müsebbeb ne demek / Risale-i Nur’da sebepler kavramı

Müsebbeb Ne Demek

müsebbeb ne demek

Sebep nedir, ne demek? Sebep ne anlama geliyor?

  • Sebep nedir, ne demek? Sebep ne anlama geliyor?
  • Kısas Nedir, Ne Demek? Kısas Kelimesi Ne Anlama Geliyor?
  • Tebliğ Nedir, Ne Demek?
  • M&#;stec&#;r ne demektir?
  • Telkin Nedir, Ne Demek? Telkin Kelime Anlamı!
  • Minare nedir, ne demek? Minare ne anlama geliyor?
  • Ocaklık nedir, ne demek? Ocaklık ne anlama geliyor?
  • Takıyye nedir, ne demek? Takıyye ne anlama geliyor?
  • Yezd nedir, ne demek? Yezd ne anlama geliyor?
  • Putperestlik nedir, ne demek? Putperestlik ne anlama geliyor?
  • S&#;reyy&#; nedir, ne demek? S&#;reyy&#; ne anlama geliyor?
  • M&#;ni nedir, ne demek? M&#;ni ne anlama geliyor?
  • Kıta nedir, ne demek? Kıta ne anlama geliyor?
  • Panzehir nedir, ne demek? Panzehir ne anlama geliyor?
  • Y&#;k nedir, ne demek? Y&#;k ne anlama geliyor?

S&#;zl&#;kte “yol, ip, kendisiyle herhangi bir maksada ulaşılan vasıta; şefaat&#;i” anlamlarına gelen sebeb (&#;oğulu esb&#;b) (Lis&#;n&#;’l-ʿArab, “sbb” md

Gazzâlî, sebebin illet ve şarta eklenecek müstakil bir cins (bunların paralelinde ayrı bir tümel kavram) olarak düşünülmemesi gerektiğini belirttikten sonra sebebin kök anlamıyla terim anlamı arasındaki bağı şöyle açıklar: Sebebin dildeki asıl anlamı "ip" ve "yol"dur. Kuyudan su ancak iple çekilebilir; fakat suyu elde etmeyi sağlayan ip değil su çekme fiilidir, bu fiil ise ancak ip sayesinde gerçekleşebilmektedir (krş. Debûsî, s. ). Yine yol olmadan gidilmek istenen beldeye ulaşılamaz, fakat oraya ulaşma yolla değil yolda seyretme ile (yürüme vb. fiil) mümkündür, seyir ise ancak yol sayesinde gerçekleşmektedir. İp ve yolun ulaşılmak istenen hedefe/sonuca (maksûd) nisbeti budur ve maksûda nisbeti bu konumda olan her şeye sebep adı verilmiştir (Şifâʾü'l-ġalîl, s. ).

Fıkıh usulünde vaz'î hükmün kısımları arasında incelenen sebep için değişik tanımlar yapılmıştır. Yaygın biçimde zikredilen tanımlardan biri de şudur: "Şâriin hükme emâre kıldığı zâhir ve munzabıt mâna/vasıf." Zâhir ile objektif, munzabıt ile olaydan olaya, kişiden kişiye değişmeyen bir vasıf olması kastedilir. Usul âlimlerinin sebebi illetle ilişkisine göre tanımlarken iki yöntem izledikleri görülür. Bunlardan birincisine göre, hükümle hükmün kendisine bağlandığı vasıf arasında aklen bir uygunluk bağının (münâsebe) kurulup kurulamaması ölçü alınmaksızın hükmün varlığına ve yokluğuna alâmet kılınan durum/vasıf sebep adını alır ve illeti de kapsar. Diğer anlayışa göre, sebepte hükümle onun kendisine bağlandığı vasıf arasında aklın kavrayabileceği bir uygunluk bağı yoktur ve illeti kapsamaz. Birinci yaklaşıma göre her illet sebeptir, fakat her sebep illet değildir. Meselâ yolculuk hali (sefer), ramazanda oruçla yükümlü kişinin orucunu erteleyebilmesi hükmünün kendisine bağlandığı bir sebep olup bununla hüküm arasında aklın kavrayabileceği bir uygunluk bağı vardır; zira yolculuk durumunda genellikle meşakkat bulunur ve buna böyle bir kolaylık hükmü bağlanmasının uygun olduğu akılla kavranabilir. Şu halde buna hem sebep hem de illet denebilir. Aynı şekilde şarabın haram kılınmasının sebebi onun sarhoş edicilik özelliğine sahip olmasıdır; bu özelliğin kişinin zihin sağlığını olumsuz etkilediği ve birçok kötülüğe yol açtığı bilindiğinden bu vasıfla yasaklık hükmü arasında uygunluk bağı bulunduğu açıktır. Dolayısıyla buna sebep denebileceği gibi illet de denebilir. Halbuki orucun farz olmasına alâmet kılınan ramazan hilâlinin görülmesi sadece sebep olarak adlandırılabilir, buna illet denemez; zira akıl bu farîzanın niçin bu ayın görülmesine bağlandığını kavrayamaz. İkinci yaklaşıma göre sebep ve illet farklı içeriğe sahip kavramlar olup birbirinin yerine kullanılamaz. Buna göre yolculuk hali ve sarhoş etme özelliği yalnız illet, ramazan hilâlinin görülmesi yalnız sebep olarak adlandırılabilir.

Fıkıh usulünde sebep kavramı etrafındaki tartışmaların temelini hükümlerin baştan itibaren sebeplere bağlı olup olmadığı meselesi oluşturur. Her ne kadar bu tartışmalarda hükümlerin sebeplerinden söz edilirse de asıl kastedilen bizâtihi hükümler değil hükme konu olan fiillerdir (mahkûm bih). Dolayısıyla bu kullanımda bir mecaz veya örfî bir hakikatin söz konusu olduğu görülür. Hükümlerin sebepleri tamlamasında sebeple kastedilen de zâhiren hükmün kendisine bağlandığı durum/vasıf olup yukarıda sözü edilen uygunluk bağının kurulabildiği ve kurulamadığı, yani illet olarak nitelenebilecek ve nitelenemeyecek halleri kapsar. Usul âlimleri, bütün varlık ve olaylarda gerçek müessirin Allah Teâlâ olduğu noktasında fikir birliği içinde olmakla birlikte zâhirî bakımdan hükümlerin sebeplere nisbet edilip edilemeyeceği hususunda farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Bu konudaki görüşleri üç eğilim içinde birleştirmek mümkündür. a) Birinci eğilime göre ibadetler dahil olmak üzere bütün şer'î hükümler sebeplere bağlanmıştır. Hanefîler'in çoğunluğu ve bazı Şâfiîler ile kelâmcıların çoğunluğu bu kanaattedir. Ancak bu eğilime sahip usulcüler, hükümlerin sebeplere bağlanmış olmasıyla ne kastedildiği konusunda daha çok illet terimini esas alarak "te'sîr" kavramı etrafında değişik izahlar yaparlar. Bu konuda en belirgin yaklaşımlardan biri Mu'tezile usulcülerinin çoğunluğunca benimsenen, sebebin hüküm üzerinde bizâtihi müessir sayılması anlayışıdır. Fakat bu, Allah'ın onda yarattığı potansiyel güç vasıtasıyla etkili olması anlamında olup bağımsız müessir anlamında değildir. Bu izah ve tartışmalar üzerinde, fiillerin iyiliğini veya kötülüğünü (hüsün ve kubuh) akılla idrak etmenin mümkün olup olmadığı ve bu idrake hüküm bağlanıp bağlanmayacağı meselesiyle ilgili yaklaşımların önemli bir etkiye sahip olduğu açıktır. Eş'arî çizgisinde bir âlim olan Gazzâlî'nin bu konuda orta bir yol önerdiği görülür. Ona göre akıl fiillerin iyiliğini veya kötülüğünü idrak edebilecek donanıma sahiptir, fakat bu idrake doğrudan hüküm bağlanamaz, hüküm mercii Allah olup onun muhtar iradesini sınırlandırıcı bir teori kabul edilemez; dolayısıyla sebebin bizâtihi hükme müessir olduğu, yani Allah'ın sebeplerde potansiyel güç yarattığı değil bu sebepler vasıtasıyla hükme müessir olduğu, evrende yarattığı normal akış içinde sebepleri sonuçlara bağladığı söylenmelidir. b) İkinci eğilim hükümlerin sebeplere bağlı sayılmasını temelden reddeder. Bu görüşte olanlara göre hükümler delillerinden elde edilir, hükümlerin meydana gelmesinde sebeplerin etkisi yoktur, müessir sadece Allah'tır; ancak "hükümlerin bilinmesini sağlayan alâmet/emâre" anlamında sebepten söz edilebilir. Ramazan hilâlinin görülmesinin orucun farziyetine, kasten adam öldürme fiilinin kātile ceza uygulanmasının gerekliliğine, başkasının malını haksız yere itlâf etme eyleminin eylem sahibini tazminle yükümlü tutmaya müessir olduğu değil, ancak Allah'ın bu durum ve eylemlere belirtilen hükümlerin verilmesini gerekli kıldığı, yani onları hükümlerin bilinmesine emâre yaptığı söylenebilir. Kelâmda Eş'ariyye çizgisini benimseyen birçok Mâlikî, Şâfiî ve Hanbelî fakihi ile Zâhirîler bu görüştedir. c) Üçüncü eğilime göre ibadetler dışındaki şer'î hükümler sebeplere bağlanmış olup ibadetler ancak Allah Teâlâ'nın hitabına ve gerekli kılmasına izâfe edilebilir. Eş'arîler'in çoğunluğu bu görüştedir. Bu konudaki tartışmaların sonuçta, Allah'ın dünya hükümlerini kendi ilmine değil belirli sebeplere veya delillere bağladığı hususunu vurgulama amacı taşıdığı, sebeplere bağlılık fikrini vurgulayanların bunun kabul edilmemesinin dinî hükümleri ve sorumluluk ilkesini anlamsız hale getireceği endişesine ağırlık verdikleri söylenebilir. Şâriin hükmün sebebini göstermiş olmasının şer'î bir hüküm diye nitelenip nitelenmeyeceği "hıccü'l-beyt" (Beytullah'ı haccetme), "keffâretü'l-katl" (adam öldürme kefâreti) gibi anlatımlarda olduğu gibi hükmün sebebe izâfe edilmesinin sebebi bilmeyi sağlayan bir yol sayılıp sayılmayacağı gibi meseleler de genellikle bu bağlamda geniş biçimde tartışılmıştır. Tek tek ibadet hükümlerinin sebepleri incelenirken Hanefîler'in mütekaddimîn ve müteahhirîn âlimleri arasında şöyle bir yaklaşım farklılığının bulunduğu görülür: Mütekaddimîn âlimleri Allah'ın, kuluna hükme konu olan fiille ilgili nimetini veya nimete şükür görevinin bulunmasını sebep olarak nitelerken müteahhirîn âlimleri bunu temelde reddetmemekle birlikte her bir hükümle ilgili somut göstergeleri sebep olarak anma yolunu izlemişlerdir. Meselâ mütekaddimînin anlayışına göre zekâtın vücûb sebebi Allah'ın kuluna lutfettiği zenginlik nimeti (veya bu nimete şükür görevinin bulunması) iken müteahhirîne göre nisab miktarı mala sahip olmaktır (Serahsî, I, ; Abdülazîz el-Buhârî, IV, ; Abdülazîz b. Abdurrahman er-Rebîa, I, ). Hükümlerin sebeplere nisbeti çerçevesinde ele alınan konulardan biri de hükümlerde sebeplerin şeklinin mi (sûret) yoksa özünün mü (mâna) dikkate alınacağı meselesi olup Zencânî, Hanefîler'in birinci, İmam Şâfiî'nin ikinci bakış açısını esas aldığını ve bu husustaki anlayış farklılığının özellikle bu iki çevre arasındaki birçok fürû-i fıkıh ihtilâfının usulî temelini oluşturduğunu söyler (örnekler için bk. Taḫrîcü'l-fürûʿ, s. ).

Yakın / İlgili Kavramlarla Karşılaştırma. Usul âlimleri sebep konusunu ele alırken öncelikle fıkıh usulünde sebep kavramı ile şer'î sebebin kastedildiğine, aklen sonucundan ayrı düşünülemeyen ve varlığı sonucunu gerekli kılan aklî sebeple tabiat kanunları gereği tekerrür ettikçe sonucu da tekerrür eden tabii sebepten farklı olduğuna dikkat çekerler. Sebeple bazı yakın kavramlar arasında yapılan mukayeseler şöylece özetlenebilir: Hikmet. Bu konudaki mukayeseyi hikmetin iki farklı mânasına göre yapmak uygun olur. 1. "Hükmün konulma gerekçesi veya bununla amaçlanan gaye" anlamı esas alınırsa hikmet şu noktalarda sebepten farklılık gösterir: a) Sebebin hükmün konmasına etkisi olmadığı gibi korunmak istenen menfaat anlamı da yoktur. Bu farkı belirtmek üzere Molla Fenârî sebebi "es-sebebü'l-fâilî", hikmeti "es-sebebü'l-gāî" şeklinde isimlendirir. Meselâ adam öldürme fiilinin cezalandırılması hükmünün sebebi kasten öldürme, hikmeti ise bununla elde edilecek yarar yani canın korunmasıdır. b) Hüküm sebepten sonradır, ona bağlanır; hikmet ise hükümden sonradır ve ona bağlanır, yani dolaylı biçimde hikmet sebebe bağlıdır. 2. Hükmün konmasına uygun düşen vasıf mânasıyla hikmet şu noktalarda sebepten farklılık gösterir: a) Sebebin objektif (zâhir) ve istikrarlı (munzabıt) bir vasıf olması gerekir; hikmet ise -bazı durumlarda bu özelliklerde olduğunu söyleyen görüş bir yana- böyle değildir; b) Hüküm varlık ve yokluk bakımından sebebe bağlıdır, oysa hikmet böyle değildir; bazan hikmet olmadığı halde hüküm vardır, bazan hikmet bulunduğu halde hüküm yoktur. c) Sebeple ona bağlanan hüküm arasında açık bir uygunluk bağı bulunabileceği gibi bazan bulunmayabilir. Fakat hikmetle hüküm arasında açık bir uygunluk bağının bulunması şarttır, zira bu mânadan/gayeden dolayı hüküm teşrî' kılınmıştır (Abdülazîz b. Abdurrahman er-Rebîa, II, ). Rükün. "Bir şeyin varlığı kendi varlığına bağlı olan unsuru/unsurları "şeklinde tanımlanan rükünle fıkıh usulünde bir ibadet, hukukî fiil veya işlemin unsuru veya unsurlarının kastedildiği dikkate alındığında sebeple rükün arasında varlık ve yokluğu etkileme açısından benzerlik bulunduğu söylenebilirse de gerçekte birincisinde hükme konu fiilin kendisine bağlandığı durum/vasıf söz konusu iken ikincisinde bizâtihi o fiilin mahiyetinin teşekkülünden söz edilmektedir. Şart. "Bir şeyin varlığı kendi varlığına bağlı olmakla birlikte onun yapısından bir parça teşkil etmeyen iş veya vasıf" anlamına gelen şart fıkıh usulünde bir ibadet, hukukî fiil veya işlemin gereklerini belirtme noktasında rükünle birleşirken hükme konu fiilin mahiyetinden bir parça teşkil etmeme yönüyle ondan ayrılır. Usul eserlerinde şart ile sebep arasında varlık ve yokluğu etkileme bakımından benzerlik bulunduğu düşünülebileceğinden hareketle bunların birçok noktada birbirinden ayrıldığına dair açıklamalar yapılır (Abdülazîz el-Buhârî, IV, ); ancak -rükün-sebep mukayesesinde belirtildiği gibi- şartta da hükme konu olan fiilin şer'an aranan gereklerinin söz konusu olduğu dikkate alınırsa "hükmün kendisine bağlandığı durum/vasıf" anlamındaki sebeple aralarında zaten temel bir fark olduğu açıktır. Mâni'. "Varlığı sebebin gerçekleşmemesini veya sebebe hüküm bağlanmamasını gerektiren durum" anlamına geldiği göz önüne alınırsa mâni' ile sebep arasında yakın bir ilişkinin bulunduğu görülür. Şöyle ki, mâniin birinci türü bizâtihi sebebin varlığını olumsuz biçimde etkilemektedir. Meselâ kişinin nisab miktarı malı bulunsa da bunu nisabın altına düşürecek kadar borcunun olması zekâtın vücûb sebebi olan nisabı engellemektedir. İkinci türü ise sebep bulunsa bile ilgili olay bakımından müsebbebini (hüküm) engellemektedir. Meselâ belirli düzeyde kan hısımlığı miras hükmünün sebebidir; ancak bu sebep ve miras için gereken şartlar bulunsa da eğer vâris mûrisini öldürmüşse mirasçı olamaz. Alâmet. "Hükmü gösteren, ancak hükmün varlığını veya vücûbunu gösterme ya da hükme ulaştırma özelliği olmayan emâre" şeklinde tanımlanır. Meselâ intikal tekbirleri bir rükünden diğerine geçişi, ezan cemaatle namazın kılınacağını gösterir; fakat bir hükme tesir etmesi, bir hükmün vücûbunu göstermesi veya ona ulaştırması söz konusu değildir. Ancak bu mukayeselerde sırf alâmetin incelendiğine, "şart" anlamında alâmet, "illet" anlamında alâmet kavramlarının ayrı düşünülmesi gerektiğine dikkat edilmelidir (Serahsî, II, ; Molla Fenârî, I, ).

Sebebin Kısımları. Fıkıh usulü eserlerinde sebep değişik açılardan ayırımlara tâbi tutulmuştur. Bunların başlıcaları şöylece özetlenebilir: 1. Kavramsal içeriği bakımından. Bu ayırım özellikle Hanefî usulcülerince geniş biçimde işlenmiştir. Hakiki sebep, illet anlamında sebep, mecazi sebep ve illet şüphesi taşıyan sebep şeklinde başlıca dört terimin kullanıldığı bu incelemeler sırasında, özellikle günümüz hukuk teorilerinde borçlar hukukunda haksız fiilin şartları ve ceza hukukunda suçun maddî unsuru ele alınırken üzerinde önemle durulan illiyet (sebebiyet) kavramı ile (aş.bk.) ilgili tahliller yapılmaktadır. Diğer mezheplere mensup bazı usul âlimlerince de bu konularda bazan aynı, bazan farklı terimler kullanıldığı görülür. 2. Belirleyen irade bakımından. Bu açıdan sebep şâri' tarafından belirlenen ve mükellef tarafından belirlenmesine izin verilen kısımlarına ayrılır. Birincisiyle dinen belirlenen sebepler, ikincisiyle, yemin veya nezir hükümlerinin belirli olaylara bağlanması örneğinde olduğu gibi mükellef tarafından tayin edilen sebepler kastedilmektedir. Birincisinde sebep ve sonucu şâriin iradesine bağlıdır, ikincisinde sebep veya hem sebep hem sonucu belirleme hususunda mükellefe seçim imkânı verilmiştir. 3. Mükellefin kudreti dahilinde olup olmaması açısından. Bu bakımdan sebep mükellefin gücü dahilinde olan ve olmayan kısımlarına ayrılır. Akşam namazının farziyet sebebi olan güneşin batması, mirasçılığın sebebi olan kan hısımlığı birinci, dört rek'atlı farz namazları kısaltma ruhsatının sebebi olan sefere çıkma ve mülkiyeti kazanma sebebi olan satım sözleşmesi yapma ikinci kısma örnek teşkil eder. Mükellefin bilgisinin şart koşulup koşulmaması ve mükellefin fiili olup olmaması açısından yapılan ayırımlar da bu ayırımla yakından ilgilidir. 4. Hükme terettüp eden maslahat ve mefsedetin akılla kavranıp kavranamaması bakımından. Bu ayırımın ölçütü, hükümle hükmün kendisine bağlandığı sebep arasındaki gāî bağın akılla kavranabilecek açıklıkta olup olmamasıdır. Fıkhî hükümlerin büyük çoğunluğuna ait sebepler birinci, taabbüdî hükümlerin sebepleri ikinci gruba girer. Birçok usulcü tarafından yapılan vaktî sebep ve mânevî sebep ayırımının -bazı yorum farkları olsa da- bir bakıma bu ayırımla kesiştiği görülmektedir. 5. Sübûtu ve hükmünün hangi yolla bilineceği açısından. Ebü'l-Hüseyin el-Basrî'nin zikrettiği bu ayırıma göre bazı sebeplerin gerek sübûtu gerekse hükmün sebebi olduğu dinî bildirim yoluyla bilinebilir; bazılarının ise sadece hükmün sebebi olduğu dinî bildirimle bilinir, sübûtu için dinî bildirim gerekmez. Meselâ gerek namazın nasıl bozulacağı gerekse bu sebeple yeniden kılınması (müellif "kazâ" kelimesini kullanır) gerektiği ancak dinî bildirim yoluyla bilinebilir; buna karşılık zekâta tâbi mal üzerinden bir yıl geçmesinin zekâtın vücûbu için sebep olduğu dinî bildirimle bilinirken bu sürenin dolmasının bilinmesi için böyle bir bildirim gerekmez (genellikle şart olarak kabul edilen "havelânü'l-havl"in burada sebep olarak nitelendiğine dikkat edilmelidir, bk. el-Muʿtemed, II, ). 6. Mükellefin fiilinin taalluk ettiği konu ile (mahal) birlikte varlığının zorunlu olup olmaması açısından. İzzeddin b. Abdüsselâm'ın zikrettiği bu ayırıma göre meselâ evlenme yasağı hükmünün sebebi olan belli derecede kan hısımı olma bu yasağı gerektiren konunun ayrılmaz bir vasfıdır; kumar yasağında ise kumarda kazanılan veya kaybedilen mal bu özellikte değildir (Ḳavâʿidü'l-aḥkâm, II, ). 7. Meşruiyet açısından. Özellikle İbrâhim b. Mûsâ eş-Şâtıbî'nin konuya ilişkin ifadelerinden hareketle (el-Muvâfaḳāt, I, ) bazı çağdaş usulcüler sebebi meşrû ve memnû kısımlarına ayırır. Esasen maslahata vasıta olup tebeî olarak bazı mefsedetlere yol açabilenler birinci, esasen mefsedete vasıta olup tebeî olarak bazı maslahatlar sağlayabilenler ikinci grupta yer alır. 8. Sonucunun kendisinden önce bulunup bulunmaması açısından. Genellikle sebeple sonucunun eş zamanlı olduğu veya sonucun sebepten sonra meydana geldiği bilinen bir husus olmakla birlikte bazı durumlarda sonucun sebepten sonra meydana geldiği ileri sürülmüştür. Bu yaklaşımı benimseyenlere göre meselâ satım akdi öncesinde muhayyerlik hakkının veya şüf'a hakkının ıskatını câiz görenlerin görüşü esas alındığında müsebbeb (ıskat) sebepten (satım sözleşmesi) önce gerçekleşmektedir. Ancak -dikkatli bir inceleme neticesinde- bu ve benzeri örneklerde gerçekte sonucun sebebe tekaddüm etmediğini savunanlar da vardır. 9. Yapısı bakımından. Bu açıdan sebep fiilî ve kavlî kısımlarına ayrılır. Meselâ mülkiyet sonucunu doğuran sebeplerden satım akdi kavlî, mubah mal üzerinde zilyedlik tesis etmek fiilî nitelikli sebeplerdir (başka ayırımlarla birlikte geniş bilgi için bk. Debûsî, s. ; Serahsî, II, ; Abdülazîz el-Buhârî, IV, ; Abdülazîz b. Abdurrahman er-Rebîa, I, ).

Sebep-Müsebbeb İlişkisi. Sebep meydana geldiğinde şer'an buna bağlanan sonuç da (müsebbeb) kendiliğinden doğar. Bunda sebebin mükellefin gücü dahilinde olan, olmayan veya müsebbebi vaz'î yahut teklifî hüküm olan ayırımı söz konusu değildir. Meselâ nisab miktarına mâlik olmak zekâtın vücûbu; ramazan ayının girmesi orucun vücûbu; nikâh akdi karı-koca hayatı yaşamanın helâl olması, taraflar arasında miras vb. hükümlerinin cereyan etmesi; müşterek mülkiyete konu gayri menkulde paydaş olma şüf'a hakkına sahip olmak için birer sebep olup bunların varlığı belirtilen sonuçları doğurur. Aranan rükün ve şartlar varsa bunların yerine gelmiş olması ve mâniin de bulunmaması bu önermenin tabii bir gereğidir. Buna göre mükellef gücü dahilinde olan sebebi -rükünlerini ve şartlarını içerir biçimde yerine getirirse ve mâni de bulunmuyorsa- sonucunu kastetmese, hatta sonucun doğmamasını kastetse bile müsebbeb ona bağlanır. Meselâ karı-koca, aralarında mirasçılık cereyan etmeyeceği hususunda anlaşarak nikâh akdi yapmış olsalar bile birbirlerine mirasçı olur. Bazı usul, furûk ve kavâid eserlerinde sebep-müsebbeb irtibatı bağlamında başka birçok mesele ele alınır; ancak bunların bir kısmının lafzî bakıştan veya başka mesele ve kavramlarla tedahülden kaynaklandığı görülmektedir (Abdülazîz b. Abdurrahman er-Rebîa, II, ). Yine bazı usul, furûk ve kavâid eserlerinde -sebebin şüphe durumlarındaki etkisi, vaktin sebep olarak belirlenmesinin sonuçları, âm lafız-hususi sebep ilişkisi gibi- aralarında sebep kavramıyla dolaylı bağların kurulabileceği çok sayıda mesele yer almaktadır (a.g.e., III, ).

Fürû-i Fıkıhta. Fıkıh literatüründe modern hukuk incelemelerinde olduğu gibi akid teorisi, haksız fiil teorisi, suç teorisi vb. teoriler özel bir yer tutmamakla birlikte usul ve fürû kitapları yanında furûk, kavâid, eşbâh ve nezâir gibi değişik türdeki eserlerde bir ölçüde bu ihtiyacı karşılamak üzere hukukî kavram ve ilişkileri belli bir fikrî örgü içinde ele alan bölümler ve başlıklar bulunur. Sebep kavramıyla ilgili incelemeler sırasında fıkıh usulünde bilinen anlamıyla şer'î amelî meselelerin ilgili delillerden hareketle soyut hükümlerinin belirlenmesiyle yetinilmeyip bu hükümlerin hayat olaylarına sağlıklı biçimde uygulanabilmesi için maddî olgu analizleri yapılarak bunlara dayalı teorik esaslar tesbit etme yönüne gidildiği görülmektedir. Gazzâlî'nin şu açıklaması bu duruma ışık tutucu niteliktedir: Fakihler tarafından sebep kelimesi dört farklı mânada kullanılır. 1. Mübâşeretin karşıtı anlamında. Bu anlamda kullanıldığında sırf şart kastedilmiş olur. Meselâ bir kimsenin kuyu kazıp başka birinin oraya hayvanı düşürmesi örneğinde, "Tazmin sorumluluğu mütesebbibin değil mübâşirindir" dendiğinde mübâşeretle illetin, tesebbüble şartın meydana getirilmesi kastedilir. Bu örnekte kuyu kazma fiili sebep, hayvanı itme fiili illettir. Sebep kelimesinin dildeki anlamına en yakın kullanım budur. 2. İlletin illeti anlamında. Meselâ atılan okun bir kimsenin ölmesi sonucunu doğurması olayında ölüm doğrudan ok atma fiiliyle değil okun vücuda girmesinin etkisiyle meydana gelmektedir. Şu halde ok atma fiili illet değil sebeptir, daha doğrusu illetin illetidir. Bu anlamıyla sebebe her bakımdan mübâşeretin hükümleri bağlanır. 3. Sıfatı kendisinden sonra gelmekle birlikte illetin kendisi anlamında. Meselâ henüz yemine aykırılık gerçekleşmeden yemini kefâret sebebi, henüz üzerinden bir yıl geçmeden nisab miktarı mala sahip olmayı zekâtın vücûb sebebi olarak adlandırma böyledir. 4. Hükmü gerektiren illet anlamında. Ceza, tazminat ve kefâret hükümlerinin illetlerinin sebep olarak, yine satım akdinin mülkiyet sebebi olarak adlandırılması buna örnek teşkil eder. Bu, sebep kelimesinin dildeki mânasına en uzak olan kullanımıdır (Şifâʾü'l-ġalîl, s. ). Sonuç olarak fıkıh usulü eserlerinde yer alan sebep kavramı etrafındaki birçok açıklama ve tartışmanın esasen fürû-i fıkıh bakımından önem taşıyan fikrî malzeme niteliğinde olduğuna ve başka bazı kavramlar yanında özellikle illet kavramıyla iç içelikler taşıdığına dikkat edilmelidir. Bu arada kavramların inceltilmesinde özel bir konuma sahip olan Hanefî müelliflerinin bu konuda da belirgin bir yer tuttuklarını ve önemli tahliller ortaya koyduklarını belirtmek gerekir.

Fürû-i fıkıhta sebep kavramının özel bir önem taşıdığı konuları, günümüz hukuk incelemelerinin sistematiği esas alınarak üç noktada toplamak mümkündür: a) Borçlar hukukunda akid teorisinin bir parçası olarak kazandırıcı işlemlerin sebebi ve soyut borçlanma işlemleri veya soyut borçlanma sözleşmeleri. b) Borçlar hukukunda haksız fiil sorumluluğunun bir şartı olarak illiyet bağı. c) Ceza hukukunda suçun maddî unsurunu belirlemede illiyet bağı.

Bir kazandırıcı işlem yapılırken işlemi yapan tarafın gözettiği hukuk bakımından önemli amaç ve menfaat, diğer bir ifadeyle başkası lehine yapılan kazandırmanın nedeni sebep olarak anılır. Borçlanma işlemlerinde eğer iki tarafın borç altına girdiği bir işlem söz konusu ise her birinin diğerinden karşılık elde etme amacı diğeri lehine yaptığı kazandırıcı işlemin sebebini oluşturur. Eğer sadece bir taraf borç altına giriyorsa diğer tarafa yapılan kazandırmanın sebebi ona karşılıksız bir menfaat sağlama amacıdır. Borçlanmaya ilişkin işlemde sebep gösterilmişse buna sebebe bağlı işlem, sebep gösterilmemişse soyut işlem denir; ancak soyut işlemle kastedilen, işlemin sebepsiz olması değil sebep gösterilmemiş olmasıdır. Öte yandan tasarruf işlemleri yoluyla yapılan kazandırmalarda kazandırma sebebi ve sebebe bağlılık kavramları hukukçuları çokça meşgul etmiş ve geniş tartışmalara yol açmıştır. Çağdaş İslâm hukuku araştırmalarında, klasik fıkıh ve usul kitaplarında bu eserlerin kendine özgü yöntem ve üslûbu içinde borçlandırıcı işlemlerde sebebin varlığı, geçerliliği ve hukuka uygunluğu konularının ele alındığına dikkat çekilerek bu hususlarda değişik fıkıh mezheplerine ait temel eğilimlerle ilgili tesbitlere Batı hukukundaki gelişmelerle karşılaştırmalı olarak yer verilir (geniş bilgi için bk. Subhî Mahmesânî, II, ; Senhûrî, IV, ; fakihlerin hukukî muamelelerde iç veya dış iradenin esas alınmasıyla ilgili yaklaşımları için bk. AMEL; İRADE; İRADE BEYANI; konunun kişiyi hukukî işlem veya eyleme yönelten sâikle ilişkisi hakkında Batı hukukuyla mukayeseli bir çalışma için bk. Hammûdî, tüfunduszeue.info; ayrıca bk. NİYET).

Esasen hukukî sorumlulukta illiyet bağı gerek akid dışı gerekse akdî sorumlulukta, gerek kusur sorumluluğu gerekse kusursuz sorumlulukta büyük öneme sahiptir. Ancak kusursuz sorumlulukta kusur sorumluluğuna oranla daha fazla ön plana çıktığı, sorumluluk kusura değil sebep-sonuç bağına dayandığı için buna sebep sorumluluğu da denmektedir. Öte yandan günümüz ceza hukuku incelemelerinde suçun maddî unsuru ele alınırken hareketle netice arasındaki bağın (illiyet) belirlenmesi için çok sayıda sebep teorisi geliştirilmiştir. Modern hukuk çalışmalarında suçun maddî unsuru, suça iştirak hali ve özellikle haksız fiil sorumluluğu bağlamında ele alınan illiyetle ilgili birçok meselenin fıkıh literatüründe usul eserleri yanında fürû-i fıkıh eserlerinin daha çok gasp, itlâf, diyât, cinâyât, kısas başlıklarında, mübâşeret-tesebbüb kavramları ekseninde geniş biçimde incelendiği görülür (toplu bir bakış için bk. Subhî Mahmesânî, I, ; M. Ebû Zehre, s. ; Karaman, II, ; ayrıca bk. HAKSIZ FİİL; İŞTİRAK; İTLÂF; MÜBÂŞERET; SUÇ).

Kaynak: TÜRKİYE DİYANET VAKFI İSLAM ANSİKLOPEDİSİ

BİZE ULAŞIN SON DAKİKA

Müsebbeb / müsebbeb / مُسَبَّبْ / مسبب Anlamı

Osmanlıca'da MÜSEBBEB Kelimesinin Anlamı Nedir?

  • Osmanlıca : müsebbeb
  • Türkçe Okunuşu : müsebbeb
  • Osmanlıca Yazılışı : مسبب
  • Osmanlıca harekeli : مُسَبَّبْ

Osmanlıca Türkçe Sözlüğünde Bulunan Anlam/Anlamlar:

Geniş Anlamı : sebeble meydana gelen , sebep olunan şey , sebebin sonucu , sebeplerin sonucu , (sebeb , den) sebebleri ve vesileleri mevcut olan , sebeb ile meydana getirilmiş olan


Osmanlıca müsebbeb tek kelimeden oluşmakta, 1 tane m, 1 tane ü, 1 tane s, 2 tane e, 3 tane b, karakteri ile toplamda 8 harften meydana gelmektedir.
Kelimenin tersten yazılışı "bebbesüm".
مسبب için Osmanlı Alfabesinden م, س, ب, Harferi kullanılmıştır.

Osmanlıca müsebbeb Türkçe Anlamı: , sebeble meydana gelen , sebep olunan şey , sebebin sonucu , sebeplerin sonucu , (sebeb , den) sebebleri ve vesileleri mevcut olan , sebeb ile meydana getirilmiş olan


müsebbeb kelimesinin anlamı

Tam Eşleşen Sonuçlar   Osmanlı  Türkçe  Osmanlıca - Türkçe

1. مسبب   Sebep olunan şey, sebebin sonucu.

2. مُسَبَّبْ   Sebeble meydana gelen.

3. مسبب   (Sebeb. den) Sebebleri ve vesileleri mevcut olan. Sebeb ile meydana getirilmiş olan.

4. مسبب   Sebeplerin sonucu.


Benzer Sonuçlar   Osmanlı  Türkçe  Osmanlıca - Türkçe

müsebbebât :   * Sebelerin sonuçları.

müsebbebât :   * Bir sebeple olanlar, sebeple meydana çıkanlar. Neticeler.

müsebbebât :   * Sebeplere bağlı olarak ortaya çıkan şeyler, neticeler, sonuçlar.

İlgili Yazılar

RİSALE-İ NUR DERS NOTLARIM

Ders: Söz 2. Mebhas, Beşincisi

İzah: Prof. Dr. Alaaddin Başar

* "Kader, sebeble müsebbebe bir taalluku var"(Sözler s: ) Müsebbeb, netice demek. Ağaç sebeb, meyvesi müsebbeb.. Cenab-ı Hak biliyor ki bu ağaçtan bu meyve olacak. İlim böyle. İlim maluma tabii..Böyle olunca ilim ikisine; sebeb ve neticeye bir taalluk ediyor. Ağaca ayrı, meyveye ayrı taalluk etmiyor.

'Adam tüfek attı, karşısındaki öldürdü.' Olay bu. Cenab-ı Hak ezeli ilmiyle biliyor ki, bu adam tüfek atacak, bu da ölecek. Olay bu olunca, onun yarısını bir tarafa koyamazsın ki. "Atmasaydı" deyince olay ortadan kalkıyor. O zaman diğerinin öleceğine nasıl hükmedeceksin?

Ama olmuş bir hadisede "vadesi bu kadarmış" "böyle olacakmış" demek, bir teselli olarak ve kan davalarının önüne geçmek için söylenir. Ama katil diyemez ki " zaten bu adam ölecekti, benim ne kabahatim var?" veya hırsız diyemez ki "zaten senin malın çalınacaktı? Benim ne suçum var?"O zaman ortada hukuk diye bir şey kalmaz.

* "Cüz'-i ihtiyarînin üss-ül esası olan meyelan"(Sözler s. ) Mesela buraya derse geldik. Derse gelmeden önce içimizde bir meyil uyandı; "bir derse gitsek" o meyilden sonra içimizde bir müzakere başladı, 'yoksa filan yere mi gitsem?' Demek o meyil hemen hüküm olmadı. Daha sonra derse gitmeye karar verdik. Karar verdiğimizde o meyil olmaktan çıkıyor, irade oluyor. İşte o meyle uyup uymamakla imtihan oluyoruz.

Daha sonra irade ediyoruz, İrade bir sıfat ve mahlûk. Sonra yürüyoruz. Yürümek kudretle oluyor o da bir sıfat ve mahlûk. Mahlûk olmayan bir şey olmalı ki mesul olalım. Maturidi mezhebi o içimizdeki meylin bir emr-i itibari olup mahlûk olmadığını ve kula verilebileceğini söylemiş. Sağ sol kavramları gibi. Sağ diye bir mahlûk var mı? Yok. Eşari mezhebi ise meyelena da irade gibi mahlûk nazarıyla bakmış, onu da kula vermemiş.

Not: Alaaddin Bey "Risale-i Nur'dan Kelimeler ve Cümleler" adlı eserinde, bu hususta şunları demektedir; ""Kader Risalesinde "Cüz'-i ihtiyarinin üss-ül esasının meyelan" olduğu (Sözler) belirtilir. Yani insanın bir şeyi irade etmesinde ilk adım o şeye bir meyil duymasıdır. Bunu takiben irade devreye girer. Şu var ki her meyil hemen irade edilmeyebilir de. Öte yandan insanın her irade ettiği şeyin de mutlaka meydana gelmediği ayrı bir gerçektir. Teşebbüse geçip de başaramadığımız işler sayılamayacak kadar çoktur. Demek oluyor ki, ihtiyarı bir filin yaratılmasında ilk adım, kulun o işe meyletmesidir. Bunu cüz'i irade takip eder, daha sonra ilahi irade ile o iş yaratılır. Sadece meyletmenin illet-i tamme olmadığı açıktır. Böyle bir anlayış, "kul filinin yaratıcısıdır diyen Mutezile mezhebinin görüşünü aksettirir."(a.g.e, Cilt:1, s. , Zafer Yayınları, İst. )

Not: 2: Merhum Hulusi Yahyagilağabey de meseleyi şöyle izah etmektedir; "Öyle ise o meyelân, o tasarruf bir emr-i nisbîdir. Yâni, hârici bir vücûdu bir varlığı yoktur. O meyelânı kulun nasıl kullanacağı, fiil meydâna çıkıncaya kadar belli değildir.

Meselâ, cebinde meyve yemekte kullanacak bir çakısı olana, "sen bunu taşıyorsun, öyle ise bununla bir adamı öldürebilirsin. Bu çakı bir adamı öldürmeye kâfidir" demekle o adamın ihtiyârını kaldırmaya kimsenin hakkı yoktur. Ne zaman o adam meyvede kullandığı çakıyı her hangi bir tahrik ile ihtiyârını şerde kullanır, kendisini tahrik edeni öldürmeye kalkar veya öldürürse, o zaman illet yâni, sebeb tamamlanmıştır. Te'vile kaçmağa mahâl kalmamıştır. Eğer o, tahrike ehemmiyet vermez ve Kur'ânın "sakın yapma!" mâhiyetindeki sâdâ-yı ma'nevisini duyabilir de, terk ederse mes'uliyet yoktur."(Hulusi ağabeyin Kader konusundaki bu izahları gayr-i matbuudur. Derleyen merhum Sami Pala'dır. Salih Okur)

*İllet-i Tamme; Kulun mesuliyetiyle alakalı bir işte irade-i cüz'iye ile irade Külliyenin bir araya gelmesidir. Bir şey hakkında illet-i tamme tahakkuk ettiğinde o şey (ma'lul) mutlaka meydana gelir. Bir başka ifadeyle, o şeyin meydana gelmesi vacip olur. Mesela, görme filinin gerçekleşmesi için göz olmalı, görür halde bulunmalı, ayrıca ışık da olmalıdır. Ama bunlar yeterli değildir. Yani bunlarla illet-i tamme vücut bulmaz. Bir de kişinin görmeyi irade etmesi ve bu maksatla gözünü açması gerekmektedir.

Eğer bu şart da tahakkuk ederse görme olayı kesin olarak gerçekleşir. Demek ki, her şeyi Allah yaratmakla birlikte, ihtiyari (kulun tercihine bırakılan) bir filin yaratılmasında kulun o fiile meyli de gereklidir; ancak o takdirde illet-i tamme söz konusu olur; O meyil, o irade olmasa fiil yaratılmaz.

Not: Prof. Alaaddin Başar ve Prof. Şadi Eren beylerin hazırlamış oldukları "Risale-i Nur İçin Kavramlar Lügati" adlı değerli eserde bu husus izah edilirken ayrıca şöyle denilmiştir; "Izdırari fiillerde durum böyle değildir. Allah bir şeyi yaratmak istediğinde onun olmasını irade eder, Kur'an'ın ifadesiyle "ona 'ol!' der, o da oluverir. " Zira oluş için gerekli şartlar tamamdır, illet-i tamme vücut bulmuştur.

Cebriyeciler aynı şeyi ihtiyari fiiller için de düşünürler. "Bu fiilleri irade eden de yaratan da Allah 'tır" derler. Bediüzzaman'ın ifadesiyle "O vakit ihtiyar kalmaz. "

Mutezile ise "Kul fiilinin halıkıdır " demekle, Cebriyenin zıddı bir yolda gitmiş olsalar bile bu noktada onlar da kulun ihtiyarını ortadan kaldırmış oluyorlar. Zira, insan iradesi iyiliği ve kötülüğü seçme yetkisine sahip iken güya Cenab-ı Hakk'ı tenzih fikriyle kulu fiilinin yaratıcısı ilan etmekle, onun seçme hürriyetini bir bakıma ortadan kaldırmış oluyorlar.

Mademki insan ruhuna cüz'i irade verilmiş ve ona iyiyi de kötüyü de tercih edebilme hürriyeti tanınmıştır, o halde, bu dünya imtihanının bir gereği olarak, kul iradesini serbestçe kullanabilmelidir.

Nitekim kul, hayrı irade ettiğinde Allah hayrı yaratır, şerri irade ettiğinde de şerri yaratır. İnsan iradesine böyle bir tercih hakkının tanındığı konularda, kul bu tercihini kullanmadığı müddetçe, diğer bütün şartlar mevcut olsa bile illet-i tamme vücut bulmaz ve o şey yaratılmaz"(a.g.e s: , Zafer Yayınları, İst. )

*Kulun bir işi yapıp yapmaması tercihidir. Eğer onu zorlayan bir şey olsa zaten irade kalmaz, o zaman da mesul olmaz.

* Tereccuh bilâ müreccih muhaldir. Yani: Müreccihsiz, sebebsiz rüchaniyet muhaldir. Yoksa, tercih bilâ müreccih caizdir ve vaki'dir. (Sözler s) Mesela şurada Isparta işi ipek bir halı olsa, diğer yanda makine halı olsa hangisini tercih ederiz. Isparta halıyıfunduszeue.info? Çünkü onun çok üstünlüğü var, üstünlüğünden dolayı tercih ettik. Ama ikisi de aynı kalite halı olsa birinden birini tercih de üstünlük söz konusu olmaz.

Falan zat filandan daha âlimdir. Niye? Çünkü filan ilmi daha çok biliyor. Daha çok bilmek tereccüh sebebi oluyor. Onu diğerine tercih ediyoruz. Ama ikisi de eşit ilmi seviyede olsa tercih sebebimiz kalkar. Yani bu bundan daha âlim diyemeyiz.

Not: Bu meseleyi Mehmed Kırkıncı Hocaefendi, Kader Nedir adlı eserinden şöyle izah etmiştir; "Tercih bilâ müreccih câizdir, ifâdesindeki müreccih kelimesi, "tercih ettiren sebep, vasıf, özellik, kısaca üstün sıfat mânâsında kullanılmıştır."( Taftazânî, Şerh-i Makâsıd, 2/)

Meselâ; altından yapılmış bir kalemin gümüş kalemden üstün ciheti, râcih sıfatı yani tercih edilme sebebi varsa da, altından yapılmış aynı marka ve özellikteki diğer bir kalemden hiçbir üstün tarafı yoktur. Eğer tercih bilâ müreccih muhal olsa, bizim bu iki altın kalemden birini tercih edemememiz gerekir. Halbuki, aynı değer ve özellikteki bu iki kalemden birisini cüz'î irademizle seçebiliyor ve alabiliyoruz. O halde, müreccihsiz tercih câizdir ve daima tatbik edilmektedir.

Yapılmış, meydana gelmiş şeylerde ise, tercih bilâ müreccih muhaldir. Buradaki müreccih kelimesi, tercih edici sebep veya zât, mânâsındadır. Mevcut bir eser, kendisinin var olmasını yoklukta kalmasına tercih eden bir müreccihi gösterir. O müreccih olmaksızın eserin meydana gelmesi muhaldir. İşte ilm-i kelâmdaki tercih bilâ müreccih muhaldir, ifâdesi bu kısım içindir.

Tercih bila müreccih caiz olmakla beraber, tereccüh bila müreccih muhaldir.

Evet, bir şeyin veya şıkkın diğerine tercih edilmesi hâlinde, tercih edilen şeyin veya şıkkın tereccüh ettiğinden, meydana geldiğinden söz edilir. İşte bu tereccüh, müreccihsiz, yâni tercih edici bir sebep veya zât olmaksızın olamaz.

Herhangi bir şey yapıp yapmama hususunda bir karara varmamızdan önce, söz konusu şeyin yapılması ile yapılmaması müsavidir. Yapmayı tercih ettiğimizde, işin yapılması tereccüh etmiş olur. Meselâ, bir cümleyi yazdığımız takdirde cümlenin yazılması yazılmamasına tereccüh etmiştir. İşte bu tereccüh, bir müreccihe yâni tercih yapan bir kâtibe delâlet eder ve onsuz olamaz.

Aynen öyle de, bu kâinatın varlığı gösteriyor ki, onun yaratılması, yoklukta kalmasına tereccüh etmiştir. Bu tereccühün müreccihsiz olması muhaldir. Kâinatın yaratılmasını tercih eden müreccih ise ancak ve ancak Kadîr-i Mürîd olan Allah-u Azîmüşşân'dır

Cenab-ı Hak, kâinatın var olmasını, yoklukta kalmasına tercih etmiştir. Bu hâşâ

Allah'ın ihtiyacından değil, O'nun, lütuf ve kereminden dolayıdır. Bediüzzaman Hazretleri bu hakiklatı şöyle ifade eder:"Cenab-ı Hakk'ın ef'alinde, tercih edici bir garaza, bir illete ihtiyaç yoktur. Ancak tercih edici, Cenab-ı Hakk'ın ihtiyarıdır." (İşârâtü-ül İ'caz)

Not:2- Prof. Dr. Şener Dilek Bey adlı Kader meselesine dair "Niye Ben" adlı eserinde bu hususta şunları demektedir; "Evet, Tercih bila müreccih caizdir ve vakidir. Mesela aynı nitelikte iki saatten birini tercih etsen, "niye tercih ettin, şu saatin ne üstünlüğü var?" diye sorulduğunda; bunun cevabı olarak "hiçbir üstünlüğü yok. Ama, benim iradem yok mu, ben istediğimi seçebilirim" diyebilirsin.

Evet, insan ne kavak ağacı ne de kaldırım taşıdır. İradenin vasfı istediğini tercih etmek, seçmek demektir. Demek tercih bila müreccih caizdir ve vakidir.

Ama tereccüh bila müreccih muhaldir. Mesela bir hattat iradesiyle isterse bir besmele yazar; istemezse yazmaz. Eğer yazmayı irade ederse o zaman 'tercih bila müreccih caizdir ve vakidir' hakikatı zuhur etmiş olur. Yani 'şu besmele bir hattattın iradi tercihi ile yazılmıştır' denilir.

Ama birisi kalksa şöyle bir beyanda bulunsa, "hattat olmadan bu besmele yazılmıştır" derse, işte bu söz batıldır. Yani "tereccüh bila müreccih" muhaldir.(Prof. Dr. Şener Dilek, Niye Ben, sh: , Feyza Yayıncılık, İst. )

*İlm-i Sarf kaidesince ism-i fâil, bir emr-i nisbî olan masdardan müştaktır. Yoksa bir emr-i sabit olan hâsıl-ı bilmasdardan inşikak etmez. Masdar kesbimizdir, katil ünvanını da biz alırız. Hâsıl-ı bilmasdar, Hakk'ın mahlukudur. Mes'uliyeti işmam eden birşey, hâsıl-ı bilmasdardan müştak kılınmaz.(Sözler s: )

Mesela yazmak mastardır. Yazma fiildir. Bir de yazı vardır. O da masdarın sonucunda ortaya çıkan şeydir. Bir adam bir yazıyı yazdı, katip ünvanını nereden alıyor? Yazmak masdarından, yazma fiilini tercih etmesinden. Meylini oraya kullanıyor ve netice ortaya çıkıyor. Öldürmek fiilinde de katil, mahlûk olmayan öldürmek fiiline meyil ettiğinden katil ünvanını alıyor. Bunun sonucu( hâsıl-ı bil masdar) ölümü yaratan ise Rabbimiz. Bize düşen sadece o meyil(meyelan) Gerisi o konuda kuvvetimiz ve sonucu Allah yaratıyor.

Not: Bu meseleyi Mehmed KırkıncıHocaefendi, merhum Sami Pala'nın bir sorusuna cevaben gönderdiği mektubunda şöyle izah etmiş; "Diğer suâliniz olan "İlm-i sarf kâidesince ism-i fâil, bir emr-i nisbi olan masdardan müştaktır. Yoksa bir emr­­-i sabit olan hâsıl-ı bilmasdardan inşikak etmez" cümlesini şöyle izah edebiliriz.

Bütün masdari ma'nalar (Mesela, okumak, yazmak, burada geçen katl, öldürmek gibi) bir emr-i nisbi ve bir emr-i i'tibaridir. Bunların hâriçte vücudları yoktur ve mahluk değildirler. Mahluk olan, hâsıl-ı bil masdardır (yani, masdardan çıkan şeydir). Mesela, yazı yazmak masdar ise, yazı hasıl-ı bil masdardır. Çünkü yazmak i'tibari bir emirdir ve hariçte vücudu yoktur, yani demek ki mahluk değildir. Yazı ise, o masdardan çıkan bir sonuçtur (yani, Hasıl-ı bil masdardır) ve harici bir vücud sahibidir. Ve biz buradaki misale göre, yazan ünvanını yazıdan değil, yazmaktan alıyoruz. Bu misal gibi, namaz kılmak da masdari bir ma'nadır, mahluk değildir. Namaz kılan kimsenin yaptığı hareketlerin tamamı hâsıl-ı bil masdardır. Cenab-ı Hak tarafından yaratılmışlardır. Bizim iktidarımızda olan, ancak namaz kılıp kılmamayı talep edip etmemektir. Bu ise bir emr-i i'tibaridir.

(Risalede geçen katl, yani öldürmek de bir masdardır, herhangi bir fiil ve hareket ifade etmez. Allah'ın yarattığı budur. Filvaki öldüreni de yaratıyor. Fakat bunlar vazifelidir ve mahduddur. Birincisi Hazret-i Azrail (A.S.); İki, hakimin tayin ettiği cellat; Üç, devletin elbise giydirdiği gazi asker; dört, şartlara uygun nefsini müdafaa eden mazlumdur. Bunlara, öldürdükleri halde katil denmez; bilakis, her birinin bu vazifesinden dolayı şerefli bir ismi ve makamı vardır.)

Şimdi, öldürmek masdarını yaratan Cenab-ı Hak ve hatta vazifelendirdikleri dahi katil ünvanını almadıkları halde, vazifesiz olarak, nefsine tâbi olarak, cezayı da göze alarak öldüren, katil ünvanını alır. Öldürmek olan masdardan değil, öldüren olan hâsıl-ı bil masdardan çıktığı için, bu fiili işleyen katil ünvânını bi hakkın alır.

(Hey katil, Cenab-ı Hak öldürmeyi yarattıysa da seni, öldüren olarak yaratmadı. "Öldürme, katil olursun, Cehenneme gidersin!" diye çok ikazlar, tenbihler de yaptı. Fakat sen emr-i İlahiyi dinlemedin, nefsine uydun. Onun için de, "Mes'ul ve mükellefsin". Cezanı çekeceksin!)

*Meseleyle alakalı Kırkıncı Hocaefendi'nin Kader Nedir adlı eserinden şu izahları da nakletmeden geçemedim; insana Cenâb-ı Hak tarafından ihsan edilen ve ilm-i kelâm âlimlerince irade-i külliye diye adlandırılan insan iradesi mahlûktur, yâni yaratılmıştır. İmam Mâtürîdî insanın irade-i külliyesinin mahlûk olduğunu, fakat bu iradenin bir işi yapıp yapmamaya taallûku demek olan cüz'î iradesinin mahlûk olmadığını kabul etmektedir. İmam Mâtüridî'ye göre cüz'î irade bir emr-i itibarîdir ve insana verilebilir; emr-i itibarî ise mahlûk değildir.

İnsanın bedeni ve onun ihtiva ettiği bütün azaları mahlûk olduğu gibi ruhu ve onun hassası olan bütün duyguları ve lâtifeleri de mahlûktur. Mahlûk olmayan sadece cüz'î iradedir. Eğer onun da Allah tarafından yaratıldığı iddia edilirse, ortada teklife sebep olacak hiçbir şey kalmaz ve insanın bütün fiilleri ıztırarî olur. İnsan o takdirde herşeyi Allah'ın irade ve kudretine tâbi olarak bir cebir altında yapmış olur ve artık insanın ihtiyarî fiillerinden bahsedilemez. Cüz'î iradenin mahlûk olmayıp, emr-i itibarî olması, İslâm'ın tevhid akidesine, yâni herşeyi Allah-u Azimüşşân'ın yarattığı hakikatine aykırı değildir. Evet, hiç şüphe yoktur ki herşeyi yaratan ancak Cenâb-ı Hak'tır. Lâkin cüz'i irade şey tarifi içine girmemektedir. Arapça'da şey "mevcut" eşyadır. Her şeyin hariçte vücudu vardır ve haricî vücudu bulunmayana şey denilmez.

Şey tâbirini bir an için hariçte vücudu bulunmayanlar için de kullandığımızda eşyayı üçe ayırabiliriz: Birincisi, hariçte vücudu olan (var olan) şeyler; ikincisi, mâdum olan (varlığı sözkonusu olmayan) şeyler; üçüncüsü ise mevcut ile mâdum arasında bulunan yâni ne hariçte vücudu olan, ne de yokluğuna hükmedilebilen şeylerdir. İşte, bu üçüncü gruba, emr-i itibarî, emr-i izafî veya emr-i nisbî denir. Fakat, emr-i itibarî denince itibar edilen hayalî bir şey anlamamak gerekir. Bunlar için vücud-u nefsü'l-emriyesi bulunan hakâik-ı nefsü'l-emriyedendirler denilmektedir. Alt-üst, sağ-sol, büyük-küçük, uzak-yakın, az-çok hep bu gruba girer. Bunların hariçte vücudu bulunmamakla birlikte, yoklukları da iddia edilemez. Meselâ, bizim sağ ve sol kollarımızı yaratan Cenâb-ı Hak'tır. Kollar mahlûk olmakla birlikte sağ ve sol mahlûk olmayıp birer emr-i itibarîdir. Aynı şekilde bizi ve babamızı yaratan yine o Vâhid-i Ehad'dir. Biz ve babamız birer mahlûk olduğumuz halde, babalık ve oğulluk birer itibarî emirdir, mahlûk değildirler.

İşte arzu, talep, kesb ve meyelan da denilen cüz'î irade bir emr-i itibarîdir. Hariçte vücudu yoktur ve mahlûk değildir. Yâni, insanın hem küllî iradesi, hem de işlediği fiiller mahlûktur; lâkin küllî iradesiyle bir fiili işlemeye yönelmesi ve o fiili taleb etmesi mahlûk değildir. Bu talep fiil de değildir. İlm-i Kelâm ıstılâhında talep (cüz'î irade) için hâl tâbiri kullanılır.

Merhum Elmalılı Hamdi Yazır da cüz'î iradenin (talebin) mahlûk olmadığını izah ederken, "Talep bir mevcut değil, mevcutlar mabeyninde (arasında) bir nisbetten, bir izafetten ibarettir ve İrade-i külliye denilen kuvve-i iradiye mahlûktur. Fakat, irade-i cüz'iye ve taleb ve ihtiyârla kesb dediğimiz karar, gayr-i mahlûktur ve bizim bir nisbetimizdir." buyurmaktadır. (Hak Dini Kur'an Dili, Cilt: 1, s, )

Aşağıda mastarî mânâlar (okumak, yazmak, gitmek gibi) için yapacağımız açıklamaların bu meseleye biraz daha ışık tutacağı kanaatindeyiz.

Bütün mastarî mânâlar emr-i itibarîdir. Bunların hariçte vücudu yoktur ve mahlûk değillerdir. Mahlûk olan hâsıl-ı bil-mastardır (mastardan çıkan şeydir). Yazı yazmak mastar, yazı ise hâsıl-ı bil-mastardır. Yazı yazmak itibarî bir emirdir, hariçte vücudu yoktur ve mahlûk değildir. Yazı ise hâsıl-ı bil-mastardır ve haricî vücut sahibidir. Biz yazan ünvanını yazıdan değil, yazmaktan alıyoruz. Nitekim, "ilm-i sarf kaidesince ism-i fâil bir emr-i nisbî olan mastardan müştakdır. Yoksa, bir emr-i sabit olan hâsıl-ı bilmastardan inşikak etmez," ifadesi bu hakikati izah etmektedir.

Diğer bir misâl: Su içme fiilinde hem elimiz, hem de su mahlûk olduğu gibi, elimizi hareket ettirerek ağzımıza götürme fiilimiz de mahlûktur. Lâkin içmek mastarı, mahlûk değildir. Zira, hariçte içmek diye bir şey gösterilemez. İşte insanın su içmeyi taleb etmesi ve suyu içmesi hâdisesinde su içmeyi taleb etmek ve su içmek mahlûk olmayıp birer emr-i itibarîdir.

Aynı şekilde arkadaşınıza bir meyve ikram ettiğinizde siz, arkadaşınız ve ona ikram ettiğiniz meyve Cenâb-ı Hakk'ın birer mahlûkusunuz. Lâkin, arkadaşınıza meyve ikram etmeniz mahlûk olmayıp bir emr-i itibarîdir, hariçte vücudu yoktur. Fakat bu ikram inkâr edilemez. İşte, siz mükrim (ikram) eden ünvanını, bu ikramı yapmanızdan kazanırsınız. Yoksa, Mûtezile'nin iddia ettiği gibi, bu ünvanı almanız için meyveyi yaratmanız icab etmez. Meyvenin hâlıkı (yaratıcısı) Cenâb-ı Hak'tır. Siz meyveyi yapmaya değil, onu arkadaşınıza ikram etmeye sahipsiniz. Bu da itibarî bir emir olduğundan, Cenâb-ı Hak'a yaratma cihetiyle ortak olmaktan söz edilemez.

İşte sizin selâhiyetiniz, o meyveyi ikram edip etmemeye meyletmenizdir. İkram etmemeye karar verdiğinizde, sözkonusu fiil meydana gelmez. İkrama karar verdiğinizde ise Cenâb-ı Hakk'ın irade ve kudretiyle kolunuzu hareket ettirerek meyveyi arkadaşınıza verirsiniz.

Yukarıdaki misâller gibi, namaz kılmak da mastarî mânâdır ve mahlûk değildir. Namaz kılan bir kimsenin yaptığı hareketlerin tamamı hâsıl-ı bil-mastardır ve Cenâb-ı Hak tarafından yaratılmaktadır. İnsanın iktidarında olan, namaz kılmayı taleb edip etmemektir. Bunlar ise birer emr-i itibarîdir.

Son olarak bir meseleye daha kısaca temas edelim: Mâtürîdîye mezhebine göre insanların kendi ihtiyarî fiillerinde tesirleri vardır ve bu fiiller iki kudretin, yâni insan kudretiyle Cenâb-ı Hakk'ın kudretinin, içtimaıyla meydana gelir. Bundan anlaşılan mânâ şudur: Bir insan kendisinde bilkuvve bulunan küllî kudretiyle birçok ihtiyarî fiilleri işleme imkânına sahiptir. Bunlardan birine karar verdiği zaman kudreti cüz'îleşir, yâni o işe yönelir. İşte, insanın ihtiyarî fiillerindeki tesiri, kendisindeki küllî kudreti cüz'î kılmaktan, belki bir işe yönelmekten ibarettir. Bunun üzerine Celîl-i Zülcemîl mutlak kudretiyle o fiili yaratır. İşte, insanın bu teşebbüsü ve Cenâb-ı Hakk'ın da fiili yaratması, iki kudretin içtimaı olarak ifâde edilmiştir. Yâni, ihtiyarî bir fiilin vücûda gelmesinde insan kâsip (kesbeden, taleb eden), Allah-u Teâlâ ise Hâlık'tır.

nest...

çamaşır makinesi ses çıkarması topuz modelleri kapalı huawei hoparlör cızırtı hususi otomobil fiat doblo kurbağalıdere parkı ecele sitem melih gokcek jelibon 9 sınıf 2 dönem 2 yazılı almanca 150 rakı fiyatı 2020 parkour 2d en iyi uçlu kalem markası hangisi doğduğun gün ayın görüntüsü hey ram vasundhara das istanbul anadolu 20 icra dairesi iletişim silifke anamur otobüs grinin 50 tonu türkçe altyazılı bir peri masalı 6. bölüm izle sarayönü imsakiye hamile birinin ruyada bebek emzirdigini gormek eşkiya dünyaya hükümdar olmaz 29 bölüm atv emirgan sahili bordo bereli vs sat akbulut inşaat pendik satılık daire atlas park avm mağazalar bursa erenler hava durumu galleria avm kuaför bandırma edirne arası kaç km prof dr ali akyüz kimdir venom zehirli öfke türkçe dublaj izle 2018 indir a101 cafex kahve beyazlatıcı rize 3 asliye hukuk mahkemesi münazara hakkında bilgi 120 milyon doz diyanet mahrem açıklaması honda cr v modifiye aksesuarları ören örtur evleri iyi akşamlar elle abiye ayakkabı ekmek paparası nasıl yapılır tekirdağ çerkezköy 3 zırhlı tugay dört elle sarılmak anlamı sarayhan çiftehan otel bolu ocakbaşı iletişim kumaş ne ile yapışır başak kar maydonoz destesiyem mp3 indir eklips 3 in 1 fırça seti prof cüneyt özek istanbul kütahya yol güzergahı aski memnu soundtrack selçuk psikoloji taban puanları senfonilerle ilahiler adana mut otobüs gülben ergen hürrem rüyada sakız görmek diyanet pupui petek dinçöz mat ruj tenvin harfleri istanbul kocaeli haritası kolay starbucks kurabiyesi 10 sınıf polinom test pdf arçelik tezgah üstü su arıtma cihazı fiyatları şafi mezhebi cuma namazı nasıl kılınır ruhsal bozukluk için dua pvc iç kapı fiyatları işcep kartsız para çekme vga scart çevirici duyarsızlık sözleri samsung whatsapp konuşarak yazma palio şanzıman arızası