ali imran 286 / BESAİRU'L KUR'AN - Ali Küçük Tefsiri: BAKARA SURESİ ( AYETLER)

Ali Imran 286

ali imran 286

ANA SAYFASURELERKONULAR

BAKARA

/

&#;&#;&#;&#;&#; &#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#; &#;&#;&#;&#;&#; &#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#; &#;&#;&#; &#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#; &#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#; &#;&#;&#;&#;&#; &#;&#;&#;&#;&#; &#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#; &#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#; &#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#; &#;&#;&#; &#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#; &#;&#;&#;&#;&#;&#; &#;&#;&#;&#;&#;&#; &#;&#;&#;&#; &#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#; &#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#; &#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#; &#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#; &#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#; &#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#; &#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#; {}&#;&#;&#; &#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#; &#;&#;&#;&#;&#;&#;&#; &#;&#;&#;&#;&#;&#; &#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#; &#;&#;&#;&#;&#; &#;&#;&#; &#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#; &#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#; &#;&#;&#; &#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#; &#;&#;&#; &#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#; &#;&#;&#; &#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#; &#;&#;&#;&#; &#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#; &#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#; &#;&#;&#;&#;&#; &#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#; &#;&#;&#;&#;&#;&#;&#; &#;&#;&#;&#;&#; &#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#; &#;&#;&#;&#;&#; &#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#; &#;&#;&#; &#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#; &#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#; &#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#; &#;&#;&#; &#;&#;&#; &#;&#;&#;&#;&#;&#;&#; &#;&#;&#;&#;&#; &#;&#;&#;&#; &#;&#;&#;&#;&#;&#;&#; &#;&#;&#;&#;&#;&#; &#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#; &#;&#;&#;&#;&#; &#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#; &#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#; &#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#; &#;&#;&#;&#;&#; &#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#; &#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#; {}

Peygamber, kendisine Rabbinden indirilene iman etti. Mü'minler de. Her biri Allah'a, O'nun meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine iman etti. Peygamberlerinden hiç birini diğerinden ayırmayız. "Dinledik, itaat ettik. Rabbimiz! Senden mağfiret dileriz ve dönüş ancak Sanadır" dediler.

Allah hiçbir kimseye gücünün yeteceğinden başkasını yüklemez. Kazandığı kendisine, yaptığı da onun aleyhinedir. Rabbimiz unuttuk yahut yanıldıysak bizi sorguya çekme! Rabbimiz, bizden öncekilere yüklediğin gibi üzerimize ağır yük yükleme! Rabbimiz, güç yetiremeyeceğimiz şeyi bize yükletme! Bizi affet, bize mağfiret buyur ve bize merhamet eyle! Sensin bizim mevlamız. Kafirler topluluğuna karşı da bize yardım et!

Bu buyruklara dair açıklamalarımızı onbir başlık halinde sunacağız:

1- Bu Ayetlerin Nüzul Zamanı, Şekli ve Manaları:

2- iman:

3- Huzuruna Varılacak Olan Allah'ı Dinleyip itaat Etmek:

4- Allah'ın insanlara Teklifi:

5- Teklif-i ma la yutak (Güçten Fazlasının Teklif Edilmesı):

6- Kazandıklarınız Lehinize veya Aleyhinizedir:

7- Kulların Fiilleri Hakkında Kullanılması Gereken Uygun Tabir:

8- Bu Ayetten Kısasa Dair Çıkartılan Hükümler:

9- Unuttuk ya da Yanıldıysak Bizi Sorgulama:

Ağır Yük:

Gücümüzden Fazlasını Yükleme:

1- Bu Ayetlerin Nüzul Zamanı, Şekli ve Manaları:

Yüce Allah'ın: "Peygamber kendisine Rabbinden indirilene iman etti" buyruğu el-Hasen, Mücahid ve ed-Dahhak'tan rivayet edildiğine göre bu ayet-i kerime(nin nüzıllü) Mirac kıssasında sözkonusu olmuştur. İbn Abbas'tan gelen bazı rivayetlerde de böyle belirtilmiştir. Bazıları da şöyle demiştir:

Kur'an-ı Kerim'in tamamını Cebrail (a.s) Muhammed (s.a.v.)'a indirmiştir. Ancak bu ayet müstesnadır. Peygamber (s.a.v.) Mirac gecesinde bu ayet-i kerimeyi bizzat işitmiştir. Bazıları da: Mirac kıssasında böyle birşey olmamıştır, derler. Çünkü Mirac gecesi Mekke'de olmuştur, bu süre ise bütünüyle Medine'de inmiştir. Bunun mirac gecesi vahyolunduğunu söyleyenler olayı şöyle anlatırlar: Peygamber (s.a.v.) miraca çıkıp semavatta Hz. Cebrail ile birlikte oldukça yüksek biryere ulaştı. Nihayet es-Sidretu'I-Münteha'yı da geçince Cebrail ona: Ben ileri geçemem. Senden başka da bu yeri geçme emri kimseye verilmiş değildir, dedi Peygamber (s.a.v.) Yüce Allah'ın dilediği yere ulaşıncaya kadar orayı aşıp gitti.

Hz. Cebrail ona: Rabbine selam ver, diye işarette bulununca Peygamber (s.a.v.): Bütün selamlar, salatlar ve iyi ameller (tayyibat) yalnız Allah'ındır, dedi. Yüce Allah da: Selam sana ey Peygamber, Allah'ın rahmeti ve bereketleride (üzerine olsun), diye buyurdu. Peygamber (s.a.v.) ümmetinin de bu selamdan bir pay sahibi olmasını istediğinden şöyle buyurdu: Selam bize ve Allah'ın salih kullarına. Bunun üzerine Hz. Cebrail ve bütün semavat ehli şöyle dediler: Şehadet ederim ki Allah'tan başka hiçbir ilah yoktur ve yine şehadet ederim ki Muhammed Allah'ın kulu ve Resulüdür. Yüce Allah da ameli mükafatla karşılayacağı anlamında: "Peygamber Rabbinden kendisine indirilene iman etti" yani tasdik etti, diye buyurdu.

Peygamber (s.a.v.) bu şeref "e fazilete ümmetinin de ortak olmasını istediğinden şöyle buyurdu: "Mü'minler de her biri Allah'a, onun meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine iman etti. Peygamberlerinden hiç birini diğerinden ayırmayız." Yani onlar biz bütün peygamberlere iman ettik, derler. Onlardan herhangi birisini inkar etmeyiz. Yahudilerle hıristiyanların ayrım gözettiği gibi ayrım gözetmeyiz. Bunun üzerine Rabbi Hz. Peygamber'e: İndirmiş olduğum bir ayeti kabulleri (karşılamaları) nasıl oldu? diye sordu. Bununla kastettiği ise: ''içinizdekini açıklasanız da gizleseniz de " buyruğudur. Rasülullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: "Dinledik, itaat ettik. Rabbimiz, Senden mağfiret dileriz ve dönüş ancak sanadır dediler." Bunun üzerine Yüce Allah şöyle buyurdu: "Allah hiçbir kimseye gücünün yeteceğinden başkasını yüklemez." Yani takatinden başkasını yüklemez. Takatinden aşağısı diye de açıklanmıştır. Hayır kabilinden "kazandığı kendisine" şer kabilinden "yaptığı da onun aleyhinedir."

Bu sırada Cebrail şöyle dedi: Dile, dileğin sana verilecektir. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurdu: "Rabbimiz, unuttuk" yani bilmedik "yahut yanıldıysak" yani kasten kötülük işlediysek "bizi sorguya çekme."

Şöyle bir açıklama da yapılmıştır: Eğer bizler unutarak veya hata işleyerek amel edersek bizi sorumlu tutma. Cebrail ona: Bu, isteğin sana verilmiştir. ümmetinden hata ve unutma(nın sorumluluğu) kaldırılmıştır. Başka birşey iste.

Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Rabbimiz, bizden öncekilere yüklediğin gibi üzerimize ağır yük yükleme." Daha öncekilere Allah zulümleri sebebiyle hoş ve temiz şeyleri haram kılmıştı.. Onlar geceleyin bir günah işledikleri vakit bunun kapıları üzerine yazıldığını görürlerdi. üzerlerindeki namaz vakti sayısı elli idi. Allah bu ümmetin yükünü hafifletti ve elli vakit namazı farz kıldıktan sonra daha da aşağıya indirdi.

Daha sonra Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Rabbimiz, güç yetiremeyeceğimiz şeyi bize yükleme." Şöyle demek istiyor: Altından kalkamayacağımız amelleri bizden isteyerek bize ağırlık verme, o takdirde Sen bize azap edersin. Bize zor gelecek ameller yükleme, anlamına geldiği de söylenmiştir. Çünkü elli vakit namaz kılmaları emrolunmuş olsaydı bunu yapabilirlerdi, fakat onlara zor ve ağır gelirdi. Bunu devamlı kılmak gücüne sahip olamazlardı.

"Bize" bütün bunlardan "günahlarımızı bağışla." Şu şekilde de açıklanmıştır: "Bizi" meshten (başka yaratıklara dönüştürülmekten) "affet. Bize" hasften (yerin dibine geçirilmekten) "mağfiret buyur. Ve bize" kazften (gökten gelen azaptan) "merhameteyle." Çünkü geçmiş ümmetlerin kimisine mesh, kimisine hasf, kimisine de kazf isabet etmişti.

Daha sonra şöyle buyurmaktadır: "Sensin bizim mevlamız." Gerçek dostumuz ve koruyucumuz. "Kafirler topluluğuna karşı da bize yardım et." Ve Hz. Peygamber'in bu duası kabul buyuruldu.

Peygamber (s.a.v.)'dan: "Bir aylık mesafeden korku ile bana yardım olundu" dediği rivayet edilmiştir. Denildiğine göre gaziler ihlaslı bir niyet ile yurtlarından çıkıp savaş davullarını vurduklarında dört bir yandan bir aylık mesafe uzaklıkta kafirlerin kalplerine korku ve heybet düşer. Onların savaşa çıktıklarını ister bilsinler, ister bilmesinler.

Daha sonra Peygamber (s.a.v.), miracdan geri dönünce ümmetine bunu bildirsin diye bu ayet-i kerimeleri Yüce Allah vahiy yoluyla indirdi.

Bu ayet-i kerimenin bir başka tefsiri daha vardır. ez-Zeccac der ki: Yüce Allah bu sürede namazın ve zekatın farz olduğunu zikredip haccın hükümlerini, ay halinin, boşamanın, ila'nın hükümlerini beyan edip peygamberlerin kıssalarını anlatıp faizin de hükmünü açıkladıktan sonra: "Göklerde ne var yerde ne varsa Allah indır" diyerek kendi azametini sözkonusu etti. Daha sonra Peygamberinin tasdikini, arkasından da mü'minlerin bütün bunları tasdikini sözkonusu ederek: "Ve Peygamber kendisine Rabbinden indirilene iman etti " diye buyurdu. Yani Allah'ın Rasülü sözü geçen bütün bunları tasdik etti. Aynı şekilde mü'minlerin hepsi de Allah'ı, meleklerini, kitaplarını ve rasullerini tasdik etti.

Bu Ayetin Nüzul Sebebi:

Denildiğine göre bu ayet-i kerimenin nüzul sebebi, ondan önce yer alan:

"Göklerde ne var yerde ne varsa (hepsi) Allah'ındır. içinizdekini açıklasanız da gizleseniz de Allah onunla sizi hesaba çeker. Kime dilerse mağfiret eder, kimi dilerse de azaplandırır. Allah herşeye kadirdir" (mealindeki) ayeti kerimesidir. Bu buyruk, Peygamber (s.a.v.)'a indirilince durum Resulullah (s.a.v.)'ın ashabına çok ağır geldi. Resulullah (s.a.v.)'ın yanına gelip dizleri üstüne çöktüler ve: Ey Allah'ın Resulü dediler. Namaz, oruç, cihad, sadaka gibi gücümüzün yettiği amellerle mükellef tutulduk. Allah bize bu ayet-i kerimeyi inzal buyurdu. Biz bunun altından kalkamıyoruz. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: "Sizler de sizden önceki iki kitap ehli gibi dinledik ve isyan ettik, mi demek istiyorsunuz? Bunun yerine: Dinledik itaat ettik. Rabbimiz, Senden mağfiret dileriz. Ve dönüş ancak Sanadır" deyiniz. Onlar da: Dinledik, itaat ettik, Rabbimiz senden mağfiret dileriz ve dönüş ancak sanadır" dediler. Bu buyrukları okumaya başlayınca dilleri buna alıştı. (İtaate boyun eğdi). Bunun akabinde de Yüce Allah: "O peygamber kendisine Rabbinden indirilene iman etti. Mü'minler de. Her biri Allah'a, O'nun meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine iman etti. Peygamberlerinden hiç birini diğerinden ayırmayız. Dinledik itaat ettik. Rabbimiz Senden mağfiret dileriz ve dönüş ancak Sanadır, dediler" buyruğunu indirdi. Onlar bunu yapınca Yüce Allah (az önce sözü geçen) o ayeti neshederek şu buyruğu inzal buyurdu: "Allah hiçbir kimseye gücünün yeteceğinden başkasını yüklemez. Kazandığı kendisine yaptığı da onun aleyhinedir. Rabbimiz, unuttuk ya da yanıldıysak bizi sorguya çekme." Yüce Allah: "Evet, (öyle yapacağım)" diye buyurdu. "Rabbimiz, bizden öncekilere yüklediğin gibi üzerimize ağıryükyükleme!" Yüce Allah: "Evet (öyle yapacağım)" diye buyurdu. "Rabbimiz, güç yetiremeyeceğimiz şeyi bize yükleme" Yüce Allah: "Evet (öyle yapacağım)" diye buyurdu. "Bizi affet, bize mağfiret buyur ve bize merhamet eyle. Sensin bizim mevlamız, kafirler topluluğuna karşı da bize yardım et." Yüce Allah: "Evet (yapacağım)" diye buyurdu. Bu hadisi Müslim, Ebu Hureyre'den rivayet etmiştir.

İlim adamlarımız der ki: Hadisin bundan önce kaydedilen rivayetinde "evet yaptım" (el-Bakara, ayet 1. başlıkta) denilmesi, burada ise "evet" diye buyurulması hadis-i şerifin mana yoluyla nakledilebileceğine delildir. Buna dair açıklamalar önceden geçmiştir.

Nihayet ashab: Dinledik ve itaat ettik, demeye koyulunca Yüce Allah bu ayet-i kerimede onları övdü ve güzel bir şekilde onlardan söz etti. İçlerinden geçirecekleri düşünceler hususundaki zorluğu da kaldırdı. İşte bu da itaatin ve yalnızca Allah'a bağlanmanın meyvesidir. İsrailoğulları hakkında ise bunun tam zıddı sözkonusu olmuştur. Onlar yerilmiş, zillet. miskinlik, topraklarından sürülme gibi oldukça zorluklarla maruz bırakılmıştır. Çünkü onlar: İşittik ve isyan ettik demişlerdi. İşte bu da isyanın Allah'a karşı diklenmenin sonucudur. Allah lütuf ve keremiyle bizleri intikamından azabından, muhafaza buyursun.

Hadis-i şerifte nakledildiğine göre Peygamber (s.a.v.)'a şöyle denilmiş: Sabit b. Kays b. Şemmas'ın evi her gece kandillerle aydınlatılıyor. O: "Herhalde Bakara Süresi'ni okuyor olmalıdır" diye buyurdu. Sabit'e durum sorulunca şöyle dedi: Bakara Süresi'nden "Amenerrasülü "yü okudum. Bu buyruk, Peygamber (s.a.v.)'ın ashab-ı kiramı, Allah'ın kendilerine vedettiği şekilde içlerinde gizlediklerinden dolayı hesaba çekilecekleri bildirilince, bunun kendilerine ağır gelmesi üzerine nazil oldu. Onlar bunun kendilerine ağır geldiğinden Peygamber (s.a.v.)'a şikayette bulununca o da şöyle dedi: "Galiba sizler İsrailoğullarının söylediği gibi işittik ve isyan ettik diyeceksiniz." Onlar, hayır işittik ve itaat ettik, dediler. Bunun üzerine Yüce Allah onları övmek üzere: "O peygamber kendisine Rabbinden indirilene iman etti" buyruğunu indirdi. Peygamber (s.a.v.) da; "Zaten onlara iman etmek yaraşır" diye buyurdu. (Müstedrek, II, )

2- iman:

Yüce Allah'ın: "İman etti" buyruğu tasdik etti, demektir. Buna dair açıklamalar önceden geçmiştir.

İndirilen ise Kur'an-ı Kerim'dir. İbn Mes'ud da: "Mü'minler de her biri Allah'a iman ettiler" buyruğunu: "Mü'minler de iman etti, her biri Allah'a iman etti" diye okumuştur. Bunun Kur'an-ı Kerim'den başka anlamına göre "iman ettiler" diye çoğul olarak okunması caizdir. Nafi', İbn Kesir ve Ebu Bekr'in rivayetinde Asım ile İbn Amir "Kitaplarına diye çoğul olarak okumuşlardır. Ancak et- Tahrim Süresi'nde ( ayette) tekil olarak "kitabına" anlamında: () diye okumuşlardır. Ebu Amr ise, hem burada hem de et-Tahrim Süresi'nde çoğul olarak "kitaplarına" diye okumuştur. Hamza ve el-Kisai, her iki yerde de tekil olarak "Kitabına" diye okumuşlardır.

Çoğul okuyan kimse "kitap" kelimesinin çoğulunu kasteder. Tekil okuyan ise Allah tarafından indirilmiş bulunan yazılı her şeyi ifade eden masdarı kastetmiş olur. Yine tekil okuyanların okuyuşuna göre çoğulun kastedilmesi de mümkündür. O takdirde "el-Kitap" cins ismi olur ve böylelikle her iki kıraat birbirine eşit olur. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Allah peygamberleri müjdeleyiciler ve uyarıcılar olarak gönderdi ve beraberlerinde kitabı indirdi. "(el-Bakara, )

Çoğunluk "sin" harfini ötreli olarak "Peygamberlerine" diye okumuşlardır. Kur'an-ı Kerim'de geçen çoğul olarak: "Peygamberlerimiz, peygamberleriniz, peygamberlerin" buyruğunu da bu şekilde (yani "sin" harfini ötreli olarak) okumuşlardır. Ancak Ebu Amr'dan, onun "Peygamberlerimiz. peygamberleriniz"i "sin" harfini sakin olarak okuduğu rivayet edilmiştir.

"Peygamberlerin" kelimesini ise hem ötreli hem de sakin olarak okuduğu rivayet edilmiştir.

Ebu Ali der ki: "peygamberlerin" buyruğunu ötreli olarak okuyanların okuyuşu, kelimenin aslına uygundur. Bunu sakin olarak okuyan kimse ise benzer şekilde fakat tekil kelimeleri sakin okuduğu gibi okur. (): Boyun, çadırı kazığa bağlayan ip, kelimelerinde olduğu gibi. Tekil kelimeler bu şekilde sakin okunduğuna göre daha ağır olan çoğul kelimelerin de böyle olması daha uygundur.

Mekki de bu anlamda açıklamalarda bulunmuştur. İnsanların cumhuru (çoğunluğu) "nun" harfi ile: "Ayırmayız" diye okumuşlardır. Yani ayırmayız derler, demektir. Burada "demek" hazfedilmiştir. Bu kelimenin hazfi çokça rastlanılan bir durumdur. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Melekler de her kapıdan onların yanına girip .. selam sizlere '' (er-Rad, 23) Yani selam sizlere derler demektir. Yine: "Göklerin ve yerin yaratılışını düşünürler. Rabbimiz Sen bunları boşuna yaratmadın. "(Al-i İmran, ). Yani, Rabbimiz .. derler, demektir. Ve buna benzer diğer buyruklarda da böyledir.

Said b. Cübeyr, Yahya b. Ya'mer, Ebu Zür'a b. Amr b. Cerir ve Yakub ise "ya" harfiyle: (): Hiç biri ayırım gözetmez, anlamında okumuşlardır. Harun der ki: Bu kelime, İbn Mes'ud'un kıraatinde (): Ayrım gözetmezler" şeklindedir.

Yüce Allah'ın burada: (): Hiç birini diğerinden" diye tekil olarak "hiç birilerini" anlamına gelecek şekilde: () diye çoğul buyurulmaması "hiçbir"in aynı şekilde tekili de çoğulu da kapsaması dolayısıyladır. Nitekim Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "O zaman da sizden hiç bir kimse ondan bunu engelleyiciler olamazsınız. "(el-Hakka, 47) Burada "engelleyiciler" "kimse"nin sıfatıdır. Çünkü bu kelime çoğul anlamını ifade etmektedir. Peygamber (s.a.v.) da şöyle buyurmaktadır: "Ganimetler siyah başlı olup da sizden başka kimseye helal kılınmış değildir'' diye buyurmuştur. Ru'be de şöyle demektedir: "insanların işleri senin itaatine göre düzenlenirse Senden başka kimseden korkmazlar."

Bu ayet-i kerimenin anlamı da şudur: Mü'minler bir kısmına iman edip bir kısmını inkar eden yahudi ve hıristiyanlar gibi değildir.

3- Huzuruna Varılacak Olan Allah'ı Dinleyip itaat Etmek:

Yüce Allah'ın: "Dinledik, itaat ettik .. dediler" buyruğunda bir hazif vardır. Bizler kabul edenlerin işitmesi gibi işittik, demektir. "işittik" kelimesinin "kabul ettik" anlamında olduğu da söylenmiştir. Nitekim: "Allah kendisine hamdedeni işitti" denildiği vakit "onun hamdini kabul etti" denilmektedir. O takdirde bu buyrukta hazf sözkonusu değildir. Kısacası, bu sözü söyleyenin öğülmüş olmasını gerektirmektedir. itaat, verilen emri kabul etmek demektir.

"Senden mağfiret dileriz": anlamındaki buyruğu "küfran ve hüsran" gibi bir masdardır. Bu buyrukta amil olan ise mukadder bir fiildir. Bunun takdiri ise bize mağfiretini ihsan et (anlamında: ''() şeklindedir. Bu açıklamayı ez-Zeccac yapmıştır. Başkaları ise takdiri: Senden mağfiretini isteriz (anlamında: () şeklindedir, derler.

"Dönüş ancak Sanadır" buyruğu ise öldükten sonra dirilmeyi ve Yüce Allah'ın huzurunda durmayı ikrar ve kabulü ifade eder. Bu ayet-i kerime nazil olunca Hz. Cebrail'in Peygamber (s.a.v.)'e: "Allah sana ve ümmetine övgüde bulunmaktadır. Dilekte bulun sana verilecektir" dedi, bunun üzerine sürenin sonuna kadar bulunan buyruklarla dileğini ifade etti.

4- Allah'ın insanlara Teklifi:

Yüce Allah'ın: "Allah hiçbir kimseye gücünün yeteceğinden başkasını yüklemez" buyruğunda geçen teklif: insana zor ve ağır gelen şeyi emretmek, demektir. Tekellüf zor olan bir işin altına girmek, onu omuzlamaya çalışmak demektir. Bu açıklamaları el-Cevherı nakletmiştir.

Gücün yetmesi (el-Vus'): Takat ve imkan anlamındadır.

Bu, kat'ı bir haberdir. Yüce Allah, bu ayetin nüzülünden itibaren, ister kalbin ister azaların yerine getireceği türden olsun, kullarını mükellef tutacağı her bir amelin, mutlaka mükellefin gücü çerçevesinde, idrak ve bünyesinin kaldırabileceği boyutlarda olacağını açıkça nassa bağlamaktadır. işte bu buyruk ile müslümanların içlerinden geçip giden duygular ile ilgili kanaatlerinden dolayı içine düştükleri sıkıntı açılmış oldu.

Ebu Hureyre (r.a)'ın naklettiği de bu ayet-i kerimenin anlamını ifade eder. O der ki: Cafer b. Ebi Talib müstesna hiçbir kimsenin annesinin beni doğurmuş olmasını arzulamış değilim. Bir gün aç olduğum halde Cafer'in arkasından gidiyordum. Evine ,-arınca evinde etrafında ufak tefek artıklar kalmış bir yağ tulumundan başka birşey bulamadı. Onu önümde yardı. Onda bulunan yağı ve kaynatılmış hurma pekmezini sıyırmaya başladık. Bu arada şu beyiti okuyordu: "Allah hiçbir kimseye gücünden fazlasını yüklememiştir Ve hiçbir kimse cömertlik edip elinden bulunandan başkasını veremez."

5- Teklif-i ma la yutak (Güçten Fazlasının Teklif Edilmesı):

İnsanlar dünya ahkamı hususunda güç yetirilemeyen şeylerin teklif edilmesinin caiz olup olmadığı hususunda farklı görüşlere sahiptir. Bununla birlikte şeriatte böyle bir mükellefiyetin bulunmadığını ve bu ayet-i kerimenin de böyle bir teklifin olmadığını ilan ettiğini ittifakla kabul ederler.

Ebu'l-Hasan el-Eş'ari ve kelamcılardan bir topluluk şöyle demektedir: Güç yetirilemeyen teklif aklen caizdir (mümkündür) ve bu şeriatin öngördüğü akaid esaslarından herhangi bir şeye aykırı düşmez. Böyle bir teklif (olduğu takdirde) mükellefin azab edilmesine ve bunun kat'ı olacağına bir emare olur. Buna benzer bir teklif ise Suret yapanların (hadis-i şerifte belirtildiği şekilde) bir arpayı düğümlemekle mükellef tutulması buna benzer.

Bunun caiz olduğunu kabul edenler Muhammed (s.a.v.)'ın risaletinde vaki olup olmadığı hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Bir kesim bu Ebu Leheb olayında gerçekleşmiştir. Çünkü ona şeriatin bütününe iman etme teklif edildiği halde; yine Şeriatin bir hükmü ile onun iman etmeyeceği bildirilmiştir. Çünkü onun hakkında iki elinin kuruması ve cehennemi boylaması hükmü verilmiştir. Bu ise onun iman etmeyeceği anlamına gelir. Bir taraftan o iman etmekle mükellef tutulurken, diğer taraftan etmemekle mükellef tutulmuştur.

Bir kesim de şöyle demiştir: Böyle birşey katiyyen vaki olmamıştır. Bu konuda icma olduğu da nakledilmiştir. Yüce Allah'ın: "Alevli bir ateşe girecektir" (Tebbet, 3) buyruğu eğer bu haliyle ölürse böyle olacaktır, anlamındadır. Bunu da İbn Atiyye nakletmiştir.

"Teklif etmek" fiili iki mef'ule taaddı eder (geçiş yapar). Bunlardan bir tanesi mahzuftur. Bunun takdiri de bir ibadet veya bir şeyolabilir. Şanı Yüce Allah, bizim üzerimizdeki lütuf ve in'amı ile bize tek kişinin on kişiye karşı sebat göstermesi, insanın vatanından hicret edip çıkması, ailesinden vatan ve alışkanlıklarından ayrılması gibi ağır ve zor şeylerle mükellef tutsa bile, hiçbir zaman oldukça ağır gelen meşakkatli işlerle acı ve ıstırap veren şeylerle -bizden öncekileri kendilerini öldürmek, elbise ve tenlerinde sidiğin değdiği yerleri kesmek gibi mükellefiyetlerle- yüklü tutmamıştır Aksine bizim için kolaylaştırmış, bize acımış, üzerimizden ağırlıkları ve bizden öncekilerin boynuna koymuş olduğu prangaları kaldırmıştır. O bakımdan Allah'a hamdederiz, minnet O'nadır, lütuf ve nimet O'ndandır

6- Kazandıklarınız Lehinize veya Aleyhinizedir:

Yüce Allah'ın: "Kazandığı kendisine yaptığı da onun aleyhinedir" buyruğunda hasenat ve seyyiatı kastetmektedir Bu açıklamayı es-Süddi yapmıştır. Müfessirlerden bir topluluk da bu görüştedir ve bu konuda aralarında görüş ayrılığı yoktur Bunu da İbn Atiyye belirtmiştir. Bu buyruk, Yüce Allah'ın: ''Hiçbir yük yüklenici bir diğerinin yükünü yüklenmez " (el-En'am, ); ''Herkesin kazandığı yalnız kendi aleyhinedir" (el-En'am, ) buyruğuna benzemektedir.

İnsanın iradesi olmaksızın içinden gelip geçen duygular ve benzeri şeyler ise, insanın kazandığı şeyler arasında yer almaz. Hasenat ile ilgili tabir, onları kazanınca insan sevinip neş'elendiğinden dolayı "Kendisine, lehine" diye gelmiştir. Ve böylelikle bunlar adeta onun mülkiyetine izafe edilmektedir. Seyyiatı ifade etmek için ise ağırlıklar, ağır yükler ve zor taşınabilir şeyler oldukları için (): Aleyhinedir" tabiri kullanılmıştır. Bu, kişinin; Benim malım vardır ve üzerimde borç vardır" demesine benzer "Kazanmak" fiili değişik kalıplarda kullanılmak suretiyle sözün akışına da güzellik kazandırılmıştır Tıpkı: ''Bundan ötürü o kafirlere mühlet ver. Onlara azıcık bir mühlet ver" (et-Tarık, 17) buyruğunda olduğu gibi

İbn Atiyye der ki; Bu buyruktan ben şunu anlıyorum: Hasenat, herhangi bir zorlanma ve sıkıntı olmaksızın kazanılan şeyler arasında yer alır Çünkü bunları kazanan kimse, Yüce Allah'ın tesbit ettiği yolun ve şeriatinin çizgisi üzerindedir Seyyiat ise mübalağa ifade eden bir kip ile kullanılarak, zorlukla kazanıldığına işaret edilmek istenmektedir. Çünkü bu günahları kazanan kimse, Yüce Allah'ın yasak perdesini delmekte, bu perdeyi aşarak günahlara ulaşmaktadır. İşte böyle bir anlam dolayısıyla bu ayet-i kerimede aynı fiilin farklı şekilde gelmesi gerçekten güzeldir.

7- Kulların Fiilleri Hakkında Kullanılması Gereken Uygun Tabir:

Bu ayet-i kerimede imamlarımızın, kulların fiilleri hakkında; ''Kesb ve iktisab" fiillerini kullandığının doğru olduğuna delil vardır. Bundan dolayı fiilleri hakkında "yarattı ve yaratıcı" kelimeleri kullanmamışlardır Bu konuda bu kelimeleri kullanan cür'etkar bid'atçilere muhalif tutum izlemişlerdir.

İmamlarımız arasından bunu kul hakkında kullanıp kulun fail olduğunu belirtenler ise, katıksız mecazi: anlamıyla kullanmışlardır,

el-Mehdevi: ve başkası der ki: Ayetin, kimse kimsenin günahından dolayı sorgulanmaz manasına olduğu da söylenmiştir. İbn Atiyye ise der ki: Bu, aslında doğru bir sözdür. Fakat bu ayet-i kerimeden değil, başkasından anlaşılan bir gerçektir.

8- Bu Ayetten Kısasa Dair Çıkartılan Hükümler:

el-Kiya et-Taberi: der ki: Yüce Allah'ın: "Kazandığı kendisine, yaptığı da onun aleyhinedir" buyruğu başkasını ağır bir cisim ile yahut boğarak veya suda boğmak suretiyle öldürenin, kısas ya da diyet ödeyerek cezalandırılacağına delildir. Ve bu, böyle bir maktulün diyetini katilin akilesi öder, diyenlerin görüşlerine muhaliftir. Çünkü bu görüş zahire aykırıdır. Ayrıca kısasın, babadan sakıt olduğuna delildir. Ancak bu, katilin ortağından sakıt olmasını gerektirmez, Ayrıca bu buyruk akıllı bir kadının, bir delinin kendisiyle zina etmesine fırsat verdiği takdirde ona haddin uygulanması gerektiğine de delildir.

Kadı Ebu Bekr b, el-Ara bi: der ki: "Bizim ilim adamlarımız, bu ayet-i kerimenin Ebu Hanife'ye hilafen baba ile ortak bir şekilde cinayet işleyene kısas uygulanacağına delil olduğunu zikretmişlerdir. Aynı şekilde hata yoluyla öldürenin ortağına da -Şafii: ve Ebu Hanife'ye hilafen kısas uygulanacağını söylemişlerdir. Çünkü bunların her birisi öldürme fiilini kazanmıştır. Derler ki: üzerine kısas düşmeyen kimsenin, kısas düşen kimse ile ortaklaşa cinayet işlemesi, şüphe dolayısıyla bertaraf edilmesi gereken hadlerin bertaraf edilmesi için şüphe teşkil etmez,"

9- Unuttuk ya da Yanıldıysak Bizi Sorgulama:

Yüce Allah'ın: "Rabbimiz, unuttuk ya da yanıldıysak bizi sorguya çekme" buyruğunun anlamı şudur: Bu iki halde veya birisine göre işleyeceğimiz günahları affet. Hz, Peygamber'in şu buyruğunda olduğu gibi: "ümmetimden hata, unutma ve yapmak için zorlandıkları şey(in sorumluluğu) kaldırılmıştır, ''

Burada kaldırıldığı belirtilen şey, bu tür davranışların günahıdır, Günahın kaldırıldığı hususunda görüş ayrılığı yoktur,

Ancak buna bağlı olarak meydana gelen hükümler hakkında görüş ayrılığı vardır. Acaba bu hükümler de kaldırılıp herhangi bir şey uygulamak gerekmez mi, yoksa bütün bunların hükümlerini uygulamak gerekir mi? Bu konuda görüş ayrılığı vardır. Doğrusu bunun olaylara göre farklılık arzedeceğidir. Tazminatlar, diyetler ve farz namazlar gibi. Bir kısmı da ittifakla düşer, kabul edilmiştir. Kısas, küfür sözünü söylemek gibi. Bir kısmı hakkında da ihtilaf sözkonusudur. Ramazan ayında unutarak yemek yiyen yahut yanılarak yeminini bozan kimse ve buna benzer yanılarak ve unutarak yapılan sair işler. Bunların hangilerinin ne türden oldukları fürua dair (fıkıh) kitaplar(ın)dan öğrenilir.

Ağır Yük:

Yüce Allah'ın: "Rabbimiz, bizden öncekilere yüklediğin gibi üzerimize ağıryükyükleme!" buyruğundaki: "Isr; ağıryük" ile ilgili olarak Malik b. er-Rabi' der ki: Oldukça zor ve ağır emir demektir. Said b. Umeyr: Zor amel demektir. İsrailoğullarına ağır gelen sidik vesair şeylere dair hükümlerdir, der. ed-Dahhak der ki: Onlara oldukça zorlu işler yükletilirdi. Bu da Malik ve erRabi'in açıklamalarına yakındır. en-Nabiğa'nın şu sözü de bu kabildendir: "Ey zulmün ve zilletin kavmini örtmesine mani olan Ve onlar suda boğulduktan sonra üzerlerinden ağır yüklerini kaldırıp taşıyan."

Ata der ki: Isr, maymun ve domuzlara dönüştürülmektir. Bunu İbn Zeyd de söylemiştir. Yine İbn Zeyd'den nakledildiğine göre, tevbe ve keffareti sözkonusu olmayan günahtır. Isr, sözlükte söz ve ahid demektir. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "İkrar ettiniz mi ve buna dair ahdini aldınız mı (kabul ettiniz mi?)" (Al-i İmran, 81)

Yine Isr, darlık, günah ve ağırlık anlamındadır. İsar ise yüklerin ve benzerlerinin kendisiyle bağlandığı ip demektir. Bu fiil aynı zamanda hapsetmek anlamında da kullanılır. İşte ısr da buradan gelmektedir. el-Cevherı der ki: Bunun mekan ismi "me'sır ve me'sar" gelir. Çoğulu da "measir"'dir. Ancak halk bunu ("ayn" harfiyle) "me'asir" diye kullanır.

İbn Huveyzimendad der ki: Bu ayet-i kerimenin zahiri, karşı görüşü savunanların ağır olduğu ileri sürdükleri her ibadet hakkında karşı delil olarak kullanılabilir (o ibadetin ağır olmadığı bununla isbatlanabilir). Bu, Yüce Allah'ın şu buyruğunu andırmaktadır: "Dinde size güçlük vermedi" (el-Hacc, 78) Peygamber (s.a.v.)'ın şu buyruğunu da andırmaktadır: "Din kolaylıktır, o halde kolaylaştırınız, zorlaştırmayınız.'' Allah'ım, Muhammed (s.a.v.)'ın ümmetine zorluk çıkartanlara sen de zorluk çıkart.

Derim ki: el-Kiya et-Taberi de buna yakın ifadelerle şöyle demektedir: Bu buyruk, zahiri itibariyle müsamahakar Hanif dinine aykırı olan zorluk ve darlığın reddedilmesi hakkında delil olarak kullanılabilir ve bu açıkça anlaşılan bir husustur.

Gücümüzden Fazlasını Yükleme:

Yüce Allah'ın: "Rabbimiz, güç yetiremeyeceğimiz şeyi bize yükletme" buyruğu ile ilgili olarak Katade şöyle demektedir: Bunun anlamı şudur:

Bizden öncekilere işi zorlaştırdığın gibi bize de zorlaştırma. ed-Dahhak der ki: Altından kalkamayacağımız, güç yetiremeyeceğimiz amelleri işlemekle bizi yükümlü tutma. İbn Zeyd de buna yakın bir açıklama getirmiştir. İbn Cüreyc der ki: Bizleri maymun ve domuzlara çevirme. Selam b. Sabılr da der ki: Bizim takat getiremeyeceğimiz iş, şehvetin aşırı derecede kabarmasıdır. en-Nekkaş da bunu Mücahid ve Ata'dan nakletmiştir. Rivayet edildiğine göre Ebu'd-Derda duasında şöyle dermiş: "Hazırlığı bulunmayan bir şehvet taşkınlığından Sana sığınırım!" es-Süddi der ki: Burada kasıt, takat getirilmeyen şeyler, İsrailoğullarına yükletilmiş bulunan ağır yükler ve prangalardır. (bk. el-A'raf, )

"Bizi" yani günahlarımızı "affet." Terkedip ceza verilmediği vakit bu kelime kullanılır. "Bize mağfiret buyur." Yani günahlarımızı ört. Çünkü el-ğafr: Örtmek demektir.

"Bize merhamet eyle." Sen üzerimize lütfunla rahmetini gönder! "Sensin bizim mevlamız" bizim velimiz, dostumuz, yardımcımız Sensin. Bu buyruklar insanlara nasıl dua edeceklerini öğretmek sadedindedir. Muaz b. Cebel'den rivayet edildiğine göre; o bu süreyi okumayı bitirdi mi "amin" dermiş.

İbn Atiyye der ki: Böyle söylemenin onun tarafından Peygamber (s.a.v.)'dan rivayet edildiği zannedilmektedir. Eğer böyle ise bu bir mükemmelliktir. Şayet değilse Fatiha Suresi'ne kıyasen "amin" demektedir. Çünkü orada da dua vardır, burada da dua vardır. O bakımdan (burada da amin demek) güzel birşeydir. Ali b. Ebi Talib de der ki: Bu iki ayeti okumaksızın uyuyan bir kimsenin İslam'ı akledip idrak etmiş olduğunu sanmıyorum.

Derim ki: Müslim bu manada Ebu Mesud el-Ensari'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Rasülullah (s.a.v.) buyurdu ki: "Her kim bir gecede Bakara Süresi'nin sonundaki şu iki ayet-i kerimeyi okursa bu iki ayet ona yeter.'' Bunları okumak, gece namazının yerini tutar şeklinde açıklanmıştır. Nitekim İbn Ömer'den şöyle dediği rivayet edilmektedir: Peygamber (s.a.v.)'ı şöyle buyururken dinledim: "Allah, üzerime bu iki ayeti cennet hazinelerinden indirdi ve bunlarla Bakara Süresi'ni sona erdirdi. Rahman (olan Allah) bu iki ayeti bütün mahlukatı yaratmadan bin yıl önce kendi eliyle yazdı. Her kim yatsı namazından sonra bu iki ayeti iki defa okursa, gece namazı yerine ona kafi gelirler. Bunlar "Amenerrasülu"den itibaren Bakara'nın sonuna kadar olan ayetlerdir."

Bu iki ayetin şeytanın şerrine karşı kişiye yeterli olacağı da söylenmiştir.

Şeytanın onun üzerinde herhangi bir etkisi olmaz. Ebu Amr ed-Dani, Huzeyfe b. el-Yeman'dan isnadıyla şöyle dediğini zikretmektedir: Rasülullah (s.a.v.) buyurdu ki: "Aziz ve celil olan Allah gökleri ve yeri yaratmadan iki bin yıl önce bir kitap yazdı. İşte o kitaptan, Bakara Süresi'ni kendileriyle sona erdirdiği üç ayet-i kerime indirdi. Her kim evinde bunları okursa üç gün süreyle şeytan onun evine yaklaşmaz.''

Peygamber (s.a.v.)'ın şöyle buyurduğu da rivayet edilmektedir: "Bakara Süresi 'nin sonundaki bu ayet-i kerimeler bana Arşın altındaki bir hazineden verilmiştir. Benden önce bunlar hiçbir peygambere verilmiş değildir." Bu buyruk, sahihtir.

Fatiha Süresi'nin tefsirinde, meleğin Fatiha ile birlikte bu ayetleri indirdiği belirtilmişti.

Hamd Allah'a mahsustur.

BAKARA SüRESİ'NİN SONU

SONRAKİ SAYFA İÇİN AŞAĞIDAKİ LİNK’E TIKLAYIN

Al-i İmran

ANA SAYFASURELERKONULAR

"Allah kendisine mülk verdi diye Rabbi konu&#;sunda İbrahim&#;le tartışmaya gireni görmedin mi? Hani İbrahim: "Benim Rabbim diriltir ve öldürür" de&#;mişti. O da: "Ben de öldürür ve diriltirim" demişti. (O zaman) İb&#;rahim: "Şüphe yok ki Allah güneşi doğudan getirir, hadi sen de onu batıdan getir!" deyince, o küfre sapan böylece afallayıp kalmıştı. Allah zâlimler toplulu&#;ğunu hidâyete er&#;dirmez."

Burada Allah&#;ın kendisine mülk verdi diye anlatılan kişi Hz. İbra&#;him&#;in doğup büyüdüğü Irak&#;ın zâlim hükümdarı Nemruttur. Allah kendisine mülk verdi diye devlet ve hükümdarlık verdi diye gururlana&#;rak ya da başka bir deyişle bu nîmetin şükrünü nankör&#;lükle yerine getirmeye çalışan bir tâğut. Hz. İbrahim&#;in ülkesinin kralı.

Hz. İbrahim&#;in babası Azer bu zâlimin baş memurlarından biri&#;siydi. Nemrutun en gözde kullarından birisiydi. Hz. İbrahim ba&#;basının tâğuta kulluk zilletinin tamamen aksine küçük yaşından itibaren put&#;lara, tâğutlara karşı bir nefret ve Allah&#;a karşı büyük bir sevgi besle&#;mektedir. Büyüyüp peygamber olduktan sonra ge&#;rek babasına, gerek içinde yaşadığı toplumuna ve gerekse zâlim krala karşı çok amansız bir mücâdele başlattığını görüyoruz.

Allah&#;a olan imanını amele dönüştürmek adına, daha ön&#;ceki âyette imanın ilk şartı olarak anlatılan tâğutu reddetmek, ima&#;nını a-mele dönüştürmek adına putları kırdı. Bunun üzerine babası alelacele kralın (Nemrut&#;un) huzuruna çıkıp oğlunu ona şikâyet etti. O bi&#;zim İlâhlarımızı kırdı. Ona gereken ceza verilsin, diye oğlunu krala ih&#;bar etti. İşte bunun üzerine Hz. İbrahim kralın huzuruna çıkarıldı. Ve aralarında bir konuşma geçti.

Anladığımız kadarıyla Hz. İbrahim bu dünyanın en zâlim ve en güçlü kralının huzuruna çıkınca bu zâlim tâğut ona kendisinin Rab ol&#;duğunu İlâh olduğunu ilan etti. Hz. İbrahim de onun karşı&#;sında onun bir zâlim olduğunu, asla Rab olmadığını, İlah olmadı&#;ğını Rab ve İlah olarak sadece âlemlerin Rabbi olan Allah&#;a iman ettiğini haykırınca Nemrut: "Ey İbrahim! Bu ülkenin Rabbi benim! Sizin benden başka Rabbiniz yoktur! Bu ülkede söz sahibi benim! Bu ülkede kanunlar be&#;nim ağzımdan çıkar! Bu ülkede hâkimiyet bana aittir! Söylesene ey İb&#;rahim! Senin o benden başka bahset&#;tiğin Rab kimdir? Diye sorar. İb&#;rahim (a.s) da buyurur ki: "Benim Rabbim, Rabb&#;ul âlemin olan, gökte ve yerde ne varsa hepsinin Rabbi olan, tüm varlıkları yaratan ve tüm varlıklara hükmeden, öldüren ve diriltendir!" Hz. İbrahim kendisine ilk olarak yegâne Rab ve İlâh olan Allah&#;ın hayat ve ölüm konusunu or&#;taya atmış ve İlâh olanın bir sıfatını gündeme getirmiştir.

Zâlim Nemrut bu sözler karşısında sarsılmıştı, ama bu du&#;ru-munu çevresindeki kendisini rab ve ilah kabul etmiş olan kulla&#;rının dikkatlerinden gizlemeye çalıştı. Hain insanların akıllarını sömürebil&#;mek için demagojiye başvurur. Böyle bir durumda, o gün de, bugün de tüm zâlim tâğutların, tüm despot ida&#;recilerin baş vuracakları tek şey kavramlarla oynamak ve çevrele&#;rinde kendilerine kulluk yapan basit düşünceli insanların bir türlü harekete geçmeyen ve olmayan akıllarıyla dalga geçmek. Vatan, millet, sakarya gibi konularla mese&#;leyi kamufle etmek. Bakın Nemrut durumu idare etmek üzere bir de&#;magoji yapar ve der ki:

"Dedi ki ben de diriltir ve öldürürüm."

Rivâyetlere göre iki adam getirtir; birini öldürür, diğerini ser&#;best bırakır. Ve der ki; baksana ben de diriltir ve öldürürüm. İşte bir tâğutluk örneği. Bu hayatı düzenleyenler bizleriz. Yaşatan da biziz, öl-düren de. Biz istedik mi öldürürüz. Biz istedik mi asarız. Biz iste&#;dik mi keseriz. Biz istesek size nefes bile alma imkânı bırakmayız. Şu anda yaşıyorsanız bizim sayemizde. Ya da falanın sayesinde. Allah&#;la boy ölçüşmeye çalışan tâğutların her devirde aynı tavrı sergiledikle&#;rine şahit oluyoruz.

Ama bakın iman zaafı içinde olanlar, Allah&#;a gereği gibi itimat etmeyenler, Allah&#;ın herkesten güçlü olduğu konusunda şüpheleri olanlar bu dünyanın en güçlü tâğutları karşısında tir tir tit&#;rerlerken ba&#;kın Allah&#;ın kahramanı Hz. İbrahim ne yapıyor? Allah için hareket eden kişi tek kişi de olsa, karşısındakiler de tüm dünya bile olsa Al&#;lah&#;ın yardımıyla onun galip geleceğini anlatan bir tavırla Hz. İbra&#;him&#;in Nemrut karşısında dimdik durduğunu gö&#;rüyoruz.

Nemrut Allah&#;ın sıfatlarını kendisinde görüyordu. Madem ki ben de öldürüyor, ben de diriltiyorum, öyleyse ben de İlâhım, ben de Rabbim diyordu. Öldürme ve hayat verme yetkisini kendi&#;sinde görü&#;yordu.

Tıpkı bugün Allah&#;ın bu sıfatını kendilerinde gören ve gu&#;rurla yeryüzünde tüm İslâm âlemini, tüm müslümanları bir daha di&#;rilme-yecek şekilde öldürdüklerini zanneden tâğutların, tüm dün&#;yaya Rablik çığlıkları atarken, unuttukları insanların gerçek Rabbi tarafından İslâm dünyasının yeniden dirilişi karşısında ödleri ko&#;pacak ve dilleri tutula&#;cak noktaya geldikleri gibi.

Nemrutun demagojiye kaçtığını gören Hz. İbrahim buyurdu ki:

"Şüphe yok ki Allah güneşi doğudan getirir, haydi sen de onu batıdan getir! Deyince böylece o kâfir afalla&#;yıp kaldı."

Diyor ki İbrahim (a.s): Ey insanlara Rablik ve İlahlık iddia&#;sında bulunan zâlim! Ey Allah&#;ın sıfatlarına sahip olduğunu, öldü&#;ren ve di&#;rilten olduğunu iddia eden tâğut! Hayat veren ve öldüren zat aynı za&#;manda tüm varlıkları istediği gibi idare eden, onlara söz geçiren, on&#;lara ferman edebilen zattır. Aya, yıldızlara, semaya, arza, bulutlara, yağmurlara, bitkilere ve tüm varlıklara söz geçiren zattır. Eğer bu zat sen isen, haydi bakalım benim Rabbim güneşi doğudan çıkarıyor, sen de onu batıdan getir! deyince kâfirin dili tutuldu, apışıp kaldı. Diyecek bir şey bulamadı.

Bu, tartışmada bir usuldür. Eğer karşımızdaki sözü çarpıta&#;rak çevredeki kişilerin kafalarını karıştırmaya yönelirse, Hz. İbra&#;him&#;in bu&#;rada yaptığı gibi biz de daha açık bir delille geçerek onun ağzını ka&#;patmayı becereceğiz inşallah.

Geçen haftaki dersimizde okuduğumuz son âyet-i kerîme&#;sin-de Rabbimiz, bizi bundan yüz yıllar öncesine, takriben iki bin yıl öncesine götürerek, o dönemde Allah&#;ın elçisiyle kendisine mülk verdiği bir tâğutun tartışmasını anlatmıştı. Bu tartışmayla anladık ki Rabbimiz dile&#;diği insanlara güç verir, kabiliyet verir, yetenek ve&#;rir, mal verir, mülk verir saltanat verir. Ve bu verdikleriyle insanları imtihan eder. Ve belki de böyle bir imtihana en fazla tabi tutulanlar yeryüzünde egemen olanlar ve saltanatlarıyla insanlara hakim olanlar ve de Allahu Teâlâ-nın kendilerine verdiği bu imkânlarla, bu fırsatlarla Allah&#;ın kul&#;larına karşı tanrılık iddiasında bulunanlardır.

Eğer bunlar Allah&#;ın kendilerine verdiği bu güç ve kuvvetle, bu imkân ve saltanatla Allah&#;a kulluğa yönelselerdi yâni Allah&#;ın önünde secdeye kapanarak, Allah&#;ın şanını yüceltseler, kendi hiç&#;liklerini anla&#;yarak, kulluklarını anlayarak Allah&#;ın velâyeti altına gir&#;selerdi, onun arzularını uygulamaya çalışsalardı, elbette hem dün&#;yada, hem de uk-bada daha şerefli bir hayata kavuşacaklardı. Dünyada şerefli bir hayat, öbür tarafta da cennet onların olacaktı. Ama ne gariptir ki bu insanlar Allah&#;ın kendilerine verdiği güç ve saltanatla, Allah&#;ın kendile&#;rine bahşettiği imkân ve fırsatlarla Al&#;lah&#;ın karşısına geçip: Ben de Rabbim. Ben de İlâhım. Ben de Melikim. Ben de mâlikim, demek zo&#;runda kalmışlar sanki. Demek zorunda kalmışlar dedim, çünkü güç ve kuvvetleri, imkân ve salta&#;natları onları aldatmıştır.

Varlıklı kişiler, Allah&#;ın kendilerine imkân ve fırsat verdiği kişiler çoğu zaman bu nîmetlerin vericisi olan Allah&#;ı unutmuşlar, istiğna duygusuna kapılmışlar, bu nîmetlerin kendilerine iyi insan oldukları için, imtihanı kazandıkları için verildiğini zannetmişler ve kendilerinin büyük insan olduklarını kabul etmeye başlamışlar&#;dır. Bir de bundan şunu anlıyoruz ki; Allah kâfirlere de mülk verebi&#;lir. Bir kimseye bolca mülk ve imkân verilmesi, o insanın faziletli bir insan olduğunu göster&#;mez.

Allah&#;ın kendilerine mülk ve saltanat verdiği insanlar kendileri&#;nin İlah olduğunu iddia etmeye başlayıvermişler. Bu neyin nesiydi böyle? Onları var eden Allah değil miydi? Yaratılışları kendi ellerinde miydi? Ellerindeki imkânların tamamını, o güçlerini o saltanatlarını onlara veren Allah değil miydi? Yarın vakti geldiği zaman onların ta&#;ma-mını alacak olan Allah değil miydi? Vakti ge&#;lince ölmemeyi, Al&#;lah&#;ın kaderine teslim olmamayı becerebilecek&#;ler miydi? Kendilerin&#;den öncekilerin bu kadere karşı gelemedikle&#;rini, vakti gelince ölüp gittiklerini görmüyorlar mıydı bu insanlar?

Yâni bu Nemrutlar, bu Firavunlar ve şu anda da kendileri&#;nin İlâhlığını iddia edenler acaba kendilerinden önce yaşamış olan baba&#;larının dedelerinin birer birer mülk ve saltanatlarını bırakıp hayata veda ederek gittiklerini görmemişler miydi? Evet her gün görüyorlardı ama, gariptir ki bu insanlar unutuyorlar işte. Güç ve kuvvet kendile&#;rinde olduğu zaman onları hiç kaybetmeyeceklerini zannediyorlar. Sıhhat ve sağlıkları yerinde olduğu zaman onları hiç kaybetmeye&#;ceklerini zannediyorlar.

İşte bakın burada bir örnek olarak kendisine güç ve kuvvet ver&#;diği, imkân ve saltanat verdiği birini gözler önüne seriverdi Rab-bimiz. İbrahim (a.s) insanlığın imamı, müslümanların ve Rasulullah&#;ın atası olan o büyük insan dedi ki:

"Benim Rabbim hem diriltir hem de öldürür!"

Bunun üzerine o azgın tâğut da dedi ki:

"Ben de öldürür ben de diriltirim!"

Şu çelimsiz insanın tavrına bakın. Allahu Teâlâ kendisine yetki vermiş, Allah onu o makama çıkarmış. Allah&#;ın kendisine verdiği o güç ve saltanatla gerçekten mâsum olan, suçsuz olan yâni ölümü hak etmemiş olan insanları, mazlumları öldürebiliyor. Suçsuz insanları hapse atabiliyor. Ve gerçekten Allah&#;ın yasala&#;rına göre Allah&#;ın kita&#;bına göre işlemiş oldukları suçlardan dolayı yaşamaları bitmesi gere&#;ken, yâni recm edilmeleri veya elleri ke&#;silmesi gereken insanları da Allah&#;ın yasalarını, Allah&#;ın kitabını görmezden gelerek affediyor ve onlara hayat hakkı verebiliyor.

İşte tüm sahte Rablerin, tüm sahte İlâhların özelliğidir bu. Allah&#;ın yasalarına göre suçlu olanların suçsuz, suçsuz olanların da suçlu görülerek muamele yapılması. Dün de bu&#;gün de bunu yapanların tamamı İlâhlık iddiasında bulunmuş insanlar&#;dır. Onun için diyor ki bakın: "Ben de öldürür ben de diriltirim!"

Rivâyetlere göre birisi suçlu ötekisi suçsuz iki adam getirtir Nem&#;rut. Suçsuzu öldürür, suçluyu da serbest bırakır. Ve der ki; "Bak öldürülmesi gerekeni dirilttim, yaşaması gerekeni de öldürdüm. Ben de öldürür, ben de diriltirim. O halde ben de İlâhım."

İşte böyle Allah yasalarına göre suçlu birini serbest bırakıp suçsuzlara hayat hakkı ta&#;nımamak, onları kodeslerde tutup akıl ve hayale gelmeyecek biçimde onları fitnelere uğratmak tüm tâğutların, tüm sahte İlâhların ve tüm zâlim&#;lerin sıfatlarıdır. Gerçekten de sahte tanrıların bütün amelleri, bü&#;tün işleri, bütün hükümleri işte böyledir. Çünkü Allah&#;ın hükümle&#;rini beğenmeyen, Allah&#;a kafa tutan, Allah&#;la yarışmaya çalışan bi&#;rinden bundan başkası da beklenmez.

Bu defa Hz. İbrahim dedi ki:

"Benim Rabbim güneşi doğudan getiriyor. Hadi sen de onu batıdan getir! Deyince kâfir şaşırıp kaldı."

Bakın birinci tartışma&#;nın konusu insanların Allah&#;ın kendilerine verdiği hür ira&#;deleriyle ulaşabilecekleri bir konudur. Ama buradaki tar&#;tışmanın ikinci bölümünde ise insanların hür iradelerine verilmeyen yâni in&#;sanların iradelerinin hiç sökmeyeceği iradeleriyle insanların ula&#;şamayacakları bir konudur. Yeryüzünde bu iki konuyu ayırmamız gerekiyor. Birisi yeryüzünde Allah tarafından insanların iradelerine bı&#;rakılmış konular, ötekisi de insan iradesiyle ulaşılamayacak alanlar.

İşte yeryüzünde bugüne kadar ve bugün de dahil kendile&#;rini Al&#;lah yerine koymuş, Allah kanunlarının yerine kendi arzularını oturt&#;maya ve insanları buna itaat ve ibâdete zorlamış (İslâm&#;da ibâdetle itaat aynı mânâya gelir de onun için böyle söyledim) in&#;sanları kendi arzularına itaate zorlamış tüm sahte tanrıların ve tanrıçaların insanları aldattıkları konu işte bu birinci konudur, bi&#;rinci alandır.

Allahu Teâlâ muradı gereği yeryüzünde insanlara irade ver&#;miş&#;tir. Allah&#;ın kendilerine verdiği bu iradeleri gereği insanlar yeryü&#;zünde Allah&#;ın arzularına uygun bir hayat yaşayabilecekleri gibi bu iradeleri gereği Allah&#;a rağmen, Allah&#;ın dinine, Allah&#;ın ki&#;tabına ve isteğine rağmen Allah&#;a isyan ederek bir hayat yaşama hakkına da sahiptirler. Yâni Allah&#;ın kendilerine verdiği bu iradeleri gereği insanlar imanı da küfrü de, hidâyeti de dalâleti de seçe&#;bilme hakkına sahiptir&#;ler. Allah&#;ın istediği razı olduğu bir hayatı da Allah&#;ın istemediği ve ya&#;sak kıldığı bir hayatı da tercih edebilme hakkına sahiptirler.

Bu hakkı onlara Allah vermiştir. Yâni Allah&#;ın yasaklama&#;sına rağmen insanlar kendilerine verilmiş bu iradeleriyle içki içebi&#;lirler, zina edebilirler, adam öldürebilirler, Allah&#;ın koyduğu düzeni bozabilirler, Allah&#;ın yasalarını değiştirebilirler. Zulmedebilirler, haksızlık yapabi&#;lirler, yeryüzünde Allah&#;a rağmen Allah&#;ın isteme&#;diği bir hayat tarzını yaşayabilirler.

Ama unutmayalım ki bu Allah&#;ın kendilerine verdiği özgür ira&#;de&#;den kaynaklanmaktadır. Ve hiç şüphe yoktur ki insanlar ken&#;dilerine verilmiş olan bu özgür iradelerinin bedelini mutlaka bir gün ödeye&#;ceklerdir. Yâni mutlaka bu insanlar kendilerine verilmiş olan bu özgür iradeleriyle istedikleri biçimde hareket etmelerinin bede&#;lini bir gün ödeyeceklerdir. Müslümanca yaşamalarının karşılı&#;ğında cennet, kâ&#;fir-ce ve zâlimce yaşamalarının karşılığında da cehennemi bulacaklar&#;dır.

İşte bu insanların hür iradeleriyle yeryüzünde ulaşabilecek&#;leri, yapabilecekleri alandır. Ama bir de insanların yeryüzünde öz&#;gür ira&#;deleriyle asla ulaşamayacakları müdahale edemeyecekleri veya ya&#;pamayacakları alanlar vardır. Yâni makamları, konumları, güçleri kuv&#;vetleri ve saltanatları ne olursa olsun kendilerinin asla ulaşamaya&#;cakları, iradelerinin sökmeyeceği alanlar da vardır. Bu sahte İlâhlar, bu bölümü hiç gündeme getirmeyen, sadece irade&#;leriyle ulaşabile&#;cekleri birinci bölümü gündeme getiren bu zâlimler: "Biz de Tanrıyız! Biz de İlâhız! Biz de İlahlık sıfatlarına sahibiz. Bizi de Rab kabul et&#;mek zorundasınız. Bizim kanunlarımıza ve ar&#;zularımıza da uymak zo&#;rundasınız. Bizim de emretme ve yasak&#;lama hakkımız vardır! Diyerek insanların düşünceleri üzerinde baskılar kurmaya çalışıyorlar. İnsan&#;ların inançlarına ipotekler koymaya çalışıyorlar. İnsanları Rablerine kulluktan koparıp kendi&#;lerine kul köle yapmaya çalışıyorlar. Ama ira&#;deleri gereği kendile&#;rine bırakılmış bu sahâlârda İlâhlık taslamaya kalkışırlarken beri tarafta kendi iradelerinin yetmeyeceği ve saltanatla&#;rının sökmeye&#;ceği konular söz konusu olunca da apışıp kalıyorlar, aptallaşıp ka&#;lıyorlar, donup kalıyorlar.

Dün Allah&#;ın peygamberi İbrahim (a.s) Allah düşmanı Nem&#;ruta demişti, biz de bugün aynı âyetle günümüzün İlâh tas&#;laklarına, Allah kanunları ortadayken, Allah kanunlarını beğenme&#;yerek, Allah&#;ın kitabı ortadayken kitabı diskalifiye ederek, kendile&#;rini Allah maka&#;mın-da görerek daha iyisini yapmaya kalkışan bu&#;günkü İlâh taslakla&#;rına da diyoruz ki: "Bizim Rabbimiz, bizim hayat programımızı kendi&#;sinden almak zorunda olduğumuz Rabbimiz güneşi doğudan getiriyor, hadi gücünüz yetiyorsa siz de onu batı&#;dan getirin!" Hadi eğer siz de Rab-sanız, siz de İlâhsanız, yeryü&#;zünde biz de egemeniz! Biz de güç sahi-biyiz! Bu insanlar üze&#;rinde biz de söz sahibiyiz! Biz de istedikle&#;rimizi öldürür, istedikle&#;rimizi diriltiriz! Biz de dilediklerimizi affeder, di&#;ledik-lerimizi kodes&#;lerde süründürürüz! Biz de istediğimiz gibi hareket ederiz! Eğer bizim kanunlarımıza uymazsanız, bizim arzularımızdan çıkarsanız dünyanızı zindan ederiz! Diyen bu sahte İlâhlardan bir ta&#;nesi ya da hepsi birleşsinler güneşe emretsinler de sadece bir gün o gü&#;neşi batıdan doğdursunlar.

Yapabilirler mi bunu? Evet egemenlik bizdedir, emretme ve ya&#;saklama hakkı bizdedir diyerek yeryüzünde tanrılık iddiasında bu&#;lunan bu insanlar bıraktık güneşe söz geçirmeyi acaba vücutla&#;rının en küçük parçası olan saçlarına ya da tırnaklarına söz geçi&#;rebiliyorlar mı? Saçlarının ağarmasını ya da tırnaklarının uzama&#;sını engelleyebi&#;liyorlar mı? Buna yetecek kadar güçleri var mı? Allah&#;ın arzında Al&#;lah&#;ı diskalifiye ettiklerini zannederek, Allah&#;ın kullarına egemen ol&#;duklarını zannederek diledikleri şekilde zulme dayanan bir sistem ku&#;rup da insanlara hayat hakkı tanımayan, in&#;sanların özgürce Rableri&#;nin emirlerini yerine getirmelerine engel&#;ler koyan, inançlarına, düşün&#;celerine hattâ kalplerine bile baskı kurup Allah&#;ın mülkünde: "Rabbim Allah!" demelerine bile izin vermeyen bu yeryüzünün sahte tanrıları ve tanrıçaları acaba ihti&#;yarlamalarına engel olabiliyorlar mı? Acıkıp su&#;samalarına engel olabiliyorlar mı?

Gökyüzünden muhtaç oldukları bir yağmur damla&#;sını bile indir&#;meye muktedir olamayan, yeryüzünden bir tek buğ&#;day tanesi bile çıkarmaya güç yetiremeyen, kendi vücutlarına bile söz geçiremeyen&#;ler nasıl olur da Hayyu Kayyum olan, gökte ve yerde ne varsa hepsini idare eden mülk kendisinin olan Allah kar&#;şısında utanmadan: "Biz de mâlikiz.&#; &#;Biz de İlahız&#; &#;Biz de emreder ve yasaklarız.&#; &#;Biz de hayat programı yaparız.&#; &#;Biz de öldürür ve di&#;riltiriz.&#; Diyebiliyorlar? Ama istedikleri kadar desinler, bir gün bir İbrahim çıkar, bir gün bir Allah dostu çıkar sözü ağızlarına tıkayıverir. "Benim Rabbim güneşi doğudan getiriyor Haydi sen de onu batıdan getir!" Deyiverir de:

"Kefere şaşırır kalır."

İşte onun ve onun gibilerinin tanrılığı bu kadardı. Tanrılık&#;ları bu&#;raya kadardı. E hani tanrıydın sen? Hani İlâhtın? Ne oldu? Nasıl İlah oldun? Nasıl tanrı oldun sen? Allah kanunları dururken nasıl ka&#;nun yapmaya kalkıştın? İbâdet ve itaat edilecek yegâne varlık olan Allah dururken nasıl Allah&#;ın kullarını ona kulluktan ko&#;parıp kendine kul köle yaptın sen? Hani ne duruyorsun bu konuda bir şeyler söyle&#;sene! Şaşırıp kaldı kâfir, apışıp kaldı, aptallaşıp kaldı. Elbette:

"Allah zâlimlere hidâyetini nasip etmez."

Elbette Allah zâlimleri hidâyete ve başarıya ulaştırmaz. Elbette Allah yeryüzünde hakkı olmadığı halde zâlimlik yapan, Allah&#;a kulluk makamında bulunması gerekirken kendisini başka bir makamda bu&#;lunduran, Allah&#;ın arzında Allah&#;ın hakkını gasp ederek Allah&#;ın kulla&#;rına hükmetmeye kalkışan, egemenlik iddia&#;sında bulunan bu tür zâ&#;limleri hidâyetine ulaştırmayacaktır. Yâni bütün bu hakikatleri anla&#;maya onu ulaştırmayacaktır. İslâm&#;ı, Kur&#;an&#;ı anlama imkânı verme&#;ye-cektir bunlara. Ama eğer bu tür insanlar bir gün kendi Rabliklerini bir ta&#;rafa bı&#;rakırlar da gurur ve kibirlerini kırarlar da, Allah&#;ın Rabliğine, Rab olan Allah&#;ın hâkimiyetine inanırlar ve Rab olan Allah&#;ın velâ&#;yeti altına girerek Allah&#;ın bu velâyeti altında olanlara indirdiği ki&#;tabının hüküm&#;lerine teslim olurlarsa ve bu kitabın yeryüzünde pratiğini uygulamasını göstermek üzere gönderilmiş olan pey&#;gambere tabi olurlarsa yâni kendiliklerinden karar vererek hidâ&#;yete talip olurlarsa Allah da onları hidâyetine ulaştıracaktır. Hidâyet Al&#;lah&#;ın elindedir .

Bundan sonra Rabbimiz velâyetini anlatan ikinci bir örnek daha anlatır. Hayyu Kayyum olan Rabbimiz, mü'minlerin işlerini çekip çeviren, onları karanlıklardan, bilgisizlik, cehalet ve olayları çözeme&#;mekten dolayı içine düştük&#;leri şaşkınlık karanlıklarından onları kesin bilginin aydınlıklarına ve nûra nasıl çıkardığını anlatmak üzere bir mi&#;sal daha anlatacak Rabbimiz. Her ân şu âlemde cereyan eden öl&#;dür-me ve diriltme işinin nasıl gerçekleştiğini anlatacak.

"Yahut altı üstüne gelmiş bir şehre uğrayan kimse gibisini görmedin mi? O: "Bunu bu ölümünden sonra Allah nereden diriltecek?" Dedi. Bunun üzerine Allah onu yüz sene öldürdü. Sonra onu diriltti ve "ne ka&#;dar kaldın?" diye sordu. O da: "Bir gün, yahut bir günden eksik kaldım!" dedi. Allah buyurdu ki: "Hayır yüz sene kaldın, öyle iken bak yiyeceğine ve içeceğine henüz bozul&#;mamış. Hele eşeğine bak, hem bunlar seni insanlara karşı kudretimizin bir alâmeti kılalım diyedir. Hele o kemiklere bak onları nasıl birbirinin üzerine kaldırıyoruz? Sonra onlara nasıl et giydiriyoruz? Böy&#;lece gerçek ona açıkça belli olunca: "şimdi biliyorum ki, Allah her şeye kadirdir." dedi."

Burada anlatılan kişi de hadisenin geçtiği şehir de anlatıl&#;ma-mıştır. Sahabeden pek çoğunun ifadesine göre burada anlatı&#;lan kişi Hz. Üzeyr'dir. Yine sahabeden bazılarının ifadesine göre bu şahıs Hz. Ermiya'dır. Lût&#;un (a.s) hizmetçisi Şaya diyenler de olmuştur.

Hadisenin geçtiği şehir konusunda da Kudüs şehri üze&#;rinde du&#;rulmuştur. Bahtunnasır&#;ın saldırısı sonucu Kudüs&#;te oturan İsrâil oğullarının pek çoğu öldürülmüş, geri kalanlar da sürgün edilmiş ve Kudüs tamamıyla yakılmış, yıkılmış, yerle bir edilmiş. İşte bu manza&#;rayı görünce demişti ki:

"Allah burasını ölümünden sonra nasıl dirilte&#;cek?"

Bunun birkaç anlamda söylendiğini düşünüyoruz.

1-) Allah yerin altı üstüne getirilmiş bu memleketi diriltecek bu-na inanıyorum ama nasıl diriltecek? Acaba bunun yasası nasıldır? Rabbimin buna gücünün yettiğine kesin iman ediyorum ama acaba bunun keyfiyeti nasıl olacaktır?

Veya inanıyorum Allah bunları tekrar diriltecek ama ne zaman diriltecek? Bunun zamanlaması nasıl ki diyordu, anlamak istiyordu, kavramak istiyordu veya bizzat bunu gözle&#;riyle görmek ve itminana kavuşmak istiyordu.

2-) Ya da ben bunu istiyorum, ben buna sa'y ediyorum, ben bu şehrin ve şehir halkının dirilişine sa'y ediyorum, ben bu ülke in&#;sanının silkinmesini bekliyorum ama âcizim, bunun yolunu bilmiyo&#;rum, Allah bunu mutlaka yapacak, Allah ölmüş bu şehri mutlaka diriltecek, her şeyini kaybetmiş bu ülkeyi yeniden diriltecek ama galiba ben göreme&#;yeceğim! diyerek hayıflanıyordu.

Yani kendisini sorumlu bildiği o toplumun dirilişi için kafa yoruyor, düşünüyor ve çareler arıyordu. Ölülerin dirilişi hızlan&#;dırmak için çırpınıyor ve Allah&#;a dua ediyordu. Allah&#;ım, bu iş senin elindedir. Ölüleri ancak sen diriltirsin. Bu konuda yardımını esirgeme diye dua dua Allah&#;a yalvarıp yakarıyordu.

3-) Ya da bu ölüler nasıl dirilecek? Bu üzerlerine ölü toprağı ser&#;pilmişler, bu her şeylerini kaybetmişler, bu duyguları dumura uğ&#;ramışlar nasıl dirilecekler? Heyhat! Hiç de hayat emaresi gö&#;zükmü&#;yor. Hiç diriliş ümidi gözükmüyor. Ülkenin her tarafı dökül&#;müş saçıl&#;mış. Her yerde ölüm uykusu her tarafta ölüm sessizliği. Allah&#;ım ben bu toplumu nasıl dirilteceğim? Karanlık, karamsarlık ve ümitsizlik ifa&#;desi dökülüyordu dilinden. Bunu söyleyen o mak&#;satla söylemiyor, di&#;rilişin mümkün olmadığını kast ederek ya da şüphe ederek böyle ko&#;nuşmuyor. Bu sözleri çaresizlik umutsuzluk içinde bir dil sürçmesi ola&#;rak anlıyoruz. Çünkü yeniden diriliş konusunda, ümitsizlik küfürdür.

Orada ölüm sessizliğinin dışında hiç bir şey göreme&#;miş, bu sı&#;rada aklında birtakım sorular şekillenmiş "Allah burasını ölümünden sonra nasıl diriltecek?" gibi ve bu sorular kalbini etkisi altına almaya başlayınca:

"Bunun üzerine Allah onu yüz yıl ölü bıraktı. Sonra onu diriltti. Ve ona demişti ki: "Ne kadar kal&#;dın?" O: "Bir gün veya bir günden az kaldım" demişti. Allah ona: "Hayır yüz yıl kaldın. Böyleyken yiyece&#;ği-ne ve içeceğine bak ki henüz bozulmamış. Eşeğine de bir bak bunu yapmamız seni insanlara ibret kılmamız için&#;dir. Kemiklere de bir bak nasıl bir araya getiriyoruz? Sonra da onlara etlerini giydiriyoruz de&#;miştir"

Allah bunu göstermek için yüz yıl uyutuverdi onu. Tam bir asırlık bir uyku. Aradan geçen bir asır içinde Allah ölmüş mü'minleri ye-niden diriltti. Müminler Allah&#;ın izniyle silkinip, dirilip Kudüs&#;ü yeni&#;den fethettiler ve otuz sene içinde yeniden şehri imar ettiler ve Ku&#;düs&#;te hayat başladı.

Bunu bizzat gözleriyle görünce de dedi ki:

"Artık şimdi biliyorum ki gerçekten Allah her şeye güç yetirendir."

Veya işte, bu ülke Türkiye&#;dir veya İslâm dünyası&#;nın herhangi birisidir. Her şey bitmiş, ölmüş, her şey yıkılmış, her şey harap olmuş. Ümmet yıkılmış, hilafet yok olmuş, medreseleri&#;nin üzerinde baykuşlar ötüşür, mescidleri fonksiyonlarını yitirmiş, sarıkları, cübbeleri kaybol&#;muş, kitapları sünnetleri mülga olmuş, dinleri imanları cihadları heye&#;canları pörsümüş, her şeyleri ala&#;bora olmuş, ümitsizlik karanlığı üzerlerine çükmüş.

İşte bu yıkılışı acı acı seyreden birileri de feryad edi&#;yor. Ama kesinlikle inanıyoruz ki Allah bu ümmeti ölümünden sonra yeniden diriltecektir. Ölüm ve diriliş elinde olan, dilediğini öldüren, di&#;lediğini dirilten Allah, inşallah bizim toplumu da diriltecektir.

Yine bakın Rabbimiz bundan sonra bu ihya ve imata ile ilgili, ya&#;ratma ve öldürme ile alâkalı bir ml daha anlatacak:

"Hani İbrahim: "Ey Rabbim, ölüleri nasıl di&#;ril&#;tirsin bana da göster!" Demişti de Allah&#;: "İnanmı&#;yor musun?" Demişti. (Bunun üzerine) İbrahim: "Evet inanı&#;yorum, ancak kalbimin mutmain olması için bunu istiyo&#;rum" Demişti. Allah da: "Dört kuş al! onları ken&#;dine alıştır. Sonra da onlardan her dağa bir parça koy, sonra da onları kendine çağır. Onlar sana koşarak ge&#;lirler. Bile&#;sin ki şüphesiz Allah güçlüdür hakimdir."

İbrahim (a.s) dedi ki: "Ey Rabbim ölüleri nasıl diriltirsin? Na&#;sıl dirilteceksin? Böyle bir soruyu kim soruyordu? İnanmayan birisi miydi bunu soran? Hayır bunu soran Allah&#;ın peygamberiydi. Az evvel oku&#;duk Allah düşmanı Nemrut karşısında: "Benim Rabbim diriltir, benim Rabbim öldürür." diyen bir peygamberin dö&#;nüp de bu konuda inkâr içinde olduğunu söylemek mümkün de&#;ğildir. İbrahim (a.s) burada di&#;yordu ki: "Ey Rabbim! Ey hayat ver&#;meye ve öldürmeye gücü yeten Rabbim! Ölüleri nasıl diriltecek&#;sin?" derken ben biliyorum ve inanıyo&#;rum ki sen ölüleri diriltirsin fakat bu işi nasıl yaptığını bana göstermeni istiyorum diyordu. Bu&#;radaki soru edatı, var olduğu kabul edilen bir şe&#;yin keyfiyetini öğ&#;renmek için kullanılır. Meselâ Hasan&#;ın ilmi nasıldır? diye sormak Hasan&#;ın ilminin var mı? Yok mu? olduğunu sormak an&#;lamına de&#;ğil, Hasan&#;ın var olan ilminin derecesini sormak demektir.

İbrahim&#;in (a.s) bu sorusunun altında bir şüphesinin olmadığını bilen Rabbimiz bunu dinleyenlerin böyle bir zehaba kapılmamaları için de: "İnanmıyor musun?" buyurarak onun "İnanıyorum ya Rabbi!" de&#;mesini bize duyurmayı murad etmiştir.

Çünkü: İbrahim (a.s) alelade bir insan değil bir peygamberdi. Normal bir müslümanın Allah&#;a karşı kulluk görevlerini yapabilmek için bu ölmüşlerin dirilişi gerçekliğini gözleriyle görme ihtiyacı duymayabi&#;lir. Fakat bir pey&#;gamber insanları kendisine çağıracağı şeyi bizzat gözleriyle gör&#;meliydi ki görevini en güzel biçimde yapabilsin. İnsan&#;lara: "Sizi inanmaya çağırdığım şeyi ben gözlerimle gördüm. Siz ca&#;hilsiniz, ama biz biliyoruz. Siz körsünüz, ama biz görüyoruz!" diyebil&#;me&#;liydi.

Peygamberlerin bunu diyebilmeleri için Rabbimiz tarafından on&#;lara göklerin ve yerin işleyiş biçimleri göklerin ve yerin melekûtu, cennet, cehennem, öldükten sonra dirilme gibi husus&#;lar apaçık göste&#;rilmiştir. Konumları ve üslendikleri görevleri gereği Allah onlara bu ya-kîn bilgisini olarak öğretmiştir.

Evet İbrahim (a.s): "Ya Rabbi bunu bana göster!" deyince Rabbimiz buyurdu ki:

"İnanmıyor musun?"

İnsanları, varlıkları tekrar dirilteceğime inanmıyor musun ey İb&#;rahim? Bir şüphen mi var bu konuda? İbrahim (a.s) buyurdu ki:

"Evet inanıyorum ama kalbim tatmin olsun için is&#;ti&#;yorum."

İbrahim&#;in (a.s) kalbi mutmain olacaktı, tabii atamızın kalbi mutmain olunca da bizim kalbimiz de mutmain olacaktı. Bu münâse&#;betle Rabbimiz ölüleri nasıl dirilttiğini Bakara sûresinin âyetinde anlatacak biz de gözlerimizle görmüş gibi olacak ve inanacağız.

Allah da hayatın, kuş gibi uçup giden bir şey olduğunu işa&#;ret et&#;mek üzere, ve ölüleri nasıl dirilttiğini göstermek üzere bu&#;yurdu ki:

"Dört kuş al, onları kendine alıştır. Sonra onlar&#;dan her dağa bir parça koy, sonra da onları çağır. On&#;lar sana koşarak gelirler. Bil ki şüphesiz Allah Azîzdir, Hakimdir."

Rabbimiz buyuruyor ki Ey İbrahim dört kuş al ve on&#;ları iyice kendine alıştır. Yâni onlara iyice alış, duyularını onlar üzerine teksif ederek iyice onları tanı. O kuşların şekillerini, renkle&#;rini, özelliklerini iyice öğren ve tanı ki bunları başkaları ile karış&#;tırma. Dirilip yanına gelen bunlar mıydı? Yoksa başkaları mıydı? Bu konuda şüphen ol&#;ma-sın.

İbrahim (a.s) aynen Rabbimizin buyurduğu gibi yaptı. Dört kuş aldı, bunları iyice tanıdı, sonra bunları kesip etlerini birbirine karıştıra&#;rak her bir parçasını bir dağ başına koydu. Sonra onları tekrar çağırdı. Kuşların parçaları birleşerek, canlanmış olarak İb&#;rahim&#;in (a.s) dâve&#;tine koşarak icâbet ettiklerini İbrahim (a.s) göz&#;leriyle gördü. Siz de gördünüz değil mi bunu gözlerinizle? Siz de şahit oldunuz buna değil mi? Evet biz de gözleri&#;mizle gördük ve şahid olduk. Çünkü fikirler ya&#;nılır, duyular yanılır, gözler kulaklar yanılır, deneyler yanılır ama vahiy asla yanılmaz. Her şey yanılır ama Allah asla yanılmaz. Ayet asla ya&#;nılmaz. Sûrenin başlarında değinmiştik kişinin Allah&#;la öğrendiği bilgi kendi kendine öğrendiği bilgiden her zaman üstündür. Kişinin kendi tecrübeleriyle kendi duyularıyla öğ&#;rendiği bilgi yüzde yüz kesin ise, vahiyle öğrendiği bilgi yüz de bin kesinlik ifade edecektir.

İşte böyle İbrahim (a.s) öldürdüğü kuşların dirilmiş olarak ve ko&#;şarak kendisine doğru geldiklerini görecek ve kalbi tatmin olacaktı. Demek ki bu âyet-i kerîmeden öğreniyoruz ki insan kalbi&#;nin itminana kavuşmasının iki yolu vardır.

1-) işte bu âyetin de ifadesiyle Rabbimizin göze hitap eden gör&#;sel âyetleri vardır. Bunlar, Rabbimizin kâinatta serpiştirdiği ay, gü&#;neş, yıldızlar,sema,yağmur,bulut,kar,insan,bitki,ağaç gibi görsel âyetlerdir. Bunlar Allah&#;ın varlığını bize anlatan âyetler ve alâmetler&#;dir.

2-İkincisi de: "Dikkat edin kalpler an&#;cak zikrullah ile itminana kavuşur, kalpler ancak zikrullah ile doyuma ulaşır, sükûnete erişir, sıhhatine kavuşur." Ayeti Kur&#;an-ı Kerîmdeki kulağa hitap eden Rabbimizin işitsel âyetleridir.

Öyleyse bizler de kalplerimizin sükûnete kavuşmasını, do&#;yu-ma ulaşmasını itminana kavuşmasını istiyorsak kalplerimizi istila etmiş şüphe bulutlarını yok etmek üzere zikrullahla yâni Kur&#;an&#;la ve görsel âyetlerle sürekli beraber olmak zorundayız ki, Allah yar&#;dımcı&#;mız olsun. Öldükten sonra dirilme konusunda şüphesi olmayan mü'-minlerin kalplerinin tatmin olması için, inanmayan kâfirlerin de imana yönelmeleri için sürekli bu kitapla beraber olma zorunlu&#;lukları vardır. Bunu hatırımızdan çıkarmamalıyız.

Bundan sonraki âyet-i kerîmesinde Rabbimiz yarın o mecburi diriliş günü gelmeden önce, müminleri infaka teşvik edecek. Ey müs-lümanlar! Rabbinizi tanıdınız, gücünü kud&#;retini bildiniz, Hayyu Kay-yum olduğunu, gökte ve yerde ne varsa hepsinin mülkünün sahibi olduğunu, bir lahza bile uyuklamadan, gaflet etmeden kullarının işle&#;rini deruhte ettiğini, öldüren ve diril&#;ten olduğunu bildiniz. İşte böyle bir Allah uğruna infakta bulunun! Maldan, candan, ilimden, akıldan, za&#;mandan, görüşten ve sahip olduğunuz her şeyden infakta bulunun. Sahip olduğunuz şeylerin başkalarının da sahip olmasını isteyin. Evi&#;nize götürdüklerinizden başkalarının evine de gitmesini sağlayın. Sa&#;hip olduğunuz şeyleri başkalarıyla da paylaşmayı becerin.

İşte böyle bir Allah adına infakta bulunulur. Böyle bir Allah uğ&#;runa can da mal da fedâ edilir. Ve böyle bir Allah her şeye lâyık olan bir Allah&#;tır. Zaten Allah&#;ı tanımayan, Allah&#;ın gü&#;cünü kuvvetini ve mül-kün gerçek sahibi olduğunu bilmeyen, mül&#;kün ve hayatın kendi&#;sine ait olduğunu zanneden bir adam zırnık bile veremez. Veremi&#;yorlar da işte görüyoruz. İşte Rabbimiz bu bölümde kendisini tanıttık&#;tan sonra böylece bildiğiniz benim hatı&#;rıma infakta bulunun buyuracak ve bu infak konusunda da iki ör&#;nek verecek Rabbimiz:

"Mallarını Allah yolunda harcayanların du&#;rumu bir tanenin durumu gibidir ki yedi başak bitirmiş ve her başakta yüz tane var. Allah, dilediğine daha da katlar. Allah&#;ın rahmeti geniştir. O her şeyi bilir."

Rabbimiz daha önceki âyetlerde infak etmeyenlerin kâfirler oldu&#;ğunu, Allah&#;ın dostlarının mü'minler olduğunu, tâğutun dostla&#;rının da kâfirler olduğunu anlatmıştı. Kâfirler tâğutlar uğrunda, tâğutî sis&#;temlerin yaşaması uğrunda, nefisleri, putları şeytanları ve şehvetleri uğrunda harcarlar. Mü'minler de Rableri ve Rablerinin sisteminin hâ&#;kimiyeti adına harcarlar. Cihad ve ilayı kelimetullah adına harcarlar.

Âyet-i kerîmede Allah yolunda infak edenlerin sevaplarının kat kat artırılacağı anlatılıyor. Hattâ bir iyiliğin karşılığının yedi yüze kadar çıkartılacağına dair bir ml veriliyor. Daha sonra bir amel ve o ameli işleyenlerin o ameli işlerken taşıdıkları ihlâs ve samimiyetlerine göre kat kat artırılacağı anlatılıyor. Yâni yapılan infakın değeri ya da karşı&#;lığında takdir edilecek mükâfat o infakın ferdin, toplumun ve ümmetin problemlerine, sıkıntılarına ne ölçüde çözüm getirdiğiyle orantılıdır. Yâni infaka takdir edilecek sevap giderilen ihtiyaçla orantılıdır.

Öyleyse: İnfak, infak edilen şeyin hacmi, azlığı, çokluğuyla ilgili değildir. Bir çuval hurması olup da bunun yüz tanesini Allah yolunda infak eden kişiyle bir tek hurması olup da ona ihtiyacı varken bölüp ya&#;rısını bir kardeşine infak eden kişi elbette bir değildir. Burada mü&#;kâfatın takdirinde azlık çokluk değil niyet ve giderilen sıkıntının türü önemlidir.

Mü'minler infak için bir taneyi bile küçük görme&#;meli ve onu Allah adına harcamayarak Allah&#;tan kıskanmamalıdır. Elimde bir ta&#;nem var onu da Allah yolunda harcarsam o da yok olup gidecek de&#;me-melidir. Bakın Allah önce dirilme sırrından söz etti. Eğer bu dirilme sırrı olmasaydı o bir tane yok olup giderdi. Ama bakın Allah onun yok olup gitmediği gibi çok daha fazlasıyla mukabelede bulunacağını an&#;latıyor.

"Allah dilediğine (harcadığının karşılığında) daha kat kat verir. Muhakkak ki Allah Vâsîdir, Âlim&#;dir."

Allah Vasidir, geniş olandır, genişlik sahibidir. Yâni dilediğine dilediği kadar kat kat ve hesapsız verendir. Âlimdir. Kime ne kadar ve&#;receğini çok iyi bilendir. Allah verenin verirken hangi şartlarda ve ne niyetle verdiğini en ince teferruatına kadar bilen, ve verene vereceğini nasıl takdir edeceğini bilendir.

İnfakın karşılığı budur. Ama şurası da unutulmamalı&#;dır ki her infak bu mükâfata lâyık değildir. Yâni her infakçıya bu sevap veril-mez. Bakın bundan sonraki âyet-i kerîmesinde bu hu&#;susu anlatırken Rabbimiz şöyle buyurur:

"Mallarını Allah yolunda infak edip sonra da harcadıklarını minnet ve eziyet vesilesi kılmayanlar var ya işte onların mükâfatı Rableri katındadır. Onlar için korku yoktur ve onlar asla üzülmeyeceklerdir."

Rabbimiz kendi rızası uğrunda yapılacak infakın çok değerli ol&#;duğunu, çok büyük sevaplara lâyık olduğunu anlattı. Ama bu âyet-i kerîmesinde bu büyük sevaplara nail olabilmek için birtakım şartların yerine getirilmesi gerektiğini anlatıyor. Rabbimizin anlattığı bu şartlar yerine getirilmedikçe yapılan harcamaların boşa gideceği anlatılıyor. Bu şartlardan birisi infakta "menn" olmayacak, ikincisi de "eza" olma&#;yacak. Menn ve eza infakın bereketini kaçıran iki kötü özellik olarak zikrediliyor.

Menn; bunun iki anlamı var.

1-) Başa kakmak, baş kakıncı yapmak.

2-) Az verip çok istemektir.

Birinci mânâsıyla menn iyilik yaptığı kişiye, infakta bu&#;lunduğu insana karşı yaptığı iyiliği, sayıp dökmektir. Ben sana şunu vermiştim. Ben sana şunu yapmıştım. Gibi yaptığı bir iyiliği hatırlatıp kendine karşı ödemesi gereken haklarının bulunduğunu, minnet borcu oldu&#;ğunu sürekli hissettirip durması&#;dır.

Hani devamlı anlatılır. İki arkadaş bir yere giderlerken birisi&#;nin şemsiyesi varmış ötekisinin hiç bir şeyi yokmuş. Şemsiyeli olan arka&#;daşını da bu şemsiyesinden istifade ettirerek, Onu ıslanmak&#;tan kur&#;tarmış. Ama bunu bir türlü unutmamış adam. İkide bir: &#;Arkadaş! Ha-tırlıyor musun o gün ne yağmur yağmıştı! Eğer benim şemsiyem ol&#;masaydı sırılsıklam ıslanmıştın. Dua et ki be&#;nim şemsiyem vardı.&#; di&#;yerek sürekli bunu hatırlatıp durmasından rahatsız olan arkadaşı orada bir ırmağın içine kendisini atar ve: &#;Evet senin şemsiyen olma&#;saydı herhalde bundan daha beter olmayacaktım!&#; Der. Aslında Ec&#;dadımız "birine yaptığın iyiliği hemen unut. Ama kendine yapılan iyiliği unutma!" der. Birine iyilik yapıldığı zaman hemen bunun unutulması gerekir.

Menn kelimesinin ikinci mânâsı Müddessir sûresinin 6. âye&#;tinde de ifade buyurulduğu gibi Yaptığı işi çok görerek ya da, az vere&#;rek çok şey istemektir. Bu âyet-i kerîmesinde Rabbimiz, efendimize buruyor ki: Peygamberim, daha iyisini beklediğinden dolayı sakın in&#;sanlara iyilikte bulunayım deme. Kaz gele&#;cek yerden tavuk esirgen&#;mez mantığıyla insanlara iyilikte bulun&#;maya kalkma. Ben bunu bir kere arabama bindirirsem, bu bana araba alır beklentisiyle hareket etme. Hareketlerini buna bina etme peygamberim! Veya sen kendini çok iyiliğe lâyıksın zanne&#;derek hareketlerini öylece düzenleme!

Veya karşındakini minnet duygusu altında tutma. Az verip çok şey bekleme! Hep toplumsal planda, hem de Allah&#;a karşı gö&#;revle&#;rinde öyle davranma! Meselâ efendim namazı&#;mızı kılıyoruz, abdesti-mizi alıyoruz, elbette Allah bizi koymayacak da cennetine sı&#;ğırları mı koyacak? Gibi, az yaptığın şeyler karşılı&#;ğında tam kulluğun gereği olan cenneti bekleme. Veya sosyal ilişkiler içinde karşındakine iki âyet anlattın diye iki çay içirmesini bekleme. Ya da iki hadis anlat&#;tın diye aferin demelerini bekleme. Veya ben bunlara İslâm&#;ı tebliğ et&#;tim diye hemen karşındakilerin hayatlarının değişmesini bekleme. Yâni karşındaki insanlara yap&#;tığın bir iyilik, bir infak karşılığında onla&#;rın sana minnet duymasını isteme.

Evet infakta ve iyilikte menn olmayacak. Cezada olmaya&#;cak. Eziyet; birine verdiği şeyden ya da yaptığı iyilikten ötürü ona karşı ta&#;hakküm etmeye kalkışmak demektir. Kendisini har&#;cama yaptığı, infakta bulunduğu kişiden sürekli üstün görmek ve infakta bulunduğu kişiyi sürekli alçaltmak demektir.

Ya da eza, tiksindirmek demektir. İyiliğe balgam atmak de&#;mek&#;tir. Eğer iyilik Allah için yapılmışsa o buna her zaman lâyıktır.

Binaenaleyh sadaka verenler, yardımda bulunanlar yar&#;dımda bulundukları insanlara karşı bu yardımı psikolojik bir komplekse dö&#;nüştürenler yaptıkları iyiliklerle karşılarındakini ez&#;meye çalışanlar bu amellerinin boşa gittiğini bilmelidirler. Böyle bir iyiliği, böyle kan kustu&#;rarak yapılmış bir infakı Allah hiçbir zaman kabul etmiyor. Çünkü bu amel Allah için değil başkaları için veya kendisinin daha faziletli daha üstün olduğunu ispat etmek için ya&#;pılmış bir ameldir. Zira öyle insan&#;lar vardır ki böyle eziyetlere ma&#;ruz kalmaktansa aç kalıp ölmeyi tercih ederler. Kendi şeref ve onurlarını kaybetmektense, yokluk ve sıkıntı içinde yaşamayı izzet ve şerefine mal olan bir zenginliğe tercih eder&#;ler. Bakın İnsan sûresinin 8, 9 ve âyetlerinde Rabbimiz şöyle bu&#;yurur:

"O muttakiler yemeği kendi ihtiyaçları varken yok&#;sula yetime ve esire yedirirler. Ve (yedirirken de on&#;lara) Biz size Allah rızası için yediriyoruz. Sizden ne bir karşılık ne de bir teşekkür beklemiyoruz. Çünkü biz Rabbimizden bed çehreli asık suratlıbir günün azabın&#;dan korkarız der&#;ler."

(İnsan )

Kendilerinin o yemeğe ihtiyaçları varken yedirirler veya seve seve yedirirler,yahut Allah sevgisinden ötürü yedirirler, ya da sevdikle&#;rinden, sevdikleri yemekten yedirirler. Bir de yedirirken yedirdiklerine: &#;Size ancak Allah için yediriyoruz. Sizden ne bir kar&#;şılık isteriz, ne de bir teşekkür derler.&#; Değilse ben size yediriyo&#;rum, ben size yardım ediyorum, o halde siz de benim karşımda şöyle şöyle davransaydınız, elimi bari öpseydiniz, ben gelince ayağa bari kalksaydınız sözümü dinleseydiniz vs, vs. Gerçek mü'minler böyle yapmazlar. Mü'minler yaptıklarını Allah için ya&#;parlar. Ona başka şeyleri asla karıştırmamaya çalışırlar.

Ama ba&#;kıyoruz bugün yemek yedirenlere, ziyafet çekenlere ne adına ya&#;pıyorlar bunu? Dergiye abone toplayalım diye, dergaha adam bulalım diye, partiye üye kaydedelim diye, cemaatin sayısını artı&#;ralım diye, ya da hoca desinler diye, zengin desinler diye, beni adam yerine koysunlar diye, bugüne kadar kazandığım sosyal sta&#;tümü kaybetmeyeyim diye, ya da bugün tavuk vereyim de yarın kaz gelir diye, ya da kasamı doldurayım, kesemi şişireyim diye. Bugün in&#;sanlar bunun için yediriyorlar. Veya işte başa kakıyorlar, yedirdiklerini ezme adına yediriyorlar ki bunların hiç birisi Allah&#;ın istediği ikram de&#;ğildir.

Öyleyse başa kakılarak, baş kakıncı yapılarak, yapılan ik&#;ram sü&#;rekli gündemde tutularak ya da eziyet edilerek, yapılan bir iyilik kar&#;şılığında karşısındakine hükmetmeye kalkışılarak, sada&#;kalarımızı boşa çıkarmayalım. Böyle yapmaktansa, onların onurla&#;rını kırarak, iz&#;zeti nefislerini rencide ederek bir şeyler vermek&#;tense onlara güzel bir söz söylememiz, maruf bir söz söylememiz daha hayırlıdır.

"Güzel bir söz ve bağışlama, arkasından ezi&#;yet gelen sadakadan daha hayırlıdır. Muhakkak ki Allah Ğa-nî&#;dir, Halîmdir."

Onlara güzel söz söyleyin, tatlı söz söyleyin, hoş görülü olun. Onlara yardımda bulunarak arkasından burunlarından getir&#;menizden, onurlarını kırmanızdan daha iyidir. Şunu hiçbir zaman unutmayın ki, Allah sizden daha zengindir ve sizin bu şekilde ya&#;pacağınız yardım&#;lara da ihtiyacı yoktur. Çünkü İslâm&#;da eziyetleri engellemek menfaati celp etmekten daha evlâdır.

İhtiyaçlı olan kişiye güzel söz söylenir güler yüz gösterilir. Eğer ona o anda verebilecek bir şeyimiz yoksa Kardeşim şu anda imkânım yok. Allah ihtiyaçlarını gidersin. Allah yardımcımız olsun! Gibi güzel söz söylenir ve o kişinin ih&#;tiyacını açığa vurmadan kusuru affedilirse hem Allah&#;ın rızası kazanılır hem de ihtiyaç sahibi kişinin kin, haset ve nefreti engellenmiş olur. Allah&#;ın Rasûlü bir hadislerinde:

"Güzel söz sadakadır. Müslüman kardeşini güler yüzle karşılaman iyiliktir."

Buyurur. (Müslim)

İnsanlara söylenebilecek en güzel söz birine bir şeyler verir&#;ken şöyle demektir: Al kardeşim. Bu benim değil senindir. Bu benim malımın içinde Allah&#;ın sana verilmek üzere verdiği hakkıdır. Ben şu anda sana benim olan bir şeyi değil senin kendinin olan bir şeyi veri&#;yorum. Bu senin hakkındır. Bu benim malımın içinde sana verilmek üzere Allah&#;ın hakkıdır. Allah bunu sana verilmek üzere bana vermiş&#;tir demek zorundayız. Hani Meâric sûresinde:

"Onların mallarında isteyen ve isteyemeyenlerin hakkı vardır."

(Meâric 24, 25)

Buyuruluyordu ya, işte bu verdiğimiz bizim malımızın içinde on&#;lara verilmek üzere Rabbimizin koyduğu fazlalıktır ve onu, on&#;lara güzellikle ulaştırmak zorundayız. Bu konunun önemini biraz daha perçinlemek için, bakın Rabbimiz bundan sonraki âyet-i ke&#;rîmesinde yine şöyle buyurur:

"Ey iman edenler! Sadakalarınızı, Allah&#;a ve âhiret gününe iman etmeyen ve mallarını insanlara göste&#;riş olsun diye infak eden kimseler gibi başa kaka&#;rak veya eziyet vererek boşa çıkarmayın! Bu kişilerin (harcamala&#;rının) durumu, üzerine ince toprak örtülmüş sert kaygan bir kayaya benzer. Ona şiddetli bir yağmur bet eder de (toprağını götürür ve) çırılçıplak bir hale getirir. (İşte on&#;lar) kazanç olarak bir şey elde edemezler. Şüphesiz ki Al&#;lah kâfir olan bir kavme hidâyet etmez.

Bu tür hareketler imanla asla bağdaşmaz. Bunlar İmandan kay&#;nak&#;lanan şeyler değildir. Çünkü iman, iman sahiplerini korumayı ve desteklemeyi emreder. İman, iman sahiplerinin imanlarını yaşaya&#;bilecek huzura kavuşturulmalarını emreder. İman, kendisinden kay&#;naklanarak yapılan amellerin boşa çıkarıl&#;mamalarını emreder. Rab-bimiz bu âyet-i kerîmesinde mallarını gösteriş için harcayan ve har-cadıklarını da, baş kakıncı yapan kimseleri Allah&#;a ve âhirete inanmayan insanların yanı başında zikrediyor. Allah&#;a ve Âhiret gü&#;nüne iman etmeyenler mallarını gösteriş ya da dünyevî menfaatler elde etmek için harcarlar. Bir yere bir harcama yapacakları zaman evvela bununla ne kazana&#;caklarını hesap ederler. Bunlar bu yaptıkla&#;rının karşılığını kesin&#;likle Allah katında bulamayacaklardır. Çünkü bunlar bu yaptıklarını Allah için yapmamışlardır. Menfaat ve riya için yapmışlardır.

Hani hizmetçi kızın biri ağlıyormuş: Ne yapıp ettiysem bir türlü ağamı memnun edemdim diye. Komşu kadın sormuş: Kızım nasıl hiz-met ediyorsun ağana? Bana bir anlatır mısın? Demiş. Kızcağız anlat-maya başlamış: &#;En güzel yemekleri yapıyorum. En güzel yağları döküyorum, en güzel tabaklara koyuyorum üze&#;rine de tezeği koyuyo&#;rum, en güzel en taze bir hayvan tezeğini de üzerine kapatıyorum ama bir türlü ağama beğendiremiyorum&#; di&#;yormuş. İşte kimileri de böyle yapıyor. Adam güzel güzel ameller işliyor ama o amellerinin üzerini tezekle kapatıyor, yâni riya ile, gösterişle kapatıyor. Halbuki Allah böyle bir ameli kabul etmiyor.

Böyle gösteriş olsun diye infakta bulunan ya da infakını baş ka&#;kıncı yapan insanların durumunu anlatırken bir örnek veri&#;yor Rab-bimiz. Sert bir kayalık arazi düşünün ki, yağan yağmurlar üzerin&#;den kolayca akıp gitmektedir. Bu sert arazinin üzerinde in&#;cecik bir toprak tabakası var ve siz bunun üzerine bir şeyler eki&#;yorsunuz. O ektiğinizi korumaya ve yetiştirmeye çalışıyorsunuz. Tohum çıkıyor, fi&#;lizleniyor, dışarıdan tohum filizlenip dal budak saldı diye bakıp bakıp seviniyorsunuz. Sonra bardaktan boşanır&#;casına bir yağmur yağmaya başlıyor. Ve yağan yağmur selleri o kayalığın üzerindeki o incecik top&#;rak katmanını üzerindeki filizlerle beraber söküp silip süpürür. So&#;nunda çekilen tüm zahmetler tüm emekler, harcanan tüm mesailer bir anda yok olup gidiyor. Zira bu filizler köksüzdür, tutunurlulukları yok&#;tur. İşte aynen bunun gibi amellerini köklü bir imana dayandırmayan, basit ve köksüz men&#;faatler ve gösterişler için yapan kişilerin amelleri de böyle yok olup gidecektir. Yarına intikal etmeyecek ve Allah ka&#;tında en ufak bir faydası bile görülmeyecektir.

Ama buna karşılık mallarını Allah için harcayanların du&#;rumu da şuna benzer:

"Mallarını Allah&#;ın rızasını kazanmak ve kalple&#;rindeki imanı sağlamlaştırmak için harcayanların hali, yüksek tepede bulunan bahçenin hali gibidir. Oraya bol yağmur yağar ve meyveleri iki kat olur. Eğer bol yağ&#;mur yağmazsa çisenti olur. Allah yaptıklarınızı hakkıyla görendir.

1- Mallarını Allah için harcayanlar, Allah&#;ın rızasını kazanmak için ve kalplerindekini ortaya koymak için, mü'min olduklarını is&#;patla&#;mak için, ya da kalplerindeki imanlarını amele dönüştürerek kuvvet&#;lendirmek için sadaka verenler. Buradaki:

"Nefislerindekini tespit için verenler."

İfadesinin birinci mânâsı budur. 2- Bunun bir ikinci mânâsı da: Sadaka, sıdk, sadâkat, tas&#;dik, bunlar aynı kökten gelir. Tasdik imanın eylemidir. Tasdik imanın ispa&#;tıdır. Malının tümünün Allah&#;a ait olduğuna inanan kişi mü'mindir. Ama bu imanı eyleme geçirerek, Allah&#;a ait olduğuna inandığı bu malını Allah yolunda sadaka veren kişi de tasdik ehli&#;dir, yâni sıddîktır. "Sa&#;daka burhandır"hadisi de bunu anlatır. Sadaka vermek malın ve canın Allah&#;a ait oluşunu kabulün delili&#;dir. Müminler mallarını ve can&#;larını Allah yolunda kullanarak sada&#;kalarını ortaya koyarlar. Sadaka insanın mal yönündeki imanını doğrulayan bir husustur.

3- Ya da bu, Allah için sürekli verme konusunda sebat ehli ola&#;bilmeyi becerebilmek için verilen demektir bunun mânâsı. Ken&#;dilerini sürekli vermeye alıştırabilmek için infak ederler. Bir bakıma nefis eği&#;timi adına verenler demektir. Yâni nefislerini iman üzerine sa-bit kıl&#;mak için mallarını ve canlarını Allah yolunda fedâ ederler. Zira mal ve can, Allah yolunda fedâya hazır olmadıkça, nefislerin iman üzerine sabit olması mümkün değildir.

4- Ya da sonuçtan kesin olarak emin oldukları halde verir&#;ler de&#;mektir bunun mânâsı. Yâni verene Allah&#;ın kat kat vereceği konu&#;sunda emin olarak verirler. Nitekim Leyl sûresinde de bu konu şöyle anlatılır:

"Artık kim verir ve muttaki olursa, ve hüsnayı da tas&#;dik ederse biz onu kolaya kolaylayacağız."

(Leyl: )

Evet içinizden kim Allah&#;ın verdiğini verirse, yarım ekmek, çey&#;rek ekmek, bir hurma, yarım hurma verirse, Allah güç mü verdi, akıl mı verdi, boş zaman mı verdi, dil mi verdi, bilgi mi verdi onları ve&#;rirse, ama muttaki olarak, benimseyerek, Allah adına ve Allah için ve&#;rirse, ve bir de hüsnayı tasdik ederse, yâni verene Allah&#;ın vereceğine inanarak, bunu tasdik ederek verirse, biz onu kolaya kolaylayaca&#;ğıfunduszeue.info Hesabını kolaylaştıracaktır. Birinci anlamı, Allah onun hayatını kolaylaştıracaktır.

İkincisi, Öyle bir hayat yaşayacak ki o kişi, kazan&#;ması kolay, harcaması kolay, namazı kolay, ikramı kolay, çocuklarını kolayca terbiye eder, hanımını kolayca terbiye eder, kolay karar alır, Allah&#;ın rızasının nerede olduğunu kolayca anlar ve hemen kolayca ona yönelebilir. Kalplerindekini tespit ve tasdik için verenler.

5- Bunun beşinci mânâsı da nefsini mal sevgisinden ve cim&#;rilik hastalığından temizlemek ve Allah yolunda eğitmek için verenler de&#;mektir. Çünkü bugün malını veremeyen kişi yarın ge&#;rektiğinde canını hiç veremeyecektir.

Evet işte böyle Allah için verenlerin ve de kalplerindekini tespit etmek için verenlerin durumu aynen şuna benzer. Bunların durumu öncekilerin tamamen aksine, yüksek bir te&#;pe&#;nin üzerindeki bahçeye benzer. Öncekilerin durumunu alçak bir çuku&#;run içindeki bahçeye benzetmişti Rabbimiz. Yüksek yer ekinin güven ve selâmeti için alçak bir yerden daha iyidir. Çünkü alçak yerler ekine zarar verebilecek birtakım şeylerin saldırılarına, baskınlarına maruz kalabilir. Genellikle çöplükler, artıklar bu tür çukurlara dolar. Ama yüksek yerler bu tür tehlikelerden daha emindir.

İşte mallarını Allah yolunda harcayanlar, böyle yüksekte bulu&#;nan bir bahçeye benzer. Oraya yağan yağmur şiddetli ve bol olursa bolca bitki bitirir. İki kat hâsılat verir. Oraya bolca yağmur yağmasa bile, yâni ufak bir çisenti olsa bile yine bitki bitirir. İşte Allah için malını infak eden mü'minlerin durumu buna benzer. Çok verdikleri zaman öbür tarafta bolca ürün elde ederler, az verseler, çisenti kadar verse&#;ler bile Allah için verdiklerinden, başa kakmadıklarından, gösteriş yapmadıklarından ve de verdikleriyle verdiklerine eziyet etmediklerin&#;den Allah onlara yine bolca sevap verecektir buyurulmaktadır. Bundan sonra bir soru ve vicdanlarımızla bir hesaplaşma nokta&#;sına getirerek sizler şöyle bir uçurumla karşı karşıya gelmek is&#;ter misiniz? Diyerek bizim karşımıza bir tablo daha çıkarıyor.

"Sizden hiçbiriniz ister mi ki, kendisinin hur&#;ma&#;lık ve üzümlüklerden bir bahçesi olsun, altında ır&#;mak&#;lar aksın, içinde her türlü ürünü bulunsun da, kendi üze&#;rine de ihtiyarlık çökmüş ve elleri ermez, güç&#;leri yetmez küçük zayıf çocukları olsun. Derken ona ateşli bir bora bet ediversin de o bahçe yanıversin. İşte Allah, âyetle&#;rini size böylece açıklıyor. Umulur ki, düşünürsünüz."

Rabbimiz burada bize bir ml veriyor. Ömrünün son dö&#;nem&#;lerini yaşayan, zayıf ve ihtiyar olduğu için çalışıp kazanma im&#;kânı olmayan bir adam düşünün. Bu yaşlılık ve güçsüzlüğün yanında kü&#;çük yaşta olmaları ve de hasta olmaları ya da başka sebeplerle ça&#;lı&#;şamayacak durumda olan ve onun eline bakan ço&#;cukları da olan bir baba düşünün. Bu ihtiyar ve güçsüz babanın hem kendisi hem de ço&#;cuklarının geleceği için yıllarca çalışıp ye&#;tiştirdiği ve ümit bağladığı zemininden ırmaklar akan bir hurma ve üzüm bağı var. İçinde başka diğer meyveler de var.

Bu bahçe öyle bir bahçe ki onun geçimini, geleceğini ga&#;ranti ettiği gibi çocuklarının hayatını da güvence altına almaktadır. Bu du&#;rumda, bu yaşta ve bu şartlar altında bu bahçenin bu yaşlı baba için ne kadar önemli olduğunu, bu babanın onun üzerine nasıl titrediğini siz düşünün. Sahip olduğu bu bahçe sayesinde adam son derece ra&#;hat ve geleceğe ümitle bakıyor. Bahçenin dö&#;külüp gelen meyveleri onun tüm yükünü ve sorumluluklarını hafif&#;letiyor, yüzünü güldürüyor.

Ama, tam bu durumda her tarafı kasıp kavuran ateşli bir ka-sırga o bahçede şöyle bir tavaf ediyor. Ekmek teknesi, ümit da&#;ğarcığı tüm meyveler ve tüm ağaçlar harap oluyor, tüm üzüm ve hurma ağaçları yanıp kül oluyor. Ve düşünün ki bu yaşlı, çaresiz adam ya&#;nın-da bakıma muhtaç çocuklarıyla beraber bahçenin önünde duruyor. Artık o andaki onun duygularını kelimelerle ifade etmek mümkün de&#;ğildir. Yüzündeki karalığı, gözlerindeki zillet ve düşüklüğü, kalbindeki kırıklığı, yıkılışı, dökülüşü dile getirmek mümkün değildir. Karşısında duran bu manzara onun kalbinde hayat izi namına, ümit namına ne varsa hepsini silip götürmüştür. Bu kül yığınlarının arasında tüm ya&#;şama sevinci, tüm umutları yok olup gitmiştir.

Yaşı çok ilerlemiş olduğu için yeniden imar etme, yeniden ça&#;lışıp kazanma imkânı da kalmamıştır. Şimdi ne yapsın bu adam? Al&#;lah buyurur ki işte böyle ihtiyarladığınız, çalışıp yeniden kazanma im&#;kânınızın kalmadığı, çağınızın geçtiği bir döneminizde bütün hayatınız boyunca çalışıp kazandığınız şeylerin bir anda yok olup gitmesini ister misiniz? İçinizden kim ister bunu? İşte böyle bir tabloyu güzünüzün önüne getirin, dedikten sonra Rabbimiz karşımıza ikinci bir tablo daha çıkarıyor.

Bir ömür boyu çalışıp çabalayıp, ameller işleyip öbür ta&#;rafta cennet ümit eden bir adam düşünün. Çok şeyler harcamış, çok ameller işlemiş, çok değerli şeyler vermiş, infakta bulunmuş, ağla&#;yanları güldürmüş, yetimlerin başını okşamış, fakirlerin sofra&#;larını doldurmuş, kurslar yaptırmış, yurtlar kurmuş, yollar köprüler inşa et&#;tirmiş. Böylece bu yaptıklarıyla cenneti garanti etmenin se&#;vincini ya&#;şamaktadır. Fakat öbür tarafta çok ciddi bir hayal kırıklı&#;ğıyla karşı karşıya gelmiş. Tüm bu yaptıklarının imansızlık, riya, gösteriş, başa kakma ve eziyet fırtınalarıyla havaya savruldukla&#;rını, ya da yanıp kül olduklarını görünce, eline hiç bir şeyin geç&#;mediğini görünce bu ada&#;mın ne hale geleceğini siz düşünün.

Tıpkı önceki tablodaki yaşlanmış ve çalışıp kazanma im&#;kânı kalmamış adam gibi bu adamında kıyamet günü tekrar çalışıp amel işleme, Allah&#;ı hoşnut edecek ibâdetler yapma imkânı da kalmamıştır. İnfak edecek paranın olmadığı, ibâdet edecek fırsatın kalmadığı bir günde tüm yaptıklarınızın, dünya&#;lık adına yaptığınız için öbür tarafa intikal etmeyerek dünyada kal&#;dığını ya da riya, gösteriş, başa kakma gibi sebeplerle boşa gitti&#;ğini, hiçbir işe yaramadığını görünce aynen bu yaşlı adamın du&#;rumuna düşeceksiniz diyor Rabbimiz.

"İşte Allah size böylece âyetlerini açıklıyor. Düşü&#;ne&#;siniz, ibret alasınız diye."

Eğer bu dünyada, Allah&#;ın âyetleriyle birlikte bir hayat yaşa&#;maz, Allah&#;ın âyetlerinden ve uyarılarından uzak bir hayat yaşar, Al&#;lah&#;ın âyetlerine karşı vurdum duymaz bir tavır takınır, onlarla iç içe olmaz ve bunun tabii sebebi olarak da Allah&#;ın sizden istediği biçimde infak etmezseniz, maldan, candan, bilgiden, boş zaman&#;dan, beden&#;den Allah namına infakta bulunmazsanız tüm hayatı&#;nızı gençliğinizi ve enerjilerinizi bu dünyada kalacak biçimde har&#;car âhiretiniz için bir yatırımda bulunmazsanız aynen bu adamın durumuna düşeceksiniz! Bunu bir saniye bile unutmayın diyor Rabbimiz.

Evet imansızlık, riya, gösteriş, başa kakma ve eziyet verme amelleri bu hale getirecektir. Bunlar kıyamet günü tüm amelleri boşa çıkaracak ve sahiplerine çok büyük bir pişmanlık ve hüsran tattıra&#;caktır. Hem de kıyamet günü insanın hiç bir şeye sahip ol&#;madığı ve de cennete girebilmek için onlara en çok muhtaç ol&#;duğu bir anda tüm ameller boşa çıkacaktır Allah korusun.

"Ey iman edenler! Kazandıklarınızın en gü&#;zelle&#;rinden ve sizin için yerden çıkardıklarımızdan (Al&#;lah için) harcayın. Kendinizin göz yummadan alamaya&#;cağınız pis ve değersiz şeyleri vermeye kalkmayın. İyi bilin ki şüp&#;hesiz Allah Ğanî (zengin) dir, Hamîd (övül&#;meye lâyık) dir."

Rabbimiz bundan önceki âyet-i kerîmesinde kendi rızasına uy&#;gun olarak yapılacak infakın katında kabul edilebilmesi için infak eden kişide bulunması gereken şartları anlatmıştı. İnfakta bulunan kişinin bu infakını sırf Allah&#;ın rızasını kazanmak için ve nefsini temizlemek adına yapması gerektiğini, riyadan, göste&#;rişten, başa kakmaktan ve eziyetten uzak durması gerektiğini an&#;latmıştı. Bu âyet-i kerîmesinde de Rabbimiz harcanacak, infak edilecek malda bulunması gereken şartları anlatıyor. Ve infak edilecek malların türünü anlatıyor. Buyuru&#;yor ki Rabbimiz:

"Kazandıklarınızın en temizinden."

Kazandıklarınızın en temiz ve en güzellerinden infak edin. Bura&#;daki "Tayyibat" ifadesini iki mânâda anlıyoruz.

1- Kazandıklarınızın en temizinden infak edin demektir bu&#;nun mânâsı. Yâni kaynağı temiz olan, kazanma yolu temiz ve he&#;lâl olan, helâl yollardan kazandığınız mallarınızdan infak edin. Ka&#;zanç yolu haram olan, temiz olmayan malları infak etmeyin. Zaten bunlara İslâm mal demez. Nitekim Abdullah Bin Mes'ud'un rivâyet ettiği bir hadisle&#;rinde Allah&#;ın Rasûlü şöyle buyurur:

"Haramdan mal kazanan bir adam ondan infak ede&#;cek olursa kesinlikle bu infakını Allah kabul etmez. Sadaka verecek olursa sadakası kabul edilmez. Onu ver&#;meyip geri bırakacak olursa o mutlaka onun için cehen&#;nem azığıdır. Muhakkak ki Allah kötüyü kötü ile silmez. Fakat kötüyü iyi ile siler. Çünkü pis ve bayağı olan bir şey, pis ve bayağı olan bir şeyi asla silmez."

(İmam Ahmed)

Hattâ Hanefî ulemâsının ifadesine göre herhangi bir kimse, ha&#;ram yollardan kazandığı bir malı, Allah adına ve sevap bekleye&#;rek infak edecek olursa bu adam kâfir olur. Çünkü bu haliyle bu adam ha&#;ramı helâl kabul etmiştir. Ve yine bu adamın bu malı, kendisine infak ettiği fakir onun haramdan kazandığını bile bile kendisine: "Allah sen&#;den razı olsun" gibi bir dua da bulunursa, bu fakir de kâfir olur. Bu iki&#;sinin durumunu bilerek onların bu konuş&#;malarını duyan ve "Amin" di&#;yen kişi de kâfir olur. Evet mallarınızın temizinden yâni helâlinden infak edin diyor Rabbimiz.

2- Mallarınızın en güzellerinden, en kıymetlilerin&#;den infak edin demektir. Bakıyoruz bugün kimi insanlar kendileri&#;nin beğenmedikleri, değer vermedikleri yaramaz mallarını infak ediyorlar. Eski olduğun&#;dan, değersiz olduğundan, tadı tuzu güzel olmadığından, ya da başka kusurları sebebiyle kendilerinde bu&#;lundurmayıp başkalarına savmak istediklerinden veya başka se&#;beplerle kendilerinin ondan kurtulmak istedikleri mallarını infak etmeye çalışıyorlar. Başkaları bu tür malları kendilerine verecek olsalar, gözlerini kapatarak ancak kabul edebile&#;cekleri malları infak etmeye çalışıyorlar.

Ve böylece, Allah ancak bu kadarına lâyıktır demeye çalışı&#;yor-lar. Allah diyor ki böyle yapmayın. Allah buna lâyık değil&#;dir. Allah&#;a imanın gereği bu değildir. Bilesiniz ki Allah Ğanî&#;dir, Allah zengindir. Bu yaptıklarınız Allah için değil kendiniz içindir. Allah Hamîd&#;dir. Allah kendi kendini övendir. Sizlerden hiç biriniz ona onun istediği biçimde kulluk yapmasanız, onu onun istediği biçimde övgüye lâyık görmese&#;niz bile o kendi kendini övendir. Onun ne sizin mallarınıza, ne de öv&#;gülerinize ihtiyacı yoktur.

Öyleyse harcanan, infak edilen mallar kişinin mallarının en te&#;mizi ve en iyisi olmalıdır. Tirmizî&#;nin Bera İbni Azib&#;ten nakil etti&#;ğine göre bu âyetin nüzul sebebi şöyledir. Sahabeden Bera İbni Azib der ki: "Bu âyet biz Ensâr hakkında nazil olmuştur. Bizler hurma bahçele&#;rimizden, çokluğuna ve azlığına göre hurma sal&#;kımları getirir ve muhtaç olanlar ondan istifade etsinler diye, mes&#;cide asardık. Ehl-i Suffe&#;-den dilenenler karınları acıktığı zaman gelirler asalarıyla vurur&#;lar ve bu salkımlardan düşenleri yerlerdi. Sahabeden bazıları da caiz zannıyla, ya da azalacak korkusuyla döküntü, bozuk, adi, çürük çarık şeyleri kırılmış ve düşmüş hurma salkımlarını getirip asmışlardı. İşte bunu beğenmeyen Rabbimiz bunun üzerine bu âyet-i kerîmeyi inzal buyurmuştur. Yâni sizden biriniz nefsinin hoşlanmadığı, değer verme&#;diği, utanarak, yüz bu&#;ruşturarak, istemeyerek, göz yumarak alabile&#;ceği malları infak et&#;mesin buyurdu.

Âl-i İmrân sûresindeki âyet-i kerîme de bu hususu şöyle an&#;la&#;tır:

"En çok sevdiğiniz şeylerden harcamadıkça birre ula&#;şamazsınız. Ve neyi infak etmişseniz Allah onu bil&#;mek-tedir"

(Âl-i İmrân: 92)

Buyurulur. En çok sevdiklerinizi Allah yolunda infak etme&#;dikçe, en çok sevdiğiniz şeyleri harcamadıkça, en çok sevdikleri&#;nizi eliniz&#;den çıkarmadıkça, onlardan vazgeçmedikçe birre ulaşa&#;mazsınız eb-râr olamazsınız diyor Rabbimiz. Eğer sizler dünya birimlerinden sevdiğiniz bir şeyleri, elinizdeki, ayağınız&#;daki, cebinizdeki şeyleri veya işinizi, aşınızı, mesleğinizi, meşrebi&#;nizi, diplomanızı, makamınızı, koltuğunuzu Allah için, ondan vaz&#;geçebilecek bir konum ortaya çı&#;kınca bunu gerçekleştirebiliyor ve ondan Allah için vazgeçebiliyorsa&#;nız, işte o zaman Ebrâr olursu&#;nuz birre ulaşırsınız diyor Rabbimiz.

O halde Ebrâr olabilmek için, birre ulaşabilmek için en çok sev&#;diklerimizi Allah adına infak edeceğiz. Allah adına vazgeçiverece&#;ğiz. En çok oğlunu mu seviyorsun? Onu Allah&#;ın dinini öğrenip öğ&#;ret-me yo&#;luna vakfederek Allah adına infak ediver. Oğlunu mühendis&#;liğe, mimarlığa, ya da çok para getirecek bir mesleğe değil de Allah adına bir hayat yaşayacağı ve Allah&#;ın dinine hizmet edeceği, bir mesleğe adayıp infak ediver. En çok kızını mı seviyorsun onu Al&#;lah&#;ın istediği biçimde eğitip Allah&#;ın istediği bir kul haline getirip Allah adına infak ediver. En çok bir kâlemini mi seviyorsun, bu kâlemle yazmayı çok sevdiğini mi söylüyorsun? Onu Allah adına, Al&#;lah&#;ın kullarından bir kardeşine infak ediver. Yeri gelince onu Allah için elinden çıkar&#;mayı beceriver.

Meselâ öyle yorgunsunuz öyle yorgunsunuz ki, uykuyu o ka&#;dar seviyorsunuz ki o anda, ayakta duracak haliniz yok, hemen yat&#;mak istiyorsunuz. İşte o anda sevdiğiniz ve can attığınız bu uy&#;kunuzu İslâmî bir ihtiyaç, İslâmî bir dert adına harcayabiliyorsanız o zaman işte sevdiğinizi infak etmiş olursunuz. İnfak onun adına ondan vaz&#;geç-mek demektir. Allah adına sizdeki olan o im&#;kândan vazgeçmek demektir. Meselâ hanımınız var çok seviyor&#;sunuz onu, veya arkada&#;şınız var çok seviyorsunuz onu. Onunla beraberliği o kadar seviyor&#;sunuz ki hiç ondan ayrı kalmaya daya&#;namıyorsunuz. Ama Allah&#;ın di&#;nini, Allah&#;ın arzularını icra etme adına ondan ayrılmamız gerektiği noktada eğer bunu ifa edebili&#;yorsak, işte bu Allah adına infaktır.

Hanımlarımız, arkadaşlarımız, sevdiklerimiz, sevecekleri&#;miz, evimiz barkımız, makamımız konumumuz, mesleğimiz, dük&#;kanımız, okulumuz, diplomamız, doktoramız bizim için bizim Al&#;lah&#;a kulluk or&#;tamımıza engel oluşturacak bir noktaya gelmişse bunların tümünden vazgeçmemiz infaktır ve o zaman birre ulaşa&#;cağız demektir.

Şayet kalben, ruhen, bedenen, sosyal biçimde, ekonomik bi&#;çimde ya da aile biçiminde meylettiğimiz, sevdiğimiz, onunla iç içe olmak istediğimiz tüm sevgi unsurlarına infak gö&#;züyle bakabiliyor, onları Allah adına harcayabiliyorsak o zaman birre ulaşabileceğiz demektir. Meselâ öğleyin saat birle iki ara&#;sında uyumayı mı seviyor&#;sun o zamanı Allah adına birilerine âyet anlatmaya, hadis anlatmaya tahsis edip Allah adına infak ediverin. Veya o saatte bir müslümanın bir derdi mi çıktı hemen koşup Allah adına infak ediverin.

Veya en çok sevdiğiniz bir malınızı, en çok sevdiğiniz ye&#;me-ğinizi infak ediverin. Rebî bin Enes kendisine gelenlere hep şeker ik&#;ram edermiş. Bunun sebebini kendisine soranlara da ben bunu çok seviyorum, Rabbimin de en çok sevdiklerinizden infak edin buyurdu&#;ğunu biliyorum, onun için şeker ikram ediyorum bu&#;yurur. Devenin ci&#;ğerini çok seven bir sahâbe de gelen mfirle&#;rine hep ondan ikram edermiş. Meselâ malı, parayı çok seviyor&#;sunuz. Para kazanmaya ayırdığınız zamanları da çok seviyorsu&#;nuz. yada öğleden sonra saat iki üç arası, böyle müşterilerin kaynaştığı, paraların bol olduğu bir zaman, çok para getiren bir zaman. Bu zamanda dükkanı kapatıverip bir hasta kardeşinizin zi&#;yaretine giderek o zamanı Allah için infak edi-verin. Hanımlarınızı çok mu seviyorsunuz onların imkân dahilinde çocuk yapmalarını sağlayın ve böylece hem onların sıhhatlerini Allah adına infak edin hem de kendi gücünüzü infak edin. Gazeteden, TV den haber öğ&#;renme zamanlarınızı Allah&#;tan haber öğrenme adına Kur&#;an ve Sünnete ayırın ve böylece infak ediverin. Evet en çok sev&#;dikleri&#;nizi Allah yolunda infak edin.

Evet biz bugün elimizde ne varsa Allah&#;ın istediği yerde harcaya&#;lım da yarın Allah Kerîm diyelim. Yarın Allah&#;ın huzuruna var&#;dığı&#;mız zaman da: Ya Rabbi! Ne yapayım ben bu kadarını becerebil&#;dim. Sen verdin ben dağıttım. Sen verdin ben harcadım. Sen ver&#;din ben imkân dahilinde sana kulluğa sarf ettim! E şimdi de senin huzu&#;runa geldim, şu anda elimde avucumda olsaydı senin hatı&#;rına yine verirdim. Ama şu anda mal senin, mülk senin, para se&#;nin, altın senin, gümüş senin! diyecek duruma gelmeliyiz inşallah.

Âyet-i kerîmede:

"Kazandıklarınızdan ve sizin için yerden çıkardık&#;la&#;rımızdan."

Deniyor.

Buradaki "Kazandıklarınız" ifadesinden kasıt, ticaret vasıta&#;sıyla kazanılan mallar demektir. "Yerden çıkardıklarımız" ifadesin&#;den kasıt da, ekilip dikilen bitkiler, yerden çıkarılan petrol ve ma&#;denler gibi mallardır. Topraktan hiç masraf etmeden ürün kaldırı&#;yorsak, yâni su&#;lama vs yapmadan ürün alıyorsak onda bir, ama sulama vs gibi bir kı&#;sım masraflar ederek ürün kaldırıyorsak yir&#;mide bir.

Ticaret yoluyla kazandıklarımızdan ve yerden bizim için Rab-bimizin çıkardıklarından Allah yolunda infak edeceğiz. Şunu da ifade edelim ki: Burada infaktan söz edilmiş, bu ze&#;kâttan ayrıdır. Zekâtı bu&#;nun dışında değerlendirmek zorundayız. Çünkü Bakara sûresinin ön&#;ceki âyetlerinde gördük Rabbimiz Ebrâr&#;ı anlatırken saydığı özellikle&#;rin arasında hem zekâtı verenler hem de infakta bulunanlar buyur&#;muştu. Bu ikisi ayrı ayrı zikredil&#;diğine göre zekâtla infak ayrı ayrı şeylerdir. Kaldı ki Kur&#;an zekâta infak demiyor sadaka diyor.

Öyleyse biz de mutlaka zekâttan ayrı infakta bulunacağız. Ma-aşımızın onda birini mutlaka vereceğiz. İçi&#;mizde öğretmen ve memur arkadaşlarımız çoğunlukta. Az evvel araziden elde ettiklerimiz konusunda onda bir yirmide bir demiş&#;tim. Şimdi bizim maaşları han&#;gisine benzeteceğiz? Bizim maaşlar ticaret değil, deve değil, sığır de&#;ğil, tarla değil, tapan değil ne ya? Bizimki zekâta konu değil, maden de değil yâni. Bizim maaşlar hattâ ameleninkine göre avantadan geli&#;yor gibi. Öğretmenlik yap&#;tığınız okuldaki müstahdemlere bir bakın inanın ki çok perişanlar. Öyleyse Allah için harcayalım yahu.

Veya işte KDV&#;den alınanlar hepten avantadan gibi değil mi? Arada bir böyle beklemediğimiz zamanlarda avantadan para&#;lar geli&#;yorsa onun da beşte birini ayıralım, çünkü zaten bu yoktu hesapta. Köyden geliyorsa, kentten geliyorsa, bir yerlerden in&#;tikal etmişse on&#;ların da geliş biçimine göre onda bir yirmide birini Allah için ayıralım. Yâni bizim de Allah rızası için birileriyle mal münâsebetimiz bulunsun. Yâni bizim de dünyamızda çevremizde fakirler de bulunsun. O gari&#;banların dünyasına da girmiş, onların hallerini de muttali olmuş ola&#;lım.

Meselâ şöyle yapmayalım yâni: Hasan iyidir, hoca efendi&#;dir, dü&#;rüsttür, gayretlidir, onun çevresinde vardır fakir fukara. Biz kendi aramızda toplayalım ayda bir üç beş milyon lira ona verelim o da çev&#;resindeki fakir fukaraya versin demeyelim. Çünkü Hasan o tanıdıkları olan garibanlara onu verirken dağıtırken onları üz&#;memeye çalışacak, onların evlerine gidecek, onların durumlarını gözleriyle görecek, ezi&#;lecek, sofralarına oturunca içi burkulacak, onların perişan vaziyetlerini gördükçe kalbi parçalanacak. Ek&#;mekleri yenmez, ayranları içilmez, sergilerinde oturulmaz. O bir çok acıları tadarken siz de elhamdü lillah paramızı verdik, infakımızı yaptık ve kurtulduk mu diyeceksiniz? Siz de gidin talebe evlerine ve görün onların vaziyetlerini. Görün de evle&#;rinizdeki ha&#;yatlarınızdan bir utanın. Zaten bu malı Allah size bunun için ver&#;miştir.

Allah sizi bizzat o malla imtihan etmek isterken, onun sorum&#;luluğunu bizzat size yüklerken bunun tam aksine siz bu görevi baş&#;kalarına aşırmayın. Her müslüman kendisi Allah beni bu malla imti&#;hana lâyık görmüş, madem ki bana mal vermiş ve beni bu malla imti&#;han etmeyi murad etmiş, öyleyse ben de Allah için bu imtihanın hak&#;kından geleceğim diyerek uğraşmak zorun&#;dadır.

Bir de şunu söyleyeyim: Elinize kaç lira geçiyorsa hemen o anda, parayı alır almaz hemen Allah için harcayacağınız miktarı be&#;lirleyip ayırmazsanız sonra mümkün olmuyor. Beş milyon mu aldınız, onu dört milyon kabul edin, aldığınızı o kadar kabul edin tamam geri&#;sini infak edin, infak edelim inşallah.

Bundan sonraki âyet-i kerîmesinde Rabbimiz insanları bu ko&#;nuda şeytanın saptırdığını, infaktan alıkoymaya çalıştığını ya da mal&#;larının en kötülerinden en değersizlerinden vermeye teşvik ettiğini anlatarak şöyle buyurur:

"Şeytan sizi verirseniz fakir düşersiniz diye kor&#;kutur. Ve size fuhşiyatı emreder. Allah ise size ken&#;di-sinden bağışlama ve bolluk emreder. Allah vasidir, bilendir."

Rabbimizin bu âyetinde çok açık bir şekilde ifadesine göre şey&#;tan Allah yolunda infak etmek isteyen müminleri sürekli fakir düş&#;mekle korkutur ve onlara cimriliği emreder. Bolca verirseniz mallarını&#;zın en iyisini verirseniz fakir düşersiniz, ele âleme muhtaç olursunuz diyerek insanları korkutmaktadır. İnsan bu konuda şeytanın iğvalarına kapılır onun direktiflerine uyar onu sevindirir ve infaktan vazgeçerse bu alçağı sevindirmiş ve Allah&#;ı darıltmış olur.

Ama maalesef bakıyoruz bu konuda insanların öne sürdük&#;leri en büyük mâzeret bolca verirlirse malların en değerlilerinden verilirse o zaman mallar eksilecek, ekono&#;mik güç kaybedilecek ve fakir düşü&#;lecek korkusudur. Çünkü Allah için harcama yapmak zahiren bu malın eksilmesi demektir. İşte şeytan insanın bu zaafını çok iyi bildiğinden ona buradan yaklaşmakta ve onun Allah yolunda infakta bulunmasını engellemeye çalışmakta&#;dır. "Yeter be kardeşim! Her şeyini verip de el açacak duruma gelecek değilsin ya! Herkes senin kadar verseydi bu toplumda fa&#;kir mi kalırdı? Sen sana düşeni çoktan yaptın!" gibi ves&#;veselerle insanların infakta bulunmalarını engellemeye çalışmaktadır.

Allah da onun tam aksine bize bolluk ve mağfiret vaad etmekte&#;dir. Rabbimiz nefsin ve şeytanın bu tür arzularına karşı gele&#;rek en çok sevilen malları kendi rızası yolunda harca&#;mayı emrediyor. Verenlere hem dünyada hem de âhirette daha fazlasını vereceğini vaade-diyor. Rabbimiz dünyada kendi rızası uğrunda mal harcayan&#;lara yaptıklarının karşılığında dünyada ayıplarını, kusurlarını, günah&#;larını örterek, rızıklarını bereketlendi&#;rip çoğaltarak, âhirette de gü&#;nahlarını bağışlayarak mükâfatlar vaâdetmektedir.

Bakın Ebu Hureyre&#;nin rivâyet ettiği bir hadislerinde Al&#;lah&#;ın Rasûlü şöyle buyurur:

"Kulun sabahladığı her gün iki melek iner ve bi&#;risi: "Allah&#;ım! İnfak edene karşılığını ver!" diye dua eder. Diğeri de: "Allah&#;ım! cimrilik edene telef ver!" diye dua eder."

(Buhârî, Müslim)

Allah verene mutlaka daha fazlasıyla mukabelede bulunacak-tır. Ben öyle bir müslüman biliyorum. Önce kiradaydı. Bir evim olursa inşallah onu mutlaka Allah yolunda infak edeceğim diyordu. İlk evi kooperatifte bitti, arkadaşları otururken o kendisi evi sattı, marka çe&#;virdi ve Allah için onu harcadı biliyorum. İnanın ben şahidim ki Allah ona iki daha verdi. Hem de öyle verdi ki kendisi hiç emek sarf etme&#;den babasına yaptırdı ve şimdi oturuyor orada. Kaldı ki adam buna iman etti mi tamamdır. Allah verene ve&#;receğim diyorsa verecektir, bu-nun için örneğe de gerek de yoktur . Allah bize çok veriyor, bize göre verdiklerinden az verdikle&#;rine, biz de verelim ve şuna kesinlikle inanalım ki verdiğimizden çok daha fazlasını Allah bize verecektir.

Bolca verene Allah bereket verecektir. Meselâ bir eve mfir geli&#;yor, ev sahibi ikram ediyor, bir şeyler yenilip içiliyor ve o evden za-hirde bir şeyler eksiliyor. Veya adam malının kırkta birini veri&#;yor zekât olarak ve adamın malı zahiren eksiliyor. Memur aldığı maaşın on da birini almadım sayıyor, infak ediyor. Bütün bunlar zahiren malın eksilmesi gibi görünse de aslında bu adamın geriye kalan malı ona çok rahat yetiyor. Cenâb-ı Hak ona birinci olarak iktifa anlayışı veri&#;yor, istiğna duygusu veriyor, dünyaya karşı ey&#;vallahsızlık ve yeterlilik duygusu veriyor.

İkinci olarak da onun eşyalarına dayanma özelliği veriyor. Ayak&#;kabısı bir yıl dayanacakken iki yıl dayanıverir, elbisesi iki yılda eskiyecek yerde beş yıl dayanıverir. İnfak etmeyenlerin ara&#;bası ta&#;mir-haneden çıkmazken onun arabasına Allah dayanıklılık veriverir, berikisinin hanımı ve çocukları hasta haneden çıkmaz&#;ken infak eden kişinin hanımına ve çocuklarına Allah sıhhat veri&#;verir ve onunki ona bolca yetiverir.

İşte buna bereket denir, Allah bunu dilediklerine veri&#;verir. Ama bunu herkes anlayamaz, bunu ancak kendilerine Allah&#;ın hikmet ver-dikleri anlayabilir. Zaten Rabbimiz bundan sonraki âyet-i kerîmesinde bu hususu anlat&#;maya başlayacak.

Evet şeytan sizi fakirlikle korkutur ve size fahşâyı emreder. Fahşâ, fuhuş fahiş aşırılık demektir. Maddî ve manevî tüm aşırı&#;lıklar. Eşya talebinde, rızık talebinde, mal topla&#;mada, mesken konusunda aşırılık, bilgi talebinde, sevgide, saygıda aşırılık, hürmette tazimde aşırılık, hedeflemede aşırılık, meselâ üç kişiyle devlet kurma tale&#;binde aşırılık, yemede içmede aşırılık ya da kadın erkek ilişkilerinde aşırılık, zevklerde eğlencelerde aşırılık.

Şeytan size fahşayı emreder. Fahşâ, fâhişe kelimesi çirkin söz anlamınadır ve dilin bir afeti olarak kabul edilir. Resûl-i Ekrem efendi-miz, Bedir günü müslümanların müşrik ölüleri hakkında kötü sözler söylemesine müsaade etmemiş, böyle bir hareketin çirkin olduğunu anlatmıştır. Bu hususta "müminin; kötüleyen, lânetleyen ve ağız bozan fâhiş veya fâhişe biri olamayacağını söylemiştir. Bir hadislerinde de, ağız bozan fâhiş söz söyleyen kişiye cennetin haram olduğunu açıklamıştır.

Bir sözün fâhiş olması veya fâhişe olarak nitelendirilmesi, o sözün çok açık kelimelerle çirkin bir şekilde dile getirilmesi ile göze çarpar. Bu tür sözler, genellikle gıybet konusunda kullanılır. Fesat çıkarmak isteyenlerin açık seçik kullandıkları çirkin sözler vardır. Dürüst kimseler, bu çirkin fâhişe sözleri kullanmazlar, onları gizlerler; onların yerine mecazlı ve rumuzlu ifadeler kullanırlar. İbn Abbâs (r.a.) şöyle demiştir: "Allah (c.c.) hayâ sahibidir, bağışlayandır ve sözlerinde kinâyeli davranır. Meselâ "cimâ" konusunda lems (dokunma), duhûl (girme) ve muhabbet gibi fâhiş olmayan kinâyeli ibâreler kullanmıştır.

Şeytan insana fahşayı emreder. Çünkü insanın ilim, madde ve mânâ açısından tekâmül edip, tüm yaratıkların üzerinde kendisine tanınan şerefli mevkiini alabilmesi için yaratılışına ekilen ve karşısına çı-karılan birtakım kötü güçler, onu sürekli biçimde tutkularının kölesi yapmaya ve onları doyurma yolunda sınır tanımadan kendisi, hem-cinsleri ve tüm yeryüzü için hayatı çekilmez bir hâle getirmeye uğraşır. Bunun sonucunda, insanın arzularını giderme uğraşında normal, insanî ve fıtrî çizginin dışına taşıp, sapık yollarda tatmin araması; söz-gelimi nikâhsızlık, zinâ ve benzeri ilişkilere girmek, bu tür ilişkileri nor-mal ve hattâ özendirici hâle getirmek, kadınları birer basit tatmin aracı derecesine düşürmek, kısaca nikâh muâmelesi ve iffet duygusuyla fit-rî ve vasat çizgide tutulması gereken şehvet güdüsünü her türlü ahlâksız ilişkiye vasıta kılmak, Kur'an'ın 'fahşâ' kelimesiyle niteleyip, şid-detle yasakladığı bir durumdur.

&#;Fuhş, fahşa&#; sözlükte, aşırı derecede çirkin söz ve davranış, iğrenç işler, büyük günâh, edep ve ahlâka aykırı her türlü kötülük ve çirkinlik demektir. &#;Fuhş ve fahşa&#;, ölçüyü aşan her türlü edepsizliktir. Normal ölçülere sığmayan bütün çirkin işlere bu isim verilir. &#;Fahiş&#;, bu ismin öznesi (fail ismi) olup çirkin ve ölçüsüz iş yapan demektir. Bunun dişili (müennesi) hem çirkin ve ölçüsüz iş yapan kadın, hem de bizzat kötü fiil veya söz, çirkin davranış anlamlarına gelir.

Türkçe&#;de aşırı olan şeylere &#;fahiş&#; denir. &#;Fahiş fiyat&#; gibi. Yine bu kökten gelen &#;fuhuş&#; da aynı anlamda olup bir kadının evlilik dışı ve meslek edinerek bir menfaat karşılığı vücudunu bir erkeğe cinsel tatmin için sunması demektir. Bununla beraber, sevicilik, lutílik ve erkeklerin evlilik dışı cinsel ilişkileri de fuhşun kapsamına girer. &#;Fahşa veya fuhş&#; temiz yaratılışın tiksindiği ve selim (sağlam) aklın reddettiği, normal ölçünün dışında tiksinti verici bütün davranış ve sözleri ifade eder.

İslâm&#;ın getirdiği ölçüler insanın fıtratına uygun olduğu gibi, haya ve edep örnekleridir. Hem selim aklın kabul edeceği güzellikte, hem de insana bedenen ve ruhen zarar vermeyen şeylerdir. Aksine insanı ruhen olgunlaştırırlar, ahlâkını güzelleştirirler. Buna göre şeytanın davet ettiği bütün işler ve ameller &#;fahşa-fahişe&#;dir, diyebiliriz. İn-sanın fıtratına uymayan, normal olmayan, iyi düşünen aklın çirkin saydığı ve hoş görmediği şeylerdir. Müslüman toplum ahlâklı ve edepli toplumdur. Bu toplumda &#;fahşa-fahişe&#; sayılan sözler ve davranışlar pek yaygın değildir. Mü&#;minler bu türlü işlerden hoşlanmazlar, kaçınmaya çalışırlar. Mü&#;minler, onurlu ve haysiyet sahibi kimselerdir. Onlar, İslâm&#;ın getirdiği fazilet ölçülerini bürünerek, işte, amelde, sözde ve toplumsal ilişkilerde düşük, bayağı, çirkin ve edep dışı şeylerden uzak dururlar. &#;Fahşa&#;nın en büyüğü olan evlilik dışı ilişkilerden kaçınırlar. Aileyi ve nesilleri perişan eden, insan ruhunu olumsuz olarak etkileyen, kadının ve erkeğin değerini düşüren fuhşun her türlüsü ile mücadele ederler.

Ancak bir takım münafık tipliler ile şeytanın yardakçılığına soyunanlar, çeşitli araçlara başvurarak mü&#;minler arasında &#;fahşa-fahi-şe&#;nin yayılmasını isterler, bunun için çaba gösterirler. Müslümanların ve onların toplumunun bozulması için ellerinden geleni yaparlar. Fırsat buldukları zaman kimilerini fuhşa iterler, bu işten zevk ve para kazanmaya çalışırlar. Kimileri de ellerindeki kitap, dergi, gazete, televizyon ve filmlerle bu tür &#;fahşa&#;nın propagandasını yaparlar. Kimileri ba-zı kadınları kötü yola düşürürler, fuhuş yerleri kurarlar, işletirler. Kimileri de buna göz yumarlar, ya da teşvik ederler. İslâm&#;a göre &#;fahşa-fahişe&#; olan bütün bu hayasızlıkları müslümanlar arasında yaymaya çalışanlara dünyada da âhirette de büyük bir azap vardır.

Evet, Allah (c.c) bu &#;fuhuş&#; tacirlerinin iki dünyada da azabı hak ettiklerini haber veriyor. Onların dünyada nasıl bir azap kazandıklarını belki net olarak göremiyoruz ama mutlaka cezalandırıldıkları açıktır. Nitekim bu çirkin işlerle uğraşanların hiç birinin iyi bir yüzü, iyi bir hali yoktur. Dikkat edilirse Kur&#;an, yalnızca evlilik dışı ilişkilere &#;fah-şa&#; demiyor. Bunun yanında her türlü edep ve haya dışı davranış, söz ve fiiller, insanın temiz yaratılışına uymayan bütün işler &#;fahşa-fahişe&#; ismiyle anılıyor.

İnsan şehvete, yani bir takım istek ve duygulara sahiptir. Mala, mülke, geçimliklere sahip olmak istediği gibi nefsinin cinsel istekleri de vardır. Mü&#;min, nefsinin isteklerini meşru yoldan karşılar, mala helâl yoldan sahip olur, inancının dışına çıkan isteklerine sınır koymaya çalışır. Ancak imandan mahrum olanlar ile zayıf imanlılar, nefislerinin istekleri önünde sınır tanımazlar. İsteklerini normal olmayan, insaní ve fıtrí çizginin dışındaki yollardan karşılamaya çalışır. Böylece haddi aşar, normal yolun dışına çıkar, Allah&#;ın koyduğu ölçüleri çiğner geçer; günahkâr, isyankâr ve bağí olur, ya da nefsinin kulu kölesi haline gelirler.

İşte şeytan tüm bu konularda aşırılık emre&#;der. Halbuki bunların hepsinde bir sınır vardır, bir durak noktası vardır, bir doyum noktası vardır. Ama bakıyoruz da bugün şeyta&#;nın saptırmalarına kapılan günümüz insanı tüm bu konularda bir türlü doyuma ulaşamıyor. Durulacak nokta tanımıyor Allah koru&#;sun.

Bütün bunları anlamak da bir hikmet meselesidir. Bunları her&#;kes anlayamaz. Bunları ancak Allah&#;ın kendilerine hikmet ver&#;diği in&#;sanlar anlayabilir.

"Allah dilediğine hikmet verir. Kime hikmet veri&#;lirse ona çok hayır verilmiştir. Ve bunu ancak akıl sa&#;hipleri anlar."

Hikmet tüm dünya hayırlarını ve tüm âhiret güzelliklerini içinde bulunduran bir kavramdır ve bunu sûrenin daha önceki bö&#;lümlerinde, âyet-i kerîmesinde ifade et&#;meye çalışmıştım.

Hikmet Kur&#;andır denmiş. Kur&#;an&#;ın nâsih ve mensuhunu, muh&#;kem ve müteşabihini, helâl ve haramını, emir ve yasaklarını bil&#;mek, Kur&#;an&#;ın tefsirini bilmek, Kur&#;an anlayışına muttali olmak, Kur&#;-an âyetlerinin fıkhına vukufiyettir denmiş. Nitekim Yâsîn sûre&#;sinin başın&#;daki:

"Hakim olan Kur&#;an hakkı için."

Âyet-i kerîmesi bunu anlatır.

Hikmet, sözde ve amelde bet, iman ve amelde bettir den&#;miş. Yâni kişinin sözüyle amelinin, imanıyla amelinin mutaba&#;katı&#;dır denmiş.

Hikmet Allah korkusudur denmiş.

"Hikmetin başı Allah korkusudur."

Hadisi bunu anlatır. (Keşf&#;ul Hafa 1/)

Hikmet sünnettir denmiş. Hikmetli kişi sünneti bilen kişidir den-miş. Rabbimizin şu âyeti bunun delilidir:

"Evlerinizde Allah&#;ın âyetlerinden ve sünnetten oku&#;nan şeyleri hatırlayın. Muhakkak ki Allah Latîf ve Ha-bîrdir"

(Ahzâb: 34)

Âyet-i kerîmesi bu hikmetin sünnet olduğunu anlatır. Zira Ra-sulullah&#;ın hanımları evlerinde Kur&#;an ile birlikte sünnetten başka bir şey işitiyor değillerdi.

Hikmet nübüvvettir denmiş. Rabbimiz peygamberlerine hikmet verdiğini anlatır Kur&#;an-ı Kerîmde. İşte bu hikmet Allah&#;ın peygamber-lerine verdiği rlettir demişler.

Hikmet akıldır denmiş. Hikmet aklı kullanarak Allah&#;ın di&#;ninde bir kavrayış Allah&#;ın kitabına vukufiyet ve Allah&#;ın fazlından kullarının kalplerine koymuş olduğu bir basîrettir denmiş.

Bu âyet-i kerîmesinde de Rabbimiz hikmetin dilediği ve sev&#;diği kullarına verdiği en büyük bir nîmet olduğunu anlatıyor. Vâsî ve Alîm olan Rabbimiz, bu sıfatları gereği yukarıdaki âyet-i kerîmede gördü&#;ğümüz gibi sevdiği kullarına mal mülk ve mağfiret vaadediyor. Şeyta&#;nın korkutmalarına rağmen o bunu kullarına ga&#;ranti ediyor. Ama bu âyet-i kerîmesinden de anlıyoruz ki Rabbimiz sevdiği kullarına sadece mal mülk ve mağfiret vermiyor. Aynı za&#;manda bunun ikisini de birleş&#;tirici olarak hikmet de veriyor.

Hikmet; doğruyu yanlışı, hakkı bâtılı, haramı helâli, güzeli çir&#;kini ayırd etme bilgisi ve melekesidir. Allah&#;ın dininde doğru an&#;layış, din ilmine sahip oluş ve onunla amel ediş lütfudur. Nitekim Allah&#;ın Rasûlü Buhârî ve Müslim&#;in rivâyet ettikleri bir hadis-i şe&#;riflerinde bu hususu şöyle anlatır:

"Allah kimin hakkında hayır murad etmişse onu dinde fakih kılar."

Din ilmini, kitap ve sünnet bilgisini ona lütfeder. Böylece hik&#;met sahibi kişi Allah&#;ın rızasının nerede olduğunu bilen kişidir. Hikmet sahibi kişi şeytanın vartalarına düşmeyen kişidir. Bunun için de Kur&#;-an ve sünneti sahih bir anlayışla anlamak ve yaşamak gerekmektedir. Hak ile bâtılı, şeytanın fısıltılarıyla Allah&#;ın emirle&#;rini birbirinden ayırd edebilmek için Kur&#;an ve sünneti çok iyi bil&#;mek ve buna göre amel etmek gerekir. Eğer bilgi olur da amel ol&#;mazsa Allah insanın anlayı&#;şını, kavrayışını azaltır. Ama ilmiyle amel eden kişinin anlayış ve il&#;mini artırır.

Şeytanın vesveselerine ve dâvetine kulak vererek: Eğer Al&#;lah&#;ın dâvetine icâbet edip Allah yolunda bolca infak edersem malım eksilecek. Ekonomik gücümü kaybedeceğim. Fakir düşe&#;ceğim. diye&#;rek cimrilik eden, infakta bulunmayan, Allah için har&#;cama yapmayan ve kendince dünya hayatında rahat ve huzurunu düşünen kişi hik&#;metten mahrum kişidir.

Çünkü bu adam hayatı tanımamaktadır. Zira onun zannet&#;tiği gibi yaşadığımız şu dünya hayatı yaşanılacak hayatın tamamı değil&#;dir. Bu yaşadığımız dünya hayatı ölümden sonra da devam edecek olan hayatın sadece küçük bir parçasıdır. O halde gelip geçici olan şu dünya hayatının çok kısa sürecek geçici zevkleri ve rahatı için ebedî hayatını fedâ eden kişi, hikmetten mahrum kişidir. İşte Allah mü'min-lere sevdiği kullarına bunun hikmetini vermekte&#;dir.

Kullarına iradeye bağlı olarak iyiliklere hayırlara yönele&#;bilme gü&#;cünü, zararları defedecek, menfaatleri celp edecek se&#;bepleri göre&#;bilme imkânını, basîretini kullarına lütfeden Allah&#;tır.

Hikmet her şeyi yerli yerine koymaktır. Her şeyi yerli ye&#;rinde yapmaktır. Allah&#;ın kendisine hikmet verdiği insan gerek kendisiyle bedeniyle, malıyla ilgili, gerekse hanımı, çocukları, ak&#;rabaları, kom&#;şuları ve çevresiyle ilgili tüm kararlarında, tüm davra&#;nışlarında yerli yerinde hareket eder.

Yerli yerinde konuşur, yerli yerinde karar verir, yerli yerinde hükmeder, yerli yerinde yapar, yerli yerinde alır verir. Bu Cenâb-ı Hakkın ona bahşettiği en büyük bir ihsanıdır.

Ama unutmayalım ki bu hikmet, hikmeti arayanlara verilir. Bu hikmete ancak ona ulaşmak için sa&#;y edenler ulaşabilir. Bu hu&#;susu Ankebût sûresinin âyetinde Rabbimiz şöyle anlatır:

"Yolumuzda cihad edenleri elbette yollarımıza eriş&#;tiri&#;riz. Şüphesiz ki Allah muhsinlerle beraberdir."

(Ankebût 69)

Allah yolunda cehd eden, cihad eden, hikmet kaynağı kitap ve sünneti anlama ve yaşama yolunda çalışıp çabalayan kimseleri hayır yollarımıza, hikmet yollarımıza ulaştıracağız diyor Rabbimiz. Bu şe&#;kilde gayret edenler ancak Rablerinin emirlerine kulak verir ve şeyta&#;nın vesveselerine karşı gelebilirler. Ama böyle değil de sırf bilgi sahibi olmak için kitap ve sünnete yönelen onunla amel etme derdinde ol&#;mayan kimseler şeytanın elinde oyuncak olmaya mahkum olurlar. Öğ&#;rendikleri bu ilmi Allah koru&#;sun günün birinde şeytanın ve tâğut-ların hizmetinde kullanmaya mecbur kalırlar. Çünkü bu kimseler bilgi sahi&#;bidirler ama hikmet&#;ten mahrum kimselerdirler.

Hikmet vahiyle elde edilir. Yâni hikmet her şeyi var eden ve var ettiği şeylere yasa koyan Allah&#;ın dinini ve yasalarını fıkhetmekle mümkün olacaktır. Allah&#;ın dinini, Allah&#;ın kitabını, Allah&#;ın yasalarını bilen kişi hikmet sahibidir. Allah&#;ın yasalarını bilen kişi yerli yerinde söz söyler yerli yerinde iş yapar. Kişinin yapması gerekenleri yapma&#;sı, yapmaması gereken şeyleri de yapmaması, söylemesi gerekenleri söylemesi, söylememesi gerekenleri de söylememesi bu yasaları ta&#;nımasına ve böylece Allah&#;ın ihsa&#;nına ulaşmasına bağlıdır. Bilgisi her şeyi kuşatmış olan Allah bilgi&#;sine, kitap sünnet bilgisine sahip olma&#;sına bağlıdır. Allah bilgisine, kitap bilgisine, sünnet bilgisine, Allah ya&#;saları bilgisine sahip olan kişi hikmet sahibidir.

Allah&#;ın Rasûlü buyurur ki:

"İki kişiye gıpta edilir. Bunlardan birincisi Allah kendisine ilim vermiştir ve onu Allah yolunda harca&#;mak&#;tadır. İkincisi de Allah kendisine mal vermiştir o da onu Allah yolunda harcamaktadır."

İşte bu iki kişiye haset, ya da gıpta caizdir diyor Allah&#;ın Ra-sulü.

Bir adam ki, Allah kendisine nîmet olarak, imti&#;han olarak, ya da dünyada bulunması adına mal ver&#;miş. Adam o malı Allah yolunda helâk etmiş ve bitirmiştir. Yâni adam o malın kendisine ait değil de Allah&#;a ait olduğunu bilmiş, imtihan için onun kendisine verildiğini an&#;lamış, kavramış ve o malı Allah&#;ın istediği biçimde kendisine, ailesine, ehline ve müslümanlara harcayarak imtihanı kazanmıştır. İşte bu adama im&#;renilir diyor Allah&#;ın Rasûlü. Harcadığı malın azlığı çokluğu önemli değildir, bir hurması da olsa, yarım hurması da olsa o konuda Al&#;lah&#;ın kendisinden istediğini icra edip kendisini cehennemden kur&#;tarmasını becerebilmiştir.

Hadiste anlatılan ikinci imrenilen kişi de şudur. Bir adam ki Al&#;lah kendisine hikmet vermiştir, yâni Kuran anlayışı, Kur&#;an ilmi ver&#;miştir. Allah onu kitabıyla tanıştırmış, vahiyle buluşturmuş ve bu yüz&#;den de hikmet vermiştir. Yerli yerince hareket etme imkânı vermiştir. O adam da Allah&#;ın kendisine verdiği bu bilgi ile Kur&#;an&#;ı hakim kılma adına, onu ikâme etme adına ciddi bir gayretin içine girmiştir. Kur&#;an&#;ı hayatında, evinde, çevresinde, iş yerinde, mektebinde, pazarında Kur&#;an&#;ı hakim du&#;rumuna, otorite durumuna getirmiştir. Kur&#;an&#;ı ge&#;cede ve gün&#;düzde ikâme etti. Gecede ve gündüzde namaz kılarak Kur&#;an&#;ı kı&#;yamda okudu. Böylece onun namazlarının kıyamı öyle bir kıyam oldu ki hayatının tümünde o kıyamda okuduklarını kaim kıldı, ayağa kaldırmaya çalıştı.

Namazdaki kıraat vasıtasıyla Allah&#;tan aldığı mesajların ve Al&#;lah&#;a verdiği sözlerinin tümünü sosyal hayatında gerçekleştirdi. Çünkü hadislerde Kur&#;an&#;ın ikâmesinin iki türlü olacağı anlatıl&#;maktadır. Birin&#;cisi onunla hükmedilerek amel edilerek. İkincisi de onu başkalarına anlatılarak olur. Zira hikmetin elde edilmesi sü&#;rekli vahiyle beraberliğe bağlıdır. Kişi ne kadar vahiyle beraber olursa o kadar çok hikmet sa&#;hibidir. O ka&#;dar çok vahiyle konuşma ve vahiyle hareket etme imkânı bula&#;caktır. İşte hikmet budur ve imrenilecek ikinci insan da bu hik&#;mete sahip olan kişidir.

Bakın âyet-i kerîmenin devamında buyurur ki Rabbimiz:

"Bunu ancak akıl sahipleri anlar."

Hakkı, doğruyu, hayrı, güzeli akıllı olanlardan başkaları kesin-likle anlayamazlar. Akıllı olmayan insan ne kendisi anlar, ne de anla&#;tanları dinler. Bakın Rabbimiz bunca âyetiyle kendilerini uyardığı halde bir türlü dinlemeye ve anlamaya yanaşmazlar. Allah&#;ın bunca uyarılarına, bunca âyetlerine karşı âdeta kalplerini, kulaklarını kapa&#;mış-lar, kapılarını, pencerelerini kapatmışlar akıllarını kullanmamaya yemin etmişler. Demek ki âyet-i kerîmenin bu bölümünden anlıyoruz ki hikmete ulaşmak için sadece mal vermek yetmiyor almak da gere&#;ki-yor. Ve yine anlıyoruz ki bu hikmete ulaşmanın ilk ve en önemli şartı düşünmektir. Bu da ancak aklı ve kalbi kullanmakla mümkün olacak&#;tır. İslâm&#;da aklı kullanmak çok önemlidir.

Kur&#;an-ı Kerîmde: "Akıllanmayacak mısınız?" "Akıllarınızı kul&#;lanmayacak mısınız?" Veya "Hâlâ akletmeyecek misiniz?" Gibi âyetler pek çoktur.

"Yaptığınız her harcamayı ve adadığınız her adağı Allah muhakkak bilir. Zâlimlerin yardımcıları yok&#;tur."

Allah her şeyi bilmektedir. Rabbimiz kim ne yaparsa, kim ne tür bir amel işlerse onu ne adına, kim adına yaptığını bil&#;mektedir. Al&#;lah her harcayan kişinin bu harcamasını Allah için mi yoksa gösteriş, riya gibi şeytani yollarda mı harcadığını mutlaka bilmektedir. Kimin ne harcadığını, ne adına harcama yaptığını bil&#;diği gibi aynı zamanda bu harcamada bulunanlara nasıl muamele edeceğini, nasıl bir mükâfat veya nasıl biz ceza vereceğini de bil&#;mektedir Rabbimiz. Mallarını Al&#;lah yolunda ve Allah&#;ın rızası uğ&#;runda harcayanları da şeytanın iğva-larına kapılıp mallarını Allah yolunda harcamayan cimrilik edip elinde tutan veya mallarını mâsiyetler, günahlar yolunda harcayanları bildiği gibi, Allah adına adakta bulunanları, ama Allah adına bulun&#;dukları bu adaklarını yerine getirmeyen zâlimleri veya mâsiyetler yo&#;lunda adakta bulu&#;nanları bilmektedir. Ve âyet-i kerîmede Rabbimiz bu şekilde mal harcayan ve de bu şekilde adaklarını yerine getirmeyenle&#;rin yar&#;dım-cıları yoktur buyuruyor.

Evet mallarını kötülük ve şer tohumları ekmek için harca&#;yan&#;lar, mal varlıklarını gizleyerek: "Benim neyim var ki infak ede&#;yim! Di&#;yenleri ve Allah adına bir adakta bulundukları halde adakla&#;rını yerine getirmeyenleri böylece kendi kendilerine zulmedenleri ve de kendileri infak etmedikleri gibi bir de üstelik başkalarının haklarını yemeye çalı&#;şarak başkalarına da zulmedenleri kıyamet günü dostsuz ve yardım&#;cısız bırakacaktır. O gün kendilerini savu&#;nacak, kendilerine yar&#;dım edecek ne bir dostları ve de bir yardım&#;cıları olmayacaktır bunla&#;rın.

Bu âyet-i kerîmede Rabbimiz iki tür harcamadan söz edi&#;yor:

1-) Birincisi infak. İnfak kişinin mecbur olmadan kendi gönlü ve arzusuyla Allah adına harcama yapmasıdır.

2-) İkincisi de adaktır. Adak da kişinin kendi kendisini mec&#;bur tutarak yine Allah için harcama yapmasıdır. Adak kişinin sırf Allah rı&#;zasını kazanmak için üzerine farz olmayan amelleri kendi kendine farz kılmasıdır. Yâni üzerine farz olmayan amelleri yap&#;maya niyet ederek söz vermesidir.

Bununla şunu demek istiyorum: Aslında adakta bulunmak ibâ&#;det değildir. Yâni Allah bunu yapmak, şunu yapmamak üzere bana adakta bulunun diye bir emir vermemektedir. Ama bir adakta bulu&#;nulmuşsa o zaman bu adağın yerine getirilmesi ibâdettir. Durup du&#;rurken kendi kendine adakta bulunmuş ve onu kendisine farz kılmış olan bir adamın artık bu adağını yerine getirmesi kendisine vacip olur ve onu yerine getirmezse günahkâr olur. Çünkü Rabbimiz İnsan sûre&#;sinin başında:

"Onlar adaklarını yerine getirirler ve şerri salgın olan bir günün şerrinden de korkarlar."

(İnsan: 7) buyurur.

Adaklar iki kısımdır:

1-) Hiçbir şarta bağlı olmadan yapılan adaklar. Hiç bir şarta bağlı olmaksızın durup dururken: "Ben Allah için beş gün oruç tu&#;ta-cağım" Veya "Allah için on milyon infak edeceğim" gibi bir kişinin adakta bulunması gibi. Böyle bir adakta bulunan kişi imkânı ol&#;duğu müddetçe mutlaka bu adağını yerine getirmek zorundadır. Ama im&#;kânsızlıklardan ötürü eğer bu adağını yerine getiremeye&#;cek olursa Allah onu affeder. Hattâ adam hayırlı bir iş yapmak üzere niyet edip adakta bulunmuş ama imkânsızlıklardan dolayı onu yerine getireme&#;mişse böyle hayırlı bir niyetten ötürü kimilerine göre sevap alır.

2-)İkincisi şarta bağlı olarak yapılan adaklar. Meselâ "Eğer bir oğlum olursa bir kurban keseceğim" veya "Eğer oğlum asker&#;den sağ sâlim dönerse üç gün oruç tutacağım" gibi bir şarta mukarin olarak yapılan adaklar. Bu şekilde adakta bulunan kişi adağının konusu ger&#;çekleştiği takdirde adağını yerine getirmesi üzerine vacip olur. Ama bu kişi adakta bulunduğu için değil ada&#;ğını yerine getirdiği için sevap kazanır.

Aslında demin de ifade ettiğim gibi şarta bağlı adak İslâm&#;da hoş görülen bir şey değildir. Ve adak takdiri de değiştirecek değildir. Bakın Abdullah İbni Ömer&#;in rivâyetinde Allah&#;ın Rasûlü insanları adaktan nehyederek şöyle buyurur:

"Adak Allah&#;ın takdir buyurmadığı hiçbir hayrı ge&#;tirmez. Ancak adağı sebebiyle cimrinin elinden mal çıka&#;rılmış olur."

(Buhârî, Müslim)

Yine Ebu Hureyre&#;nin rivâyet ettiği başka bir hadislerinde Al&#;lah&#;ın Rasûlü şöyle buyurur:

"Adak adem oğluna takdir edilmemiş hiç bir şeyi sağlamaz. Lâkin adak bazen kadere muvafık düşer de bu sa&#;y ede cimriden çıkarmak istemediği mal çıkarıl&#;mış olur."

(Buhârî, Müslim)

Bu hadislerden anlıyoruz ki adak Allah&#;ın takdirini değiştire&#;me&#;mektedir. "Hastalığım iyi olursa bir kurban keseceğim" veya "Eğer oğlum sağ sâlim dönerse beş gün oruç tutacağım" diyerek adakta bulunmak ne hastalık konusunda ne de oğlunun sağ sâlim dönmesi konusunda Allah&#;ın takdirine tesir etmemektedir. Hattâ âlimlerin ifade&#;sine göre bu şekilde adaklarla kaderin değişeceğine inanan kişini Al&#;lah korusun kâfir olmuşlardır.

Bir de şirk ve haram olan adaklar var. İnşallah bu konuda da bir şeyler söyleyelim. Adak Allah için değil de Allah&#;tan başka&#;ları için adanırsa meselâ bir put adına, veya salih bir kişi adına veya herhangi bir türbe adına yapılırsa bu şirktir. Meselâ oraya veya o kimseye gi&#;dip: "Eğer şu işim hallolursa senin için şunları şunları yapacağım! Şu kadar harcayacak, şu kadar mum dikece&#;ğim! Derse bu şirktir.

Haram olan adak da haram olan bir şeyi yapmak üzere adakta bulunmaktır. Meselâ "bu işim olursa şu kadar içki içeceğim!" Veya "Eğer bu işim gerçekleşirse seninle ebedîyen konuşmaya&#;cağım! Veya seni öldüreceğim!" gibi adaklar haram adaklardır. Bu tür adakta bu&#;lunmak da haramdır bunun yerine getirilmesi de ha&#;ramdır. Eğer kişi bu tür bir adakta bulunurken yemin etmişse der&#;hal yeminini bozarak kefaret vermesi gerekmektedir. Allah&#;ın Rasûlü Müslim&#;in rivâyet ettiği bir hadislerinde şöyle buyurur:

"Bir kimse bir şeye yemin eder de başka işi ondan daha hayırlı bulursa hayırlı olanı yapsın. Yemininden do&#;layı da kefaret versin."

(Müslim)

Allah adına ne verirseniz, ne yaparsanız, ne yapmayı ve ne vermeyi adarsanız Allah onu bilmektedir. Yaptığınız hiç bir şey boşa gitmemektedir. İnfakta bulunduğunuz insanlar bunun kıymetini bilme&#;seler bile üzülmeyin Allah bunu bilmektedir. Biz yapalım ve kesinlikle inanalım ki Allah onu kay&#;detmektedir.

Bundan sonra Rabbimiz sadakaların verilme usulünü anlat&#;maya başlayacak. Bu âyet-i kerîme inince müslümanlar Rasûl-i Ek&#;rem Efendimize sormaya başladılar. İnfaklarımızı nasıl yapacağız? Gizli mi vereceğiz? Yoksa aleni mi vereceğiz? Diye. Allah&#;ın Resûlüne sorular sordular da bunun üzerine Rabbimiz buyurdu ki:

"Eğer sadakaları açıktan verirseniz bu iyidir. Eğer onu fakirlere gizlice verirseniz bu sizin için daha ha&#;yırlıdır. Allah (Sadakalarınız sebebiyle) sizin günah&#;ları&#;nızdan bir kısmını affeder. Şüphesiz ki Allah yap&#;tıkları&#;nızdan hakkıyla haberdardır."

Burada anlatılan konuda ya farz olan sadakaları yâni zekât&#;ları açıktan vermek, diğer sadakaları, yâni nafile olan infakları gizli olarak vermek daha iyidir. Bu kural tüm ibâdetler için de geçerlidir. Tüm farz olan ibâdetleri açıktan yapmak ama nafile ibâdetleri de gizli yapmak efdaldir şeklinde anlaşılacaktır. Çünkü Rabbimiz farz olan zekât ko&#;nusunda:

"Onların mallarından sadaka al!"

(Tevbe: ) Buyurmaktadır.

Bu âyet zekâtların açıktan alınmaları gerektiğini anlatmak&#;tadır. Eğer bir müslüman farz olan zekâtını gizli verirse o zaman bu adam galiba zekâtını vermiyor gibi sû-i zan altında kalabilir. Namazlar da böyledir. Allah&#;ın Rasûlü nafile namazlarını evinde kılmıştır ama farz namazları mutlaka açıkça ve cemaat halinde kılmıştır.

Burada açıkça vermenin güzel bir şey olduğunu bildi&#;ren âye&#;tin birinci bölümü farz olan sadakalar hakkındadır, gizli vermenin daha makbul olduğunu bildiren ikinci bölüm de nafile olan sadakalar hak&#;kındadır denmiş.

Ya da mallar iki kısımdır, bunlardan birincisinde açıktan ver&#;mek ikincisinde de gizli vermek daha efdaldir denmiş.

1-) Biri ekilen, dikilen araziler, hayvanlar gibi genellikle giz&#;len-mesi mümkün olmayan ve herkesin bilebildiği mallardır ki bun&#;lara "Emval-i Zahira" Yâni açıktaki mallar denir. Bu tür malla&#;rın farz olan zekâtlarını gizlemekte zaten bir fayda yoktur, üstelik gizlendiği zaman töhmet altında kalma ihtimali de vardır. Onun için bunlar ko&#;nusunda açık vermek efdaldir.

2- İkincisi de nakit paralar gibi gizlenmesi mümkün olan mal&#;lar&#;dır ki bunlara "Emval-i batına" yâni gizli mallar denir. Herhangi bir sakınca olmadıkça bu tür malların zekâtlarını açıkça vermek daha faziletlidir. Ama lâyık olanlara ulaştıramama gibi bir sakınca olursa o zaman da nafile sadakalar gibi onu da gizli ver&#;mek efdaldir.

Ya da sadakaları bazı durumlarda açıktan vermek, bazı ko&#;num&#;larda da gizli vermek daha efdaldir şeklinde anlaşılacaktır. Eğer açıkça bir infakta, bir harcamada bulunmak bir hayır tevlid edecekse meselâ başkalarını da infaka teşvik edecekse, çevre&#;dekilere de bu harcama ve infak konusunda bir cesaret verecekse o zaman açıkça infakta bulunmakta bir mahzur yoktur. Hattâ daha hayırlıdır. Zira kimi insanların çevrelerinde infak eden, iyilik yapan insanları görmedikçe bir türlü iyilik yamak, infakta bulunmak akılla&#;rından bile geçmez. İşte böyle insanları iyiliğe, infaka teşvik mak&#;sadıyla açıktan yapılan infak hayırlıdır.

Bakın Allah&#;ın Rasûlü Müslim&#;in rivâyet ettiği bir hadisle&#;rinde şöyle buyurur:

"Müslümanlıkta iyi bir çığır açan kimseye açtığı o çı&#;ğırın sevabı verileceği gibi açılan o çığırdan kıyamete kadar gidecek insanların sevaplarının bir misli de onla&#;rınki eksilmeksizin bu çığır açan kişiye verilecektir. Kötü bir çığır açan kimseye de açtığı bu çığırın vebali, vizri, gü&#;nahı yükleneceği gibi kıyamete bu çığırdan gi&#;decek insan&#;ların günahlarının bir misli de ona yüklene&#;cek."

Bu hadisin sebeb-i vürûdunu sahabe şöyle anlatır: Bir ara Me&#;dine&#;ye çok fakir bir grup insan geldi. O kadar fakirdiler ki bu insanlar bir kumaşı delip içine girivermişler elbiseleri de yoktu. Onları bu vazi&#;yette görünce Rasûlullah&#;ın beti benzi attı. O kadar ürktü o kadar korktu ki Allah&#;ın Rasûlü ne yapacağını şaşırmış te&#;laş içinde bir içeri giriyor bir dışarı çıkıyordu. Zira bu konuda ken&#;disini sorumlu tutuyordu Allah&#;ın Rasûlü. Dini ortaya koyma adına Allah&#;ın Rasûlü bunların dertlerine derman olmalıydı, çare bulma&#;lıydı. Öyleyse gördüğümüz bir eksiklik, bir ihtiyaç karşısında biz de yerimizde duramaz hale gelmeli&#;yiz. Betimiz benzimiz atmalı ve biz de buna çareler aramalıyız. Bu du&#;ruma çok içerleyen Allah&#;ın Rasûlü şöyle buyurdu:

"Ey insanlar! Allah&#;tan korkun! İşte şu gördüğü&#;nüz insanlar da sizin kardeşleriniz! Allah katında birbi&#;ri&#;nize üstünlük ve alçaklığınız yoktur!&#;

Buyurdu ağladı ve Haşr sûresinden âyetler okudu. Sonra bu&#;yurdu ki:

"Herkes bu kardeşlerine altınından, gümüşünden ikramda bulunsun! İnfakta bulunsun! Yarım hurmayla da olsa harcamada bulunsun!"

Dedi. Sonra Allah&#;ın Rasûlü daha bu hutbesini bitirmeden En-sâr&#;dan birisi elinde zor taşıdığı bir çıkınla çıkageldi. Bunu gö&#;ren Al&#;lah&#;ın Rasûlü çok memnun olmuş sahabenin ifadesiyle âdeta yüzü parıl parıl parlıyordu. Mescidin içi öbek öbek yiyecek ve giyeceklerle dolmuş, bu insanların yüzü gülüyor, kimisi yiyor, kimisi giyiniyordu. Onları bu vaziyette gören Allah&#;ın Rasûlü de dini ortaya koymuş olmanın mutluluğu içinde yüzü gülü&#;yordu. İşte bu hadise üzerine En-sâr&#;dan o ilk çıkını getiren o ilk çı&#;ğırı açan sahabe hakkında Al&#;lah&#;ın Rasûlü bu ilk çığır açma hadi&#;sini irad buyuruyordu. Elbette fa&#;zilet bu işe ilk başlayandadır. Bu işe müslümanları ilk teşvik edende&#;dir.

Nitekim Abdullah ibni Ömer&#;in rivâyet ettiği bir hadislerinde Al&#;lah&#;ın Rasûlü şöyle buyurur:

"Gizlice vermek açıktan vermekten daha efdaldir. Ama açıkça verdiğinde kendisine uyulmasını isteyen kimse için de açıkça vermek daha efdaldir."

Ama bazen de kendisine infak edilen kişinin durumu söz ko&#;nusu olabilir. Kendisine infak edilen kişinin izzeti nefsinin ren&#;cide edilmesi, iffetinin ve onurunun kırılması söz konusu olursa o zaman da sadakanın gizli verilmesi efdal olur. Tabi bu alan açı&#;sından böyle olduğu gibi veren açısından da aynı tehlike söz ko&#;nusu olabilir. Gu&#;rura kapılması, riyaya kaçması gibi bir kısım tehli&#;keler söz konusu ise o zaman gizli yapması daha efdaldir. Gizli yapılan sadaka her türlü gösteriş tehlikesinden uzak, başkalarının haberi bile olmadan sadece adına infakta bulunduğu Allah&#;la kendi arasında bu işin yapılması, alan açısından da veren açısın&#;dan da bir eğitim konusudur ve daha hayırlıdır. Çünkü Allah&#;ın Rasûlü bir hadislerinde şöyle buyurur:

"Allah ne desinler adına hayır yapan süm'acıdan, ne gösteriş yapan müraiden, ne de minnet altında tutan mennandan hiç bir şey kabul etmez."

Ecdadımız bunun örneklerini bize çok güzel bir şekilde sun&#;muştur. Kimisi sessiz sedasız bir âmânın eline bırakmış, kimisi kendi&#;sini göstermeden fakirin geçeceği yere onun görebileceği biçimde bı&#;rakmış, kimisi kendisini bildirmeden fakir uykudayken onun cebine bı&#;rakmış, kimisi başkaları aracılığıyla muhtaç karde&#;şine ulaştırıp kendi&#;sine karşı o kardeşinin eziklik duymamasını temin etmiş kimisi de ad&#;resine postalayarak kimliğini belli etmeden kardeşine ulaştırmıştır. Bunları hepsi de gösterişten, riyadan, süm&#;adan ve karşısındakini minnet altında tutmaktan sakınmak içindir. Ebu Dâvûd&#;un rivâyet ettiği bir hadislerinde Allah&#;ın Rasûlü bu hususu anlatırken bakın şöyle bu&#;yurur:

"Sadakanın en faziletlisi az bir şeyi olan kişinin fa&#;kire gizlice verdiği ve gücünün son yettiğidir."

Yine Buhârî ve Müslim&#;in birlikte rivâyet ettikleri bir hadisle&#;rinde Allah&#;ın Rasûlü Rahmânın arşının gölgesi altında gölgelene&#;cek yedi yiğitten bahsederken bunlardan birisinin de:

"Bir adam ki sadaka verir ama bunu yaparken de sağ elinin verdiğini sol eli duymayan"

Kişi olduğunu haber ve&#;rir.

Bundan sonraki âyet-i kerîme müslümanlar arasında daha ön&#;ceden mevcut olan bir yanlış uygulamayı, bir yanlış anlayışı düzelt-meyi hedefler.

"(Ey peygamberim!) Onları yola getirmek se&#;nin boynuna borç değildir. Ancak Allah dilediğini hidâ&#;yete er&#;dirir. Hayırdan ne yaparsanız kendiniz içindir. Yalnız Al&#;lah rızası için harcama yapın. Hayırdan ne harcamışsanız o size döndürülür ve asla zulme de uğ&#;ramaz-sınız."

Bu âyet gelmeden önce müslümanlar arasında şöyle bir an&#;la&#;yış yaygındı: İnfak ancak mü'min olanlara yapılır. Mü'min ol&#;mayan in&#;sanlara yardımda bulunmak da, onlara harcama yapmak da caiz de&#;ğildir. Bu yüzden müslümanlar, müslüman olmayan ak&#;rabalarına, ya&#;kınlarına ve diğer gayri müslimlere yardımda bu&#;lunma konusunda te&#;reddüt ediyorlar, bunun caiz olup olmadığını Allah&#;ın Resûlü&#;ne soru&#;yorlardı. Ey Allah&#;ın Rasûlü! Bu bizim dini&#;mize girmemiş, müslüman olmamış fakir akrabalarımıza yardımda bulunmak bizim içimizden gelmiyor. Bunlar müslüman olmadıkça onlara infakta bulunmak iste-miyoruz diyorlar, Allah&#;ın Rasûlü de bunu hoş görmeyerek onlara infakı yasak kılıyordu.

Meselâ sahabeden Hz. Ebu Bekir&#;in kızı Esma müşrik olan ak&#;rabaları kendisinden bir şeyler istemeye gelince: "Vallahi Rasulul-lah&#;tan bu konuda müsaade almadıkça size bir şey veremem! Çünkü sizler benim dinimde değilsiniz&#; Diyerek bu konuda Allah&#;ın Resûlüne sormaya gelince Rabbimiz bu âyet-i kerîmesiyle bu yanlış anlayışı değiştiriyordu.

Ey peygamberim! Onlar hidâyette değiller diye onlara har&#;cama yapmamak, yardımda bulunmamak sana ve müslümanlara yakışmaz! Zira onların hidâyeti seni ilgilendirmez. Bu senin boynuna borç değil&#;dir. Yâni onları hidâyete erdirmek sana düşmez! Onların kalplerine İslâm&#;ı, imanı sokmak senin işin değfunduszeue.info müslüman olmuşlar ya da olmamışlar bunun seninle ilgisi yoktur! Onların hidâyeti Allah&#;ı ilgi&#;lendirir. Çünkü onları hidâyete erdirmek Allah&#;a aittir! Senin vazifen sadece onlara hakkı duyurmak ve teb&#;liğ etmektir.

O halde bu adamlar müslüman olmadılar diye, yola gelme&#;diler diye, bu adamlar İslâm&#;ı yaşamıyorlar diye onlara sadaka vermezlik yapma! Onlara yardımda bulunmazlık yapma! Kâfir de olsalar, başka dinde bile olsalar İslâm düşmanı olmadıkları sürece onlara infaktan geri durma! buyuruluyor. İfadeden anlıyoruz ki muhtaç olan kişi hangi dinden olursa olsun, İslâm&#;ı yaşasın ya da yaşamasın fark etmez ihti&#;yacından dolayı ona infak edilmelidir. Çünkü bakın âyetin devamında deniyor ki:

"Hayırdan ne harcarsanız, ne infak ederseniz onun sevabı sizedir."

Bundan anlıyoruz ki, infakın sevabı o infakı yapana ait&#;tir, ya&#;pı&#;lana değil. Öyleyse infak edilen kişi, nasıl olursa olsun, kim olursa olsun, hangi dine, hangi inanca mensup olursa olsun muhtaç olduğu ve İslâm&#;la savaş halinde olmadığı müddetçe ona yardımda bulunmak mü'minlerin görevidir. Bu caiz midir değil midir diye bir tereddüde de gerek yoktur.

Bütün toplumlarda en çok tereddüt edilen hususlardan birisi de : infak edilecek kişinin namaz kılıp kılmadığı, İslâm&#;ı ya&#;şayıp ya&#;şamadığıdır. Namaz kılmayana infak edilir mi? Diye merak ediliyor. Oysa nafile olan sadakalar müslüman olmayan, başka din mensupla&#;rına bile verilebilirken fâsık müslümanlara vermek öncelikle sahih ola&#;caktır.

Nafile olan sadakalar müslüman olmayanlara da veri&#;lebilir. Müslüman olmayan birine sadaka vermek caiz olduğuna göre Allah&#;ın emirlerinden çıkmış İslâm&#;ı yaşamayan fâsık bir müslümana sadaka vermek kesinlikle sahih olur. Kişi verdiğini Allah rızası için verdikten sonra verilen kişinin amelinin ne olduğu, nasıl olduğu önemli değildir.

Nitekim Buhârî ve Müslim&#;in Ebu Hureyre&#;den rivâyet ettikleri bir ha&#;dislerinde, zina eden zâniye bir kadına, bir zengine ve bir hırsıza sa&#;daka veren bir kişi hakkında Rasulullah efendimizin:

"Senin sadakan kabul olmuştur. Zina eden ka&#;dına gelince muhtemeldir ki o infakın sebebiyle iffetini koruya&#;cak ve zinadan vazgeçecektir. Zengine gelince muhtemel&#;dir ki ibret alacak ve Allah&#;ın kendisine verdi&#;ğinden o da infak edecektir. Hırsıza gelince muhtemel&#;dir ki hırsızlık&#;tan vazgeçecektir."

Buyurduğunu haber vermektedir.

Rabbimiz müslümanlara tüm muhtaçlara Allah&#;ın rızasını ta&#;lep ederek yardım ellerini uzatmala&#;rını bir vecibe sayıyor. Tüm insan&#;lığa karşı müslümanların göğüs&#;lerinin açık olmasını, müsamaha ka&#;natlarını germelerini istiyor. Çünkü müslüman hep mesaj veren kişidir. İnsanlığın dirilişi, insanlığın Allah&#;ın dinine abone olması ve cennete gitmesi için çırpınan ve bunun için de her tür fedakârlığa hazır olan kişidir.

Bundan sonra Rabbimiz insanlar arasında sadaka ver&#;meye, infakta bulunmaya en fazla lâyık olan insanları arzetmeye başlıyor. İnsanlar arasında yardıma en çok ehil olan kişilerde bu&#;lunan dört sı&#;fattan söz ediyor Rabbimiz ve şöyle buyuruyor:

"(Ey peygamberim!) Sadakalar kendilerini Al&#;lah yoluna adayan, kazanç için yeryüzünde dolaşa&#;mayan, iffetleri sebebiyle (isteyemedikleri ve hallerini arzedeme-dikleri için) cahillerin kendilerini zengin san&#;dığı, senin kendilerini simalarından tanıdığın, yüzsüzlük edip insanlardan istemeyen fakirler içindir. Hayırdan ne har&#;car-sanız muhakkak ki Allah onu hakkıyla bilendir."

Rabbimiz bu âyet-i kerîmesinde infaka en lâyık insan&#;ları anlatı&#;yor. Bunların toplum içinde tanınabilmeleri ve mü'minlerin ken&#;dile-rine yardım ellerini uzatabilmeleri için Rabbimiz dört sıfat sayıyor.

1-) Birinci özellikleri Allah yolunda tutunmuş olmalarıdır. Ken&#;dile&#;rini Allah yoluna adamış, Allah&#;ın dinini öğrenip öğretmeye, İs&#;lâ-m&#;ın anlaşılıp yaşanır hale gelmesi için kendilerini ilme, tebliğe ve cihada adamış olanlar. Bu yüzden de çalışıp kazanacak za&#;manları ve imkânları kalmamış olanlar. Cihad, tebliğ ve ilim ken&#;dilerini ticaretten, mal kazanmaktan alıkoymamış olanlar. Allah yo&#;luna kendilerini ada&#;mış olduklarından dolayı yeryüzünde rahat dolaşamayan, yâni maişet temini için yol bulamayan kimseler. Ya da Müslümanların dertleriyle problemleriyle uğraşırken ticaret ya&#;pıp geçimlerini temin edemeyen&#;ler.

2-) Ama bir başka özellikleri daha vardır bunların. O da, ha&#;yala&#;rından, iffetlerinden dolayı kendilerini tanımayan bilmeyen in&#;san&#;ların kendilerini zengin zannettikleri insanlardır bunlar. Bunlar muhtaç oldukları halde yüzsüzlük ederek insanlardan bir şey is&#;temedikleri için, hayaları iffetleri insanlara durumlarını açmalarına engel olduğu için görenler onları zengin zannederler.

Onları tanımak gerçekten zordur. Ama:

Sen onları yüzlerinden, simalarından tanırsın. Herkes onla&#;rın durumlarını bilemez. Bunu ancak basîret ve feraset sahipleri anlar. Akıl ve feraset sahibi halden anlar kimseler ciddi ciddi araştırıp bun&#;la&#;rın durumlarını öğrenir ve onlara karşı onların izzeti nefislerini, iffet&#;le&#;rini rencide etmeden gizlice ve güzellikle onlara infakta bulunurlar.

Onlar yüzsüzlük yapıp kimseden bir şey isteyemezler. Kim&#;se-ye hallerini açamazlar. Kendilerine bir şey verilmedikçe sırna&#;şıklık ederek bir şey isteyemezler. İsteyecek olsalar bile mutlaka nezaketle isterler.

Allah&#;ın Rasûlü bu hususu anlatırken Müslim&#;de şöyle buyu&#;rur:

"İstediğiniz zaman ısrarla istemeyin. Allah&#;a ye&#;min ederim ki istemediğim halde ben birinize bir şey ve&#;rirsem verdiğim şeyleri Allah bereketli kılmaz."

Yine bakın Allah&#;ın Rasûlü sırnaşıklık ederek ısrarla in&#;sanlar&#;dan bir şeyler isteyen kişi hakkında Buhârî ve Müslim&#;in rivâ&#;yetinde şöyle buyurur:

"Israrla insanlardan bir şeyler isteyen kişi kıya&#;met gününde yüzünde hiç bir et parçası olmadığı halde Al&#;lah&#;ın huzuruna getirilecektir."

Yine Buhârî ve Müslim&#;in birlikte rivâyet ettikleri bir hadisle&#;rinde Allah&#;ın Rasûlü şöyle buyurur: "Gerçek fakir, öyle kapı, kapı dolaşıp da halkın kendisine bir iki hurma, bir iki lokma verdiği kimse değildir. Gerçek miskin kendisine yetecek zenginliği olma&#;yan ve fakir&#;liği bilinmeyen ve insanlardan hiç bir şey isteyemeyen kimsedir."

Ebu Dâvûd ve Nesei Abdurrahmân Bin Ebi Said&#;den şunu rivâ&#;yet ederler: Bu zat diyor ki: "Annem beni bir şeyler istemek üzere Rasûl-i Ekrem&#;e gönderdi. İhtiyacımızı haber verip bir şeyler istemek üzere Rasûlullah&#;ın yanına varıp oturdum. Allah&#;ın Rasûlü bana karşı dönerek şöyle buyurdu:

"Kim ğanîlik gösterirse onu zengin kılar. Kim de ha&#;fiflik ederse Allah onu iffetli kılar. Kim yetinirse Al&#;lah ona yetecek kadarını verir. Her kimin bir ukıyye de&#;ğerin-de malı olduğu halde dilencilik yapar ve insanlar&#;dan bir şey&#;ler isterse o yüzsüzlük etmiş olur."

Buyurdu. Bunun üzerine ben düşündüm, benim Yakûte ismin&#;deki dişi devem bir ukıyyeden daha değerlidir diyerek iste&#;mekten vazgeçip geri döndüm der."

Malı olduğu halde istemekten Allah&#;ın Rasûlü menedi&#;yor. Müs&#;lüman bunu prensip edinince artık dünyaya ve dünya malına iltifat etmeyecektir. Aman benim olsun. Aman biraz daha olsun. Çabasında olmayacaktır. Zira kişi bir malı o mala tamahla alırsa kesinlikle onun bereketi de olmayacaktır. Allah&#;ın Rasûlü yediği halde bir türlü doy&#;mayan kişiye benzetir onu. Hattâ müslüman ona ihtiyacı yoksa kendi&#;sine kendisi istemeden de tek&#;lif edilen malı da almamaya niyetli ol&#;malıdır. Zira o müslüman ihti&#;yacı yokken kendisine teklif edilen o malı alırsa omuzuna bir so&#;rumluluk alıyor, yük alıyor demektir. Ama bu müslümanın gerçek&#;ten ihtiyacı varsa zaruret saikiyle istemek hakkı vardır.

Çünkü Rabbimiz Kur&#;an-ı Kerîmin pek çok yerinde bu du&#;rum-da olanların zenginler üzerinde haklarının olduğunu anlatmış&#;tır. Yâni bunların zenginlerin malları içinde belli hakları vardır. Bi&#;naen aleyh zor durumda kalıp da isteyen kişi hiç de üzülmemeli zira o kendi hakkını istemektedir. Beriki veren de hiçbir zaman öğünmemeli çünkü zaten ona kendi hakkını veriyor demektir. Böylece anlıyoruz ki iste&#;mek-ten çekineni Allah afif kılacaktır. Yâni mala karşı, dünyaya karşı müstağnî davranan, eyvallahsız davra&#;nan kişiyi Allah zengin kılacak&#;tır.

Ama unutmayalım ki bu anlattıklarım alan kişi için böyledir. Bir de meseleyi veren kişi için yâni zengin olup da vermesi gere&#;ken kişi&#;ler açısından düşündüğümüz zaman onlar da mallarının tamamını ve&#;recek kadar bu konuda hahişkar olmalıdır. Bu isteye&#;meyen kişileri yüzlerinden, simalarından tanıyarak onların iffetle&#;rini bozmadan, on&#;lara kendi yediklerinden, kendi giydiklerinden ulaştırma çabası içine girmeleri gerekecektir.

Allah yoluna kendilerini adamış, Allah&#;ın dinini öğrenip öğ&#;ret-me yoluna koyulmuş cihad ve tebliğle uğraşırken, maişet te&#;minine za-manları ve imkânları kalmamış ama iffetlerinden, utan&#;gaçlıkların&#;dan dolayı da kimseye durumlarını açamayan ve bunun için de in&#;sanların kendilerini zengin zannettikleri, ancak simaların&#;dan tanıya&#;bileceğiniz fakirler infakta önceliklidirler.

İbni Abbas&#;ın ifadesine göre bunlar asr-ı saâdette Ashab-ı Suf-fa idi. Bunlar Medine&#;de Rasulullah&#;ın mescidinde kalan, elbi&#;sele&#;rinin cepleri olmayan, yeryüzünden de bir karış arazileri olma&#;yan, kendilerini sadece ilme ve Allah yolunda cihada ve tebliğe adamış kimselerdi. Sayıları dört yüz kadar olan bu sahabelerin Rasulullah&#;tan İslâm&#;ı öğrenmek ve öğretmekten başka bir dertleri yoktu. Allah Rasülü&#;nün çevresinde, etten kemikten bir kale oluştu&#;rup, hayatlarını bu dâvâya vakfedip yıllar sonra şu anda bile bize bu kitabı, bu hadis&#;leri ulaştıran bu insanlardır.

Her devirde böyle kendilerini Allah yoluna vakfetmiş insan&#;lar bulunabilir. İşte bunlar hayatlarını Allah yoluna vakfettikleri için elbette geçimlerini temin edecek zamanları, imkânları olmayacak&#;tır. İşte böyle insanlar infakta en önde olmaları gereken insanlar&#;dır.

İnfak âyetlerinin sonuna geldik. Bundan sonra Rabbimiz infak-ta zirve noktayı anlatacak ve infakla alâkalı bölümü bitirecek.

"Mallarını gece ve gündüz, gizli ve açık ola&#;rak hayra harcayanların ecirleri Allah katındadır. On&#;lara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir de."

Bu âyet-i kerîme Hz. Ebu Bekir Efendimiz ve Hz. Ali Efendi&#;miz hakkında nazil oldu denmiş. Bu iki efendimiz de yanla&#;rındaki parala&#;rını dörde bölerek bir kısmını gündüz, bir kısmını gece, bir kısmını gizli, bir kısmını da aleni infak etmişler ve böy&#;lece onlar hakkında övgü olarak bu âyet inzal buyuruldu demişler.

Ama o gün bu âyetin konusu onlardı lâkin kıyamete kadar onla&#;rın yolunun yolcusu olan bütün mü'minler bu âyetin konusunu teşkil etmektedir. Mallarını gece gündüz harcayanlar. Gece ve gün&#;düz sürekli infakta olanlar. Yâni herhangi bir müslümanı ihtiyaçlar içinde kıvranırken gördükleri ve duydukları anda hemen zaman kay&#;bet&#;meden, onun ihtiyacına koşan ve onu başka bir zamana erteleme&#;yen, ihmal etmeyen kimseleri anlatır bu âyet-i kerîme. Sıkıntı içinde kıvranan bir kardeşini gece mi gördü? Hemen gece onun yardımına koşan, gündüz mü gördü, yahut duydu? Onu geceye bırakmayıp anında koşan müslüman.

Yâni gece gündüz demeyip, zamanlı za&#;mansız demeyip, gizli açık de&#;meyip sürekli infaka koşan mü'min an&#;latılıyor burada.

Aslında bu âyetin temelinde müslümanın kendi varlığını, kendi imkânlarını müslümanların istifadesine sunması yatmakta&#;dır. Allah bizden bunu istiyor. Tüm imkânlarımızı müslümanların faydalanma&#;sına sunmak zorundayız. Malımızı, bilgimizi, görüşü&#;müzü, aklımızı, zamanımızı, gücümüzü Allah için müslümanların istifadesine sunmak zorundayız.önceki âyetlerde de değinmiştik, malımızın bir bölümünü müslümanlar kullansın, zamanımızın bir bölümü müslümanlara fedâ olsun, bilgimizi müslümanlar kul&#;lansınlar.

Allah bana yirmi dört saat vermiş bunun iki üç beş saa&#;tini çok rahatlıkla müslümanlar kullana&#;bilmelidir. Bu gündüz olabi&#;lir, gece olabilir fark etmez. Müslümanların ne zaman ihtiyaçları olursa o zaman kullansınlar. Gece saat birde ikide de olsa müslümanlar bizim evlerimize gelebilmelidirler. Allah bize bilgi vermişse müslümanlar istedikleri kadar bundan istifade edebilmelidirler. Malımızdan, gücümüzden, zamanımızdan istifade edebilmelidirler. Tüm bu sahip olduklarımızı Allah&#;tan ve O&#;nun kullarından kıskanmamalıyız. Bunları bizden isteyen Rabbimizse O&#;na karşı cimrilik yapmaya hakkımız yoktur. Çünkü zaten neyimiz varsa hepsi O&#;nundur.

İmkanlarımızı keyfe ma yeşa kullanırken, evlerimizi keyfi&#;mize uygun tefriş ederken, istediğimiz arabalara binerken, sofra&#;mızda ağız zevki çeşit çeşit yemeklerimizi yerken şunu hiçbir za&#;man hatırımızdan çıkarmayalım: İhtimal ki yediğimiz bir lokmanın karşısında yokluktan yutkunan bir fakir belki de bizim o soframız&#;dakini kanıyla canıyla elde eden bir şehidin yavrusu veya babası&#;dır. Bu hayatı, bu yediklerimizi nasıl kazandık dersiniz? Öyleyse yerken, içerken, giyerken, binerken, harcarken israf etmeyelim ki infak edecek bir şeylerimiz her ân hazır bulunsun. Harcamaları&#;mızı asgari ölçülere kısalım ki Allah adına har&#;cayacak gücümüz olsun.

Rabbimiz buyuruyor ki o gerçek müslümanlar, ya da infakı zirve seviyede gerçekleştiren müslümanlar gece de infak ederler gün-düz de infak ederler, gizli de infak ederler, âşikâre de infak eder&#;ler, sürekli infak ederler.

Yâni yirmi dört saatlerinin tümü infaktadır bunların. Yatarken, kalkarken sürekli infaktadırlar bunlar. Nasıl? Me&#;selâ adam gece yatarken altına on milyon liralık bir ya&#;tak serip yatı&#;yorsa bunu infak ediyor denebilir mi? Elbette denmez değil mi? Yâni bu adam altına bu parayı sererek infaktan hapse&#;diyor demektir. İnfaka açık tutması gereken bu parayı kendine hasrediyor demektir. Adam onu oraya bağlamasaydı belki o ak&#;şam kendisine ihtiyaç adına gelen bir kardeşine hemen vermek üzere hazır bulunduracaktı. Hal&#;buki onu kendi şahsına münhasır kılarak infaktan hapsetmiş oldu.

Bakara Suresi Ayet Meali, Arapça Yazılışı, Anlamı ve Tefsiri

Bakara Suresi ayeti ne anlatıyor? Bakara Suresi ayetinin meali, Arapçası, anlamı ve tefsiri

Bakara Suresi Ayetinin Arapçası:

لَا يُكَلِّفُ اللّٰهُ نَفْسًا اِلَّا وُسْعَهَاۜ لَهَا مَا كَسَبَتْ وَعَلَيْهَا مَا اكْتَسَبَتْۜ رَبَّنَا لَا تُؤَاخِذْنَٓا اِنْ نَس۪ينَٓا اَوْ اَخْطَأْنَاۚ رَبَّنَا وَلَا تَحْمِلْ عَلَيْنَٓا اِصْرًا كَمَا حَمَلْتَهُ عَلَى الَّذ۪ينَ مِنْ قَبْلِنَاۚ رَبَّنَا وَلَا تُحَمِّلْنَا مَا لَا طَاقَةَ لَنَا بِه۪ۚ وَاعْفُ عَنَّا۠ وَاغْفِرْ لَنَا۠ وَارْحَمْنَا۠ اَنْتَ مَوْلٰينَا فَانْصُرْنَا عَلَى الْقَوْمِ الْكَافِر۪ينَ

Bakara Suresi Ayetinin Meali (Anlamı):

Allah, kimseyi gücünün yetmeyeceği şeyle sorumlu tutmaz. Herkesin yaptığı iyilik kendi yararına, işlediği günahlar da kendi zararınadır. O mü’minler, niyazlarına şöyle devam etiler: “Rabbimiz! Unutur veya hata edersek bizi cezalandırma! Rabbimiz! Bizden öncekilere yüklediğin gibi bize de ağır bir yük yükleme! Rabbimiz! Kaldıramayacağımız şeyleri de bize yükleme! Günahlarımızı affet, bizi bağışla, bize merhamet et! Sen bizim sahibimiz ve yardımcımızsın. Kâfirler gürûhuna karşı bize yardım eyle!”

Bakara Suresi Ayetinin Tefsiri:

Burada yer alan “Allah, kimseyi gücünün yetmeyeceği şeyle sorumlu tutmaz” (Bakara 2/)ifadesi, Allah Teâlâ’nın kullarını sorumlu tuttuğu dini emirlerdeki ölçüyü haber vermektedir. Dolayısıyla insanlara güç yetirebilecekleri şeyleri teklif etmek, Allah’ın değişmez bir kanunudur. Bu da Rabbimizin kullara olana rahmet, merhamet ve ihsanının bir göstergesidir. Allah sizin için kolaylık diler, fakat zorluk dilemez (Bakara 2/) ayeti de bu gerçeğe ışık tutmaktadır. Ancak kul, yine de Rabbine niyaz halinde olmalıdır.

Nitekim Kur’ân-ı Kerîm, zaman zaman mü’minlerin Allah Teâlâ’ya nasıl dua edeceklerini bildirir. Burada da çok mühim dua ve niyaz örnekleri yer almaktadır. Bunlardan birincisi:

“Rabbimiz! Unutur veya hata edersek bizi cezalandırma!” (Bakara 2/)duasıdır. Gerçekten de Cenâb-ı Hak, mü’minlerin bu duasını kabul buyurmuş, onlardan unutma ve hata yollu vuku bulan günahları affedeceğini müjdelemiştir. Nitekim Sevgili Peygamberimiz şöyle buyurmuştur:

 “Allah Teâlâ hatâ, unutma ve zorlama sûretiyle işlenen günahlardan dolayı ümmetimi hesaba çekmeyecek, onları bağışlayacaktır.” (İbn Mâce, Talâk 16/, )

İkincisi: “Rabbimiz! Bizden öncekilere yüklediğin gibi bize de ağır bir yük yükleme!” (Bakara 2/)duasıdır. Önceki ümmetlere bir kısım ağır sorumluluklar yüklenmişti. Meselâ yahudiler günde elli vakit namaz kılmak, mallarının dörtte birini vergi vermek, pislik bulaşan elbiseyi kesmek, vatanlarından sürülüp çıkarılmak, birçok konuda hemen idam cezası uygulanmak, tevbe etmek için intiharla yükümlü olmak, bir isyan üzerine hemen ceza verilmek, herhangi bir hata meydana gelirse helâl olan yiyeceklerden bazıları yasak kılınmak gibi hükümlerle sorumlu tutulmuşlardı. (bk. Zemahşerî, el-Keşşâf, I, ) İşledikleri günahlar sebebiyle de maymun ve hınzıra çevrilmişlerdi. (bk. Bakara 2/65; Mâide 5/60) İşte müminler bu gibi sıkıntılardan, zorluklardan korunmalarını niyaz ettiler, Allah Teâlâ da Peygamber Efendimiz’i göndererek fazl u keremiyle bu ağır sorumlulukları ümmet-i Muhammed’den kaldırdı. (bk. A‘râf  7/)

Üçüncüsü: “Rabbimiz! Kaldıramayacağımız şeyleri de bize yükleme!” (Bakara 2/)duasıdır. Yani “Dinî sorumluluk olarak güç yetmez, hiç çekilmez, takat getirilmez, yüklenecek olursa yerine getirilemeyecek, isyan ve itaatsizliğe sevkedecek tekliflerde bulunma! Dünya hayatında ceza olarak gelen, bizi mahv ve helak eden, takat yetişmez musibetler, belalar ve sevdâlar altında bizi inletme!” demektir. Bir tevcihe göre, bir önceki dua ile yerine getirilmesi zor olan sorumluluklardan Allah’a sığınılırken, bu dua ile de güç yetirmek zor olan cezalardan Allah’a sığınılmak istenmiştir. Çünkü güç yetmeyecek zor işlerle mükellef tutulan kişilerin, kusur işlemekten tamamen uzak durmaları ve cezaya uğramamaları oldukça zordur.

Dördüncüsü ise: “Günahlarımızı affet, bizi bağışla, bize merhamet et! Sen bizim sahibimiz ve yardımcımızsın. Kâfirler gürûhuna karşı bize yardım eyle!” (Bakara 2/)duasıdır. “Affet” niyazı, günahların silinmesini, yok edilmesini ve bunlarla sorguya çekilmemeyi istemektir. Her ne kadar işlenen günahlar, Allah’ın ilminde belli ve sâbit olsa da, Cenâb-ı Hak isterse onların kullara yönelik sonuçlarını silebilir ve onları bu günahlar sebebiyle cezalandırmayabilir. “Mağfiret” niyazı ise günahların açığa vurulmamasını talep etmektir. Allah Teâlâ yapılan bir günahın cezasından vazgeçebilir ama, onu açıklamaktan ve ortaya dökmekten vazgeçmeyebilir. İşte mü’minler Allah’tan hem günahlarının affını, hem de bunların gizlenmesini istemekle emrolunmuşlardır. Ancak bu şekilde halleri gizli kalabilir ve rezil olmaktan kurtulabilirler.

Bu iki âyet, toplumumuzda daha ziyâde “Âmene’r-Resûlü” ismiyle meşhur olmuştur. Peygamberimize Mirac gecesi vahyedilmiştir. (Müslim, İman ) Bunların faziletiyle alâkalı olarak Allah Resûlü (s.a.s.) şöyle buyurur:

“Bakara sûresinin sonunda iki âyet vardır ki, bir gecede okuyana onlar yeter; onu her türlü kötülüklerden korur.” (Buhârî, Fezâilü’l-Kur’an 10; Müslim, Müsâfirin )

“Allah Teâlâ, Bakara sûresini iki âyetle sona erdirdi ki, bunları bana arşın altındaki bir hazineden verdi. Bunları öğreniniz, kadınlarınıza, çocuklarınıza belletiniz, öğretiniz. Çünkü bunlar hem rahmettir, hem duadır, hem Kur’ân’dır." (Dârimî, Fezâilü’l-Kur’ân 14)

Şimdi, Bakara sûresinde özetle işaret edilen bir kısım mevzuları derinlemesine izah etmek ve sûrenin sonunda yer alan mü’minlerin yardım ve zafer niyazlarına bir cevap olmak üzere Âl-i İmrân sûresi başlıyor:

Bakara Suresi tefsiri için tıklayınız

Kaynak: Ömer Çelik Tefsiri

Bakara Suresi ayetinin meal karşılaştırması ve diğer ayetler için tıklayınız

İslam ve İhsan

PAYLAŞ:                

nest...

çamaşır makinesi ses çıkarması topuz modelleri kapalı huawei hoparlör cızırtı hususi otomobil fiat doblo kurbağalıdere parkı ecele sitem melih gokcek jelibon 9 sınıf 2 dönem 2 yazılı almanca 150 rakı fiyatı 2020 parkour 2d en iyi uçlu kalem markası hangisi doğduğun gün ayın görüntüsü hey ram vasundhara das istanbul anadolu 20 icra dairesi iletişim silifke anamur otobüs grinin 50 tonu türkçe altyazılı bir peri masalı 6. bölüm izle sarayönü imsakiye hamile birinin ruyada bebek emzirdigini gormek eşkiya dünyaya hükümdar olmaz 29 bölüm atv emirgan sahili bordo bereli vs sat akbulut inşaat pendik satılık daire atlas park avm mağazalar bursa erenler hava durumu galleria avm kuaför bandırma edirne arası kaç km prof dr ali akyüz kimdir venom zehirli öfke türkçe dublaj izle 2018 indir a101 cafex kahve beyazlatıcı rize 3 asliye hukuk mahkemesi münazara hakkında bilgi 120 milyon doz diyanet mahrem açıklaması honda cr v modifiye aksesuarları ören örtur evleri iyi akşamlar elle abiye ayakkabı ekmek paparası nasıl yapılır tekirdağ çerkezköy 3 zırhlı tugay dört elle sarılmak anlamı sarayhan çiftehan otel bolu ocakbaşı iletişim kumaş ne ile yapışır başak kar maydonoz destesiyem mp3 indir eklips 3 in 1 fırça seti prof cüneyt özek istanbul kütahya yol güzergahı aski memnu soundtrack selçuk psikoloji taban puanları senfonilerle ilahiler adana mut otobüs gülben ergen hürrem rüyada sakız görmek diyanet pupui petek dinçöz mat ruj tenvin harfleri istanbul kocaeli haritası kolay starbucks kurabiyesi 10 sınıf polinom test pdf arçelik tezgah üstü su arıtma cihazı fiyatları şafi mezhebi cuma namazı nasıl kılınır ruhsal bozukluk için dua pvc iç kapı fiyatları işcep kartsız para çekme vga scart çevirici duyarsızlık sözleri samsung whatsapp konuşarak yazma palio şanzıman arızası