imamı gazali esmaül hüsna / Esma'ül Hüsna Şerhi - İmam-ı Gazali

Imamı Gazali Esmaül Hüsna

imamı gazali esmaül hüsna


İsmin tarif ve hakikatinin izahı hakkında deriz ki:
Eşyanın aslıda vücudu, zihinlerde vücudu ve dillerde vü­
cudu vardır. Gerçek ve hakiki olan vücud, asıdaki vücuddur.
Zihinlerdeki vücudu ise ilmi ve şekli, lisanlardaki vücudu da lafzi
ve istidlâlidir. Mesela semanın (göğün) aslında ve zatında bir
vücudu vardır, zihinlerimizde ve gönüllerimizde de bir vücudu
vardır. Çünkü semanın şekli, gözlerimizde ve dolayısıyla haya­
limizde iz bırakmış bulunmaktadır, jSemanın yok olduğunu,
vücuddan kalktığını farzedelim, onun şekli hayalimizde devamlı
olarak yaşayacaktır. İlim diye tabir ettiğimiz şey işte bu sur et ve
bu şeklidir. O halde ilim malumun bir örneğidir. Maluma benze­
yen ve ona müvazi olan bir örnek. Ve o, aynada görünen şekil
ve suret gibidir. Bu suret, dış ve mukabil suretin mümasili ve
benzeridir ve ma'lûmun zihinde meydana gelen örneğinden
ibarettir. ,
Esmâ-i Hüsnâ Şerhi 19

Sema'nın dildeki varlığına gelince, bu varlık, birtakım sesler­


den mürekkep bir lafızdan ibarettir. Bu sesler dört parçaya
ayrılarak birincisi (sin), İkincisi (mim), üçüncüsü (elif) ve dördün­
cüsü (hemze) tabir edilmiştir. Şimdi sema sözümüz zihindeki
sema'nın bir delili ve zihindeki sema da asıldaki semaya muta­
bık olan bir surettir. Asıldaki vücud olmasa şekil ve suretlerin
zihinlerde meydana gelmesine, zihinlerde suret meydana gel­
mese insanın o sureti duymasına ve insan o sureti duymamış
olsa onu lisanla tabir etmesine imkân yoktur.
Belki geri zekâlı olanlar bunları birbirinden ayırt edemeye­
cekler. Ne var ki bu vücutların birbirinden farklı oldukları, her
birinin kendisine mahsus bir takım özellikleri bulunduğu bir ger­
çektir.
Meselâ insan, asıldaki vücudu itibariyle uyuyan, uyanan, ya­
şayan, ölen, gezen, oturan bir varlıktır. Zihinlerdeki vücudu itiba­
riyle de mübtedâ (özne), haber (yüklem), âmm (genel), hâss
(özel) cüzi, küllî, kaziye gibi şeylerdir. Dillerdeki vücudu itibariy­
le ise Arap, Acem, Türk, Zenci, çok harfli, az harfli, isim, fiil, harf
ve benzeri şeylerdir ki, bu vücut zamana ve her ülkenin örf ve
adetlerine göre değişir,- fakat asıldaki ve zihindeki vücut ne
zamana nispeten ne de milletlere göre zinhar değişmez. Asıl-
daki ve zihindeki vücudu şimdilik bir tarafa bırakarak yalnız lâfzi
olan vücudu göz önünde tut; çünkü maksadımız bununla ilgili­
dir.
r
Lafızlar, eşyanın ayânına (zat ve asıllarına) delalet etmek
üzere insan iradesinin özel surette vazettiği' alfabetik harflerden
ibarettir. Bu lafızlar, (vaz-ı evvel) ve (vaz-ı sani) olarak kısımlara
ayrılırlarfMesela gök, ağaç, insan ve benzeri lafızlar vaz-ı evvel­
dir. İsim, fiil, harf, emir, nehy, muzari gibi lafızlar vâz-ı sânîdir. Bu­
na, vaz-ı sânî dememizin sebebi, çünkü eşyaya delalet etmek
üzere vazedilen lafızlar şöyle kısımlandırılıyor-.
20 İmam-ı Gazalî_______________________________________________
S’- İs i ^ l c J . o r ı e e 6- Çoğalm a

a - Lafız, kendisinde değil gayrisinde manaya delâlet eder­


se o harftir.
b - Kendisinde mânâya delâlet eden lafız da iki kısma ayrı­
lın
1 - Mânâsının zamanla alâkası olan lafız. Buna fiil denir.
Vurdu ve vurur gibi.
2 - Mânâsının zamanla alâkası olmayan lafız. Buna isim de­
nir. Gök ve yer gibi.
Lafızlar, önce, zat ve asıllara delâlet etmek üzere vazedildi
ve bunu müteakip, isim, fiil, harf ıstılahları, lafızların kısımlarına
delâlet edici olarak vazedildiler. Çünkü lafızların kendileri, vaze­
dildikten sonra zatları ve asılları itibarıyla birer mevcut oldular ve
şekilleri zihinlerde tebessüm edince lisan hareketleri ile göste­
rilmeye hak kazandılar. Bu cihetle lafızların vâz'ının teaddüd
ettiği tasavvur ediliyor. Şöyle ki bir isim bir kaç kısma ayrılır ve
her kısma ayrı bir isim verilirse bu durumda o isim, üçüncü de­
recede olmuş olur. Nitekim ismi marife ve nekire olarak ikiye
ayırmaktayız ve bundan maksat, bir ismin vaz-ı sânî durumunda
olduğunu sana anlatmaktır. Şayet bize "ismin tarifi nedir?” diye
sorulursa, "isim, müfred (tek) manâya delâlet etmek üzere va­
zedilen lafızdır!" diyebilir ve ayni zamanda bu tarife, ismi fiil ve
harften ayırt edecek bir kayıt da ekleyebiliriz. Fakat bizim bura­
daki maksadımız isim için tarif beyan etmek değildir. Sadece
isimden, onun üçüncü derecedeki mânâsının murad olduğunu
belirtmek istemekteyiz ki, bu, ismin asılda ve zihindeki vücutları
değil sadece lisandaki vücududur. "Eğer ismin bir mânâya delâ­
let etmek üzere vazedilen lafız olduğunu anladınsa; artık bilme­
lisin ki, mânâ ifade, eden her mevzûun bir vazii ve bir vaz'ı ve
bir de mevzûunleh'i vardır; mevzûunleh'e müsemma. Vâziin
kendisine müsemmi ve vâz'a tesmiye denir, Mesela filan, çocu­
ğuna ad koydu dediğimiz vakit, çocuğuna delalet eden bir lafız
vaz'etmiş olmaktadır ve onun bu vazetme hareketine tesmiye
h Koy<xh , )eş clir^ h 3 "Ö \ço}D . O uZCfoft
/» —* I / —» ı ı. ^ H
Esmâ-i Hüsnâ Şerhi 21

adı verilir. Bazen de tesmiye lafzı, vazedilen ismi anına mana­


sında istimal edilir. Mesela adı Ahmed olan bir şahsa, bir başka- ^ -
sının "ey Ahmed-" diye seslenmesi gibi ki, onun bu çağırmasına J
da adverme (tesmiye) denir. O halde tesmiye lafzı, ad vermek
ile adını anmak arasında müşterektir. Gerçi tesmiyenin ad verme
manasındaki istimali adını anma manasındaki istimalinden daha
uygun ve elyak ise de iki husus arasında müşterek olduğu inkâr
edilemez.
İsim, tesmiye ve müsemma lafızlarını, hareket, tahrik, müte- Ot
harrik ve muharrik lafızlarının mecrasında mütalâa etmek müm­
kündür. Bunlar ise muhtelif mânâlara delâlet eden dört ayrı
isimdir. Hareket, bir yerden bir yere taşınmaya delâlet eder.
Tahrik ise, bu hareketi meydana getirmeye, müharik, hareketin
fiiline taharrük de, bir fiilden saadır olmakla beraber kendisinde
hareket bulunan şeye delâlet etmektedir. Müteharrik, kendisin­
de hareket bulunan mahalle delâlet edip fiile delalet etmez. Bu
lafızların mefhumları anlaşıldı ise, artık bunlar hakkında, onların
birbirinin ayni veya gayri olduğunu söylemenin caiz olup olma­
dığı düşünülsün. Mevzuu ihata edebilmek için gayriyet ve hüvi­
yetin manasını iyice idrak etmek gerekir. ;
I
Hüve hüve (o odur, o onun aynidir)nin, üç çeşit istimali
vardır:
1 - Şarap badedir ve gazanfer arslandır sözünde olduğu
gibi. Bu istimal, zat itibariyle bir olup eş anlamda iki ismi bulunan
ve mefhumları arasında başkalık olmayan her şey için caridir.
Sadece harfleri itibariyle değişik olan bu tür insimler müteradif
tesmiye edilir.
2 - Saarim kılıç ve mühenned kılıçtır sözünde olduğu gibi.
Bu istimal, birinci istimalden farkıdır. Çünkü bu isimlerin mefhum­
ları müteradif değil muhteliftir. Saarim keskin olan kılıca,
mühenned de Hind ülkesine mensup kılıca denir. Seyf (kılıç)
ise, mutlak olarak istimal edildiği vakit saarim ve muhenned'den
22 imam-ı Gazalî

ayrı bir manaya delâlet eder. Oysa müteradif isimlerin sadece


harf itibariyle değiştiklerini ve asılları itibariyle kendilerinde ziya­
delik veya noksanlık bahis mevzuu olmadığım gördük. Bu tür
isimlere mütedâhil demek doğru olur. Nitekim seyf (kılıç), ken­
dilerinde mâna yönünden ziyadelik olmasına rağmen bu üç
ismin de mefhumuna dâhildir.
3 - Kar beyaz soğuktur sözünde olduğu gibi ki, beyaz ve
soğuğun bir olduğu ve dolayısıyla beyazın soğuğun ayni oldu­
ğu iddia edilecektir. Üç vecihden en uzağı budur. Buradaki
ayniyet, iki vasıfla vasıflandırılan bir mevzûun vahdeti (tek olu-
şu)ne racidir ve bunun mânası, bir zatın ayni zamanda beyazlık
ve soğuklukla mevsuf olmasından ibarettir.
Hüve hüve sözümüzün, bir vecihden, vahdet ifade eden
kesrete delâleti mülahaza edilmelidir. Vahdet olmasaydı hüve
hüve demek mümkün olmaz ve kesret olmasaydı gene hüve
hüve demek mümkün olmazdı; çünkü bu hüve hüve iki şeyi
işaret etmektedir. Sadede dönelim ve diyelim ki:
"Şarap badedir!” sözümüzde olduğu gibi müteradif isimle­
re kıyas ederek ismin müsemmanın ayni olduğunu iddia edenler
mutlak surette yanılmışlardır. Müsemmanın mefhumu başka ismin
mefhumu başkadır. Nitekim ismin dâll (delâlet eden) ve mü-
semmanın medlûl (delâlet olunan) olduğunu açıklamış bulun­
maktayız. Sonra isim, lafız olmayabilir. Çünkü isim Arap, Acem
ve Türk ismi, yani Acemlerin, Türklerin ve Arapların vazettikleri
bir lafızdır. Bu itibarla bazen müsemmâ isme mutabık olmayabi­
lir. İsimden sual edildiği vakit “nedir?” diye sual edilir. Oysa
müsemmâdan «kimdir?» diye sual edilmektedir. Meselâ meclise
bir şahıs geldiği vakit, "bu şahsın adı nedir?" diye sorulursa bu
soruya "onun adı Ahmet'tir!” cevabı verilir. Şayet o şahsın ken­
disinden, yani zatından sual edilecekse bu durumda “kimdir?”
demek gerekir. Kezâ yakışıklı bir Türk'e Hind adı verildiğinde
"isim çirkin, müsemma güzel!” diyoruz. Çok harfli veya ağır mah­
reçli bir isim olursa "isim kaba, müsemmâ nazik!” diyoruz. Bazen
Esmâ-i Hüsnâ Şerhi 23

ısım mecaz oluyor; fakat müsemmâ mecaz olmuyor. Bazen de


uğur sayma kabilinden isim değişiyor; fakat müsemmâ değişmi­
yor. Bütün bunlar isim ile müsemmânın birbirinden ayrı şeyler
olduklarının birer delilidir. Eğer fikrini çalıştıracak olursan bu zik­
redilenlerden maada, isim ile müsemmâ arasında birçok farklar
bulursun. Ne var ki basiret sahibi olana sözün azı da kâfidir.
İz'ansız ve idraksiz olanları ise, çok izah daha da çok şaşırtır.
İkinci istimale göre müsemmânın isimden müştak olduğu ve
seyf (kılıç) sarim (keskin kılıç)in mefhumuna dahil olduğu gibi
müsemmânın da ismin mefhumuna dahil olduğu söylensin. Buna
kail olunduğu takdirde tesmiye, müsemmâ, müsemmi ve ismin
cümlesinin ayni şey olmaları lazım gelecektir. Çünkü hepsi de
isimden müştak (türev) dir ve isme delalet etmektedirler. Bu ise
bir mücazefe ve peşin hükümdür. Hareket, tahrik, muharrik ve
müteharrikin ayni şey olduklarını iddia etmeye benzer. Bunların
hepsi de hareketten müştaktır. Oysa bu iddia doğru değildir,
çünkü hareket, mahalle ve fâile ve fille delâlet olmaksızın sade­
ce bir yerden bir yere intikale delalet eder. Muharrik, hareketin
failine delalet ediyor. Muharrek, meful olmakla beraber hareke­
tin mahalline, müteharrik ise, meful olmaksızın hareketin mahalli­
ne delalet ediyor. Tahrik, faile ve mahalle delaleti olmaksızın
hareketin fı'line delalet ediyor. Bunlar, birbirinden ayrı gerçekler­
dir. Hepsinde de hareketin mevcudiyeti mülahaza edilmekte
ise de, hareket, kendi nefsinde ve müstakil olarak anlaşılan bir
hakikate sahiptir. Hareketin ta ile nispeti ancak tali derecede
anlaşılır. Bu izafet muzâfdan ayrıdır. İzafet, iki şey arasında müta­
lâa edilir,- muzâf ise önce müstakil olarak ve sonra mahalle
nisbeti düşünülür. Bu, onun faile olan nisbetinden başkadır. Ni­
tekim hareketin mahalle olan nisbeti ve ihtiyacı zaruri, faile olan
nisbeti nazaridir. Bunu söylemekle tasavvursuz iki nisbetin mev­
cudiyetine hükmü kastediyorum ki, isim bir delalettir,- onun .
medlûlü vardır ve ona müsemmâ denir ve ismin vaz'ı (istimali)
ise, bir fail-i muhtarın işidir ve adına tesmiye denir. Sonra bura-
24 İmam-ı Gazalî

daki tedahül ile seyf (kılıç) ın saarim (keskin kılıç) ve mühenned


(hind kılıcı) mefhumlarına dahil oluşu arasında fark vardır. Şöyle
ki saarim, bir sıfat ilavesi ile kılıçtır. Mühenned de sıfat ilavesi ile
kılıçtır. Seyf işte bu mefhuma dahildir. Oysa müsemma bir sıfat
ilavesi ile isim veya tesmiye bir sıfat ilavesi ile isim değildir ve bu
tevil burada doğru olamaz.
Üçüncü istimale gelince; sıfatların teaddüdü ile mahallin itti­
hadı esasına dayanan bu vecih, uzak olmasına rağmen isim ve
müsemmâda can olmadığı gibi, isim ve tesmiyede de cari de­
ğildir. Ancak bir şeyin hem isim ve hem tesmiye olarak adlandı­
rılmak üzere vazedilmiş olduğuna kail olmak gerekir. Nitekim kar
misalinde, olduğu gibi. Kar ise, soğukluk ve beyazlık vasıflarını
taşıyan bir manadan ibarettir. Keza durum, "Sıddîk, (Hz. Ebu
Bekir), Ebu Kuhafe'nin oğlunun kendisidir!" sözünden de farklı­
dır. Çünkü bu söz tevil edildiğinde, Sıddîk olarak vasıflandırılan
şahsın vilâdet bakımından Ebu KuhafeVe mensup olduğu anlaşı­
lır. Bu takdirde hüve hüve (o odur)'nin manâsı, sıfatlar arasında
kesin zıddiyet bulunmakla beraber mevzûun ittihadı (bir oluşu)
dır. Sıddîk'ın mefhumu başka Ebu Kuhafe'nin oğlu olmanın mef­
humu başkadır ve burada yapılması mümkün olan teviller, ne
isim ve müsemmâda ne de isim ve tesmiyede, ne hakikat itiba­
riyle ne de mecaz yönünden zinhar cari değildir. Müteradif
isimler, “Gazanfer aslanın kendisidir!" sözümüzde olduğu gibi
hakikat cümlesindendir. Ancak iki 'lafızdan anlaşılan mana ara­
sında lûgavî bakımdan, herhangi bir farkın olmaması şarttır. Eğer
fark varsa bu takdirde bir misal aramak gerekir. Bu, hakikatin bir
ve isimlerin çok oluşu cihetine racidir. Hüve hüve (o onun,
aynıdır) sözümüzde bir cihetten vahdetin ve diğer cihetten
kesretin mevcut olması lazım geliyor. Vecihlerin en iyisi, vahde­
tin manada ve kesretin ise mücerred lafızda olmasıdır.
Bahsi uzun ve anlaşılması güç olan bu ihtilaf hakkında bu
kadar izah kâfidir. Artık isim, tesmiye ve müsemmanın her birin­
den anlaşılan ve aranan mana bakımından farklı birer lafız olduk-
Esmâ-i Hüsnâ Şerhi 25

larını anlamış oldun. Ancak bunlardan her birinin diğerinden


farklı olduğu söylenebilir; onun aynı olduğunu söylemeye imkân
yoktur. Çünkü gayriyet, hüve hüve (ayniyet)nin mukabilidir.
İsim için, müsemmânın ayni olabilir, gayri olabilir ve ne ayni
ne de gayri olabilir diyen üçüncü mezhebe gelince, haktan en
uzak olan ve en çok karmaşıklık içinde bulunan fırka budur.
Ancak tevile gidilirse durum değişir. Mesela üç kısma ayrılan
isimden ismin kendisini değil mefhum ve medlûlünün kastedil­
diğini söylemek mümkündür. İsmin mefhumu tabii ki ismin gay­
ridir. Çünkü ismin mefhumu, ismin medlûlüdür ki delil başka ve
medlul başkadır. Bu itibarla zikredilen bu taksim ismin mefhu­
muna racidir ve doğrusu da şöyle demektir: İsmin mefhumu
müsemmânın zatı ve hakikati ve mahiyeti olabilir. Bunlar İnsan
ilim ve beyazlık gibi müştak (türev) olmayan nevi isimleridir.
Müştak olan isimler ise müsemmânın hakikatine delâlet etmeyip
hakikati müphem (bulanık) olarak bırakır ve sadece müsemma-
nın bir sıfatına delalet eder. Âlim (bilgin) ve kâtip (yazar) misal­
lerinde olduğu gibi. Sonra insan ilim ve beyazlık gibi müştak
olmayan nevi isimlerinden, âlim ve beyaz gibi müsemmada
mevcut bir halin vasfına veya yaratıcı ve yazar gibi müsemma
için yapılan ve ondan ayrılmayan bir izafete delalet eden iştikak­
lar yapılır' "O nedir?" sorusuna cevap olarak söylenen isimlerin
birinci kısmın tarifi olduğunu söyleyebiliriz. Şöyle ki bayağı bir
insanı işaret edip "O kimdir?” demez de "O nedir?” derse,
bunun cevabı “İnsandır!” olmalıdır. Şayet “hayvandır!” derse,
mahiyetin cevabı olamaz. Zira insanın mahiyetinin mücerred
hayvaniyet ile kaim olmadığı aşikârdır. İnsan, akıllı hayvandır..
Mücerred olarak hayvan değildir. İnsan, hayvan-ı âkil'e verilen
isimdir. İnsan yerine beyaz veya uzun veya âlim veya katip de­
nilse cevap olmaz. Çünkü beyazın mefhumu, beyazlık vasfım
taşıyan müphem bir varlıktır ki; mahiyeti bilinmez. Âlimin mef­
humu, ilim sahibi müphem bir varlık ve katibin mefhumu, kitabet
işini yapan müphem bir varlıktır. Gerçi kâtibin insan olduğu anla-
26 İmam-ı Gazal?

şılabilir. Fakat bunun anlaşılması lafzın mefhumundan hariç ve


onun mefhumuna ilave olan bir takım delil ve hususlar aracılığı
iledir.
^

Keza bir renk işaret edilerek "O nedir?” dendiği vakit, "be­
yazdır!” cevabı verilir. Eğer bunun yerine bir müştak isim zikre­
derek “aydınlatıcıdır!" veya "gözün ışığını dağıtıcıdır!” desek
cevap değildir. Çünkü "o nedir?” sorumuzdan kastımız zatın
hakikat ve mahiyetini öğrenmektir. Aydınlatıcı lafzı aydınlatma
hassesine sahip olan müphem bir varlıktır. Dağıtıcı lafzı, dağıtma
hassesine sahip olan müphem bir varlıktır. İsimlerin medlûl ve
mefhûmları hakkında işte, bu taksim doğrudur ve biz bu taksimi
şöyle de tabir edebiliriz: İsim, zata da ve zatın gayrine de dela­
let eder ve onun zatın gayrine delaleti, istimalde müsamaha
tarikiyledir. Zatın gayrine delalet eder sözümüz, "O nedir" in
cevabında vaki olan mahiyetin gayrini kastetmiş olmaklığımızla
tefsir edilmezse cevap doğru olmaz. Âlim, ilim sahibi olan zata
delalet etmektedir ki, onun zata delaleti vardır. Âlim lafzı ilim
lafzından farklıdır. Âlim, ilim sahibi olan zata, ilim, ise yalnız ilme
delalet eder. İmdi isim müsemmanın aynı olabilir iddiasında iki
arıza vardır ve bu arızaların giderilmesi gerekmekte din
1 - Ya buradaki “isim” yerine "ismin mefhumu" getirilmeli.
2 - Veya "isim”, "zatın mahiyeti" ile değiştirilmelidir. Ancak
bu takdirde, ismin merhumunun zatın hakikat ve mahiyeti veya
hakikat ve mahiyetin gayri olduğu söylenebilir.
"Yaratıcı, müsemmanın gayridir!” sözüne gelince, bu söz­
den yaratıcı lafzının müsemmanın gayri olduğu kastediliyorsa
burada beis yoktur. Esasen lafız başka ve lafzın medlulü başka­
dır. Fakat bu sözden, yaratıcının ifade ettiği mananın müsem-
manın gayri olduğu kastediliyorsa işte bu muhaldir. Çünkü yara­
tıcı, bir isim ve her ismin mefh'ûmu, o ismin müsemmasıdır. Eğer
kendisinden müsemma anlaşılmazsa o müsemmanın ismi değil­
dir. Yaratma, yaratıcının, merhumuna dahil olmakla beraber
Esmâ-i Hüsnâ Şerhi 27

yaratıcı, yaratmanın ismi değildir. Kâtip, kitabelin ismi değil, mü-


semma da tesmiyenin ismi değildir. Yaratıcı, kendisinden yarat­
ma fi'li sadır olan zatın ismidir ve bu itibarla yaratıcının merhumu
ayni zamanda zattır. Yalnız zatın hakikati değil, izah bir sıfat sa­
hibi olması yönünden zatın aynidir. Nitekim baba dediğimizde,
bu lafızdan, oğ'ulun zatı değil, oğula izafeti yönünden babanın
zatı anlaşılır. Sıfatlar, izah ve gayri izah olarak bölümlenir ve zat­
lar bu sıfatları cemeder.
Eğer yaratıcının bir sıfat olduğu, sıratın bir, ispattan ibaret
bulunduğu, yaratıcı lafzının mazmununda sadece yaratmanın
ispatının varlığı, fakat yaratmak yaratıcı demek olmadığından
yaratmakta yaratıcının hakiki bir sıfatı bulunmadığı ve ismin mü-
semmanın gayri olduğu sözünün buradan ileri geldiği iddia
edilirse, cevaben deriz ki: İsim, müsemmanın gayridir iddiası
çelişiktir. Tıpkı bu,- delilin medlulden başkasını gösterip tanıttığım
iddia etmeye benzer. Zira müsemmâ ismin mefhumundan
(isimden anlaşılan manadan) ibarettir ki, bu durumda mefhum,
müsemmanın gayri ve müsemmâ, mefhûmun gayri nasıl olur?
Sonra yaratanın, yaratmaktan sıfatı bulunmadığı ve yazarın,
yazmaktan gelen bir vasfa sahip olmadığı iddiası da doğru de­
ğildir. Yaratanın, yaratmaktan gelen bir sıfat sahibi olduğunun
delili çünkü yaratan, bazen bu sıfatla vasıflandırılır ve kimi vakit
de bu sıfat kendisinden nefyedilir. İşte izafet de muzafın vasfıdır
ve bunda da nefy ve ispat caridir,- aynen muzaf olmayan be­
yazlık gibi.
Ahmed ve Fehmi'yi tanıyan bir insan, Fehmi'nin Ahmed'in
oğlu olduğunu öğrendiği vakit, şüphe yok ki, yeni bir şey öğ­
renmiş oluyor ve bu yeni şey, ya sıfat veya mevsuftur. Mevsufun
zatı olmadığına göre sıfat ve binefsihi kaim olmadığına göre de
Ahmed'in sıfatıdır. İzafetler muzafların vasıflan kabilindendir; ne
var ki bunların mazmunları, iki şey arasında mukayese yolu ile
anlaşılır ve bu husus, onları sıfat olma durumundan çıkaramaz.
Allah (c.c.)'ın yaratıcı olmakla mevsuf olmadığı söylense bu söz
28 imam-ı Gazalî

küfürdür. Nitekim âlim olmakla mevsuf bulunmadığı söylense bu


da küfürdür. Bu sözün kailini bu karmaşıklığa düşüren sebep şu
ki, izafet, kelamcılar nezdinde arazların cümlesinden sayılma­
maktadır. Kelamcılara, "arazın manası nedir?” diye sorulsa,
"binefsihi kaim olmayıp bir mahalde mevcut olan nesnedir!”
diyecekler ve "İzafet bir mevcut mudur değil midir?” deseniz,
“evet, mevcuttur!” demek zorunda kalacaklardır. Çünkü babalı­
ğın yokluğunu iddia edemezler,- Eğer yok olsaydı, kâinat ta ba­
ba diye bir varlık bulunmazdı. Şimdi kelamcılara, babalık demek
olan übüvvetin binefsiha kaim olup olmadığı sorulunca, onun
binefsiha kaim olmadığını Ye bir mahalde mevcut olduğunu
itiraf edeceklerdir. Evet, izafet binefsiha kaim olmayıp bir mahal
ile kaimdir. Arazın da bir mahal ile kaim olduğunu itiraf etmekle
beraber, izafetin bir araz oluşumu dönüp inkâr ediyorlar. Ke-
lamcıların, bazı isimlerin müsemmânın ne ayni ne de gayri oldu­
ğu sözüne gelince, bu söz de yanlıştır ve bunun yanlışlığı "âlim”
lafzının tefsiri ile izah edilecektir. Şayet Allah-ü Teâlâ hakkında
bunun itlâkına şeriatın müsaade etmediği ileri sürülürse, hakkı ve
doğruyu açıklamanın bir özel izne mütevakkıf olmadığı söyle­
nebilir ve belki bu hususta şimdi müsamaha vardır. Dikkatimizi
ilim ile vasıflandırılan insan üzerinde toplayalım ve diyelim ki: İlim
insandan ayrı bir varlık değildir,- insan var iken ilim yoktu. İlmin
tarifinin insanın tarifinden başka oluşu sebebiyle ilmin insandan
ayrı bir varlık olduğu söylenecektir. Fakat tek bir şahıs hakkında
“O Âlimdir ve insandır” denildiğ' vakit, alim insanın ne ayni (ken­
disi) ne de gayri (başkası) dır; çünkü insan, ilimle mevsuf olan
bir varlıktır. Diyeceğiz ki bu hüküm, kâtip ve tâcir hakkında da
lazım gelecektir; çünkü bununla mevsuf olan gene insanın ken­
disidir. Gerçek şu ki, mesele izah ve tafsile muhtaçtır. Şöyle ki,
insan lafzının mefhumu, Âlim lafzının mefhumundan başkadır.
Zira insan lafzının mefhumu, akıl ve nâtık hayvandır; âlimin mef­
humu ise, ilim vasfına sahip olan müphem bir varlıktır. Her iki
lafzın kendileri de başka başka ve mefhumları da başka başka­
dır. İşte bu vecihten birbirinin ayni değillerdir ve onlara hüve
Esmâ-i Hüsnâ Şerhi 29

hüve (o onun aynıdır) demek caiz değildir. Fakat başka vecih-


ten ise birbirinin aynidirler ve bu vecih ile onlara birbirinin gayrı
demek caiz değildir. Açıklayalım: insan ve Âlim olarak vasıflandı­
rılan tek bir zatı göz önüne aldığın vakit, insan tesmiye edilen
varlık, alım olarak. Vasıflandırılan varlığın kendisidir: Nitekim kar
tesmiye edilen varlık, soğuk ve ayni zamanda beyaz olmakla
vasıflandırılan varlığın kendisidir. İşte bu bakış ve itibarla ilim
insanın ayni ve birinci itibarla da gayridir, itibar yönü bir olup da
o onun ayni veya o onun gayri, olmaması aklen muhaldir. Nite­
kim o onun ne ayni ne de gayri olması keyfiyeti de müstahildir.
Çünkü gayriyet ve ayniyet, nefy ve ispata tekabül eden karşıt
kavramlardır ve aralarında vasıta (orta derece) yoktur. Bu izahı
kavrayan kişi, şunu bilecektir ki, zata ilave olarak Allah-ü Teâlâ
için kudret ve ilim sıfatlarını ispat eylediği vakit zattan ayrı bir
varlık ve ayni zamanda gayriyet için de, iznin varid olmasına
mütevakkıf olduğundan lafzan itlak etmemiş (söylememiş) olsa
bile bir mana ispat etmektedir. Buna itiraza mecal yoktur. İlmin
tarifini zikredince bu tarife Allah-ü Teala'nın ilmi dahil olur,-’ kud­
reti ve zatı ise dahil değildir. O halde tarifin dışında kalan şey,
tarife dahil olan şeyin gayri nasıl olmaz? ve kudretin tarifine ilim
dahil olmadığına göre ilmi tarif eden kişinin, “kudretin tarifin
dışında kalmasında zarar yoktur; çünkü ben ilmi tarif ediyorum,-
kudret başka ilim ise başkadır,- kudreti ilmin tarifine dahil et­
mekliğim lazım gelmez. Keza âlim zat da ilmin gayridir ve onu
da ilmin tarifine dahil etmekliğim gerekmez!” diyerek özür be­
yan etmesi niçin caiz olmasın? Tarife girenin, tarife girmeyenden
başka olduğuna kâh olanın sözünü tanımayan ve buradaki gayr
lafzının itlakı (istimali)ni muhal gören kişi, şüphe yok ki gayr lafzı­
nın manasını anlamayanlar gürûhundandır. Bence gayr lafzı, an­
laşılmayacak bir mana değildir. Bu lafzın manası aşikârdır. Ne var
ki belki o kimse, aklının ve vicdanının kabul etmediği şeyi lisanın­
la söyleyebiliyor.
30 İmam-ı Gazalî

Fakat bürhanlı mücadeleden maksat, dilleri avlamak değil


akılları avlamaktır ki, neticede hak olan şeyi batınen tanıyıp itiraf
edelim. Artık o hakkın lisanen izahı ister yapılmış ve ister yapıl­
mamış olsun.
Eğer ismin müsemmanın ayni olduğunu söyleyenlerin, bu
sözü söylemeye, ismin ıstılah ile mânâya delâlet eden lafız ol­
duğunu söylemekten sakınmak için mecbur oldukları, bu tak­
dirde Allah-ü Teâlâ'nın ezelde ismi olmadığına kail olmak gere­
keceği, çünkü ezelde lafzın ve lafızın bulunmadığı ve lafzın
hadis olduğu ileri sürülürse deriz ki: Bu, bertaraf edilmesi kolay
olan zayıf bir gerçektir. Şöyle ki isimlerin manalarının ezelde
sabit olduğu ve kendilerinin bulunmadığı söylenir. Çünkü isimler
ya Arap veya Acem (Arab'ın gayri) isimleridir ve cümlesi de
hadisdir. Zatın manasına veya sıfatına raci olan her isimde bu
hüküm caridir. Mesela Kuddüs ismi gibi ki, bu isim, ezelde
kudsiyet sıfatı ile mevcuttu ve âlim gibi ki, O, ezelde alim olarak
mevcuttu. Nitekim eşyanın, vücutta üç mertebesi bulunduğunu
yukarıda izah etmiş bulunmaktayız. Bu mertebelerden biri, eş­
yanın zat itibariyle olan vücududur ki. Allah-ü Teala'nın zatı ve
sıfatı hakkında kadimlik ile mevsuf olan, vücuttur bu. İkincisi,
eşyanın zihinlerde olan vücududur ki, bu vücut hadistir; çünkü
zihinlerin kendileri de hadistir. Üçüncüsü, eşyanın dillerdeki
vücududur ve dillerin hadis olması ile bu vücudun kendisi de
hadistir.
Evet, zihinlerde sabit olan eşyadan bilgileri kastediyoruz ki,
bu bilgiler, Allah-ü Teâlâya izafe edildiği zaman kadim olurlar.
Zira Allah-ü Teâlâ ezelde mevcut ve ilim idi ve kendisinin mev­
cut ve âlim olduğunu bilirdi. O'nun vücudu, nefsinde olduğu
gibi ilminde de sabit bulunuyordu. Kullarına ilham edeceği,
onların gerek zihinlerinde ve gerek dillerinde yaratacağı isimler
de kendisince malumdu. İşte bu tevile dayanılarak O'nun
ezelde isimleri bulunduğunu söylemek caiz alır. Fakat Haalik,
Musavvir ve Vehhab gibi, fı'le raci olan isimlere gelince, bazıları,
Esmâ-i Hüsnâ Şerhi 31

Allah-ü Teala'nın ezelde haalik olarak vasıflandırdığını söylerken,


kimi de vasıflandırılmaz olduğunu söylemektedir. Oysa bu ihti­
laf, bir esasa müstenid değildir. Çünkü Haalik (yaratıcı), iki ma­
nada istimal edilir: Biri, ezelde kati olarak sabit ve öbürü ise kati
olarak menfi olan manadır ki, bu iki mana üzerinde ihtilaf yersiz­
dir. Nitekim kılıç, kında olduğu zaman da ve boynu keserken de
kesici olarak tesmiye edilir. Ne var ki kında bil-kuvve, kesme
sırasında ise bil-tül kesicidir. Bardaktaki su da susuzluğu gideri­
cidir: fakat bardakta iken bil-kuvve ve midede iken bil-fıil kandı­
rıcıdır. Bardaktaki suyun kandırıcı olmasının manası ise, o suyun,
mideye indiği zaman kandırmayı meydana getiren vasıf ve nite­
likte bulunmasından ibarettir ve bu, maiyet (hidrat) sıfatıdır. Kın­
daki kılıç da kesicidir; yani kesilmeye mahal olacak bir nesne ile
buluştuğu zaman kesmeyi meydana getirecek vasıf ve nitelikte­
dir. Bu sıfat ise keskinliktir. Artık kendi nefsinde yeni bir vasfın
doğmasına muhtaç değildir. İşte Barî-i Teâlâ'nın ezelde Haalik
(yaratıcı) olması, bardaktaki suyun kandırıcı olması manası iledir.
Yani yapmayı ve yaratmayı mümkün kılacak sıfat üzere olduğu
kastedilmiştir. O, kelimenin ikinci manası ile Haalik (yaratıcı) de­
ğildir, yani yaratmak fili henüz kendisinden sâdır olmamıştır.
Allah-ü Teâlâ'nın gerek ezelde ve gerek ebedde âlim, kuddüs
ve sair isimlerinin bulunması da bu mana üzeredir. Bir başkası­
nın, O'nu o isimlerden biri ile tesmiye etmesine veya etme­
mesine ihtiyaç yoktur. Cedelcilerin çoğu zaman yanılmalarının
menşei, müşterek isimlerin manaları arasındaki farkı temyiz ede-
meyişlerindendir. Bu farklar ayırt edildiği takdirde ihtilaflarının
çoğu kalkar.
Eğer Allah-ü Teâlâ'nın, "Siz O'nu bırakıp da kendinizin ve
atalarınızın tesmiye ettiğiniz isimlere tapıyorsunuz!”1 Kavl-i şerifi
ileri sürülürse, bilinmektedir ki, onlar, alfabetik harflerden mey­
dana gelen lafızlara değil, müsemmâlara (isimlerin sahiplerine)
tapmakta idiler. Ancak bununla istidlal edenin istidlâl yönünün

1Yusuf Suresi, ayet.


32 İmam-ı Gazalî

anlaşılması için şöyle demesi gerekir: Onlar, isimlere değil, mü-


semmâlara ibadet ediyorlardı ve bu takdirde O'nun sözünde,
isimlerin müsemmânın gayri olduğuna dair tasrih (açıklama) var­
dır. Nitekim biri, "Arap, müsemmâlara değil, isimlere tapıyorlar­
dı" demiş olsa, sözü çelişik olur ve fakat "isimlere değil, mü-
semmalara tapıyorlardı" dese, sözünden anlaşılan 'mana çelişik
olmaz. Oysa isimler müsemmâların ayni olmuş olsalardı ikinci
sözün birincisinden manaca farklı olmaması gerekirdi.
Ayetin manası hakkında ayni zamanda şöyle de denilir:
Putlara verilen tanrı isimleri, müsemmâsız birer isimden iba­
retti. Çünkü müsemma, asılda sabit olan ve lafzın kendisine
delâlet ettiği manadır. Putlar, ne asılda sabit ne de zihinlerde
malum olan tanrılardır,- ancak isimleri dillerde mevcuttur ve bun­
lar manası olmayan isimlerdir. Hikmetşinas olmayan bir kimse
hikmetşinas olarak tesmiye edilir ve kendisi de bundan mem­
nunluk duyarsa, “isim hoşuna gitti!” denir. Zira ismin ardında bir
mana mevcut değildir.
İsmin müsemmânın gayri olduğuna dair delil işte budur.
Şöyle ki ismi tesmiyeye ve tesmiyeyi de onlara izafe etti ve
tesmiyeyi onların fı'li kılarak, "tesmiye ettiğiniz isimler” buyurdu
ki, onların fiil ve tesmiyeleriyle meydana gelen isimler demektir.
Yoksa putların şahısları, onların tesmiyeleriyle hadis olmuş değil­
lerdir.
Şayet Allah(c.c.)'ın, "Rabbinin o yüce adını teşbih (ve ten­
zih) et!”2 buyurduğu ve tenzih edilenin gerçekte isim olmayıp
zat olduğu ileri sürülürse cevaben deriz ki: Burada isim, sıfat
olmak tarikiyle ziyadedir ve bu istimal, Arap lisanında caridir.
Nitekim Allah(c.c.)'ın, “Hiç bir şey O'nun misli gibi değildir”3
kavl-i şerifi"ne benzer. Bu ayete dayanarak burada Allah-ü leâlâ

2 EI'Â’lâ Süresi, 1. âyet.


3Eş’Şûra Süresi, ayet.
Esmâ-i Hüsnâ Şerhi 33

için misil ispat edildiğini söylemek caiz olmaz. Çünkü teşbih


edatı olan (ve "gibi” manasına gelen) kâf ziyadedir. Ayni za­
manda müsemmâyı iclâl ve tazim olarak ismin müsemmadan
kinaye olduğunu söylemek de yerinde olur. Nitekim yüksek
rütbeli kişiler hakkında cenab ve hazret tabirlerini kullanarak
cenahlarına veya hazretlerine selam olsun derler. Bundan
murad, selamın o şahsın üzerine olmasıdır. Fakat iclâl ve tazim
kabilinden kendisi zikredilmeyerek yüksek rütbeli oluşuna dela­
let eden bir husus kinaye tarikiyle zikredilmiştir. Sonra, isim, her
ne kadar müsemmanın gayri ise de müsemmâ ile ilgili ve ona
mutabıktır. Bu gibi hususların, lûgaviyatta basiret sahibi olanların
gözünden kaçmaması gerekir.
Hem de kaçmamalıdır. Çünkü ismin müsemmanın gayri ol­
duğuna kail olanlar, “En güzel isimler Allah'ındır."4 ayet-i kerimesi
ve "Allah-ü Teâlâ'nın doksan dokuz ismi vardır; yüzden bir ek­
sik; her kim, o isimleri ta'dad ederse behemehal cennete gi­
rer!”5 hadis-i şerifi ile istidlal etmekte ve şöyle demektedirler:
isim, müsemmanın ayni olsaydı doksan dokuz müsemmâ bu­
lunması gerekirdi; bu ise müsemmâ bir olduğundan muhaldir.
Ötekiler de, burada ismin müsemmanın gayri olduğunu itiraf
etmek zorunda kalarak, ismin müsemmâ manasında değil de
tesmiye manasında varid olduğuna ihtimal veriyorlar. Nitekim
berikiler de, ismin, asılda müsemmânın gayri olmakla beraber
bazen müsemmâ manasında geldiğini teslim ediyor ve "Rabbi-
nin o yüce adını teşbih (ve tenzih) et!”6 ayetini bu manada
tahric ediyorlar. Mamafi her iki grubun da istidlal ve cevapları
düzgün değildir. “Rabb'ının Yüce ismini tenzih eyle!" ayet-i ke­
rimesi hakkındaki görüşlere dair lehte ve aleyhte ne varsa zik­
retmiş bulunuyoruz. Ancak bu istidlâl ve o onların bu istidlâl
hakkındaki isim veya müsemmanın bir olduğuna ve buradaki

4EI'Â’raf Süresi, ayet.


5Buharî ve Müslim'de Ebu Hüreyre'den rivayet edilmiştir.
6 EI’Â’lâ Süresi, 1. ayet.
34 İmam-ı Gazalî

isimden sadece tesmiyenin kastedildiğine dair cevapları iki


yöndedir:
1 - İsmin müsemmanın kendisi olduğunu söyleyen, burada
müsemmanın doksan dokuz olduğunu söylemekten aciz de­
ğildir. Çünkü bu sözün sahibine göre müsemmâdan murad,
ismin mefhumu (isimden anlaşılan mana) dır. Nitekim Âlim ismi­
nin mefhumu Kadir o isminin mefhumundan başkadır. Kuddûs,
Haalik ve sair isimler de böyle. Her ismin kendine mahsus bir
mana ve mefhumu vardır. Neticede tekbir zatın vasfına raci
olmaları durumu değiştirmez. Sonra bu kavlin sahibi, ismin mana
olduğunu söylemek durumundadır ve esma-i hüsnâdan maâni-
yi hüsnâ murad edildiğini söyleyebilir. Zira müsemmalar, çaresiz
kendisinde kesret bulunan manalardan ibarettir.
2 - Buradaki isimden tesmiyenin murad olduğu sözü ve
iddiası yanlıştır. Tesmiyenin manasının, bir şeyin ismini anmak
veya onu vasfetmek olduğunu, açıklamış bulunmaktayız. İsim bir
olsa da tesmiye, isim alanların çok olması ile çoğalır ve teaddüd
eder. Nitekim zikir ve ilim, zakir ve âlimlerin çokluğu ile çoğal­
maktadır; oysa mezkûr ve malum olan birdir. Bu itibarla tesmi­
yedeki çokluk isimlerin kesret ve teaddüdünü gerektirmez,-
çünkü tesmiye müsemmi (isim veren)lerin filine racidir,- hâlbuki
burada isimlerden tesmiyeler murad edilmektedir. İsimler ise,
muhtelif manalara delalet etmek üzere vaz'edilen lafızlardan
ibarettir. Artık ister isim müsemmamın ayni ve ister gayridir de­
nilsin boş ve manasız tevillere kaçmak yersizdir. Mesele, büyük
bir ehemmiyeti haiz olmadığından bu miktar izahat ile yetiniyo­
ruz ve sözü uzatmaya da değmez. Ne var ki, bu gibi bahisleri
tanıma yolunu öğretmek için bu kadar izaha lüzum gördük. Ta ki
daha önemli meselelerde bu yoldan istifade edilsin. Şunu da
kaydedelim ki, bu mesele üzerindeki çalışmalar, manalardan
ziyade lafızlarla ilgilidir.
BİRİNCİ BÖLÜM
İKİNCİ KISIM
BU KISIM, MÂNÂCA BİRBİRİNE YAKIN OLAN
İSİMLERİN İZAHI HAKKINDADIR.
İsimlerin müteradif olmasının caiz olup olmadığı veya mef­
hûmlarının mutlak surette değişik olması gerektiği izah edilecek­
tir.

Deriz ki: Bu isimlerin şerh ve izahını yapanlar bu hususa te­


mas etmemişlerdir ve onlar, Kebir ve Azim, Kaadir ve Muktedir,
Haalik ve Bari gibi iki ismin tek bir manaya delalet etmesini de
uzak görmemektedirler. Oysa ben, doksan dokuz isimden
hangileri arasında olursa olsun, bunu cidden uzak bulmaktayım.
Şöyle ki isim, hadleri için değil, manalan için aranır. Müteradif
(eş anlamdaki) isimlerin sadece harfleri değişir. Kaldı ki bu isim­
lerin değeri taşıdıkları manalardadır. Mana olmayınca lafızlardan
ibaret kalırlar. Bin isim ile gösterilen mana bir isim ile gösterilen
manadan üstün değildir. Bu itibarla bu muayyen sayıdaki isimle­
rin, manası bir olan lafızların tekrarlanması ile tamamlandığı keyfi­
yeti akla yakın değildir ve uygun olan, her lafzın altında özel bir
mananın bulunmasıdır. Birbirine yakın iki lafız gördüğümüz vakit
burada çaresiz iki durumla karşılaşacağız,-
A - O iki isimden birinin doksan dokuz ismin dışında oldu­
ğunun açıklanmamış olması. Ehad ve Vahid isimleri gibi. Ebu
Hüreyre (R.A.)den gelen meşhur rivayetlerin birinde Vahid,
öbüründe Vahid yerine Ehad gelmiştir. Bu durumda doksan
dokuz sayısını, tekmil eden isim, ya Vahid veya Ehad lafzı ile
ifade edilen tevhid manası olur. Fakat bu iki ismin, manaca bir
oldukları halde sayıyı doldurma bakımından iki isim yerine kaim
olmaları bence cidden uzaktır.
36 İmam-ı Gazalî

B - İki lafızdan birinin, diğerinde olmayan bir delalet taşıdı­


ğım ileri sürerek birinin diğerine karşı bir meziyetini izhar etmek
için fuzuli zahmete katlanacağız. Gafir, Gafur ve Gaffar isimleri­
nin. varid olmasını buna misal gösterebiliriz. Şöyle ki bunları üç
isim saymak uzak bir görüş değildir. Çünkü. Gafır, sadece mağfi­
retin aslına delâlet eder. Gafir, günahların çokluğuna izafetle
mağfiretin çokluğuna delalet eder; hatta suç ve günahlardan
yalnız bir çeşidini affedene Gafûr denmez. Gatfar ise, tekerrür
yolu ile günah bağışlamanın çokluğuna delalet eder; yani gü­
nahları tekrar tekrar bağışlayan demektir. Hatta bütün günahları
birinci defada bağışlayan, fakat tekrar günah işleyeni bağışlama-
yana Gaffar ismi verilmez Gani ve Melik isimleri de böyledir.
Gani, hiçbir şeye muhtaç olmayan demektir, Melik de hiç bir
şeye muhtaç değildir, her şey ona muhtaçtır. Bu durumda Me­
lik, Gani isminin manasını ve ayni zamanda ziyade bir mana
taşımaktadır. Âlim ve Habir isimleri de böyledir. Âlim, ilme dela­
let eden bir isimdir. Habir ise, batınî mesaile dair malumatlı ol­
duğuna (delalet eder. İşte isimler arasındaki bu miktar başkalık,
onları müteradif olmaktan çıkarır ve bu isimler, leys ve esed
cinsinden değil seyf, mühenned ve saarim cinsinden olurlar.
Şayet birbirine yakın olan bu isimlerin bir kısmında bu iki yoldan
birini takip etmemiz mümkün olmuyorsa; hangi yönden birbi­
rinden ayrıldıklarını tayin edemezsek bile, iki lafzın manaları ara­
sında behemehal başkalık bulunduğuna itikad etmemiz gerekir.
Meselâ Azim ve Kebir isimleri gibi. Allah-ü Teâlâ hakkında bu iki
lafzın mAnalanmn hangi yönden birbirinden farklı olduğunu
tayin ve tespit etmek güçtür. Fakat buna rağmen asılda birbirin­
den farklı olduklarında şüphe etmeyiz. Nitekim Allah-ü Teala, bir
hadis-i kudsi'de "Kibriyâ ridâ (atkı)m ve azamet izar (peştemal)
imdir” buyurmak suretiyle iki kelime arasında başkalığa delalet
eden bir ayrım yapmıştır. Her ne kadar ridâ ve izar, insanin ziy­
neti ve süsü ise de, ridâ izardan daha şereflidir. Ayni zamanda
namazın anahtarı “Allah-ü Ekber”dir ki, büyük hukukçuların -nez-
dinde “Allah-ü A'zam” onun yerini tutmamaktadır. Nitekim Arap,
Esmâ-i Hüsnâ Şerhi 37

istimalde iki lafzı birbirinden ayırmaktadır. Şöyle ki Azim'in kulla­


nılmadığı yerde Kebir'i kullanmıştır. Eğer müteradif olsalardı her
makamda birbiri ardınca gelirlerdi. Mesela Arap, falandan yaş
bakımından daha büyük olduğunu anlatmak isterse burada
"ekber” tabirini kullanır, "a'zam" tabirini kullanmaz. Keza Cem
de, Kebir ve Azim'den ayrı bir isimdir. Celal, şeref sıfatlarını gös­
terir ve bu yüzden de, yaş bakımından gelen büyüklük ifade
edilirken “ekber”in yerinde kullanılmaz; yani "eceli" denmez.
Ayni zamanda “at insandan büyüktür" manası ifade edilirken
burada “a'zam" tabiri kullanılır,- fakat "ecel” tabiri kullanılmaz.
Bütün bu isimler, manaca birbirine yakın oldukları halde müte­
radif değillerdir.
Her şeye rağmen doksan dokuza dahil olan isimlerin
mahza müteradif (eş anlamda) olmaları uzaktır. Çünkü isimler,
harfleri ve mahreçleri için değil, ancak mefhumları ve manaları
için aranırlar. İşte bu, itikad edilmesi gereken bir asildir.
BİRİNCİ BÖLÜM
ÜÇÜNCÜ KISIM
BU KISIM, MUHTELİF MÂNÂLARI BULUNAN VE BU MUHTELİF
MÂNÂLARA İZAFETLE MÜŞTEREK OLAN İSİM HAKKINDADIR.
Mesela mü'min kelimesi gibi. Bununla bazen tasdik murad
edilir ve bazen de bu kelime güven manasına gelen "emn" den
müştak (türev) olur ki, bu durumda emniyet ve eman ifade,
eder. O halde umum ifade eden bir ismi müsemmalarına ham­
letme kabilinden olarak, bu müşterek ismi her iki mânâya ham­
letmek caiz midir? Nitekim Âlim ismi, gayb ve şehadet ilmine,
zahir ve batın ilmine ve sair bilgilere hamledilmektedir.
Müşterek isim, lügat bakımından ele alındığı takdirde,
umumun hamli kabilinden onu bütün müsemmalarına hamlet­
mek uzaktır. Zira Arap, adam dediği zaman adamlardan her
birini kasteder. Umum budur. Fakat "ayn” lafzını kullandığı, za­
man, güneş, dinar, kefe, pınar ve güzel hayvan gözü gibi ayn
lafzının müşterek olduğu bütün manalan kastetmez. Ancak ayn
lafzını, bu manalardan birini kastederek kullanır ve onu karine ile
ayırt eder.
Şafii (Rahimehullah) usûlde şöyle dediği rivayet ediliyor:
"Müşterek isim bütün müsemmalarına hamledilir. Nitekim Âlim,
mutlak olarak geldiğinde ilme hamledilir. Tahsise delalet eden
karine bulunmadıkça hüküm böyledir." Şafii'nin bu sözü söyle­
diği doğru ise, bu söz, hakikatten uzaktır. Hatta ayn (göz) lafzı­
nın lügat manası, tayine delalet eden bir karine bulununcaya
kadar müphemdir. Ta'mime gelince, bu mevzuda şer'in istimali
lisanın istimaline muhalif olabilir ve bu durumlarda şer'in isimler
hakkındaki izah ve beyanına müracaat etmek gereklidir. Her bir
isim için yalnız yakın bulduğumuz manayı zikreder ve di­
ğerlerinin üzerinden geçeriz. Ancak şer'in tasarrufu altına giren
pişiktir. Bütün manalarının kastedilmesi için
istimali, şerin vaz-u tasarrufatındah olabilir,
ismi, şer'in istimali ile tasdik eden manasında
nanasını da ifade eder. Ve onun bu,- manayı
lûgavi kabilinden olmayıp vaz-ı şer'i kabilin-
amaz ve oruç isimleri de, şer'in tasarrufuna
avi istimalin dışında bir takım manalarda isti-
r. Bir lafzın, şer'in tasarrufuna mevzu olduğu
îsele kalmaz. Fakat şer'in, bu lafızda lûgavi
z dair bir delalet bulunmazsa, bu takdirde,
lemiş olduğunu tercih ederim. Oysa Allah-ü
n birinin bir kaç manaya ihtimali olur ve akıl
irini muhal görmezse umum tarikiyle o lafzın
mledilmesi görüşünde olan musannifler var-
şırı gitmişlerdir. Evet, aralarındaki ihtilafı, izafi
»irbirine yakın manalar taşıyan ve dolayısıyla
kuvvetli olan isimde ta'mim evladır. Meselâ
isimden murad edilen mananın, O'nun ayb
lâmeti olduğu muhtemel ve ayni zamanda
umarak halkın selametinin kastedilmiş olması
2 buna benzer isimler, umuma daha çok
mi önleme ciheti daha ağır basmakta ise, bu
alarm tayini ancak içtihad ile olur ki, bu tak-
i manalardan birini tayin etmeye sevkeden
Dilir:
ı birinin daha layık olması. Mü'min ismi gibi,
nân ve emniyet verici olarak tayin edilmesi,
.) hakkında methe, tasdik manasından daha
şkası hakkında olursa o zaman tasdik mânâsı
<ese Allah'a iman edip O'nun kelamını tasdik
Vnun rütbesi, tasdik edenin rütbesinin şüp-
Esmâ-i Hüsnâ Şerhi 41

B - İki manadan birinin tesadüfe (eş anlamda olma duru­


muna) yol açmaması. Müheymin isminin gayri müteradif bir ma­
naya hamli gibi. Çünkü bu ismin mefhumu, Rakîb isminin mef­
hûmunun üstündedir ve Rakîb ismi (esma-i hüsna meyanında)
varid olmuştur. Nitekim teradüfün esma-i hüsna arasında uzak
olduğunu açıklamış bulunuyoruz.
C - Meşhur olması sebebiyle iki manadan birinin daha kolay
tanınması veya övgü ve olgunluğa delaletinin daha üstün olması.
İsimlerin beyan ve izahında bu ve buna benzer hususlara itim
ad etmemiz gerekir. Şöyle ki, her isim için yakın bulduğumuz
manayı zikredecek ve öbür manalara temas etmeden geçece­
ğiz. Ancak Öbür manayı, derece bakımından zikrettiğimiz ma­
naya yakın bulursak veya birçok muhtelif kavillere mevzu olması
sebebiyle zikredeceğiz; müşterek lafızların ta’mim edilmesi
görüşünde olmamak ve bunda herhangi bir faide görmemekle
beraber.
BİRİNCİ BÖLÜM
DÖRDÜNCÜ KISMI
BU KISIM, ALLAH-Ü TEÂLÂ’NIN AHLAKI İLE AHLAKLANMAK,
O'NUN SIFAT VE İSİMLERİNİN MÂNÂLARI İLE İMKÂN NİSBETINDE
NEFSİ TEZYİNETMEK SAHASINDA KULUN KEMÂL VE SAADETİ­
NİN BEYANI HAKKINDADIR.
Her kimin Esma-i Hüsnâ’dan nasibi, sadece lafızlarını işit­
mek, lügat bakımından tefsir ve vaz'ını bilmek ve manasının Al-
lah-ü Teâlâ hakkında sabit olduğuna kalbi ile inanmaktan ibaret
kalırsa, şüphesiz o insan talihsizdir ve derecesi düşüktür, Halk
arasında övünecek bir şeye sahip olduğu söylenemez. Çünkü
lafızları işitmek, sesleri işitmeye yarayan kulak vasıtasının selame­
tine bağlıdır ki, bu meziyet hayvanda bile mevcuttur. Lafızların
mana ve istimalini anlama keyfiyetine gelince, bu, Arap lisanına
vakıf olmaya bağlıdır ki, bir lügatçi ve hatta geri zekalı bir bedevi
bile bu mertebeyi onunla paylaşır. Bir lafzın manası Allah-ü Teâlâ
hakkında sabit olduğunu kesifsiz olarak itikad etme keyfiyetine
gelince bu lafızların manalarını anlayıp onları tasdik etmekten
üstün bir maharet gerektirmez. Avamdan biri ve hatta bir çocuk
bile bu mertebeyi onunla paylaşır. Sözü anlamaya başladıktan
sonra bu manalar çocuğa telkin edilirse kabul ve telakki eder,
kalbi ile inanır ve gönlünü kesin olarak o manalara bağlar. Alimle­
rin ekserisinin mertebesi de işte budur. Tabii ki onlar, bu üç
mertebede kendilerine ortak olanlardan daha üstündürler. Fakat
bu, olgunluğun zirvesine nazaran apaçık bir naksıyettir. Zira
ebrar (iyiler) in hasenatı mukarrabin (ermişler) in seyyıatıdır.
Nitekim ermişlerin Esma-i hüsnâdan nasibi üçtür:
a - Bu manâları mükaşefe ve müşahede yolu ile bilirler. Bu
manaların hakikatleri, kendisinde hata ihtimali bulunmayan bir
bürhanla onlara açıklanır. Allah-ü Teâiâ'nın bu manalarla muttasıf
44 İmam-ı Gazaiî

olduğunu keşif yolu ile bilirler ki, bu keşif, vuzuh ve açıklık bakı­
mından insanda batini sıfatlan sebebiyle hasıl olan yakin mesa­
besindedir. Maddi ihsas ile değil, ancak batini müşahede ile
idrak edilir. Bu çeşit imanla baba ve öğretmenlerden taklit yolu
ile alınıp kesin olarak gönül bağlanan “itikad arasındaki fark cid­
den büyüktür. İsterse bu taklidi itikad, ilm-i kelam'a dair bir takım
cedeli delillere dayalı olsun.
b - Keşif tarikiyle erdikleri celal sıfatlarım çok büyük bulurlar,-
mekan bakımından değil, sıfat bakımından Hakk'a,- daha yakın
olmak için imkanları nisbetinde o sıfatlan takınmaya çalışırlar. O
sıfatlara bürünmeleri neticesinde kendileri için Allah-ü Teâlâ,
nezdinde melaike-i mukarrabîin'e benzerlik hasıl olur. Gönül, bir
sıfatın büyüklük ve cazibeliği ile dolduktan sonra artık o sıfata
karşı sürükleyici bir arzu duymaması, o celal ve cemal'e aşık
olmaması, nefsini o sıfat ile tezyin hususunda titizlik gösterme­
mesi tasavvur edilemez. O sıfatın kemaline ermek mümkün ol­
masa bile mümkün olduğu kadarına ulaşmak arzusu onu hareke­
te geçirir. Bu arzu herkeste vardır. Ancak iki şey onu önler. Ya
bilinen vasim, cehil ve kemal vasıflarından olduğuna dair marifet
ve ykinin zayıf oluşu veya gönlün başka bir arzu ile dolu ve o
arzunun içine gömülü olması. Talebe, hocasının ilimdeki kemali­
ni müşahede ettiği vakit ona benzemeye ve iktida etmeye ken­
disini sevkeden şiddetli bir arzu belirir. Fakat o talebenin gönlü
açlık duygusu ile dolu ise iç alemini kaplayan yemek arzusu, ilim
arzusunun harekete geçmesini önleyebilir. Bu itibarla Allah-ü
Teâlâ'nın sıfatlarını mütalaa eden kişinin kalbi, masivadan tama­
men arınmış olmalıdır. Çünkü marifet arzunun tohumudur; nef-
sani duygulardan boş olan bir kalbe rastlayınca derhal yeşerir
ve eğer kalb, bu duygulardan hali olmazsa tohum da başarılı
olamaz.
c - O sıfatlardan mümkün olanı elde etmeye, onunla
ahlâklanmaya, onun güzellikleri ile nefsini tezyin etmeye çalışır­
lar. Kul böylece Rabbani, yani Rabb Teâlâ Hazretlerine yakın ve
Esmâ-i Hüsnâ Şerhi 45

melaikeden meydana gelen mele-i a'lâya refik olur. Nitekim


onlar yakınlık bisatı (yaygısı) dırlar. Her kim onların sıfatlarından
bir benzeyiş kaparsa onları Hak Teala Hazretlerine yaklaştıran
sıfatlarından ne miktar elde etmiş ise o miktar yakınlık kazanmış
olur.
Hak Teâlâ Hazretlerine sıfat yönünden yaklaşmanın kapalı
bir manâ olduğunu ve kalplerin bu hususu kabul ve tasdikten
istinkâf etmeye meyyal bulunduklarını ileri sürerek “meseleyi,
inkarcıların inkar gücünü kıracak şekilde vuzüha kavuştur; mese­
lenin hakikati izah edilmedikçe birçoklarının bu meyandaki tu­
tumları inkara yakındır" dersen, cevaben derim ki:
Sen ve sarıklı cahiller mertebesinin biraz ilerisinde olan da
bilir ki; varlıklar, kamil ve nakıs varlıklar olarak ikiye ayrılır. Kamil,
kemal dereceleri her ne kadar mütefavit (birbirinden farklı) olur­
sa olsun, nakısdan daha üstündür. Kemilin müntehâ (en son
mertebe)si Bir'e mahsustur; hatta mutlak kemal sahibi ancak
Odur. Diğer varlıklar mutlak kemal sahibi değillerdir. Her biri,
izafet sebebiyle değişen kemâlâta sahiptir. Onların ekmel (en
kamil) 'i, mutlak kemal sahibine en yakın olanlarıdır. Mekan ve
mesafe yakınlığını değil, rütbe ve derece yakınlığını kastediyo-
mm. Sonra varlıklar, canlı ve cansız olarak da ikiye ayrılır. Biliyor­
sun ki, canlı cansızdan daha üstün ve daha kamildir ve canlıların
dereceleri üçtür: Meleklerin derecesi. İnsanların derecesi ve
hayvanların derecesi. Hayvanların, sayesinde üstünlük kazandık­
ları, hayat (canlılık) daki dereceleri en geridedir; çünkü canlı
demek idrakli ve faal demektir. Hayvanın idrakinde noksanlık ve
li'linde de noksanlık' vardır. İdrakindeki noksanlık, onun idrakinin
sadece duygulara münhasır oluşundan ileri gelmektedir. Duygu­
ların idraki ise kaasırdır. Çünkü eşyayı ancak el değdirmek veya
yakınında olmak suretiyle idrak eder. Şayet elle tutma veya ya-
kınlık olmazsa duygu işlemez. Nitekim elle tutma ve tatma duy­
gulan değmeye muhtaç görme, işitme ve koklama duygulan da
yakınlığa muhtaçtır. Kendisinde temas ve yakınlık tasavvur edil­
46 İmam-ı Gazalî

meyen bir varlık olursa, duygu, bu durumda o varlığı idrak


edemez. Hayvanın fi'lindeki noksanlık ise, şehvet (istek) ve öf­
kenin iktizasına münhasır oluşundan ileri geliyor. Bir hayvanı istek
ve öfkeden başka harekete geçiren bir amil yoktur. Hayvanın
aklı yoktur ki, onu istek ve öfkenin icaplarına muhalif (aykırı) olan
işlere çağırsın.
Meleklere gelince, onların derecesi en yüksek derecedir.
Çünkü melekler, idraki yakınlık ve uzaklığın tesiri altında bulun­
mayan varlıklardır. Hatta onların idraki, kendisinde yakınlık ve
uzaklık tasavvur edilenlere münhasır değildir. Çünkü yakınlık ve
uzaklık ancak cisimler üzerinde tasavvur edilir. Cisimler, mevcu­
datın en değersiz kısımlarıdır. Aynı zamanda melek, şehvet ve
öfkeden münezzehtir. Onların fiilleri şehvet ve öfke icabı, de­
ğildir. Fiil ve amelleri, şehvet ve öfkeden yüce bir gayeye daya­
nır. Bu gaye, Allah-ü Teâlâya yakın olma isteğidir.
İnsan ise, iki derece arasında orta mertebede bu­
lunmaktadır. Sanki1insan, hayvaniyet ve melekiye'tten mürekkeb
(terkib edilmiş) bir varlıktır. Başlangıçta (çocuklukta) hayvaniyet
ciheti daha galiptir. Çünkü önceleri yürümek ve kımıldamak
suretiyle mahsus (duyulan)'a yaklaşıldığı zaman ancak idrak
edebilen duygulardan başka bir idrake sahip değildir. Beden
hareketine muhtaç olmaksızın ve eşyayı idrak etmek için temas
ve yakınlık aramaksızın göklerin ve yeryüzünün alemlerine, hatta
mekanda yakınlık ve uzaklıktan münezzeh olan hususların idraki­
ne nüfuz eden aklın nuru ile aydınlanıncaya kadar bu durum
devam eder. Ayni zamanda önceleri onun varlığına hakim olan
şey, şehvet ve öfkesidir. Kendisinde olgunluk arama isteği so­
nuç ve akıbet düşüncesi, şehvet ve öfkenin icaplarına karşı
isyan belirinceye kadar bu iki unsurun tesiri altında kalır. Şayet
şehvet ve öfkesini yener, onlara, malik olur ve onlar, kendisini
kumanda1 ve idare edecek güçte olmazlarsa, bu bakımdan
meleklerden bir benzeyiş almış olacaktır. Keza, nefsim hayâlât
ve mahsusattan keser, hiç bir his ve hayalin erişemeyeceği hu­
Esmâ-i Hüsnâ Şerhi 47

susların idraki ile ünsiyet peyda ederse, meleklerden bir ben­


zeyiş daha aimış olacaktır. Çünkü hayatın hususiyeti idrak ve
akıldır. Noksanlık, itidal ve kemal bu iki şeye racidir. Bu iki hususi­
yette ne derece meleklere uyarsa: o nispette hayvaniyetten
uzak ve melekiyete yakın olur. Melek ise Allah'a yakındır. O hal­
de yakına yakın olanında yakın olması gerekir.
Diyeceksin ki, bu sözden anlaşılan zahir mana kul ile Hak
Teâlâ Hazretleri arasında benzerlik bulunduğunu gösterir. Çünkü
kul, Allah'ın ahlakı ile ahlâklandığı vakit O'na müşabih (benzeyen)
olur. Oysa şer'an ve aklen bilinmektedir ki, Allah'ın eşi ve ben­
zeri yoktur. Allah hiç bir şeye benzemez ve hiç bir şey de O'na
benzemez. Buna cevaben derim ki:
Allah-ü Teâlâ hakkında menfi olan mümaseletin manasını
her ne şekilde anlarsan anla, O'nun eşi ve benzeri bulunmadığı­
nı bileceksin, Şöyle ki herhangi bir vasıfta ortak olmanın
mümaseleti gerektireceği zannedilmemelidir. Birbirine benze­
meyen ve birbirinden son derece uzak olan iki zıddın birçok
sıfatlarda ortak oldukları görülmektedir. Nitekim siyah, araz olma,
renk olma, gözle görünme ve diğer bazı hususlarda beyaza
ortak olmuştur. Bu durumda bir kimse "Allah-ü Teâlâ mahalle
muhtaç olmayan mevcuttur ve o, Semi, Basir, Alim, Mürid, Mü-
tekellim, Hayy, Kadir ve Fail'dir" der ve insallm da böyle oldu­
ğunu söylerse, onu müşebbihe fırkasından mı görecek ve misil
ispat ettiğine mi hüküm vereceksin? Heyhat.. Durum zannettiğin
gibi değildir. Eğer böyle olsaydı bütün insanların müşebbihe
olmaları gerekirdi: Çünkü en azından vücud sıfatında müşareket
vardır. Vücud ise müşabeheti, hatta nev'iyet ve mahiyette mü­
şareketten ibaret olan mümaseleti andırıcıdır. At, zeyreklikte her
ne kadar üstün olsa da insana örnek olamaz. Çünkü at,
nev'iyette insandan ayrılmaktadır ve yalnız zeyreklikte ona ben­
zemektedir ki bu zeyreklik, insanın zatiyetini teşkil eden mahi­
yetten hariç bit arizdir. Tanrılık hususiyeti ise, bizatihi Vacibül-
vücud olup var olması mümkün olan her şey'i muntazam ve
48 İmam-ı Gazalî

mükemmel şekilde yaratan bir varlık olmasıdır. Bu hususiyette


ortaldık ve ortaklıktan hasıl olan mümaselet elbetteki tasavvur
edilemez, Kulun rahim, sabır ve şekûr olması mümaseleti gerek­
tirmez. Nitekim semi, basir, alim, kaadir, hayy ve fail oluşu
mümaseleti gerektirmiyor. Hatta diyebilirim ki, tanrılık hususiyetini
ancak Allah-ü Teâlâ ve O'nun eşi ve benzeri olan bilir. Fakat
O'nun eşi ve benzeri olmadığına göre O'ndan başkası zinhar
bilemez. Bu sebeple "Allah'ı ancak Allah-ü Teâlâ bilir!" diyen
Cüneyd (Rahimehullah) hakikati ifade etmiştir. Nitekim en üstün
kuluna bile bir isim vererek o ismi arada perde kılmıştır; Allah'tan
başkası bilmez. Zinnûn ölüm yatağında iken kendisine "ne arzu
edersin?” diye soruldu. Cevaben "bir lahza bile olsa ölmeden
evvel O'nu tanımayı” dedi. Bu söz şimdi bir, takım zayıfların
kalplerini karıştırmakta ve bu nevi sözleri anlayacak kudrette
olmadıklarından inkar ve tevile gitmektedirler. Halbuki “Allah'ı
çok iyi bilirim” diyen de bence sözünde doğrudur ve “Allah'ı
bilemem" diyen de sözünde doğrudur.
Bilindiği üzere nefy ve ispat, ikisi birden bir arada sıdka
hamledilemez; ancak sıdk ve kezibi paylaşırlar. Yani nefy doğru
olursa ispat yalan ve ispat doğru olursa nefy yalan olur. Fakat
sözün vechi değişirse sıdk bir iki kısımda tasavvur edilir. Şöyle
ki, "Ebu Bekir Es-Sıddîk'ı tanır mısın?” sorusu iki kişiye sorulsa ve
onlardan biri, “Ebu Bekir Es-Sıddîk, bilinmeyecek ve tanınmaya­
cak bir şahsiyet midir? Büyüklüğü, şöhreti ve adının her tarafa
yayılmış olması yanında, dünyada onu tanımayan kimse tasavvur
edemem, minberlerde sözü geçer, camilerde adı anılır, övgü
ve meziyetleri bütün dillerde söylenir” diye cevap verse, öbürü
de, “ben kimim ki Sıddîk'ı tanıyabileyim! Heyhat, heyhat! Sıddîk'ı
ancak kendisi gibi veya daha, üstün olan tanır; onu tanıdığımı
nasıl iddia edebilir veya onu tanımaya nasıl göz dikerim; ben
gibiler, onun adını ve vasfını işitirler ki, onu tanıdıklarını iddia
etmeye haklan yok'tur" dese her ikisi' de doğruyu söylemiş
Esmâ-i Hüsnâ Şerhi 49

olmaktadırlar. Ne var ki, bu ikinci sözün vechi başkadır ve o


tazim ve ihtirama daha layıktır.
İşte Allah'ı bilirim veya bilemem diyenlerin sözlerini bu şe­
kilde anlamak gerekir. Hatta düzgün bir yazıyı anlayışlı bir insana
göstersen ve “bu hattın sahibini tanır mısın?" diye sarsan, “hayır”
dese doğru söylemiş olur. "Evet! bu hattın sahibi yaşayan, muk­
tedir, işiten, gören, eli sağlam ve hattatlık sanatına vakıf bir in­
sandır; hakkında bütün bunları bildiğim halde kendisini tanımaz
olur muyum?” diye cevap verse gene doğru söylemiş olur. Şu
farkla ki, tanımam sözü daha doğru ve uygundur. Çünkü hakikat­
te o hattın sahibini tanımamaktadır. Sadece düzgün bir yazının
yaşayan, muktedir, işiten, gören, eli sağlam ve yazı sanatını bilen
bir hattata muhtaç olduğunu bilmiş, hattatın kendisini tanımamış­
tır. Bütün insanlar da böyledir. Bu muntazam ve muhkem kaina­
tın müdebbir, hayy, alim ve kaadir bir yapıcıya muhtaç olduğu­
nu bilirler, Bu ise iki taraflı bir marifettir: Bir tarafı alem ile ilgilidir
ve buradan alemin bir müdebbir'e muhtaç olduğu biliniyor.
Öbür tarafı ise Allah-ü Teâlâ ile ilgilidir ve buradan .da zatın haki­
kat ve mahiyetine dahil olmayan sıfatlardan müştak olan isimler
biliniyor. Nitekim bir kimse, bir şey'i göstererek "o nedir?” diye
sorarsa, bu soruya karşı bir takım müştak (türemiş) isimlerin zik­
redilmesinin zinhar cevap sayılmayacağını yukarıda açıklamış
bulunmaktayız. Mesela, bir hayvanın şahsını işaret ederek “bu
nedir?” dese ve cevap olarak da, ya uzundur veya beyazdır
veya kısadır dense yahut suyu işaret ederek “bu nedir?” dese
ve soğuktur cevabı verilse yahut ateşi işaret ederek "bu nedir?”
dese ve ısındırıcıdır cevabı verilse şüphe yok ki bütün bunlar
mahiyetin cevabı değillerdir. Bir şey'i tanımak, ancak o şeyin
hakikat ve mahiyetini bilmekle kaabildir; müştak isimleri tanıyıp
bilmekle değil.
Evet, bir şeyi tanımak, o şeyin hakikat ve mahiyetini tanımak­
tır. Isındıncı ise, hararet vasfına sahip müphem bir varlıktır. Alim
ve kaadir sözümüz de böyledir. Alim, ilim vasfına sahip müp­
50 İmam-ı Gazalî

hem bir varlık, kaadir de kudret vasfına sahip müphem bir varlık­
tır. Eğer sen, "var olması mümkün olan her şeyi var eden "vaci-
bül-vücud" sözümüzün O'nun hakikatinden ibaret olduğunu
söylersen,- heyhat! derim. Çünkü "Vacibül-Vücud" sözümüz,
O'nun illet ve faile muhtaç olmamasından ibarettir, bu da, O'n-
dan sebebin selbi hususuna râcidir. “Bütün varlıklar O'ndan
vücud, bulur” sözümüz ise, fiilerin Allah-ü Teâlâya izafeti husu­
suna racidir. Bu durumda bize "bu şey nedir?" şeklinde bir soru
tevcih edilse ve biz “faildir" desek, cevap olmaz. İlleti bulunan
bir varlıktır desek, gene cevap olmaz. Ya illeti bulunmayan bir
varlıktır desek nasıl cevap olur? Bütün bunlar O'nun zatının gay­
risinden ve nefy veya ispata mevzu olmak üzere zatına izafe
edilen bir husustan haber vermektedir. Bütün cevaplar isimler­
de, sıfatlarda ve izafetlerde kalıyor. O halde “O'nu tanımanın
yolu nedir?" diye sorarsan cevaben elerim ki:
Bir sabi veya bir innin (iktidarsız, puluç), bize çiftleşmenin
tadını duyma ve hakikatini idrak etme yolunu sorsa, bu mesele­
de iki yolun bulunduğunu söyleriz. Ya onu kendisine
vasfederek tanıtacağız veya "Şehvet garizesine ulaşıncaya kadar
sabret; o zaman çiftleşmeyi kendin yapar ve tadını öğrenirsin!”
diyeceğiz.. Gerçek marifete ulaştıran tahkik yolu bu ikinci yol­
dur. Birinci yol ise bir tevehhüm yaratmaktan ileri geçmez. Çift­
leşmeyi tad diye adlandırılan bir nesneye benzetmekten ibaret
kalır. Fakat kendisinde şehvet meydana gelir ve tadarsa, onun
şekerin tadına benzemediğini ve gerçek tadını tevehhüm ettiği
şekilde olmadığını kesin olarak anlayacaktır. İsmi ve sıfatı hakkın­
da bütün duydukları ve onun lezzetli ve güzel olduğu doğru
olmakla beraber.
Böylece Allah-ü Teala'yı tanımanın da iki yolu vardır: Biri
kaasır (kusurlu) ve öbürü mesdüd (kapalı) dır. Kaasır, isim ve
sıfatların zikredilmesidir ki, bunun yolu, nefislerimizden öğrenip
bildiklerimize benzetmektir. Biz kendimizi kaadir, amil, hayy ve
mütekellim olarak biliyoruz. Sonra bunların, Allah-ü Tealâ'nın
i-$UD3mR. 2 - A ıD
Esmâ-i Hüsnâ Şerhi 51

vasıflarından olduğunu işittik; delil ile öğrendik; kaasır (kusurlu)


olarak da fehmettik. Tıpkı ınnin'in, şekerin tadına benzetmek
suretiyle çiftle§menin tadını anlaması gibi. Oysa bizim hayatımız,
kudretimiz ve ilmimiz, Allah'ın hayat, kudret ve ilminden alabil­
diğine uzaktır; hatta iki uzaklık arasında münasebet yoktur,
Allah-ü Teala'yı bu evsaf ile tarif etmenin faidesi ise iham,
teşbih, kendisine benzemediği halde isimde müşarekettir. Ga­
yemiz, çiftleşmenin tadını ınnin'e anlatmak olunca, onu kendisi­
ne, duyduğu tatlardan biri, mesela tatlı bir yemeğin lezzeti İle
temsil ederek, ona “şekerin tatlı olduğunu, şeker yediğin zaman
ağzında tatlılık ve içinde hoş bir raiha hissetiğini biliyor musun?"
deriz ve o, "evet!" der. Bunun üzerine "cima (cinsi münasebet)
de işte böyledir!” deriz. Fakat ona çiftleşmenin gerçek tadını
hakikatine uygun şekilde anlatmış olduğumuza ve ınnin'in bu
tadı filen zevkeden ve duyan kişinin durumunda olacağına kani
misin? 'Heyhat! Gerçek şu ki bu vasıf bir iham yanlış bir teş'bih
ve tefhim ve isimde müşareket olmaktan ileri geçmez. İhamdır;
çünkü umumiyetle güzel bir iş olduğu vehmini uyandırır.
Teşbihdir; çünkü çiftleşmenin tadı sadece isimde şekerin tadına
benzetilmiştir.
Fakat "hiç bir şey O'nun misli gibi değildir; diridir, diğer diri­
ler gibi değil, kaadirdir, diğer kaadirler gibi değil" diyerek teşbihi
keseriz. Nitekim "çiftleşme, şeker gibi tatlıdır, fakat o lezzet
elbette bu lezzete benzemez ve aralarında yalnız isimde mü­
şareket vardır!" deriz. Sanki biz Allah-ü Tealâ'nın hayy, alim ve
kaadir olduğunu bilince önce Kendi sözümüzün manasını bil­
mekte ve O'nu ancak kendimizle tanımaktayız. Şöyle ki kulağı
işitmeyen insanın, "Allah-ü Teala semidir!” sözümüzün manasını
anlaması tasavvur edilemez. Anadan doğma kör de, "O
basirdir!" sözümüzün manasını anlayamaz. Nitekim bize, “Allah
eşyayı nasıl bilir?" diye sorulsa, “senin eşyayı bilmen gibi!” deriz.
"Nasıl kaadir oluyor?” diye sorsa, "senin kaadir olmaklığın gibi"
deriz. Bizim bu cevabımızdan bir şey anlayamaz. Ancak kendi­
52 İmam-ı Gazalî

sine münasip olan bir vasıf ise önce onunla kendisinin muttasıf
olduğunu ve sonra kendisine mukayese etmek suretiyle başka­
sını bilir. Allah-ü Teala'nın bizde münasibi bulunmayan bir vasıf
ve hususiyeti olursa bu durumda bizdeki vasıf sadece isimde
ona ortak olur. Şekerin tadının çiftleşmenin lezzetine müşareketi
olmasaydı anlaşılması elbette imkansız olurdu.
Her insan önce kendini tanımakta ve sonra Allah-ü Teala'nın
sıfatları ile kendi sıfatlan arasında mukayese yapmaktadır. Oysa
Allah-ü Teala'nın sıfatları yücedir ve bizim sıfatlarımıza benze­
mekten münezzehtir. İşte bu marifet kaasır (kusurlu) ve kendi­
sinde iham ve teşbih ciheti galiptir. Bu itibarla müşabehetin
aslen menfi olduğunu ve isimde müşareket olmakla beraber ikisi
arasında münasebet bulunmadığını bilmek gerekir.
Mesdûd (kapalı) olan ikinci yola gelince, bu kulun tanrılık sı­
fatlarının tamamını elde edinceye kadar beklemesi ve nihayette
tanrı olması yoludur. Tıpkı Sübyanın çiftleşmenin tadını duymak
için bulûğ çağını beklemesi gibi.
Ne var ki bu yol kapalı ve yasaktır. Çünkü tanrılık hakikatinin
Allah’tan başkası için hasıl olması müstahildir. Bu yol, tahkiki mari­
fetin yegane yoludur amma, o, Allah’tan başkasına mutlak ve
kati surette kapalıdır. O halde Allah'ı, hakikati üzere Allah’tan
başkasının bilmesi muhal (imkansız) dır. Hatta diyebilirim ki,
Peygamberi bile ancak Peygamberin kendisi bilir. Nübüvvet
mertebesine ermemiş olan nübüvvetin sadece adını ve onun
insanda Peygamberi Peygamber olmayandan ayırt eden bir
hususiyet olduğunu bilir. Fakat o hususiyetin mahiyetini ancak o
hususiyete sahip olan peygamberin kendi bilir. Peygamber
olmayan asla bilemez. Ancak kendindeki sıfatlara benzetmek
suretiyle anlar. Hatta daha ileri gidecek ve diyeceğim ki: Hiç
kimse ölümün hakikatini, cennetin hakikatini ve cehennemin
hakikatini bilemez. Bu hususlar ancak ölümden sonra, cennet ve
cehenneme girdikten sonra bilinir. Çünkü cennet esbabı
melezzettir. Ömründe lezzet duymayan bir insan farz edelim,
Esma-i Hüsnâ Şerhi 53

cenneti ona çekici ve cazip bir şekilde anlatabilmemize imkan


yoktur. Cehennem de acı veren sebeplerden ibarettir ki, öm-
ııinde acı çekmeyen bir insan farz edelim, cehennem i ona
anlatabilmemiz mümkün değildir. Ancak acı çektiği en büyük
acıya benzetmek suretiyle cehennemi kendisine anlatabiliriz ve
lezzetlerden bir kısmını tattığı vakit de yemek, cinsi münasebet,
manzara ve benzeri lezaizden tattığı en büyük lezzete ben­
zetmek suretiyle cenneti kendisine anlatmaya çalışırız. Şayet
cennette dünyadaki lezzetlere benzemen bir lezzet varsa onu
anlatmaya aslen imkan yoktur. Ancak teşbih yolu ile anlatılabilir.
Tıpkı çiftleşmenin lezzetinin şekerin tadına benzetilmesi gibi.
Şüphe yok ki cennetin lezzetleri, dünyada tattığımız her çeşit
lezzetten, cima lezzetinden, şeker lezzetinden çok uzak ve
başkadır. Nitekim cennet lezzetlerinin en doğru 'tabiri göz
görmemiş kulak işitmemiş ve insan hayalinden geçmemiş lez­
zetler olarak tavsif edilmesidir. Eğer, dünya yiyeceklerinden
birinin tadına benzetirsek, onun dünya yiyecekleri gibi olmadı­
ğım ve mesela cinsi münasebetin lezzetine benzetecek olur­
sak, onun dünyada bildiğimiz cinsi münasebet gibi olmadığını
söylemek zorundayız.
Bütün bunlardan sonra artık yer ve gök halkının, Allah'ı an­
cak isim ve sıfatlan ile tanıdıklarını söylememizin hayreti mucip
olacak tarafı var mıdır? Nitekim cennet hakkındaki bilgilerin de
isim ve sıfatlardan ibaret olduğunu söylemekteyiz. İşte insanın
isim ve sıfatını işitip de tanımadığı idrak edemediği, zatına eri­
şemediği, hali ile hallanamadığı her şey de böyledir.
"Ariflerin Allah'ı tanımalarının neticesi nedir?” diye sorarsan
deriz ki: Allah'ı (gerçek manada) tanımaktan aciz olduklarını
bilmeleridir. İşte O'nu tanıyamayacaklarını ve tanımanın zinhar
mümkün olamayacağını bildikleri zaman hakikati bilmiş olurlar.
Zira tanrılık sıfatlarının künhüne vakıf olarak hakiki marifetle Allah'ı
bilmek, Allah’tan başkası için muhaldir. Marifet, yukarıda zikretti­
ğimiz gibi keşif ve bürhan tarikiyle olursa, bir mahluk için müm­
54 İmam-ı Gazalî

kün olan marifetin son haddine erişilmiş olur. Nitekim Sıddîk'ı


Ekber (R.A.), "derk-i idrakden acziyet idraktir!” sözü ile bu ger­
çeği işaret etmiştir. Hatta kainatın efendisi Rasulüllah (S.A.V.) de,
"sen kendini övdüğün gibi ben seni övmeye muktedir değilim!”
sözü ile bu hakikati kastediyor. Bu sözün manası şudur: Ey Al­
lah'ım! Sana mahsus olan övgüleri ve tanrılık sıfatlarını ihata ede­
bilecek güçte değilim onları ancak ve ancak sen ihata edersin.
Yoksa bu sözden, dil ile tabiri mümkün olmayan hakikatlere
erdiğini kastetmiş değildir.
Marifetin genişlemesi meselesine gelince bu genişleme,
O'nun isim ve sıfatlarına dair olan marifette olur. Eğer O'nu bil­
mek mümkün değilse o halde melekler, nebiler ve velilerin mari­
fet babındaki derecelerinin ne ile birbirinden farklı olacağını
sorarsan cevaben derim ki:'Marifetin iki yolu olduğunu öğren­
miş bulunuyorsun. Birisi hakiki olan yoldur ki, bu yol, Allah'tan
başkasına kapalıdır. Bu yolu kazanmak ve idrak etmek isteyen bir
mahluku celal tecellileri hayrete düşürür ve başını kaldırıp bak­
mak istediği an, duyduğu dehşetten gözleri kapanır. Sadece
isim ve sıfatlan tanımaktan ibaret olan ikinci yol ise halka açıktır.
Mahlukların meratibi işte bu yolda değişmektedir. Allah-ü
Tealâ’nın alim ve kaadir olduğunu icmali olarak bilenle O’nun yer
ve gök alemlerinde,- ruhların ve cesetlerin yaratılışında akıllara
hayret veren eserlerini müşahede eden, memleketinin eşsiz ve
emsalsiz güzelliklerine ve harika sanatlarına vakıf olan, bunları
bütün ayrıntıları ile inceleyen, her birinde gizli olan hikmeti ara­
yan, letaif-i tadbiri müstevfi ve Allah-ü Tealâya yaklaştıran me-
lekiyet sıfatlarının tamamı ile muttasıf olan, o sıfatları bilfiil yaşayan
bir olur mu? Hatta bu iki kişi arasında erişilemeyecek derecede
uzaklık vardır.
Mamafi nebilerin ve velilerin meratibi arasındaki farkı, ancak
bir misal ile anlayabileceksin. Mesela İmam Şafii (Rahimehullah)
gibi takva sahibi ve kâmil bir âlimi malum olduğu üzere kapıcısı
da tanır, talebesi El-Müzeni de tanır. Kapıcı, onun bir hukuk alimi
Esmâ-i Hüsnâ Şerhi 55

ve yazan olduğunu ve halkı Allah'a irşad ettiğini icmali olarak


bilir. El-Müzeni ise, kapıcısının tanıması gibi değil, onu sıfat ve
malumatının teferruatım ihata edecek şekilde tanır,- Hatta on
çeşit ilim sahibi olan bir alimi, o ilimlerden yalnız birini tahsil
etmiş olan talebesinin tanımış olmasına imkan bulunmadığı hal­
de o ilimlerden hiç birini tahsil: etmeyen hizmetçi nasıl tanısın?
Hatta on ilimden birini tahsil eden talebe, eğer o ilimde hocası­
na müsavi olursa onun onda birini tahkik yolu ile tanımış olur.
Şayet o ilimde de hocasının seviyesinde değilse, geri kaldığı
hususlarda hocasını tahkik yolu ile değil, ancak icmali olarak
bildiği söylenir. Bu icmali bilgi ise, hocasının kendisinden daha
çok malumatlı olduğunu bilmesinden ibarettir.
ı

İşte marifetullah'da meratibin değişik olması da buna ben­


zer. Allah-ü Tealâ'nın malumatına, kudretinin harika eserlerine,
dünya, ahiret, mülk ve melekut alemlerini süsleyen eşsiz ve
benzersiz sanatlarına vukufiyet arttıkça Allah-ü Tealâya olan
marifeti o nispette artar ve tahkiki marifete o nispette yaklaşır.
Eğer "zatın hakikatini bilmediklerine ve bunun müstabil ol­
duğuna göre isimleri ve sıfatlan gerçek ve tam marifetle bilmişler
midir?" diye soracak olursan, deriz ki: “Hebat! Bunu da ancak
tam ve hakiki olarak Allah-ü Tealâ bilir. Çünkü bir zatın alim ol­
duğunu bildiğimiz vakit, hakikatini anlayamadığımız müphem bir
varlığı tanımış olmaktayız. Sadece o zatın ilim sıfatına sahip ol­
duğunu biliriz. Sonra ilim sıfatını gerçekten ve hakikatine uygun
şekilde bilirsek, o zatın alim olduğuna dair bilgimiz tamdır,- yok­
sa değildir. Allah-ü Tealâ'nın ilminin hakikatini ancak o ilme sahip
olan bilir ve o ilme Allah'tan başkası sahip olamayacağına göre
ondan başkası bilemez. Ne var ki kendi ilmine teşbih yolu ile
anlar. Yukarıda irad ettiğimiz şeker misalinde olduğu gibi.
Allah-ü Tealâ'nın ilmi, halkın ilmine benzemez ve bu itibarla
halkın Allah-ü Tealâ'nın ilmine olan marifeti tam ve hakiki marifet
değildir. İlhami ve teşbihidir. Bu söz, hayretini mucip olmasın.
Ben aynı zamanda bir sihirbazı ancak o sihirbazın kendinin veya
56 İmam-ı Gazalî

onun gibi veya onun üstünde olan başka bir sihirbazın bile­
bileceğim söylemekteyim. Sihir nedir bilmeyen, sihrin hakikat ve
mahiyetini tanımayan kişi, sihirbazın sadece vücud yapısını ve
onun mahiyetini bilmediği bir ilim ve hususiyete sahip olduğunu
bilebilir. Sihirbazın malumatına ve taşıdığı hususiyetin mahiyetine
vakıf değildir. Gerçi o hususiyetin, müphem de olsa ilmin bir
şubesi olduğunu ve semeresinin de gönüllere tesir etmek, ci­
simlerin zahiri evsafını değiştirmek ve karı kocayı birbirinden
ayırmak olacağını bilir. Fakat bu, sihrin hakikatini bilmiş olmak
değildir. Sihrin hakikatini bilmeyen de sihirbazın hakikatini bile­
mez. Çünkü sahir (sihirbaz), sihir hususiyetine sahip kişi demek­
tir ve sihir sıfatından müştak bir isimdir ki, sıfat bilinirse ancak isim
bilinir ve sıfat bilinmezse isim de bilinmez. Bu itibarla sahirden
başkasının sihir hakkındaki bilgisi, mahiyetten uzak bir umumi
vasıfdan ibarettir; yani sihrin ilmin bir şu besi olduğunu ve ken­
disine ilim isminin intibak ettiğini bilmekten ileri geçmez. Allah-ü
Teâlâ'nın kudretine dair malumatımız da böyledir. Kudretin bir
vasıf ve semeresinin de eşyayı yaratmak olduğunu, kendisine
kudret adı verildiğini, çünkü cima lezzetinin şeker lezzetine
münasip olması gibi onun da kudrete münasip olduğunu biliriz.
Bütün bunlar, kudretin hakikatinden uzak ve ayrı şeylerdir. Ne
var ki Allah'ın kudretinin şümulü altına giren eşyanın tafsilatı ve
kainattaki üstün sanat eserleri hakkında malumat bakımından
kulun ihatası arttıkça kudret sıfatını anmaktan nasibi de o nispet­
te artar. Nitekim bir meyve bir meyveliği gösterir. Ftocasının
ulum ve maarifi hakkında talebinin ihatası arttıkça onu daha iyi
tanır ve ona karşı saygısı bütün'enir. Ariflerin marifetinin birbirin­
den farklı oluşu da bu hususa racidir. İşte meratibin nihayeti
yoktur. Çünkü kulun, Allah-ü Teâlâ'nın nihayetsiz malumatından
bilebildiklerinin ve bilemediklerinin de nihayeti yoktur. Vücud
bulan şey mütenahi ise de insanın ilimler üzerindeki kudretine
nihayet tasavvur edilemez: Gerçi vücud alemine intikal eden
eşya, kesret (çokluk) ve kıllet (azlık) bakımından birbirinden
farklı olurlar ve insanların da, marifette birbirinden farklı oldukları
Esmâ-i Hüsnâ Şerhi 57

bununla bilinir. Bu durum, mal zenginliği ile hasıl olan kudrette


insanların birbirinden farklı olmalarına benzer. Bir kuruşa ve bir
liraya malik olan var,- binlerce liraya malik olan da vardır. İlimler
de böyledir. Hatta ilimlerdeki farklılık daha büyüktür. Çünkü
malumat sonsuzdur. Malların maddeleri cisim ve cisimler de
mütenahidir ki, kendilerinde sonsuzluk tasavvur edilemez.
Artık yaratıkların marifet denizlerinde birbirinden nasıl farklı
olduklarını, marifetin de nihayetsiz olduğunu anlamış oldun. Ve
artık bildin ki. Allah: Allah’tan başkası bilemez diyen doğruyu
söylemiştir; yalnız Allah'ı tanıdım diyen de doğruyu söylemek­
tedir. Çünkü vücud aleminde yalnız Allah ve O'nun ef âli vardır.
Allah'ın fiillerine O'nun kendi fiilleri olması yönünden bakıp bu
yönde karar kılar veya Allah'ın fiillerini gök veya yer veya ağaç
olarak görmez de sırf O'nun sun'u ve eseri olarak görürse, bu
şahsın marifeti rubübiyet sahasını geçmez ve bu şahıs için "yal­
nız Allah'ı tanıyorum!” veya “yalnız Allah'ı görüyorum!" demek
mümkün ve caiz olur. Yalnız güneşi ve onun ufuklarda intişar
eden ziyasını görebilen bir şahıs tasavvur edilse, bu şahsın,
“yalnız güneşi görüyorum!” demesi doğrudur. Güneşten taşan
ışık, güneşin cümlesinden olup, bu cümleden hariç bir varlık
değildir. Vücud aleminde bulunan her şey de. ezeli kudretin
nurlarından bir nur ve asarından bir eserdir. Güneş, bütün eşya­
yı aydınlatan ışık kaynağı olduğu gibi böylece ibarenin tam ola­
rak ifade edemediği mana da zaruret icabı ezeli kudret olarak
tabir edilir ki, varlık aleminde hakim olan bu ezeli kudrettir ve bu
manada vücud aleminde yalnız Allah'ın bulunduğu ve arifin de
“yalnız Allah'ı tanıyorum!" demesi caizdir.
Hayreti mucib olan hallerden biri de, “Allah'tan başka bir
varlık bilmiyorum!” diyenin doğruyu söylemiş ve ayni zamanda
“Allah’ı bilemem” diyenin de doğruyu ifade etmiş olmasıdır. Ne
var ki bu sözlerin vecihleri değişiktir. Nitekim vecihleri değişik
olan mütenakızları tekzip etmek gerekseydi, Allah-ü Tealâ'nın
58 İmam-ı Gazalî

"attığında sen atmadın; ancak Allah attı"7 Kavl-i Şerifi doğru


olmazdı. Oysa doğrudur. Çünkü rami (atıcı). İki itibarla rânidir.
Birinde kula, öbüründe ise Allah'a nispet edilmiştir ki, bunda
tenakuz yoktur.
Artık bu kadarla iktifa edelim; sahili bulunmayan bir denizin
enginlerine açılmış olduk. Bu çeşit sırların, kitaplara tevdi edil­
mek suretiyle tebeddüle uğramaması gerekir. Bunların burada
arz ve beyanı kasıtsız gelmiş olduğundan bu bahsi kapatarak
Esma-i Hüsna'nın mufassal olarak izahına dönelim.

7Enfâl Süresi, ayetin bir kısmı.


İKİNCİ BÖLÜM

GAYELER ve MAKSADLAR
ÜÇ KISIMDAN MÜTEŞEKKİLDİR

BİRİNCİ KISIM

ALLAH'IN DOKSANDOKUZ İSMİNİN MANALARININ ŞERH ve


İZAHI HAKKINDADIR.

öUlc° \ 01 <tJlP Jli

Ebu Hüreyre (R.A.) rivayet ediyor. Resulûllah Sallallâhü


Aleyhi ve Sellem buyurdular:
“Şüphe yok ki, Allah'ın doksan dokuz ismi vardır. Yüzden
bir eksik.. Çünkü o, tektir; tek'i sever.. Bu isimleri her kim sayarsa
Cennet'e girer”
İmam-ı Gazalî

:(VÎ3~)\ J>\ — «o
" ** . s *,
y> V» ÜlV tjjl\ &\y>
S

. ^ j ı i . ^ j ü .f v c jı . ç ^ î .im ; »
s

Ouill 0 > İI .ijü l .jii-Jl .^ a i


y y y
.İ,p
.L-üİ .ÇÇujİ .jUjaî .gıiıİ > ,Ç d> .j\'$&

.^ Zji .Jiii .j*il .,^'?l


• (iC - JI .jjvsJl

.^ iiı.^ ıi .ç p ; .ç ^ ji .y -ji .u ö .jC-^;


y^ ji .jii; .p j-ı .M ; .V o ■*& -!p
y y s

,^seafoodplus.info .^-â^il

• M - ' - J> -oC ' y y


- ir > -â j > s
jiy O ji i o J o J o t o %O

• c ^ ' - > J' • ^i .0^*11 ,l£Xİ\ .^<^>«11

.^olall .jjiill .j^LflJÇ

.^seafoodplus.info .j^ ı.^ g ı


y **
.> £ * » .> S ıî
y '
.Jjvı .^>ii
dJÛll dAİE* . jj İÂİ! .^_û£dl
y

.i .ö jljJi .iiUi .£> .^ U l .yîl


Esmâ-i Hüsnâ Şerhi 61

ESMA-İ HÜSNÂ
ALLAH'IN EN GÜZEL 99 İSMİ:

Hüvellâhüllezi lailâhe illâhüve


Errahmanü Errahimü Elmelikü Elkuddüsü
Esselâmü Elmü'minü Elmüheyminü Elazizü
Elcebbârü Elmütekebbirü Elhâliku Elbâriü
Elmusavvirü Elgaffârü Elkahhârü Elvehhâbü
Errazzâku Elfettâhü Elalimü Elkabizü
Elbâsitü Elhafizü Errâfiü Elmuizzü
Elmuzillü Essemiü Elbasirü Elhakemü
Eladlü Ellatîfü Elhabirü Elhalimü
Elazimü Elgafuru Eşşekûrü Elaliyyü
Elkebirü Elhafizü Elmukytü Elhasibü
Elcelîlü Elkerimü Errakibü Elmücibü
Elvasiü Elhakimü Elvedûdü Elmecidü
Elbaisü Eşşehîdü Elhakku Elvekîlü
Elkaviyyü Elmetinü Elveliyyü Elhamidü
Elmuhsi Elmübdiyü Elmuidü Elmuhyi
Elrnümiytü Elhayyü Elkayyümü Elvacidü
Elmacidü Elvâhidü Essamedü Elkadirü
Elmuktedirü Elmukaddimü Elmuahhirü Elevvelü
Elaâhırü Ezzâhirü Elbatînü Elvali
Elmüteâli Elberrü Ettevâbü Elmüntekimü
Elafüwü Erraûfü Malikülmülki zülcelali velikram
Etmuksitü Elcâmiü Elganiyyü Elmugni
Elmâniü Ezzârrü Ennâfiü Ennûrü
Elhâdi Elbediü Elbâki Elvârisü
Erreşidü Essabûrü Cellecelâlehu.
62 İmam-ı Gazalî

*1^ c s JJl
/ /

ALLAH
Bu Rubûbiyet sıfatlan ile müttesif, gerçek varlığı ile münferit
olan varlığın ismidir. Çünkü ondan başka her varlık bizatihi varlığa
müstahak değildir. Zira varlığı kendinden değildir. Zatı itibari ile
helâka (yok olmaya) mahkumdur
Evet, Allah'tan başka her varlık helâka mahkumdur. Yok ola­
caktır, baki kalacak olan, ancak ve ancak O'dur!
Lafza-i Celâl bu mânâyadır. Onun asıl kökü hakkında yani
(Allah) kelimesi hangi kelimeden meydana gelmiştir hususundaki
ileri, geri fikirlerin serd edilmesi insana, beyhûde çabalamaktan
ve yorulmaktan başka bir şey kazandırmaz.
FAİDE
Şunu iyi bil ki, bu isim, (Allah) Allah'ın doksan dokuz isminin
en büyüğüdür! Çünkü bu, içinden hiç bir şey müstesna olmak­
sızın, bütün ilahi sıfatlan cem eden zâte delâlet etmektedir..
Diğer isimleri ise, ilim, kudret, fiil gibi yalnız ifade ettikleri mana
birimlerine delalet etmektedir..
Ve yine bu isim, Allah'tan başkasına, ne hakikat ve ne de
mecazen delâlet etmeyeceği cihetiyle, bütün isimlerinden daha
ahasdır. Yani daha özellik ve hususiyet ifade etmektedir.. Diğer
isimler ise, böyle değildir. Ondan başkasına da itlâk edilip çağ­
rılabilir: Kadir, Âlim, Halim gibi.. İşte bu iki sebeptendir ki, Allah
ismi, bütün isimlerin en büyüğü olmuştur
BİR İNCELİK:
Diğer isimlerin mânâları, kula sübutu itibarıyla da tasavvur
edilebilir. Hatta merhametli kişiye rahim, bilgin olan kişiye âlim,
sabırlı olana sabûr, çok şükredene şekûr denebilir. Tabii Allah'a
denmesiyle kula denmesi arasında farklar vardır. Lâkin "Allah”
Esmâ-i Hüsnâ Şerhi 63

ismi ise her ne suretle olursa olsun Allah'tan başkasına itlik edi­
lemez.. Yukarıda arz ettiğimiz gibi, ne hakikat cihetinden ve ne
de mecaz cihetinden.
Bu ismin bu özelliği itibarı iledir ki, Es'sabûr, Eş'şekûr,
el'cebbar, el'melik gibi isimler Allah'a izafe edilerek: “Bunlar
Allah'ın isimlerindendir,) denilmiştir de, Allah ismi, Sebûr ve
Şekûr'ün isimlerindendir denilmemiştir. Zaten denemez de!
Neden mi? Çünkü, bu isim (Yani Allah ismi) ilahi mânaların
hepsini içine alma itibarı ile daha şümullü ve daha kuvvetli oldu­
ğundan, başka isimle tarif edilmesine hacet kalmamıştır. Diğerleri
ise ancak O'na (Lafza-ı Cellâl'e) izafetle tanımlanmıştır
TENBİH:
Kulun, bu isimden nasibi, son derece teabbud olmalıdır.
Yani Allah'a bütün kalbi ile bağlanmalıdır. Hem de öylesine ki,
gözü ondan başkasını görmemeli, ondan başkasına iltifât eyle­
memeli, ondan başka hiç kimseden bir dilekte bulunmamalı
(yani kimseye boyun eğmemeli), ondan başkasından korkma­
malı!. “Bu niçin olmasın ki, O bu isimden, O'nun (Allah'ın) ger­
çek varlık olduğunu, O'ndan başka ne varsa, bütün her şeyin
fani, boş ve yokluğa mahkûm olduğunu anlamıştır Evet kişi,
her şeyden önce kendisinin de yok olacağını her fani gibi haya­
ta gözlerini yumacağım bilmelidir. Nitekim Resûlüllah Sallallâhü
Aleyhi ve Sellem kendisini yok saymış da şöyle buyurmuştur:
Arab'ın söylediği beyitlerin en doğrusu Lebid'in şu sözüdür:
"Allah'tan mâada her şey boştur.”
64 lmam-ı Gazalî

W
ehRAHMAN er*RAHÎM
Bu iki isim, rahmet kökünden gelmedir, Rahmet (esirgeme)
esirgenmiş bir varlığı gerektirir, ihtiyaçsız bir esirgenmiş ise kabili
tasavvur değildir. İşte bu isimle, kast etmeden, murat etmeden
muhtacın ihtiyacı (ihtiyan olmadan) karşılanır. Öyleyse muhtaç
olan kişiye Rahim denemez!
Bir ihtiyacı karşılamak isteyen kimse, eğer o ihtiyacı karşıla­
maya gücü yettiği halde karşılamazsa ona Rahim denmez, çün­
kü iradesi tamam olsaydı mutlaka o ihtiyacı karşılardı. Eğer ihti­
yacı karşılamaktan aciz ise, içinde şefkat ve merhamet duygusu
taşıdığından dolayı kendisine Rahim denebilir.. Lâkin ne var ki
onun merhameti noksan sayılmış olur. Zira tam rahmet mer­
hamet iyiliğin muhtaçlara izafesiyle ve onlara gerçekten isteme­
siyle mümkün olur. Umumi Rahmet (Esir-geme) ise, hak edene
de, etmeyene de şamil olan bir1merhamet (esirgeme) dir.
Allah'ın Rahmeti (Esirgemesi) hem tamdır, hem de şümullü­
dür.
Tamdır: Çünkü muhtaçların ihtiyaçlarını gidermek istemiştir
ve bizzat tam mânâsıyla gidermiştir
Şümûllüdür; Zira, O, Rahmeti hak edene de, etmeyene de
şamil olmuş, dünya ve ahirette duyulacak her türlü zaruret ve
ihtiyaçları kapsamıştır Şu halde mutlak ve gerçek Rahim (esir­
geyici) O'durL.
BİR İNCELİK:
Rahmet (esirgeme), merhamet eden kimseye arız olan hü­
zün verici bir duygu olmaktan hali değildir, Rabse şüphesiz ki
bu gibi şeylerden münezzehtir. Bu sebeple belki bunun rahmet
Esmâ-i Hüsnâ Şerhi 65

anlamında bir noksanlık olduğunu sanırsın. Oysa bu; O'nun


hakkında noksanlık değil, bilakis kemal (mükemmellik) dir.
Noksan değildir. Çünkü, Rahmetin (esirgemenin) mükem­
melliği; semeresinin kemâliyledir. Muhtacın ihtiyacı tam manasıy­
la karşılanınca, esirgenen kişinin, asıl merhamet edenin elem
duygusunda herhangi bir rolü olamaz!. Merhamet eden kimse­
nin elem duyması, kendi şahsının zaafına ve noksanlığına delalet
eder. Muhtacın ihtiyacı gerçek manada karşılanınca bu bir şey
ifade etmiş olamaz.
Bunun esirgeme anlamında mükemmel olmasına gelince:
Esirgeyici, hiç şüphe yok ki, kendi nefsinde duyduğu bu acıma
hissini, muhtaç durumda olana yardım etmek suretiyle bertaraf
etmek İster. Bu, her ne kadar zahiren ona noksanlık iras edeceği
hissini verirse de, asıl gaye muhtaç durumda olan kişinin ihtiya­
cım karşılamaktır. Yoksa kendi vicdani üzüntüsünü dindirmek
değildir. Öyleyse, esirgeyici için böyle bir noksanlık kabil-i ta­
savvur değildir..^
FAİDE:
RAHMAN (ismi) Rahim (isminden) daha hususilik ifade
eder. Bu sebepledir ki, Allah'tan gayrisine bu isim konamaz.
Rahim ismi ise, Allah'tan başkasına da itlâk edilebilir. Bu yönden
Rahman ismi Allah'ın Âlem (Zat) ismi olan “Allah” ismi ne yakın­
dır. Her ne kadar bu isim Rahmet kökünden gelme ise de ger­
çek budur. Bu sebepledir ki Cenab-i Hak, her iki ismi şu ayette
bir arada zikr etmiştir: "De ki: Gerek Allah diye ad verin, gerek
Rahman diye ad verin, hangi adı verirseniz nihayet en güzel
isimler onundur”8
İşte bu yönden ve birde sayılan Allah isimlerinde teradüfü
önleme keyfiyetinden dolaydır ki, her iki ismin arasını ayırt etmek
gerekmektedir. Rahman isminin ifade ettiği mana Rahim isminin

8isra Süresi, âyet.


66 İmam-ı Gazalî

ifade ettiği mânâdan mutlaka farklı olmalıdır. Yalnız Ahiret saa­


detini vermek (Mü'minlere) anlamında olan Rahim isminden
Rahman ismi şu bakımlardan farklıdır:
Rahman ismi icabında Allah insanları önce yaratmıştır, sonra
mü'minleri imana ve mutluluk sebeplerine hidayet etmiştir. Daha
sonra da onları ahirette mutlu kılmıştır. Dördüncü olarak da on­
ları, kendi Cemal-i İlahisini müşahede etmek şerefine nail ve
mazhar etmiştir
TENBİH:
Mü'minler bu isimden ne elde edebilirler?
Mü'minler bu isimden şunu elde edebilirler. Önce Allah'ın
gafil kullarına merhamet edip onları olanca güçleriyle Allah yo­
luna vaaz ve nasihat etmek suretiyle çevirirler. Böyle bir teşeb­
büste bulunduklarında şiddet yolundan ziyade yumuşaklık ve
şefkat yollarını tercih ederler: Asilere de merhamet gözü ile
bakarlar, eziyet ve zulüm nazarı ile değil
Mü'minin başlıca gayesi, insanlardan sadır olan her masiyet
sanki kendi nefsinden sadır oluyormuş gibi, o masiyeti onlardan
bertaraf etmeye olanca gücüyle çalışmak ve bu suretle onları
Allah'ın gazabına uğramaktan kurtarmak olmalıdır.
Mü'minin "Rahim” İsminden istifade edeceği hususta şudur:
Gücü yettiği kadar muhtaç durumda olan kimselerin ihtiya­
cını karışılar, yanında ve memleketinde ihtiyacını karşılamadığı
hiç bir fakir bırakmaz. Muhtaçların ihtiyaçlarını ya para ile ya da
nüfuzu ile veyahut hayra delâlet etmekle, daha olmazsa zengin
ve söz sahibi olan kişilere başvurmak suretiyle karşılar. Bu say­
dıklarımızdan aciz olursa, o zaman ona hayırlı dualar yapmak
suretiyle onun hüzün ve kederini paylaşır
Esmâ-i Hüsnâ Şerhi 67

BİR SORU VE BİR CEVAP:


SORU:
Allah'ın Rahim ve Erhamerrahimin (merhamet edicilerin en
merhamet edicisi) olmasının manası nedir? Mademki Rahim,
zarara uğramış, hasta, işkenceye maruz kalmış, bela ve musibet­
lerle karS>ı karşıya gelmiş kişilerin imdadına koşup kurtarmaktır.
Mademki Hak Tealâ her belayı, her fakr-ü zarureti önlemeye, her
hastalığı bertaraf etmeye kaadirdir. Öyleyse neden dünya hasta­
larla, muhtaçlarla doludur? Kullarını neden böyle işkenceler
içerisinde kavranır bir halde bırakmaktadır?
CEVAP:
Bu suali bir misalle cevaplandıralım. Bir küçük yavruyu ele
alalım, hastadır. Ameliyat edilmesi gerekmektedir. Annesi acıdığı
için bir türlü onu ameliyat masasına, cerrahi müdahalede bulu­
nacak operatöre teslim etmek istemiyor. Babası ise ameliyat
olmasında karar!!
Cahil zanneder ki, anne babadan daha merhametlidir. Bak
anne evlâdı için nasıl telaşlanıyor ve ameliyata kıyamıyor, der.
Akıllı kişi ise hiç de böyle düşünmez. O, babanın daha merha­
metli olduğuna inanır. Çünkü baba onu devamlı sancıdan kurta­
racak.. Bunun için de muvakkat acılara tahammül etmesine göz
yumacaktır..
Çünkü az ve geçici acılar sancılar ilerde gerçek sıhhate ve­
sile olacaksa nazar-ı itibara alınmaz. Onlara kötü nazar ile bakıl­
maz. Bilakis iyidir gözü ile bakılır. Çünkü onlar iyiye bais olacak­
lardır.
Rahim (merhamet edici) ye gelince, hiç şüphe yok ki, mer­
hamete muhtaç olan kişiye merhamet etmek ister Sonra varlık
âleminde hiç bir şer yoktur ki "Hayrı" içinde bulundurmasın. Şer,
büsbütün ortadan kaldırılmış olsaydı, içinde bulundurduğu hayrı
da beraberinde alıp götürecekti. İçinde bulundurduğu hayırla
68 İmam-ı Gazalî

beraber ortalardan kaybolmasıyla şüphe yok ki daha büyük şer-


ler ve zararlar ortalığı dolduracaktı
Mikrop almış bir eli düşünelim. Bu eli kesmek, zahiren her
ne kadar kötü görünürse de, bütün bedenin selameti gibi bü­
yük bir mutluluğa vesile olacağından onda sonsuz hayırlar gizli­
dir. Çünkü eli öyle kendi haline terk etmek bütün bedenin hela­
kine sebep olur. Böylelikle şer, olduğundan daha da zararlı ve
yaygın bir hal alır. Şu halde bütün bedenin selameti için bir
elden olmak şer değil, bilâkis hayırdır. Eli kesmek bizzat bedeni
kurtarmak için murat edilmiştir. Elin kendi uzviyetini kurtarmak
için değil de bedenin selameti için kesilmiş olması, asıl gayenin
eli değil de bedenin kurtulması olduğunu ortaya çıkarmıştır..
Netice olarak her ikisi de iradede yer almıştır. Ancak şu farkla;
birisi kendi zatı için arzu edilmiş, diğeri ise başkasını kurtarmak
için istenmiştir.. Kendi zatı için murat edilen, her zaman için
başkası için murat edilenden önce gelir. Bu sebeple Cenab-ı
Hak "Rahmetim gazabımı sevk etmiştir” buyurmuştur9.
Şimdi bu Kudsi Hadisi inceleyelim: Allah'ın gazabı, şerri mu­
rat etmesidir. Çünkü şer de (kötülük de) O'nun iradesiyle mey­
dana gelir.
Rahmeti ise Hayrı (iyiliği) murat etmesidir. Hayır da onun ira­
desinin bir neticesidir. Lâkin hayrı, bizzat hayrın kendisi için
murat etmiştir. Şerri, bizzat kendisi için değil, içinde bulundur­
duğu (insanlara meçhul ve kapalı olan) hayır için murat etmiştir.
Demek ki, şer (kötülük) bizzat kendisi için maksud değil, içinde
sakladığı hayır için kasd edilmektedir. Şu halde hayır, kendisine
vusul için bazı arazları gerektirmektedir.
Böyle olan bir şey, rahmete engel olabilir mi hiç? İmdi için­
de hiç bir hayır saklamayan bir şer aklına gelirse veyahut hayrı

9 Bu Hadis-i Kudsi M üslim 'dedir. Ayrıca Diyanet işleri Bşk.lığı yayınlarından “Kırk
Kudsi Hadis” Aliyy-ül Kari. M ütercim H. Hüsnü Erdem isimli kitabın sayfa­
sındaki 18 N o ’lu Hadis.
Esmâ-i Hüsnâ Şerhi 69

şerde değil de başka yönden tahsil edilmesi mümkündür der­


sen, o zaman bu iki vehmi sana ilham eden cüce aklını suçla!
(Neden m i?)
Şerrin içinde hayır yok demen, daha doğrusu böyle bir
hükme varman, cüce aklının gerçek marifete nüfuz edememe­
sinden ileri gelmektedir. Çünkü sen böyle düşündüğünde, ya
ıstıraptan kurtulmak için ameliyatı kötü ve tehlikeli gören sabi,
veyahut da maktulün ölümünü şer kabul ettiği için kısasla öldü­
rülen kişinin idamını şer kabul eden ahmak gibi olursun. Ahmak
kısasla olan umum menfaati, insanlığın selâmet ve saadetini dü­
şünememiştir. Tek şahısta görülecek bir şer'in kaldırılmasıyla,
umumun hayrına vesile olacak genel bir hayra tevessülün sırrını
anlayamamıştır. O öyle düşünüyor veyahut öyle olmasını istiyor
diye hayır olan şey ihmal edilir mi hiç?.. "Hayrı şerrin dışında
tahsil etmek mümkündür." gibisinden aklını kurcalayan vehme
gelince. Bu da ince, her aklın idrak edemeyeceği gayet muğlâk
bir keyfiyet arz etmektedir. Zira her muhal veya mümkün olan
şeyin imkanlılığı veya imkansızlığı, ne bilbedahe ve ne de azıcık
bir düşünce bir nazarla anlaşılmaz, bilâkis bu, derin ve geniş
düşünceleri gerektirir ki, bir çok kimselerin içinden çıkabileceği
iş değildir bu
Öyleyse bu iki vehmi sana ilham eden aklını suçla da Allah­
'ın merhamet edicilerin en merhamet edicisi olduğu ve Rahme­
tinin de gazabını sebk ettiği hususunda asla tereddüde kapılma.
Şerri murad eden kimse hakkında, bunu bizatihi şer için murad
ediyor, öyleyse o, Rahmet ismine müstahak değildir diyerek
şüphecilik yollarını arama!
Şerrin ifşasını engelliyen örtüyü kaldırdığımızda mahz-ı hay­
rın su yüzüne çıkacağını söyledik. İman et (yeter) beni ifşa ya
zorlama!' Ben sana şifreyi verdim, eğer işaret ve şifreden anlı­
yorsan bu kadarı sana yeter
70 İmam-ı Gazalî

BEYİT:
"Eğer diriye çağırsaydın mutlaka duyururdun; lâkin ne yazık
ki çağırdığın kişide hayat yoktur!”
Bu birçok kimselerin düşündüğüdür.. Onun için böyle bir
açıklamada bulundum, Yoksa Allah'ın kader hakkındaki sırra vakıf
olan kardeş bu söz sana değildir. Sen zaten bu gibi açıklamala­
ra ve tenbihlere muhtaç değilsin.

t 0

d U İI
S

el'MEUK
r
O, öyle bir varlıktır ki, ne zatında ve ne de sıfatında hiç bir
varlığa ihtiyacı yoktur. Bilâkis her şey zatın da, sıfatında, mev­
cudiyetinde ve bekasında ona muhtaçtır!
Şu halde ondan başka her şey O'nun memlukûdür..
O'nun ise hiç bir şeye ihtiyacı yoktur! İşte Melik-i mutlak O'-
dur!.. 7
TENBİH:
Kulun mutlak melik olması hiç düşünülemez. Çünkü onun
her şeyden müstağni olduğu söylenemez.. Allah'tan başkasına
ihtiyacı olmasa bile, mutlaka daima Allah'a muhtaçtır. Sonra ona
herkesin, her şeyin muhtaç olduğu da düşünülemez. Zira ona
muhtaç olmayan birçok varlıklar vardır da o farkında değildir..
Lâkin kendisinin bazı şeylere muhtaç olmaması düşünülünce
onun Melik olduğu zannı hâkim olur.
Kullardan gerçek Melik o kişidir ki; Allah'tan başka kimsesi
olmaz.. Allahtan gayri her şeyden alakasını keser, bununla be­
raber asker ve halkının kendisine itaat ettiği boyun eğdiği ülkeye
sahip olur.. (Nasıl mı?)
Esmâ-i Hüsnâ Şerhi 71

Şöyle: Çünkü onun öz ülkesi kalbi ve kalıbıdır. Askerleri ise,


gazabı, şehveti, hava hevesidir. Halkı ise,- dilli, gözleri elleri ve
sair azalandır
O, bütün bunlara hâkim olup da kendisine boyun eğdirir-
se, işte kendi iç dünyasında sultanlık derecesine yükselmiş de­
mektir.. Bir de buna insanlara karşı olan ihtiyaçsızlığı ve herkesin
- gerek dünya hayatında ve gerekse ahiret hayatında - kendisi­
ne, muhtaç olduğu hususu eklenirse işte o zaman yeryüzünün
sultanı olmuş demektir ki bu, Peygamberlerin (Allahın selamı
üzerlerine olsun) rütbesidir? Çünkü O'nlar, ahiret hayatına hida­
yet etme hususunda Allah'tan başka hiç kimseye ihtiyaçları yok­
tur, herkes kendilerine muhtaçtır
Meliklik hususunda; Peygamberleri, onların varisleri olan
âlimler takip ederler, onların sultanlık derecesi de, kulları irşat
edebilmek yeteneğiyle ölçülür.
Evet, bu niteliklerle kul melekler derecesine ulaşır ve Allah'a
yaklaşabilir. Bu mülk - hakimiyet - kendilerine gerçek melik olan,
mülkünde ortağı bulunmayan Allah tarafından ihsan edilmiştir.
Emirlerden biri, ariflerden birine:
— Ne ihtiyacın varsa söyle. Dediği zaman, arifin kendine
verdiği cevap ne de arifanedir.
— Ben senden ne isteyeceğim ki, benim iki kölem vardır ki
onlar senin efendindir.
— Neymiş onlar bakalım?
— Biti hırs, diğeri heva ve heves İşte ben bu ikisinin sırtını
yere getirip onlara hâkim oldum, sen ise bunlara yenildin. Onlar
sana hâkim oldular. Demiştir.
Adamın biri, bir şeyhten kendisine nasihatte bulunmasını ri­
ca edince Şeyh ona dedi ki:
72 İmam-ı Gazalî

— Dünyada da, ahirette de melik ol. Adam bu sözü du­


yunca şaşırdı ve tekrar sordu:
— Nasıl yani?
— Dünyaya karşı olan hırs ve şehvetini kesersen, hem dün­
yada hem ahirette sultan olursun. Çünkü sultanlık hürriyet ve
ihtiyaçsızlıkta görülebilir; esaret ve zillette deşil

el'KUDDÛS
D
O, hissin idrak ettiği, hayâlin tasavvur ettiği, vehmin ileri atı­
lıp tahayyül ettiği, vicdanın ihtilâç, ettiği tefkirin tasarladığı her
vasıf (nitelik) den münezzeh ve müberradır..
O'nu vasf ederken; o, ayıp ve noksan sıfatlardan münez­
zehtir demedim, çünkü böyle bir söz edebe aykırı düşer.. Zira
böyle bir ifade, ülkenin kralını vasf eden kimsenin.- "ülkemizin
kralı, mühür kazıyıcı, kan alıcı değildir!" sözüne benzer.
Şurası da muhakkaktır ki, bir şeyin mevcut olmasını nefy et­
mek (yoktur demek) o şeyin var olmasının mümkün olduğunu
vehm ettirir.
Böyle bir vehim de -Vacib-i Tealâya- noksanlık isnad etme­
ye yol açar. Onun için O'nu vasf ederken dedim ki: O, birçok
kimselerin mükemmel olarak kabul ettiği veya sandığı vasıflardan
münezzehtir.. Çünkü o insanlar, önce kendilerine bakıp nitelikle­
rini tanıdılar.. Tabii ki, bu nitelikler içinde mükemmel olanı mev­
cut olduğu gibi Doksan olanlar da mevcuttur.
Onlar, ilim, kudret, duyma, görme, konuşma, irade gibi va­
sıflarını manalarının hizasına koyarak işte bu kemal sıfatlardır,
dediler.
Esmâ-i Hüsnâ Şerhi 73

Kendilerine göre, cehalet, acizlik, körlük, sağırlık, dilsizlik gi­


bi noksan olan sıfatlan da mânâlarının hizasına koyarak noksan
saydılar.
Sonra Allah'ı övmek istedikleri zaman kendi ölçüleri dahi­
lindeki mükemmel sıfatlarla tavsif ettiler ve noksan sıfatlardan
tenzih ettiler. Oysa Alah kendi nefislerinde kemal sıfatlar olarak
tanıdıkları sıfatlardan da, kendi haklarında noksan kabul ettikleri
sıfatlardan da münezzeh ve müberradır. Hatta yaratıklar için
tasavvur ve tahayyül edilen her türlü sıfatlardan da münezzehtir.
Çünkü O, onların hiç birine benzemez, hiç bir şey de O'na
menend olamaz!..
Bu konuya daima ve izah etme olmasaydı zaten bu konuya
girmezdim, teeddüp ederdim. Bunu, mukaddimeler bölümle­
rindeki dördüncü bölümde gayet açık olarak izah ettim. Tekra­
rına lüzum görmüyorum..
TENBİH:
Kulun takdisi, ilim ve iradesini tenzih etmesidir. İlmine gelin­
ce-. Onu, bütün muhayyetât, mahsusat (his edilenler)..
Mevhûmat (vehm edilenler) ve behimi sıfatların iştirak ettiği her
şeyden tenzih etmesidir.
İradesine gelince, onu, şehvet, öfke, yemek, içmek, evlen­
mek, giymek, dokunmak, bakmak gibi beşeri lezzet ve sıfatlara
müncer olan her türlü sıfatlardan tenzih etmektir.
İşte kul, böyle olunca ancak Allah’a yaklaşabilir. Onun kalbi
her zaman için Allah'la beraber olabilir. Onun Allah'tan başka
hiç bir şeyde hazzı, Allah'a kavuşmaktan başka hiç bir şeyde
şevki, Allah'tan gayri hiç bir nesnede sevinç ve neşesi kalmaz!..
O'na Cennet bütün nimetleri ile verilse, hiç birine iltifat etmez.
Sahipsiz evi ne yapsın 0?.. Hülasa: Kul, hissi, hayali ve hayvani
olan temayüllerden kurtulduğu gün ruhen kemale ermiş olur.
74 İmam-ı Gazalî

Müridin celâleti, muradının celâletiyle ölçülür. Bütün gayesi


karnına giren şey olursa, kıymeti de ondan çıkan şey kadar
olur
Allah'tan başka gayesi olmayan kişinin derecesi, himmetine
göredir..
İlmi, mahsusat, mütehayyilât derecesini geçerse, iradesi
şehvet icaplarından arınırsa Hazretil- Kuds'un sevgisine mazhar
olmuş demektir

es'SELAM
O, zatı ayıptan, sıfatı noksanlıktan, ef'ali kötülükten beri olan
bir varlıktır. Hal bu olunca, varlıktaki bütün selam et ve emniyet­
ler ondan sadır olmuştur ve yine ona rucû edecektir. Yukarıda
anlatmıştık: Vacib tealâ'nın fiilleri şer'den (yani mutlak şerden)
salim olmuştur.
Şerri hiç bir zaman bizatihi murat etmemiştir. Ama içinde
hayır saldı olan şerri murat etmiş olabilir. Çünkü böyle olan şer
aslında, yukarda da işaret ettiğimiz gibi şer değildir
TENBİH:
Hile, kin, hased, kötülüğü istemek gibi şeylerden uzak, gü­
nah ve yasaklardan beri olan her kul, Allah'a selâmet bulmuş bir
kalple gelecektir. İşte kulun bu gibi huylardan arınması Selam-ı
Mutlak'dan istifade etmesiyle mümkündür.
Kulun her bakımdan selamet bulması, ayrıca in'tikas ve
in'ikasdan da beri olmasına bağlıdır.
r.
İn'tikas: Aklın şehvet ve gadaba esir olması demektir. Ger­
çekse bunun tam aksidir. Yani şehvet ve gazabın aklın esiri ol­
masıdır. Bunun aksi olunca intikasa maruz kalmış olur. Böyle
Esmâ-i Hüsnâ Şerhi 75

olunca da emir memur; kral köle olmuş olur.. Şu halde selam


ve İslâmla, ancak Müslümanların dilinden ve elinden kurtulmuş
olan kimse nitelenebilir. Henüz kendi nefsini kurtaramayan kişi,
bu ulvi vasıfla nasıl nitelenebilir?.. J

b s P

elMÜMİN
O öyle bir varlıktır ki, bütün emniyet ve em an ona racidir.
Çünkü emniyet sebeplerini açıklamış, korku yollarını kapatmıştır.
Korku mahalli olmadan emniyet, helak olma tehlikesi olma­
dan da korku tasavvur edilemez. Mü'mini mutlak o varlıktır ki,
bütün emniyet ve emanın kaynağı asla ondan başkası olamaz,
jşte o da Allah'tır.
Şurası da bir gerçektir ki, kör görmediği yerden kendisine
bir felâketin gelebileceğinden endişe eder. İşte gören göz,
sahibini böyle bir tehlikeden kurtarır. Eli olmayan kişi de el ile
savunabileceği yerden tehlike geldiğinde böyle bir korkuya
kapılır. Ama eli olursa o tehlikeyi rahatlıkla önler.
İşte insanoğlunun bütün organ ve duyuları da böyledir
İsimlerinden biri Mü'min olan Allah onları yaratmış, şekillendirmiş,
kuvvetlendirmiştir.
Şimdi düşmanları tarafından aranan bir insanı düşünelim:
Çembere alınmış, halsiz olduğu için organları hareket ede­
miyor. Hareket etse bile, kendisini koruyacak silahı yok. Veya
silahı da var ama, düşman çok, tek başına üstelerinden gelemi­
yor. Kendini koruyan insanlarda var ama, mutlaka hep beraber
sığınacak bir kaleleri olması gerekiyor.. Tam o sırada biri yetişiyor
ana silah, asker veriyor. Üstelik O'nu ve askerlerini muhafaza
edecek bir de kocaman kale yapıyor. Ona emniyet ve eman
76 İmam-ı Gazal?

nimetini tattırıyor. İşte böyle olan kişiye şimdi rahatlıkla biz mü­
min diyebiliriz..
İmdi kul, yaradılış itibarı ile gayet zayıftır. Hastalık, açlık, su­
suzluk, gibi şeylere maruz olduğu gibi: yanma, boğulma, yara­
lanma, kırılma tehlikeleriyle de her zaman karşı karşıyadır.
Onun hastalık hakkındaki korku ve endişelerini, Ancak has­
talığa çare bulan doktorlar bertaraf edebilirler. Yemekler de
açlığını, su da susuzluğunu giderebilir. Azaları (organları) da
bedenin muhafazası için elverişli olabilir.
Duyuları da felâketten haber verecek birer casuslarıdır..
Bütün bunların yanında kulun asıl büyük korkusu vardır ki, o
da ahiret korkusudur. Onu bu korkudan kurtaracak yegâne siper
ise Kelime-i Tevhiddir, Allah'ta işte kullarına en büyük bir reçete
olarak ve en güzel koruyucu kale olarak bu Kelime-i Tayyibeyi
ihsan etmiştir. Ve şöyle buyurmuştur: "- La ilâhe illallah, benim
kalemdir, Her kim benim kaleme girerse, azabımdan emin
olur..»
Bütün bunlardan anlaşılıyor ki; Kâinatla, eshâba tevessül et­
meden emniyet tasavvur edilemez. Bu sebeplerin hâliki; onların
göstericisi ve nasıl kullanılacağının öğreticisi hiç şüphe yok ki
(Allah)'tır.
O'dur her şeyi yaratan, O'dur yol gösteren. Evet, O ’dur
gerçek ve mutlak MÜ'MİN
TENBİH:
Kul, bu isimden şunu elde edebilir: Yanında bulunan her­
kesi şerrinden emin kılar. Hiç kimseye zararı dokunmaz. Ona
başvuran her korkan kişiyi," gerek kendi nefsi ve gerekse dini
hakkında duyduğu korku ve endişeden kurtarmaya çalışır. Nite­
kim Resûlüllah Sallallâhü Aleyhi ve Sellem şöyle buyurmuşlardır:
Esmâ-i Hüsnâ Şerhi 77

"Allah ve ahiret gününe iman eden, komşusunu kendi kötü­


lüklerinden emin kılsın..
Kullar arasında bu isme en çok hak kazanan, halkı, kurtuluş
yoluna, Allah yoluna irşad ve hidayet ederek Allah'ın azabından
kurtaran kişilerdir.. Bunu da hiç şüphe yok ki, Peygamberler ve
âlimler yaparlar. Bakınız Peygamberimiz (S.A.V.) ne buyurmuş­
lar:

"Şüphesiz siz, ateşle kelebekler gibi dolaşacaksınız, ben


gelip sizi bir tarafınızdan tutarak kurtaracağım!.'1
HAYÂL VE TENBİH:
Korku, şüphesiz ki Allah'tandır. Kullarını korkutan O'dur.
Korku sebeplerini de o yaratmıştır.. Öyleyse emniyet.O'na nasıl
izafe edilir?
CEVAP: Korku ondandır Emniyet de ondandır. Korku se­
beplerini ve emniyeti yaratan hiç şüphe yok ki O'durl Onun
korkutucu olması, Mümitl olmasına mani teşkil etmez. Nitekim
kullarından bazılarını zelil kılması O’nun Muiz (Aziz) kılıcı olması­
na mani değildir. Hem Muiz (Aziz kılıcı), hem de Muzil (Zelil)
kılıcıdır..
Ve yine O'nun kullanndan bazılarını alçaltıcı olması; yüksel­
tici olmasına mani değildir. O bazı kişileri alçalttığı gibi, bazılarını
da yükseltebilir..
Demek ki, Mümin (Eman veren) de O'dur, korkutan da O'­
dur.. Lâkin güzel isimlerinden biri Mü'min olmuştur da Muhavvif
(Korkutucu) olmamıştır
78 İmam-ı Gazalî

el'MUHEYMIN
Bu ismin, Allah hakkındaki mânası şudur: O (Allah), yaratmış
olduğu mahlukatının amelleri, rızıkları, ecellerini bilip muhafaza
eder. Her muhafaza ile memur olana müheymin derler. Bir şeye
Söz kulak olan kişi o şeyin koruyucusu ve müheymindir demek­
tir. Şu halde işraf (gözlem) ilme, istila ise Kudretin kemaline,
muhafaza ise akla racidir. İşte bu manaların hepsini ancak
(Müheymin) ismi içine alır. Bu manaları tam mânasıyla ve kayıtsız
şartsız ancak Allah tahakkuk ettirir, başkası değil. Bu sebepledir
ki,
(El-Müheymin) ismi, kadim kitaplarda da Allahın isimlerin­
den sayılmıştır
TENBİH:
Kendini mürakaba eden, kendi kusurlarını anlayan ve dü­
zeltmeye çalışan, kendisini iyi hal üzere devam ettirmeyi başa­
ran her kul kalbine hâkim olma itibari ile müheymindir. İşraf ve
ittilaı daha da genişletip Allah'ın kullarına yol gösterme imkanına
sahip, feraset ve istidlâi tariki ile iç ve dış yüzlerine de vakıf olup
da onları irşat edebilirse tabii ki bu mânadan nasibi son derece
fazla olmuş olur

o
\
el'AZİZ
O, öyle bir kıymetli isimdir ki, emsali az bulunur. Ona çok
İhtiyaç duyulur. Ona ulaşmak güç olur. Bu üç manayı üzerinde
bulunduramayan kişiye "Aziz" ismi, verilemez!
Çünkü çok nadir olan şey var ki, kıymetli ve faydalı değildir..
Bunun için de hiç bir zaman (Aziz) olamamıştır..
Esmâ-i Hüsnâ Şerhi 79

Nice kıymetli ve yararlı, misli bulunmayan şeyler var ki


vüsûlü güç değildir: Güneş gibi.. Onun emsali yok Yer de
öyle Bunların faydası pek çoktur. Onlara olan ihtiyacımız da
■on derecededir.. Lâkin (bütün hunlara rağmen) her ikisine de
(Aziz) diyemiyoruz. Çünkü, onları müşahede etmek onlara vasıl
olmak güç değildir.. Onun için bir şeyin aziz olması için mutlaka
yukarıda arz ettiğimiz üç mana (Vasf) ın bulunması gerekmek­
ledir..
Sonra bu üç mana'nın her birerleri için kemal ve' noksanlık
söz konusu olabilir /
J
Mesela nadir olmasındaki kemal, bir olmasına bağlıdır. Çün­
kü birden az hiç bir şey tasavvur edilmez. Tek olan misli ve
menendi bulunmayan varlık ancak Allah'tır. O'ndan başkası için
böyle bir şey düşünülemez..
Güneş mevcut olma bakımından her ne kadar tek ise de
lâkin onun gibisinin bulunması da mümkündür. Yani mümkün
olma bakımından o, tek değildir. Kemal necasette onun gibisi
bulunabilir
Şiddetli ihtiyaç meselesine gelince:
Bu, her şeyin -varlığında, bekaslllda, sıfatında- kendisine
ihtiyaç duyulan varlık olarak kabul ettiğimizde “Hakkında kemâl"
sözü doğru olabilir.. Böyle bir varlık Allah'tan başka var mıdır?
— Bütün varlıklar O'na muhtaçtır. Hem de her şeylerinde.
Yukarıda açıklamıştık. Allah'ı kendisinden başka tam mâna­
sıyla kimse bilemez! (Künhünü..) Kayıtsız şartsız gerçekten Aziz
olan O'durl Azizlikte O'na hiç bir şey benzeyemez!
TENBİH:
Kullardan aziz olan, uhrevi hayatlarında ve ebedi saadetle-
findeki önemli işlerinde kendilerine ihtiyaç duyulandır. Şüphesiz
80 imam-ı Gazalî

ki, bu evsafta olanlar yok denecek kadar' azdır. İşte bu ancak


Peygamberlerin, rütbesidir. (Allah'ın rahmeti Üzerlerine olsun.)
Şeref ve izzet bakımından onlara ancak, asırlarında yaşamış
halifeleri ve kendilerine varis olacak ümmet âlimleri yaklaşabilir..
Tabii bunların her birerleri, halkı irşat hususunda gösterebilecek­
leri başarı nispetinde onlara yaklaşma imkanına kavuşabilir

el'CEBBAR
O, öyle bir varlıktır ki, dilediğini cebir yolu ile herkeste icra
edebilir. Hiç kimse O'na bir şey yapamaz. Hiç kimse O'nun
elinden (kudretinden) kurtulamaz. Bütün eller O'na karşı aciz
kalır. Mutlak (kayıtsız şartsız) Cebbar hiç şüphe yok ki Allah'tır. O
herkese cebr eder, hiç kimse O'na cebr edemez. Bu hususta
hiç kimse O'na eş olamaz.
TENBİH:
Kullardan bu isme layık olan, uymaktan uyulmak derecesi­
ne, yükselen, rütbe itibarı ile herkesten yüksek olan, heyeti ve
suretiyle her bakımdan halka cebr eden kendisine uymaya onla­
rı mecbur kılan, onlara faidesi dokunan, onlardan faydalanmaya
lüzum ve ihtiyaç duymayan, tesir edebilen, hiç kimsenin tesirin­
de kalmayan, kendisine uyulan ve fakat hiç kimseye uymak
mecburiyetinde olmayan, herkes tarafından delicesine sevilen
bir kimse, onu gördüğünde bir daha görmek isteyen ve fakat
onun gibi olma temennisinde bulunmayan, kimsedir ki bu vasıf
ancak insanlığın Önderi Hazret-i Muhammed'e (S.A.V.), nasip
ve müyesser olmuştur Nitekim bir hadisinde bu hakikati şöyle-
ce tebarüz ettirmişlerdir:
Esmâ-i Hüsnâ Şerhi 81

"-Musa sağ olsaydı, bana uymaktan başka çaresi olmazdı.


Ben Âdemoğullarının efendisiyim (ki bununla) gururlanmıyo-

el'MUTEKEBBIR
O zatına nispetle herkesi hakir gören, azamet ve kibriyayı
■ıncak kendi nefsine layık gören, başkalarına meliklerin kölelere
l-arşı takındığı bir nazar misali bakandır
Bu bakış ve görüş doğru ise (gerçeğe muvafık ve vakıa mu­
tabık ise) tekebbür de doğru ve sahibi gerçekten mütekebbir
olmuş olur. Ne var ki bu nitelikteki isim kayıtsız şartsız ancak
Allah'ındır.
Eğer bu büyüklenme ve böbürlenme batıl ise, yani görün­
düğü gibi değilse, o zaman tekebbür boş ve üstelik mezmum
olur. Her kim, kendini başkalarından üstün görüp de kibirlenirse
onun bu davranışı boş ve mezmumdur, Çünkü büyüklük aza­
met ancak ve ancak Allah'a mahsustur
TENBİH:
Kullardan gerçek manada mütekebbir, zahid ve arif olandır.
Arifin zühdü ne demektir? Onun manası nedir?
Mânası, kendisini o ulvi düşüncesinden ve yüce sırrından
alıkoyacak yaratıklardan tahliye etmesi, Allah'tan başka her şey­
den kendisini üstün görmesi, dünyayı - hattâ - ahireti küçümse­
mesi, kendisini Hak'tan ırak edecek her şeye sırt çevirmesidir.
İşte Arifin zühdünün manası budur.
A if olmayanın zühdü; bir nevi alışverişten ibarettir. Ahiret
metaını dünya metaı ile satın alır.. Veresiye alışverişteki kar ve
82 İmam-ı Gazalî

kazanca tama ederek peşin alış verişi terk eder. İşte buna selem
ve mubayaa derler
Yemek ve kadın şehvetlerinin köleleştirdiği kişiler, gerçekten
hakirdirler. Hiç bir zaman gerçek manada mütekebbir olamaz­
lar. Çünkü gerçek manada mütekebbir, her şehveti hakir gören,
hayvanların bile nasibi olan her zevke sırt çevirendir

jj> jî fc / g î

el'HALİK el’BARİ el'MUSAVVİR


Belki bu isimlerin eş manalar ifade eden isimler olduğu akla
gelebilir.
Hepsinin de mânası (Yaratıcı) olduğu zan edilir. Ama me­
sele hiç de öyle sanıldığı gibi değildir. Çünkü her yokluktan
varlık âlemine çıkan şey, önce takdir, ikinci defa takdir'e göre
icad, icaddan sonra da tasvire muhtaçtır.
Cenab-ı Hak, takdir edici olarak da haliktır, icad edici olarak
da halıkdır. Nihayet müsavvir (şekillendirici) olarak da haliktır.
Yaratıklara en güzel şekli O vermiştir. Onları gayet güzel nizam
ve intizam içinde o, yaratmıştır
Bu tıpkı bir bina gibidir. O binanın, tuğla, taş, çimento, ker­
piç, gibi malzemelerin ne kadar gideceğini, eni boyu - metreka­
resi ne kadara, kaça mal olacağını hesaplayacak birine ihtiyaç
vardır.
İşte bu işleri yapana,- projeyi çizene, hesap ve kitabını ya­
pana biz mühendis diyoruz..
Bunlardan sonra binayı asıl yapacak ustaya lüzum görülür.
Daha sonra binanın iç ve dış tezyinatını üstüne alacak başka bir
usta aranır İnsanlar hakkında da bu böyledir. Çünkü her işi bir
Esmâ-i Hüsnâ Şerhi 83

insan yapamaz, herkesin ihtisası ayrı ayrı konularda olur, lâkin


Allah hakkında biz bunu böyle düşünemeyiz. Çünkü takdir
ı den, icad eden ve tasvir eden de Odur.
Şimdi Allah'ın yaratmış olduğu mahlûkatından birini ele ala­
lım. Mesela, insanı
İnsanoğlu Allah'ın yarattıklarından bir cinsi temsil eder.. İn­
san varlığının vücuda getirilmesi için evvelâ nasıl yaratılacağı
hakkında takdir yapılmalı. Çünkü onun, belirli bir cisim olması
gerekmektedir. Bazı sıfatları alabilmesi için önce cismi lazımdır.
İnşaatçının bina kurabilmesi için bazı alet ve edevata ihtiyacı
olduğu gibi
İnsanın bünyesi ancak su ve toprakta vücut bulabilir. Yalnız
toprak kafi gelmez. Çünkü kurudur; tutmaz dağılıverir. Yalnız su
da kafi gelmez. Çünkü tutmaz dökülüverir. Öyleyse kuru ile yaşı
birbirine katıştırmalı ki, çamur haline gelebilsin. Sonra pişirici bir
hararet (fırın) lazımdır ki, su ve toprak, karışımı muhkemleşip
ayak da durabilsin. Demek ki, insan serapa çamurdan yaratılmış
olmuyor. Bilakis su ile yoğrulmuş, kurutulmuş ve pişirilmiş bir
topraktan (balçıktan) yaratılmış oluyor
Ama o toprağın ve suyun da belirli ölçüde olmaları gereki­
yor.. Eğer takdir edilen ölçüden az olursa zerre, ya da karınca
gibi küçük olur ki, insan işlerini yapamaz, rüzgar vurduğu gibi
savurur ve en küçük şey onu telef eder.
Sonra dağlar kadar büyük çamur yığınından da olmaz..
Çünkü bu miktar ihtiyaçtan fazladır. Öyleyse ne az ve ne de
çok tam ayar ve karar olmalıdır. Evet O, takdir edilen ölçüyü
geçmemelidir İşte bütün bunlar, takdirle olur. O (Allah), bütün
bu işleri takdir etmesi ve takdire göre icad etmek itibariyle yara­
tıcıdır. İcad edip yokluktan varlığa çıkarması itibariyle bari olu­
yor. Sadece icad etmek ile, bir takdire göre icad etmek, ayrı
ayrı şeylerdir..
84 İmam-ı Gazalî

Lûgatta bu iki kelimenin ayrı ayrı mânalar ifade ettiğine şahit


vardır. Araplar hazık ve her şeyi ölçü ile yapan insana halik ismi­
ni verirler, Nitekim şair:
“Sen halk ettiğin (yaptığın) şeyi güzel yaparsın. İnsanlardan
kimisi var ki yapar ama güzel yapamaz.» demiştir.
EI-MUSAVVİR İSMİNE GELİNCE:
Bu isimde eşyaya en güzel şekil vermek ve onları en biçimli
tarza sokmak itibariyle O'na mahsustur. Bu, fiil'in vasıflandır. Bu­
nun hakikati ancak kainatı tam olarak bilen, sonra ayrı ayrı yaratan
Allah'a mahsustur.
Evet kainatın tamamını birçok organdan teşekkül etmiş tek
şahıs olarak mütalaa edebiliriz
Onun azaları ve eczası gökler, yıldızlar, yer, su ve hava­
dır
Bunlar gayet tertipli şekilde yaratılmışlardır. Hem öylesine
muhkem bir tarzda ve tertip de ki, bu tertip, azacık bozuluve-
recek olursa bütün nizam altüst olur.
Üste konması gereken, üste; alta konması icab eden de al­
ta konmuştur.
Tıpkı bir bina gibi. Temel taşlan alta ve kereste kısmı üste
konmuştur.
Bu, tesadüfi değil, bilakis önceden tasarlanıp da öyle ya­
pılmıştır.
Bunun aksini düşünüp de taşları üste, ağaç kısmını alta koy­
salar, bina yerinde durabilir mi? Duramaz, şeklini kaybeder..
İşte yıldızların yukarda, yer ve suların (deniz ve nehirlerin)
aşağıda yaratılmasındaki hikmet ve sebepleri böyle anlamalıyız
Esmâ-i Hüsnâ Şerhi 85

Kainatın yarısına kadar gitsek, nizam ve intizamındaki hik­


metleri sayacak olsak bitiremeyiz..
Ayrı ayrı her şeyin hikmetini bilen, El-Musavvir isminin mana­
sım daha iyi anlar ve bilir.
Bu tasvir ve tertip, âlemin her parçasında mevcuttur. Hatta
karınca ve zerre de bile mevcuttur. Hatta ve hatta karıncanın
organlarında bile bu akla durgunluk, kalbe heyecan veren nizam
ve intizam mevcuttur.
Canlı varlıklarda en küçük bir organ olarak bilinen gözün
yapısını anlatacak olursak bitiremeyiz. Gözün tabakalarını, şekil­
lerini, miktarlarını ve onda olan renkleri ve bu renklerde gizli
olan yüce hikmetleri bilmeyen, gözü ancak zahiri görüşündeki
şekli ile bilmekten öteye bir adım bile atamaz.
Her canlı hayvan ve bitkide hatta onların her parçasında da
aynı şeyi söyleyebiliriz
TENBİH:
Bu isimden kulun nasibi şu olmalıdır. Önce kendi nefsinde
bütün âlemin şeklini ve suretini görmelidir. Derin derin düşünüp
tafsilâta geçmelidir.
Önce (Eşrafi mahiukat) olan insana bakar. İnsan vücudunu
iyice inceler, vücûtta bulunan cismani organları gözden geçire­
rek, nevilerini, adet ve terkibini, yaratılışında ve tertip edilişindeki
hikmetleri öğrenir, sonra, onun, idrak, irade gibi manevi nitelikle­
rine bir göz atar, düşünür, düşünür
Bunu takiben, gücü yettiği kadar hayvanat ve nebatatın su­
ret ve şekillerini inceler ta hepsinin şekli kalbinde yer edinceye
kadar,,. Tabii bütün bunlar, varlıkların cismani olan nevilerin şekil
ve suretlerini bilmeye matuf şeylerdir..
Bir de bunun ruhani tertibi vardır ki; bu melekleri ve merte­
belerini, yıldızlarda, göklerdeki vazifelerini bilmek demektir
86 İmam-ı Gazalî

Ondan sonra beşeri kalplere tasarruf etmeye başlar, onları


doğru yola irşad etmeye koyulur
Sonra hayvanlara karşı tasarrufa girişir ve onları ihtiyaçlarına
doğru sevkeder İşte bu isimden kulun nasibi bu olmalıdır. Yani
vücûdi şekle mutabık ilmi suret kazanmalıdır kul. Çünkü nefsin
şeklini bilmek, malumun şekline mutabıktır. Allah'ın suretleri bil­
mesi, suretlerin ayan'da mevcut olmasına sebeptir. Ayanda
'mevcut olan suretler ise ilmi suretlerin insan kalbine hâsıl olma­
sını sağlar Böylece kul, Allah'ın isimlerinden olan (El-Musavvir)
isminden istifade ederek, kendi ruhuna şekiilendiricilik vasfını
kazandırmış olur. Hatta öylesine ki kendi de bir Musavvir (şekil­
lendirici) durumuna gelir. Tabii bu, mecaz yoluyladır.. Çünkü o
suret, yani kulun ruhuna gelen suret, gerçekte Allah tarafından
halk edilmiştir. Kulun bunda en ufak bir rolü yoktur Lâkin kul,
Allah'ın, Rahmet pınarlarından istifade etmeye koşar. “Bir kavim
özlerindeki (güzel hal ve ah!âk)ı değiştirip bozuncaya kadar
Allah şüphesiz onun (halini) değiştirip bozmaz"
İşte bundan dolayıdır ki Resûlüllah (S A V .) şöyle buyur­
muşlardır:
“ - Şüphe yok ki, Rabbinizin ömrünüz boyunca nefhaları
vardır. Ona koşuşun!"
El-Halik ve El-Bari isimlerine gelince; Kulun bu isimlerde hiç
bir rolü yoktur. — yani kullara bu isimler verilmez ve onlara
yaratıcı denilmez ancak çok uzak bir ihtimalle mecazi anlamda
denilebilir. Çünkü yaratmak ve icad etmek, ilmin gerektirdiği
şekilde gücü kullanmaktır. Allah, kula ilim ve kuvvet vermiştir. O
(kul) kendisi hakkında takdir edilenleri ilmi ve kabiliyetine göre
(yine Allahın izni ile) tahsil edebilir.

10 Er’Ra’d Süresi, ayetin b ir kısmı.


11 Bu hadisi Taberani. Muham med bin Mesleme (R.A.)’dan şu lâfızla rivayet
etmiştir: “Zaman günlerinde Allah’ın nefhaları vardır. Ona koşusun! Belki biriniz
ondan bir nefha alır da bir daha şaki olmaz”
Esmâ-i Hüsnâ Şerhi 87

Aslında mevcut varlıklar iki kısma ayrılır:


1 - Var olmalarında kul 'un hiç bir rolü yoktur: Gök, yıldızlar,
yer, hayvan bitkiler vesair kainatın diğer yaratıkları gibi
2 - Meydana gelişinde kulun rolü bulunan varlıklar. Bunlar
kulların, sanat, siyaset, ibadet ve cihad gibi, kulların amelleridir.
İnsan, nefsani mücahede (çalışması) sayesinde, bazı şeyleri
icad edebilecek dereceye yükselirse ve bu hususta herkesten
faik olursa o, o şeylerin muhteri (Mucidi) sayılır. Çünkü o şeyler
onun icadından evvel mevcut değildiler Mesela satrancın
mucidine, satrancı filan kimse icad etmiştir diyerek satrancın
ınucidini belirtirler. Aslında satranç övülecek ve onu keşfeden
kimseden siteyişle bahs edilecek bir meta değildi ya!..
Hayır ve iyiliklerin kaynağı olan diğer riyazi, sınai ve siyasi
icadlar hakkında da aynı şeyi söyleyebiliriz.. Bu hususta başarı
gösterenlere bir şeyler icad edenlere mucid diyebiliriz, lâkin ne
var ki bu isim ona mecazen itlâk edilebilir, hakikat yönünden
değil '
Allahın bazı isimleri vardır ki, bunların kullara mecazen nakli
mümkündür.. Bazı isimler de var ki, kul hakkında bu isimler haki­
kattir; Allah hakkında ise mecazdın Sabır, şekûr (isimleri) gibi
Aradaki farkı anlamadan hiç bir zaman bu isimlerde ortaklık
düşünülemez!..

s 0

el'GAFFAR

O, iyilik yapan ve çirkini örtendir.. Günahlar, Allahın dünya­


da örttüğü ve ahirette cezalandırmaktan (Kullar) hakkında vaz­
geçtiği çirkinliklerdendir..
88 İmam-ı Gazal?

El-Gafr, örtmek manasındadır.. Allahın kullar hakkında birinci


örttüğü ve meydana çıkarmadığı şey, bedeninin, insan gözleri
tarafından tiksinilecek ayıplandır. O ayıplar içeri de gizlenmiş ve
yüzüne vurulmamıştır İnsanın iç yüzü ile dış yüzü arasındaki
fark cidden büyüktür. İkincisi;, bütün çirkin duygu ve temayül­
lerin karargahı olarak kimse görmesin diye kalbi seçmiştir..
Eğer kulun hatırından geçen kötü duygularına, kalbindeki
çirkefliklerine başkaları mutlak olacak olsalar ona hücum edip
helak ederler. Allah onu bu durumdan da kurtarmıştır.
İçindekileri dışa vurdurmamıştır.
Üçüncüsü, kullar arasında rezil olmasına sebep olacak gü­
nahlarını da örtüvermesidir. Sırf günahlarının çirkinliklerini örtmek
için, imanda sebat ettiği müddetçe, günahlarını sevaplara tebdil
edeceğini bile vaad etmiştir..
TENBİH:
Kulun bu isimden alacağı ilham şudur:
Oda başkalardan sadır olan hataları örter.. Kimsenin ayıbını
yüzüne vurmaz.
Allah'ın elçisi bunu Allah'ın kullarına öğretmişlerdir:
"- Her kim bir mü'minin ayıbını örterse, Allah'ta kıyamette
onun ayıbını örter.."
Gıybet eden, mütecessis olan, intikam seven, uğradığı ce­
zayı mutlaka ödetmek isteyenler tabii ki bu vasıftan uzaktırlar
Bu güzel vasıfla bezenecekler hiç şüphe yok ki, ayıpları ifşa
etmeyen, kulun ayıpların araştırmak için arkası sıra gitmeyendir..
Hiç kimse kusurdan hali değildir. İnsanlar arasında kemale
ermiş olgun kimseler olduğu gibi zayıf karakterli kimselerde
vardır.
Esmâ-i Hüsnâ Şerhi 89

Çirkinliklere göz yumup da ayıbına muttali olduğu kişinin iyi­


liklerinden bahs eden kimse bu vasfa layıktır.. Aşağıdaki rivayet
bizim bu görüşümüze ne güzel ışık tutmaktadır:
Bir defasında İsa (Aleyhisselâm) havarileri ile birlikte ölmüş
bir köpeğin yanından geçerler. Havariler dayanamaz:
— Bu leş ne fena kokuyor. Derler. Hazreti İsa (A.S.) bu sö­
zü duyunca:
(Bu gibi hallerde insanların iyi taraflarını anlatmak gerektiğini
öğretmek için) şöyle mukabelede bulunur:
"- Zavallı hayvanın ve güzel dişleri var.."

. ^^o
jÇ il'
el’KAHHÂR
O, öyle bir varlıktır ki, düşmanlarının belini kırar, onları öl­
dürmek suretiyle kahreder. Hayatta hiç bir varlık yoktur ki, onun
kahrı ve kudreti altında kıvranmasın. Satveti karşısında aciz kal­
masın' ;
TENBİH:
Kullardan kahhar, düşmanlarını kahr edene denir. Kulların en
büyük düşmanı iki yanı (sağrısı) arasında bulunan nefsidir. O,
kendisini aldatan şeytandan daha düşmandır. Kul, her ne zaman
nefsinin şehvetlerini kahr ederse, şeytanı kahr etmiş olur. Çünkü
şeytan onu, ancak şehvetleri vasıtasıyla hela sürükleyebilir.
Şeytanın insanları aldatmak için alet olarak kullandığı şeyler­
den biri de kadınlardır. Kadınlara karşı şehvet ve isteğini kahr
eden kişi, bu tuzağa düşmez..
Din kuvveti: aklın işareti ile şehvetlerini kırıp parçalayan da
böyledir.
90 İmam-ı Gazalî

Nefsani arzularını yenen kişi mutlaka kendisini aldatmak iste­


yen insanları da yenmiş demektir. Çünkü insanların gayesi, onun
vücudunu ortadan kaldırmaktır. Onun gaye ve çalışması ise
ruhunu ihya etmektir. Birer düşman mesabesinde olan şehvetleri
öldüren kişi ruhunu ihya etmiş ve ölümünde dfl ölmemiş olur:
"Allah yolunda öldürülenleri sakın ölüler sanma. Bilâkis onlar
Rableri katında diridirler."

elVAHHÂB
Hibe, karşılığı olmayan ivezsiz ve garazsız bir bağıştır.. Bu
sıfatla bağışı çoğaltan kişiye cömert ve Vahâb (ziyadesiyle ve­
ren ve bağışta bulunan) denir.
Gerçek Cömertlik, karşılığında hiç bir şey beklemeden
vermek ve bağışlamak ancak Allah'tan beklenir.. Bu, ancak Allah­
'a mahsustur. Çünkü her muhtaca verdiği zaman karşılık bekle­
meden vermiş ve halen de vermektedir. Hem de peşin verir,
vereceğini sonraya bırakmaz..
Bir kimse, bir bağışta bulunduğunda, karşılığını hemen bek­
lerse ve yahut zamanla insanlar tarafından övülmesini veya en
azından kınanmaktan kurtulmasını isterse o insan bağışta bulun­
muş bir insan değildir. Cömert olmak şerefini bile ihraz etmiş
sayılmaz. Çünkü her verilen şeyin karşılığı mutlaka para veya
mülk olamaz. Bazen da bunların cinsinden olmayan, elle tutul­
mayan manevi değerler de olabilir verdiği şeyin karşılığı
Her kim şeref kazanmak veya övülmek için bir bağışta bu­
lunursa o sadece bu bağışı meydana getiren bir işçi olabilir.
Çünkü gerçek bağışlayıcı o kimsedir ki, herkes ondan karşılıksız

12Âl-i imran Süresi, ayet.


Esmâ-i Hüsnâ Şerhi 91

faydalar görür, yani herkese ivezsiz ve garazsız faydası doku­


nur.

Hatta bazen öyleleri de olabilir ki, sırf hayrı (bak ne cimri


adamdır, hiç hayır yapmıyor) demesinler için sırf korkusundan
yapar, işte böyle bağışlarda bulunanlara da bağışta bulunan
insan denemez. Çünkü bu da bağışını ötekiler gibi karşılık için
yapmıştır..
TENBİH:
Kuldan, hiç bir zaman gerçek manada cömertlik ve bağış-
layıcılık beklenemez. Çünkü o, yapılacak bir işin, yapılmaması
evla olunca o işi yapmaya katiyen yanaşmaz. Fakat, bütün varlı­
ğını hatta en aziz varlığı olan ruhunu Allah yolunda, Cennetine
tama etmeden veya azabından kurtulmak gibi bir gaye bekle­
meden feda ederse o kişi şüphe yok ki gerçekten Vahhab
(Bağışta bulunan) ve Cevad (son derece cömert olan) ismine
layık olmuş olur.
Böyle olmayıp da sırf Allah'ın cennetine kavuşmak veya
azabından kurtulmak gayesiyle yaparsa veyahut insanlar tarafın­
dan övülmek, beğenilmek dolayısıyla nam ve şöhret kazanmak
için bir bağışta bulunmuşsa, o kişi her ne kadar zahiren karşılık­
sız bir bağışta bulunmuş hissini vererek, insanlar tarafından
Cevad (son derece cömert) kabul edilirse de aslında böyle
değildir. Çünkü insanlar karşılığın yalnız madde olduğunu sanırlar
oysa maddi olmayan, manevi olan karşılıklar da vardır
— Pekâlâ sadece Allah rızası için bir manevi nasip bekleye­
rek bütün varını bağış olarak veren kişi nasıl Cevad (fazla cö­
mert) olma vasfına mazhar, olamaz? diye bir sual varid olursa
deriz ki:
Bu tip kimselerin hazzı yalnız Allah’tır, rızasıdır, ona kavuş­
maktır.. İnsanoğlunun ihtiyari olan fiilleri ile kazanabileceği en
92 İmam-ı Gazalî

büyük mutluluktur bu! O öyle bir haz ve saadettir ki bütün mut­


luluklar onun yanında hiç kalır..
Şu halde Arif-i Billâh o kişidir ki, Allah'a yalnız Allah için iba­
det eder. Yoksa karşılığında herhangi bir saadet beklemek için
değil sözünün manası nedir? Ayrıca Allah'a karşılıksız ibadet
edenle, ondan bir şeyler bekleyen kişinin ibadeti arasında ne
gibi farklar vardır? dersen, cevabım şu olur:
— Haz, insanlarca yapılan herhangi bir ışın karşılığı demek­
tir. Kul, ibadeti esnasında bu gibi niyet ve arzudan tamamen
tecerrül ettiğinde, Allah'tan başka gayesi ve maksadı kalmamış
demektir. Ona, insanların haz kabul ettiği şeylerden tamamen
tecerrüt etmiş derler..
Mesela bir köle, efendisine, efendisi olduğu için değil de,
ondan bir ikram beklemek için hizmet eder.. Efendi de kölesini,
kölesi olduğu için değil de ondan hizmet ve hürmet beklemek
için korur..
Bir baba böyle ini ya?
Bir baba, çocuğunu, çocuğu olduğu için korur, ondan
menfaat beklemek için değil..
Hatta, oğlu ona gereken hürmeti göstermese bile yine onu
düşünür, onun iyiliğine çalışır.. (Adama sende!..) diyemez!
Bir kimse, bir şeyi (o şeyin kendisi için değil de) başka şeye
ulaşmak için talep ederse: sanki onu talep etmemiş demektir.
Çünkü istemesinde o gaye değil, başka şeydir. Altın isteyen
kimse gibi Altın isteyen kişi, onu bizatihi istemez, bilâkis onun­
la yiyecek ve giyecek almak için ister Hatta yiyecek ve giyecek
de bizatihi murat değildir; lezzet elde edip, elem ve kederi
gidermek için arzulanmışlardır
Lezzet (zevk) bizatihi murat edilmiştir.. Ardında başka gaye
yoktur!
Esmâ-i Hüsnâ Şerhi 93

İnsanoğluna arız olacak elem ve kederin önlenmesi de öy­


le. İşte altın, yiyecek elde etmek için bir vasıtadır. Yemek de
şehvet ve lezzet elde etmek için bir köprü! Lezzet ise gaye­
dir, vasıta değil
İşte çocuk da bir baba için vasıla değildir.. Babanın onu ar­
zulaması (sevmesi) onun selameti içindir. Çünkü çocuğun ken­
di, bizatihi pederin hazzıdır..,
Allah'a Cennet için ibadet eden de böyledin Allah onu
(Cenneti) kendisinin aranması ve istenmesi için bir vasıta kılmış­
tır; gaye değil.. Vasıtayı şöyle anlayabiliriz: Şayet gayeye onsuz
(vasıtasız) ulaşılacak olursa o aranmaz
Dünyevi istekler eğer altınsız elde edilse hiç şüphe yok ki,
altın aranmaz. Kimse ona iltifat etmez.. Şu halde gerçekte
mahbûb olan ulaşılmak istenen gayedir, altın değil..
Eğer Allah'a ibadet edilmeden cennet elde edilseydi, kim­
se Allah'a ibadet etmezdi.. Şu halde Abid'in (ibadet eden kişi­
nin) mahbûbu ve matlûbu cennetti, başkası değil.. Lâkin Allah'­
tan gayri mahbûbu olmayan, bütün hazzı ve gayesi Allah'a ka­
vuşmak olan kişi böyle değildir. Onun bütün gayesi ve arzusu
Allah'a kavuşmak, Mele-i Alâ da mukarreblerde beraber olmak­
tır. İşte bu niteliği taşıyan kişiye “O, sadece Allaha ibadet edi­
yor, yani Allah'a Allah için ibadet ediyor; başka bir gaye güde­
rek değil.." derler..
Bu demek değildir ki, onun hiç bir hazzı yoktur.. Onun
hazzı vardır ve o hazzı yalnız Allah'tır, O'ndan başkası değil
Allah'a kavuşmak, onu müşahede etmek, onu bilmek sevinç
ve neşesine inanmayan, ona müştak olamaz.. Ona müştak ol­
mayan, hakkında, Allah'ın onun gayesi olduğu düşünülemez. Bu
sebepledir ki, o kişi yaptığı ibadet babında, sadece maddiyatı
düşünen kötü bir işçi gibi olur.
94 İmam-ı Gazalî

Ne yazık ki insanların çoğu, bu zevki tatmamışlardır, bu


zevki tatmamışlardır, Allah'ın cemaline bakmanın lezzetini anla­
yamamışlardır. Bu tıp kimselerin imam yalnız dilledir.. İçlerine
işlememiştir.. Çünkü içlerinden biran evvel Cennette Müminlerin
emrine verilecek hurilere kavuşmak isterler
Bütün bu anlattıklarımızdan şu neticeyi elde ediyoruz: Haz-
lardan hali olmak muhaldir. Allah'a kavuşmak hazların en büyü­
ğüdür.. Eğer insanların kabul ettiği, yapılan herhangi bir işin karşı­
lığı olan maddi veya manevi menfaati bir haz olarak kabul eder­
seniz ben buna (Haz) demem
Kul hakkında elde edilmesi, ondan mahrum olmasından
daha iyi ise tabii ki bu onlarca haz kabul edilebilir

er1REZZAK
Rızıkları ve rızık verdiği varlıkları yaratan, rızıklarını onlara
ulaştıran, rızıklarla faydalanmalarına temin eden hiç şüphe yok ki,
O'dur!
Rızık iki kısımdın
1 - Beden için olan, azıklar ve yemekler gibi zahiri rızık,
2 - Batıni rızık. (Yani ruhun rızkı).
Batıni rızık, marifetler ve mükaşefelerdir ki, bunlar kalpler için
hazırlanmış en şerefli rızıklardır.. Çünkü bunun semeresi, ebedi
hayattır; zahiri olan rızkın semeresi ise belirli bir zamana kadar
bedenin kuvvetini sağlar
Bu iki rızık çeşidini yaratan ve erbabına isal eden (ulaştıran)
şüphe yok ki, Allah'tır..Lâkin onu, dilediğine bolca verir, istediği­
ne karşı da azaltır
Esmâ-i Hüsnâ Şerhi 95

TENBİH:
Bu vasıftan kul'un hazzı (nasibi) iki şey olabilir:
1 - Bu vasfın, gerçek sahibi Allah olduğunu bilmesi, O'ndan
başka kimsenin müstahak olmadığını iyiden iyiye anlamasıdır.
Böylece rızkı ancak O'ndan bekler. Bu hususta O'ndan başkası­
na itimad ve tevekkül etmez.
Hatem'ül - Esem'den13 rivayet edilmiştir:
Bir adam ona sordu:
— Nerden yiyorsunuz?
— Onun hâzinesinden
— Sana gökten ekmek mi yağdırıyor?
— Yeryüzü O'nun olmasaydı, elbette ekmeği gökten yağ­
dırırdı
— Siz sözü tevil ediyorsunuz!
— Çünkü o, gökten ancak kelamı indirmiştir!..
— Anlaşıldı sizinle baş edemeyeceğim!
— Çünkü batıl, hakla hiçbir zaman başa çıkamaz
2 - Ona kılavuz bir ilim, öğretici bir dil, sadaka verip de
menfaat sağlayan bir el verdiğini bilmesidir.. Bunlar, söyleyeceği
güzel sözler, ve yapacağı güzel işler vasıtasıyla kalpler için şe­
refli rızkın temin edilmesine yol açarlar..
Allah bir kulu sevdimi, halkın ona olan ihtiyacını artırır

,3 Ebu Abdurrahm an Hatim bin Unvan El’Esen. (Vefatı H. d e ) Birinci


tabaka evliyadandır. Belh ehlindendir. Şakik Belhi’nin talebesi ve A h m e d bin
Hidraveyh'in üstadı idi. Yüksek halleri tabakat kitaplarında yazılıdır. Bak. Risale-i
Küşeyrı sf: Nefahat-ül Üns sf: , Tabakat-ı Sülemı sf: , Tabakat-ı
Şarani C.1, sf: 93 v.s.
96 İmam-ı Gazalî

Rızıkların halka ulaşılması babında, Allah ile kul arasında va­


sıta olduğu müddetçe, vasıftan bir nasip almış olur. Peygambe­
rimiz (S A V .) buyurmuşlardır: "Allah'ın emrettiğini, isteyerek
veren emin haznedar, hiç şüphe yok ki, tasaddukta bulunanlar
dan biridir..”
Kulların elleri, Allah'ın hâzineleridir.. Ellerini bedenlerin
rızıklanması için, seferber eden, dilini kalplerin rızıklanması için
ayakta tutan kişi, bu sıfatın sevabına nail olacakların en şereflisi­
dir!

elTETTAH
O, öyle bir varlıktır ki, onun inayetiyle bütün kapalı (kapılar)
açılır, hidayetiyle her müşkül hal olur da peygamberlerine ülke­
ler feth edip düşmanlarının ellerinden çıkarır de şöyle buyurur:
"Biz hakiykat sana (Hüdeybiyye müsalehası ile) apaşikar bir feth
(-Ü zafer yolu) açtık”14Velilerinin kalplerinden perdeyi kaldırıp
onlara, Semasının melekütüne, kibriyasının cemaline giden kapı­
ları açar Ve şöyle buyurur: “Allahın insanlara açacağı herhangi
bir rahmeti tutacak yoktur.”15
Gayb anahtarlarını ve rızık anahtarlarını elinde (kudretinde)
bulunduran o (yüce varlık) hiç şüphe yok ki, (Fettah) olmaya en
layık olur!
TENBİH:
Kulun silkinmesi lazımdır ki yapacağı güzel nasihatlerle müş­
külât kilitleri kırılsın, vereceği güzel öğütlerle de halkın anlaya-

14 El-Feth Süresi, 1. ayet.


15 El-Fatr Süresi, 2. ayet.
Esmâ-i Hüsnâ Şerhi 97

madiği dini ve dünyevi meselelerine bir çözüm yolu bulunsun.


Bu sayede o, El-Fettah isminden gereği gibi yararlanmış olabilir

el’ALİM
Bu ismin manası açıktır. Bunun kemali; her şeyi tam mânasıy-
la bilmekle, yani dışını, içini, inceliğini, açıldığını, önünü, sonunu,
başlangıcını ve bitimini bilmekle olur..
Bu açıklanması bakımından, malumat (bilinen şeyler) den is­
tifade edilmiş değil de, malumatın kendisinden istifade edilmiş
olması gerekir. Aksi halde o ilme tam ilim denilemez..
TENBİH:
A t
Alim vasfından kulun nasibi malûm Lâkin onun ilmi ile Al­
lah'ın ilmi üç hususta ayrılır:
1 - Malumat (bilinenler)in çokluğunda. Kulun malumatı
(bildikleri) ne kadar çok olursa olsun yine de mahduddur, az­
dır. Namütenahi ilimler nerde, o (kul) nerde?
2 - Kulun bilmesi, veya anlayışı, her ne kadar vuzuh bulsa
da, asıl gayeye vasıl olamaz. Bilâkis onun eşyayı müşahede et­
mesi, ince bir perdenin ardından görmesi gibi bir şeydir.. Keşif
derecelerindeki farkı inkâr edemezsin. Sabahın alaca karanlığıyla
günün ortasındaki aydınlık bir olabilir mi?
3 - Allahın ilmi, eşyadan istifade edilmiş değildir, bilâkis bü­
tün eşya onun ilminden istifade edilmiştir. Kulun eşyayı bilmesi,
eşyaya tabidir Ve onun sayesinde meydana gelmiştir.
Bu söz aklını, kurcaladı ise, satranç öğrenen kişinin ilmi ile
asıl satrancı bulan kişinin ilmini bir karşılaştır. O zaman, satrancı
bulan kişinin satrancın vücuduna (varlığına) sebep olduğunu,
98 İmam-ı Gazalî

satrancın varlığı da, öğrenen kişinin bilgisine sebep olduğunu


anlamakta güçlük çekmezsin. Şu halde satrancı bulan kişinin ilmi,
satrançtan önce gelmiştir. Satrancı öğrenen kişinin bilgisi, bu
yüzden gecikmiş ve sonra elde edilmiştir. İşte Allah'ın ilmi de
böyledir. Eşyadan öncedir, eşyanın varlığına sebep olmuştur.
Bizim ilmimiz işe, bunun aksine eşyadan sonradır.
Kulun ilim sayesinde elde ettiği şeref; ilmin, Allah sıfatların­
dan oluşu sebebiyledir. Lâkin en şerefli ilim, malumu (bilineni)
en şerefli olandır. Bilinmişlerin en şereflisi şüphe yok ki, Allah-ü
Imam Gazali


Ürün Özellikleri

**Satın alacağınız ürünün kapak görseli/baskısı katalogdaki ile farklılık gösterebilir.

Gazali ya da adıyla Hüccetü-l İsalam Ebu Hamid Muhammed bin Muhammed bin Muhammed bin Ahmed el-Gazali et-Tusi, Büyük Selçuklu Devleti devrinin İslam alimi , filozofu, mutasavvıfı ve müderrisi.

Gazali yılında Horasan´ın Tus şehrinde doğdu. İlk öğrenimini Ahmed bin Muhammed er-Razikani´den almıştır.

Gazali´nin öğrenme merakı onun çok sayıda dini ve fikri akımları araştırmasına neden oldu. Yaşadığı dönemde hakikati bulmak isteyen insanların dört kısıma ayrıldığını ve her birinin hakikati kendi yolunda aradığını gördü. Bunlar; felsefeciler, kelamcılar, sufiler, batınilerdi. Hepsinin görüşlerini inceleyerek, kelam, felsefe ve Batınilik yolunu kitaplarında ayrıntılarıyla anlattı ve sufilerin yolu olan tasavvufa yönelerek hakikati bu yolda aradı.

Ürünün baskısı görseldeki ile farklılık gösterebilir.

nest...

batman iftar saati 2021 viranşehir kaç kilometre seferberlik ne demek namaz nasıl kılınır ve hangi dualar okunur özel jimer anlamlı bayram mesajı maxoak 50.000 mah powerbank cin tırnağı nedir