, trenden inen yabancılar için 'ışığı yanan evler' yerinde hâlâ duruyor mudur? Yabancılar, yorgun bedenlerini yün yataklarda dinlendirmeye devam ediyorlar mıdır? Aç bir köpeğin önüne bir kap yemek bırakan kadınlar yaşıyorlar mıdır? Kuşlara yuva yapan mimarlar sahi şimdi neredeler? Bu güzel insanlar, atlarına binip gitmişler. Bizler, atlarına binip giden güzel insanlara sahip bir medeni etin yetimleriyiz. Çekip gidenlerin doldurulmamış boşluklarında savrulup duran yoksullarız. Şâir öyle diyordu: "Güzel insanlar, güzel atlara binip gittiler." Şimdi bu güzel insanlar, neden ve nasıl atlarına binip gittiler? Onları ne yıldırdı da bir daha dönmemek üzere, sessiz sedasız gittiler? Ey  güzel yurdumun güzel insanları! Neredesiniz? T&#;rkl&#;k Ve İslamiyet Prof. Dr. Mehmet Kaplan İslamiyet’in Türk kültürü üzerinde büyük tesiri olmuştur. Türkler Müslüman olduktan sonra bin yıl bu  yüce, dinin içinde, yaşarmışlar, onun uğruna savaşmışlar, hayatlarını onun esaslarına uydurmuşlardır. Türk tarih ve kültürünün bin yılını İslamiyet yoğurmuştur.  Türkler kitle olarak X yüzyılda Müslüman olmuşlardır. Fakat bu tarihten önce de, küçük gruplar  halinde İslamiyet’i kabul eden Türkler vardır. Dede Korkut Kitabında Korkut Ata'nın, Resul Aleyhisselam zamanına yakın yaşadığı ve onun sahabesi olduğu belirtilir. 
Farsça Oğuznâme'de Dede Korkut'un Oğuz sülâlesinde hükümdar olan Kanlı Yavkuy zamanında  yaşadığı ve iki müşavir ile beraber Hazreti Muhammed'in yanına giderek İslâmiyet’i kabul ettiği  söylenilir. 
Taberi Tarihi, Hazreti Muhammed'in Uhut gazasında Kubbeü't-Türk (Türk çadırı) adı verilen bir  çadırdan savaşı idare ettiğini kaydeder. O tarihlerde Yemen'e giden Türklerden bazılarının Hazreti Muhammed'i görmüş ve İslâmiye’i kabul etmiş olmaları muhtemeldir. Abbasi ordusunda, Türklerin ne  kadar büyük bir yer işgal ettiklerini biliyoruz. 
VII - VIII. yüzyıllarda bazı Türk boyları Budizm, Maniheizm, Hıristiyanlık, Musevilik gibi çeşitli dinleri  benimsemişlerdir. Bu dinlere giren Türkler yerleşik medeniyete geçmişlerse de, ömürleri çok uzun  olmamıştır. Bunun sebebi bu dinlerin Türklerin karakterine uygun olmayışıdır. Türkler, bilhassa. 
Selçuklu ve Osmanlı devletini kuran Oğuz boyları din olarak İslamiyet’i seçmişlerdir. Çünkü İslâmiyet savaş ile barış, madde ile ruh, bu dünya ile öbür dünya, fert ile toplum arasında bir  denge kurmuştu. İslâmiyet Türklerin yiğitlik duygusuna, ve cihangirlik idealine tamamiyle uygun  düşüyordu. Üstelik fethedilen ülkelerde barışı tesis eden, hak ve adalet esasına dayalı bir sosyal nizam da getiriyordu. 
İslâmiyet'i kendi ruh ve karakterlerine çok uygun, bulan Türkler, onu benimsedikten sonra, Araplardan ve Farslardan daha mükemmel bir şekilde hayata uygulamışlar ve asırlar boyunca onu canlı tutmuşlardır. Bunda Türklerin İslâmiyet’i kendi hayat felsefelerine göre ele alışlarının ve  uygulayışlarının büyük rolü vardır. 
Türkler yiğitlik ve cihangirlik temayülleri savaşçıydılar. Bu kabiliyet Araplarda ve Farslarda Türklerdeki  kadar kuvvetli ve sürekli değildi. Türkler idareleri altına aldıkları kavimleri adalet üzere, barış içinde yaşatmayı devlet idaresinin temeli biliyorlardı. 
İslâmiyet, Türklerin bu iki temayülüne derin bir mânâ ve çekidüzen vermiştir. Anadoluda bin yıldan  beri devam eden Türk devletlerinin hepsi, dışa karşı yiğit ve kahraman, içte vatandaşa karşı adil olmayı gaye bilmişlerdir. İslâmiyet'in mistik yönünü de en iyi Türkler işlemişler, onu bir barış ve sevgi  yolu haline getirmişlerdir. Anadolu'da kurulan Mevlevilik ve Bektaşîlik asırlarca insanlara sevgi ve  barışı telkin etmiştir. 
Türklerin bin yıl, en ince teferruatına kadar işledikleri, ruhlarına sindirdikleri, mimarilerinde,  şiirlerinde, musikilerinde ilham kaynağı haline getirdikleri İslâmiyet'i de Türk kültür hazineleri  arasında saymamız gayet tabiidir. 
Türklükle İslâmiyet arasındaki bin yıllık münasebeti iyi tedkik etmeyenler, birtakım yanlış fikirlere saplanıyorlar. Bunların düzeltilmesi lazımdır.  Bunlardan birincisi İslâmiyet'i çağdaş ilim ve tekniğe aykırı bularak onu reddetmeğe kalkanların düşüncesidir. Böyle düşünenler önce şunu anlamalıdırlar: İslâmiyet, bir dindir, ilim ve teknik değildir. 
İlim ve teknik maddi âlem ile meşgul olur. Din ise insan ruhunun ebedi özleyişlerine cevap verir. İlim ve teknik ruhun sonsuzluk iştiyakına, adalet, sevgi, beraber yaşama ve dayanışma arzularına cevap vermez. Dinler arasında da bilhassa İslâmiyet, bu özleyişlere en iyi şekilde cevap veren bir dindir. Üstelik İslâmiyet, insanın emrinde olan ilim ve tekniğin asla aleyhinde değildir.
İkinci yanlış düşünce, İslamiyet'in Türklükle bağdaşmadığı batıl inancıdır. Türkler İslâmiyet'i kabul  ettikten sonra asırlar boyu devam eden devletler ve yüksek bir medeniyet kurmuşlardır. Daha önce  belirtildiği gibi bin yıllık Türk tarih ve kültürünü İslamiyet yoğurmuştur ve son bin yıllık Türk tarihi, Türk tarihinin kültür ve medeniyetçe en zengin, en muhtevalı ve en güzel devridir. 
Üçüncü yanlış görüş, İslâmiyet'i esas alarak Türklüğün, Türk milliyetçiliğinin inkârıdır. Böyle  düşünenler tarihte İslâmiyet'i Türklerin muzaffer kıldığını ve bugüne kadar yaşattığını unutmamalıdırlar. Eğer daha Abbasiler devrinde Türkler İslâmiyet’i benimseyerek onu İran'a ve Bizans'a karşı müdafaa etmeselerdi, Rafızilik veya Ortaçağ Hıristiyanlığı çoktan çökmüş olan Arap âlemini istilâ ederdi. 
İslâmiyet'i Büyük Selçuklu devleti, Anadolu Selçuklu devleti ve Osmanlı devleti, asırlarca İran  Rafıziliğine ve Hıristiyanlığa karşı korumuştur. Türkiye bugün bile Orta - Doğu ve İslâm âleminin en güçlü devletidir. Türklerdeki savaşçı fazilet, orduya ve devlete bağlılık duygusu, yiğitlik ruhu, çağdaş medeniyete uyma kabiliyeti, yalnız devlet olarak değil, fert olarak da nerede, hangi şartlarda olursa,  olsun, kendi kendisine saygı, diğer İslam kavimlerinde, Türklerde olduğu kadar gelişmiş değildir. 
İslâmiyet’i dün olduğu kadar bugün de en iyi, en ölçülü şekilde temsil eden, saf ve temiz bir iman  olarak koruyan Türk milletidir. 
Orta - Doğu ve İslam âleminin Türk milletine büyük ihtiyacı vardır. Bundan dolayı güya İslâmiyet adına Türk milletine gereken yeri vermeyenler ve ona karşı saygı duymayanlar, tarihi, dünyayı ve Türkü bilmeyen kişilerdir. 
Şunu da unutmamak lazımdır: Türklerin İslâmiyet'i, esaslarına halel getirmeden tarihin değişen şartlarına göre uygulamaları, bütün İslam aleminin örnek alması gereken bir husustur. 'de Osmanlılarda Din H&#;rriyeti ve Sosyal Hayat F.H.A. Ubucini 'lerde İstanbul'u ziyaret eden "Fransız yazar F.H.A. Ubucini" hatıralarında şöyle diyor:


Osmanlı, tam bir din devletidir. Hiçbir şey dine üstün gelemez. Hiçbir şey onu sarsamaz. Dünyada, gerçek inançtan daha güzel ne vardır?  

Osmanlıyı hiçbir şey dininden ayıramayacağından, kimseyi de kendi dininden etmeyi düşünmez. Şu veya bu sebeple ona sempatik görünürseniz, “Allah sonunu hayırlı etsin:” Yani Allah sana Müslüman olma lütfunu bahşetsin anlamına gelen bir temennide bulunabilir. Fakat bu kadarla yetinir; daha ileriye gitmek İslâm âdetlerine aykırıdır. 

Türkiye’de haksızlık asla görülmemiştir; aksine Hıristiyanların fanatizminin kurbanlarına kapıları daima açıktır. Tarihe bir göz atın. Onbeşinci yüzyılda İspanya ve Portekiz’den atılan binlerce Yahudi Türkiye’ye sığınmıştı. Onların torunları üçyüz yıldan beridir bu memlekette sakin bir hayat sürmektedirler ve ne gariptir ki burada da kendilerini Hıristiyanların, özellikle Ortodoksların zulmünden korumak için çırpınmaktadırlar. Hâlâ bugün, Atina’da Paskalya şenlikleri hiçbir Yahudi sokağa çıkmaya cesaret edememektedir. Türkiye’de hiç değilse resmi otoriteler araya girip müdafaa etmektedirler.

Sultan’ın engin ülkesinde yalnız değişik dinlere değil, değişik milletlere mensup kişiler barış içinde yan yana yaşamaktadırlar. Gerçi cami, kiliseye ve sinagoga hakimdir, fakat onları itmemektedirler. Katoliklik İstanbul ve İzmir’de, Paris ve Lyon’dakinden daha hürdür. Ayinleri ve törenleri kısıtlayan hiçbir kanun yoktur. 

Cenazenin peşinden mumlar tutmuş kalabalık kortejler ilâhiler söyleyerek sokaklardan geçerler. Fete-Dien yortusunda başta haç taşıyanlar olduğu halde cemaat kiliselerden çıkar, askerler, Osmanlıları bile korteje yol açması için mızrakla kaldırıma iterler.

Misafirperverlik

Türkiye kadar misafirperver bir ülkeye daha rastlamadım. Her yanında Müslüman nezaketiyle halk, yabancıya kucak açar. Türk aleyhtarı yazarlar bile bu meziyetlerini teslim etmektedirler. En fakir köyde bile müsafirlik denen bir ev bulunmaktadır. Oraya varan yolcu kendisine bir tabak pilav ve kuzu kızartması verileceğinden emin olabilir; ertesi gün yola çıkarken bütün köy halkı onu uğurlamaya gelir. Ancak Avrupa medeniyeti girip yayıldığı yerlerde bu güzel adetler gittikçe silinmektedir. Bununla berber bu geleneksel misafirperverliğe hâlâ İstanbul’da bile rastlanmaktadır.

Osmanlının sadakası, inancı gibi sade ve gösterişsizdir. Şairlerinden biri ne güzel söylemiş; “Dilerim, cömertliğinin seli avuçlarından fışkırsın ve gürültüsünü kulakların duymasın.”

Din bütün müesselerine tesir etmekle kalmamış, bütün meziyetlerinde de kendini göstermiştir. Bizlerin dogma, kült, manevi vazifeler, vicdan ve yazılı kanunlar dediğimiz şeylere karşılık onlar bir tek mefhum tanırlar: “Din”. Bütün şekilleriyle vazife onlarda, Allah fikrinin dışında değildir. Bütün davranışları dini karakter taşır. Cuma gecesini hanımıyla geçirirken, beş vakit namazını kılarken ve vatanı uğruna şehit düşerken dini vazifelerini ifa ettiği hissini taşır. Bu sebeptendir ki Türkiye’de gerçek vatanseverler muhafazâkar dindarlardır. 

Dinsizliği vaaz eden genç Türkiye’cilerde vatanın geleceği kaygısı yoktur. Kişisel kaygıdan ötesini aramamak gerekir onlarda. Zamanla bizdeki gibi din yerine vatan mefhumunu geniş halk kitlelerine duyurmak ve benimsetmek mümkün değildir demiyorum; ama iş bu safhaya gelinceye kadar Türkiye’nin hali nice olur? Başarıldığı takdirde Türkiye neye döner?

Eski Türkler’deki bu ağırbaşlılık onlara tabii bir vekâr kazandırmaktadır. Görgüden çok ruhlarındaki dengeden husule geldiği için bu karaktere her sınıf ve her yaştaki kişilerde rastlarsınız. Bir dilencide bile o sakin ve vakur hava görünür. Uzattığınız sadakayı minnetle alır, fakat asla istemez; alırken de kendini sizden aşağı telâkki etmez. İyi veya kötü şans farklılaşma meydana getirir, fakat asla eşitsizlik meydana getirmez. Fakiri de, zengini de dini vazifelerini ifa eder, biri kaderine boyun eğmiştir, öteki bahtsızların acılarını azaltmak için çaba gösterir.

Kişi beklenmedik bir anda birden parlayabilir, yükselebilir fakat bizdeki görgüsüzlerde görülen kibir ve kuruma bunlarda asla rastlanmaz. Geçmişini saklamaya yeltenmez. Milyoner oluveren bir baltacının size anlatacağı ilk şey baltası ve devirdiği ağaçlardır. Konu komşuya karşı tavrı değişmez, eski tevazu ve nezaketinden bir şey kaybetmez. Yükselişi onu ne şaşırtır ne değiştirir; aynı şekilde, düşüşü de onda eksilme ve huy değiştirmelerine yol açmaz; etrafındakilerin ona karşı tavrı da değişmez, aynı saygıyı görmeye devam eder.

Allah’a şükretmeyi ve hemcinslerine yardımı vaaz eden bu dinin bir kişi üzerindeki etkileri işte bunlardır. Gerçekten Peygamber şöyle demiştir: “İyi insan, hemcinsine faydalı olan insandır.”

Bununla beraber İranlılar birçok noktalarda Osmanlılardan farklıdırlar. Onlarda aynı vekar, aynı ketumluk ve dillere destan doğruluk mevcut değildir. Ateşli, nüktedan, belgatli, içli-dışlı, yabancıların görenek ve âdetlerine çabuk intibak eden kişilerdir; kısacası Şark’ın Fransızlarıdır.

Kaynak: ’de Türkiye – F.H.A. Ubucini 
Evlad-ı Fatihan’dan Arşivcilerin Piri: Muallim Cevdet Dr. Ali Mazak Kültür tarihimizin sabah yıldızlarından, nadir yiğitlerinden birisi de Evlâd-ı Fatihan’dan Muallim Cevdet’tir. Osmanlı-Rus harbinin ardından, Rumeli topraklarından sökülüp Anadolu’ya gelmiş ve Bolu’ya yerleşmiş muhacirîn Türk ailelerden birinin çocuğudur.   7 Mayıs tarihinde Bolu’da doğdu. İlk ve orta eğitimini burada, lise eğitimini Kastamonu’da tamamladı. yılında İstanbul’a gelerek Hukuk Mektebine girdi. Bir yıl devam ettiyse de ikinci yıl bazı ailevi zaruretler sebebiyle Daru’l-Muallimîne geçti ve buradan birincilikle mezun olup öğretmenlik diploması aldı. 27 yaşında ata yurduna bir seyahatte bulunur ve gördüklerini şöyle anlatır:   “Dedemin dergâhı Niş Kalesi’nin biraz berisinde (Nişava) suyu üzerinde kâin imiş. ’da Niş’e seyahatimde beni gezdiren ihtiyar Nişli yerini gösterdi. Sırp Belediyesi Niş’in birçok evlerini yıktırarak, camilerini kaldırarak, sokaklarını düzleyerek şehri tecdid ettiği gibi dergâhı da mahvederek yerini millî bahçeye ilhak etmiş. Babam dergâhın semahânesinde cereyan eden ahval-i dervişâneye dair ne hikâyeler söylerdi. Nazarımda tecessüm etti. Firaklı firaklı ayrıldım. Dedem Şeyh Said Efendi’nin, diğer dedem Abdurrahman Efendi’nin, büyük ninemin kabirlerini ziyâret etmek istedimse de bunların bulunduğu mezaristanı belediye tamamen tesviye ile nişane-i İslâmiyet bırakmamış. Niş’de bu kadar çok camilerden yalnız Belgrat mahallesindeki cami kalmış.” Ah! Ne yer kalmış, ne yâr, ne eser demek! Mezaristanı bile dümdüz etmişler. Orada yüzyıllarca yaşanmış İslâm ve Türk hayatına dair her şeyi silmişler. Geçmişinin mezarını bile yerinde bulamayan üstat Muallim Cevdet’in tahassürünü düşünün… Beş yüzyıl yaşadıkları, şefkat, merhamet, medeniyet, adalet ektikleri topraklardan sürülmüşler, kovulmuşlar, hakarete uğramışlar… Hakları teslim edilmemiş, destanları, dramları, hikâyeleri, romanları yazılmamış… Bir yandan firkatlerin, bunalımların, mahrumiyetlerin, hastalıkların, cehaletin, nankörlüklerin getirdiği şartlara dayanmak var, diğer yandan Bulgaristan’a “okkası üç kuruş on para”ya satılan, sokaklarda, rüzgârın önünde, çocukların ellerinde uçuşan arşiv evrakının peşinden koşmak… Belki de bunların acısı Niş’de yaşadığı tahassürün kat be kat üstünde olmuştur. Belki bu kırgınlıktan ve yorgunluktan dolayı yalnızlığı sever, bazen her şeyi bir kenara bırakır, İstanbul’un güzel bir köşesinde çekilir, sadece dinlenir, kitap bile okumazdı… Muallim Cevdet’in hayatını ve kültür tarihimize hizmetlerini tanımak ülkemizin her mensubu için önemlidir. Ancak, arşivcilerin, kütüphanecilerin onu tanımaktan öte onun bu alandaki hizmetlerini, katkılarını, çilelerini, cefalarını, hüzünlerini, kırgınlıklarını, sitemlerini, öğrenmeleri, hazmetmeleri ve “Cevdetleşmeleri” gerekir. Muallim Cevdet, kütüphanecilik, arşivcilik ve öğretmenlik için hiçbir mazeretin geçerli olamayacağını mücadelesiyle bizlere göstermiş bir kültür ustasıdır. Bu ülkenin hür topraklarında yaşayıp, temiz havasını soluyan evladına manevi bir vasiyeti vardır: “Benim ceddimin yurtları kötü ellere düşmüş, kabirleri sökülmüş, haneleri, mabetleri yıkılmıştır. Ama onların geçmişinin bütün kayıtları arşivlerimizdedir. Onların Bulgaristan’a satılanlarını geri getirmek, kalanları korumak için ben sağlığımı feda ettim. Dünyayı terk ederken ömrümün sermayesi olan kitaplarımı ve hususi arşivimi İstanbul Belediyesi Kütüphanesine bağışladım. İşte size emanetim, koruyun, yaşatın, anlatın…” demektedir. Şehit Acısı &#;eken Y&#;rekler Rahim Er
Çocukluğumuzda onların hikâyelerini çok dinledik. Her dinlediğimizde çocuk kalbimiz, o dramlarla bin yerinden paralanırdı. Cihan Harbine gitmiş sözlüsünü, Cihan Harbine gitmiş nişanlısını bekleyen genç kızların, kocası Cihan Harbine gitmiş taze gelinlerin, yüreği süngere dönmüş, göz pınarları kurumuş ana-babaların sabırları, tahammülleri nasıl da inanılmaz kahramanlıklar olurdu
"Cihan Harbi" dediğimiz I. Dünya funduszeue.inforimiz, bu harbe Harb-i Umumi, Cihan Harbi, Seferberlik gibi adlar vermişler, doğuda yer yer "Kaçkaç" denmiş. Yirmi sene sonra âlem, bir kere daha karışınca  I. Dünya Harbi, II. Dünya Harbi ibareleri gündeme girmiş.
Harb-i Umumi, bizim, Balkanlara, Kafkaslara, Arap âlemine veda yıllarımızdır, bir millî ağıttır. Bosna Hersek'e, Kosova'ya, Gümülcine'ye, Selanik'e, Sofya'ya Silistre'ye, Batum'a, Bağdat'a, Halep'e, Kudüs'e, Kahire'ye, Fizan'a, Somali'ye, Yemen'e ve daha nicesine ve Mekke'ye ve Medine'ye vedâdır. Sanki geri dönüp toplayacakmışız gibi buralara Mehmetciğin hem kanını hem gözyaşını döktük. O Harb-i Umumi'de Sarıkamış vardır, Kut'ül Amare vardır, Kudüs vardır, Çanakkale vardır.
Bu günlerde yavuklular, nişanlılar, genç gelinler, analar cepheden cepheye koşan, Mehmetcik için türküler yakar, destanlar yazar, ahlarla dağları titretir, deryaları ürpertirler/ Harbi, çok büyük bir felakettir."Avrupa-i Osmanî" denen Rumeli'yi o felaketle kaybederiz. Onu Balkan Harbi, Trablusgarp Harbi ve Cihan Harbi takip eder.
Sevgili Peygamberimizin -sallallahü aleyhi ve sellem- Bedir Harbi'nden bu yana bizim harplerimiz devam eder. Özü iki sebebe dayanır; İslâmiyeti yaymak ve İslâmiyeti muhafâza etmek. Diğer vazgeçilmez unsurlar vatan, bayrak, iffet ve benzeri değerlerdir. Türkler, İslam olmadan evvel diğer İslâm devletleri bu vazifeyi yaparken Türkler, İslâmla şereflendikten sonra bu aziz ve mukaddes vazifeyi dedelerimiz aldı ve bunu hayat sebebi saydılar.
O günden bu güne şehitler vere gelmekteyiz.Bâzen Selçuklu olduk Anadolu'da Haçlılarla göğüs göğüse çarpıştık, bâzen Osmanlı olup, Niğbolu'da vuruştuk, Galiçya'da toprağa, Sarıkamış’ta karlara, Yemen'de kumlara düştük, bazen Türkiye Cumhuriyeti olup Kıbrıs'ta hesaplaştık.
FakatFakat; biz bunların hepsini ya Moskofla, ya Frenkle yaptık. Şimdilerdeyse Mehmetcik, kendini "Kürt" diye tanıtan bir örgütle vuruşmakta. Bedir'den bu yana İslâm dâvâsı yekpâre iken, İslâm Ordusu yekpâre iken küffar da belli iken 30 yıldır bu yekpârelik zedelendi. İçimize fitne ve ikilik sokuldu. Bu defa Mehmetciğimizi, polisimizi ve diğer vatan evlâtlarını bu eli kanlı örgüte karşı şehit vermekteyiz.
Bu defa sözlüler, nişanlılar içerden sıkılan kurşunlarla eli böğründe kalmakta. Bu defa taze gelinler, böylece dul kalmakta. Bu defa ana-babaların yüreği bu yüzden onarılması imkânsız yaralarla şerha şerha olmakta. Gencecik polis eşi, fidan gibi Mehmetciğin anası, subay yavrusu; her birinin eşi, anası-babası, çocuğu, kardeşi
Bu defa ölümler şahadetler uzak dağların, varılmaz çöllerin ötesinde değil, şehirlerimizde, ekranlarla evlerimizde. Ne var ki eskiden gâvur, mertçe savaşırdı. Bu defa hile, yalan, tuzak bütün nâmertlikler mevcut.
Şehit Şehirleri olan Şehitlikler büyüyor, çoğalıyor.Şimdi bize düşen dualarımızla şehitlerimize koşmak. Sözlü, nişanlı, eş, ana-babaları acılarıyla baş başa bırakmamak. O şehitlerin, o hanımını Şevval ayı orucunun iftarına yetiştirirken şehit düşen Aslan Kulaksız adlı aslanın 80 milyonun kahramanı olduğunu göstermektir.
Bu vazife Türk-Kürt her vatanpervere düşfunduszeue.info şehit, funduszeue.infon Kürt-Türk-Laz-Arap denmezdi. Eskiden, Tanzimat Hatt-ı Hümayununa kadar, Laikliğine kadar bir Ümmet-i Muhammed, İslâm milleti ve bir de küffâr vardı.
Şanlı Bedir Destanından bugüne mukaddeslerimiz uğruna verdiğimiz her şehidimizi rahmet ve minnetle yâd ediyor, bir şehit yakını olma pâyesine kavuşan anaları-babaları, yetimleri, dulları, sevgileri kalblerinde düğümlenmiş gençleri tebrik ediyoruz.
Şehit acısı çeken yürekler, öz yüreğimizdir, gözyaşları gözyaşımızdır. Bu ruh, bu millette yaşadıkça, Ümmet-i Muhammedin şuuru var oldukçfunduszeue.info şehitler ölüfunduszeue.info vatan bölünürSadece bazı iyilikten nasipsizler, cehenneme odun funduszeue.info şehit yakınları!Başınız dik olsunSiz, bir büyük şerefe sahipsiniz. Elli Sene Sonra Sahibine Ulaşan Selam Hayrettin Akpınar
Evladı Fatihân diyarında, bugün Yunanistan topraklarında kalan Gümülcine’de doğdum. yılında Gümülcine’nin meşhur saat ustası Hafız Hüseyin Efendi’nin dükkânında çırak olarak çalışmaya başladım. Hafız Hüseyin Usta tam bir Osmanlı beyefendisiydi. Tarihini, ecdadı Osmanlı’yı çok iyi bilen ve seven kültürlü bir kimseydi. O zaman çıkan gazeteleri dergileri takip eder ve kendisine gelen mektupları okuduktan sonra da dükkânında bir dolapta arşivlerdi. Hafız Hüseyin Efendi uzun yıllar Gümülcine’de yeni caminin kıble tarafında tarihi saat kulesinin adeta gölgesinde babasından kalma dükkânında baba mesleği saatçiliğe devam etmekteydi. İkinci dünya savaşında Almanlar Batı Trakya’yı İşgal etti. Sonra Bulgarlar geldi. ’de tekrar Yunanlıların İdaresine geçti. Sonra iç savaşlar başladı nihayet ’de tekrar Yunanistan devlet otoritesi kuruldu. Ayrıca Gümülcine’de bir de sel felaketi oldu. Sular saatçi Hüseyin Efendi’nin dükkânına da doldu. Sel suları mektubun bulunduğu rafa kadar yükseldi. Sular çekildikten sonra dükkân temizlenip saatçilik faaliyeti yeniden devam etti. Fakat dolaptaki evrakla hiç ilgilenen oldu mu olmadı mı bilmiyoruz. Kıbrıs barış harekâtından sonra batı Trakya Türkleri’nin eski huzurlu ve rahat günleri kalmayınca Türkiye’ye göçerek Bursa’ya yerleştik. Bursa’dan zaman zaman Yunanistan’a giderek oradaki akraba, dost ve soydaşlarımızı ziyaret ederiz. Bu seyahatlerin birinde merhum ustamın dükkânına da uğradım. Dükkânını torunu Sezai çalıştırıyordu. Sezai’ye: “Bu dükkânda dedenin arşivi vardı burada çırak olarak çalışırken onları zaman zaman havalandırır, temizler, yeniden istiflerdim. Onlar ne oldu?” dedim. Sezai, “vallah, hiçbirşeyi ellemiş değilim öylece duruyorlar, aç bak.” Dedi. Dolabı açınca birde ne göreyim 15 sene önce bıraktığım gibi duruyorlar. Sezai’den dolaptaki mektup ve gazetelerden bazıların alıp Bursa’ya götürmek istediğimi söyledim. O da kabul etti. Bursa’da bunları okumaya incelemeye başladım çok zaman geçtiği için bazen okumakta zorlanıyordum. Osmanlıca çok güzel hatla yazılmış bir mektup vardı ki yıprandığından bazı yerlerini tam okuyamadım. Aslen bizim gibi Batı Trakya Türklerinden olan Dimetokalı kütüphaneci Mehmet Efendi (Mehmet Öz) de bizim gibi Bursa’ya göçmüştü. Daha sonra -Osmanlı Türkçesine vakıf olması sebebiyle- Bursa Eski Eserler Kütüphanesinde memuriyete başlamıştı. Mehmet Efendi bir gün bizim dükkâna ziyarete geldi. Hocam “bu mektubun bazı yerlerini okuyamadım lütfen siz okur musunuz?” dedim. İşinin erbabı olan Mehmet Efendi mektubu kendi yazmış gibi duraksız, takıntısız okumaya başladı… Üç beş cümle okuyunca mektubun yüksek bir şahsiyetin kaleminden çıkmış olduğunu, rastgele birinin böyle mektup yazamayacağını söyledi. Ve hemen arka sayfayı çevirerek imzaya baktı ve heyecanla Şeyhül İslam Mustafa Sabri Efendi’nin ismini gördü. Mehmet Efendi yüksek bir huzurda bulunuyormuş gibi daha bir toparlandı ve kaldığı yerden okumaya devam etti. 4. Sayfada “Kayalı Medresesi talebesinden Dimetokalı Mehmet efendiye de selam ederiz.” yazılı satıra gelince durdu; bu cümleyi okuyunca kendini bir başka hal aldı, saygı ile ayağa kalkarak: “Ve aleykümselam Efendim” dedi. Gözleri doldu, sesi adeta boğazında düğümlendi. Bir müddet sessiz derin derin düşündü… Hocam Çok duygulandınız galiba, dedim. “Evet, çok duygulandım… Baksana Devleti Âliyeyi Osmaniye’nin Şeyhülislamı bana selam yazıyor, bu selam 50 sene sonra nerede ve nasıl ulaşıyor! Ben o tarihte Gümülcine’den ayrılmış memleketime dönmüştüm saatçi Hüseyin Efendiyle hiç görüşmedim. Şeyhülislam Sabri Efendi o zaman Türkiye’yi terk etmiş Gümülcine’de yaşıyordu. Onu büyük olarak tanıyor hürmet ve muhabbet gösteriyorduk. O zaman çok genç olan beni nasıl unutmamış ki ismime selam yazıyor.” Dedi. Mektubun, postayla değil Kahire’den Gümülcine’ye Ramazan vaizi olarak gelen Üsküplü Ali Efendi ile gönderildiği muhtevasından anlaşılıyor. Mustafa Sabri İslâm Halifelerinin sonuncusu olan Sultan Vahidettin Hân zamanındaki âlimlerindendir. Tokat mebusu idi. ’da Şeyhül İslâm oldu. ’de Türkiye’den ayrıldıktan sonra Mısır’a sonra Batı Trakya’ya geldi. Orada kaldığı sürece Yarın Gazetesini Çıkardı. Sonra tekrar Mısır’a döndü ve orada ’de vefat etti. Son Osmanlı Şeyhül İslamı’dır. Kahire’de yazdığı Arapça kitaplar zamanın âlimlerini hayrette bırakacak kadar mükemmeldi. Eski T&#;rk’lerde Eşsiz Doğruluk İsm&#;il H&#;mi D&#;nişmend
Eski Türk’ün dünyada misli bulunmayan eşsiz ve lekesiz nâmusiyle sarsılmaz doğruluğu asırlarca garp milletlerinin dillerinde destan hâline gelmiş ve Türkiye’yi tedkik eden birçok müellifler bu hususta pek çok izâhât ve tafsilât vermişlerdir. Meselâ (A. De la Motraye) in “Voyages en Europe, Asie Et Afrique” ismindeki eserinde eski Türk’ün bu yüksek vasfı şöyle anlatılır ( La Haye tab’ı, C. I, S. – ): “Türklerin doğruluklarını ifade etmeyi tereddütsüz kendime vazife bilirim. Birçok tanıdıklarımın ve bilhassa dâimî dalgınlığımdan dolayı herkesten fazla benim başıma gelmiş bir hâl vardır: Muhtelif dükkânlardan öteberi satın alırken para vermek için koynumdan çıkardığım kesemi veyahut vakti anlamak için baktığım saatimi eşyâ yığınları arasında unuttuğum çok olmuştur. Bâzan da vereceğim paranın iki mislini bıraktıktan sonra dükkâncının mallarını ortadan kaldırıp yanlışlıkla fazla verdiğim parayı görmesine vakit kalmadan çekilip gittiğim olurdu. İşte bu dalgınlığıma rağmen Türk dükkânlarında hiçbir zaman tek bir meteliğim kaybolmamıştır; çünkü o gibi vaziyetlerde dükkâncılar peşimden adam koşturmuşlar ve hattâ eğer dalgınlığımın neticesini anladıktan sonra dükkâna dönmemişsem, unuttuğum şeyi iâde için ikametgâhımın bulunduğu Beyoğlu’na kadar adam gönderip birçok defalar beni aratmışlardır. Mesela bir gün küçük bir Türk dükkânının önünde durmuştum: Bu yelpazeci dükkânında Türk erkeklerinin yaz sıcaklarında kullandıkları yelpâzeler satılıyordu. Birçoklarına baktım; düz derinden ve en ucuz olanlarından birini alıp parasını verdikten sora çekilip gittim. Dükkâncı yelpâzelerini açıp üst üste koyarak bana gösterdiği sırada saatimi çıkarıp bakmış ve ondan sonra tezgâhın üstüne bırakmıştım. Yelpâzeci beni hiç tanımıyordu; ben saatimi orada bırakmış olduğumu eğer hatırlayabilseydim, bilmem dükkânı bulabilir miydim? Bilâkis saatimi cebimden düşürmüş veyahut başka bir yerde ve bilhassa yarım saatten fazla kalmış olduğum bir Rum dükkânında unutmuş olduğumu zannediyordum. Bir Türk elbisesi ısmarlamak için gittiğim Rum’un dükkânında cebimden saatimi çıkarmış olduğumu hatırlıyordum. Artık bulabileceğimden tamamiyle ümit kestikten ve aradan tam üç hafta geçtikten sonra, bir gün tesadüfen yelpâze aldığım dükkânın önünden geçerken yelpâzeci beni görür görmez çağırıp saatimi gösterdi. Nasıl olup da eline geçtiğini sordum; bana göstermek için açmış olduğu yelpâzelerin arasında bulduğunu söyleyip elime teslim etti. Ben bu Türk nâmuskârlığının daha yüzlerce misâlini sayabilecek vaziyetteyim: Bizzât kendi başımdan geçen vak’alar otuzdan fazla olduğu halde, bunların hiç birinde hiçbir zaman Türklerin doğruluktan ayrıldıklarını görmedim. Rumları bu bakımdan medh-ü-senâ edemiyeceğim için pek müteessirim; çünki onlar sözlerinde durmamış olmaktan pek utanmazlar ve Türklerden yedikleri dayak vesâire cezâlarına rağmen düzenbazlıktan pek sıkılmazlar. Bilhassa Rum kasaplarıyla bakkallarının hileli terâzi ve ölçü kullanmak veyahut bozuk gıdâ maddeleri satmak gibi suçları sâbit olduğu için dükkânlarının önüne kulaklarından çivilenerek saatlerce teşhir edilmelerine sık sık tesadüf edildiği halde, diğer milletlerin hiç birinin mensupları o gibi âkıbetlere maruz olmazlar.” Kaynak: Garb Menba’larına Göre Eski Türk Seciyye ve Ahlâkı – İsmâil Hâmi Dânişmend Yeşil Cami ve Yeşil T&#;rbe H&#;seyin &#;zt&#;rk
Bursa’nın vazgeçilmez isimlerinden birisi de Yeşil Bursa’dır. Bu ismi en çok destekleyen dağı, ovası, suları dışında çinileriyle ünlü Yeşil Cami ileYeşil Türbesidir. Unutmadan Bursa’nın, daha doğrusu Osmanlı medeniyetinin bir hayır müessesesinden daha söz etmeli. Şehrin tarihi dokusunu, parça parça olsa da külliyelerin muhafaza ettiğini hatırlatmalı. Bu müesseselerden birisi de şehrin çeşitli merkezlerinde bulunan imaretlerdir. Yeşil Cami’nin külliyesi içerisinde yer alan Yeşil İmaret’ de bunlardan birisi ve halen çok faal durumda. Kapısında, “İster iftar edin ister iftar verin” duyurusunun asılı olduğu imaretten oruçlularla oruçsuzların birbirine karıştığı iftar saatinde yaklaşık ila kişi yararlanıyor. Yeşil Cami ve türbe, Yıldırım Bayezid’in oğlu Çelebi Sultan Mehmettarafından yılında bitirilmiştir. Burada ilginç bir notu aktarmak gerekir. Türbe’nin tam olarak bitmesi, Çelebi Sultan Mehmet’in ölümünden 40 gün önceye rastlamış. Selçuklu kümbet geleneğinin bir devamı olan türbe için Evliya Çelebi,kubbenin yeşil sırlı bir kiremitle örtülü olduğunu kaydeder. Türbenin giriş kapısı üzerinde sülüs yazılı kitabede; “Burası Medfun Said, Şehid Sultan oğlu Sultan Mehmed Bin Beyazıd’ın türbesidir. senesi Cemaziyellülâsında vefat etmiştir” yazılıdır. Yeşil Türbede sadece Çelebi Mehmet’in sandukası bulunmuyor. Yanında aile fertleri de var. Kızlarından Varna’da şehit olan Karaca Paşa’nın zevcesi Selçuk Hatun dışında, Hafsa Hatun, Ayşe Hatun, Sitti Hatun ve yılındaki vebadan ölen oğulları Mahmut ve Yusuf haricinde Mustafa ve Daya Hatun da gömülüdür.  Yeşil Cami’nin dışı kadar içi de insanı sarıp sarmalayan bir atmosfere sahip. İlk dönem Osmanlı mimarisinin nadir örneklerinden biri kabul edilen Yeşil Cami’nin şöhreti, çini kaplamalarından gelmektedir. Yeşil Cami’nin bir başka özelliği de Çelebi Mehmet tarafından hükümet binası ve misafirhane olarak kullanılmış olmasıdır. Caminin ana kapısından içeri girince sağda ve solda büyükçe odalar bulunmaktadır. Sancaklardan gelenlerin meselelerinin görüşüldüğü yer olarak bilinmektedir. Doğudaki oda, Anadolu Beylerbeyliğinden gelenler için batıdaki oda, Rumeli Beylerbeyliğinden gelenler için kullanılmış. Yine kaynaklara göre bu odalar daha sonraları mahkeme salonları olarak da vazife görmüş.  Yeşil Cami’nin özellikleri saymakla bitmez. Bir çırpıda gezmek kolay ama ayrıntılı görmek ve bilmek isteyenlerin epeyce bir zaman harcamaları gerekir. Mesela mermerleri Marmara adasından getirilmiş ve bir mermer abidesi olduğu belirtilmektedir. Çini süslemeleri ise yine bir başka camide görülmeyecek kadar muhteşem bir kompozisyonla yapılmış. Sadece mihrabı bile yeter. Bir başka ayrıntı: Çelebi Mehmet, caminin ve türbenin giderlerinin karşılanması için cami ve türbenin mimarı Hacı İvaz Paşa’ya bir de “Sultan Han” ile “Fidan Hanı,” inşa ettirmiş.  Ermeni Meselesi Do&#;. Dr. S&#;leyman Doğan Hazreti Mevlana “İdrak mazinin tarikatındandır” der. Yine bir başka sözünde hazret; “İnsan ne kadar geriyi görürse o kadar ileriyi görür” demiştir. Zaman zaman şanlı tarihimizi hamaset için kullanıyoruz da tecrübe için, ileriye bakmak için değerlendirdiğimiz pek azdır. Millî tarihimize yönelik Ermeni iftiraları, son yıllarda özellikle Avrupa ve dünyanın farklı devletleri tarafından desteklenir hâle getirilmiştir. Tarihî ve bilimsel gerçeklerden uzak iddialar; bazı ülkelerin parlamentolarında gündeme alınarak ve devletimiz ve milletimiz zan altında bırakılmaktadır. Tarihinin hiçbir döneminde başka kavimlere yönelik soykırım uygulamamış; bilakis, defalarca katliamlara maruz kalmış olan necip Türk Milleti; dünya tarihinde hoşgörü ve birlikte yaşama arzusunun timsali olmuştur. 
Tarihin en eski medeniyetlerinden birinin sahibi olan Türkler, zamanında bilinen dünyanın üçte ikisine kadar hâkimiyet kurmuş bir kavim olarak, eğer soykırım ve asimilasyon yapmış olsaydı; bugün hayatını devam ettiren birçok millet tarih sahnesinden silinmiş olacaktı. Bugüne kadar sayısız kavimler ve kültürler başka unsurlar tarafından asimile edilmiş, katledilmiş, soykırıma tabi tutulmuş ve tarih sahnesini terk-i diyar etmiştir. 
Ancak, ecdadımız, yüz yıllarca egemen olduğu çok geniş coğrafyada yaşayan kültürlere ve kimliklere saygılı davrandığı için her millet millî kimliğini ve kültürünü kaybetmeden varlıklarını sürdürebilmişlerdir.
Milletimiz bırakın bünyesindeki unsurları asimile etmeyi tam aksine hakim olduğu bölgelere medeniyetini ve teknolojisini taşımış, o devirler, bu bölgelerde yaşayan milletler için de huzur ve barış dolu zamanlar olmuştur. Tüm bunlar bir hamaset değil, tarihî ve bilimsel tartışılmaz gerçeklerdir. Eğer aksi bir durum olsaydı bırakın Anadolu'yu bugün Balkanlar'da, Kafkasya'da, Afrika'da ve Orta Doğu'da devlet kurmuş olanlar tarihin tozlu sayfalarında duran birer hatıra olmaktan öteye geçemeyecekti. 
Yaşlı dünyamız şahittir ki, tarihte baskı, şiddet ve soykırımı strateji olarak kullanan emperyalist güçler, egemenlik alanlarına hiçbir şey katmamış, bıraktıkları sömürü gözyaşı ve acının izleri günümüzde bile hâlâ canlılığını hissettirmektedir. Oysaki ecdadımız hâkim olduğu topraklarda bıraktığı maddi yatırımları ve fikri mirasıyla hâlâ minnetle yâd edilmektedir
Osmanlı coğrafyasında Ermenilerin teminatı yine Osmanlı devletiydi. Ancak Ermeniler başta Rusya ve Avrupa’nın kışkırtma ve oyununa gelerek terör ve kargaşa çıkarttılar. O zaman istenmeyen bazı olaylar meydana geldi. Şimdi Ermeni meselesi yılında yine aynı devletlerin marifetiyle önümüzde ciddi bir problem olarak duruyor. Bu meseleyi halletmenin yolu daha aktif politika, diplomasi ve bilimsel olarak hadiseyi ortaya koyarak çözülebilir diye düşünüyorum
Padişah R&#;yası Ahmet Demirbaş Sultan Ahmed Han ölüm hastasıydı. Kendisine şöyle seslendiler: "Sen, dünya ve âhiretin sultanlığını kendinde toplamışsın. Yarın Resulullaha kavuşacaksın!"

Sultan Birinci Ahmed Han, İslam halifelerinin yetmiş dokuzuncusu ve Osmanlı padişahlarının on dördüncüsüdür. Üçüncü Mehmed Han’ın oğlu; İkinci Osman, Dördüncü Murâd ve Sultan İbrâhim'in babasıdır

Ahmed Han, çok genç yaşta tahta çıktı ve devlet işlerini hemen kavrayarak, takipte çok titizlik gösterdi. Gayet kuvvetli, çok iyi bir cengâverdi Nemçe ile yani Avusturya ile İran'la ve Celali eşkıyası ile savaş edip galip geldi

Dindarlığı ve insanlara merhameti ile tanınan Sultan Ahmed Han, büyük âlim ve velî Aziz Mahmud Hüdayi hazretlerini çok severdi. Memleket işlerinde her zaman o mübarek zatla istişare ederdi

Sultan Ahmed Han bir gece rüyasında, Macaristan Kralı ile güreşirken sırtüstü yere düştüğünü gördü Rüyasını makul bir yorumlayan çıkmadı. Bunun üzerine Padişaha bu rüyasını Üsküdar'da oturan, Aziz Mahmud Hüdayi hazretlerine yorumlatması teklif edildi. Sultan da yazıp, Aziz Mahmud Hüdayi'ye gönderdi

Şeyh hazretleri, Padişahın adamını dergâhının kapısında karşıladı. Elindeki mektubu aldı daha okumadan "Cevabı burada yazıyor" dedi ve kendi mektubunu verip gönderdi Hüdayi hazretleri, Padişahın rüyasını şöyle yorumlamıştı:

"İnsanın rüyasında rakip karşısında sırtüstü yere düşmesi, gerçek hayatta ona galip geleceğine işarettir. Sırt, insanın en kuvvetli yeridir. Toprak da en kuvvetli dayanaktır. Bu ikisi birleşince kuvvet üstüne kuvvet doğar. Hülasa bu rüya Müslümanların kâfirlere galebe edeceğine alamettir"

Sultan Ahmed Han, bu müjdeli yorumu yapan Şeyh Efendiye karşı içinden bir sevgi ve yakınlık duydu, işte bu sevgi ve yakınlık büyük bir dostluğun başlangıcı oldu. Rüya da tabir edildiği gibi çıktı

Sultan l. Ahmed Han senesinde rahatsızlandı. Sırtında bir yara çıkmıştı. Mâbeynci Mustafa, Sultan’ın vefâtından bir gün önce onun dört defa; “Ve aleyküm selâm” dediğini işitti. Sebebini sorduğunda, Ahmed Han; “Şu anda yanıma hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk, hazret-i Ömer, hazret-i Osman ve hazret-i Ali geldiler. Bana; (Sen, dünya ve âhiretin sultanlığını kendinde toplamışsın. Yarın Resûlullah sallallahü aleyhi vesellem efendimizin yanında olacaksın) buyurdular” cevâbını verdi. Hakîkaten ertesi gün yirmi sekiz yaşında vefât etti. Kendi yaptırdığı Sultanahmet Câmii yanındaki türbesine defnedildi. Ruhu şad olsun Osmanlı’nın Ortadoğu’da Son Zaferi “Kut'&#;l Amare” &#;. Serdar Akın
Osmanlı Devleti'nin bundan tam 99 yıl önce İngiliz kuvvetleri ve müttefiklerine karşı kazandığı Kut-ül Amare zaferinin yıl dönümü. yılına kadar Kut Bayramı olarak kutlanan Kut-ül Amare Muharebesi, 1. Dünya Savaşı'nın en önemli muharebelerinden biri olarak biliniyor. Osmanlı Ordusu, Kut-ül Amare Muharebesi ile Çanakkale'den sonra İngiliz birliklerine karşı ikinci büyük darbeyi vurdu. İngiliz Birlikleri Tamamen Esir Alındı Kut-ül Amare, Dicle Nehri kıyısında Şattülarap kanalı ile birleşen Basra Körfezi'nin kuzeyi ile Bağdat'ın güneyinde bulunan bir kasaba Adını kasabadan alan muharebe, şehrin yakınlarında konuşlanmış İngiliz birlikleri ile müttefiklerinin kuşatılmasıyla başladı. Kasabanın Osmanlı Ordusu tarafından ele geçirilmesi ve 13 bin İngiliz askerinin tamamının esir alınmasıyla da bitti. Nato'ya Girince Zafer Unutturuldu Kut-ül Amare Zaferi, Türkiye'de yılına kadar Kut Bayramı olarak kutlanmaya devam etti. Ancak Türkiye'nin NATO'ya üye olmasının ardından İngilizler, bayramın kaldırılması için baskı yaptılar. Baskılar üzerine de Türkiye, bayram kutlamasına son verdi. İngilizlerin baskısı o kadar yoğundu ki Kut-ül Amare zaferi ve Kut Bayramı'na yönelik tarihi bilgiler, okullardaki tarih kitaplarından bile silindi. Unutturulmak istendi. Kut-ül Amare Muharebesinde Neler Oldu Yeni kurulan Osmanlı 6. Ordusu'nun Komutanlığı'na tayin edilerek 5 Aralık'ta Bağdat'a varan Mareşal Colmar Freiherr von der Goltz Paşa'nın emriyle Irak ve Havalisi Komutanı Miralay (Albay) 'Sakallı' Nurettin Bey'in birlikleri 27 Aralık'ta Kut'u kuşattı. İngilizler Kut'u kurtarmak için General Aylmer komutasındaki kolorduyla hücuma geçti ancak, 6 Ocak tarihli Şeyh Saad Muharebesi'nde askerini kaybederek geri çekildi. Bu muharebede 9. Kolordu Komutanı Miralay 'Sakallı' Nurettin Bey görevinden alındı ve yerine Enver Paşa'nın kendisinden bir yaş küçük olan amcası Mirliva Halil Paşa (Kut) getirildi. İngiliz Ordusu, 13 Ocak tarihli Vadi Muharebesi'nde , 21 Ocak Hannah Muharebesi'nde askeri kaybederek geri püskürtüldü. İngilizler mart başında tekrar taarruza geçti. 8 Mart 'da Sabis mevkiinde Miralay Ali İhsan Bey komutasındaki Kolordu'ya hücum ettilerse de asker kaybederek geri çekildiler. Bu malubiyetten dolayı General Aylmer azledilerek yerine General Gorringe getirildi. 29 Nisan Townshend birlikleri diğer 13 general, subay ve er ile birlikte Osmanlı Kuvvetleri'ne teslim oldu. Kuşatmada, İngiliz kuvvetleri ve müttefikleri ölü ve yaralı, Osmanlı kuvvetleri şehit ve yaralı vermiş, (bazı kaynaklara göre ) İngiliz askeri esir alınmıştır. I. D&#;nya Savaşında Esir T&#;rkler &#;. Serdar Akın
Araştırmacı-Yazar Tülin Uygur, yakın tarihimizin çok az bilinen I. Cihan Savaşı’nda Rusya ve Sibirya’daki Türk savaş esirleri konusunu İsveç Devlet Arşivleri’nde araştırdı ve yazdı “I. Dünya Savaşı’nda Esir Türkler” ismiyle de kitaplaştırıldı. Bu kitaptan esir kampları ve kamplardaki Türk askerlerinin hayat şartlarıyla ilgili bazı bölümleri aşağıda sunuyoruz. – Editör Osmanlı İmparatorluğunun parçalanmasına yol açan I. Dünya savaşında esir düşen Türk askerleri dünyanın en ücra köşelerine sürülmüşler ve çok ağır esaret şartları altında yaşama mücadelesi vermişlerdi. Bu esirlerden ’i Rusya ve Sibirya’nın uçsuz bucaksız bölgelerine dağılmış esir kamplarında çok olumsuz hava şartları hastalık ve açlıkla mücadele etmişlerdir. İsveç Kızılhaç’ı yılları arasında Rusya ve Sibirya’daki savaş esirlerine yiyecek, giyecek ve ilaç gibi çeşitli yardım malzemeleri ulaştırmak ve esir kamplarındaki kötü şartların düzeltilmesi için bir komite kurarak çalışmaya başlamıştı. Komite, esir kamplarının bulundukları bölgelere göre: Avrupa - Avrupa Rusyası, Sibirya ve Türkistan kampları olarak üç gruba ayırmıştı. İsveç Kızılhaç delegelerinin tespitlerine göre kamplar genellikle şehirlerden km uzaklıkta kurulmuş, yaklaşık 2 adam boyu yükseklikte çelik tellerle çevrilmişti. Nöbetçi kulübeleri kampın her yerini görecek şekilde inşâ edilmişti. İsveç Kızılhaç’ı esirlere yardım komitesinin yaptığı araştırmalara göre bazı kamplar ve esirlerin hayat şartları şöyle kaydedilmektedir: Arhangelsk eyaletlerinde en az Sibirya kadar zor hava şartlarının hüküm sürmesi sebebiyle birçok esir hayatını kaybetmiştir. Özellikle Murmansk demiryolu inşaatında çalıştırılan esirler arasında toplu ölümler görülmüş ve hayatta kalanları sağlık dereceleri önemli derecede bozulmuştur. Karadeniz demiryolu inşaatında çalıştırılan esirlerinde sağlıkları da kaygı verici derecede bozulmuştur. Demiryolu hattı tipik bir sıtma noktasından geçmekteydi hattın başlangıcı olan Novosenaki’de günde ortalama 5 esir Gagri ile Gudayty arasındaki 43 km mesafede ise günde esir ölmekteydi. Buradaki esirlerin çoğu hava şartlarına bağlı ateşli hastalıktan öldüler. Esirler insafsızca demiryolu inşaatında kullanıldılar. Murmansk demiryolu hattında iskorbüt hastalığına yakalanan esirler alay edercesine tedavi edilmek üzere buraya gönderilmişlerdi. Hastanelerin durumu içler acısıydı. Hasta esirlerin durumu ve esirlere yapılan muamele Bakü halkını da ayağa kaldırmıştı. Bakü halkını yatıştırmak için ağır dizanteri, sıtma ve iskorbüt hastası olan esirler suyu hastanesi doktoru olmayan Nargin Adasına gönderilerek orada ölüme terkedildiler.  yılında Amerikan Elçiliğinin esirlere verilen yiyecek miktarının arttırılması için Rus Hükümeti nezdinde yaptığı başvurular, esirlere yeterli yiyecek verildiği savunulan Rus Hükümetince reddedildi. Kampta 10 esir aynı kaptan yiyordu. Herkesin kendi kaşığı olmadığı için eski konserve kutularından kaşıklar yapılmıştı. Revirde bazen et dağıtımı yapıldığında hasta bakıcı bir Rus asker yatakların arasında dolaşırken birer parça eti yatakların üstüne atıyordu. Uzun süre değiştirilmeden kullanılan esirlerin gömlekleri de rutubet ve pislik sebebiyle parçalanıyordu. Esirlere gömleklerini, elbiselerini onarabilmeleri için iğne, iplik, yama yapabilmeleri için kumaş verilmesi gerekiyordu. Bu gibi malzemeler verilmediğinden, Sibirya’nın korkunç kış şartlarında dolaşan savaş esirleri yürekleri parçalıyordu. Bir kısmının paltosu çoğunun ayakkabıları yoktu. Ayaklarını saman ve paçavralarla sararak soğuğa karşı korumaya çalışıyorlardı. Elbiselerin değişmemesi, dezenfekte edilmemesi ve esirlerin banyo yapamaması bit, pire gibi haşerelerin esirlere dayanılmaz sıkıntı vermelerine sebep oluyordu. Toplu ölümlerden yaşandığı kamplardan biride Stretensk kampıdır. Bu kamp Baykal kampının doğusunda Şilka Gölü’nün kıyısındadır. Bu kampta çoğu yarı çıplak olan bu esirlerin üzerlerine yatak olarak kullanılan saman dahi serilmemiş çıplak demir karyolalarda üst üste yatırmışlardı. Kampın su ihtiyacını karşılamak için kış kıyafetleri olmadan su taşımak için nehre gönderilen esirlerin donan el ve ayakları kesilmişti. Orenburg’un Samara yakınında kurulmuş olan kampta binalar hiçbir zaman kışa elverişli değildi. Hava sıcaklığın °C olduğu bu kampta yatak yapmak için saman, yakacak odun, su, banyo bulunmaması, ilaç ve tıbbi malzemelerin yokluğu her türlü haşere ve salgın hastalığa sebep olmuştur. Kampta doktorlar, birkaç gün ömrü kalanları ‘az hasta’, birkaç saatlik ömrü kalanları ‘ağır asta’ nefrit, tüberküloz, dizanteri, kangren, lekeli humma ve çiçek hastası olmayan herkesi ‘sağlıklı’ olarak ayırıyorlardı. Daha Sonra karantina odasına götürülecek hastalar karın üzerine bırakılıyordu saatlerde karın üzerinde kalan bu zayıf vücutları bir süre sonra bir kızak gelip götürüyordu. Günde esir ölmekteydi; fareler ve köpeklerin kemirdiği istiflenmiş ölü, gömülmeden bekletiliyordu. Sonra kızaklara yükleniyordu, ceset yükü iple kızağa bağlandıktan sonra ölülerin mezar kazmakla görevli esir arkadaşları bu yükün üzerine oturuyordu. Bunu nasıl yapabiliyorlardı!.. Dışardan birisi bu soruyu sorabilirdi. Ama kampta kimse bu ceset yüküne bakmıyordu bile. Burada düşünce duygu mantık tamamen donmuştu. Herkesin tek arzusu ölümün biran önce gelmesiydi.Mübadele Edilen Savaş Esirleri tarihleri arasında İsveç Kızılhaç aracılığı ile mübadele edilen Türk subay ve erinin trenlerde görevli İsveçli doktorlar tarafından hastalık ve sağlık durumları kaydedilmiştir. Buna göre bu mübadele edilen savaş esirlerinin 15’i kör, ’i çeşitli organları kesilmiş 3’ü akıl hastası, ’u tüberküloz hastası olarak tespit edilmiştir. Ayrıca 8 askerinde kalp hastalıkları dolayısıyla mübadele edildiği raporda belirtilmiştir. Raporda özellikle kesilen organ sayısındaki yükseklik, Rusya’da yaralı el, kol, bacak, parmak gibi organların tedavi edilmek yerine kesildiği ve bu işlemin sıklıkla yapıldığı görüşünü doğrulamaktadır. Malul Türk savaş esirlerinin sağlık raporları Rusya’daki kamplarda sağlıksız şartlarda tutulan esirler arasında tüberkülozun yaygın bir hastalık olduğunu göstermektedir. XVII. Asırda T&#;rkiye’de Cemiyet Hayatı Yılmaz &#;ztuna X VII. asırda, IV. Sultan Mehmed devrinde, İngiltere büyükelçiliğinin baştercümanı olarak uzun yıllar Türkiye’de yaşayan Ricault (Rico), Osmanlı tarihi üzerinde pek değerli kitalar yazmış, birçok dillere çevrilen bu kitaplar pek çok defalar basılarak büyük rağbet görmüştür. Bu yazımızda, bu değerli yazarın kendi şahsî görüşlerinden bazılarını naklederek, XVII. asırda Türkiye’de toplum hayatı üzerinde bir fikir vermeye çalışacağız. Ricault, padişah hakkında şöyle diyor: “Yeryüzünün en büyük bölümüne hükmeden Türk imparatoru milleti tarafından çok sevilir. Türkler, padişahın mensup olduğu Osmanlı hanedanına âdeta kutsallık izâfe ederler. Hıristiyan milletler, Türkler’in bu davranışlarını örnek almalıdır. Bu kadar büyük bir imparatorluğun dağılmadan korunabilmesinde şüphesiz hükümdarlarına ve hanedanlarına gösterdikleri saygının önemi büyüktür. Türkler’in terbiye sistemleri de, siyasetlerinin dayanaklarından birini teşkil eder.  Bu derece azametli imparatorluk kurup yaşatabilmelerinin diğer bir sırrı da, cemiyet düzenlerinin bizdeki gibi asâlete dayanmamasıdır. Türk toplumunda her vatandaş eşittir ve şahsî kabiliyeti derecesinde hükümdarlık hariç, akla gelebilecek her makama yükselebilir. Meziyet, servetten üstün tutulur.” Ricault, Türk cemiyeti hakkındaki müşahedelerine şöyle devam ediyor: “Türkler, kendilerini bütün milletlerden bilhassa biz Hıristiyanlar’dan çok üstün görürler. İmparatorluklarında bulunan milyonlarca Hıristiyan, tam bir hürriyet ve adalet içinde yaşamalarına rağmen, Türkler’in üstünlük duygusu derhal sezilir. Bununla beraber Türkler, çok terbiyeli bir millettir. Kendi  tab’aları olsun, Avrupalı olsun, Hıristiyanlar’a karşı çok nazik muamele ederler. Esasen Türk halkının nezaket kaideleri, dünyanın herhangi bir en medenî şehrinde takip edilen kaideler derecesinde mükemmeldir.” “Türkiye’de bilhassa dil öğretimine büyük önem verilir. Türkçe okuma yazmayı henüz bellemiş çocuğa Arapça, bir müddet sonra da Farsça öğretilmeye başlanır. Bu iki yabancı dili bilmek, devlet görevlerinde olduğu kadar toplum içinde de bir şahsın yükselmesine ve sivrilmesine hizmet eder. Saray hizmetine gireceklerden ayrıca yüksek bir ahlak ve terbiye kaidelerinin en küçük inceliklerini hiç ihmal etmeden uygulamak beklenir. Devlet memuru olmanın itibarı büyüktür ve küçük bir devlet memuru olmak bile pek kolay değildir. Dünyanın hiçbir devletinde memur olmak Türkiye’deki derecede itina gösterildiğini sanmıyorum.” “Kuruluşları, gelişmeleri ve düzenleri birbirine benzememekle beraber, Türk imparatorluğu, tarihte ancak Roma imparatorluğu ile mukayese edilebilir. Türk padişahı da, Roma imparatorları gibi kendi cihanın en büyük hükümdarı görür. Bunda hakkı da vardır. Çünkü zamanımızda Avrupa’nın tek imparatoru olan Almanya hükümdarı, padişaha yıllık vermektedir.”İmparatorluğun Beyni İstanbul “Türk imparatorluğunun Mısır, Macaristan, Rumeli, Anadolu, Cezâyir gibi öyle eyaletleri vardır ki, genişlik, nüfus ve zenginlik bakımından her biri, herhangi bir Avrupa devleti ile mukayese edilebilir. Bu muazzam imparatorluğun beyni, İstanbul’dur. İstanbul’a yeryüzünün her tarafından ticaret eşyası gelir ve dünyanın her tarafına ticaret eşyası ihraç edilir. İstanbul’a yılda ortalama esir geldiğini söylemek, bu konuda bir fikir verebilir. İstanbul, terbiyesi, giyimi ve kültürüyle bütün imparatorluğa örnek durumundadır. Türk devletinde yaşayan Rumlar, Ermeniler, Slavlar ve başka kavimler, Türkçe öğrenmeye ve konuşmaya, Türkler gibi giyinmeye, her hususta onlar gibi hareket etmeye heves ederler. Vaktiyle Roma imparatorlunda da barbarlar böyle yaparlar, Latince öğrenirler, Romalılar’ı taklit ederlerdi.” “Padişahların millî bir müze şeklinde toplayıp biriktirdikleri servet, dünyanın hiçbir servetiyle mukayese kabul etmez. Yeryüzünde en zengin Çin porselenleri koleksiyonlarına Çin imparatoru değil Türk padişahı sahiptir. Bu koleksiyonda onbinlerce parça bulunmaktadır. Her parçanın ortalama değeri altından az değildir. Padişahın serveti, bu örneğe göre kolayca düşünülebilir.” “Padişahın herhangi bir emri, bu uçsuz bucaksız imparatorluğun herhangi bir köşesinde, inanılmayacak bir hızla uygulanır. Yeryüzünde hiçbir hükümdarın bu derece büyük bir nüfuzu yoktur. Türkler’i daha yakından tanımak, biz Avrupalılar için şarttır. En kısa zamanda İngiltere’de Türkçe öğreten bir okul açmamız lâzımdır.” Yahya Kemal’in Şiirlerinde Vatan Umut Erdoğan Yahya Kemal, vatan duygu ve düşüncesini, çoşkun bir sevgi ile estetize eden bir vatan şairidir. Vatan, onun şiir kaynaklarının arasında önemli bir yere sahiptir. Yahya Kemal’in vatan haykırışı kendine özgü bir sestir. Irkçılığa değil; tarihi, coğrafi ve sosyolojik gerçeklere dayanan vatan anlayışı, gerçekçi ve yüksek şahsiyet değerlerine sahip bir fikirdir. Vatan, bir milletin hayat damarıdır. Binlerce yıllık değerlerimiz ve şahsiyetimiz, vatan coğrafyası üzerinde millî ruh ve karaktere bürünmüştür. Fert… Vatanın evladı, maziden atiye anavatanın nesilleri… Bir millete mensup fertler, dağları, taşları, ağaçları, denizleri, ırmakları ve bütün her şeyiyle vatan toprağı üzerinde, kendi tarih ve coğrafyaları ile millî bir boyutta olgunlaşır ve diğer milletlerden ayrı bir millî benlik kazanır. Bunun sonucunda insan ile vatan yekvücut olur. Onun vatan anlayışı; fert, tarih, kültür, sanat ve toprakla bir bütündür. “Şairde, İstanbul, Fetihten itibaren geçen bütün zaman kadrosu içinde, tarihi, tabii, sosyal… bütün hususiyetleriyle, bölünmez bir ‘bütün’, millî varlığımızın bir sembolü olarak yaşar.” Malazgirt Zaferi… Anadolu topraklarının Türklere açıldığı muhabere… Malazgirt Zaferi, Yahya Kemal için bir başlangıç noktasıdır. “Tâ Malazgird ovasından yürüyen Türkoğlu” mısrası, Anadolu topraklarının Türk vatanı olduğu Malazgirt Zaferi’ne işaret eder. Zira o, şanlı mazimizin ve Anadolu topraklarının büyük Türk milletini yaptığına inanır. Ona göre “vatan bir mevhum değil, doğrudan doğruya cedlerimizin doğduğu, bizim doğduğumuz, evlatlarımızın doğacağı topraktır. Toprağın bir rengi bir milliyeti vardır. Milletler büyük muhaceretlerden sonra yerleştikleri toprakları kendi öz şahsiyetleri ile temsil etmişlerdir; İtalya toprağı İtalyan, Fransa toprağı Fransız, Almanya toprağı Alman olduğu gibi Türkiye toprağı da Türk’tür”. Buna göre Türkiye toprağı bir beden, Türklük ise bir ruhtur. Ruhsuz bir beden nasıl ceset gibi olursa, bedensiz bir ruh da hayalet gibi olur. O hâlde vatan ve millet birbirini tamamlayıcı iki değerdir. “Türk vatanı, cedlerimizin yattığı, yeni nesillerimizin doğduğu, topraklarında gezdiğimiz, çift sürdüğümüz, ekmeğini yediğimiz topraklardır. Bu vatan toprağı saha saha, millî azmin, millî hayatın, millî mefkûrenin birer tecellisiyle tekevvün etmiştir.” Yahya Kemal’e göre “Açılmış bir toprak ancak ilk gömülen bir insan ve ilk doğan çocukla vatan olabilir.  Onun Malazgirt Zaferi’ni bir başlangıç noktası alması, bu zaferle Türklere açılan Anadolu topraklarındaki millî mazinin, büyük Türk medeniyetini ve millî karakterimizi meydana getirdiğine inanmasıdır. “Kökü mazide olan bir atiyim.” diyen Yahya Kemal’e göre vatan toprakları üzerinde yükselen büyük Türk medeniyeti ve millî karakterimiz, geçmişten geleceğe yine bu vatan toprakları üzerinde yükselecektir. İşte onun şiirlerinde ve nesirlerinde nakış nakış ördüğü vatan fikri buur. “Tâ Malazgirt ovasından yürüyen Türkoğlu”, yaşadığımız ve kaybettiğimiz topraklar üzerinde, dokuz yüz yıldan beri bir coğrafyayı, bir vatan haline koymuştur. Yahya Kemal’in vatan anlayışında diğer önemli unsur da dindir. Prof. Dr. Mehmet Kaplan’ın da belirttiği gibi, Yahya Kemal, din duygusuna yeni mana ve şekil veren sanatkârlardandır. O, milliyetini dininden ayırmaz, Yahya Kemal’in “Dili bir, gönlü bir, imanı bir insan yığını” mısrasında işaret ettiği gibi, büyük bir imanla kendi ahengini bulan Türk milleti, Türk vatanı üzerinde din ile birleşir. Din, vatan gibi Türk Milletinin kutsalıdır. Toprak, din uğrunda yapılan savaşlar sonucunda şühedanın kanıyla vatanlaşmıştır. Yahya Kemal’e göre “Bu toprak, cedlerin mezarlarının bulunduğu, camilerin kurulduğu yerdir. Sanayi-i nefise namına ne yapılmışsa onun sergisidir.” Bu anlayışa göre vatan; tarih, din, millet, mimari, sanat gibi mefhumlarla harmanlanmış, onlarla birlikte özünü bulan ve varlığını koruyan bir kavramdır. Maddi ve manevi kültür değerleriyle “kendi gök kubbemiz” olan vatan, yaşayanlarla ölülerin birleştiği yerdir. Şair, Süleymaniye’de Bayram Sabahı adlı şiirinde “Yürüyor, durmadan, insan ve hayalet karışık” mısrasında bu durumu vurgular. Aynı şiirde vatanı “hür ve engin” olarak niteler. Vatanın hürriyeti ve istiklali, ferdin hürriyeti demektir. Yahya Kemal’e göre hürriyeti olmayan insanlar, bir vatan sahibi olduklarını er geç unuturlar.  Yahya Kemal’e göre Türk vatanı, ne bir feylesofun ne de bir teorisyenin fikrine sığmaz: “bereket versin ki Türk vatanı, hiçbir nazariyecinin, hibir feylesofun, hiçbir vâizin tefsirine sığmayan ve yalnız kaderin, yalnız onu kuran müminlerin, onun uğrunda ölenlerin ve ıstırap çekenlerin; onun havasında yaşayan, onun toprağında çift sürenlerin; onun sinesinde nişanlanan, evlenen ve nesiller yetiştirenlerin; yalnız ve yalnız onun havasını, iklimini, hâtıralarını edinmiş olanların; onda yetişmiş olan her kahraman, şâir, bestekâr, hâsılı mütehassis, mütefekkir, bütün vatandaşların üzerinde yaşadıkları topraktır.”Türkçe'nin Çekilmediği Yer Vatandır Bir toprak parçasının vatanlaşmasında dil de çok önemli bir unsurdur. Zira Yahya Kemal, dil meselesi hakkında şunları ifade etmektedir: “Türkçenin çekilmediği yerler vatandır. Ancak çekildiği yerler vatanlıktan çıkar. Vatanın kendi gövde ve ruhu Türkçedir.” Yahya Kemal, millî ve manevi değerlere sahip bir şairdir. Bu sebepten millî benliğinin farkındadır. Millî benliğini unutanlara “Acabâ, bizim vatanımız gibi, geniş bir memleketi olup da onu asla görmeyen, edebiyatta, gözleri ecnebi bir âleme dalmış ve yalnız o âlemden bahseden başka bir millet var mıdı?” şeklinde sitem dolu sözlerle haykırır. Orta &#;ağ’da “Kubbet&#;’l-İslam” &#;nvanlı Bir Şehir: Ahlat Nakış Karamağaralı Ahlat’ı nüfus açısından bakarsak, Zekeriya Kazvini Ahlat’ta Türkçe, Ermenice ve Farsçanın konuşulduğunu yazmakta, Kürtçeden hiç bahsetmemektedir. XIII. yüzyılda Ahlat’ın nüfusunun ne kadar olduğunu tespit etmek mümkün değildir. Ancak bir depremden sonra hanenin Kahire’ye göç etmesi ayrıca bilim, ticaret ve sanat merkezi olarak beldeye “Kubbetü’l-İslâm” ününün verilmesi, altı büyük mezarlığının bulunması, en büyük mezarlığı olan Selçuklu Mezarlığında döneminde tahminen civarında mezartaşı olması ve burada yatanların sıradan kimseler olmayıp belli makama ve rütbeye sahip bulunmaları, şehrin 4,5 km. genişliği ve km. uzunluğunda bir büyüklüğe sahip olması ve yapıların büyüklük ve çeşitliliği dikkate alındığında nüfusunun civarında olduğu rahatlıkla düşünülebilir. Mimarlık ve şehircilik açısından baktığımızda Ahlat’ın büyüklüğü daha da açık şekilde ortaya çıkmaktadır. Eski Ahlat Şehri km x km. büyüklüğünde bir şehirdir. Bugün ayakta kalan eser sayısı Ahlat’ın büyüklüğü ile kıyaslandığında oldukça az olmasına rağmen, kazılarla ortaya çıkarılan ve araştırmalarla izleri tespit edilmiş olan eserler dikkate alındığında mimari yoğunluk ve çeşitliliğin şaşırtıcı olduğu görülür. Tapu tahrir defterlerinde bahsi geçen yapıların sayıları ve türlerine yönelik bilgiler bizi bu konuda aydınlatmakta ve arkeolojik verileri desteklemektedir.  Bunlara ilave olarak Ahlat’ta çeşitli tarihi kaynaklarda bahsi geçen çok sayıda zaviye ve cami, köprüler, dükkanlar ve evler, han ve kervansaraylar, bimarhane de yer almaktadır. Ahlat’ın 40 burç denilen burçlarının tamiri ve dayanıklılığı ise Harzemşah istilası dolayısıyla kayıtlara geçmiştir. Evliya Çelebi yılı seyahati sırasında Ahlat eserlerine yer verir ve eserlerin kalıntılar halinde mevcut olduğunu anlatır.  Bütün bu bilgiler buranın önemli ve büyük bir şehir olduğunu göstermekte, şehrin sosyal ve mimari yapısını bize aktarmaktadır. Diğer taraftan hükümdar ailesi mensupları, devlet adamları ve zengin tacirler vakıf kurarak yapılan eserlerin işletme ve tamir işlerini devlete yük olmaktan kurtarırlar; bazen de kazançlarını birleştirerek müşterek iş kurarlardı.  Ahlat’ın en büyük ve şöhretli mezarlığı olan Selçuklu Mezarlığı’nda bulunan mezartaşları Türk kültürü için çok büyük öneme sahiptir. Ahlat’taki sosyal, kültürel ve siyasi yapı, ticaret ve ekonomi, ilim, sanat ve mimarlık, gelenek ve inançlar, unvanlar ve rütbeler hakkında bilgi ediniyor ve bunların yüzyıllara göre gelişimlerini takip edebiliyoruz. Bu taşlar ölünün şahsiyetinden başka, sağlığında yaptığı işleri de kaydetmektedir. Burada yatanların sadr denilen valiler, yüksek rütbeli askerler, fakihler, kadılar, şeyhler, hafızlar, şairler, filozoflar, âlimler gibi idareci, ilim, kültür ve sanat adamları oldukları anlaşılmaktadır.  Ahlat’taki mezartaşlarında imzaları bulunan ustalar sadece taşçı ustası değil, aynı zamanda mimardırlar. Aynı ustaların adlarına Anadolu Selçuklu mimarlığının oldukça önemli eserlerinin kitabelerinde de rastlamamız son derece önemlidir. Gevaş’taki Halime Hatun Kümbeti’ni, Ahlat’taki Erzen Hatun Kümbeti’ni yapan mimarlar Ahlatlıdır. Divriği Ulu Cami’sini yapan mimar “Hurşah el Hılati”, Tercan Mama Hatun Türbesi’ni yapan mimar Ebu’n-Nema b. Mufaddalu’l-Ahval’ın el Hılati, Kayseri-Nevşehir yolu üzerindeki Alay Han’ı yapan “el Hılati en Neccar”ın hem mimar hem mezartaşı ustaları olduklarını, mezartaşları üzerindeki kitabelerden anlamaktayız. Ahlat’ta Ermenşahlar zamanında ahşap oyma sanatının da ileri seviyede olduğunu Konya Alâeddin Cami’sinin minberini yapan Ahlatlı Usta el Hac Mengümberti’den anlıyoruz. Bugün için mezartaşlarından 24 adet Ahlatlı mimar ve mezartaşı ustası tespit edilebilmektedir. Kitabeleri mevcut, bu kadar bol sanatkâra XII-XIV. yüzyıllarda başka hiç bir beldede rastlanmamıştır. Bu durum şehrin “Kubbetü’l İslam” unvanını nedenli hak ettiğini bu açıdan da göstermektedir.  Sosyal ve dini hayatını incelediğimizde, Ahlat’ta bulunduğunu bildiğimiz çok önemli bir teşkilat da ahiliktir. Mezar taşlarındaki sanatkâr kitabeleri ahilikle ilgili bilgiler vermektedir. Mezartaşları üzerinde ölü ile ilgili bilgilerin yanısıra taşı işleyen sanatkârın da ismi yazılıdır. Ancak, sanatkârın üstat olduktan sonra, yanında çalıştırdığı kalfasının ismini de taşa yazdığı görülmektedir. Bunların içinde baba-oğul hatta toruna da rastlanmaktadır. Bu durumda sanatkâr üstat olsa dahi yanında çalıştırdığı kimseyi zikretmek zorundadır. Böylece kuşaklar boyu devam eden usta-çırak ilişkisi ve rütbe silsilesi takip edilebilmekte, buradan da Ahlat’ta kuvvetli bir ahi teşkilatının hüküm sürdüğü anlaşılmaktadır.  Ahlat XII-XV. yüzyılda fıkıh, hadis gibi Kur’an ilimleri ve İslam felsefesini bilen, ulema yetiştiren medreseleri, hafız yetiştiren darü’l-hüffazları, sufî ve derviş yetiştiren zaviyeleri, astronom yetiştiren rasathaneleri, kimyager yetiştiren okulları, müzisyen ve meddahları ile; yetiştirdiği mimar ve sanatkarları ile; gelişmiş bir fikri, dini, kültürel ve sosyal hayata, ve bütün bilimleri bünyesinde barındıran bir ilmi hayata sahip olmasıyla, “Kubbetü’l-İslâm” ününe layık bir şehirdi. Osmanlı’yı keşfetmek, kendi ger&#;eğimizi keşfetmektir Yavuz Bahadıroğlu Osmanlı Türkçesi, bizi kendimizle buluşturur; kendi gerçeğimizi keşfetmemizi sağlar: Çünkü, Osmanlı biziz! (Yıllar önce “Biz Osmanlıyız” isimli bir kitap yazmıştım).Başlığı okuyunca, eminim “Gerçeğimiz ne?” diye soracaksınız… Bir Osmanlı sevdalısı olan bendeniz aradan çekilip, sizi yabancı gezginlerin yazdıklarıyla başbaşa bırakayım…Fransız müellif A. de la Motray:“Türk dükkânlarında hiçbir zaman tek meteliğim kay­bolmamıştır. Ne zaman bir şey unutsam, hiç tanımadığım dükkâncılar arkamdan adam koşturmuşlar, hatta birkaç kere Beyoğlu’ndaki ikametgâhıma kadar gelmişlerdir.”İngiliz sefiri Sir James Porter:“Gerek İstanbul’da, gerekse imparatorluğun diğer şe­hirlerinde hüküm süren emniyet ve asayiş, hiçbir tered­düde imkân bırakmayacak şekilde ispat etmektedir ki, Türkler çok medeni insanlardır.”Fransız Generallerden Comte de Bonneval:“Haksızlık, murabahacılık (fahiş kâr vefaizcilik), inhisarcılık (tekelcilik) ve hırsızlık gibi suçlar, Türkler arasında meçhuldür Öyle bir dürüstlük gösterirler ki, insan çok defa Türklerin doğruluklarına hayran kalır.”Fransız yazar ve gezgin Brayer:“Evlerin kapısının şöyle böyle kapatıldığı ve dükkanla­rın çoğunlukla umumî ahlaka itimaden açık bırakıldığı İstanbul’da her sene azami beş-altı hırsızlık vakası görü­lür.”Comte de Marsigil: “Yazın İstanbul’dan Sofya’ya giderken dağlardan ana­yol üzerine inmiş köylülerin yolculara bedava ayran da­ğıttıklarına şahit oldum.”Edmondo de Amicis:“Türk halkı Avrupa’nın en nâzik ve en kibar insanlarıdır. Sokakta kavga enderdir. Kahkaha sesi nadirattan işitilir. O kadar müsamahakârdırlar ki, ibadet sa­atlerinde bile camilerini gezebilir, bizim kiliselerde gördü­ğünüz kolaylığın çok fazlasını görürsünüz.”Türkiye Seyahatnâme’siyle meşhur Du Loir:“Hiç şüphesiz ki, ahlâk bakımından Türk siyasetiyle medeni hayatı bütün cihana örnek olabilecek vaziyette­dir.”Elisee Recus:“Türklerdeki iyilik duygusu hayvanları dahi kucakla­mıştır. Birçok köyde eşekler haftada iki gün izinli sayılır Türklerle Rumların karışık olarak yaşadığı köylerde ise bir evin hangi tarafa ait olduğunu kolaylıkla anlayabilirsi­niz. Eğer evin bacasında leylekler yuva yapmışsa bilin ki o ev bir Türk evidir.” Guer:“Türk şefkati hayvanlara bile şâmildir. Hayvanları beslemek için vakıflar ve ücretli adamları vardır. Bu adamlar sokak başlarında sahipsiz köpeklere ve kedilere et dağıtırlar Sokaktaki ağaçların kuraklıktan kurumasını önlemek için bir fakire para verip sulatacak kadar kaçık Müslümanlara bile rastlamak mümkündür…”Bazıları bize ve inancımıza amansızcasına düşman olan Avrupalıların hakkımızdaki övgüleri elbette bunlarla sınırlı değil: Ciltler tutar…Sonuç olarak söyledikleri şudur: “Avrupa’nn Osmanlılardan öğrenecekleri çok şey var!”“Ama benim Osmanlılardan öğrenecek bir şeyim yok” diyenlerin yolu açık olsun, anca giderler! Batı Roma'nın Fethi M&#;jdesi Kadir Mısıroğlu Fahr-i Kâinât'ın müstesnâ bir medhine mazhar olan Fatih Sultan Mehmed Han Hazretleri bir bahar sabahı, köhne Bizans’ı çevreleyen ihtiyar surların Topkapı civarında yarılmasıyla açılan gedikten içeri girmiş, "Gülbang-i Muhammedî" ile "Tekbir"in ulvi ve heybetli bestelerine karışan bir alkış tufanı içinde yavaş yavaş şehre doğru ilerliyordu. Yirmi iki yaşın terâveti ve bir gelincik çiçeği kadar zarif endamı ile kır atının üstünde kendisini, çiçek yağmuruna tutan rum kızlarına devrinin manevi Sultanı Akşemseddin Hazretleri’ni gösteriyor ve müyesser olan "Feth-i Mübin"i, O'nun himmetine atfediyordu. Bu sûretle, mazhar olduğu şerefe liyakatinin ifadesi olan vekar, tevâzû ve şükrân hisleri içinde Ayasofya'ya doğru ilerleyen genç Türk Hükümdarı, bütün Hıristiyanlık Âlemi için dâima "Engizisyon Mezâlimi" ile hatırlanacak olan uzun ve karanlık bir çağı kapayarak "Doğu Roma"yı ebediyyen Hilâle ram etmiş oluyordu. Fakat Müslüman Türk Milleti'nin "fetih aşkı" ve "i'lâ-yı kelimetullâh" dâvâsı, Hıristiyanlığın bu en mühim merkezinin "İslâmbol" haline gelişiyle işbâ noktasına varmış bulunmuyor veya bir duraklama devrine girmiyordu. Zira bu gibi muvaffakiyetler, susuzluğunu gidermek için tuzlu su içen kimseler de olduğu gibi iştihânın daha ziyade kabarmasını intaç eder. Bu sebepledir ki, "Doğu Roma"nın fethinden sonra Müslüman Türk Milleti'nin hedefi "Batı Roma" olmuştur. Zira aradan geçen bin dört yüz yıla rağmen, beyan ve ifâdeleri eskimek ve -hâşâ- tekzib edilmek yerine vukuât ve  keşiflerle her ân daha fazla- teyid edilmiş bulunan Kâinatın Fahr-i Ebedisi, "Her iki Roma'nın da fethedileceğini", buyurmuşlar ve "Hangisinin daha evvel gerçekleşeceği", yolundaki bir suâli "Doğu Roma" olarak cevaplandırmışlardır. Bu te'yid ve ihbâr-ı Peygamberi sebebiyledir ki İstanbul'dan sonra fetih hedefi, "Batı Roma" olmuştu; Hatta o derecede ki, her yeni Padişahın tahta çıkışında tekrarlanan "Kılıç Kuşanma Merâsimi"nden sonra Yeniçeri kışlasına gelen padişaha, burada bir tas şerbet ikram edilir. Yeniçeri ağası, boş şerbet kâsesini alarak geri geri çekilirken: "-Pâdişah-ı nevcah hazretlerinden (yeni padişahtan) asker kullarının niyâzı odur ki, ilk seferimiz Garbi Roma üzerine ola!.." der, pâdişâh da: "-İnşâallâh!.." diye mukabele edince, askerin: "-İnşâallâh!" sadâları ve heyecanı had safhaya ulaşırdı. Yeniçeriler, -mağlum olduğu üzere- aslen Hıristiyan çocukları idiler. Böyle olduğu halde Pâdişâhın bir nevi "Hassa Ordusu" durumundaydılar. Bu bakımdan O'nun bir nevî mahrem-i esrarı idiler. Bu yüzdendir ki, Batı Roma üzerine yürümek hususundaki bu ahid onlarla yapılırdı. Yeniçeriliğin yılındaki ilgâsına kadar her yeni padişahın tahta geçişinde tekrarlanan bu andın, büyük tarihi değeri ve mânâsı vardır. İnsan idâresinde henüz rekoru kırılmamış bir kemâl ve dirâyet göstermiş olan fâtih cedlerimiz, "kızıl elma" mefküresinin efsanevi tesirinden alabildiğine istifade etmişlerdir. Peki ama bu "kızıl elma" acaba neresiydi?! Doğrusu onu hakkıyla bilen, belki bir kişi bile yoktu. Rivâyete nazaran O, güyâ Ayasofya ve İstanbul'muş!.. Fakat -bunlara sahip olunduktan sonra- bu dâvâ tükenip sönmemiştir ki!.. Bazılarına göre "kızıl elma", "Viyana" veya "Garbi Roma" idi Fakat o, aslında ulaşılması imkansız mevhum bir hedefti!.. Osmanlı ordularını ileri, daima ileri koşturan bu mevhum mefkûre idi ki, bunda "Batı Roma"nın Peygamberimizce müjdelenmiş olan fetih arzusu, mühim bir ağırlık teşkil ediyordu. Rûhları, yaklaştıkça kendilerinden uzaklaşan mevhum bir "Kızıl elma"ya ulaşmak iştiyakıyla sarhoş ordular koşuyor, koşuyor, daima daha ileri koşuyorlardı. Padişahından yeniçeri neferine kadar bütün milleti büyüleyen bu gâye, fetihlerin tükenmez ve zaafa uğramaz ebedi bir sermayesi gibiydi. O kadar ki; Osmanlılığı, derin bir vukûfla kavramış ve terennüm etmiş bulunan büyük şâir Yahya Kemal Bey, İstanbul'un düşman işgali altına düştüğü o meş'um "Mütâreke" yıllarında, rûhen son derecede sıkılmış. Bir teselli bulmak ümidiyle kendisini bir mezarlığa atmış. Ecdâdın bir cennet bahçesi kadar huzurlu kabirleri arasında dolaşıyormuş. Birden gözüne bir yeniçeriye âid bir mezar taşı ilişmiş. Taş, zamanla mezarın çökmesi yüzünden yanlamış bir durumdaymış. Üstadın, şâir gönlünde öyle bir his teşekkül etmiş ki, kendi tabiriyle; "Yeniçeri kavuğunu yana yıkmış Sanki bir fetih rüyası görüyormuş " Yahya Kemal Bey' in kalbine, şâirâne bir teşhis ve tahayyülle toprak altındaki bir yeniçerinin, o ümitsiz mütâreke günlerinde bile bir fetih rüyası görmeye devam ettiğinin sünûh etmesi, pek de yersiz değildir. Zira bir parça tarih bilen herkes, kolayca takdir eder ki, ecdadımız gazâ ve fetih zevkine hakkıyla doyamamıştır. Bu sebeple toprak altındaki şehidler ve gazilerin kıyâmete kadar fetih rüyası görmeye devam edecekleri muhakkaktır. Ancak Ancak bu rüyayı zamanımızda toprak üstündeki torunları da görmeye başlamışlardır. Hem de asra varan bir ayrılıştan sonra Evet, bu azîz millet "Doğu Roma"dan sonra, elbet bir gün "Batı Roma"yı da Hilâl’e râm edecektir. Zira bu müjdeyi veren, Kâinât'ın Fahr-i Ebedisi'dir.  S&#;leyman Şah T&#;rbesi Deyip Ge&#;meyin Prof. Dr. Ahmet Emre Bilgili Dünün Osmanlı, bugünün resmen Suriye toprakları üzerinde bulunan fakat resmi olarak vatan toprağı sayılan Süleyman Şah Türbesi halen gündemde. Türbeye fiili bir saldırı olsa oradaki mevcut askerlerimiz derhal karşılık verecek ve Türk ordusundan anında yardım gelecek. Bu türbe bu kadar büyük önem taşıyor. Yani bir anlamda buraya olabilecek müdahale, savaş sebebi kabul edilecek. Bilmeyenler için kısa bir hatırlatmada bulunalım. Süleyman Şalı Türbesi ile Süleyman Şah Saygı Karakolu ve bulunduğu alan Suriye'nin Halep İli'nin Karakozak Köyü sınırları içerisinde bulunan ve Türkiye'nin kendi sınırları dışında sahip olduğu tek toprak parçasıdır. Türbe'de Osmanlı İmparatorluğu'nun kurucusu ve ilk padişahı Osman Gazi'nin büyükbabası ve Ertuğrul Gazi'nin babası Süleyman Şah'ın ve iki askerinin naaşlarının bulunduğu kabul ediliyor. Dolayısı ile bu türbe Suriye’deki karışıklıklar vesilesi ile gündeme geldi ve halkımız orada resmen bir vatan toprağı olduğunu öğrendi. Karışıklık döneminde Suriye ve Irak toprakları üzerinde faaliyet gösteren ve din ve şiddeti bir arada kullanan Irak Şam İslam Devleti'nin (IŞİD) felsefesi; ya kabule ya ölüme dayanıyor. Türbe inşa etmeyi ise şirke bulaşma olarak değerlendiriyorlar. Bu açıdan türbeleri ve tarihi mekânları tahrip ve yok etme çabası içerisindeler. Bu sebeple de IŞİD, bir türbe olan Süleyman Şah'ı da tehdit ediyor. Taliban/IŞİD türünden anlayışların daha önce de bu türden kültürel mirasa ilişkin birçok tahribatı olduğu hatırlanırsa durumun vahameti açıkça görülür. Türbelerin nüfuzu Türbeler günümüzde iki açıdan değerlidir. Birincisi; içerisinde yatan şahsın manevi konumu, ikincisi ise sanat ve mimari yapı olarak türbenin kendisi. İkisi de korunması gereken kültür varlığı kabul edilir. Adına türbe yapılan kişinin mutlaka üstün bir özelliği bulunur. Ya Kanuni Sultan Süleyman gibi bir devlet adamıdır ya şehzade Mehmet gibi hanedandan özelliği olan biridir veya Eyüp Sultan Hazretleri gibi manevi konumu ve nüfuzu olan biridir. Fatih Sultan Mehmet gibi hem devlet adamlığı hem de Hazreti Peygamberin müjdelediği dini nüfuza da sahip bir şahıs olma durumunda olanlar da olabilir. Dolayısı ile bugün türbe deyip geçmememiz gerekir. Türbede yatan zatın manevi konumu ve halen geçerli nüfuzu onun bir anlamda yaşadığını ortaya koyuyor. Yaşamaktan kasıt; manevi etkisinin ve nüfuzunun devamlılığıdır. Buralar aynı zamanda dini hayatın canlı ve dinamik olduğu mekânlardır. İstanbul'da Eyüp Sultan, Aziz Mahmut Efendi ve Yahya Efendi başta gelen türbelerimizdendir. Bu türbeler aynı zamanda İstanbul'da en çok ziyaret edilendir. Türbeleri; dini, sosyal ve siyasal açıdan değerlendirmek mümkündür. Eyüp Sultan Hazretleri'nin türbesi gibi uluslararası ziyaretçisi olan türbelerimiz de vardır. Hakkari'nin eski isimle Nehru bölgesindeki Seyyid Taha Hazretleri`nin türbesi gibi hem İran hem de Irak'tan ziyaretçi çekme özelliği olan türbelerimiz de. Kültürel coğrafyamızda da çok sayıda bilinen türbeler vardır. II. Abdülhamid döneminde Süleyman Şah Türbesi gibi imparatorluk sınırları içerisindeki türbelerin birçoğu elden geçirilmişti. Türbeler manevi ve kültürel nüfuzu devam eden merkezlerdir. Savaş sebebi kabul edilecek kadar da önem taşır.  T&#;rkiye Devleti Nasıl Kuruldu Yılmaz &#;ztuna Türkler, VIII, asırdan başlayarak, Abbasi Halifeliği'nin hizmetinde yüzyıllarca Toros yamaçlarında ve Fırat kıyılarında at koşturdular. Fakat XI. asra kadar Bizans imparatorluğu, Anadolu'yu elinde tutmayı başardı. Anadolu'ya yapılan Arap ve Türk seferleri, geçici birer akın olmaktan ileri gidemedi. yılında Selçukoğulları'nın idaresindeki Oğuz Türkleri, Hazar Denizi'nin doğusundaki yurtlarından kalkıp bütün İran'ı baştanbaşa geçerek Anadolu'ya daldılar. Bu akınlar birkaç defa tekrarlandı. 'deki akına bizzat Çağrı Bey komuta etti. Selçukoğlu Çağrı Bey, tam yarım asır sonra Anadolu'yu Türkler'e açacak olan Alp-Arslan'ın babasıdır. Selçuklular, yılında Büyük Türk Hakanlığı oturarak İran ve Türkistan'ın en önemli ülkelerine hakim oldular. Selçukoğlu Tuğrul Bey, ilk hakan, ağabeyi Çağrı Bey de başkomutan oldu. 'da Selçukoğullan'ndan iki prens, Kutalmış ve İbrahim Yınal Beyler, Anadolu'ya ilk büyük Türk seferini yaptılar. 18 eylülde Pasinler'de Bizans ordusunu yenerek Erzurum'a kadar geldiler. 'te Selçukoğlu Kutalmış Bey, Kars'ı kuşattı, fakat alamadı. 'te bizzat imparator Tuğrul Bey, Anadolu'ya geldi. Bayburt'a kadar ilerledi. 'den başlayarak Kutalmış Bey, Anadolu seferlerini sıklaştırdı. Artık Türkler, her yıl Anadolu'ya giriyor, Bizans savunma noktalarını zayıflatıyor, ülkeyi tanımaya çalışıyorlardı. Bu sıralarda Tuğrul Bey vefat etti. Ağabeyi Çağrı Bey'in oğlu Alp-Arslan, Büyük. Türk Hakanı oldu. Sultan Alp-Arslan, Anadolu ile çok ilgileniyordu. Doğu Anadolu'da Bizans sınırındaki Türk ordusuna Kutalmış Bey'in oğlu Süleyman-Şah komuta ediyordu. Süleyman-Şah; Gümüştekin, Afşin Bey gibi büyük komutanlarla beraber Orta Anadolu'ya akınlar yapıyordu. 'de Afşin Bey, Denizli'ye kadar ilerledi. Bizans ordusu, ne zaman nerede görüneceği belli olmayan Türk akıncılarını yakalayamıyor, durduramıyordu. Bu sıralarda Bizans tahtına geçen Romanos Diogenes, Türkler'i Anadolu'dan uzaklaştırmaya kararlıydı. Türkler üzerine bir-kaç başarılı askerî hareket yaptı. Fakat Afşin Bey, Bizans'ın Anadolu'daki belli başlı üslerinin tahrip, edildiğini, Bizans ordusu üzerinde bir zafer kazanmak mümkün olursa, Anadolu'da Türkler'e koyabilecek bir kuvvet kalmayacağını bildiren meşhur raporunu, Sultan Alp-Arslan'a yolladı. 26 Ağustos 'de Doğu Anadolu'da Malazgirt'de cihanın en büyük askeri kuvvetleri olan, Türk ve Bizans orduları karşılaştı. Sultan Alp-Arslan, Bizans ordusunu yok etti. İmparator, Türkler'e, esir düştü. Büyük Türk Hakanı, Kutalmışoğlu Süleyman-Şah'a, Ege'ye, Marmara'ya kadar Anadolu'nun fethini emretti. Kutalmışoğlu Süleyman-Şah, birkaç yıl içinde bütün Anadolu'yu fethetti. Türkler, Üsküdar'a bile, girdiler ve Boğaz'ın karşı yakasından dünyanın incisi olan muhteşem İstanbul şehrini hasretle seyrettiler. Alp-Arslan'ın yerine geçen oğlu Sultan Melik-Şah, yılında, Büyük Türk Hakanı sıfatıyla, Anadolu'yu Süleyman-Şah'a verdi. Böylece Anadolu Fâtihi Selçuklu Kutalmişoglu Nâsıruddevle Ebu'l-Fevâris Gazi Sultan I. Süleyman-Şah, Türkiye devletinin birinci hükümdarı oldu. Başkenti İznik olmak üzere, ölümsüz Türkiye devleti zamanımızdan tam yıl önce kuruldu. Anadolu Fâtihi Süleyman-Şah’ın bir müddet Konya'da oturduktan sonra taht şehri olarak İznik'i seçmesi çok mânalıydı. İznik, büyük, tarihi bir şehirdi. Marmara Denizi'nin yanıbaşındaydı. Dünyanın en hassas noktası olan Boğazlar'a çok yakındı. Anadolu Fatihi ve Türkiye Devleti'nin Kurucusu, Boğazlar'ı ele geçiren kuvvetin cihanın birinci devleti olacağını biliyordu. Bu yıllar, Türkiye tarihinin sihirli yıllarıdır. yılında Avrupa'da artık Anadolu'ya "Turkiya” yani "Türk Ülkesi" denmeye başlanmıştı. Süleyman-Şah, Kapıdagı yarımadasını da aldı ve Çanakkale Boğazı'nın Asya kıyılarına erişti. İstanbul ve Balkanlar, Türkler'e açılmıştı. Bugünkü Kartal Maltepesi, Türkiye ile Bizans arasında sınır kesildi.  Ger&#;ek Bir Dava Adamı: Osman Y&#;ksel Serdenge&#;ti Muhsin İlyas Subaşı Osman  (Zeki) Yüksel, yılında Antalya'nın Akseki kazasında dünyaya geldi. Babası, Müftü Ahmet Salim Efendi, annesi Emine Hanım'dır. Osman Yüksel, ilköğreniminden sonra, Ankara Gazi Lisesi'nde okudu. Arkasından, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih —Coğrafya Felsefe Bölümü’ne kaydoldu. Osman Yüksel'in aileden gelen sağlam kültürü, mânevi değerlere bağlılığı, onun üniversitede tek partili devrin keyfiliğine başkaldırmasına zemin hazırladı. Bunun neticesi olarak da, hareketli bir öğrencilik dönemi başladı: Osman Yüksel, başta Türkocağı olmak üzere devrin milliyetçi kuruluşlarında aktif rol aldı. Nihâyet, , fakültenin son sınıfına geldiği bir sırada, «Bir fakültenin içyüzü» başlıklı yazısı, önceki davranışlarıyla bardağı taşıran son damla olacak ki, fakültenin son sınıfından tardedildi. Osman Yüksel, dönemin sıkı takibatına rağmen, diliyle ve gönlüyle kendisini adadığı inançları doğrultusunda hiçbir fedakârlıktan kaçınmadı. Nisan 'da, Serdengeçti dergisini çıkardı. Böylece, Necip fazıl'ın Büyük Doğu ile başlattığı mücadele, “Serdengeçti” ile güç kazandı. Ne var ki, Osman Yüksel'in aceleci mizacına, heyecanlı çıkışlarına rağmen, yazmadaki ihmali, bu dergiyi sürekli kılamadı. Dergi, 'de 4. sayıya, ' de sayıya, 'de sayıya ulaşabildi. ’lı yıllara girdiğimizde dergi son sayısını çıkarmış ve kapanmıştı. Bu arada, “Bağrıyanık” adında bir mizah dergisi teşebbüsü olmuşsa da, bu dergi de ilk sayısını takiben toplatılıp kapatıldığı için devam etmemiştir. Osman Yüksel Serdengeçti, süreli yayında belli bir istikrara ulaşamamakla beraber, neşrettiği, “Bir Nesli Nasıl Mahvettiler”, “Mabedsiz Şehir”, “Bu Millet Neden Ağlar ve Gülünç Hakikatler” adlı kitaplarıyla, döneminin genç aydınına çok şeyler vermiştir. Milli ve İslami düşüncenin şuurlanma dönemi kabul edebileceğimiz öncesinde, onun Necip Fazıl'la el ele yürüttüğü, ancak farklı yapılarda ortaya koydukları, ama hedefte birleşen mücadeleleri, bugün her ikisinin de arkasında inanmış bir toplumun oluşmasına zemin hazırladı. Birisi politikanın, öbürü kültür ve sanatın başkentinde. ikisi de aynı doğru için korkunç bir mücadelenin içinde!.. Gördükleri baskıdaki benzerliklere rağmen, Necip Fazıl yalnızca kalem ve yayın plâtformunda kalıyor, öbürüsü ise, politik arenaya çıkmaya niyetleniyor. Sonunda bunu da başarıyor: 'de bağımsız milletvekili adaylığından arzuladığını bulamamış olsa da, 11 yıl sonra 'te Parlementoda'dır. Üstelik öncesinin, hatta yıllarının duygu ve heyecanıyla, o dönemlerin keskin tavrıyla. Çağın mantığına adeta isyan edercesine, kıravat takmadan Meclis'e girmiş ve kıravat takmadan o Meclis'ten ayrılmıştır. Serdengeçti Serde Kaldı Osman Yüksel, arayışlar içerisindeki çağımızda, mücadele metodlarını kendince koyan bir insandı. Onun metodları temelde, imana, milli şuura nefes almayı sağlamak için hiddete, espriye ve heyecana dayanıyordu. «Tanrıdağı kadar Türk, Hira dağı kadar Müslümanız» sloganı ona aittir. Hareketlerinin muharrik gücü de buydu: Kendince bir senteze yarma gayreti, bütün ömrünü dolduran tek meselesi olmuştu. Gerek çıkardığı dergide, gerek kitaplarında hep bu düşünceyi savundu. Birini diğerine feda etmeden bu terkip için koşturdu. Hayatı nimetiyle sevmemiş, onun daha çok külfetine talip olmuştur. Peşin hükümle hareket etmemiş, ancak politikanın mili haysiyetimizi zedelemesine karşı da tavizsiz olma gereğini gözardı etmemiştir. Çevresinin mihneti ve acıları, kader arkadaşıdır: Sevdiklerine şefkatle kucak açarken, düşmanlarına karşı da korkusuz ve sertti. Yürüttüğü mücadelede hep zora talip olmuştur. Kendi boyutlarını aşan yükün altına girişi yüzünden, Serdengeçti'yi sürekli çıkaramamıştır. Çabasındaki hasbiliği, onun, zaman zaman farklı ekipler içerisinde görünmesine yolaçmış; bugün herkesin sevdiği insan olmasına sebep olmuştur. Ben onu, alperenlere benzetirim. Bilmem yanılıyor muyum? Çağımızın sarsıntılarına, bunalımlarına rağmen, kendi olarak kalabilen çok az insandan birisi oluşu, her türlü mihnete, milletimizin iyi bir istikbale ulaşabilmesi için katlanışı onun «alp» liğini, İslam için çırpınışı, günümüzün küfre açılan kapılarını kapayabilmek için her türlü fedakarlığa evvela nefsinden başlaması, «erenler»e benzerliğini ortaya koymaz mı? Bir avuç insanın bütün insanlığı köleleştirmek için birbiriyle kıyasıya vuruştuğu günümüzde, onun insanı eşya olmaktan kurtarma çabası, elbette teferruat medeniyeti içerisinde boğulup gitmiştir. O, bunun farkında olduğu için, insana kendisini hatırlatmaya çalışmış, yönetenle yönetilen arasındaki mesafeleri ve hesapları ortaya koymak istemiştir. Şahsi çıkarların nasıl milli hesap kılıfı altında cemiyetin onayından geçirilmeye çalışıldığına ilk dikkati çekenlerdendir. “Bu Millet Neden Ağlar” adlı kitabında hep bu meseleler işlenmiştir. “Mabetsiz Şehir”de de sergilenen bundan farklı şeyler değildir. Kısır iç çekişmelerden doğan büyük yaraların yarınımızı nasıl bir veba gibi kemireceğini gösterirken, insanımızın yanlış bir kadercilik ve tevekkül anlayışından kurtulup kendi meselesinin üzerine gitmesini istemektedir. Kendisi bayraktardır. Kumandanlığı kim istiyorsa ona bırakacaktır. Yeter ki, bu bayrak yere düşmesin, bu ezan susmasın Osman Yüksel, “Bir Nesli Nasıl Mahfettiler”de özellikle gençliğin kıyımı ve kıyamını anlatır. Batı tipi insan yetiştirme uğruna Tercüme Odalarından başlayıp parti genel merkezlerine kadar taşınan materyalist zihniyetin çıkmazlarına işaret ederken yalnız değildir. Ama yine de o, nevi şahsına münhasır bir çelebilikle bu meselelere eğilmektedir. Dâvâ arkadaşlarıyla iç, kontağı devam ederken, yayınlarında hisse hitabı tercih etmektedir. Bu noktada, “Gülünç Hakikatler” bizi güldürürken düşündüren, ayni zamanda kendi problemlerimize çare aramamız zarûretini de önümüze getiren son eseridir. 10 Kasım günü Hakkın rahmetine kavuştuğu zaman, arkasında kendisini seven bir inanmışlar ordusu bırakmıştır. Kendi neslinin acılarını yüreğine gömerek yaşayan, hayata espri ve kahkaha dağıtan bu gönül adamı için gelecek nesiller elbette daha iyi şeyler söyleyecektir. Ruhu şâd olsun… &#;stad'ın Vasiyeti Necip Fazıl Kısak&#;rek Üstad Necip Fazıl Kısakürek'in vasiyetinin bir bölümü aşağıdadır:Bu vasiyet, çoluk - çocuğumun ve şahsi yakınlarımın dar ve hususi kadrosundan ziyade, onların da içinde olduğu geniş ve umumi zümreyi muhatap tutuyor. Başta gerçek Türkün ruh köküne bağlı yeni gençlik, şu kadar yıllık mücadele hayatımda beni okumuş veya dinlemiş her fert, kısaca Allah ve Resulüne perçinli herkes Onlara hitap ediyorum ve dileklerimin yerine getirilmesi için gerekli çalışmayı işte, bu yeni gençliğe ısmarlıyorum! Eğer üzerlerinde bir hakkım varsa, Hesap Gününde tek tek sorumludurlar. Emanetim, beni seven ve İslâm dâvasında bir hak sahibi olduğumu kabul eden herkese …

Beni, ayrıca hususi vasiyetimde gösterdiğim gibi, İslâmî usullerin en incelerine riayetle gömünüz! Burada, umumi vasiyette de belirtilmesi gerek bir noktaya dokunmalıyım: yılında, Mürşidim ve Kurtarıcım Esseyyid Abdülhakim Efendi Hazretlerine, bir yazımı okumuştum. Bu yazı, kendilerini tanıdıktan sonraki dünya görüşüme ait olarak, zamanenin bize aykırı, meşhur bir gazetesinde çıkmıştı ve Türkün tarih muhasebesini İslâmî tefekkür noktası etrafında çerçeveliyordu. Yazıyı ellerine aldılar, kalem istediler ve üstüne öz elleriyle «altın ile yazılacak yazı» buyurdular. İşte hususi zarfında duran bu kesilmiş makaleyi, bütün eserlerimin tasdiknamesi olarak kefenime iliştirsinler Nasıl, nerede ve ne şekilde öleceğimi Allah bilir. Fakat imkan aleminde en küçük pay bulundukça, biricik dileğini, Ankara'da, Bağlum Nahiyesindeki yalçın mezarlıkta, Şeyhimin civarına defnedilmektir. Elden gelen yapılsın… Cenazeme çiçek ve bando muzika gönderecek makam ve şahıslara uzaklığımız ve kimsenin böyle bir zahmete girişmeyeceği malûm… Fakat bu hususta bir muziplik zuhur edecek olursa, ne yapılmak gerektiği de beni sevenlerce malum… Çiçekler çamura ve bando yüzgeri koğuşuna… Cenazemde, namazıma durmayacaklardan hiç kimseyi istemiyorum! Ne de, kim olursa olsun, kadın… Ve bilhassa, ölü simsarı cinsinden imam!.. Ve “bid’at” belirtici hiçbir şey!.. Başucumda ne nutuk, ne şamata, ne medh, ne şu, ne bu… Sadece Fâtiha ve Kur’ân… Mezarımda İlâhî ve ulvî isi ve sıfatlardan ve benim beşerî ve süfli isim ve sıfatlarımdan hiçbir iz bulunmayacak… Mevlid de istemem!.. Onu, uhrevi rüşvet vasıtası yapanlara bırakınız! Sadece Kur’an… Şimdi sıra en büyük dileğimde… Müslümanlardan, eğer bu dâvada hizmetim geçtiğine inanan varsa, şunları istiyorum: Her ferdin, herhangi bir kifayet hesabına yanaşmaksızın, benim için “Necip Fazıl’ın kaza borcuna karşılık” niyetiyle bir günlük (5 vakit) namaz kılması ve yine bir gün oruç tutması… Mevtanın ardından, onun için kaza namazı Şafii içtihadınca caizdir ve aynı içtihad Hanefilerce de rahmettir. Her ferdin, en aşağı Tevhid kelimesi okuyup sevabının mislini bana hediye etmesi… 70 bine dolması lâzım… Bir de üzerimde hakkı, olanların bunu Allah rızası için helâl etmeleri… Ölünceyedek, üzerimdeki Allah ve kul haklarından mümkün olanını ödeyebilmek için elimden geldiği kadar cehdetmek azmindeysem de ne olacağını, nereye, hangi noktaya varabileceğimi bilmiyorum ve yardımı Müslümanlardan bekliyorum. “Şey’en lillâh” tabiriyle bana Allah için bir şey veriniz! Yardımınızı esirgemeyiniz! Allah, Allah dostlarını ve düşmanlarını unutmayınız! Hele düşmanlarını!.. Olanca sevgi ve nefretinizi bu iki kutup üzerinde toplayınız! Beni de Allah ve Resul aşkının yanık bir örneği ve ardından birtakım sesler bırakmş divanesi olarak arada bir hatırlayınız! Son gün olmasın dostum, çelengim top arabam;
Alıp beni götürsün tam dört inanmış adam! Adalet ve Merhamet Timsali Osmanlı Numan A. &#;nal Osmanlı Devleti’nin adalet ve merhametini gösteren Başbakanlık Osmanlı Arşivi’ndeki bazı belgelerin özetini aşağıda sunuyoruz:


Darülaceze binası içinde Katolik cemaatine mahsus bir kilise bulunmadığı Fransa Sefareti tarafından bildirildi. Bunun üzerine kilisenin kurulması için gerekli izin ve emir verildi.
funduszeue.info /
Tarih

İslimye sancağında Bergos kasabasında bulunan ve ahali tarafından inşa edilmekte olan rum kilisesinin tamamlanmasına güçleri yetmediği ve bu ahalinin fakir hallerinden dolayı kendilerine beş bin kuruş yardım edilmesi hususunu arz ederim. Talepte bulunan ahaliye bu istedikleri miktar yardımın yapılması uygundur.
BOA. İ. Hâriciye
Tarih:

Maruniler için Osmanlı kurumu olmak kaydıyla Roma’da yaptırılması düşünülen okul için on bin frank kadar yardım yapılsın.
BOA. İ. Meclis-i Mahsûs
Tarih:



Beykoz’a bağlı Polonezköye’nde, Bezm-i Âlem Vâlide Sultân Vakfı’na ait olan bir arsaya, ahşap bir mektep ile bir kilise ve üzerine bir çan kulesinin yapılmasına izin verilmiştir.
BOA. MV / Padişahımız ve veli nimetimiz efendimiz, Saltanatınızın başından bu yana Yüce devletiniz sınırları içinde bulunan kilise, manastır ve onlara bağlı arazi, emlak ve diğer ibadetgâhlarımıza mahsus muafiyet ve imtiyazların her zaman yürürlükte olacağını Patrik kullarına hitaben fermanınızla bildirdiniz. Bu fermanınız Patrikhane’de, İstanbul’da bulunan bütün metropolit, dini liderler ve esnaf temsilcilerinin huzurunda açıldı ve okundu. Sonsuz memnuniyet ve şükranlarımızı arzediyoruz.
BOA. İ. Hâriciye _1
Tarih: Yenişehir-i Fener’de öteden beri her hafta Pazar, Çarşamba ve Cuma günleri kurulan pazarın; Pazar günleri halkın yortu gününe rastladığından sadece Çarşamba ve Cuma günleri kurulması ve Defterhâne-i Âmire’deki kaydının da değiştirilmesi hususu emrim olmuştur. Gerekli yerlere bildiresin.
BOA. Tahvil Defteri 30, s.
Tarih:

İsveç kralı Karlos’tan gelen mektup; Yüce devletinize sığınarak Bender kalesi yakınlarında geçirmiş olduğum sekiz gün içerisinde Bender Kalesi muhafızı Yusuf Paşa tarafından şahsıma gösterilen saygı ve alakadan dolayı son derece mutlu oldum. Allah seni muhafaza etsin. Sağlık ve sıhhatte kalman samimi dileğimdir.
BOA. Nâme-i Hümâyûn Defteri 6, S.
Tarih:   Âsitaneme (kapıma) gelip yüz sürerek ellerinde mevcut olan Hazreti Peygamber ve Hazreti Ömer’den bu yana Kudüs-i Şerif’teki Hazreti İsa’nın doğduğu Beytüllahm Kilisesi, Kamame Kilisesi vb. kutsal mekânlar ile ilgili sahip oldukları hak ve imtiyazları yeniden talep eden Kudüs Rum Patriği Atnasyos ve ruhbanlarına aynı imtiyazları verdim. Bunları kimse rencide etmesin. Kim ki bu hükmü feshederse Allah’ın ve Rasûlunun hışmına uğrasın.
BOA. Kilise Defteri 8/6
Tarih:   Kudüs-i Şerîf Beyine ve Kadısına hüküm ki; Molla Sıyamî gelip haber verdi ki; Kudüs-i Şerif’de bulunan Mescid-i Aksâ, Sahratullah-i Müşerref (Kubbetü’s Sahra) ve Hazreti İsa’nın Kabri gibi kutsal mekanlara ibadet ve ziyaret için gelen bazı kadınlar o mekanları kirletip, edebe aykırı davrandıklarını duyup buyurdum ki; Emrim oraya vardıktan sonra bu gibi davranışlara kesinlikle izin vermeyin. Şayet bunun aksini duyarsam bilesiniz ki görevden alınmakla kalmazsınız. Sen ki kadısın bu emrimi sicile kaydet ki senden sonra gelen kadılar da bu emrime uysunlar.
BOA. Mühimme Defteri 5, hüküm
Tarih   Padişahımızın Kudüs-i Şerif’te yaşayan Habeş rahip ve rahibelerinin ayinlerini yapabilmeleri için sur dışında bir kilise inşasına müsaade etmesi Habeş kralı Yuhanna ve halkın memnuniyet ve şükranlarına sebep olmuştur.
BOA. Y. A. Hus /19
Tarih:   Yenipazar sancağında bulunan Taşlıca kazasına tabi Princan mevkiinde Hıristiyan ahali tarafından inşa olunan kilisenin, noksanlarının tamamlanması için devletçe yapılan yardımdan dolayı ahalinin Sırpça teşekkür mektubu.
BOA. İ. Hâriciye   Maddi sıkıntı içinde bulunan Ermeni Katolik Patrikanesi’ne yarım yapıldığı.
BOA. İ. Mâliye c./7
Tarih:   İstanbul’da yaşayan Ermeni ve Rumların evlilikleri esnasında gereksiz vergi alınmaması ve fakir halkın korunması.
BOA. Müzehhep Fermanlar /4
Tarih:   Beyrut ve Cebel-i Lübnan’daki muhtaçlar ile yetimhaneler için umumi mutfak açılıp erzak dağıtılması hususunda Meclis-i Vükelâ’da karar alınmıştır.
BOA. MV /17  Hindistan’da kıtlık çeken halka, Aydın depremzedeleri için düzenlenen iane biletleri gelirleri ile Bağdat ve Basra tarafından yeterli miktarda zahire satın alınmıştır. Ayrıca onlara yardım amacıyla iane biletlerinden bol miktarda Sultan İkinci Abdülhamid tarafından satın alınarak bedeli Hindistan Müslümanlarına gönderilmiştir.
BOA. İ. Hus M/9
Tarih:   Belgrat Vâlîsi Vezîr Ali Paşa’ya hüküm ki Devlet-i Aliyle ile Roma İmparatoru arasında barış anlaşması yenilenip himayemize sığınan Tamışvar ve Belgrad civarında bulunan Kurslar, Sofya’da uygun bir yerde iskân edilsin. Yol boyunca bütün ihtiyaçları giderilsin. Sıkıntı çektirilmesin ve zorda bırakılmasın.
BOA. Mühimme Defteri , hüküm
Tarih:   Macar mültecileri meselesinin halledilmesinden dolayı üç Rum patriğinin gönderdiği teşekkür mektubudur.
BOA. DUİT /53_2
Tarih:   Kırım savaşı sonunda bir kısım Yahudi, Kerç şehrinden Osmanlı topraklarına iltica ve Osmanlı uyruğuna kabullerini rica etmişlerdir. Osmanlı Devleti vatandaşı Yahudilerle mezhep farklılıkları olduğundan kendilerinden bir hahambaşıya bağlı olmak ve diğer hususlarda zabtiye müşirinin idaresinde bulunmak üzere vatandaşlığa kabul edilsinler.
BOA. İ. Hâriciye
Tarih: İspanya’dan kovulan Yahudilerin yerleştirildikleri Edirne’de yılında yapılan tahrirde (sayım) Katalan, Portugal, Alaman, Mahalle-i Bolya, Toledo ve Aragon cemaatlerinin hane sayıları ve isimlerini içeren sayfalardır.
BOA, Tahir Defteri 77, s.
Tarih:   Sivas’dan Rusya’ya tarihinde göç eden otuz adet Rum aile, tekrar Osmanlı Devleti’ne sığınmak istemişlerdir. Yeterli imkâna sahip olmadıklarından kendilerine yol harçlığı olarak Tiflis’teki Osmanlı Devleti temsilcisi aracılığı ile ihtiyaçları olan para verilsin.
BOA. İ. Hâriciye
Tarih: Selmas halkı İran’da gördüğü baskıdan dolayı Osmanlı Devleti’ne iltica talebinde bulunmuştur. Bu şekilde Osmanlı hâkimiyeti altında yaşamak isteyen Selmaslılar kendilerine yakın Osmanlı memurlarına müracaat edecek ve mümkün olduğunca huduttan uzak mahallere yerleştirileceklerdir. Ayrıca kendilerine devlet arazisinden karşılıksız olarak yeteri kadar arazi verilecek ve yardımda bulunulacaktır.
BOA. MV /22
Tarih:   Bergos’daki Rum milletinin ileri gelenlerinin kiliselerinin inşa edilmesi için padişahtan maddi yardım talebi.
BOA. İ. Hâriciye _3
Tarih: Yardım olarak İrlanda fakirlerine gönderilen bin lira İngiltere Elçiliği’ne teslim edilmiş. Bu yardımdan ziyadesiyle memnun olan İngiltere Elçisi Mösyö Velsle özel olarak Bâb-ı Âlî’ye gelip milletçe müteşekkir ve ziyadesiyle memnun olduklarını ifade etmiştir.
BOA. İ. Hâriciye
Tarih:   Adapazır Kazâsı Nâibi Debbâğzâde Mevlânâ Mehmed Şerîf’e hüküm ki; Adapazarı’nda eskiden beri haftada bir gün kurulan, ancak o gün Hıristiyan ahalinin ayin günü olduğu için alış-verişe sekte vurmakta ve fakirlerin ticaretlerine mani olmaktadır. Bu sebeple bundan sonra pazarın cumartesi günleri kurulmasını emrettim.
BOA. Tahvil Defteri 30, s.
Tarih: Boğdan Voyvodasına hüküm ki: Boğdan’da bulunan vladika, metropolit ve sair papazlar kiliselerinde ayinlerini yapagelmiş iken, şu an dışarıdan müdahale olduğunu bildirdiler. Bunlara zulmedilmesine rızam yoktur. Olageldiği üzere amel olunmasını emredip buyurdum ki: Bundan böyle vladika, metropolid ve sair papazların kiliselerinde icra ettikleri ayinlere ve kendi aralarındaki işlere hiçbir kimseye hatta Rum patriklerine bile müdahale ettirmeyesin.
BOA. Mühimme Defteri 82, hüküm 87
Tarih:   Biz Ermeni milleti, Osmanlı Padişahlarının diğer tebeaya olduğu gibi, Ermenilere de pek çok lütuf ve ihsanda bulunduklarına şahidiz. Zaten İslâm ve Ermeni milleti arasında eskiden beri dostluk ve vatandaşlık münasebetleri mevcuttur. Bazı bozguncuların yalan sözlerine rağmen biz de Osmanlı Devleti’nin hizmetinde sâdıkane çalışmaktan geri durmayacağız. Zira Osmanlı uyruğunda olmak, bizim için bir iftihar vesilesidir.
BOA. A. DVN. NMH 34/2_4
Tarih: Finlandiya'da Yaşayan Kazan T&#;rkleri Naile Binark Dünya'da mevcut Türklerin 76 milyonu Türkiye Cumhuriyeti'nin sınırları içinde; ayrıca Kazakistan, Azerbaycan, Kırgızistan, Türkmenistan, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetlerinde, geri kalanı ise, Rusya, Çin, İran, Afganistan, Irak, Suriye, Romanya, Bulgaristan, Yugoslavya, Yunanistan'da ve başka ülkelerde de yaşamaktadır. Avrupa'nın kuzey doğusunda 5 milyon nüfuslu küçük bir ülke olan kadar Kazanlı Türk yaşamaktadır. Finlandiya'da azınlık halinde yaşayan Kazan Türklerinden başka İsveçliler, Japonlar ve Yahudiler de bulunmaktadır. Bugün, Finlandiya'da yaşayan Türklerin yüzde 99'u kültürce Kazan Türklügü'ne mensup kimselerdir. Ancak, bunlar Kazan ilinin merkezinden olmayıp, bu ilin batı cihetine düşen Nijninovgorod (bugünkü Gorkiy) vilâyetinin Sergeç ilçesindeki Yanapar (Aktok) köyünden gelmişlerdir. Kendilerine has şive ile konuşan ve Kazanlıların Mişer boyunu teşkil eden Türk zümresindendirler. Mişer şivesi Çağatay-Kıpçakça'dan ziyade, Oğuz-Türkmen lehçesini andırmaktadır. Bugün. Finlandiya'daki Kazanlıların yarısına yakın bir kısmı Helsinki'de yaşamaktadır. Diğerleri, Tampere, Javenpaa, Turko-Abo, Koka gibi şehirlerde oturmaktadırlar. Finlandiya, XIX. Yüzyılın başında Rusya’ya bağlı olarak idare edilmeye başladıktan sonra, Şimal Türkleri ticaret maksadıyla buradan itibaren de yerleşmeye başlayarak, ailelerini de yanlarına çağırmışlardır. yılından beri Finlandiya'da bir İslam Cemaatı'nin mevcut olduğu bilinmektedir. O tarihte Finlandiya, Rusya'ya bağlı bir muhtariyetle idare edilmekteydi. Bu sebeple de, İslâm Cemaati Şimal Türklerinin dinî işlerini idare eden Ufa şehrindeki Müslümanların “Merkez-i Diniye Nezareti”ne bağlı olup, o zamanki Muhtar Finlandiya Hükümeti tarafından tasdik edilmemiş, gayrî resmî olarak faaliyette bulunmuştur. Birinci Dünya Harbi'nden sonra, 'de Finlandiya’nın istiklâlini kazanması ve yeni anayasanın ilanı üzerine, İslam Cemaati yeniden teşkilâtlanmak durumunda kalmış ve "Ufa Müslümanlarının Merkez-i Diniye Nezareti"nden ayrılmıştı. Finlandiya'ya yerleşen Kazanlılar, kendi, milli örf ve adetlerini, dini işlerini, sosyal problemlerini halletmek için teşkilatlanmaya başlamışlardır. O sıralarda Finlandiya'da misafir olarak bulunan Sadri Maksudi Atsal Bey bu teşkilatın nizamnâme tasarısını hazırlamış ve yılında “Kazan Türkleri Finlandiya Cemaati İslâmiyesi"ni kurmuşlardır. Bu cemiyet, Fin Hükümetince de tescil ve tasdik edilmiştir. Nizamnâmeye göre, bu teşkilat Finlandiya'da yaşayan bütün Müslümanların milli-dini işlerine bakacak, çocuklarına milli-dini terbiyenin esaslarını sağlamak üzere gerekli tedbirleri alacaktır. Bu teşkilat, hükümet nezdinde geniş haklara sahip olduğu gibi, resmi mahiyette icraatta bulunmaktaydı. Dini ve medeni nikâhların akdi, ölüm, doğum ve nikâh istatistikleri teşkilâtın resmi vazifeleri arasındaydı. Kurulduğu zaman ancak dini bir teşkilat olan bu cemiyet, ihtiyaçların çoğalması ile, kültür işleri ile de meşgul olmaya başlamıştır. Finlandiya'da din öğretimi mecburî olduğu için Fin okullarına giden Kazanlı Türk çocuklarının din dersi notları cemiyetin açtığı kurslarda başarılarına göre verilmektedir. Cemiyet, ayrıca anadil kursları da açmıştır. Finlandiya'da, Kazanlılar tarafından kültür, spor ve başka yeni teşkilâtlar kuruldukça, cemaat bunları himaye etmiş, maddi yardımda bulunmuş ve devamını sağlamıştır. Ayrıca, yılından başlayarak "Mahalle Haberleri" adı altında bir dergi neşretmekte olup, bu dergi kendileri için olduğu kadar, diğer Türkler için de dışarıya açılan bir penceredir. Bu dergi, cemiyetin uzun yıllar reisliğini yapmış olan Zuhur Tahir bey tarafından kurulmuş olup, onun döneminde 27 sayı; bilâhare cemaat reisi olan Osman Ali bey zamanında da 3 sayı çıkarılmıştır. Dergide cemaat haberleri, milli ve dinî hayat hakkında çeşitli bilgiler yer almıştır. İslâm Cemaatinin bakımı altında bulunan bir de İslâm mezarlığı mevcuttur. Bu mezarlık Helsinki’nin içinde olup, yılında hükümet tarafından Müslümanlara verilmiştir. Buraya ilk gömülenin bir Müslüman-Türk subayı olması sebebiyle, Finliler, burayı Müslümanlara ayırmak inceliğini göstermiştir. Ayrıca çeşitli tarihlerde arazi genişletilmiş ve yeni yerler satın alınmıştır. Mezarlık çok bakımlı olup, içinde İkinci Dünya Savaşı'nda Ruslara karşı şehit düşen 18 Kazanlı Türk için bir anıt dikilmiştir. Her yıl şehitler gününde burada da merasim yapılmaktadır. İkinci Dünya Savaşı'nda kişilik cemaat asker çıkarmış, bunlar Finliler ile birlikte omuz omuza Finlandiya topraklarını Ruslara karşı savunmuşlardır. Finlandiya'da yaşayan Kazan Türkleri ahirete intikal eden yakınlarını bu mezarlığa tamamen İslam gelenek ve göreneklerine göre defnetmektedirler. Bir ikinci mezarlık da Turko-Abo şehrindedir. Finlandiya'da yaşayan Kazanlı Türklerin en büyük meselesi tek tük de olsa gayri Müslimlerle yapılan evlenmeler ve onlardan dünyaya gelen çocuklar konusudur. Cemaat gayri müslimlerle evlenenleri üyelikten silmekte veya eşlerinin cemaat toplantılarına gelmelerine izin vermemektedir. Finli eşlerden doğan çocukların din ve dil derslerine gelmelerine izin verilmekte ise de, bütünlüğün bozulacağı endişesi her zaman hakim bir düşünce halindedir. Ders Kitapları İhtiyacıTürkiye Türkçesi için ders kitaplarının temini Türkiye'den yapılabilmektedir. Kazan şivesi ile hazırlanacak ders kitaplarının ise yeniden yazılması gerekmektedir. Zira, Rusya'dan getirilen kitaplar Kril alfabesi ile yazılmış olması sebebiyle Lâtin alfabesine çevrilmesi gerekmektedir. Üstelikte yakın tarihe kadar eski harfle eğitim yapıldığı, bilâhare lâtin harflerine geçildiği için de ders kitaplarına şiddetle ihtiyaç vardır. Helsinki Üniversitesi'nde Türkoloji bölümünü uzun zaman yürütmüş olan ünlü Türkolog Marti Rasenen'in önce emekli olması ve daha sonra da vefatı ile bu kürsüde, bugün Kazanlı Ömer Daher okutman olarak dersleri yürütmektedir. Üniversitede Türkiye Türkçesi ve Kazan lehçesinde dersler verilmektedir. Ders kitapları meselesinin kısa zamanda halledilmesi gerekir. Bulunduğum yıllar içinde, ilkokullar için 3 ders kitabı atalar sözü ve bilmeceleri konulu 2 kitap hazırlayarak bu ihtiyacı bir dereceye kadar gidermeye çalıştım. Din dersleri de Kazan lehçesinde yapılmaktadır. Kur'an'ın, Fince'ye tercümesi de yapılmıştır. Finlandiya'ya yerleşen Kazanlılar geçimlerini daha çok kürk ticareti yaparak, manifatura mağazaları çalıştırarak temin etmektedirler. Aralarında doktor, dişçi, mühendis, bankacı, hukukçu ve eğitimciler de vardır. Gençler daha ziyade ticaret işinden başka alanlarda çalışmayı tercih etmektedirler. Avrupa'nın Kuzey doğusunda küçük bir koloni halinde yaşayan Kazanlıların hayat seviyeleri iyi olup, milli benliklerini muhafaza etmek için gayret sarfetmektedirler. Türkiye Cumhuriyeti dışında yaşayan Türk toplulukları içerisinde Finlandiya'da yaşayan Kazanlı Türkler örf ve an'aneleri korumak yolunda hassasiyet gösterdikleri gibi, Türkiye ile de yakın münasebettedirler. Türkiye'den gelenleri Türk misafirperverliğinin gerektiği şekilde karşılamakta, onlara yardımcı olmaya çalışmaktadırlar. Milli bayramlarımızı kutlamakta, Elçilik mensuplarımızı da kendi milli gecelerine davet etmektedirler. Hükümetimiz onların bu gayretlerine karşılık olarak, zaman zaman İslam Cemaatından üyeleri Türkiye'ye davet etmiş ve Diyanet İşleri Başkanlığı'nın misafiri olarak ülkemizin belli başlı şehirlerini gezmişlerdir. Türkiye'de olan bir felaket onları yürekten üzmektedir. Sporcularımızın başarıları ile övünmekte olup, halen Helsinki Olimpiyatları'nda Türklerin güreşteki altın yılını zihinlerde yaşatmaktadırlar. Güreşçilerimizin direğe bayrağımızı çektirmeleri ve milli marşımızı çaldırmalarından dolayı duydukları büyük heyecanı yaşlılar ağlayarak her vesile ile anlatmaktadırlar. Bu münasebetle şu hususu ifade etmek isteriz ki, Türkiye'nin Türk dünyası ile olan münasebetlerinin geliştirilmesi bakımından olduğu kadar; Türklüğün istiklâli ve mukadderatı bakımından da, Türkiye Cumhuriyeti dışında yaşayan Türk toplulukları ile yakından ilgilenmemiz, dilde, ilde, fikirde işbirliğine girişmemiz takdir edileceği üzere çok büyük önem arzetmektedir. Misyoner Bir Kadının Kaleminden Abd&#;lmecid H&#;n’ın Bursa Ziyareti Eliza Schneider (Terc&#;me: Neşe Akın) Amerikan vatandaşı Eliza Schneider, kocası Benjamin Schneider ile misyonerlik faaliyetlerinde bulunmak üzere yılında Bursa’ya geldi. Misyonerlik faaliyetleriyle ilgili hazırladığı raporları birer mektup şeklinde Amerika’daki Alman Protestan Klisesine gönderdi. Bursa’da kaldığı yıllarda, şehre gelen Abdülmecid Hân’ın ziyareti ile alakalı da bir mektup yazdı. Aşağıda bu mektubun Türkçesini sunuyoruz.                                                                                                                                                                                                                                                                        Editör Sevgili Dostlarım, Şimdiye kadar Sultanın bu şehri şereflendirdiği ziyaretinden bahsetmedim sizlere. Başka herhangi bir ülkede, herhangi bir durumda böyle bir ilgi ve heyecana tanık olmamıştık. Majestelerinin gelişinden neredeyse bir ay önce şehirde hummalı bir hazırlık başlamıştı. Hemen hemen herkesin yüzünde heyecanlı bir tebessüm vardı ve herkes attığı adıma dikkat ediyordu. İstanbul'dan özel olarak bu ziyaret sebebiyle gelen iki üç paşa bu önemli konuk için yapılan hazırlıklara nezaret ediyor ve sağa sola emirler yağdırıyordu. Farklı vazifeler üstlenen binden fazla işçi çalıştırılıyordu. Paşanın Bursa'daki konutu büyük bir ihtimamla yenilendi. Uludağ'ın yakınlarına muhteşem bir köşk (sayfiye evi) kuruluverdi. İkisi de güzelce boyandı ve hem dışları hem de içleri zevkli bir şekilde döşendi. Şehirde pek çok düzenleme yapıldı. Şehrin iki limanı olan Gemlik ve Mudanya'ya uzanan 25 ve 30 kilometrelik iki yol düzenlendi. Engebeler kaldırıldı, çukurlar dolduruldu ve tepeler düzlendi; en azından belli bir seviyeye getirildi. Sultanın teşrif edeceği gün binlerce insan sokaklara dizildi. Sultanın geçeceği beş kilometrelik yolun üzerindeki evlere doluşanlar pencerelere üşüştüler. Bu insanların arasında kalmaya başladığımızdan bu yana böylesine bir heyecana şahit olmamıştık. Burası artık imparatorluğun başkenti olmadığı için hüküm süren Sultanlardan hiçbiri şimdiye kadar burayı ziyarete gelmemişti. O günün sabahında Sultanın Bursa’ya doğru yola çıktığı ve öğleden sonra şehre varmasın beklendiği yönünde haberler ulaştı. Bir tellâl Sultanın yaklaşmakta olduğunu halka duyurdu. Yollar sanki haşmetmeaplarının atının basmasına uygun değilmiş gibi kumla kaplandı. Ve Sultanın gideceği her yere temiz kum serpilerek hazırlıklar tamamlandı. Silahlı kuvvetleriyle birlikte Sultana nezaret edecek olan Bursa Paşası, cüppeler içinde çok sayıda rahiple birlikte Rum ve Ermeni piskoposları ve Bursa’da ikamet eden yabancıların ileri gelenleri Sultanı karşılamak üzere hazır bulundular. Farklı milletlerden çocuklar da güzel elbiseler içinde karşılama komitesindeki yerlerini almıştı. Beyaz elbiseleri ve mavi kuşaklarıyla Rum çocukları ellerinde küçük birer çelenk taşıyordu. Sultanın peşi sıra şehrin içine doğru ilerlerken bu mutlu vesileden duydukları sevinçlerini ifade eden bir şarkı söylediler. Müslümanlar, Ermeniler, Katolikler, Rumlar ve Yahudiler bu uçsuz bucaksız karşılama komitesinin bir bölümünü oluşturuyordu. Bu muhterem ziyaretçi top atışlarıyla ve saray bandosuyla karşılandı. Haşmetmeapları ağır ağır şehre yaklaşırken hükümdarı korumakla görevli 40 kişilik hassa kıtası çift sıra halinde ön safta ilerliyordu. Önden ve yanlardan hassa kıtasıyla koruma altına alınmış Sultan, altın işlemelerle donatılmış atının sırtında belirdi. Haşmetmeapları muhteşem altın nakışlarla bezenmiş askeri bir üniforma giyiyordu. Siması pek çarpıcı sayılmazdı. Halim selim bir ifadesi vardı. Hiç itici değildi. Sultanın arkasından paşalar, subaylar ve süvari eri geliyordu. Onların ardında da her zümreden vatandaş ve halk yığını vardı. Muazzam miktarda eşya getirilmişti. Bunların arasında diğer pek çok kıymetli öteberinin yanı sıra bu seyahatin masraflarını karşılamak üzere 12 at yükü yeni basılmış sikke olduğu söyleniyordu. Sultanın şehri ziyaret ettiği süre boyunca pek çok hediye verilmişti. Din adamları, okul çocukları, askerler ve diğer pek çok zümre Sultanın lütuflarından istifade etmişti. Sultanın ziyareti sona erdikten sonra kaldığı sarayda ya da köşkte başka kimsenin ikamet etmesi beklenmiyordu. Aynı kaide gereğince Sultanın bindiği muhteşem atlar ya da tekneleri de başka hiç kimse kullanamıyordu. İnsanların zihninde bunların mukaddes olduğuna dair bir inanç vardı. Ancak Sultan şehirden ayrılırken sarayının kendisine nezaret eden paşanın hizmetine mahsus söylemişti. Köşke ise göz kulak olmak için bodrum katındaki odalardan birinde kalan bir adam ve karısından başka kimse yerleşmemişti. En sonunda hanedan mensupları şehirden ayrılmak üzere gerekli hazırlıklarını tamamladı. Gidişleri de gelişleri gibi bir hayli coşkulu ve tantanalı oldu. Yoksulara para saçıldı; ancak paraları saçma vazifesini üstlenenler zahmetlerinin karşılığı olarak muhtemelen kendilerini cömertçe ödüllendirdiler. Irak’taki Yetimlerimiz Ahmet Kabaklı Yetimlerimiz Bosna'da, Kosova'da, Batı Trakya'da: Irak'ta, Nahcivan'da, Kıbrıs'ta yetimlerimiz. Bunlar, Osmanlı İmparatorluğu "med" halindeyken, dünyayı kaplayan fakat sonunda "cezîr" haline (med-cezîr: gel-git) düşerken, oralarda bıraktığımız kardeşlerimizdir. Bugün artık engeller kalkmış gibidir. Oralara gidemez-sek bile ziyaret, seyahat, ticaret, kültür alışverişleri yaparak, onlarla kaynaşmamız, her zaman mümkündür. İşte, bu geleceği görenler, ümitleri kökünden kazımak için, Irak'ta, Abhazya'da, Karabağ'da, Sırbistan'da bıraktığımız yetimleri hepten yok etmek için, Supları, Taşnakları, Yunanlıları ve başka canavarları üstümüze saldırtıyorlar. Bugün Kafkas'lar, Balkanlar, Ege, Akdeniz, Güneydoğu ve her yanımızda, hepten başlatılan Türk-Müslüman katliâmının sebebi budur. 21 Eylül günü, "Türkiye" takviminde, tarihli bir yazımı görünce, hoşlandım ve şuna dikkat ettim: Meğer teşhisi, 15 yıl önce koymuş ve birçok kez yazmışım. Türkiye Irak'a dostça yaklaşmalıdır fakat ne yaptığını bilerek yaklaşmalıdır. Asla ABD'nin, falan filanın çıkarları ve Çekiç Güç'ün arzuları doğrultusunda değil, fakat yurd içinde ve dışında, millî çıkarlarımızı kurtaracak Türk-Kürt-İslâm kardeşliği açısından yaklaşmalıdır. Kuzey Irak çatısındaki Türk varlığının, hem Kürd'ü, hem Arab'ı, hem Şiî'yi, hem de Hristiyan unsurları koruyacağı şuuru ile yaklaşmalıdır. Osmanlı babamızın Musul'daki durumu gibi tıpkı Önce adı geçen yazımın hatıra bölümünü size sunayım: Bundan 15 sene önce bir münasebetle Bağdat'a çağrılmıştık. İki arkadaşla, bir gün 'sabah namazı'nı müteakip, bekleyen bir arabaya binip, Albay Abdullah Abdurrahman'ın evine gittik. Yanında, o zamanki “Türkmen Kardaşlık” hareketinin beyni olan Dr. Necdet Koçak vardı Biz, İstanbul'dan iki gazeteci, bir profesör, 'onlar da Kerkük'ten üç kişi, Türkiye-Irak, Türk Dünyası genişliğince sohbet eyledik. İlk ve son görüşmemizmiş. Saddam, esasen peşinde dolaştığı bu yiğit insanları, 'de astırdı. O gün, Abdullah albayın evinde konuşulanlardan, yalnızca iki cümleyi vurgulayayım. Albay: - Hele Türk bayrağı, şu Zaho'dan bir görünüversin Vallahi Kerkük Musul, hattâ Bağdat halkının yüzde sekseni, ya kendilerinin ya ana baba, dedelerinin Türk olduğunu hatırlayacaklar. Sandıklarından Osmanlı beratları çıkacak. Rahmetli Doktor da şunu ekledi: - O zaman, asıl bizim Kürt kardeşler çok sevinecekler. Çünkü, Türkiye'deki Kürt'lerin her türlü mevkie gelmesindeki ayrımsızlık, okuma, seyahat, yerleşme, ticaret hürriyeti ve her türlü rahatlıklarını işittikçe nasıl imrendiklerini biliyorum. - Ah! Allah'ım, bizi de bir gün Türk idaresine kavuşturacak mısın? diye, dua ediyorlar. T&#;rkiye’de T&#;rkoloji Prof. Dr. Fahri Unan Bugün Türklük bilimi olarak da isimlendirilen Türkoloji tâbirinin muhtevâsı ve şümûlü konusu Türkiye’de hâlâ açıklığa kavuşturulamamış gözüküyor. Türkoloji denince, sâdece Türk dili üzerine yapılan araştırmaları ve incelemeleri mi anlamalıyız, yoksa umûmî mânâda Türkleri ilgilendiren bütün bilgi dallarını mı düşünmeliyiz?

Türkiye’deki Türk dili mütehassıslarının mühim bir kısmının, Türkoloji kelimesini bir terim olarak münhasıran Türk dili araştırmalarıyla sınırlamayı tercih ettikleri söfunduszeue.infoün Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla birlikte, Türk bilim adamlarının önüne gerilen “demir perde” büyük ölçüde aralanmıştır. Artık Türkiye dışı Türk dünyasına, Türkçe’nin muhtelif lehçelerinin konuşulduğu bölgelere gidiş-geliş imkânları artmıştır. Dolayısıyla Türkiye Türkü bilim adamlarının bu bölgelere giderek, araştırmalarını mahallî zeminde fırsatları vardır. Söz konusu bölgelere gidiş-gelişler eskisine nispetle hayli artmış olmasına rağmen, bunlar rastgele, tesâdüfî ve sistemsiz; belirli bir plân çerçevesinde gerçekleştirilemediğinden, en mühimi de maddî açıdan ciddî destek görmediğinden, arzulanan netîceler alınamamaktadır. 

Türkiyat Enstitüleri Yetersiz

Ülkemizin muhtelif üniversitelerinde isimleri “Türkiyat Enstitüleri” olan kuruluşlar bulunmasına rağmen, bunların müstakil kadoları, bütçeleri, yönetimleri ve hepsinden mühimi sistemli ve plânlı çalışma hedefleri bulunmadığından; dahası târih veyâ edebiyat bölümü hocalarının kendi bölümlerindeki vazîfelerinden artan zamanlardaki mesâîlerine muhtaç durumda bulunmalarından dolayı, bu tür kuruluşların ciddî mânâda bir işe yaramadıklarını söylemek yanlış olmayacaktır.

Benzer bir durum, yine Türkoloji’nin çalışma alanı içinde değerlendirilmesi gereken Türk tarihçiliği için de geçerlidir. Türkiye’de tarihçilik, ağırlıklı olarak Osmanlı dönemini, onun da son yüzyılını incelemeye hasredilmiş gibidir. 

Büyük Selçuklu, Anadolu Selçukluları ve Beylikler dönemi üzerine yazdığı eserlerle kendisini dünya çapında kabul ettirmiş kaç tarihçimiz vardır? Bu sahada merhum Osmanlı Turan’ın yeri doldurulamamıştır. Fuat Köprülü gibi, bir ayağı edebiyatta, bir ayağı tarihte; bir taraftan Anadolu Selçuklu döneminin muhtelif konularını, öte taraftan Osmanlı’nın muhtelif meselelerini inceleyen; bütün bunlara ilâve olarak önümüze yeni metodolojik perspektifler sunan ikinci bir şahsiyetimiz de gözükmemektedir. Mevcut gidiş, yeni Ömer lütfü Baran’ların, yeni Halil İnalcık’ların yakın gelecekte yetişebileceği konusunda hiç de ümit vaat etmiyor.

Selçuklu dönemine nispetle Osmanlı döneminin daha fazla incelendiği söylenebilir. Zengin malzeme sunma imkânı ile Osmanlı döneminin muhtelif meseleleri münferit çalışmalar halinde ele alınmakla birlikte, bu alanda da daha ziyâde tahrirlere veya sicil kayıtlarına dayalı klâsik dönem ekonomisi ve sosyal yapısı üzerinde durulmakta; Osmanlının asıl incelenmesi gereken eğitim, din, fikir, kültür ve zihniyet dünyası ciddî mânâda, isimleri bir çırpıda sayılabilecek az sayıdaki ilim adamı tarafından çalışma konusu yapılabilmektedir. 

Bu çok mühim alanlarda hatırı sayılır çalışmalar yapabilmek için ciddi bir birikim ve donanıma ihtiyaç duyulduğu açıktır. Osmanlı kültür dünyasını iyi tahlil edebilmek için, ciddi bir tarihçilik nosyonu yanında, tarîkat ve tasavvuf hayatından kitâbî İslâm bilgisine kadar sağlam bir İslâmî bilgiye ihtiyaç bulunmaktadır. Sadece bu da yeterli değildir; bir de bunun kadar mühim kaynak dili bilgisi gereklidir. Osmanlı dönemi Türkçesi’nin yanına bir Batı dilini eklemek sûretiyle Osmanlı veya Selçuklu tarihçiliği yapmak mümkün değildir. 

Dolayısıyla, en azından bir Batı dilinin yanında, Osmanlı döneminin eğitim, din, fikir, kültür ve zihniyet dünyasını lâyıkı veçhile inceleyebilmek için Arapça ve Farsça gibi İslâm kültür dünyâsının iki mühim dilinin de –hiç değilse kaynaklardan bilgi derleyecek ölçüde – bilinmesi zarûreti, Osmanlı dönemini çalışma alanı olarak seçen tarihçilerimizi daha az birikim gerektiren konulara yöneltmekte; sadece arşiv materyallerinin dili olan Osmanlı dönemi Türkçesi ile Osmanlı tarihçiliği yapmaya zorlamaktadır. 

Bu alanda dünya çapında ciddî araştırmalar yapan ve eser veren tek ilim adamı olarak bugün aklıma sadece Ahmet yaşar Ocak ismi geliyor. Ne yazık ki, ikinci bir ismi hatırlamıyorum. Çalakalem ortaya konan çalışmaları ise, anmak istemiyorum.

Türkiye’de dünya çapında Selçuklu tarihçisi yetişmemesinin mühim bir sebebi de yine kaynak dili yetersizliği olsa gerektir. Arapça ve Farsça bilmeden ciddî Osmanlı kültür tarihi araştırmaları yapmak nasıl mümkün değilse, iyi bir Selçuklu dönemi tarihçisi olmak da neredeyse imkansızdır; çünkü söz konusu dönemin temel kaynakları Türkçe’den ziyâde bu iki dille yazılmıştır. Bu alandaki yetersizliği, kendilerine meslek olarak tarihi seçmiş kimselerin kâbiliyetsizliklerine bağlamak da mümkün değildir.

Sosyal Bilimlere Önem Verilmedi 

Türk eğitim sistemi ve mevcut üniversite yapısı, tarihin de içinde bulunduğu sosyal bilimleri ciddiye almamış ve bu alanların önünü açacak imkânları, belki de bilerek, hazırlamamıştır. Türk eğitim sisteminin ve üniversite zihniyetinin gözde çalışma alanları, fen bilimleriyle sınırlandırılmış gibidir. Sosyal bilimler ise Cumhuriyet tarihi boyunca üvey evlat muâmelesi görmüştür. Fen bilimleri alanında yetiştirilmek üzere Batı’ya sayısız bilim adamı namzedi gönderilmiş olmasına rağmen, yukarıda sözünü ettiğimiz alanlarda ilim adamı için İran’a veya Arap ülkelerine talebe göndermekten kaçınılmıştır. İdeoloji ve rejim saplantısı ile bundan ısrarla uzak durulmuştur. Kendi imkânlarıyla kendilerini yetiştirmeye çalışanlar ise, ancak imkânlarının ölçüsü nispetinde başarılı olabilmişlerdir. 

Kabûl ediyoruz; en azından metodoloji ve rasyonel bir zihniyet ihtiyâcı Batı’ya talebe göndermeyi gerekli kılıyordu. Ancak, bu metodolojinin ve akılcı tavrın hizmetine verilecek kaynak dillerine de ihtiyaç vardı. Kaynaklara ulaşamadıktan sonra, sadece metodoloji ve Batı ilim zihniyeti tek başına ne kadar yararlı olacaktır?

Şimdiye kadar Türkoloji’nin şu veya bu şekilde daha fazla ilgi alanında görülmüş olan umûmî Türk tarihçiliği de övünülecek seviyede görülmüyor. Dünya çapında adından söz ettiren kaç tane Türkiye dışı Türk tarihi mütehassısımız vardır? Ben bilmiyor. 

Sovyetler Türk Topluluklarının Birbirleriyle İlgilerini Kesti

Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından ortaya çıkan Türk cumhuriyetlerin deki durum da bizden pek farklı değildir. Kazakistan’da, Kırgızistan’da, Özbekistan’da, Türkmenistan’da, Azerbaycan’da, hatta Tataristan’da pek çok tarihçi bulunmasına rağmen, bunların neredeyse tamamı sadece kendi ülkelerinin tarihleriyle ilgilenmektedirler. Mesela, kendi etnik yapılarını oluşturan kabilelerin bütün teferruat bilgilerine sahip olan Kırgız tarihçiler, yanı başlarındaki Kazak tarihi ile ilgili olarak Türkiye’deki Türk tarihçileri kadar bile bilgi sahibi değiller. 

Aynı durum Kazak tarihçileri için de, diğerleri içini de geçerlidir. Sovyet eğitim sistemi, şuurlu bir şekilde, bu Türk topluluklarının yek-diğeri ile ilgilenmesinin önünü tıkamış; mesela Fârâbi’yi Kazaklara, Manas’ı Kırgızlara, Nevâyî’yi Özbeklere, Mahdum Kulu’nu Türkmenlere tahsis etmek sûretiyle, her birine ayrı bir etnik kimlik şuuru kazandırmaya çalışmış ve hatta tarihten gelen kabîle asabiyelerini körükleyerek, birbirinden farklı olduğunu düşünen sunî milliyet oluşturma yoluna gitmiştir. 

Bir zamanlar ortak bir yazı dili kullanan ve dolayısıyla en azından okumuşları birbirini kolayca anlayan Türkiye dışı Türk dünyası, bugün ancak Rusça aracılığıyla yek-diğerini anlar hale getirilmiştir. Buralarda Batı Türklüğü’nün tarihi, Selçuklu veya Osmanlı dönemi hakkında ise, hiçbir şey bilinmiyor dense yeridir. Türkiye Türkçesi bilgileri de tarih bilgilerinden ileri değildir.
Türkiye Merkez Olmalı

Bütün Türkleri ilgilendiren Türkoloji alanında Türkiye’nin merkez haline getirilmesi şarttır. Bizim insanlarımızın bizimle ilgili konular üzerinde mütehassıs olmaları için Batı ülkelerine gitmeleri, oralarda yıllarca tahsil görmeleri gurur kırıcıdır. Bu sebeple, Türkiye’nin Türkoloji’nin merkezi, yani en iyi öğrenildiği yer haline gelebilmesi için bizce yapılması gereken şudur:

Önce geniş imkânlara sahip güçlü bir Türkiyat Enstitüsü kurulmalı; bu enstitü bünyesinde temel Türk lehçeleri üzerinde faaliyet gösterecek kürsüler veya anabilim dalları yahut şubeleri açılmalı; her kürsü, dal veya şubede o alanın bilgilerine sahip yeterli sayıda mütehassıs istihdam edilmeli; bunların bürokratik işlerle uğraşmalarını gerektirmeyecek bir yapı oluşturulmalıdır. 

Bu bilim adamlarının doğrudan eğitim-öğretim faaliyetleriyle meşgul olmamaları ve bütün zamanlarını kendi çalışma alanlarıyla uğraşacak şekilde değerlendirmeleri gerekir. Kendilerine, ihtiyaç duydukları takdirde söz konusu Türk lehçelerinin konuşulduğu ülkelere, gerekirse defalarca gitmelerine, belirli sürelerle oralarda kalmalarına imkân sağlanmalıdır.  Böylece yürütülen araştırmalar ve çalışmalar mahallî alan bilgisi ile takviye olunacaktır. Böyle bir yol takip edildiği takdirde, bir süre sonra, köklü bir Türkoloji geleneğinin kendiliğinden oluşmaya başladığı görülecektir. 
Bu yolla üretilen bilgiler, artık üniversitelere dağılmış bulunan diğer tarihçiler, edebiyatçılar, dilciler, halk edebiyatçıları ve öteki bilim dallarına mensup ilim adamlarınca kolayca kullanılabilecek, tahlil ve terkipler yapılabilecek, eserler kaleme alınabilecektir. İşte o zaman dünyaca tanınmış ve otorite haline gelmiş Türkologlarımız da yetişmiş olacaktır. Aksi takdirde, muhtelif üniversitelerde sınırlı ders saatlerine sıkıştırılmış Türk lehçeleri dersleriyle Türkolog yetiştirmek mümkün olmayacaktır. 

Aynı şekilde, ağır ders yükü altında bütün zamanlarını eğitim-öğretim faaliyetleriyle dolduran veya bürokratik meşguliyetlerle vakitleri hebâ eden ilim adamlarının, ancak boş zaman buldukları takdirde uzmanlık alanlarıyla ilgilenmeleri de Türkoloji’yi geliştiremeyecektir. 
Fatih'in İstanbul’u İskan Politikası funduszeue.info İsmet Miroğlu Fâtih Sultan Mehmed Hân fethettiği bu güzel şehri, gerçek bir Pâyitaht haline getirmek için, bütün ömrünce çalıştı. Hemen fethin yılı olan ’ün Eylül Ayına kadar, Anadolu ve Rumeli Beylerbeylerine gönderdiği Fermânlarla, ailenin acele, “Derseadet”e ulaştırılmasını istedi. Bursa şer’iyye sicillerinde, bu hususa dair kayıtlar mevcuttur. Hâttâ bazı ailelerin, yerlerini terketmek istememeleri, genç Fâtihi kızdırmış; sırf bunun temini için, kışını Bursa’da geçirmiştir. Büyük Cihangîr, daha sonra fethettiği bütün beldelerin bazı zengin, sanatkâr ve tüccarlarını da, İstanbul’a yerleştirmeyi âdet edinmiştir… Gâzâ ve savaşlarda esir edilen çiftçi ve ziraat ehlini; şehir dışındaki mümbit arazilere iskân ederek, Derseadetin iâşe meselesini halletmiştir. Anadolu’dan ilk gelenler arasında; Bursalılar                          : Eyüp Sultan’a, Trabzonlular                      : Bâyezid Câmii civarına, Çarşamba Ovası Halkı      : Çarşamba semtine, Tireliler                    : Vefâ semtine,
Kastamonulular                 : Kazancı Mahallesine, Gelibolulular                      : Tersâne’ye, Sinop ve Samsunlular      : Tophane’ye, Eğridirliler                        : Eğri kapıya, İzmirliler                         : Büyük Galata’ya,
Aksaraylılar                       : Aksaray, Konya-Karamanlılar          : Aksaray ve Fâtih semtlerine iskân edildiler. Diğer Müslüman Türkler : Umumiyetle, Üsküdar’ı tercih etmişlerdir.
Avrupa'dan gelenler;
Üsküplüler  : Cibâli tarafına, Yenişehirliler  : Yenikapı sahillerine yerleşmişlerdir. Mora Rumları  : Fener mahallesine Ermeniler  : Lânga, Kumkapı ve Hasköy’e, Yahudiler  : Tekfur-Sarayı ile Çıfıt Kapası civarına iskân edilmişlerdir. Tayyip Erdoğan'da Necip Fazıl Aşkı Rahim Er "Allah" demenin suç sayıldığı zamanlarda "Allah!" diyen cesur insanlara Allah, rahmet eylesinM erhum Necip Fazıl Kısakürek'in ölüm yıldönümüyle bu seneki mübarek Mirac Kandilinin milâdî takvimle aynı 25 Mayıs tarihine denk gelmesi ne güzel bir tevafuk oldu. Sevgili Peygamberimizin -sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem- sevdalısı Necip Fazıl'ın, Ebû Eyyûb el Ensârî Hâlid bin Zeyd'e komşu olma bahtiyarlığındaki kabrinde bu güzelliği hissettiği umulur.

Necip Fazıl, henüz yirmili yaşlarındayken Türkiye'de şiiriyle şöhreti yakalamış bir imzadır. O yıllarda kendisine lâyık görülen yüksek takdir cümlesi şudur: "Bir mısraı, bir millete şeref vermeye yeter!"

Necip Fazıl, otuzlu yılları bitirmeden asrın mürşidi kâmili Esseyid Abdülhakim Arvasi hazretlerini tanıma fırsatına kavuşup da san'at ve  tefekkürünü mutlak hakikate göre tanzim edince o muhteşem iltifatı yapanlar, bu defa "sabık şair, kendine yazık etti!" demişlerdir.

O günden sonra en az yarım asır boyunca bu laikçi, Kemalist, körü körüne garpçı, sosyalist ve benzeri çevreler, Necip Fazıl'ı adem'e mahkûm etmiş, yok saymış, hiçbir eserini görmemiş ve göstermemişlerdir. Buna rağmen O, mürşidinden aldığı hikmet, feyz ve ölümsüz hakikat ölçüleriyle donanmış ve bilenmiş olarak yoluna yılmadan devam etmiştir.

Dün kendisini el üstünde tutan imtiyazlı sınıf, Necip Fazıl, şiire devam ettiği, makaleler, piyesler yazdığı, konferanslar verdiği hâlde suskunluklarını asla bozmamışlardır. Bütün sütunlar ve kapılar kendisine kapalıdır. "Hiç olmazsa aleyhimde tenkidler yapın!" demesine rağmen bunu dahi çok görmüşlerdir. 

En büyük eserinin "Çile" ismini taşıması sebepsiz değildir. Necip Fazıl'ın suçu Allah demesidir. Resuller Resulünü şaşmaz rehber kabul etmesidir. Dalkavukluk yapmamasıdır.

Vicdanları kararmışların "Kızıl Sultan" dediği bir sultana "Ulu Hakan" demesidir. Şiir ve tefekkürde zirve bu deha çapındaki kalem, o günden sonra yalnızlığın muhteşem gücünü yakalayarak Allah'a yönelmiş ve kalemi ve kelâmıyla bir yandan yanlışları ayıklamaya çalışırken, diğer taraftan doğruları gün yüzüne çıkartmıştır.

O, artık tek başına mekteptir. Kendisi Anadolu insanını, Anadolu insanı kendisini keşfetmiştir. Yetim kalmış bir milletin sesi ve çığlığı olmuştur. Büyük Doğu mecmuası, kitapları ve şiirleriyle yüzleri, binleri, on binleri yoğurmaya başlamıştır. Hapishanede geçen toplam mahkûmiyet yılları fakülte yıllarından fazladır. Nitekim Vahideddin Han'a "vatan dostu" dediği için hükümlü olarak vefat etmiştir.

Necip Fazıl, azaplara tahammül etmiş ve fakat dâvâsından tâviz vermemiştir. Ama; hiçbir emek zayi olmaz. Üstad, şimdi hayatta değil, fikri ise iktidarda. Bugün Cumhurbaşkanından, Başbakanından belediye başkanına kadar işbaşında olan nesiller, O'nun kaleminin şekillendirdiği kadrolardır.

Recep Tayyip Erdoğan, hemen her büyük mitinginde Üstad'dan şiirler okumakta. Köln Buluşmasında Necip Fazıl'ın Gurbet ismindeki şiirini yine şiirin hakkını vererek nakış nakış yüreklere dokudu.

Necip Fazıl'ın hiçbir eseri olmasa O'na sarsılmaz aşkla bağlı Tayyip Erdoğan yetmez mi? Bu ülkenin Başbakanı, açılan sur gediğini aşıp, köhne Viyana'yı arkada bırakarak Avrupa'nın merkezinde "bu dâvâ artık hor değil, bu dâvâ öksüz değil, bu dâvâ yetim değil!!!" diye haykırmakta Kavganın sırrı da burada. Defterler açılıyor. Görülecek hesap var Bu &#;&#;&#;n&#; Bilen Var mı? Şerafettin Karcı Ramazan-ı şerifi karşılamakta olduğumuz günlerdi… Osmanlı Devlet Arşivleri binasının önünde bir arkadaşla karşılaşmıştım. Kendisi tarihçiydi ve bir arşiv uzmanıydı. Ayaküstü hal hatır sorduktan sonra koluma girdi:  “Gel öğle namazımızı şurada birlikte kılalım” dedi. Nasibimiz çekmiş işte… Gittiğimiz yerde namaz sonrası bir beyefendinin ikinci kattaki odasına çıktık. İçeride bir iki kişi daha vardı. Beyefendi masada heyecan ve hararetle anlatıyordu. Böylesine bir konuşmaya hiç şahit olmamıştım:
Türkî Cumhuriyetlerin kurulduğu ’den beri Türk Dünyasıyla ilgili çalışmalarıyla tanınmış bir vakıf yöneticisiymiş… Diyordu ki ülkemizi kastederek:

“Bakın şunu artık net olarak söyleyebiliriz ki bu ülkede kâhtı rical yok Yani artık adam kıtlığı yok Her alanda kendi mühendisimiz var, kendi doktorumuz var, kendi pilotumuz var, akademisyenimiz var. Teknolojide, sağlıkta, ekonomide artık dünya ile yarışmadayız  Bu ülke için müthiş bir başarı

Ama bu ülkede maalesef ve maalesef ne acıdır ki seksen seneden beri kahir ekseriyet olarak şu üç konuyu hemen hiç kimse bilmiyor: Dilini, Dinini, Tarihini...
Mühendis de, doktor da, tarihçi de, profesör de, siyasetçi de… Kendi dilini, kendi dinini, kendi tarihini tam ve doğru bilmiyor… Okullarda öğrenememiş… Daha acısı bugün için istek duymuyor Çünkü önemine vâkıf değil Yani ne kadar önemli olduğundan habersiz”

Ben bir tarihçi olarak ağzım açık dinlerken o beyefendi heyecanla anlatmaya devam ediyordu:“Bizim ülkemizde bu üç unsur tam ve doğru bilinmediği sürece hiçbir şeyin anlamı olamaz.Şöyle başınızı kaldırıp göklere yükselen minarelere nispet camilere bakın bomboş… Kütüphanelere giden günde on kişiyi geçmez… Sokaklar, stadyumlar, eğlence mekânları, tatil yerleri hıncahınç dolu… Gençlik el bilgisayarlarının içinde kaybolmuş…

O gençler bizim gençlerimiz… Kendi çocuklarımız… Ve çok değil bu yavruların iki kuşak ötesi, ninesi ve dedesi gençliğinde Kur’an-ı kerimi gizli okur, dinini gizli öğrenirdi. Ama inancından asla taviz vermezdi.

Bugün onların torunları her alanda çok başarılı ama işte bu üç sahada yoklar… Yoğuz… Din adına Dil adına Tarih adına söyleyebileceğimiz pek bir şey yok Öyle olduğu için de ne gelişmeleri ne olayları ne geleceği tahmin edebiliyoruz…

Eğer bu yüce millet bu üç unsurda bilgi sahibi olamazsa ne kadar çaba harcarsa harcasın ülke olarak kâhtı rical devam edecektir…”

Dışarı çıktığımızda bu tespitler karşısında tarihçi arkadaş bile hayretler içinde kalmıştı… İşte “asıl problem bu” demişti… T&#;rk-İslam Tarihinde Sel&#;ukluların Yeri ve &#;nemi funduszeue.info Abdulkadir Donuk

nest...

çamaşır makinesi ses çıkarması topuz modelleri kapalı huawei hoparlör cızırtı hususi otomobil fiat doblo kurbağalıdere parkı ecele sitem melih gokcek jelibon 9 sınıf 2 dönem 2 yazılı almanca 150 rakı fiyatı 2020 parkour 2d en iyi uçlu kalem markası hangisi doğduğun gün ayın görüntüsü hey ram vasundhara das istanbul anadolu 20 icra dairesi iletişim silifke anamur otobüs grinin 50 tonu türkçe altyazılı bir peri masalı 6. bölüm izle sarayönü imsakiye hamile birinin ruyada bebek emzirdigini gormek eşkiya dünyaya hükümdar olmaz 29 bölüm atv emirgan sahili bordo bereli vs sat akbulut inşaat pendik satılık daire atlas park avm mağazalar bursa erenler hava durumu galleria avm kuaför bandırma edirne arası kaç km prof dr ali akyüz kimdir venom zehirli öfke türkçe dublaj izle 2018 indir a101 cafex kahve beyazlatıcı rize 3 asliye hukuk mahkemesi münazara hakkında bilgi 120 milyon doz diyanet mahrem açıklaması honda cr v modifiye aksesuarları ören örtur evleri iyi akşamlar elle abiye ayakkabı ekmek paparası nasıl yapılır tekirdağ çerkezköy 3 zırhlı tugay dört elle sarılmak anlamı sarayhan çiftehan otel bolu ocakbaşı iletişim kumaş ne ile yapışır başak kar maydonoz destesiyem mp3 indir eklips 3 in 1 fırça seti prof cüneyt özek istanbul kütahya yol güzergahı aski memnu soundtrack selçuk psikoloji taban puanları senfonilerle ilahiler adana mut otobüs gülben ergen hürrem rüyada sakız görmek diyanet pupui petek dinçöz mat ruj tenvin harfleri istanbul kocaeli haritası kolay starbucks kurabiyesi 10 sınıf polinom test pdf arçelik tezgah üstü su arıtma cihazı fiyatları şafi mezhebi cuma namazı nasıl kılınır ruhsal bozukluk için dua pvc iç kapı fiyatları işcep kartsız para çekme vga scart çevirici duyarsızlık sözleri samsung whatsapp konuşarak yazma palio şanzıman arızası