muzaffer izgü gecekondu pdf / Gecekondu - eKitabı PDF, ePub, Mobi İndir

Muzaffer Izgü Gecekondu Pdf

muzaffer izgü gecekondu pdf

Gecekondu Pdf indir

Gecekondu pdf indir, Mizah Romanı &#; Öykü türünde kaleme alınan Gecekondu kitap ile ilgili özet bilgiler. Gecekondu kitabı yazar Muzaffer İzgü tarafından kaleme alınmıştır. Gecekondu kitabı sayfadan oluşmakta olup Türkçe ile basılmıştır. ebatında olan Gecekondu kitabın Bilgi Yayınevi tarafından yayınlanmıştır. Yazımızda Gecekondu pdf oku, Gecekondu PDF yandex, Gecekondu PDF Drive gibi indirme linklerinden indirebilirsiniz.

Gecekondu PDF Oku

&#; Yaşama bağlı, yaşamı bütün boyutlarıyla, bütün renkleriyle aktaran, üstelik bunu çoğunlukla gülmece gibi zor ama, kuvvetli bir yolla kaleme alan bir yazar İzgü. &#;Gecekondu&#;, İzgü&#;nün öyküdeki ustalığını, romanlarında da ispatladığını gösteren bir yapıt. Beğenerek okuyacağınızı bekliyoruz.

Sayfa Sayısı:

Baskı Yılı:

Dili: Türkçe
Yayınevi: Bilgi Yayınevi

kaynağı değiştir]

Muzaffer Izgu - Zikkimin Koku PDF

Bütün Eserleri

18

Zıkkımın Kökü

Kültür Bakanlığı

Adana Altın Koza (5 dalda) Hindistan Udaipur Altın Fil Tokyo Asya'nın En Đyileri Đspanya En Đyi

Yönetmen Paris Cine Junior En Büyük Film Ödülleri

BĐLGĐ YAYINEVĐ

MUZAFFER ĐZGÜ-BÜTÜN ESERLERĐ

gülmece öykü-romanları

1. Đşte Mühür Đşte Sen

2. Ortadireği Yıkan Ayı

3. Devletin Malı Deniz

4. Azrail Nasıl Rüşvet Yedi?

5. Siz Bilirsiniz Paşam

6. Donumdaki Para

7. Dayak Birincisi

8. Deliye Hergün Bayram

9. Halo Dayı ve Đki Öküz

Sen Kim Hovardalık Kim

Her Eve Bir Karakol

Devlet Babanın Tonton Çocuğu

Lüp Lüp Makinesi

Kasabanın Yarısı

Çanak Çömlek Patladı

Halka Yirmi

Demokrasimiz Kaç Para Eder?

Zıkkımın Kökü

Bando Takımı


Geoekondu

Đlyas Efendi

Yıl Sıfır Darbe Hazır

Bir Namussuz Aranıyor

Bizim Ayılar Amerikalıları Çok Sever

Bir Mayıs Polis Bayramı

Đt Adası

Nasıl Baba Oldum?

Sıpa

Dandini Vatandaş Dandini

Dilber

Ayvayı Yedik

Milli Kahraman Matador Mahmut

Hırsız Köpek

1. Lütfen Kızımla Evlenir misiniz?

2. Sınır-Duvar

Muzaffer Đzgü kaynak kitap

Yaşamı, sanatı, seçmeler-Haz. Muzaffer UYGUNER

baskı: cantekin matbaacılık yayıncılık ticaret ltd. şti.

Bando mızıkayla dünyaya geldim; gerçekten bando mızıkayla!

Yıl , aylardan ekim, günlerden 29; yani Onuncu Yıl On yılda on milyon genç yarattık
her yaştan
diye marşların söylendiği cumhuriyetin onuncu yıl dönümü

Đşte o gece annem tutturmuş da tutturmuş, Fener alayını izleyeceğim diye. Babam, Yahu
avrat, ayın günün,
sancın mancın tutar, hem bu karınla, demiş. Ama annem, hiç öyle coşkulu bir günde evde
oturmak ister mi?
Komşu kadınlardan biriyle çıkmışlar evden, bir yaşındaki abim de annemin kucağında. Fener
alayını eve en
yakın izleme yeri olsa olsa Saathanenin orası. Annemle komşu kadın bezirganların önündeler
daracık
kaldırıma dizilmişler, insanların arasına sokulmuşlar. Ama nasıl kalabalık, iğne atsan yere
düşmez.
Az sonra bando öteden gözükmüş. Pıstattararaa! demeye başlayınca, Uy anam, annemdeki
sancı Breh,
kaldırımda adım atacak yer yok, ya yön insan, gerisi dükkan. Aman ha, kadının sancısı tuttu
ha, yol verin ha!
Yol nerde ki? O sıra, bando da ermiş gelmiş annemin önüne Kadın doğurdu ha, doğuracak
ha Polisler yol
vermişler anneme, Yürüyün bandonun ardı sıra, ilk sokaktan sapın içeri diye.

Gümdattarara!

Bando önde, annem, ben, abim, komşu kadın ardında, fener alayı bizim arkamızda, ha
doğdum ha doğacağım.
Gümdadadadatdat dat dat dat Annemi eve dar yetiştirmişler. Tastamam eve geldikten on
dakika sonra beni
doğurmuş. Adana'nın Saathanesinin çanı yirmi ikiyi Dan dan dan diye vururken

Muzaffer ĐZGÜ

Anam biz on beş yaşına basmadan Hürriyet Mahallesine göçmek istemiyordu. Oysa ki babam,

-Ulan avrat, ne var yani göçsek gitsek Hürriyet Mahallesine, kurtulsak şu ev kirasından,
derdi.

Babamın ev dediği şey, kocaman bir avlu, avluda bir nar ağacı, bir okaliptüs, bir de küçücük
oda Odanın üstü
çinkolarla kaplı, yanları bozulmuş ambalaj sandıkları ve çamur çamur Babamın eve her yıl
bir pencere açma
merakı yüzünden, bu mal sandıkları testereyle delinir, pencere bu yıl kuzeye bakıyorsa,
gelecek yıl doğuya;
doğuya bakıyorsa, öbür yıl güneye bakıyordu Felsefesi basitti babamın:

-Değişiklik gerek!..

Olsun babacığım, değişiklik olsun!.. Nasılsa, biz iki küçüğün dünyası, kuzeyde de aynıydı,
güneyde de, doğuda
da aynıydı, batıda da Yalnız, yatağımıza yattığımız zamanlar, tavandaki kocaman sinema
kağıdı zaman zaman
dünyamızı değiştirirdi. Babam, tavanı tastamam örten bu sinema kağıdını yırtmadan çakmak
için epeyce
cambazlık etmiş, epeyce de haşlamıştı anamı

-Ulan avrat, dibinden tutma, ortasından tut! Ulan avrat, ortasından tutma, yanından tut
Oğlum, keseri ver,
oğlum çiviyi ver, ulan kör, çivi ayağının dibinde!

Kağıt tavana çakılıp da bitince, onun sevinciyle tüm aile sırtüstü yere yattık. Tarzan Ormanlar
Kralı. Uzun
saçlı bir adam, yarı çıplak bir kadın, yarı çıplak bir çocuk, bir de maymun Ve ağaç ağaç
ağaç Ağaçların
ardında, geceleri bizi korkutan, titreten koskocaman kükreyen bir aslan Đlk günler çok
fısıldadık anama,

-Anaa, biz korkuyoruz, babama söyle kovalasın şu aslanı şuradan, diye.

Anacığım, gel git sonunda inandırdı bizi onun kedi olduğuna. Öyle bir kediydi ki bu, tarzandan
bile büyük bir
kedi.
-Olur mu, dedim ben abime.

-Olur, dedi. Niye olmasın, babamla Kanlızade Osman Emmiye baksana, babam onun yanında
kedi gibi
kalmıyor mu?

Sonraki günler mutlu etti bu kağıda bakmak bizi. Uyumadan önce gözlerimizi bu kağıda
diker, ormanda
tarzanla dolaşır, yarı çıplak kadının acıma duygusuyla bize uzattığı elmayı yer, maymunla
uzuneşek oynardık
Babam da mutluydu Nedense çok ısındı o kış evimiz. Oysaki, yakıtımız yine aynıydı. Çok
orijinal, çok
bilinmedik, bulunmadık bir yakıttı bizimkisi. Ağustos ayında tek atlı bir araba, bizi kocaman bir
fabrikanın
kazan dairesine götürürdü. Babam, arabacının yanına otururdu, biz iki kardeş arka tarafa. Bu
yaysız, bu insanın
barsaklarını yerinden oynatan arabada bir tek şey çok hoşuma giderdi, babamın bıyıklarının
sallanması Sanki
bıyık değil, kara yünden bir tutammış gibi tir tir titrerdi babamın bıyıkları Araba durur
durmaz, biz kovalarla
yere atlardık. Babam, birileriyle konuşur, sonra bize.

-Hadi bakalım, derdi.

Birkaç ayak merdiven iner, kapkara bir kömür tozu yığınıyla karşılaşırdık. Zaten zayıf olan
bacaklarımız
titrerdi, helke dediğimiz kovaları doldurup üç beş basamak merdiveni çıkarken Ama kışı; o
çok sıcak bilinen
Adana'nın kuru ayazı aklımıza gelince, bacaklarımızı daha çok oynatır, arabaya bir kova daha
fazla kömür tozu
atabilmek için çırpınırdık. Kendi kendimize, o çocuk dünyamıza bir de oyun yakıştırırdık
oracıkta.

-Seninki kaç helke oldu?

-Otuz!

-Benimki kırk bir. Babamın sesi duyulurdu:

-Ulan doldurun, başında ders çalışıp adam olacaksınız!

Eh, madem adam olmamız bu kömür tozlarına bağlıydı, öyleyse ha çabala Muzo, ha çabala
Sefa Bir araba
dolusuna pazarlık etmiş olmalılar ki, araba dolmaya başlayınca babam üzerine çıkar bir güzel
çiğnerdi, biz
yeniden doldurmaya koyulurduk. Araba, bir saatte mi dolar, yarım saatte mi bilemiyorum, ama
araba yükünü
alınca, biz de epeyce yükümüzü almış olurduk. Kapkara olmayan, bir tek alt yanımız kalırdı.
Bakıp bakıp
gülerdik birbirimize

-Oh oh, derdi babam, aynı sizi kömür çualından çıkardığımız günkü gibi oldunuz! Nedense,
bizim mahallenin
yoksul çocuklarının hepsi kömür çuvalından çıkmıştı da, Yaşar'ı, Nedim'i, Rıfat'ı leylek
getirmişti. Belki de, biz
kışın dünyaya geldiğimizden leylekler burada değildi. Suç anamın, azıcık dişini sıkıp da bizi
marttan sonra
dünyaya getirseydi, leyleğe binme mutluluğuna biz de erişirdik

Araba dolduğu zaman, geldiğimiz o uzun yolu yaya dönmek zorundaydık. Ağustos sıcağında
kaynardı yer
Nereye bassan alev. Ama, bizim ayaklarımızın altı, daha yaşımıza girmeden toprakla içlidışlı
olmaya başladığı
için evelallah bağışıklığı vardı. Mademki babam, toprakla ayağımızın arasına bir deri parçası
koyamıyordu,
öyleyse bu görev yoksul dostu Tanrı'nındı. Allah baba, yere iyi tutunalım diye hem ayağımızı
büyütmüş, hem de
ayağımızla toprak arasına kapkalın bir deri parçası koymuştu.

Mutluluktu o yürüyüş Adam olmamız için gerekli olan kömür tozu arabası önde, biz iki
kardeş onun ardında,
geleceğinden, kışından, soğuğundan güvenli yürü Allah yürü!.. Hele yolda bir de çeşmeye
rastlarsan, isterse
musluğundan akan su değil kan olsun, ne önemi var, daya ağzını, iç kana kana! Ayaklarının
attı mı tutuştu, tut
suya, tepen mi yandı, eğil musluğa Su, cana can katan su, hele bir de bağrını dayadın mı
çeşmeye, bulunmaz
mutluluk be!..

Böyle saltanata kim olur da karşı çıkmaz Eve varınca anam karşılardı bizi:

-Viiii, arap olmuşlar, arap, derdi. Babam yine bağırırdı:

-Hadi bırakın da lavgarlığı, kömür yığın! Eh, toz bu, şayet bir yere iyice yığmazsan uçar gider.
Uçup gittiği bir
şey değil, sonra mahallenin yüksek pencerelerinden,

-Rezil ettiniz odamızı!

-Daha yeni yıkamıştık tül perdelerimizi!

-Bu buluş da nerden çıktı, diye bağırırlardı.

Bilmezlerdi ki bu buluş en ucuz buluş, hem de ne buluş!.. Kömür tozunun ortasını iyice açar,
kova kova su
taşırdık. Tulumbaya basmak görevi, benimle kardeşimin, taşıma işiyse annemindi. Annem
taşır, babam kürekle
kömür tozlarını karardı. Harç yapardık, kömür harcı

-Suu!

-Geldi herif!

-Dök, şu tarafa dök! Avrat, bas ayağını oraya, su akıp gidiyor. Ulan Sefa yetiş, sen de su
tarafa bas!

Babamın heyecanına iki kardeş koşar, tozların altından çıkan suyun yolunu tıkamaya
çalışırdık. Bu iş, hemen
hemen yarım günümüzü alırdı. Bundan sonra buluşun son bölümü gelirdi. O bölümde, seri
üretime geçerdik. Her
birimizin elinde birer sahan, bu sahanların içine kömür harcını doldurur, sonra elimizle üzerine
bir iki vurur, ters
kapatırdık yere. Sahanın kalıbını alan kömürleri babam, tam bir asker gibi sıraya dizerdi.

-Ulan bu sıra üçlü olacak ha!

-Ulan kim boşalttı onu öyle bok gibi yere?

Kim boşalttıysa onu öyle, koşar hemen toplardı. Akşam, bu işler bittikten sonra, hemen yaz
için kurulmuş (ki,
onun da adı vardı bu yoksul evinde, taht) tahtın merdiveninin dibine gelirdik. Anam, ısıttığı
suyla bizi bir güzel
sabunlar, serin yatalım diye birer kova da soğuk su dökerdi başımızdan aşağı Đki kardeş
koşturur,
cibinliğimizin içine girer, adam olacağımızın mutluluğunu ta içimizde duyarak uyurduk

Üç, dört gün sonra da yere dizdiğimiz kömür kalıplarını toplardık. Bu süre içinde o tozlar iyice
kurur,
birbirlerine yapışırdı. Sonra, onları teker teker içeriye taşır, kocaman bir sandığın içine özenle
yığardık. Gerçi
babam bu işe karışmazdı ama, akşam eve gelince sormadan da edemezdi:

-Hiçbirini kırmadınız değil mi avrat? Anam yanıt verirdi:

-Yok herif, kırmadık, bi güzel yerleştirdik.

-Kırmışınızdır kırmışınızdır!.. Bizim gözümüzün içine bakardı:

-Kırmadık baba!

-Ulan, benim bildiğim çocuklarsanız, kırmışınızdır.

Anam atılırdı:

-Kırmadık dedik ya herif!

-Yahu niye yalan söylüyorsunuz, doğru söyleyin kaç tane kırdınız?


Yahu herif, hiç kırmadık. Eder edemez, kendi kendine bir şeyler söylenir,
başını kaşır, bulgur çorbasından bir
Iokma daha alır,

-Kırılır bu bok kırılır, der, işin içinden çıkardı.

Sobamız mı diyeyim, mangalımız mı diyeyim, o da başka bir büyük buluştu Hem de


babamın en son
buluşlarından. Önce bir gaz tenekesini alır, pencere meraklısı olduğu için bu tenekenin
altından, bıçakla çekiçle
çok güzel bir pencere açar,

-Kapağı bu, derdi.

Sonra, tenekenin tam ortasından teller sokar, bu telleri tenekenin öteki ucundan çıkarırdı.
Sıvamak, zaten
babamda büyük bir merak ve büyük bir istek Hemen bahçenin bir köşesini kazar, birkaç
dakika içerisinde
çamurunu hazırlar, tenekenin içini dışını bir güzel sıvardı. Yalnız, orta yerinden küçücük bir
delik, üst tarafından
da şöyle bir kalıp kömür alacak denli boş yer bırakırdı. Ondan sonra, aşkolsun artık bu soba
mı, mangal mı ne
olduğu belli olmayan şeyi yerinden oynatabilene!.. Anam,

-Herif, geçen seneki belimi kırdı, bari bu yılki biraz hafif olsaydı deyince, babam,

-Ulan avrat, bunun ağırı iyidir, ağırı, derdi

Meret, sanki altındır Anam şöyle bir yüklenir,

-Ocağın batmaya herif, kurşun gibi olmuş, derdi.

-Hehey, neye erer ki senin aklın? Kışın o bi ısındı mı soğuma bilmez be soğuma Hafif olsun
da o bi koca
sandık kömürü bi ay içinde tüketin, sona da ayazda kalın e mi? Avrat avrat, yenenle yanana
dağ dayanmamış
Üç gün içinde de bu kalorifer kazanı yavrusu kururdu. Eh, ondan sonra var mı Ahmet Efendinin
aile bireylerine
karada ölüm!funduszeue.info gelirse soğuktan gelir avrat!

Onun için midir, nedir, kışları biz iki kardeş bir tabutun içinde yatardık. Yalnız, bu tabutun
kapağı yerine
yorgan örterlerdi üzerimize. Dar bir kerevet, gündüzleri oturmak, geceleri de bizim yatmamız
için odanın baş
köşesini süslerdi. Yatacak zaman, bu kutsal üşütmeme görevini babam üzerine alır, birimizin
başını kerevetin bir
yanına, ötekimizin başını öbür yanına koyar, sonra da yan tarafına upuzun bir tahta geçirirdi.
Bu tahta işi de
babamın son buluşlarından olup, yarı otomatik olduğundan. sabahları sökmesi, akşamları
yerine takması bir
dakikayı geçmezdi. Artık bir üstümüz kalırdı örtülmedik. Bir ince yorgan, onun üzerine de evde
çul çaput adına ne
varsa üstümüze

-Yahu baba yandık be vallaha!

-Kesin sesinizi ulan keratalar: Kesin de dinleyin: Bi mezerci varmış, bu mezerci ağustosun
sıcağında bile
kaputnan mezer kazarmış. Adamın biri dayanamamış sormuş: Arkadaş, demiş, nedir bu hal,
neden böyle bu
yazın sıcağında kaputnan mezer kazarsın? Mezerci yanıt vermiş: Arkadaş, kazarım ki kazarım.
Bunca senelik
mezerciyim, her gelen ölünün sahibine sordum, neden öldü, soğuk algınlığından dediler. Ben
de şimdi soğuk alıp
ölmemek için yaz kış kaputnan gezer, çalışırım. Yaa, anladınız mı itoğluitler?

Anlamayıp da ne yapacaktık? Kış boyunca her gece anlatılırdı bu sıkıcı öykü Artık, abimin
yatağın bu
başından dişlerinin gıcırdadığını duyardım. Elbette babama değildi bu diş gıcırdatmaları,
mezarcıyaydı, şu hiç
ölmeyen mezarcıya

-Lan, derdi Sefa; şu mezerciyi bi bulup diri diri gömmeli deyyusu!

-Yok, derdim ben, kefen yerine paltoynan gömmeli puştu

Bilmem, belki de hakkı vardı babamın. Yoksul evinde bir kişinin soğuk alıp hastalanması
demek, tüm ailenin
yiyeceğinden içeceğinden kesilip doktora ilaca verilmesi demekti.
Bir kez ben, sünmüş de sünmüştüm. Önce boğazım yanmıştı, sonra göğsüm. Arkasından bir
ağrı gelip oturmuştu
sırtıma. Soluk alırken, sanki hava değil kurşun yutuyormuş gibi oluyordum. Vücudumun alevi,
sanki
gözlerimden fırlayıp çıkmak istiyormuş gibi, patlak patlak olmuştu gözlerim. Babam,

-Soğuk almış soğuk, diyordu.

Anacığımsa kurşun döktü, belki nazar değmiştir diye. Bilmem, neremize nazar değecekti
bizim? Bir kez, pek
öyle akıllı çocuklar değildik, sonra yoksulun kuru ekmek tombulluğu da yoktu üzerimizde,
yüzümüzde kanın
zerresini bulmak için tam araç gereçli laboratuvarlar ister; iş böyle olunca neyimize nazar
değecekti ki? Eh, ana
bu, kuzguna yavrusu zümrütüanka görünürmüş Kim bilir, biz de anamızın gözünde ne eşi
bulunmaz, ne nazar
değecek çocuklardık Bin maşallah!..

Kurşun dökmenin bir yararı olmayınca, tüm duaları okuyup okuyup üzerime üfledi anacığım.
Đki gün de bu
duaların etkisini bekledik durduk Umut, ne iyi şeydi. Doktor parası, ilaç parası vermeden bir
çocuğun
iyileşmesi, yoksul evi için umutların en iyisiydi. Dualar da işe yaramayınca, babam bu kez,
Çerçi Yusuf'a
başvurmuştu. Ne de olsa Çerçi Yusuf'taki otlar, şunlar bunlar yoksul kesesine uygun

-Avrat kaynat bu otu, şıp diye kesermiş! Zonklayan kafamla düşünmüştüm:

-Acaba neyi kesecek ki?

Acı, pis bir şeydi bu kaynattıkları otun suyu. Çerçi Yusuf, bir bardak demiş, sağ olsun babam,
üç bardak içirdi
üst üste, hem de burnumu sıka sıka. Aradan iki saat geçince de, beni inandırmaya çalıştı:

-Allah Allah, eyi oldu vallaha be!.. Vallaha eyi oldu avrat! Efendi neymiş şu Çerçi Yusuf'un
ilacı, Allah
yokluğunu göstermesin!

Đşte babam böyle Çerçi Yusuf'u öven nutuklar çekerken, ben kendimi yitirmişim. Babam,

-Maşallah uyudu, demiş. Anam,

-Çocuk elden gidiyor, diye çırpınmış. Biraz sonra babam bakmış ki, biz hırıltılı mırıltılı bir ölüm
marşına
başlamışız, bindirmiş sırtına. Kendime geldiğim zaman, sırt değiştiriyordum. Babamın sırtından
anamın sırtına
aktarılıyordum. Anam,

-Soluk alıyor mu herif, diyordu. Babam da, hem üzgün, hem kızgın,

-Alıyor alıyor, diyor ve ekliyordu: Çocuk dediğin güle benzer, bugün solar, yarın açar Ama
babam
bilmiyordu ki, bugün solan başka bir güldür, yarın açan başka bir gül. Ve bir gül, o gün ilk kez
doktorun
masasına yattı. Doktor Bahri Bey, oramı dinledi, buramı dinledi.
-Nerdeydiniz şimdiye dek, dedi.

-Evdeydik, dedi babam. Yoksul babasıydı Bahri Bey Babamın, avcuna koyduğu şıngırtılı
bozuk paralara ne
baktı, ne de bir ses etti, yalnız,

-Yarın gene getirin, dedi.

Orada yediğim üç iğne, bir de kocaman kocaman güllaçlar, bir haftada ayağa kaldırdı beni.
Ama o gece, ne
anam uyudu, ne de babam. Doktor meğer sulu saplıcan demiş. Eee, sulu saplıcan da çocuk
düşmanı o
zamanlar. Terleyen vücuduma havlunun birini koydu, birini kaldırdı anacığım. Arada bir
soluğumu dinlemeyi de
unutmadı. Çünkü, soluk önemlidir yoksul evinde. Zavallı, benden bir yaş büyük olan ağabeyim
bir hafta
boyunca ayrılmadı başucumdan. Ne masallar uydurdu, ne şarkılar söyledi başucumda, yaşamla
bağımı
koparmayayım diye oysaki ben, yaşamayı, o koşullar içinde bile funduszeue.info hafta sonra
artık ne başım
dönüyordu, ne de ateşim vardı

Yılda bir kez ev sahibimizin evine giderdik. Adana'da ev kiraları muharremden muharreme
toptan ödenir.
Muharrem ayı da nedense hiç değişmez, hep eylüle denk gelir ve narların olgunlaştığı
mevsimdir. Anam,
bahçemizdeki çatlamayan narlardan kocaman bir sepet hazırlardı. Sonra, abimle benim elimizi
yüzümüzü bir
güzel yıkar, boyama pantolonlarımızı giydirir, bayramlık ayakkabılarımızı (varsa tabii)
ayaklarımıza geçirir, ev
sahibimizin yolunu tutardık. Narlar, ev sahibimize rüşvet, biz iki kardeş de acıma duygularını
devinime
geçirecek birer uyarıcı Babam yolda uyarırdı:

-Ulan, boynunuzu iyice bükün ha, diye Nah şöyle bükeceksiniz!

Biz artık, ev sahibimizin oraya dek iyice alışkanlık kazanalım diye, sokakta bile boynumuzu
kırar yürürdük.

-Namussuz karı, ulan ne var sanki bizi evden çıkaracak be! Kaltak, yetmedi mi o konaklar
sana? Baksana şu iki
sabiye. N'ederim ben bu iki sabiynen sokaklarda? Đnsan bunlara acır be!

Bilmiyorum, kaç liraydı bu bizim oturduğumuz toprak parçasının yıllık kirası! Toprak parçası
diyorum, çünkü
üzerindeki çerden çöpten odayı yüksek mühendis babam kondurmuştu.

-Ulan, derdi babam, baktınız kocagarı ıngır cıngır ediyor, ağlamayı unutmayın ha! Ağlayın,
sulu sulu dökün!

Biz iki kardeş, bir tiyatronun dram aktörleri gibi sahneye yaklaştıkça, biraz daha boynumuza,
gözyaşı ayarımıza
çekidüzen verirdik. Kolay değil, biraz sonra büyük izleyicinin karşısına çıkacağız. Olur ki,
rolümüzü iyi
kesmezsek, eylül ayından sonra dışardayız Ondan sonra Adana'nın on beş yirmi gün hiç
dinmeksizin pisem pisem
yağan yağmurları tepende Kalekapısı semtinde, kocaman bir konağın kapısını çalan babam,
bir kez daha,

-Ulan eyice kırın boynunuzu ha, demeyi unutmazdı.

Kırık boyunla, kıvrım kıvrım merdivenleri çıkar, geniş bir odanın orta yerindeki koltuğa
kurulmuş şişman bir
kadının elini öperdik. Nedense bu el her zaman keçi gibi kokmuştur bana. Ama, işin ucunda
ölüm kalım
olduktan sonra, evelallah öpmek değil ya, yala deseler yalardım bu kalın damarlı keçi keçi
kokan eli Babam,
Münevver Hanım, derdi, sayenizde böyüyüp gidiyor işte sabiler.

Göz kırpardı babam, Boynuzu biraz daha kırın! demekti.

-Size nar yolladı bizimki.

Kadın konuşmazdı hiç. Bir besleme hemen narları boşaltır, sepeti tutuştururdu elimize
Babam, bir çıkına
sardığı parayı, bu kocakarının avcuna saydığı zaman, işte o anda başlardı hiç konuşmayan
kadın konuşmaya:

-Amet Efendi, derdi, marol eksem daha çok kazanırım bu paradan!

-Doğru Münevver Hanım, çok doğru. Ama biliyon ki

-Olmaz, şöyle birkaç lira daha ver bakalım!

-Vallahi yok hanım!

Đşte o zaman tüm görev bizim omuzlarımıza yüklendiği için, babamdan görevi devralır,
başlardık boyun kırıp
ağlamaya

-Deeze deeze atma bizi sokağa deeze Eh, yürekler dayanır mı, boyunlar kırık, gözler
yaşlı Kocakarı
konuşur,

-Hadi, bu yıl da çocukların hatırı için oturun. Amma seneye hiç karışmam ha Amet Efendi,
derdi.

Kadın beslemeye seslenir,

-Kıız, çocukların karınlarını doyur, derdi. Besleme bizi, mutfağa bir köpek eniği gibi sokar,

-Ne yiyeceniz lan, diye sorardı.

Sanki, şunu isteriz, bunu isteriz desek, olacakmış gibi

-Heç abla, derdik, ne verirsen.

-Ne verim lan ben size, et verim mi? Sorduğu şeye bak! Kocaman bir tabak et koyardı
önümüze. Sonra, adını
bilmediğimiz, adını duymadığımız tatlı ve kompostolar Ceplerimize de erik kurusu. Đki
kardeş, tıkanana dek
yerdik bunlardan.
-Şerbet de yapim mi lan size?

-Yap abla!

-Ne açgözlüsünüz lan siz?

Ne bilelim, sonradan öğrendik, meğer Teşekkür ederiz abla dememiz gerekirmiş bu çok kibar
beslemeye
Nemize gerek teşekkür, buz gibi kocaman bir bardak vişne şerbeti varken Delimsirek kız,

-Ben evlencem ha, derdi.

-Đyi abla, derdik.

-Kimnen biliyor musunuz?

-Kimnen abla?

-Ezzacı kalfasıynan. Büyükannem evlendirecek beni. Durun lan size çörek de verim. Oğlan
beni deliler gibi
seviyor. Bu çörekleri ben yaptım ha!

-Eline sağlık abla:

-Size kalem verim mi?

-Ver abla!

-Amma iki dane yok!

-Olsun, biz ortadan böleriz. Dışardan kocakarının sesi duyulurdu:

-Kız, aşşadan o eski dolu bohçayı getir! Besleme, bize yan yan bakar,

-Büyükanne size eski verecek, der. Beslemeyle birlikte dışarı çıkardık. Hemen babamızın
yanına diz çöker
otururduk. Ama aradan zaman geçtiği için, ne abimin aklında kalırdı boyun kırmak, ne de
benim. Babam, ters
ters bakardı suratımıza. O dakika anlar, kırardık boyunlarımızı Kocakarı bohçadan bir yığın
eski şeyler seçer,
başka bir bohçaya doldururdu. Pek mutlu ayrılırdık oradan, hem bir yılı daha garantilemiş, hem
de bir yığın eski
püsküyü sahiplenmiş olarak Üstelik mideler tıka basa dolu, ceplerde erik kurusu. Ama
babam, yine de yolda
söylenir dururdu:

-Toprak doyursun gözünü, diye. Birkaç lira dahaymış. Kefin paran olur inşallah o birkaç lira

Bazen, bu eskilerin içinden bir palto, bir manto da çıkardı. Anacığım bunları keser biçer,
elinde dikerek
boyumuza uydurmaya çalışırdı. Çok dua almıştır bu kocakarı anamdan çok Evin bir yıllık
garantisi de
böylece taraflar arasında imza altına alındıktan sonra, babam kış hazırlığına başlardı. Çamuru
karar, içine samanı
döker, üç gün dinlendirirdi. Ondan sonra girişirdi en meraklı olduğu işe. Evin dört bir yanını
sıvardı. Biz de
yardım ederdik.
-Su ver, çamur ver!

-Al su, al çamur!

Bu sıva günlerinde tüm eşyamız avluda kalırdı. Sanki hırsızlar eskiye püsküye meraklılar mış
gibi babam, o üç
gün üç gece çanakarın tabakların arasında yatar kalkardı. Anam,

-Bre herif, hırsızlar n'etsinler o eski püsküleri, dedikçe, babam,

-Ulan avrat, evimiz dediğin şeyler bunlar be, bir de bunlar giderse, ortada ne kalır, derdi.

Doğru, ortada ne kalırdı gerçekten evimiz diyebileceğimiz Bir yatak, bir çul, iki tencere, altı
sahan, üç sepet,
bir tava, iki tepsi, bir maltız, yastık ve yorganları saymazsak evimize ev dedirten şeyler
bunlardı
Geceleri bir şangırtı duysak, hemen sıçrardık.

-Ana hırsız!

-Yatın ulan korkmayın, babanız bir yanından o yanına döndü!

Aşağıdan babamın sesi duyulurdu:

-Avrat! ..

-Hı

-Diyorum ki, bu sene doğudaki pencereyi kapayıp, batıdan açak diyorum.

-Yahu herif sabah düşünek, şimdi gece yarısı.

-Şimdi düşünsek n'olur? Batıdan açarsak akşam güneşi..!

-Ben bilmem, ne halin varsa gör! Benim dizlerim titriyor çamur taşımaktan.

-Yok sanki bizimki titremiyor. Pekiy, batıdan açsak n'olur?

-Allah Allah, aç yahu. Nereden isterse canın oradan aç, istersen depesinden aç!

-Ulan avrat sen hep böylesin zaten. Sen demiyor muydun doğuyu ağaç kapıyor diye.

-Đyi iyi, batıdan aç! Şindi uyu!

On dakika sonra babam yine aşağıdan seslenirdi:

-Avrat!

-Hı!

-Ben batı dedim amma, sen haklısın, nar ağacını unuttuk, bu sefer o kapar. En iyisi kuzeyden
açak!.

-Sen bilin!

-Soğuk mu alır den?


-Ne biliym!

-Ne bilin sen?

-Allah Allah, yatsana yahu.

-Đki tane açak mı?

-Dört tane aç!

-Demir, demir var mı sanki bunları kapayacak?

-Sen dedin iki tane diye.

-Amma ben dört demedim ki

-Bre herif düşünmek için sabahlara kıran mı girdi be!

-Bre avrat, şindi karar verirsek, ben ona göre kafamdan sabaha kadar planlar yapacam da

-Đyi iyi, iki tane aç!

O sırada abimin sesi duyulurdu:

-Ana su!

Babam gürlerdi:

-Yemen'den gelmiş itoğluitler, Yemen' den

Anam kalkar, tahttan aşağıya iner, su soğusun diye tulumbayı biraz çeker, doldururdu tasa.

-Avrat, bana da ver!

Babam, su içerken gene açardı pencere sözünü. Üstelik ayağa da kalkarak:

-Avrat diyorum ki, işte birini şurdan, birini de burdan açak.

-Đyi olur

-Bakmadın ki

-Karanlık bre herif !

-Ben nasıl görüyorum?

Abim yine bağırırdı:

-Ana suu!

Babam yine gürlerdi:

-Yemen'den gelmiş itoğluitler, Yemen' den Ver avrat ver, biraz daha içiyim o buz gibi
sudan!

Anam, bana da sorardı:


-Đçecen mi oğlum, diye.

-Đçecem ana!

Babam yine gürlerdi aşağıdan:

-Hiç içmez olur mu? Đyi ki lan su paraynan değilmiş.

Sabah kalkarız, yine başlardı sıva işi. Sıvanın bittiği gün babam dama çıkar, çinko deliklerinin
kimisini çöple,
kimisini mumla tıkardı. Üç dört gün beklerdik, ardından badana işi başlardı. Evin içini dışını bir
güzel badana
ettikten sonra kış hazırlığımız tamamdı. Sandıkta kömür dolu, sandığın üzerinde fil yavrusu
gibi soba mangal
karışımı buluş hazır, geriye kaldı bulgur. Şöyle iki çuval da bulgur edersek, bir çuvalı pilavlık,
bir çuvalı
köftelik, gelsin o zaman kış tüm görkemiyle tüm şiddetiyle

O zaman yine tek atlı araba saltanatı başlardı. Bizim pek ayağımız yerden kesilmediği için
nedense saltanat
olurdu bu araba günleri. Önce buğday pazarına giderdik ailecek O buğday ufak, bu buğday
çöplü, ötekisi taşlı,
arar en iyisini bulurduk. Đki çuval buğdayı yükler arabaya, dönerdik mahalleye. Đki mahalle
ötemizde bir
tanıdığımız vardı. Gidip gelmeyiz ama, bulgur zamanından zamanına, yine tüm aile bu evin
yolunu tutardık.
Kazan getirmeye gidiyoruz. Kazan, babamın boyundan büyük, kazan değil fil gövdesi. Selamlar
sabahlar, hal
hatır sormalar, ondan sonra gelsin bizim bulgur kazanı.

-Aman Havanım Teyze zedelemeyin kazanı!

-Yok kızım, deli misiniz siz?

Kazan törenle teslim edilirdi bize. Ondan sonra sürerdi yine babamın bağırmaları
çağırmaları

-Tutun ulan, ben altına gireyim, siz şöyle yandan tutun!

Babam girerdi kazanın altına:

-Kaldırın ulan!

Babam yiter giderdi kazanın altında.

-Ulan kaldırın, hiç mi ekmek yemediniz?

-Bre herif kaldırdık yörü!.

-Yörü demesi kolay, gel de sen yörü! Kaldırmadınız ki

Oysaki koca kazan babamın sırtına binince, yürüyecek hal kalmazdı babamda. Ama yine de
suç bizdedir.

-Şöyle iyicene bi kaldırsaydınız hop giderdik amma, kaldıramadınız ki. Durun bakim
kulplarından tutalım, iki
oğlan da arkasından kaldırsınlar. Haydin ya Allah! Bizde nerede onu kaldıracak güç?

-Ulan kaldırın!

Tısss!..

-Ben sizin yaştayken!.. Eh, bizim kadarken babam masistti galiba, bir metre elli beş santim
boyuyla. Kızardı
babam:

-Çekilin ulan çekilin, sizden gelecek yardım Allah'tan gelsin, ben tek başıma Anam karışırdı:

-Herif hümüğün mümüğün çıkar!

-Bi tarafım da çıkmaz, çekilin!

Kolay mı? Yerinden oynamazdı koca kazan. Sonra, bir sırık buluruz oradan, geçiririz
kulplarından, bir yanına
anam geçerdi, bir yanına babam, biz de arkadan, ite kaka on beş dakikada gittiğimiz yolu bir
saatta dönerdik.
Yolda akıl verenler çok olurdu. Sağ olsun babam, verilen tüm öğütlere uymaya çalışırdı. Bu
şöyle yapın; böyle
yapınları uygulaya uygulaya, kan ter içerisinde evi bulurduk. Daha o anda içimize bu kazanın
geri götürülme
derdi çökerdi.

Kazanı yerleştirirdik avlunun bir köşesine, altını yakar, deh ederdik içine buğdayı. Kaynayan
buğdayı, daha
önceden serdiğimiz kilimlerin üzerine döker, kuşlar yemesin diye başında nöbet beklerdik.
Babamın mide
ağrıları hep bu bulgur kaynatma günlerine denk gelirdi. Çünkü, çatlayana dek kaynamış
buğday yerdik. Çeşni
olsun diye bazen, içine bir avuç tozşeker de katardık, ayva da atardık.

-Yiyin ulan hedikten, akşama yemek yok!

Gerçekten o günü yemek pişmezdi bizim evde. Sonradan kuruyan buğdayIarı tekrar çuvallara
doldurur, dingin
yolunu tutardık. Bir kez daha ayaklarımız yerden kesildiği için dink yolu da ayrı bir mutluluktu.
Nedense babam
gelmezdi dinge. Bu kadın işiymiş Gerçekten dinkte salt kadınlar olurdu. Artık dinkçide bir
fors, bir fiyaka,
sanırsınız vapur yönetiyor. Akşam yaklaştıkça yalvaran yalvarana.

-Aman dinkçi ağam benimkini dök!

-Sen bilmen ağam benim erimi, geç gedersem vallaha öldürür beni, önce benimkini dök!

Araba mutluluğundan başka bir mutluluk daha vardı o gün benim için. Dingin bitişiğindeki
tenekeci ile,
babamın öğleüzeri bize getireceği taze pide, peynir ve üzüm Tenekecinin, havyayı nişadıra
nasıl sürdüğünü,
lehimi havyanın ucuna nasıl aldığını izleye izleye yerdim üzüm ekmeğimi. Karanlık bastıktan
sonra başlardı yine
bizim araba saltanatı. Odanın baş köşesine koyardık bu iki çuval bulguru. Babam, eliyle
çuvalları yoklar,
keyiflenirdi.
-Bu seneki bulgur bambaşka avrat, derdi. Şu mübarekteki kokuya bak. Hele içine bi de yağ
girdi miydi, kim
bilir nasıl burcu burcu kokar? Yap yarın bi taze pilav da yiyek!

-Amma daha eski bulgurdan birkaç bişirim var.

-Avrat, olsun be!

-Hiç olur mu? O bitsin hele. Bre herif sen de ne harabatıcısın.

-Đyi iyi. Amma bu seneki bulgur geçen senekinden çok desem?

-Aynı almadık mı?

-Aynı aldık amma, sen ne dersen de, çok. Bereketi fazla bu senekinin bereketi. Ha avrat, o
kazanı yarın geri
verelim.

-Veririz, zaten yer komadı odanın içinde bize.

Hırsız korkusundan o kocaman emanet kazanı da içeriye alırdık birkaç günlüğüne

Babamın işinden hiç söz etmedim. Onun memleketinden gelenlerin çoğu garson, komi
olmuşlar. Đçlerinde,
mesleğinde büyük aşamalar gösterip şef garson olanlar da olmuş. Onlar, babama göre çok
akıllı ve yetenekli
kişilermiş. Yerinde bitseler, genel müdür bile olurlarmış Gerçi babam çok sonraları girdi bu
mesleğe ama, hem
çok akıllı, hem de çok yetenekli olamadığından hiçbir zaman şef garson olamadı. Askerden
gelince, bakmış
köyünde bir şey yok. Bir şey olmadığı için millet akar durur Adana'ya. O da bir gece kararını
vermiş, vermiş ama
ana yok, baba yok kararını söyleyecek, analığına söylemiş. Analığı da,

-Get ulan gavur dölü, demiş.

Niye demiş bu gavur dölünü bilmem ki. Zaten kafile hazırmış. Bilmem kaç kuruş eşek ücreti
de babamdan
almışlar, on beş kişinin gurbet çıkını bu eşeğin üzerinde, ne de olsa turistik geziye çıkıyorlar,
elde çıkın
gidemezler Karakaçan önde, on beş kişi ardında, konarak göçerek, lale sümbül biçerek, on
beş günde varmışlar
Adana'ya. Gerçi o zamanlar Fevzipaşa'dan sonra tren varmış ama, beleş götürmezmiş ki tren,
para istermiş, hem
de çok para. Adana'ya gelince bir ortaokula odacı olmuş babam. O sırada da annemi tanımış.
Daha doğrusu
tanıtmışlar:

-Duldur, iki kızı bi oğlu var ama, maşallah hepsi de kocaman kocaman, demişler. Babam,

-Olsun, demiş, almış bizim anamızı. Çok severmiş müdürü. Maşallah okumayı yazmayı da
öğrenmişmiş
babam askerlikte. Müdürü demiş,

-Sana daha iyi bi iş bulalım!


-Sağ olun, demiş babam.

Bulmuş müdürü iyi bir iş!.. Gece bekciliği Giysi, ayakkabı, maaş devletten, ömür Allah'tan,
işin iş Amet
Efendi, demişler Ama, hiçbir zaman işi iş olmamış babamın. Bilmem, anamdan ayrı geçen
geceler, bilmem
kenti bekleme ücretinin azlığı, çıkmış bir gün emniyet müdürünün karşısına Eh, severmiş ki
babamı müdürü,
öyle severmiş. Evde ablaya su çekermiş, ablanın çarşısına pazarına da gidermiş, büyükannenin
bohçasını
hamama götürürmüş. Kırdığı odunlar, sanki kalıp gibi girermiş emniyet müdürünün evdeki
sobasına. Abla
sıkıldığı zamanlar bulaşığa da el atarmış babam. Hani ya, eli de bir çabukmuş, bir çabukmuş
ki, şölen öncesi,
şölen sonrası maşallahı varmış babamın. Dağlar gibi bulaşığa gık demezmiş Đşte ol
sebeplerden ötürü, müdürü,

-Olur Amet Efendi, seni bekçi tahsildarı yapalım, ne dersin, demiş.

-Sağlığınıza dua ederim müdür beyim, demiş.

Gerçekten duaya başlamış, hem babam, hem de anam. Ve işte tam bu sırada veliaht
dünyaya gelmiş, abim Sefa.
Nasıl olur bilinmez, bir yıl sonra da ben doğmuşum; prens Bu sırada hayırlı bir iş de olmuş,
en büyük üvey
ablamızın kısmeti çıkmış, gelin olup gitmiş. Bir yıl sonra da öteki ablamız Eh, şans insana
güldü müydü böyle
güler hani Kalmış bir tek üvey abimiz bir de biz iki kardeş

Bekçi tahsildarı olunca babama yol yürümek düşüyor. Aylığını topladığı paranın yüzdesine
göre alacak, onun
için yürü Amet Efendi. Zaten Allah sana yürü ya kulum demiş bi kez Odacı, arkasından gece
bekçisi, arkasından
bekçi tahsildarlığı. Fakat, Tanrı'nın yürü ya kulum demesine karşın, bir türlü yürümedi bizim
yaşam
kavgamız Ne sofrafımızın bereketi arttı, ne de giyimimiz, kuşamımız. Ayranla bulgur pilavı
soframızın baş
süsü oldu; ne uzun ne kısa tinton pantolanu en güzel giysimiz oldu Đlkokula başlarken böyle
bildik, böyle
gördük yuvamızı ailemizi

Đlkokulun birinci sınıfı bize para saymasını öğretir öğretmez, ilk aklımıza gelen şey, babama
para bakımından
yardım etmek oldu. Şayet bu yardımı yaparsak, okul arkadaşlarımızın arasına kunduralı olarak
katılabilecektik.
Yoksa, hazret nalın ve yine babamın en son buluşu Nalın'ın üzerine monte edilen bir eski
yemeni (arkası açık
ayakkabı) bizim kısmetimiz olacaktı. Hani ya, babamın bu buluşu da az buz fiyakalı şey
değildi Eller, bir
parmak kalınlığındaki ayakkabıları giyerlerken, biz üç dört parmak Kalınlığındaki ayakkabıları
giyiyorduk.
Üstelik yürürken asker ayakkabısı gibi ses çıkarıyordu mübarekler Tak tuk tak tuk!..

, tahtaya!

Gülüşmeler Hakları var çocukların. Yarısı nalın, yarısı ayakkabı, sessiz sınıfı seslendiren,
neşelendiren
kunduralarım

Bir gün yanlışlıkla öğretmenimin elindeki sınıf defterini ben kapıp götürdüm müdür odasına.
Her zaman bu
mutluluğa, kırmızı ayakkabılı sarı saçlı Nimetler, Ayseller, Jaleler erişecek değillerdi ya, biz de
çocuktuk, biz de
Đnönü Đlkokulunun öğrencisiydik, biz de Leman Öğretmenin a'sını b'sini öğrenmiştik Okulun
tüm döşemeleri
tahta, hele müdür odasının döşemeleri yepyeni tahta. Hademeler de üstelik sile süpüre iyice
parlatmışlar mı bu
tahtaları. Daha odaya adımımı atar atmaz, kendimi ta müdür masasının dibinde oturan
denetmenin kucağında
buldum. Adamcağız, bu gürültüyle birlikte, kucağına düşen şeyin tavan olduğunu sanmış
olacak ki, elindeki
kahveyle birlikte havaya zıpladı. Đlk önce müdür kendine geldi, bağırdı:

-N'oluyor?

Ben, kafamı müdürün masasına vurmuştum. Hala şaşarım, bu sağlam kafaya o kütük gibi
masa nasıl dayandı
diye. Ama olan denetmenin giysisine olmuştu. Tüm giysi, kahve lekesi içerisindeydi. Ama,
daha o yaştan
görevin kutsallığına inanmış olacağım ki, nasıl yapışmışım sınıf defterine, nasıl kurtarmışım
onu o kahve
lekesinden, şimdi bile şaşarım.

-Defter başöğretmenim, dedim.

Uzattım. Adamın beni gördüğü mü var?

-Aman müfettiş bey, yaman müfettiş bey, hademeler, bezler, sular, yetişin, diye bağırıp
duruyor, yırtınıp
duruyor

Bezler yetişti, hademeler yetişti, hala beni gören yok. Tekrar uzattım defteri
başöğretmenime:

-Defter efendim, bir a'nın dafteri.

Kızarak,

-Koy onu oraya, koy da çık, dedi. Koydum, çıkacağım, çıkacağım ama, babamın son
buluşunun teki yok ki
ortalarda. Bir adım attım, topal ki ne topal ayak. Biri beş santim uzun, ötekisi beş santim kısa.
O sırada
denetmenin gözü bana takıldı:

-Nedir o senin ayağındaki?

-Ayakkabı efendim.

-Nereden aldınız?

-Babam yaptı.

-Söyle babana, bir daha içine yay koymasın. Anlamadım ne demek istediğini. Ama neden
görmedi benim
ayakkabımın birinin olmadığını. Gözüm müdürün masasının altında. Acaba oraya mı gitti bizim
son buluşun
teki? Müdür iyice kızdı:

-Çıksana dışarı!

Çıktım Çıktım ama tek ayakla nereye gidebilirim ki? Oturdum oracığa. Elbette bu adamlar
geceye dek bu
odada kalacak değiller ya. Onlar çıkınca hademeye söyler, ayakkabımın tekini ararım.
Oturduğum yerde neler
düşündüm neler

Okuyordum, ben de denetmen oluyordum, ilkokul denetmeni. Bu ilkokulu denetlemeye


geliyordum,
müdürümüz Kaya Beyi denetliyordum. Ya işte, ben o nalını kayan çocuğum, diyordum. O da
şaşıp kalıyordu:
Demek o sensin ha? Benim ya, okudum adam oldum! Aferin! Đşte okuyanlar böyle olur,
kocaman adam
olur. Sağ olun!

Sonradan, kötü bir düşünce geldi aklıma. Ya bunlar kızıp da nalınımın tekini sobaya attılarsa,
ben nasıl giderim
eve? Çocukluk Bu düşünceyle ağlamaya başladım. Nasıl ağlıyorum, hüngür hüngür

Hademe gördü:

-Niye ağlıyorsun?

Eh, anlatabilirsen anlat, öyle hıçkırıyorum ki, değil nalın demek, na bile diyemiyorum.

-N'oldu, söylesene!

Hıçkırık, iç çekme, başka bir şey yok! Bir dakika sonra başöğretmen dışarıya çıktı:

-Sen gitmedin mi hala?

Yanıt bile veremedim. Boyuna hıçkırıyorum. Kolumdan tuttu:

-Gel içeri bakalım, gel! Denetmene,

-Ağlıyormuş efendim, dedi.

-Aa bu deminki çocuk değil mi?

-Evet efendim.

-Niye ağlıyormuş?

Bana döndü, kollarımdan yakaladı:

-Adın ne senin bakalım?

Hıçkırıktan söyleyemedim.

-Unutum bile ben o deminki şeyi. Haydi üzülme, git evine!

Daha çok ağlamaya başladım.


-Geç sobanın yanına geç! Kaya Bey, ağlasın da açılsın bu biraz.

-Evet efendim, ağlasın, iyi olur.

Gerçekten sobanın yanında biraz durunca açıldım. Açılır açılmaz da gözlerim odanın içinde
dört dönmeye
başladı. Denetmen sordu:

-Nasıl, gidebilecek misin artık evine?

-Evet, dedim. Yalnız ayakkabımın teki!..

-Nerede kayboldu?

-Burada!

Yeniden ağlamaya başladım. Denetmen,

-Dur ağlama canım, biz onu şimdi buluruz, dedi.

Üç kişi üç koldan bizim son buluşu aramaya başladık. O, yaşlı başlı denetmen bile, dolap
aralarına, masa
altlarına bakmaya başladı. En sonunda bulan da o oldu zaten:

-Buldum! Burada kaplumbağaya benzer bir şey var.

Çividen, ağırlığı bir kat daha artan ayakkabımı uzattı:

-Al evladım, nasıl da ağırmış bu böyle, dedi.

-Babam çok çivi çaktı efendim, dedim. Nalınımı buldum ya, denetmen bey saçımı okşadı ya,
başöğretmen bana
gülümsedi ya, uça uça, seke seke gittim eve. Olanları anama anlattım, anam,

-Üzülme oğlum, bir gün gelir sen de en güzel ayakkabıları giyersin, dedi.

Đyi ayakkabılar giymek için, o yarım günlük cumartesi öğle sonrası hep çalıştım, çalıştım,
defterimi doldurdum.
Çünkü yarın pazar

Ah, ne severdim baloncuları, balonları Pazar günleri sokak sokak dolaşır, bir baloncu bulur,
ardına takılırdım.
Öyle çok severdim ki balonları Onları, kırmızı, mavi, sarı, beyaz renkleriyle dev akide
şekerlerine benzetirdim.
Baloncuyu da, çok balonu olduğu için dünyanın en mutlu insanı sanırdım. Ah baIoncu ben
olsam, bu balonların
tümünü asarım boyumca bir yere, sonra ilkin kırmızıdan başlarım okşamaya, sonra sarıya
geçerim, sonra yeşile,
sonra beyaza derdim. Ortaya sarıyı koyar, yanlarına beyazları dizer, kocaman papatya
yaparım. Yeşilleri
oraya buraya serpiştirir, papatyama çimen yaparım. Yere otururum, balonları yanıma yöreme
yığar, balonların
ortasında ben de balon olurum. Patlatmam hiç onları, biri patlasa ağlarım.

Ama hiç balonum olmadı ki o yaşa dek. Onun için nerede bir baloncu görsem, ardı sıra
yürürdüm. Baloncu
gider, ben giderdim. Gözlerim hep balonlarda olduğu için bazen de tökezler, düşerdim. Dizimin
kanamasına,
parmağımın sızlamasına aldırmaz, uzaklaşan baloncunun ardı sıra koşardım. Balonlardan en
irisine en güzeline,
Benim derdim. Hiç gözümü ondan ayırmaz, boyuna onu gözetlerdim. Bir çocuk balon alacağı
zaman, benim
balonumu gösterecek, Bunu istiyorum amca diyecek diye ödüm kopardı. Ama çocuk başka bir
balonu
gösterince, sevinir, Oh derdim, baloncu gider, ben giderdim.

O pazar baloncuyu Ulus Parkının orada görünce, kuş gibi uçtum anamın yanına.

-Ana ana, para, dedim, balon alacağım. Anam,

-Yok, dedi.

Zaten anamda hiç para olmazdı. Yine koştum , gittim baloncunun yanına. O yürüdü, ben
yürüdüm, o yürüdü,
ben yürüdüm. O gün kırmızı balonu seçmiştim kendime, en tepede, balonların ortasında nazlı
nazlı giden balonu.
Balon da sanki kendisini seçtiğimi biliyormuş gibi rüzgarın etkisiyle bir bu yana, bir o yana
sallanarak bana
selam veriyor, Haydi gel, kucakla beni diyordu. Nasıl kucaklarım ki, baloncu emmi izin vermez
ki O zaman
işte böyle baloncuk, sen gidersin, ben giderim.

Đşte bir çocuk, parası elinde koştu geldi. Parmağıyla alacağı balonu gösteriyor, hayır hayır
olmaz, o balon
benim, benim balonum o. Baloncu uzanıyor, koparacak Parmağıyla,

-Bu mu, bu mu, diye gösterip soruyor. Yok yok, ne nalınımın yanlarından giren soğuk
ayaklarımı üşütüyor, ne
yorgunluk bana gık dedirtiyor, yeter ki seni elimden kimse almasın balonum!

Ulu Caminin köşesine geldik. Balonum yine önde, baloncuda

Ama o da nesi, bir rüzgar, bir deli rüzgar kopardı balonumla birlikte birkaç balonu, çıkardı,
çınar ağacının
tepesine kondurdu. Balonum şaşkın, ben şaşkın, baloncu şaşkınEvet evet, tastamam yedi
balon orada, ağacın
tepesinde. En üstte yine benim kırmızı balonum

-Küçük, lan hey küçük!

Baloncu bana sesleniyordu, eliyle gel gel yapıyordu. Koştum.

-Bana bak, şu balonları indirirsen, sana birini veririm, dedi.

Ah!.. Nasıl indirmem, kuş olur uçarım. Kırmızı balonum orada. Hayır hayır, hiç korkmadım, ne
kocaman
gövdesinden korktum ağacın, ne de upuzun dallarından. Sanki dümdüz bir yol, ağaç benim
için. Đşte gövdesi
bitti, işte bir dal, bir dal daha, bir ince dal daha Çabala, az daha çabala. Bir dal daha, bir ince
dal daha.
Yaklaşıyorsun balonlara. Balon alacaksın, kırmızı balon senin olacak, düş değil, gerçek. bir
bakacaksın ki,
sabahleyin yastığının yanında balonun, kırmızı balonun. oracıkta duruyor. Đpinden tutacaksın,
koşacaksın
mahalleye, koşacaksın eve, oynayacaksın, yoruluncaya dek. Haydi az daha çaba
Varıyorsun Vardım. Aman
dikkat patlatma! Tuttum ipin ucundan, baloncu aşağıdan seslendi :

-Çek çek, sakın patlatma!

Çektim. Ama o da nesi, altı balon iple birlikte geldi, yedincisi, kırmızı balon, benimkisi,
gelmiyor. Ucundaki ip,
incecik bir dala takılmış. Baloncu yine seslendi:

-Onu da al!

Alacağım, ama dal öyle ince ki. Bir yandan da deli deli esen rüzgar Bacaklarım titriyordu.
Biliyorum, bir
adım daha atsam, dalla birilikte aşağıya düşeceğim. O denli yükseğe çıkmışım ki, baloncu
aşağıda ufacık
gözüküyor. Terliyorum, dalı tutan elim, bileğim, parmaklarım titriyor. Kırmızı balon
umursamıyor bile beni.
Uzanmaya çalışıyorum, ben uzanmaya çalıştıkça, kırmızı balon rüzgarın etkisiyle uzağa
kaçıyor. Kapacağım
anda dal çatırdıyor. Baloncu bağırdı:

-Kalsın o, ötekileri al gel!

Đniyorum ya, gözüm kırmızı balondaydı ama, olsun, işte şu sarı balon, bunu isterim
baloncudan. Az sonra
aşağıya inince bana soracak:

-Hangisini istersin küçük? Ben de ona,

-Şu sarıyı, diyeceğim.

Sarı balon benim olacak, benim balonum olacak. Anam soracak, Dala çıktım diyeceğim.
Uyurken onu
başımın üzerine asacağım, arada bir pat pat vuracağım. Uyanınca ilk kez onu göreceğim, hiç
mi hiç
patlatmayacağım. Đndim, uzattım baloncuya balonları. Baloncu, ipin ucundan tuttu, tümünü
öteki balonların
yanına bağladı. Yürüdü. Bağırdım:

-Emmi, benim balonum hani? Parmağıyla ağacın tepesini gösterdi:

-Senin balonun orada!

-Emmi!

-Senin balonun orada dedim.

Gitti baloncu. Geldim çınar ağacının yanına, baktım balonuma. O kırmızı balon benimdi. Hiç
kimsenin değil,
benim. Çıkabilsem alırım, alabilsem koşar eve götürürüm Benim balonum benim

Oradan geçen birine gösterdim:

-Bak emmi, şu ağacın tepesindeki balonu görüyor musun?


-Hı, dedi adam, kafasını salladı.

-Đşte o balon benim.

Adam, başını bir kez daha salladı, gitti. Koştum gittim anama, daha sokaktan bağırdım,
avluya girmeden:

-Anaa, benim de balonum var.

-Hani, nerede?

-Ulu Caminin oradaki ağacın tepesinde. Koştum geldim yine balonumun yanına. Balonumu,
gezgin satıcılara
gösterdim, kıravatlı emmilere gösterdim, camiden çıkanlara gösterdim

-Benim balonum benim, kırmızı balonum, bakın görüyor musunuz, o balon benim balonum!
Hava kararıncaya
dek orada kaldım, balonumu izledim, konuştum onunla, el salladım ona. Gece düşümde hep
balonumu gördüm.
Ben çıkmışım yanına, o tutunduğu daldan kopmuş benim yanıma gelmiş, başucuma konmuş
Gülüyor
Uyandım. Okula gitmezden koştum balonumun yanına Yooo! Olamaz! Olamaz! O
ufacık gözüken
buruşmuş şey benim balonum mu, kırmızı balonum mu? Olamaz! Balonum patlamıştı.
Ağladım ağladım,
ağacın dibinde ağladım. Gelen geçenler sordular:

-Niye ağlıyorsun?

-Balonum, dedim, balonum patlamış.

-Ağlama, dediler, anan sana yine alır.

Çaldım Yo yo balon değil, kavun çaldım. O yıl, birinci sınıftan ikinci sınıfa geçtiğim yaz
çaldım.
Ah ah, boyuma uygun kavun çalsaydım ya, şöyle iki kiloluk, çok çok iki buçuk kiloluk.
Đstikamet Eczanesi'nin
az ilerisindeki manav dük -kanının önüne kavun sergisi açmıştı. Ne kavunlar, ballı kavunlar,
şekerli kavunlar,
ikinci dilimini zor yiyeceğiniz Çumra kavunları. Yine her zaman olduğu gibi manavın bir
dalgınlığına raslatıp,
ufacık bir kavunu kapıp kaçsam ya. Yo, o günü pisboğazlığım tuttu, kocaman bir kavunu
kaptım sergiden ve
kaçmaya başladım. Bir de baktım şişko manav, bir yandan bağırıyor,

-Tutun ha, yakalayın ha! diyerek, bir yandan da koşuyordu.

Sonunda manavın eli, yakasız gömleğime yapışıverdi, azıcık çekti, cıırt diye yırtıldı
gömleğimin üstü.

-Seni namussuz, seni köpek, seni orusbu çocuğu

Kavun yine benim göbeğimin üzerinde, şişman manav omzumdan yakalamış, Hükümet
Konağının hemen
arkasındaki Merkez Karakoluna geldik. Şişman manav bir yandan bağırıyor, bir yandan oflayıp
pufluyordu daha
komiserin yanına girmeden,

-Mafetti beni, serginin dibine darı ekti, yaktı batırdı beni. orusbu eniği, piç, gahbe gassığında
yatmış

Tekmeyle soktu beni komiserin odasına.

-Mafetti beni gomiser bey, kocca sergiyi yürüttü götürdü gomiser bey, ocağıma incir dikti
gomiser bey.

Komiser manavı susturdu. Bir süre bana baktı, sonra kavuna baktı. Ama manav susmuyordu.
Ben o boyumla, o
kilomla her gün serginin yarısını yürütüyormuşum

-Gomiserim, gelip dese ki, emmim emmim, canım çok gavun istiyor, şurdan bir tane ver
yiyim dese, can baş
üstüne, iki tane vereyim, yesin, hele ben kesip yediyerim, amma bu oğlan öyle değil
gomiserim, kavunlarımı
çalıp çalıp satıyor, batırdı beni gahbe doğurduğu batırdı. Bu oğlan var ya gomiserim, bakın
görün ilerde Adana'yı
inim inim inleten azılı bir hırsız olacak, ahha yazıyorum şu duvara

Komiser yerinden yavaş yavaş kalktı, böyle babamsı babamsı yanıma yaklaştı, ben
bekliyorum ki, yüzümü
okşayacak, saçlarımı okşayacak, birden bire gözümün önünde şimşekler çaktı, yüzlerce şimşek
bir anda çaktı. Ne
olduğumu bilemedim, sanki gece oldu, gecenin yıldızları böyle konfeti gibı yağdı döküldü. Bir
tokat, bir tokat
daha yeri öptüm Kalktım, duvarı öptüm, ayaklarımı başımın, başımı ayaklarımın yanında
gördüm. Komiser
bağırıyordu:

-Ulan, kimler titrer biliyor musun, hırsızlar titrer, niye çaldın ulan?. Söyle bakalım bana
kavundan başka neler
çaldın, çabuk söyle başka neler çaldın?

Ayakta duramıyordum ki Ama komiser bağırıyordu:

-Ayakta dur lan, çökme lan, beynini patlatırım lan!..

Bana hiç unutamayacağım bir ceza vermek için düşünüyordı. Bana öyle bir ceza vermeliymiş
ki, ben bir daha
hırsızlık yapacağım anda hemen bu cezayı anımsamalıymışım, hemen hırsızlık yapmaktan
cayaymışım, sonra,
yıllar sonra bu komiseri anıp, beni azılı hırsız olmaktan kurtardığı için, nerede olursa olsun
bulup, ellerine
sarılarak, Baba baba, beni hırsız olmaktan siz kurtardınız verin şu ellerinizi öpeyim,
diyeymişim. Đşte öyle etkili
bir ceza. Kazınmalıymış bu ceza benim kafama, ama nasıl? Yine kafamla. Komiser vereceği
cezayı düşünmüş
bulmuştu. Çaldığım kavunu, başımda patlatacaktı. Bundan sonra ne zaman elimi bir şeye
uzatacak olursam,
hemen kafamda patlayan kavunu düşünecek, elimi çekecektim. Gözlüklü polisin biri
kollarımdan tuttu. Olur ya,
komiser karşıdan kavunu fırlatırken başımı o yana, bu yana çevirirmişim. Gözlüklü polis ufacık
boyuma
ulaşabilmek için iyice eğilmiş, kollarımdan sıkı sıkı yapışmıştı.
Komiser, masanın üzerindeki kavunu yakaladı ve top gibi fırlattı. Kavun top gibi geldi ve
benim değil, beni sıkı
sıkı tutan polisin gözünde patladı. Komiser iyi nişan alamamıştı.

Ah keşke benim başımda patlasaydı Demek o zamanlar gözlük camını ve çerçevesini devlet
baba vermezmiş
memuruna, vermezmiş ki polisin gözlüğü tuzla buz olunca, o da hıncını benden aldı. Komiser
dövmeleri neymiş
ki, polis beni bir dövüyordu, bir dövüyordu ki, top gibi oradan oraya fırlatıyor, kırılan
gözlüğüne, çerçevesine
bakıp bakıp beni paspas gibi çiğniyordu. Ağzım burnum kanadı, öğürdüm, kustum, köşeciğe
kıvrıldım.
Ne zaman sonra kendime geldiğimde, oranın temizliği de bana yaptırıldı. Kanımı, kusmuğumu,
kavun
parçalarını sildim, süpürdüm, topladım. Patlak kavunu da elime verdiler, pisliktir,
diyerektenUlu Caminin
oraya gittim, oradaki çeşmenin yanına Elimi yüzümü yıkadım, kavunu yıkadım ve başladım
ağlamaya Bir
yandan ağlıyor, bir yandan kavunu yiyordum, tırnaklarımla söke sökeBelki de ağlaya ağlaya
üç kilo kavunu
midesine indiren ilk çocuk bendim.

O yaz özel sektör oldum, şeker satmaya başladım.

-Şeker, parayı cepten çeker, parası olmayan sümüğünü çeker.

Yarım kilo akideşekeri bir kesekağıdının içinde ve ben o yazın sarı sıcağında evlerinin serin bir
yerini bulmuş,
orada yarı baygın yatan insanlara zil gibi öten sesimle şeker satmaya çalışıyor, canlarının şeker
istemesi için var
gücümle ötüyordum.

-Haydi şekeeer, naneli şeker, limonlu şeker, küncülü şekeeer!..

Güneş tam tepede, hiçbir canlı cansızın gölgesinin olmadığı, sıcağın sokaklarda yalım yalım
yalımlandığı saat

-Şekeeer, tarçınlı şekeeer, güllü şekeeer!..

Bir ses duydum:

-Defol git lan orusbu çocuğu!

Baktım, ayı gibi kıllı biri, üst yanı çıplak, pencerenin birinden bana bağırıyordu.

-Niye emmi, para kazanıyorum!

Vay sen misin diyen, bana sövdü, anama sövdü, paraya sövdü, şekere sövdü, şekeri yapana
sövdü. Öyleki
sövgülerle yer gök birbirine kavuşuyordu.

Sövsün, benim para kazanmam gerekli, bu şekerin anasını çıkardığım gibi karını da akşama
anamın avcuna
saymalıyım. Hiç oralı olmadım, sanki o kıllı ayı bana sövmemiş gibi bağırdım:

-Şekeeer, parayı cepten çeker, parası olmayan sümüğünü çeker!


Meğer sümüğümü ben çekecekmişim. Bir baktım, adam don paça karşımda. Elimdeki
kesekadığını tuttuğu gibi
fırlattı yere. Kesekağıdı patladı, o yeşilli, sarılı, kırmızılı şekler toza toprağa bulandı. Bir an
dondum
kaldım, yerdeki toza toprağa bulanmış şekerlerimi izliyordum. Kıllı ayı, söylene söylene evinin
kapısından giriyordu ki,
koştum, dişlerimi adamın baldırına çenemin tüm gücüyle geçirdim. Adam Anam anam! diye
bağırıyor, feryat
ederek, yırtınarak, hopluyor, zıplıyor, benden kurtulmaya çalışıyordu. Ayağına kene gibi öyle
yapışmışım ki, hiç
bırakmıyor, dişlerimi baldırından çözmüyordum Şekerleri gördükçe, dişlerimi daha çok
bastırıyordum Ben
onun kazancıyla Ulus Parkının karşısındaki fırından iki tane topak ekmek alıp götürecektim eve,
ama şimdi.
Adamın. tuzlu kanını dudaklarımda duyumsuyordum. Karşıdan bakkal yetişti, zor ayırdı
dişlerimi adamın
baldırından. Adam beni kovalamaya başladı. Taşı kaptım fırlattım, taşı kaptım fırlattım Bir
yandan bağırıyor,
ağlıyor, taşların en irisini adama, kapılarına, pencerelerine fırlatıyordum. Şekerim de şekerim
diye
bağırıyordum.

Kadınlar,

-Aboov koca herif dellenmiş, dediler. Şuncacık çocuğun ardından koşuyor. Üstelik
çocukcağızın şekerlerini de
yere atmış.

Bir anda yanımdaki yöremdeki kadınlar, adamlar benden oluverdiler. Kıllı adam, boyuna
bacağını gösteriyor,

-Sakın hele bırakmayın, bu oğlan guduz, diyordu.

O kıllı ayının karısı bıle benden yana çıktı. Tüm sokak bir anda mahkemeyi kuruverdi, yargıç
da bakkal oldu.
Tüm şekerlerim satılmış gibi adamdan paramı aldılar, toza toprağa bulanmış şekerler de benim
oldu. Oh, yıkar
yeriz abimle Üstelik teyzenin biri yağlı etli yerinden bir tava koydu önüme, yanında da buz
gibi su vardı
Koca koca tava lokmalarını elimle sahandan kapıp yuvarlar, bir yandan yeşil biberi çıtır çıtır
yerken, kıllı ayının
belimin üzerine vurmuş olduğu tekmelerin acısını unutmuştum

Bir gün sonra abimle birlikte çıktık şeker satmaya. Herhangi bir şey olursa, bire iki, kendimizi
koruyacaktık.
Ama olmadı. Üç gün gezdi abim benimle, ondan sonra yine ben bir başıma Adana sokaklarında
Şekeeer
şekeeer diye bağırıp dolaşmaya başladım. Ama ne olur, ne olmaz diye o kıllı ayının bulunduğu
Kalekapısındaki
Đtfaiye Sokağına uğramıyordum.

Hiçbir zaman abimi kıskanmadım, evde oturuyor, şeker satmıyor diye. Bilmem, bir hastalık
geçirmişmiş o,
güneş yorgunluk dokunurmuş ona Gerçekten öyle oldu. Bir hafta sonra yatağa düştü, bir
hafta gelemedi
kendine. Benim her gün getirdiğim ve annemin onları bir tasın içinde biriktirdiği bozukluklar
abimi ayağa
kaldırdı. Belki bizim çulaki pantolon doktor amcanın cebine gitmişti, ama abimi ayağa
kaldırmıştı. Geceleri
Sefa'ya gündüz nereleri gezdiğimi, nerede ne denli şeker sattığımı anlatıyordum.

O bana boyuna, kıllı adamı soruyordu:

-Hiç rasladın mı o deyyusa?

-I -ıh, hiç raslamadım.

-Raslarsan yapıştır taşı alnının ortasına, aksın pekmezi

Bir gün bir evden çağırdılar. Anamın sıkı uyarısı var, Evin içine çağırırlarsa sakın gitme diye.
Baktım çağıran
bir abla, onun için korkmadım.

Abla,

-Gel gel içeri! dedi.

Đçeri girdiğimde sordu:

-Karnın aç mı?

-Yoo,

-Karpuz yen mi?

-He, yerim.

Kocaman bir dilim karpuz kesti uzattı:

-Ye ye!

Karpuzu, mızıka çalar gibi yemeye başladım. Bir tatlı, bir de soğuktu ki karpuz Abla da
geçti karşıma oturdu:

-Adın ne senin?

Söyledim.

-Anan baban var mı?

-He, var.

-Başka kardaşın?

-O da var.

-Ağam, sana bi iş desem yapan mı?

-He, yaparım.

-Bak, sana bi mektup verecem, bu mektubu Saathaneyi biliyon mu?


-Biliyorum.

-Đşte orda bi dükkan var, kocaman kumaşcı dükkanı. Đşte bu mektubu o dükkandaki gıvırcık
saçlı oğlana
verecen. Yaparsın değil mi?

-Yaparım, dükkanı tarif et!

-Saathaneden geçip gidecen, sol tarafta sıradan say, sekizinci

-Solda?

-He solda Kurban ağam, kimseye bi şey deme e mi? Bak, şekerin burada kalsın, hiç vallaha
ellemem. Al,
şunu da harcarsın.

Paraya bir baktım, kocaman para Değil ben bu paraya Saathaneye gitmek, Kurttepeye bile
giderdim.

-Mektubu sıkı dut, oğlanı dışarı çağır, ver. De ki, sana bunu Hamide Abla gönderdi de

-Derim abla.

-Hadi görim seni ağam.

Mektubu kaptığım gibi koşmaya başladım. Aklımda bir tek şey var, kıvırcık saçlı oğlan Yarı
yolda içime bir
kurt düştü:

-Ya oğlan döverse beni? Ya ustası döverse?..

Cebimdeki parayı yokladım, değer; dayağa da değer bu para Saathaneyi geçtim, Çarşı
Hamamını geçtim, abla
sol kolda demişti Birincisi çivi mivi satar, ikincisi kitap defter satar, üçüncü, beşinci,
sekizinci Dükkanı
buldum, kıvırcık saçlı oğlanı da gördüm. Ama, o tezgahın başındaki iri bıyıklı, kocaman kafalı
adam Dükkanın
önünden bir gittim, bir geldim. Koynumdaki mektup oldu bir ateş Girsem mi, girmesem mi,
çağırsam mı,
çağırmasam mı?..

-Abi, dedim, abi

-Kıvırcık saçlı oğlan,

-Ne lan dedi.

-Bişey soracam abi.

Kıvırcık saçlı, dükkanın önüne geldi:

-Nereyi soracan?

-Fısıldadım:

-Sana Hamide Abladan mektup getirdim.


-Hani, nerde lan?

Tam elimi koynuma atıyordum ki,

-Şurdan lan, şurdan gidecen, dedi. Şu tarafı tut git!

Fısıldadı:

-Ver mektubu!

Koynumdan çıkarıp verdim. Ve verdiğim gibi uçtum oradan. Eh, parayı alnımızın teriyle hak
etmiştik artık.
Rahat rahat, bu cebimden alıp, öteki cebime aktarabilirdim

Hamide Ablaya müjdeyi verdim:

-Sağ ol ağam, dedi. Bak al şekerini, vallaha elimi bile sürmedim.

Hiç işte, sürse sanki ne olacaktı? Kocaman para vermişti bana. Bir tane de yesin, beş tane de
yesin, helal olsun.

-Ağam; dedi ayrılırken, yarın o dükkanın önünden geçersen uğra, ben yazdım mektubun
içine, sana cevabını
verecek, al, gel Kapının önünde şeker diye bağır, ben hemen çıkarım verirsin, olmaz mı?

-Olur, dedim.

Yaptığım işin pek ayırdında olmadığım için sevinçle tuttum evin yolunu. Cebimdeki para, sarı
sıcağı biraz daha
unutturdu bana. Yolda şerefe, bir de limonata içtim buz gibisinden.

Anam, bu paranın hesabını sordu:

-Buldum.

-Nereden buldun?

-Ulus Parkından.

-Garibin biri düşürmüştür zavallı Belki de ekmek parasıydı, dedi.

Sabahleyin şekeri alır almaz, ilk işim o dükkanın önünden geçmek oldu. Ama kıvırcık saçlı
oğlanı göremedim.
Öğleye doğru bir daha geçtim, yine göremedim kıvırcık saçlı oğlanı. Bıyıklıdan dayak yememek
için soramadım
da Öğleden sonra geçtim bir kez daha. Kıvırcık saçlı bağırdı ardımdan:

-şekerci!

Dışarıya çıktı. Hem şeker aldı, hem de cebinden çıkardığı mektubu uzattı.

-Götür bunu Hamide'ye. Al şunu da Aman Allah, dünkü gibi kocaman para

-Cevabını yarın al gel!

-Olur abi.
-Hişt, kimseye bişiy deme ha!

-Demem

Der miyim hiç? Đnsan böyle bir ekmek kapısını rezil eder mi sağa sola? Zaten bana nesiydi.
Benim yaptığım
kötü bir iş değildi ki Okulda Postacı Ünitesinde okutmuştu Leman Öğretmenimiz, postacı da
benim yaptığım
işi yapıyordu. Vardım yine o evin önüne,

-şekeer, diye bağırdım. Hamide Abla hemen kapıya çıktı:

-AI Hamide abla!

-Belli etmeden ver!

Belli etmeden nasıl verilir ki, postacı gibi uzattım.

-Yarın uğra, cevap yazayım, dedi.

-Olur, uğrarım.

Tam bir buçuk ay, bir gün kıvırcık saçlıdan Hamide Ablaya, bir gün Hamide Abladan kıvırcık
saçlı oğlana
mektup taşıdım durdum. Ama. bir gün mahallede bağırdım:

-Şekeeer, şekeeer!.. Göremedim Hamide Ablayı.

Dükkanın önünde bağırdım: Şekeeer, şekeeer!.. Göremedim kıvırcık saçlı oğlanı. Onlar
gitmiş, biz de
nafakamızdan olmuştuk. Ama bir gün, okkalı bir tokatın sayesinde hem Hamide Ablanın, hem
de kıvırcık saçlı
oğlanın ne olduğunu öğrendim. Hamide Ablanın kapısının önünden geçerken, şeytan dürttü, çal
kapıyı, sor
diye Çaldım kapıyı. Yaşlı bir adam çıktı pencereye:

-Ne var?

-Hamide Abla nerde? Adam, çabucak indi aşağıya,

-Sen miydin o it, dedi yapıştırdı tokatı. Sen kaçırdın onları piç kurusu, sen!

Nasıl kaçtım oradan bilmiyorum. Demek kaçmışlardı. Ve bu kaçmanın çok gizli planlarını
demek ben
taşımıştım bu cepheden o cepheye, o cepheden bu cepheye Ne mutlu bana?.. Pekiyi,
şimdiye dek bu adam
neredeydi, niye kızına sahip olmamıştı, hiçbir zaman öğrenemedim bunlarıBu açıktan
kazandığım paraları bir
çiçek saksısının içinde saklıyordum. Bizim çeşmenin suyu kuruyunca, tüm biriktirdiklerimi
oradan alarak bir
fırına götürdüm, bütünlettim. Kocaman bir kağıt para oldu. Anam.

-Bu ne, diye sordu.

-Buldum, dedim.
Anam da, babam da telaşlandılar. Ama, ben yalan söylemezdim ki N'oldu sonra bu kağıt
para bilmiyorum,
kim bilir bu yıkık dökük evin hangi yırtık bohçasına yamalık olmuştur

O kış okula gerçek ayakkabıyla gittim. Uzun konçlu, kırmızı bir lastik çizme. Đçi de apak Đki
gece koynumda
yatırdıktan sonradır ki, ancak giymeye kıyabildim ve giydiğim gün, çocuk dünyamda yağmur
duasına çıktım:

-Allahım bi yağmur!..

Yağmurda sulara girecek, su almayan ayakkabımla geçen yılların acısını çıkaracaktım. Ne


yazık ki tam iki ay
duamı kabul etmedi Allah!.. Duamın kabul olduğu zaman da, çoktan delinmişti bizim kırmızı
çizmelerin altı. Đşte
o zaman babam, yine en büyük buluşlarından birine girişti. Bu kez, uzun konçlu lastik çizmeyi
monte etti nalın
üzerine. Ayseller, Laleler epeyce gırgır geçtiler ama, onda da avunacak bir yan buldum
kendime:

-Kendilerinin yok da ondan kıskanıyorlar, dedim.

Çulaki pantolonum üç ay dayanmadı. Ona da bir buluş anam uydurdu, nasıl olsa babamdan
epeyce kurs
görmüşlüğü var. Pantolonun paçalarını kesti, ne uzun, ne de kısa Oradan çıkardığı parçayı
kıçına yamadı.
Kısacası bizim şekercilik özel sektörlüğümüz ancak üç ay mutlu kıldı biziAbim pek tutumlu
değildi, ama ben
çok tutumluydum. Kalemlerim minicik kalıncaya dek kullanırdım. Ne de olsa buluşçu başı
Ahmet Efendinin
oğluyduk, kanımızda onun kanı dolaşıyordu. Kalem ufalınca, onu bir kargının ucuna geçirir,
uzatırdım. Eh,
öylece de on, on beş gün idare ederdik yeni kalem almadan. Eski kesekağıtlarından defter
yapmakta anamın
üzerine yoktu. Her sayfası ayrı bir renk olan defterime, Ayseller Laleler bakarlar,

-Baban bunu Đstanbul'dan mı getirdi, derlerdi.

Gülerdim Onlar da gülerlerdi. Ben susardım, ama onlar hala gülerlerdi.

Bir gün nasıl oldu bilinmez, Aysel'in çok değerli, cicili bicili kalemi yitmişti. Olur a, kim bilir
nerede
düşürmüştür hoplarken zıplarken Kalem arandı, tarandı, bulunamadı. Ama, tüm gözler
bende Çalsa çalsa
bunu kaleminin ucuna kargı geçiren çocuk çalar Teneffüste, Laleler, Metinler, Gülcanlar
başıma biriktiler.

-Bunu sen almışsındır mutlaka, dediler.

-Hayır, dedim, ben almadım. Almadım ben!

-Sen aldın sen!

-Hayır!

-Ama senin kaleminin uçunda kargı var.


-Ben almadım, vallaha billaha ben almadım.

Ağlamaya başladım.

-Aldın da ondan ağlıyorsun değil mi?

-Hayır, dedim, hayır

-Sen aldın sen, söyleyeceğiz öğretmene O anda gözümün önünde kalemler uçuştu Renkli
kalemler, uzun
kalemler, kısa kalemler

-Ben almadım. vallaha billaha ben almadım diyorum size!

Koştu gittiler Leman Öğretmene. Biraz sonra, sanki okulu kundaklamışım gibi bir yığın çocuk
kolumdan
bacağımdan yakalayarak, karga tulumba, sınıfa. öğretmenin huzuruna çıkardılar. Durmadan
ağlıyordum
Öğretmen,

-Siz çıkın bakayım, dedi çocuklara. Çıktılar ama, bu kez pencereye yığıldılar. Bekliyorlar,
öğretmen
beni tokatlasın, tekmelesin diye. Ama öyle olmadı. Öğretmenim, bak yavrum, dedi, aldınsa, bir
yere koydunsa
getir ver, hiçbir şey demeyeceğim.

Hıçkırmaktan yanıt veremedim.

-Aldın mı, diye yineledi. Başımı salladım, hayır anlamında.

-Pekiyi, niye arkadaşların senden kuşkulanıyorlar?

Cebimden ucu kargılı kalemimi çıkardım. Ama,Bunun için, diyemedim.

-Koy onu cebine, haydi git, dedi. Yıkılmış, çıktım oradan. Çok kafamdan geçti, girme bir daha
bu sınıfa, bu
okula diye. Ama anamın sözü geldi aklıma:

-Đnsan ancak okursa büyük adam olur! Ders boyunca hıçkırdım durdum arka tarafta.
Öğretmenim, iki kez
saçlarımı okşadı. Çocuklara,

iyi bir çocuktur, o almamıştır, dedi, Ama ben yaralanmıştım bir kez çok büyük bir
mutluluk olmalıydı
ki, unutmalıydım bu olayı. Gece düşümde hep kalemler gördüm. Sivri sivri, ok gibi, orama
burama saplanan
demirden kalemler Ve gece yarısı hıçkıra hıçkıra olayı anama anlattım:

-Üzülme oğlum, dedi.

Başım, anamın göğsünde uyumuşum Sabahleyin babam epeyce sövdü saydı, kalemi
yitene, okula, şuna
buna Eh, yoksulun sövmekten gayri ne gelir ki elinden

Derse girer girmez Aysel yanıma geldi. Sanki hiçbir şey olmamış gibi gülerek,
-Kalemimi evde unutmuşum, dedi. Güldüm Çocukça güldüm Suç üzerimden kalktığı için
güldüm

-Al, istersen bu kalem senin olsun, deyince başımı salladım:

-Đstemem, benim kargı kalemim var.

Đki tane ceviz uzattı bu kez.

-Al, dedi.

Almadım.

Đkinci yaz darıcılığa başladım. Sabahları daha gün doğmadan çuvalı kaptığım gibi anamla
pazarın yolunu
tutuyorduk. Çok uzaktı pazaryeri bizim mahalleye. Ama olsun, darıcılığın karı çoktu. Anam,
çatır çatır pazarlık
ederek darının yüzünü bilmem kaç liraya alıyordu. Đki yüz darı ve zayıf anacığım Ama yaşam
kavgası bu,
varolma kavgası bu Oradan geçen birine söyler, çuvalı anamın sırtına yüklerdik. Güya, ben
de yardım ederdim
anama. Çuvalın arkasına geçer, söyle bir ucundan tutardım. Kadıncağız, yükün altında bile
yine mutluluk sözleri
ederdi:

-Bugün darıları ucuz aldık oğlum, ucuz! Eve gelirdik Ah bir darı soymak, ne hoş, ne güzel,
ama darı yüz
olunca, ama darı iki yüz olunca, eller kesilir, kollar işlemez olur. Aynı şeyi yıllar sonra bezelye
ayıklarken de
duyumsamıştım. Anam bir yandan kazanın altını ateşler, ben bir yandan darı soyarım.
Soyduğumu kazanın içine
atarım. Sayarım da bir bir

-Yüz oldu, yüz on oldu! diyerekten. Darılar kuşluk zamanı haşlanmış, hazırdır. Ondan sonra
kovanın altına
biraz kaynar su, üstüne de aldığı denli yirmi darı, otuz darı, üzerine temiz bir havlu örter, bir
elimde kova, öteki
elimde tuz kutusu çarşılara, sokaklara düşerim:

-Darı var darı, hamama girdi kocakarı, dişleri sarı sarı!..

Kaynar kova bir yanımı haşlar, güneşse beynimi. Kovanın sapı da bu işkenceye yardım etmek
için kolumu keser
durur. Ama ben yine de mutluyum. Bir darıda şu denli kar kalırsa, iki darıda şu kalır, yüz
darıda bu, iki yüz
darıda bu denli Ha çaba Kemal, darı sata sata milyoner bile olunur!funduszeue.info gün bir evin
penceresinden bir erkek
başı uzandı:

-Darıcı lan! Yukarıya baktım.

-Gelsene yukarı!

Anamın uyarısı Durakladım Ama adam bağırıyor:

-Kapının ipini çektim, gel lan gel!


Ne yapacak adam beni. Darımı alır paramı mı vermez? Hiç koskoca adam benim bir darıma
mı kaldı?

-Ne dikeliyon lan, gelsene! Daldım kapıdan içeri.

Karanlık alt evden geçtikten sonra tahta merdivenleri tırmanmaya başladım. Sahanlığa
çıktım:

-Gel lan gel, dedi yine aynı ses. Korkuyla daldım odaya Aradan çok uzun yıllar geçti, hala
unutamam o
sahneyi. Daha o güne dek çıplak bir kadın görmemiştim ki bir erkeğin yanında. Bir kadın,
genç, iri iri gözlü.
Üzerinde bir külot bir sütyen olmasına karşın bana çırılçıplakmış gibi geldi. Elinde de bir uzun
sopa. Ortada bir
tepsi, tepsinin içinde yarım tavuk ve rakı Adam, atlet ve donla.

-Gaça lan darı, diye sordu adam. Kadın, bir sopa çekti adama:

-Cimri, pis cimri, dedi. Ne yapacaksın fiyatını? Đki tane al işte.

Adam, pis pis sırıttı. Yalpalayarak yerinden kalktı, iki tane darı seçti. Kadın,

-Benimki çok tuzlu olsun, dedi.

Onunkini çok tuzladım. Bir ara yine gözlerim kadına ilişti, yatağın içinde bacaklarını karnına
çekmiş, tavana
bakıyordu.

-Al abla, dedim.

-Ablanı sevsinler, dedi. Sonra sordu:

-Okula gidiyor musun sen?

-He, dedim.

-Kaçıncı sınıf?

-Üçüncü sınıf.

Hiç de biz Adanalılar gibi konuşmuyordu bu kadın.

-Annen baban var mı?

-Var!

-Tavuk yer misin?

Yemem diyemedim, doğduk doğalı bir kez tavuk eti yemiştik, lezzeti damağımdaydı o gün
bugün

-Ye onu! dedi.

Elimi uzatamadım tavuğa, adama bakıyordum. Adam huzursuz ve kızgın. Kadın, bir sopa
daha çekti adama:

-Ne bakıyorsun öyle çocuğa dedi. Sonra bana döndü


-Ye çocuğum ye!

Bazen babamın anama gizli gizli anlattığı şeyler geldi aklıma. Çıplak kadınlar olurmuş, şölen
masaları olurmuş,
üzerinde bir tek kuş sütü eksik olurmuş bu masaların, ama çok parayla yapılacak şeylermiş
bunlar Adına da
hovardalık derlermişEh, bir kez de biz hovardalık yapalım. Tavuğun budundan giriştim. Ara
sıra adama gözüm
takılıyor. Kadınla bu adamın darı yiyişlerini karşılaştırıyorum. Kadının ağzında sanki sapsarı bir
ağız mızıkası
var, adamınsa odun. Đçimden,

-Ne iyi bu abla, diyorum. Ama niye çıplak ? Hem de böyle çam yarması gibi bir adamın
yanında? Ne yapar ki
bu adam bu ablaya? Sıkar, canını çıkarır. Ama sopası var ablanın, kızdırdı mıydı vurur bu
öküze. Pis öküz!

-Ye ye, diyor kadın ara sıra.

O dese de, demese de hızımı almış yiyorum zaten. Ama bir gözüm adamda, korkuyorum.
Korka korka yiyorum.

-Kavun da ye, diyor. Kavun da yiyorum.

-Su iç, diyor.

Sürahideki buzlu sudan içiyorum. Tekrar girişiyorum tavuğa. Nerde kızartmışlar, nerde
haşlamışlar bunu ki?
Herhalde bu abla haşlayıp kızartmamıştır, çünkü çok kibar. Ekmek bile kesemez. Öyleyse bu
öküz haşlayıp
kızartmıştır. Eline sağlık öküz!!!

Ağzımı sofra bezine siliyorum.

-Doydun mu, diyor kadın.

-He, diyorum.

Elindeki darı sapını adamın kucağına fırlatıyor, kahkahayı basıyor, öküz de gülüyor. Adamın
pis pis altın
dişlerini görüyorum.

Kadın,

-Çocuğun parasını ver, sen de biraz çabuk ol, gideceğim, diyor.

Adam, pişt ediyor,

-Ancak ben bırakırsam giden, diyor.

-Cenazemi çıkarmağa mı niyetlendim, diyor kadın.

Adam bozuk para uzatıyor avcuma. Paraya bakıyorum, dört beş darı parası, seviniyorum.
Kadın,

-Bakayım paraya, diyor.


Korkuyorum, yarısını geri alacak diye, ama öyle bir abla değil bu abla Uzatıyorum.

-Tüh, diyor adama, ver bana o pantolonu!

Adam vermek istemiyor. Kadın hışımla kalkıyor yataktan, adamın elinden pantolonu alıyor,
bir kağıt para
uzatıyor.

-Al!

Çok para, çok çok para Adama bakıyorum, korkuyorum almaya.

-Al al, diyor kadın.

Adama bakıyor, adamın boynu bükük bu bakıştan. Parayı kapıp çıkıyorum odadan. Öküzün
sesi duyuluyor
ardımdan:

-Lan eyicene ört gapıyı e mi?

Paranın hesabını o gece anama buldum diye veriyorum. Neden bilmem, o gece hep o ablaya
acıdım durdum.
Öküzün, onun her dediğine hı deyişini de ablanın elindeki deyneğe borçlu olduğunu düşündüm.
Dini bayramlar
ayrı bir mutluluk katardı bizim çocuksu dünyamıza. Ne kurban bayramının kurbanı, ne şeker
bayramının şekeri
ilgilendirmezdi bizi. Đki kardeş, arife gecesi, aynı postacılar gibi, elini öpeceğimiz evleri sıraya
koyardık.

-Đlkin Nuri Emmilere, ordan Şakir Emmilere, ordan Fetiye Ablaya, ordan Ömer AbiyeVe
arkasından çok
derin hesaplar

-Nuri Emmi şunu verir, Şakir Emmi bunu verir, Fetiye Abla onun yarısını verir, Ömer Abi en
çok verir

Bir hesap, bir kitap, öğleye kadarki bilanço bilmem ne kadar kuruş, şu kadar lira

-Öğleden sonra ilk kez şunların evine, ondan sonra ötekilerin.

Ara sıra abimle tartışırdık da:

-Hasan Emmi çok para vermez, az verir, diye.

-Yok oğlum, verir verir.

-Var mısın bahsine?

-Varım!

-Nesine?

-Bana vereceği de senin olsun!

-Söz mü?
-Söz

-Sözünden cayanın?

-Anası babası ölsün!

-Allah etmesin lan!

Ama daha hemen oracıkta unuturduk verdiğimiz sözü. Para bankamız annemdi. El öpmekle
elde ettiğimiz
parayı, anamızın avcuna sayardık. O da, bir bölümünü saklar, bir bölümünü bize her gün
bayram harçlığı olarak
verirdi. Babam,

-Bre avrat alıştırma şunları paraya! Bak evde et var, karpuz var, yesinler, nelerine gerek
para, dediğinde, anam,

-Zaten ne verdim ki ellerine, diye bizi savunurdu.

Oysa, annemin bize verdiği para çoktu. Bilmem, belki de kadıncağız, çocuklar hiç olmazsa
yılda bir iki gün
para harcama zevkini tatsınlar diye böyle davranırdı. Ah o paralar, yanları tırtıklı bir kuruşlar,
ortası delik yüz
paralar Bayram yerinde dönmedolaba binerdik, atlıkarıncaya binerdik, tüm mutlu çocuklar
arasında biz de
mutlu olurduk. Hele cambazdaki boncuk, günlerce düşlerimizde yaşardı. Oy dingala dingala
Ateş de koydum
mangala Ayşe de Fatma da dostum var Çalkala boncuk çalkala

Ama bir bayram böyle mutlu olamadık. Arifeden iki gün önce, bir beyaz araba geldi, anamı
aldı gitti. Biz iki
kardeş hüngür hüngür ağladık.

-Abi, anamızı nereye götürdüler?

-Hastaneye.

-N'olacak?

-Ameliyat edeceklermiş.

-Karnını mı kesecekler?

-Hee

-Ya ölürse?

Ölmez ki, doktorlar kesecekler.

O gece babam bizi ablamın yanına bıraktı. Enişte ekmeğini, enişte yemeğini yedik. Eniştem
şen adamdı. Bin bir
türlü masal ve şaklabanlıklarla bizi eğlendirmeye çalıştı. Abimi bilmiyorum ama, ben o gece
düşümde hep anamı
gördüm. Đki kardeş, ne zaman birlikte sokağa çıksak, ardımızdan,

-Benim çift güvercinlerim, diyen anamı.


O sene bayramı bilemedik. Ne atlıkarınca, ne dönmedolap mutlu kıldı bizi. Bayramın üçüncü
günü babam,

-Hadi sizi ananızın yanına götürecem, dedi.

Sevinçten göklere uçtuk iki kardeş. Babam, sıkı sıkı uyardı:

-Ulan sakın hastanenin içinde gürültü etmeyin ha!

Tek anamızı görelim, soluk bile almazdık. Memleket Hastanesinin giriş kapısına varınca,
kapıcı,

-Çocuklara yassak, dedi.

Babam, pek kavgacı insan olmadığı için hemen boynunu kırdı, bize,

-Bakın oğlum bırakmıyorlar, siz burada bekleyin, ben biraz sonra gelirim, dedi.

Oysa biz oraya ne umutlarla gitmiştik. Anamızı görecektik, anamızın boynuna


sarılacaktıkÇöktük kardeşimle
oraya. Dokunsalar ağlayacağız. Biraz sonra bir fayton durdu yanımızda. Đçerisinden iyi giyinmiş
bir kadın, bir
erkek ve iki çocuk indiler. Kapıcı hiçbir şey demedi onlara. Üstelik selam bile verdi. Hele
çocuklar, ellerini
kollarını sallayarak girdiler kapıdan. Bir kızdım ki o zaman! Hemen kapıcının yanına yaklaştım:

-O çocukları niye bıraktın?

-Kefim bilir!

-Bizi niye bırakmıyon?

-Kefim bilir!

-Emmi, dedim yalvararak, anamızı görecektik be emmi!

-Defolun lan!

-Emmi be!

-Ulan itoğluitler, ayırırım bacağınızı haa! Çöktük yine oraya. Biraz sonra abime,

-Hadi lan, dedim, şu arka taraftan atlayak!

-Ya görürlerse?

-Görürlerse gürsünler!

-Döverler.

-Dövsünler!

-Çok mu döverler ki?

Yürümeye, hastanenin etrafında dolaşmaya başladık. Sefa,

-Lan keserler bizi, dedi.


-Kolay mı?

-Kolay ya! Burda hep kesip biçiyorlar zaten.

Bir ağaç bulduk. Önce ben tırmandım ağaca. Oradan telörgüyü geçtim ve hastanenin içine
atladım.

-Hadi abi!

-Döverler lan!

-Gel dövmezler.

Gönülsüz çıktı ağaca Korkarak atladı. Atlayınca da,

-Đii, ayakkabılarım dışarda kaldı ya, dedi.

-Eğil! dedim. Abimin sırtına çıkıp telörgüyü tuttum; oradan ağaca, oradan yere atladım.
Ayakkabıları içeri
attım, tekrar atladım.

-Eee, dedi abim, anamız nerde ki?

-Hey ya!

Memleket Hastanesinin içinde kaçaklar gibi yürümeye başladık. Bir beyaz gömlekli gördük
mü, ya bir duvarın
ardına, ya da bir çamın arkasına gizleniyorduk. Bir köşeyi döner dönmez, elinde bir şeyler
tutan beyaz
gömleklinin biriyle karşılaştık. Tabana kuvvet, nasıl kaçıyoruz, ilk girdiğimiz yere, ardımıza
bakmadan. Tam
telörgülerin yanına varmıştık ki, ardıma baktım:

-Lan abi, bizi kovalayan movalayan yok, dedim.

-Ne biliyon lan, gitti o, üç kişi daha çağırıp gelecek!

Bir zaman orada korkuyla bekledik. Gelen giden olmayınca hastanenin yollarını tekrar
arşınlamaya başladık.
Karşıdan gelen bir karı kocaya sordum:

-Biz anamızı arıyoruz, nerdedir acaba?

-Annenizin hastalığı ne?

-Bilmiyoruz ki, dedim.

Kadın erkeğin, erkek kadının yüzüne baktı.

-Siz en iyisi şu yolu tutun, dahiliyeye gidin. Kapıdan girince sol taraf kadınların

Yürümeye başladık Yanımıza bir beyaz gömlekli yaklaşırken iri iri terler döktük. Ama adam
bize bir şey
demeden geçip gidince, iki kardeş birbirimize bakarak güldük. Abim,

-Bu adam hımbıl da ondan bir şey demedi, dedi.


-Ne hımbılı lan, gözleri çakmak gibiydi.

-Birine kızmış zahir, bizi görmedi.

-O kızgınlıkla bizi bi görseydi, bestilimizi çıkarırdı.

Kapısında Dahiliye yazan yeri bulduk. içeriye girdik. Sol tarafa baktım, babam annemin
yanına oturmuş,
yandaki ziyaretçilere bir şeyler anlatıyordu.

-Anaaa, diye bağırdım.

Zavallı anacığımın gözleri ışıladı. Babam şaşkın,

-Ulan nasıl geldiniz, dedi.

-Duvardan atladık.

Ah o güzel ana kokusu Hastanenin lizol kokusunda bile sevgi dolu, yaşam doluydu
Kokuların en güzeli ana
kokusu Bizi tek tek bağrına bastı, sıktı, öptü

-iyi oldum ben artık, dedi.

-Ne zaman gelecen, dedim. Babam yanıt verdi:

-Bir hafta sonra.

Oturmadık, oturamadık. Şişman bir beyaz gömlekli kadın girdi içeriye,

-Siz ne arıyorsunuz burada! diye bağırdı.

-Anamızı görmeye geldik, dedim.

-Beni görmeye gelecek değildiniz ya, hadi çıkın dışarı!

Babam zaten telaşlı insan

-Hadi hadi, dedi bize, hemen çıkın ben de geliyorum.

Şişman kadına döndü :

-Sen onların kusurlarına bakma ablaları.

Lan oğlum hastane denen şeyin nizamı kanunu vardır Anacığım tekrar sarıldı, tekrar
bağrına bastı bizi.

-Gidin oğlum, dedi, bunların her biri bir canavar.

Đçimden,

-Beyaz gömlekli canavar, dedim. Çıktık oradan abimle

-Gel lan abi, şu kapıcıyı apıştıralım, dedim.

-Nasıl?
-Koşarak önünden geçelim, sonra karşısına geçip zort çekelim.

-Lan tutar döver!

-Đyi madem, öyleyse zort çekmeyip öyle geçelim.

-Ama önden ben koşacam!

-Đyi, sen koş!

Abime baktım, uçuyor, ama nasıl uçma, kurşun yetişmez ardından.

-Lan abi, tam kapıcının yanına varınca soluğun kesilecek lan, biraz yavaş koş, sona herif seni
kapıda enseler.

Duymadı bile beni. Kapıya yaklaştıkça, tatlı bir korku, tatlı bir heyecan duymaya başladım.
Kardeşim uçtu
çıktı, kapıcı onu görmedi bile. Ama, kapıcının beni görmesini istiyordum. Bekledim kalabalık
çıksın diye. Kapı
tenhalaşır tenhalaşmaz koşmaya başladım. Tam kapıdan çıkarken, elimde olmadan gülmeye
başladım. Hem
gülüyorum, hem koşuyorum. Apıştı kaldı kapıcı. Ardımdan baktı. Ama ben hıncımı alamamıştım
daha. Yolun
karşı kıyısına geçip bağırdım:

-Hey, kapıcı, biz anamızı gördük bile.

-Đyi bok yediniz.

-Duvardan atladık.

-Lan gelirim ha!

-Gelemen ki Sen kapıya bağlısın! Sövmeye başladı. Dayanamadım, bir zort çektim. Adam,
kurtuluşu,
kulubesine girmekte buldu. Eve giderken sevinçliydim. Hem anamı görmüş, hem de bir
haksızlığın hıncını
almıştım. Babam,

-Ananız haftaya evde, dedi.

-Biz gene ablamgile mi gideceğiz baba, diye sordum.

-He, dedi.

-Evde kalsak?

-Ne yiyeceksiniz?

-Peynir ekmek!

-Olmaz!

-Babam babam! Tez razı olur babam

-Çay da bişirin arasıra, dedi.


-Olur baba.

-Bak işde, ananızın kıymetini bilin, itler gibi dökülüp kaldınız.

Sordum:

-Anamın neresini kestiler baba?

-Ne yapacaksın.

-Hiç, sordum öyle.

-Sorup da nolacak? Kestiler, iyi oldu işte

Taş Köprüden geçerken hastaneye baktım. Orada benim anam vardı. Geceleri üstümüzü
örten, su istediğimiz
zamanlar su tasını uzatan anam Kim bilir o da ne mutluydu şimdi. Çift güvercinlerini
görmüştü. Belki de şimdi
yanındaki hastalara bizleri anlatıyordu.

-Benim oğlanlarım çok akılIı, diyordu. Taş Köprüyü geçince, babam avcumuza birer bozukluk
koydu:

-Doğru eve gidin.

Koşarak gittik evimize. Anahtarı taşın altından alıp odamızı açtık. Ne zordur anasız eve
girmesi? Girmemizle
çıkmamız bir oldu. Doğruca elektrik direğinin dibine gittik. Altısepet denen adamdan yeşil yeşil
elmalar aldık;
bir avuç da tuz, bandık bandık yedik

-Bugün günlerden ne, dedi abim.

-Perşembe.

-Haftaya bugün anam evde.

-He!

-Babam akşama ne getirir ki?

-Ekmek, peynir.

-Çay da bişiririk.

-He!

-Ben iki bardak içecem.

-Ben de

Alışmamıştım boş oturmaya, boş durmaya Daha doğrusu boş oturduğum zamanlar
huzursuzdum.
Bayram ertesi, iki kardeş sabah erkenden pazarın yolunu tuttuk. Eh, anamız yoksa bizde iki
yüz darı almaz, yüz
darı alır gelirdik. Pazarda bir satıcıdan yalvar yakar yüz darı aldık. Verdiğimiz para adamın hiç
hoşuna gitmedi
ama acıdı galiba durumumuza Çuvalın bir başından abim tuttu, bir başından ben. Çok
gidemedik öyle, birimiz
önde, birimiz arkada kalıyorduk, çuval da sarktıkça sarkıyor, ağırlaştıkça ağırlaşıyordu Abim,

-Gitmez bu böyle, dedi.

-N'apak?

-Biraz sen yüklen biraz ben!

-Olur, dedim.

Çöpçünün birine söyledik, çuvalı sırtımıza kaldırdı. Çuval sırtıma binince, bizim çöp bacaklar
vidası bozuk
pergeller gibi önce kendi kendine yanlara açıldı, sonra da titreye titreye yürümeye başladım.
Abim soruyor ha
bire:

-Nasıl lan, ağır mı?

-Kuş gibi.

-Lan çuvalın altında yittin gittin ha!

-Essah mı?

-Vallaha!

Đnsan ağır yükün altına girdi miydi, ağır ağır gideceğine daha hızlı gidiyor. Belki de bu işkence
bir an önce
bitsin diyeHalk Sinemasının oraya vardığımızda dizlerimin bağı çözülmüştü. Çuvalı yere
attım. Kaldırıma
çöktüm. Minicik yüreğim küt küt atıyordu. Çuvala baktım, hınzır çuval, daha da büyümüştü
gözlerimde.
Abim,

-Sıra bende, dedi.

Bu kez, bir gezgin satıcı çuvalı yerden kaldırıp abimin sırtına verdi. Abim çuvalın altına girince
yengeçler gibi
yan yan yürümeye başladı. Çuval kaldırımdan yana sarkınca, o, yola doğru fırlıyor, o
kaldırımdan yana sapınca,
bu kez çuval yola doğru fırlıyordu. Sanki dans ediyorlardı çuvalla, çuval dansı

-Lan çok ağırmış be, dedi.

Sonunda, kaldırımın birine tökezledi, kendi bir yana, çuval bir yana. Güldük Çuvalı sokağın
ortasından çekip
kıyıya koyduk. Abim.

-Kardeş, dedi, biz en iyisi bunun elli tanesini buraya dökelim. Ben de başında bekleyim, sen
elli tanesini doldur
çuvala al git eve, sona çuvalı getir, öteki elli taneyi de ben götüreyim.
Ahmet Efendinin kafası değirmen gibi çalışan akıllı çocuklarına kırk bin kez maşallah!funduszeue.infoı
çuvalının ipini
çözdük. Elli tanesini sayıp duvarın yanına yığdık. Geriye kalan darıları büyük bir iştahla
sırtladım. Bilmiyorum
artık yolda kaç mola verdim, eve geldiğimde tere batmıştım. Ayak parmaklarımın ucundan bile
bıcır bıcır terler
akıyordu. Tere karışan toz, kapkara yapmıştı ayakkabısız ayaklarımı. Tulumbayı çektim, kana
kana su içtim.
Çuvalı boşalttığım gibi, tekrar abimin olduğu yere koşmaya haşladım, Yağ camiinin oraya

Ah anacığım Anacığım olsaydı, şimdiye çoktan darılar haşlanmış, alışverişe çıkmıştım bile
Abimi
bıraktığım yere vardığımda, ne abim vardı, ne de darılar Đçimden:

-Çuvalı nerden buldu da, ardım sıra geldi, diyordum ki, oradaki kapısının önünü sulamakta
olan berber:

-Aldı götürdüler onu! dedi.

-Nereye? diye sordum.

-Heç, dedi adam, çarşı ağası geldi, gızdı, bağırdı, çağırdı, burada darı kebabı satmak yassak
dedi. Sona bizden
bi çuval istedi, doldurdu darıları içine, yükledi o çocuğun sırtına gittiler.

Zavallı abim, kim bilir çarşı ağasının önünde durup dinlenmeksizin nasıl götürmüştür o
darıları?.. Ama nereye
gittiler ki?

-Nereye götürdüler den emmi kardaşımı?

-Nereye olacak, belediyeye

Belediye, öyle bir bina biliyordum. Koşmaya başladım.

-Ya abime dayak atarlarsa, ya abime bir şey yaparlarsa? Ya darımızı geri vermezlerse?

Belediye binasına vardığımda abimi kapıda ağlar buldum.

-Lan kardaş aldılar lan darıyı!

-Çarşı ağası mı?

-He

-Demedin mi sen, biz burda darı kebabı satmıyoruz, eve götürüp kaynatıp satacağız, diye.

-Dedim kardaş, vallaha billaha dedim.

-Ne dedi?

-Ağzına sıçarım, dedi. Siz zaten hep böylesiniz dedi, biraz sonra da mangalı alır gelirsiniz,
dedi.

-Nereye bıraktın darıları?


-Đçerde, şişman bi herifin odasına. Đçeriye girsem mi, girmesem mi diye belki on dakika
düşündüm.

-Yalvardın mı şişmana?

-Siktir şurdan, dedi.

Belediye binasından içeriye daldım. Abim,

-Gel gitme lan, döver möver o göbekli, dedi.

-Gidecem.

-Vermez ki.

-Vermesin. Sen söyle hangi tarafta?

-Nah, şurdan gidince solda, büyük kapı.

Büyük kapının yanına varınca, masanın başındaki şişman adamı gördüm. Đt suratlının biriydi.
Bizim darı
çuvalı da hemen masanın yan tarafında kuzu kuzu yatıyordu. Kendimi azıcık zorladıktan sonra
gözümden yaş
getirmeyi başardım. Đçeriye girer girmez,

-Emmi, dedim, n'olur ver emmi!

-Suratıma ters ters baktı :

-Neyi lan?

-Şu darıyı Vallaha billaha biz orada darı satmayacaktık, anam da hastanede

Umursamadan,

-Zabıt tutulacak, dedi.

Zaptın ne olduğunu anlamadığım için,

-Ben tutarım emmi, dedim

-Ne?

-Ben tutarım.

-Ulan alırsam seni ayağımın altına!

-Emmim emmimsin.

-Git ulan dürzü!

-Emmim emmimsin.

Pofladı, lahavle çekti, bağırdı :

-Ulan git!
-Emmi, yoksuluz biz emmi!..

Nasıl oldu bilmem, ardımdan gelen biri kollarımdan yakalayıverdi. Şişmanın buyruğuyla,
kabama okkalı bir
tekme yiyip, soluğu dışarda aldım.

Abim sordu:

-Vermiyorlar mı?

-Yok, dedim, bir şey tutacaklarmış.

-Lan bizi tutacaklar, sen anlamadın mı, hadi kaçalım.

Tekme, haIa kemiğimi sızlatıyordu:

-He kaçalım dedim.

Đyi kaçtık Çünkü kaçmadan Önce abim şişkonun kapısını açtı. Ben sövdüm şişkoya, kilo
kilo O yerinden
kalkıncaya dek biz uçmuştukGitti bizim elli darı. Kim bilir, Adana kentinin hangi belediye
hizmetinin, hangi
taşı, hangi süsü, hangi boyası olmuştur bu bizim elli darı? Belki de belediye başkanının makam
arabasına fors
almışlardır, bol bol forslansın diye

Abimle koşa koşa eve geldik. Çocukluk, hem koşuyoruz, hem de ardımıza bakıyoruz, çarşı
ağaları
koşturuyorlar mı, koşturmuyorlar mı diye.

Đştahsız yaktım kazanın altını, iştahsız üfledim şiş şiş gözlerimle ateşi. Kazan kaynadı, darılar
haşlandı, zarar
ziyan şimdiden yarı yarıya. Abim kovanın bir ucundan tuttu, ben bir ucundan, Adana'nın kızgın
sokakları
fokurdayan bir kazan, bizim çıplak ayaklarımız etten birer kepçe, dön Allah dön!..

-Darıı, hamama girdi kocagarı, dişleri sarı sarı!..

Gün akşama dek dolaştık durduk; sabahleyin satıcının avcuna saydığımız darı parasını yine
de çıkaramadık.
Gece babama bir şey söylemedik. Anlatsak, yoksulun iç boşalması, isyanı belli, şişkoya da,
abimi yakalayıp
götürene de, belediyeye de, başkanına da ver edecek küfürü. Ve ardından,

-Ben gösteririm onlara, diyecekti. Sabahleyin kuru ekmeğe, ikişer bardak çayı yuvarladıktan
sonra, abime,

-Gel bugün su satalım, dedim.

Gözleri parladı. Haklıydı çocuk. Darıyı eve getirmesi, soyması, haşlaması, kazanın altını
gözlerimiz çıkıncaya
dek üflemek, kova elde dolaşmak dertti.

-He, satalım, dedi.

Anamın, yalnız sebze işlerinde kullandığı temiz kovayı aldık. Bir güzel yıkayıp sabunladık.
Evden bir kulplu
tas, bir de su bardağı alıp yola düştük. Buzcudan bir parça buz, belediye kesesinden de su
doldurduk içine, bir
tarafına kardeşim geçti kovanın, bir tarafına ben, düştük köşker arastasının içine:

-Hadi buzlu su, otuz iki dişine trampet çaldırıyor buzlu su!

Üzerinden su eksildikçe daya kovayı çeşmenin altına. Buz azaldıkça doldur buzu içine.

-Yok mu yüreği yanan!..

Arasıra kendimiz de bardak bardak yuvarlıyoruz Nakli mekanda ferahlık vardır diyenler
aldanmamışlar,
meğer nakli sanatta da ferahlık varmış. O denli kolayımıza gitti ki bu su satma işi, evelallah
ikinci günü bizim
darı kovası da su kovası oldu Artık çift koldan çalışıyorduk. Gerçi tek başına bir kova suyu
taşımak zor
oluyordu, ama bir yandan durmadan üzerinden eksildiği için, güç gelmiyordu bize

Akşamları, kazandığımız paraları bir teneke kutunun içine atıyorduk. Bilmem, belki de
anamıza sürpriz
yapacaktık Çünkü yarın perşembe, anamız hastaneden çıkacak. Çok bekledik o günü
anamızı. Ancak ondan bir
hafta sonra geldi anamız. Zaten zayıftı, geldiğinde bir deri bir kemik kalmıştı. Ama olsun, tek
anamız olsun,
değil bir deri bir kemikten, yalnız kemikten olsun

-Ana, paraya bak, dedim. Teneke kutuyu önüne boşalttım.

Sevindi, avundu anacığım Bir şeyler söyledi:

-Babanızın eli çok dardaymış, iyi oldu bu para, dedi.

Neden bilmem, babam kazandığımız parayı bizim elimizden almazdı. Anam aracılığıyla alırdı.
Sonradan
öğrendim, hastane ilacı hep babama aldırmış, babam da böylece topladığı bekçi paralarından
bir bölümünü
yemiş. Đşte bizim o bozukluklar oraya verilecekmiş. Olsun!.. Tek anamız iyi olsun da

Anam geldikten sonra da darıcılık yapmadım. Bilmem, ya ben bıkmıştım darıcılıktan, ya da


artık anam iki yüz
darıyı sırtına yükleyebilecek o eski ana değildi artık

O kışımız çok kötü geçti Hiç açmadı gökyüzü. Sabahtan akşama, akşamdan sabaha dek
yağdı durdu yağmur
deli deli

-Yok diyordu, babam, ben böyle yağmur ne gördüm, ne de bildim Dibi delindi mübareğin
dibi
Oysa delinen gök değil, bizim çerden çöpten evimizdi. Yağmur tepemizden vurdukça, o
çinkolar inim inim
inliyordu. Artık bir elimizde mum, bir elimizde çöp, evin neresi akarsa oraya yapıştırıyor,
tıkıyorduk Başımızın
cezası tavan, arı kovanına dönmüştü. Tam uykumuzun tatlı yerinde, şıp şıp burnumuzun
üzerine su damlaları.

-Anaa, burnumun ucu şıp şıp diyor! Zavallı anacığım, gaz lambasının kör ışığında kalkar,
delikleri sıvamaya
çalışırdı. Ama biraz sonra, azgın sular bir başka yerden damlamaya başlardı. Bir gece büyük
bir gürültüyle
uyandık. Babam,

-Vah vah, birinin evi yıkıldı ya, kimin evi, dedi. Ulan yağmur yeter be!

Babamın ardından da hemen anamın çığlığı duyuldu:

-Bre herif kalk, yıkılan ev bizimkisi Babam o denli iyimser ki,

-Yok yahu, nasıl olur, diyor.

-Vallaha

Fırladık yataklarımızdan. Bizim duvarlardan birinin yarısı yoktu. Günlerdir duvarı döven
yağmur, çamurlarını
akıtmış, yarısını açıkta bırakmıştı. Babam şaşkınlıkla,

-Avrat, sokak görünüyor vallaha, dedi. Anam, telaşlandı Bizleri bir üşütürse, hapı yuttuk
O zaman ciğer
yangısı hemen hazır

-Herif n'edek?

-N'edek bilmem ki. Su da başladı içeriye girmeye

-Savan çakalım mı?

Gece yarısı sağ olsun babam, bize bezden bir duvar yapıverdi. Belki o ince çıtalar olmasaydı,
duvar boydan
boya çökerdi. Đçimde büyük bir korkuyla uyudum o gece Ya evimiz başımıza çökerse,
diyordum. Evin çökmesi
önemli değil, ayrıca üzerinde bizi ezecek bir şey de yok, ama bir çökerse yandık belle bu kış
günü. Hem de bu
hiç dinmeyen şırıl şırıl yağmurun altında!..

Öğleyin okuldan geldiğimizde babam birtakım yeni buluşlar geliştirmişti Yıkılan duvarın
orasına burasına
dilmeler, odunlar çakmıştı. Biz geldiğimizde çamurla çamuru sıvamaya çalışıyordu Ah o
zamanlar bir naylon
olsaydı Babam:

-Eh, diyordu ikide bir, bu yağmur bugün dinerse, akşama doğru güneş çıkarsa, bir de gece
yarısı ayaz olursa,
yarına kalmaz bu sıvadığım yer kibrit gibi kurur

Umut dünyası

Ama hiç de babamın umut ettiği gibi olmadı. Yağmur arttıkça arttı, gök karardıkça karardı,
akşamüzeri de kötü
haber kulaktan kulağa yayılmaya başladı.

-Irmak seti yıkıp, kenti basacak! Seyhan gerçekten akşamüzeri iyice kabarmıştı. Bazı
yerlerde hemen seti
yalayıp geçiyordu. Bizim ev setin dibindeydi. Irmak gürüldedikçe, yüreğimiz hop oturup hop
kalkıyordu.
Sabahleyin ortalık aydınlanırken, babamın sesiyle uyandık:
-Artık ırmak taşmaz, diyordu

Sanki ırmağın taşmayacağı havanın aydınlanmasına bağlıymış gibiUyku gözlerimden aka


aka gittim o gün
okula. Okulda da salt Seyhan konuşuldu o gün Bir gece önceki uykusuzluk, o gece erkenden
yatmamıza sebep
oldu. Daha ilk akşamdan daldık uykuya. Düşümde su görüyordum, çok çok su. Gelip evimizi
götürüyordu,
boğuşuyorduk sularla Bizi o gece yarısı yataklarımızdan fırlatan anamın çığlığı oldu:

-Kalkın çocuklar, su bastı!

Deli gibi fırladık yataklarımızdan. Fırlar fırlamaz ayaklarımızın suya gömülmesi bir oldu. Su,
odamızın içinde
dönüp duruyordu. Babam bağırıyordu:

-Eşyaları dutun!

Bir gece önceki yıkılıp yapılan duvar yine yıkılmış, oradan su bütün gücüyle içeriye giriyordu.
Eh artık, tatlı
canımızı mı kurtaralım, yoksa tatlı canımızdan daha tatlı eşyalarımızı mı kurtaralım,
bilemedik Yakaladığımız
eşyayı kerevetin üzerine atıyorduk. Hava da bir soğuk bir soğuk, ıslak pijamalarımızın içinde
donacağız sanki
Türkocağı Mahallesinde pek çığlık yok, bizim evden başka Çünkü, tüm diğer evler ikişer katlı
ve taş Daha
millet iki gün öncesinden önlemini almış, altevlerindeki erzaklarını, şunlarını, bunlarını yukarı
odalara
taşımışlar. Bizim evden başka çerden çöpten ev yok ki mahallede

Babam, gece yarısı Kadir Şeref Efendinin kapısını çaldı. Taşıyabildiğimiz eşyaları, altımızda
su, üstümüzde
yağmur, Kadir Şeref Efendinin altevinin yüksekçe sahanlığına taşıdık. Anam, baban, abim kaç
kez suya battılar
bilmiyorum, ama ben çok düştüm. Bir kezinde elimdeki yastığı da suya kaptırdım. Koştum
ardından
yakalayayım diye, suyun altında kalan kaldırımı göremediğimden bir kez daha tökezledim
Güle güle çiçekli
yastığım güle güle Yolun açık Akdeniz'e dek Oysa öyle çok severdim ki o çiçekli yastığımı

Sabahleyin evimiz, onuruna yakışır bir şekilde sessiz sedasız çöktü gitti Đçinde de,
kerevetimiz, iki kırık
sandalyemiz ve çok modern sobamızla birlikte Kömürlerimizin de, hepsi akmış gitmişti
Babamın
gözbebekleri uzadı sanki bu manzaraya bakarken ilk kez tümümüz ağladık, birbirimizin
ellerini tuta tuta

Öğleye doğru su azalınca, babam bir tek atlı araba tuttu geldi, eşyalarımızın geriye kalanını
bu arabaya
yükleyerek ablamızın evine taşıdık. Eniştemizin bir buçuk oda olan evinin buçuğuna, villamız
yeniden
yapılıncaya dek yerleştik. Çoğu günler de uzaktan tanıdık Dudu Teyzenin bir göz evinde
kaldık O iyimser
babamın hali hiç gözlerimin önünden gitmez, dokunsan ağlayacaktı zavallı Bilmem, belki de
biz görmediğimiz
zamanlar yine için için ağlıyordu
Mart güneşiyle birlikte havalar da düzelmeye, ısınmaya başladı Gerçi evimizi yapmak için
beş altı kilo çivi
yeterdi ama, çaba yine bizlere düşüyordu. Babam iki gün çok sıkı çalıştı. Enkaz, haline gelmiş
dilme ve
direklerle evin çatısını dikti. Đki gün de sıvasına uğraştı. Eh bizim cici yuvamız, bizleri içine
kabul etmeye
hazırdı. Bir öğle sonrası yeniden evimize girerken ne kurdele, ne de kurban kestik ama,
anamız sağ ayağını
atmazdan önce belki yarım saat dua etti Tanrı'ya Bilmem, belki de bu dualar evimizin tekrar
başımıza
çökmemesi içindi.

Oh biricik yuvamız, yine başımızı sokmuştuk içine. Varsın kömürümüz olmasın, ama bizim
evimiz. Biz
evimizi soluğumuzla ısıtırız. Babam çok düşünmedi, hemen bir buluş ortaya koyuverdi,
tastamam odanın orta
yerine. Odanın ortasına tencere büyüklüğünde bir çukur açtı. Akşam olunca anam, yaktığı üç
beş parça mangal
kömürünü içine kül doldurduğu eski bir kabın içine koyuyor, sonra bu çukura bırakıyordu.
Üzerine arkalıksız bir
sandalye, onun üzerine de evin en büyük yorganını örtüyor, bacaklarımızı içine sokuyorduk.
Biz iki kardeş,

-Oh sıcacık, deyince, babam mutlu oluyor, bu mutlulukla anama seslenerek,

-Hava Hanım, yap da bir çay, tadını çıkaralım şu mutluluğun, diyordu.

Dersimizi yapacağımız zaman yorganın içinde doğruluyor, tahta çantamızı kucağımıza


çekiyor, iki kardeş
ödevlerimizi hazırlıyorduk. Babam ,durup durup,

-Vallaha avrat, o yağmurda yaşta, o evimiz yıkıldığında iyi ki hasta olmadık, diyordu,
seviniyordu.

Bazen duruyor,

-Nasıl da gitti o güzelim çiçekli yastık, diyordu.

Sonra benim saçımı okşuyor,

-Ühüü, kim bilir şimdi hangi denizde yüzüyordur o yastık, diyordu.

Anam, kocaman ak çaydanlığımızda çayı demliyor, üzerine apak bir havlu örtüyor, mis gibi
çay kokusu odanın
içine yayılıyordu. Đkişer üçer bardak açık çay içiyorduk. Hava o gece ayazsa, anam tandırın
altındaki küllenmiş
ateşi çıkarıyor, odanın bir yanına koyuyor, hepimiz tandır yorganının altında birlikte
yatıyorduk. Aynı yorganın
altında yattığımız geceler abimle en sevdiğimiz çekişme oyununu oynayamıyorduk.
Kerevetimizde birimiz bu
başta, öbürümüz öteki başta yatarken ayaklarımızla birbirimizi dürter, sonra bu dürtmeleri
hızlandırır,
kahkahaları atar, ancak anamızın uyarısıyla dururduk. Az sonra yine başlar, yine ayaklarımızı
bir makine gibi
çalıştırarak oyunumuzu sürdürürdük.
Aynı yorganın içinde dalgınlıkla ayağımı ileriye doğru sallayınca, babam,

-Aha böğrüm, diye bağırdı. Hanginiz savurdu tekmeyi lan?

-Baba ben, dedim.

-Niye savurdun?

-Abim sandım.

Bir kez de abim sallayıp babamın böğrünü tutturunca,

-Lan vallaha ayak sallayacaksanız, oyun oynayacaksanız kerevetinize yatırırım, sonra


soğuktan donarsınız,
dedi. Sıcak yorgan altından atılma korkusuyla tekme oyununu hemen durdurmuştuk.

Ah durur muyduk ki

Bu kez ayak parmaklarımızla birbirimizin ayağının altını kaşır, kıkır kıkır gülerdik. Babam
bağırırdı:

-Niye gülüyorsunuz ulan?

-Birbirimizi gıdıklıyoruz baba.

-Eliniz nasıl yetişiyor?

-Ayağımızla gıdıklıyoruz baba.

-Madem öyle beni de gıdıklayın, ben de güleyim.

Đki kardeş, babamızı gıdıklar, o gülerken, sanki biz gıdıklanıyormuşuz gibi kahkahalar atar,
yorulunca başımıza
yorganı çeker, bir arada yatmanın mutluluğuyla hemen uyurduk Yaz mevsimini çok
severdik Anam çok kez,
Yazın anası babası olsa, arkasından ağlarmış derdi. Herkes yazı sever zaten. Kimi yaylaya
gider, kimi denize
Đstanbul'a gidenleri de olur bizim Türkocağı Mahallesinin

Biz bunlar için sevmezdik yazı, sıcak olduğu için, yağmur olmadığı için severdik. Bol
domatesiyle, bol
biberiyle, bol hıyarıyla bulunmaz bir mevsimdir yaz Yaz geldi miydi yemek pişirmeye ne
gerek var, doğra
domatesi sahana, doğra soğanı sahana, varsa damlat,bir iki damla zeytinyağı. Ekşi için
düşüncen olmasın,
yediveren koruk tüm yaz boyunca buyruğunda Ondan da dövdün mü biraz, akıt ekşisini
salatanın içine, giriş
Sefa, giriş Muzo

Maşallah bol ekmek yerdik biz Dört kişilik aile, dört ekmeğe bana mısın demezdik. Hele
mübarek bir de taze
olursa

Yaz günü, yıkanmak da dert değildi bizim için: Leğeni çek avlunun bir köşesine, hangi köşeye
çektinse orası
banyo Suyu ısıtmak da istemez. Koyarsın bir saat önceden kovayı güneşe, bir saat içinde
ateş gibi olur;
ılıştırırsın bile. Ama kışın öyle mi ya, bekle ki güneş çıksın, yok avlunun şurası daha soğuk, yok
burası daha
sıcak, dön Allah dön Bir şey değil, temizlik uğruna işin ucunda ciğer yangısı olmak da var
Piri pak, tertemiz
öteki dünya gezisi. Onun için anamızın gözü hep güneşte olurdu. Bir banyo yapana dek,
çırılçıplak avlunun
birkaç köşesini değiştirdiğimizi bilirim. Orası daha soğuk, öbür taraf daha sıcakmış da ondan

-Ana çabuk dondum!

-Bi sabun daha edeyim, tamam!

Arasıra konu komşu bizim sırtımızdan çok büyük sevaplar kazanırlardı. Bakarız akşamüstü
Fethiye Teyze bir
tabak yüzük çorbası göndermiş, ya da Đsmail Efendi hizmetçisiyle bir tabak kaysı Hep
şaşardım, niye bunlar
gönderecekleri şeyleri taze taze değil de bayatlayıp öyle gönderirler diye Sanırım çabucak
yiyemeyip, tadını
çıkara çıkara yiyelim diye. Öyle yersek, duamız da çok olurdu

Babam bazen karşılaştırmalar da yapardı:

-Atiye Hanımın böreği, Şadiye Hanımınkinden daha güzel. Ama bak, Şadiye Hanımın pilavına
diyecek yok ha!..
Yalnız pilavı şöyle piştikten sonra azıcık dinlendirse, pirinçler dana gözü gibi dene dene olur
Bilmiyor
ki Hayriye Hanımın da kabağına diyecek yok Bayılıyom o avradın kabağını yerken.

Anam yanıt vermeyince, babam sorardı: Söylesene avrat, nasıl Hayriye Hanımın kabağı?

-Đyi iyi

-Kabak ki kabak!.. Söylesen ya Şadiye Hanıma, bir daha pilavı benim dediğim gibi yapsın.

Anam basını sallardı:

-Đçine kuş üzümü de koysun mu?

-Dalga mı geçiyon be!

-Neyine gerek bre herif, adam bilip göndermişler, yersin keyfine bakarsın. Arkasından da
duanı edersin, olur
biter.

Etmediğimizi biliyon mu?

Đlerimizde bir kamyoncu otururdu. Onlar nedense hep patates gönderirlerdi bize. Babam da
durmadan
bozulurdu buna,

-Gene mi patates, diye. Sanki peşin para vermiş gibi Bazen söylenirdi de:

-Bir lokma da et koymamışlar içine!

Bir gece annemle bunlara oturmaya gittik. Radyodan piyes dinleyeceğiz. Şans bu ya radyoları
bozulmuş. Söz
döndü dolaştı, bizim okul da çalışkan çocuklar olduğumuza geldi. Recep Emmi hangi ülkenin
başkentini
sormuşsa bilmiştim.

-Vallaha, dedi anama, bu çocuk çok büyük bir adam olacak!

Sanki, ülke başkentlerini bilen her çocuk, çok büyük bir adam olurmuş gibi

-Yahu biliyor, hangisini sorsam biliyor be!

Eh, anamı görmeli o zaman Nerdeyse soluk mantosunun içine sığamayıp taşacak.

-Benim oğlum akıllı, diyor, başka bir şey demiyor.

Recep Emminin karısı bu duruma bozuldukça bozuldu. Çünkü oğlu Ercüment'in maşallahı var,
tam üç yıldır
birinci sınıfta. Bilmiyorlar ki çocuk, bir sınıfı iyice pişirmeden öteki sınıfa geçmek istemiyor.
Kocası beni
övdükçe kadın küplere bindi. Kocası çok Sert bir adam olduğu için ağzını da açamıyordu. Bir
ara Recep Emmi,

-Ercüment'in eski bisikleti n'oldu. diye sordu karısına.

Kadın,

-Altevde, duruyor, dedi.

-Ver o bisikleti bu oğlana, binsin!

Eh, o anda öyle sevinmiş, öyle sevinmiştim ki, nerdeyse sevinçten havaya zıplayacağım. O
kırmızı bisiklet
benim olacak!..

Ercüment,

-Onun tekeri kırık ki, dedi.

-Olsun, dedi babası.

Ben de,

-Olsun, dedim. Ercüment,

-Dümeni de kırık ki, dedi.

-Olsun, dedi Recep Emmi. Ben de dedim:

-Olsun!

Recep Emmi bana döndü:

-Sabah gel de teyzen versin, dedi. Binemezsen bile oynarsın.

Oynarım ya, hem de nasıl oynarım O gece gözüme uyku girmedi. Sanki, o günü, güneşi
ben doğurdum
Şafakla kalktım. Avluda, bisikletimi koyacağım yeri aradım.
-Şuraya koysam hırsız kolayca götürür, buraya koysam ağaç kırılır, dalı üzerine düşer Şu
tahtın altına
koysam, olur ki taht çöker. En iyisi yatağımın yanına

Abim de erken uyandı:

-Bineriz değil mi lan kardaş?

-He, dedim, bineriz.

-Setten aşağı uça uça!

-Bayrak da takarız önüne.

-Anam diker.

-Lan para biriktirir, bir de zil alırsak üstüne

-Çan çin çan!

-Allah be!

Anam uyandığında biz avludaydık. Çiçekleri sulamaya çıktığında bizi gördü.

-Niye erken kalktınız, dedi.

-Recep Emmi bisiklet verecek ya, dedik.

-Ayıptır haa, erken erken gitmeyin.

Zor ettik saat dokuzu. Kapıyı çaldığımızda Recep Emminin asık yüzlü karısı açtı.

-Ne o?

Durakaldık iki kardeş. Bizim ne istediğimizi biImiyor muydu Feride Teyze?

-Şey, deeze, dedim, hani bisiklet verecekti Recep Emmi bize.

Ters ters söylendi:

-Biraz önce onu eskiciye verdim ben!

Donduk kaldık oracıkta. Kapı kapandı çok tan. Evimizin kapısından girer girmez hıçkırmaya
başladım. Anam,

-N'oldu, dedi.

-Bisikleti, dedim, bisikleti eskiciye vermiş Recep Emminin avradı.

Anam, kendi kendine söylendi:

-Ne vardı yani bu çocukları böyle umutlandıracak. Hadi oğlum hadi, kırık bişeydi o zaten.
Büyür, kendinize
daha iyisini alırsınız.

Sanki bu sözler avutacaktı bizi Öğleleyin Recep Emminin yolunu gözledik. Kamyoncu adam,
kim bilir kaç
gün sonra gelirdi evine? Aradan bir hafta geçmişti. Recep Emmiyi gördüğümüzde abim,

-Ge! lan söyleyelim, dedi.

-Boş ver, dedim, kırıkmış zaten.

-Lan diyelim be, avradını dövsün.

-Zaten Allah dövmüş onu. Gözünün biri kör! ..

O yıl mahallemize bir de gelin geldi. Bizim yıkıntı evin karşısında boş bir arsa vardı. Bu arsada
çokluk,
birdirbir, uzuneşek oynardık. Bir de kocaman dut ağacı vardı. Mayıs, haziran aylarında dutlar
olgunlaşınca
üstünden inmezdik aşağı. Gerçi bu dut ağacı Erolları, Tansuları, Birolları ishal ederdi ama,
abimle benim
maşallahımız vardı. Bi çıkardrk üstüne, tıkanıncaya dek yer, yine de bir şey anlamazdık. Galiba
Tanrı bizim
barsakları, bu çocuklar tıkanana dek dut yiyebilsinler diye, başka bir türde yaratmıştı. Öyle
duttan muttan
etkilenecek barsak değildi bu barsaklar. Erolların, Tansuların, Birolların barsakları ne yazık ki
bizimki gibi
değildi. Çıkarlar, üzerine, sekiz on dut yerler, biraz sonra bir buruntudur başlar karınlarında,
suratlar yemyeşil,
evin yolunu tutarlar. Analarının çığlıklarını duyardık :

-O pis dut yenir mi? Bir daha ye de ben seni n'apayım?

Oysa, bizim anamız, yemekten sonra,

-Hadi ulan, gidin de biraz dut yeyin, şekeri boldur meretin, derdi.

Đşte bu arsa, bir sabah gölgeden mahrum kalınca, anladık ki bir şeyler oluyor. Önce dutu
devirdiler, arkasından
temelleri kazdılar. Öyle çabuk gidiyordu ki işler, bir haftaya kalmadı duvarlar yükseliverdi. Bir
ay gibi çok kısa
bir zaman içinde de bahçeli ev oldu bitti. Kamyon dolusu eşyalar geldi; halılar, koltuklar,
kanepeler, şunlar,
bunlar Biz iki kardeş, bu taşıma işinde hamallara yardım ediyorduk. Bir gece baktık ki, evin
elektrikleri
yanmış. Anama,

-Komşu geldi, ana, dedim.

-Yeni gelin, dedi.

Aldı beni bir merak, gelini göreceğim diye. Durmadan gözlerim evin penceresinde. Bir adam
gelip gidiyor, ama
olası değil, bu adam yeni gelinin kocası olamaz. Çünkü, adam hayli yaşlı, benim babamdan
daha yaşlı.

Bir gün anama,

-Bu mu yeni gelinin kocası, diye sordum.

-He, dedi.
Şaştım kaldım. Adamı gördükten sonra gelin de gözümde eski gelin oldu çıktı. Kim bilir, gelin
de yaşlıdır, belki
anam denli vardır diye düşünmeye başladım. Ama hiç de düşündüğüm gibi çıkmadı. Bir
öğleüzeri gördüm yeni
gelini.

-Küçük küçük, diye çağırdı beni.

Orta boylu, dolgun, gür saçlı, minicik başlı güzel bir kadındı. Đçimden, belki de adamın üvey
kızıdır bu dedim.
Gittim.

-Küçük, dedi, para versem buz alıp gelir misin? Hava da çok sıcak, yorulacaksın ya

-Yok, dedim, ben yorulmam, ver alıp geleyim.

Konuşması bizim gibi değildi. Çok sonra öğrendim, Bursalıymış. Nasıl olmuş, kim vermiş,
kimler araya girmiş
bilmem, bildiğim bir şey varsa kıza yazık olmuştu.

Verdiği parayı ve havluyu alarak fırladım. Buzcudan buzu alıp havluya sardım. Geri
geldiğimde papaz gelmişti.
Bu adı ona, anam takmıştı. Paranın üstünü uzattım, papaz,

-Al, senin olsun, dedi. Almak istemedim, üsteledi.

-Senin adın ne? dedi. Söyledim.

Kadın ekledi:

-Şu karşıda oturuyorlar. Adam,

-Bahca, dedi.

-He, dedim.

Adam, bizim apartman yavrusunu ağaçların arasından göremeyince, bahçede, tozun toprağın
içerisinde
oturduğumuzu sanmış olmalı

-Gaç gardaşsınız?

Eh, künyemizi saydık papaz efendiye. Okuduğumuz sınıfı söyleyince, adam boyumuza bakıp,

-Maşallaah, maşallaah, dedi.

Eh, sorulmadan söylemenin zamanıydı:

-Fransa'nınki Paris, Almanya'nınki Berlin

-O da ne?

-Başkentleri, dedim.

-Haa, dedi.

-Mısır'ınki Kahire.
-Kadın sordu :

-Bursa nerde?

-Marmara'nın altında.

Adam,

-Abılan oralı, dedi.

-Sen nerelisin emmi?

Bilmem, galiba bozuldu adam emmi dediğime. Karısına baktı, sonra bana baktı:

-Buralı, dedi.

-Nerden?

-Köyünden.

-çifçi?

-He!

Kadın yemek hazırlıyordu. Papaz,

-Bizlen yesene yemeği, dedi.

-Anama haber vermedim.

-Ver de gel! Koştum gittim anama:

-Ana, dedim, papaz bana yemek yedirecek.

-Avradı evde mi?

-He!

-Git ye ölese!

Ben geri gelinceye dek adam şalvarı çıkarmış, pijamalarını giymişti. Zaten o günden sonra hiç
şalvarlı
görmedim ki bu adamı; ne zaman evlerine gitsem pijamalıydı. Galiba, pijamayı pek seviyor
olmalıydı!.. Biz ayrı
tabaklarda yemek yemeğe alışkın olmadığımız için, önümde ayrı bir tabakla kendimi lokantada
sandım. Müjgan
Abla:

-Ne kadar yemek koyayım, dedi.

-Sen bilin!

Tencereyi yanıma koyduktan sonra,

-Đstediğin kadar al ye, dedi.


Eh, mademki izin öyle çıkmıştı, biz de tencereden etleri seçmekte özgürdük. Bir yığın et
doldurdum önüme. Bir
tabak da cacık koydu Müjgan Abla Yemek yerken onlara geçen yılki su baskınını anlattım,
annemin hastaneye
yattığında biz iki kardeş nasıl hastaneye duvardan atlayıp girdiğimizi anlattım, dağarcıkta ne
varsa döktüm
durdum.

Gerçi papaz efendi atletle oturmasaydı daha çok yemek yiyecektim, ama nedense tiksindim
adamın göğsündeki
kıllardan. Ayı gibi kıllıydı. Hareketleri de çok kabaydı.

-Gız Möcgan, gaysı hoşafı getir gız Gız Möcgan acı biber getir gız Gız Möcgan, bu duz
sulanmış gız,
diyordu.

Müjgan Ablacık bir rahat yiyemedi yemeğini; kalktı kalktı oturdu. Karısına buyurmadığı
zamanlar ise, ya
kulağını kaşıyor, ya da geğiriyordu. Müjgan Abla yavaş yediği için:

-Ye gız ye. Ben zayıf avrat istemem, bir budun gövden gadar olmalı, diyordu.

Sonra da övünüyordu,

-Benim anam yüz yirmi kiloydu, diye. O ara gözü bana ilişti:

-Sen niye zayıfsın lan böyle?

-Bilmem ki.

-Az yiyon galiba?

-Bilmem

Kadıncağıza zorla, bir tabak yemek daha yedirdi.

-Anayın evinde gurumuş galmışın, diyordu Müjgan Ablaya.

Gülmeye çalışıyordu kadıncağız Yemekten sonra hemen eve geldim. Duyduklarımı,


gördüklerimi,
yediklerimi bir bir anlattım anama. Anam,

-Öküz, dedi.

O günden sonra iyice ahbap oldum, hem Müjgan Ablayla, hem de öküzle. Hatta dert ortağı
bile oldum Müjgan
ablanın. Kadıncağız bazı günler hıçkıra hıçkıra ağlardı.

-Ağlama be Müjgan Abla, ağlama, derdim.

Ama, ağlardı o Öğleye doğru da elini yüzünü yıkar, aynanın karşısında süslenirdi. Şimdi
düşünüyorum da,
demek ki gereksinmesi varmış kadıncağızın bana.

-Ben güzel miyim, diye sorardı. Gerçekten o anda benim için dünyanın en güzel kadını
Müjgan Abla, en iyi
kadını da anamdı
-Güzelsin Müjgan Abla, derdim. Bu kez,

-Güzellik mi kaldı bende, der, tekrar ağlamaya başlardı.

Gözlerinin altına, aynalı küçük kutudan bir şeyler sürer, uzun saçlarını da kırmızı bir
kurdeleyle tepesinde
toplardı. Adamı sevmediğim için, gelmesine yakın,

-Ben gidiyorum Müjgan Abla, derdim.

-Dur gitme, yemek yiyelim, derdi.

-Benim karnım tok!

Bilmem, acaba kocasının suratını görmek istemediğimi bilir miydi? Bir gün Müjgan ablaya
sordum:

-Siz niye hiç dışarı çıkmıyorsunuz?

-Bedri Abin bırakmıyor.

Nasıl oldu bilmem, ağzımdan çıkıverdi:

-O benim abim değil, emmim olur, dedim.

Acı acı güldü kadıncağız:

-Çok yaşlı değil mi?

-He, dedim. Benim anam babamdan yaşlıdır, galiba anamın yaşında var.

-Verdiler beni işte.

-Kim verdi?

Yanıt vermedi.

-Anamla oturmaya gelsene!.

-Olmaz.

-Niye?

-Bedri Emmin izin vermez.

Eh, Bedri Emmi demek evi o zamanlar hapishaneye çevirmiş de bizim haberimiz yokmuş. Bir
gün çamaşır
yıkarken gittim Müjgan Ablanın yanına. Karşısına geçtim oturdum. Bana saatlerce Bursa'yı
anlattı ağlamaklı
ağlamaklı.

-Gitsenize Bursa'ya, dedim.

-Gitmez Bedri Emmin, dedi.

-Seni göndersin madem?


-Göndermez.

Bedri Emminin rakıcıbaşısı bendim. Gece dokuzlarda bile pijamayla seslenirdi

-Muzooo lan, Muzooo lan! Fırlardım yataktan

-Muzo lan, bi ufak al da gel!

Biliyordum ki paranın üstü benimdir. Bunu, anam da, babam da bildikleri için seslenmezlerdi.
Daha sonraları
bu rakı fasıllarından sonra, Müjgan Ablanın çığlıklarını duymaya başladım. Bağırırdı Müjgan
Abla,

-Vurma, vurma, diye. Titrerdim yatağımda

-Ah, derdim, bir büyük olsam, bir güçlü olsam, koşsam gitsem kapıya, vursam kırsam, bir
yumruk çeksem
adamın suratına, kaçırıp götürsem Müjgan Ablayı Bursa'sına Sonra, anama,

-Ana be, öldürüyor Müjgan Ablayı, derdim.

Anam,

-Hüs ulan, avradı değil mi döver, derdi. Hem döver, hem sever.

Bir tür sevgiyi çözmeye çalışıyordum o zamanlar minicik beynimde. Ama bir türlü çözüm yolu
bulamazdım.
Ertesi gün, Müjgan Ablanın orasını burasını çürük içerisinde bulur, sorardım:

-Dövdü seni değil mi? Đçini çekerdi:

-Hı!

-Bi daha rakı almayacam ona

Hiç işte, ben rakı almazsam sanki rakısız kalacaktı, öküz

Yanıt vermezdi Ama, ilk,

-Muzooo, sesini duyar duymaz da koşardım rakı almaya Sanırım paranın yüzü daha tatlıydı
Müjgan Ablanın
o çocuksu yüzünden.

Bir gün işittik ki Müjgan Abla kuş olmuş uçmuş. Papaz efendi de, dertli mi dertli. Pencereye
oturuyor, o öküz
böğürtüsüne benzeyen sesiyle, Çile bülbülüm çile şarkısını söylüyor.

Anam o zamanlar,

-Yan işde deyyus öyle, gül gibi avradın kıymetini bilmedin, müstehak bu sana, diyordu.

Bedri Emmiye iki üç kez daha rakı aldım. Birisinde,

-Lan, dedi. Çocuklara malum olurmuş, söyle bakalım gelecek mi Möcgan Ablan?

-Gelmeyecek, dedim.
-Niye?

-Dayak attın sen ona!

-He lan he, gırmalı bu elleri gırmalı vallaha

Đyi kafayı bulmuş olmalı ki, içerden bir yığın iç çamaşırı getirdi.

-Bu geceliğiydi, dedi, bu gombinesiydi dedi. Ve başladı hüngür hüngür ağlamaya Dokundu
koskocaman
adamın ağlayışı bana,

-Ağlama be Bedri Emmi, dedim.

-Ulan bırak ağlayım da boşalim

-Đyi ağla!..

Böğürdü durdu.

-Lan Muzo lan, Allah güçcüklerin duasını gabul edermiş. Dua et lan gelsin Möcgan Ablan Bi
gelirse yok mu
ya, sana bi gat elbise, bi gondura.

Müjgan Ablanın bir daha hiç gelmeyeceğini bildiğim için ne dua ettim, ne de bir şey Aradan
birkaç gün geçti
ışık yanmaz oldu bu evde. Birkaç gün daha geçti, bir öğleüzeri bir kamyon geldi, tüm eşyalarını
doldurdu gitti.
Eşyanın yanında yöresinde Bedri Emmiyi çok aradım ama göremedim. Demek yüreği
elvermemişti çok sevdiği
karısıyla geçirdiği mutlu günlerin yaşandığı yere bir daha gelmeye. Đki gün sonra da başka bir
kamyon geldi.
Bilmem ne müdürüymüş kiracı olarak taşınanlar

Müjgan Abla gittikten sonra, o evi de, yeni gelenleri de hiç sevmedim. Zavallı Müjgan
Ablacığım, şimdi
nerededir, ne olmuştur acaba? Sanırım Adana denince, onun tek anısı bendim, dert ortağı
Muzosu

Beşinci sınıfın sonunda babam özgürlüğü seçti! Devlet kapısından ayrılarak, kul kapısına terfi
etti. Ayrılma
nedeni de çok basitmiş. Yeni şefi,

-Nasıl olsa senin işine son vereceğim, deyip duruyormuş. Babam da erkek adamdır hani,
erkeklik kendisinde
kalsın diye, bir gün,

-Al ulan çantanı da, defterini de, demiş şefine.

Ama, bunu birdenbire dememiş, erkekliğin tadını çıkara çıkara, zevkine vara vara demiş. Bir
öğleden sonra,
karşısında el pençe divan durduğu şefinin odasına girerek koltuğa gömülmüş. Cebinden bir
sigara çıkarıp, şefi -
nin gözlerinin içine baka baka tellendirmiş. Atmış bacağını bacağının üstüne, bir kahvesiyle
türkü söylemesi
eksik
Şefi bağırmış,

-Bu ne laubaliliktir, diye.

-Hadi be sende, demiş babam.

-Efendi, kendine gel, demiş bu kez şef. Babam,

-Kendimdeyim, demiş.

-Çık dışarı, demiş şef. Babam,

-Babayın malı mı ulan, demiş. Sen de bi kulusun devletin, ben de bi kuluyum devletin.

Bundan gerisini, bilmem söylemiş, bilmem söylememiş

Şefine,

-Sen dürzünün tekisin, demiş.

Şef, kalkmış babamı dövmeye. Eh, babamın elleri armut mu topluyor, bir fırlamış ayağa:

-Ulan seni bit gibi ezerim, dediği gibi yapıştırmış tokatı şefinin ense köküne Bir tokat da şef
çekmiş babama.
Sıra babamda, babam çekmiş. Şef çekmiş Bir ara sırayı mırayı unutan babam başlamış
şefine tekme sallamaya.
Hızını alamamış, tam mürekkep hokkasını kafasında paralayacakmış ki, zavallı adamcağız bar
bar bağırmış:

-Đmdaaat!

Dışardan öteki memurlar koşup gelmişler. Babama yalvar yakar olmuşlar,

-Aman Amet Efendi, bir it için elini kana bulama Amet Efendi, çoluğunu çocuğunu düşün
Amet Efendi,
demişler.

Şayet ki biz olmasaymışız, ki o anda babamın gözlerinin önüne böyle boynu bükük gelmişiz,
Allah'ın işi işte
şef çoktan mezarda, bizim babamız da hapiste olacakmış.

Durum böyle olunca, babam bağırmış,

-Durun Allahınızı severseniz arkadaşlar, bi ahdım kaldı, onu da yapim, demiş.

-Öldürme de tek yap, demiş arkadaşları.

Babam, okkalı bir tükürük çekmiş şefinin suratına. Elindeki tahsildar çantasını da tükrüğün
ardı sıra fırlatmış,

-Oh işde, şimdi içim buz gibi oldu, demiş.

Arkadaşları babamı kahraman gibi yolcu etmişler,

-Canın sıkıldığı zamanlar gene gel, demişler.


Babam,

-Yok, demiş, ben bi daha bu herifi görürsem mutlaka öldürürüm, onun için hiç gelmeyim
daha iyi, demiş.

-Olur olur, madem elinden bi kaza çıkacak, bi daha hiç gelme, demişler

Çok sonraları, bir gün babamla çarşıdan gelirken göstermişti bana,

-Şu deyyus, diye.

-Hangi deyyus, diye sormuştum.

-Şef deyyusu

Adama bir baktıktan sonra, babamın o zamanlar yarı yarıya iskontolu konuştuğunu
anlamıştım. Çünkü, adam
minare kırığı gibiydi Bir elli beş boyuyla babam, belki de hemen kapının önünde çantayı
bırakıp kaçmıştır
Babamın yeni işine terfi edişinde hemşehrilerinin hayli yardımları olmuş. Hemşerilerinden
garson, şefgarson
olan memlekette tonla Bir benim babamı mı idare edemeyecekler?

-Sana, demişler, bir vestiyerlik ayarladık.

Ayarı yapan çok hassas ayarlamış olacak ki, tam babamın keyfine göre bir işmiş bu iş Öğle
otur iki saat,
akşam otur dört saat, al şapka, ver şapka, al palto, giy palto, tüm iş bu

Ama babama kalırsa, işin en önemli yanı ondaymış. Lokantanın vitrinini düzenlemek onun
göreviymiş. Et
yemeklerini dizecek, zeytinyağlıları dizecek, salataları dizecek, meyveleri dizecek, bakanın
ağzının suyu akacak
ve şipşak lokantaya damlayacak

Bir gün merak ettim, gittim baktım vitrine Maşallahı var babamın, tulumba tatlısının yanına
öyle kol gibi
hıyarlar dizmiş ki, her biri sanki hıyar değil, birer yeşil mermer sütun Pişmiş bir tavuğun
karnından çıkan kafam
denli iri bir domates. Fasulye piyazının üzerinde bir kucak maydanoz. Aklı sıra kırmızı turplarla
da

-Afiyet olsun yazmış. Turpların kimisi ufak, kimisi iri, yazı derseniz Askerlik Hatırası, olmuş
bizim

-Afiyet olsun, Đnayet Olsun

Çok sürmedi, o çok çabuk öğrenilen vestiyerlik sanatını bana da öğretti babam.

-Bak oğlum, dedi, şapkayı alacan, şu dört numaralı fişi adamın eline verecen, şapkayı da dört
numaraya
asacan. Beşe asdın mı yandık belle, altıya da asdın mı yandık belle. Şapka ya adamın kafasına
oturmaz, ya da
çok oturur lazımlık gibi, kulakları içinde kalır. O zaman ayıkla pirincin taşını Anladın değil mi
oğlum?

-Anladım baba.
-Yok yok annamadın, bi daha anladıyım. Şindi şu dört numara var ya?

-Var

-Verecen adamın eline. Verdin mi?

-Verdim

-Alacan şapkayı. Aldın mı?

-Aldım desene lan!

-Aldım

-Asacan dört numaraya. Kaça asacan?

-Dört numaraya.

-Niye?

-Fiş dört de ondan.

-Kafalı çocuk Öğrendin değil mi?

-Öğrendim baba.

-Ulan dur bi daha tekrar ediyim, faydası var zararı yok!

Babam üçüncü kez tekrar ettikten sonra dır ki içi rahatladı.

-Bana bak ulan!

-Evet baba?

-Adam parayı verince, bereket versin ağa, Allah uzun ömür versin ağa, demeyi unutma.

-Unutmam!

Babam, bana bu güç öğrenilir sanatı öğrettikten sonra sık sık hastalanır oldu. Eh, insanın
babası hasta olunca
da, onun görevi de çocuğunun üzerine düşerdi. Gece saat ona, on bire doğru Đmren Lokantası
boşalmaya yüz
tutarken vestiyerin de bir öğün yemek hakkı daha vardı. Đlk öğünü saat on beş sıralarında
yerdim. Đkinci öğünü
de yirmi ikide. Anlaşmaya göre, o saatte, kalan yemeklerden canının istediğini yerdi vestiyer.
Taraflar böyle
anlaşmışlardı. Belki de anlaşma yasasının ilk maddesi buydu. Ve biz, bu maddeden yeteri denli
yararlanmalıydık. Öğle yemeklerinde ustanın ters ters bakmasına karşın, ille de tavuk isterdim.
Adam da nerede
bir üllüz (zayıf) tavuk varsa, onun felçli kurumuş bacağını uzatırdı bana. Kaç günler yemek
yedim orada, ne
benim inadım bitti, ne de felçli tavuk Akşam yemeklerinde de en çok sebze yemekleri kalırdı.
Taze fasulye,
bamya, şu bu Bazen de hiçbir şey kalmaz, peynir ekmeğe dayanırdık. Ama, öğünde peyniri
bol yemekle
anlaşmanın bize tanıdığı maddenin gerektiği şekilde hakkını vermeye çalışırdım.
Bir gün nasıl oldu bilinmez, babamın öğrettiği bu çok ince zenaatta bir falso yaptık. Zübeyir
Ağanın şapkasını,
Gani Ağanın kafasına, Gani Ağanınkini Mestan Ağanın kafasına, Mestan Ağanınkini Mahmut
Ağanın kafasına
oturttuk. Adamlar zil zurna sarhoş olduklarından, benim de gözlerimden uyku akıyor
olduğundan karman
çorman oldu şapkalar. Ama, sabahleyin aynada suratına bakan, hop oturmuş, hop kalkmıştı:

-Ulan bu sefertası gibi başımın tepesinde oturan şapka da kimin ki?..

-Ulan bu kulaklarımı kapatıp kafama lazımlık gibi oturan şapka da kimin ki?

Babam, zor ayarlamış durumu. O günü beni bir haşladı, bir haşladıydı ki

-Ulan beni oradan bi kovarlarsa, ne yer ne içerik, diyerekten.

Anam araya girdi bereket :

-Herif, dedi, madem öyle evde yatacağına git sahap ol şapkalara!

Bu kez babam, anama bağırdı:

-Ulan ölsek inanmayacaksınız be!

-Allah gösdermesin herif, amma bu da çocuk daha!

O günden sonra çok dikkatli oldum. O sarhoş keyfi beklenen uzun yaz gecelerinde bile
kendime bir oyuncak
bulmasını başarmıştım.

-Şu yeşil şapka şunu verir!

-Şu gri şapka şunu verir!

-Şu kara şapka da bunu verir! Düşündüğüm çıktığı zamanlar sevinirdim Öyleydi, bir diş
konusu, bir çapa
konusu, bir avlanma konusu, sarhoşlar için üç dört saatlik söyleşiydi. Konuşur konuşur
bitiremezlerdi. Dişler
çıkarılır, dişler doldurulur, köprü yapılır, damak yapılır, dolgu düşer, damak uymaz, çiftlik evine
götürülen
karılar anlatılır, partiler, pamuklar, paralar, bizim uyku gelir, kafacık küt öndeki masaya, küt
arkadaki
sandalyeye vururdu.

-Hey güçcük, bizim şapka?

-Şimdi ağa!

-Şu gara olacak!

-Hemen ağa Allah bin bin bereket versin ağa!

Bazı günler, bir iki şapkayı nöbetçi komiye satardım.

-Đki şapkaya ne verin?


guruş veririm. ..

-guruş vermen mi?

-Vermem!

-Hadi olsun!

Eh, iki saat sarhoş keyfi beklemektense, beni çağıran yatağıma koşmak için üç beş kuruş
zarar, büyük bir zarar
olmasa gerekti. Ama söylemezdim bunu babama. Kaç kuruş toplamışsam, gaz lambasının
yanına bırakır, uyurdum

Sevmedim bu vestiyerliği. Ne tavuk eti, ne tulumbatatlısı sevdirmedi bu işi bana. Kendimi


hep padişahın
şapkacıbaşısı şandım durdum. Onun için kendime yeni bir iş aramaya başladım. Çok geçmeden
buldum da böyle
bir işi. Üstelik gece işi olduğu için memnundum da, artık babamın yardımına koşamayacaktım.
Bir açıkhava
sinemasında gazoz satacaktım. Biraz da abim dursundu vestiyerde, biraz da o padişahın
şapkacıbaşılığını
yapsındı. Belli olmaz, belki de onun hoşuna giderdi.

Seyit ismindeki bir arkadaşım tuttu götürdü kolumdan.

-Nah bu çocuk gazoz satacakmış Celal Abi, dedi.

Celal Abi, elindeki keseri bir yana atarak; yüzüme baktı:

-Satacan mı, dedi.

-He, dedim.

-Gazoz başı bi kuruş?

-Olsun!

-Helke bizden.

-Tamam!

-Öyleyse hemen şimdi giriş işe!

Hemen giriştik işe. Seyit bana gündüz işinin ne olduğunu öğretti:

-Önce sandalyeler şu tarafa yığılacak, sonra her taraf süpürülüp sulanacak, sonra sandalyeler
bir bir dizilecek!
Biz bu işi yapmak için öğleden sonraları saat ikide işe başlardık. O, derecenin güneşte 'a
çıktığı
zamanlar Sandalye sayısı beş yüz müydü, altı yüz müydü bilmiyorum, paylaşmıştık Seyit'le,
yarısı senin, yarısı
benim, diye.

Kafamızda, dört tarafından düğümlenmiş ıslak bir mendil, iki sandalye bir koltuğumuzda, iki
sandalye öteki
koltuğumuzda, yığar dururduk duvarın dibine. Filmin heyecanıyla cebinden düşürdüğü on
kuruşun ayırdına
varmayanlar, sağ olsunlar, sıcağın kavuruculuğunu, terin tuzunu unuttururlardı bize.

-Seyit, kaç kuruş buldun lan?

-Đşler kesat, beş kuruş yok!

-Ben on kuruş buldum vallaha!

-Anan seni kadir gecesi doğurmuş oğlum.

Eh, ne de kadir gecesinde doğmuştuk ya. Şayet tüm kadir gecesi doğan çok şanslı kişiler
böyle güneşin altında
pişiyorlarsa, vay gele onların şanslarının başına! Sandalyeleri taşıma işi bittikten sonra,
süpürge işi başlardı.
Kağıtları, darı saplarını, hıyar kabuklarını, domates artıklarını süpürür dururduk. Đki üç film bir
arada oynadığı
için, millet ekmeği, peyniri, domatesi, hıyarıyla gelirdi sinemaya. Đçlerinden yemek getirenleri
bile olurdu. Bir
yandan biber dolması ye, bir yandan Yanık Kavalı, Dertli Pınarı izle, az buz ufak eğlence
sayılmazdı hani
sazlara barlara gidemeyen yoksullar için

Süpürge işi bittikten sonra, sulama işi başlardı. Bu arada Seyit'le birbirimizi ıslatmamız, hem
eğlendirir, hem de
serinletirdi bizi. Son iş, sandalyeleri dizmekti. Asıl hüner de buradaydı. Sandalyeler ip gibi
dizilecekti. Neden o
zamanlar sandalyeleri sabitleştirmezlerdi yerlere? Galiba, bizim gibilere iş sahası açılsın diye.
Öyle ya, bu işler
olmasa, sinema kovayla sulanmasa, sandalyeler her gün dizilip bozulmasa belki de gazoz
başına yarım kuruş
verirlerdi.

Akşam, yedi buçuktan başlardı açıkhava sineması dolmaya. Çıkınlar, sepetler, paketler
Đçlerinde dolmalar,
köfteler, çerezler, nargileler Biz, Seyit'le, ne denli bol sepet, ne denli bol çıkın, ne denli bol
paket gelirse, o
denli çok sevinirdik. Çünkü, biraz sonra bu adamlar, bu kadınlar, bu çocuklar yiyip yiyip
susayacaklardı. Öyle
gün olurdu ki, her susayan kelle iki kuruş para bırakırdı bize. Filmin, en acıklı, en firaklı yerinde
kütür kütür
kabuklu hıyar yiyen duygusuz insanlar olduğu gibi elindeki dolmasını bize uzatan çok duygulu
insanlar da vardı.
Ne tatlı gelirdi o dolmalar bana!.. Filmdeki baş kadın oyuncu veremin son devresinde kan
kusup duruyor, ben
gözlerimden şapır şapır yaş getiren zehir gibi acı biber dolmasını yiyorum.

-Vah vah, derdi kadınlar, gazozcu bile ağlıyor.

Sanki gazozcular ağlamazmış gibiBaş kadın gözlerini Ebediyyen kapayıncaya dek


sinemadan çıt çıkmaz,
kadın öldükten sonra, sekiz on yerden birden,

-Gazozcu laaan, gazozcuu, diye bağırırlardı.

Galiba, varolmanın tadını tatmak için, izleyici bilinçsiz olarak gazoza yumulurdu. Onun için,
daha kadın
ölmeden arkadaki büfeye koşar. büfeciye.
-Aman tez ver gazozları, nerdeyse avrat ölecek, derdim.

Müşteri çok geldiği zamanlar sandalye yetişmezdi. Ama, maşallah sinemanın bileti deste
deste yetişirdi. Celal
Abi gişede keser, Macit Abi kapıda yırtar dururdu. Đşte o zamanlar millet sergen olurdu yerlere.
Sinema değil,
piknik yeri. Nedense belediye de bu işlere hiç mi hiç karışmazdı. Akıllı geçinenler çullarıyla,
minderleriyle, hatta
semaverleriyle gelirlerdi. Yatarak, uzanarak, yan dönerek film izlemek başlıbaşına zevkti. Đşte
böyle günlerde biz
hayli sıkıntı çekerdik. Artık, kiminin ayağına, kiminin burnuna basarak gazoz satmaya
çalışırdık.

-Lan Allahsız, bileğimi ezdin lan!

-Babayın malı mı sinema, kalk da doğrul şöyle!

-Gözün kör mü lan?

-Ee, ne arar senin bileğin benim ayağımın altında?

Nedense kadınlar daha yumuşak yürekli oluyorlar. Bir kadın sesi konuyu hallederdi.

-N'apsın çocuk ekmek parası kazanacak, zıkkımın kökünü yiyecek değil ya!..

-Para kazanacaksa bizim bileğin ne kabahati var?

Arkadan bir ses gelir:

-Susalım, film Türkçe Başka biri:

-Bi de gavurca mı olacaktı lan? Bileği acıyan adam, bunlara döner,

-Size n'oluyor lan, kemik mi attık da hırlıyorsunuz, derdi.

Biz de bu arada sıvışır. başka bir adamın koluna, bileğine basmak için kalabalığın içine
dalardık.
Đşte böyle bir gece, birinin semaverini kazayla devirdik. Hem de adamın ayaklarının üstüne.
Adam can havliyle
sıçrayıp hemen pantolonunu çıkarmaya başladı. Ne bilsin millet adamın tutuştuğunu:

-Hop hop, kele hop, deli dellendi, diye bağırmaya, başladılar.

Deli sözünü duyan kalktı ayağa, pantolonu çıkarıyor sözünü duyan kadınlar kalktılar ayağa.
Akıllının biri,

-Vurun lan, vurun da aklı başına gelsin, dedi.

Şişman biri kalkıp adamın ense köküne bir tokat çekti. O oturdu, bu kez başka şişman biri
kalktı, iki tokat vurdu
adamcağızın ense köküne. Derken adamı aldılar ortaya. Eh artık,

-Allahını seven vursun şu deliye bi dekmik

Zavallıcık, derdini anlatıncaya dek pestili çıkmıştı. Ben o sırada makine dairesine kaçmıştım.
Neden sonra
adamı sürüye sürüye dışarıya götürürlerken gördüm

Yeni işim hoşuma gidiyordu. Hem bedava tarafından film izliyor, hem de para
kazanıyordum

Öyleki, karpuz mevsimi başladığında, Seyit'le iki işi birden yürütmeye başladık. Đşi yine Seyit
bulmuştu.
Sabahları istasyonun arkasındaki ambarın oraya gidiyor, karpuz boşaltıyorduk. Köylerden
kamyonlarla.
arabalarla gelen karpuzları burada vagonlara yüklüyorduk.

Seyit,

-Bir kamyonu boşalttıktan sonra adam başına beş karpuz veriyorlar, demişti.

Sabah gittiğimizde Seyit benden önce gelmişti, ortadaydı. Kamyondaki, adamın birine
atıyordu, Seyit de
vagondaki adama. Uzun bir katarın en ortasındaki vagonun karpuzunu dolduruyorlardı. Bir
süre, kamyondaki
karpuzların bitmesini bekledim. Seyit beni görmüştü ama, bu insanların her biri, bir makinenin
kolu gibiydiler,
biri bırakırsa, iş yürümeyecekti.

Đş bittikten sonra Seyit yanıma geldi,

-Đkinci kamyonu yükleyeceğiz, dedi, bu ikinci kamyondaki karpuzlar iri değil, yakalayabilirsin,
söylerim ben
Cebbar AbiyeBaşımı salladım, Seyit genç bir adamla konuştu, adam,

-Kamyon başı dört karpuz, dedi.

-Olur, dedim.

-Düşürüp patlattığın karpuz senin olur, yerine sağlamını vermem, anladın mı?

-Anladım Cebbar Abi.

-Dörtten fazla düşürür kırarsan, ben de senin kafanı kırarım, tamam mı?

-Tamam Cebbar Abi

Öteki boşaltıcılar dinlenirlerken, biz Seyit'le al karpuz, ver karpuz yaptık. Karpuzu top gibi
atarak, havadan
kapmaya çalıştık. Seyit bana kazandığı karpuzlarla, karpuzun havadan nasıl kapılacağını
öğretmeye çalışıyordu.

-Böyle lan elini yaylanır gibi tut, ben karpuzu atar atmaz, aşağı sarkan kollarını hemen
havaya kaldır, öyle
ayarlayacaksın ki, karpuz senin yanına varıncaya dek, sen kollarını kaldırmış, parmaklarını
karpuzun
büyüklüğüne göre ayarlamış olacaksın. Hoop atıyorum, geliyor.

Heyecanlandım. Seyit karpuzu attı, ben yakaladım, o attı, ben yakaladım. Seyit karpuzu
havadan bir kağıt topu
yakalar gibi yakalıyordu.
-Hele bi kamyonu boşalt, benim gibi alışırsın, diyordu., Çok çok bugün kırık karpuzları
götürürsün eve, ama
yarın

O günü Seyit benim önüme geçti. Kamyondan biri Seyit'e atıyor, Seyit bana, ben de vagonun
yanındaki, yaşlı
adama. O da yakaladığı karpuzu vagonun kapısına bırakıyor, vagondaki de oradan alıp
yerleştiriyordu.
Yakıcı güneşin altında terimizi bile silemiyorduk. Ellerimiz, kollarımız hiç durmuyordu. Terimi
sileyim dedin
mi, karpuzun biri şaak diye hemen yerdeydi. Yalnızca karpuz, sesi duyuluyordu, şap şap şap

Kollar yay, eller hazır, gözler karpuzda. Birinci kamyonu boşaltırken hiç karpuz düşürmedim,
ama ikinci
kamyon boşaltılırken iki karpuz kırdım. Đkinci kamyondan sonra iş bitti. Artık öğle sıcağı iyiden
iyiye bastırdığı
için karpuz gelmez. Seyit hemen orada beş karpuzunu birine sattı. Hazırlıklıydık, çuvalımız
vardı, doldurduk
karpuzlarımızı çuvallarımıza, vurduk sırtımıza.

Şimdi Siptilliye gidiyorduk. Đyi de Siptilli neresi, istasyon neresi, o denli uzak ki birbirinden
Karpuzlar da bir
ağır ki Patlak karpuzun suyu sırtımda, hem kaşındırıyor, hem zamk gibi yapışıyor. Güneşse,
her yanımızı sıcak
balçık gibi kavramış. Ama üç kuruş fazla kazanacağız. Hemen karpuzların yüklendiği yerde
alıcısı var
olmasına var ama, Siptillideki ederin yarısına. Kim verir o paraya, o parayla ki, açıktan iki
ekmek, üç ekmek
alabilirsin. Đstersen, bir kağıt dolusu tulumpeyniri alabilirsin. Karasokudaki Fallos'tan, şöyle
karpuz ekmek
tulumpeyniri, bir serinletir ki insanın içini, bir de tok tutar ki

Karpuzlar yuvarlak ama, yol uzadıkça köşeli oldu sanki, her bir köşeleri sırtımı delmeye
başladı. Seyit de, ben
de yere yığıldık, karpuz çuvalına kafamızı dayadık, Atatürk Caddesinin akasyaları serin birer
yorgan, uyuduk
uyuyacağız. Ah bir varabilsek Siptilliye

Yorulduk mu karpuz çuvalını sırtımızdan indiriyor, ağaç gölgelerine oturuyorduk. Dinlendikten


sonra karpuz
çuvalını sırtımıza yüklenip, çıplak ayaklarımızla kaynamış katrana basar gibi asfalt yolda
ilerliyorduk.
Oh, Siptilliye vardık. Karpuzlarımızı çuvallardan çıkardık. Mestan Hamamının yanındaki
kaldırıma sıra sıra
dizdik. Üzerlerine de çakıyla ederlerini kazıdık, Allah olmayana da versin, geçtik malımızın
başına oturduk, artık
bağırabiliriz malımızın başında:

-Haydi taze karpuz, kan kırmızı karpuuz!..

Az sonra karpuzlarımız ellere alındı, tapır tapır vuruldu, kütürdetildi, sonra pazarlık başladı:

-Lan şunu versem?

-Yo olmaz emmi

-Lan olsun hele dellek


-Olmaz dedik emmi, olmaz Olmazlarımız öyle kesin ki, o sırtımız karpuz yüklü yolu
usumuza getirdikçe.
Karpuzları sattık. Seyit'in hiç kırığı yoktu. Ben, iki patlamış karpuzu çuvala koydum. Fallos'tan
biraz
tulumpeyniri aldım Peyniri bir kedi gibi koklaya koklaya eve geldim, anaaaa, diye bağırdım.

-A oğlum, ne aldın ne sattın, diye sordu anam.

-Ana çuvalın içinde karpuz ki kan kırmızı, aha bu da tulumpeyniri, şimdi uçup iki de pide
aldım mıydı?

Ana oğul yediğimiz o karpuz peynir ekmeğin tadını hiç unutmadım. O yazı da böyle geçirdik
Kazandığım
parayla kendime bir giysi yaptırdım, bir de vişnerengi ayakkabı aldım.

-Eh, diyordum, bu Cumhuriyet Bayramında bayrağı sanırım bana tuttururlar! Tut -turmasalar
bile giysim
uygun değil, diye bayram dışı etmezler

Meraklıydık daha o yaştan vatan millet bayrağa!..

Kış Çileli kışlar Bitmeyen kışlar Babam, bilmem patronun ortanca kardeşiyle mi atışmış,
bilmem ufak
kardeşiyle mi, işine tek yanlı son verilmişti kışa girerken Hemşehrileri bile düzeltememişlerdi
bu kötü durumu.
Dahası, hemen o gün bu çok zor mesleğe başka birini alıvermişlerdi.

-Ulan, diyordu babam, siz olmasaydınız var ya, o Tahir denen herifi temizlerdim
namussuzum. Bir dikildiniz
karşıma, git ulan şeytan dedim

Babamın hapishane sigortaları biziz Ya bizim sigortamız kimdi? Yaşam sigortamız Aş


isterdik, ekmek
isterdik, kitap isterdik, defter isterdik

Anamsa iyimserdi bu kez,

-Allah bi kapıyı kaparsa, bi kapıyı açar herif, diyordu.

Ama nedense Allah baba, bir türlü bu kapadığı kapının yerine bir yeni kapı açmıyordu. Aradan
günler geçiyor,
biz bittikçe bitiyorduk. Her akşam eve geldiğimde, babam aynı şeyi söylüyordu:

-Yok yok, dediler, adama ihtiyacımız yok dediler!

Tenceremiz kaynamamaya başladı. Her gün bulgur, her gün bulgur. Gün geldi, bulgur da
tükendi. Eh, fırında
ekmek tükenmezdi ya Zavallı anacığım, nereden bulur çıkarırdı o bir liraları, o yirmi beş
kuruşları?

-Gop git oğlum, iki ekmek al gel!

Biraz şekerli su, biraz ekmek, öğünümüz tamamdı. Bir gün anama,

-Ana, dedim, azıcık para var mı?


-N'apacan? dedi.

-Okulda naneşekeri satacam.

-Oğlum, kızar mızarlar.

-Kimseye göstermeden satarım.

Anam, sanırım son bozuklukları yaşamamız için benim avcuma saydı. Okula giderken bir kutu
naneşekeri
aldım. Tensffüse çıkınca başladım,

-Naneşekeri, demeye.

Gerçi o günden sonra ortaokulda adımız Naneci, kaldı ama şekerin yarısını da tükettim. Elin
veledi durur mu,
gitmiş Müdür Yardımcısı Aydın Beye söylemişler. Aydın Bey beni çağırdı

-Sen şeker satıyormuşsun.

-Evet.

-Niye.

-Babam iş bulamıyor da ondan efendim. Aç kalacağız

-Oğlum, dedi, biz bir şey demeyiz, sat. Ama, okulun kooperatifini kiraya verdiğimiz adam
şikayete geldi.

-Ben de öyleyse, bir daha satmam efendim.

-Sokakta sat!

-Olur efendim, sokakta satarım!

Gerek kalmadı. Ondan iki gün sonra, eve geldiğimde anamdan çok sevinçli haberi duydum.

-Baban işe giriyor oğlum!

-Gerçek mi, ne işi?

-Garson oluyor baban.

Gerçi babamın garson giysisi olsa, hemen o gün bile işe başlayabilirmiş ama, ah o giysi. Kara
pantolon, beyaz
ceket Kara kara düşünüyordu zavallılar. Eski gri pantolu karaya mı boyasak, ceketi kaput
bezinden mi yapsak?
Sonunda, bir garson arkadaşı eski beyaz ceketini verdi. Anam, bu ceketi bir güzel yıkadı;
komşudan aldığımız
ütüyle bir güzel ütüledi. Pantolona gelince, onu da bitpazarından borca ayarladık. Bitpazarcı:

-Vallaha ne deyim arkadaş, çok dikkatli giyersen, bi iki hafta dayanır, vereceğin paranın
yanında bu pantol
beleş sayılır, dedi.

Babam, yemin üstüne yemin etti, satıcının parasını iki gün içinde getirip vereceğine. Sonra,
pantolon paketini
elinde sanki değerli bir kristal taşırmış gibi tutup eve getirdi. Anama,

-Aman avrat, güzel dut, nerdeyse dağılacak ha, diyordu.

Anam artık onu temizleyebilmek için tüm kadınlık hünerini gösterdi. Öyle ya, pantolonun
insanın elinde
kalması işten değildiBir pazar sabahı babamı garson giysisiyle ve resmi bir törenle tüm
ailecek uğurladık
kapıdan.

-Lan be, diyordu abim, ne yakıştı lan babama.

Anam bağırdı :

-Hösün ulan, nazar deyireceksiniz! Babamsa sanırsınız sanki çok büyük adam Anam
anımsattı:

-Aman ha herif, eyilip kalkma!

Babam, ne eğildi, ne de kalktı, çok şükür bir hafta sonra kazasız belasız o narin pantolonu
üzerinden atarak,
yeni bir kara pantolona kavuştu. Eski pantolon da atılmadı, bana yelek yapıldı, hem de dört
düğmeli, dördü de
başka düğmeli

-Isıtır oğlum ısıtır, yün yündür

Bizim mutluluğumuz çok basitti. Tencerede yemeğimiz olsun, çıkında ekmeğimiz, lambada
gazımız, ocakta
çaydanlığımız, yeter de artardı bile

Çok şükür Allah babaya, ondan fazlasını da verdi!.. Verir kurban olduğum!.. Ayağımdaki,
yanları patlamış
keten spor ayakkabısının yerine yeni bir kundura geldi, abimin her yanı dökülen giysisinin
yerine, lacivert bir
giysi geldi. Hatta para da biriktirmeye başladık. Sahanlıktaki bir toprak güvecin içerisi kağıt
para ve
bozukluklarla doluydu. Üzerine de et tahtası kapatılmıştı. Güya hırsızlar, bu üzerinde et tahtası
kapalı olan eski
toprak güvecin içerisinde para olduğunu dünyada akıl edemezlermiş.

O yaz, bir ay çocukluğun tadını çıkardım. Irmağa gittim yüzdüm, balık tuttum, kuş avladım
Ekmek peynirimi
bir kesekağıdının içine koyuyor, Kanal köprünün oraya, baraja gidiyordum. Çıkıyordum bir
tepenin üstüne,
uzanıyordum bir iğde ağacının altına, bir yandan ekmek peynirimi yiyor, bir yandan da
Seyhan'ın ak köpüklü
sularını izliyordum.

Kendi kendime, Yoktur bundan büyük mutluluk, diyordum. Sonra düşünüyordum. Bir
bisikletim olsa!..
Düşünü kuruyordum. Arka seleye bağlı küçük bir sandık, sandığın içinde peynir ekmek ve bir
şişe su. Sonra,
Jules Verne'in kitapları. Pedallara bassam bassam, Mersin'e dek gitsem ve denizi görsem
Lastiğim patlasa,
yolda onarsam, yaya yürüsem, yollar bitmese bitmese
Đstediğim şeylerin düşünü kurmak bile zevk veriyordu bana Sonunda kararımı verdim :
Çalışacağım!..
O sırada zaten abim bir terzinin yanında çalışıyordu. Karnesinde bir yığın zayıfla eve
döndüğünü gören anam
babam, abimin geleceğini hemen çizmişlerdi. Anamın, bir gece önceki gördüğü düş de, bu
tarihsel kararın
alınmasına yardım etmişti. Anam, düşünde nur yüzlü bir dede görmüştü. Ve bu dede, abimin
elinden tutarak, bu
çocuğa ne yarar varsa, Ramazan Ustadan var demişti.

Ramazan Usta da o günden sonra abimin terzi ustası olmuştu. Gerçi abim sonradan bu
dedeye yığın yığın
küfürler salladı, ama tarihsel kararı hiçbir kimse değiştiremedi.

Đş aramaya başladım. Ararken sorarken, Horozdibak'ın orada bir esnaf kahvesinde ayakçılık
buldum. Yeme
içme adama ait, günlük de şu Sabah yedide işbaşı, akşam altıda paydos, on bir saat çalışma,
Ceyhan sekiz saat
gidiver geliver Görev?

-Çay var, kahve var, diye dükkanın dört bir yanını döneceksin, çay isteyene çay, kahve
isteyene kahve
götüreceksin. Bu arada, karşıdaki otele de arasıra çıkacak, müşterilerin çaydan kahveden yana
hallerini
hatırlarını soracaksın Tamam mı yeğen?

-Tamam Sait Usta!

Eh, biz zaten alışmışız it ayağı yemiş gibi dolaşmaya ta yedi yaşından, güç mü gelecek yani
şimdiki kahvecilik
bize?.. Üstelik, iç içebildiğince çay kahve, bedava Gerçi kahveyi sevmem ama, çay, kaç
bardak olursa içerim.
Sait Usta, diz kapaklarıma dek gelen uzun bir beyaz ceket verdi. Elime de çay terazisi.

-Haydi bakalım dedi. Göster kendini de görelim!

Kendimizi göstermeyip de ne yapacaktık? Kendimizi göstermek için var gücümüzle çalışmaya


başladım. Yarı
uykulu kalkıyor, kahvenin yolunu tutuyordum. Ak gömleğimizi giyip, terazimizi elimize aldık
mı, görev başladı
sayılır.

-Çaylar demlendi, çay içen kahve içeeen!

-Lan hey, kaveci!

-Evet?

-Kave lan.

-Kaç tane.

-Yüz, iki yüz tane olsun. Bi tane lan bi tane!

-Nasıl olsun?

-Orta şekerli olsun. Söyle lan o kel Sayit'e, tam şekerini fincanın orta yerine koysun!
-Tamam abi, geldi.

-Tez gel lan!

Fırlıyorum dükkana. Daha ilerden bağırıyorum:

-Kave yap bir, orta olsun, köpüklü olsun! şekeri de ortasında olsun!

Terazinin bir yanına su, bir yanına kahve. Susuz götürdün mü, söz hazır:

-Nerde lan bunun orusbusu?

-Ne orusbusu abi.

-Suyu lan suyu. Heç susuz kave olur mu?

Unuttum, dedin mi, sanki kahvenin içinde zehir varmış gibi adam dudağını değdirmez:

-Get suyunu da al gel, der.

Bu kez aynı yolu bir de su için tepersinUsta benden memnun, ben ustadan memnun. Ama,
ah şu bardak,
tabak, şeker, kaşık saklayanlar olmasa Her akşam sayım Đki bardak eksik, üç kaşık eksik,
bir şekerlik
eksik Ara işin yoksa.

-Abi, bizim kave fincanı var mı burda?

-Đki kere mi alacan lan silik, aldın gittin ya!

-Abi, bizim çay bardağı var mı burda?

-He, biraz önce elinde sepet Siptilliye doğru gitti

-Abi, bizim şekerlik var mı burda?

-Gözünü dört aç lan, dulgarı doğurduğu, bizi hırsız yerine mi goyuyon?

Ulan, bizim aklımız kitap değil ya, elbette bir iki yerde, fincan unutacağız, şekerlik
unutacağız, tabak
unutacağız. Bazı günler olur bir çay bardağı bir saat aranır esnafların arasında. Böylece bizim
çalışma
saati geçer. Ama o yorgunluk üstüne bir de buldun mu meret dibi eğri bardağı, tüm
yorgunluğun çıkar, sevinirsin
ki, ne sevinme Yoksulun eşeğini yitirip, sonra buluşu gibi

Kahvenin karşısındaki otel de bir alemTüm çay meraklıları orada. Adamlar art arda üç dört
çay içerler.

Gidersin boş almaya:

-Tezele, deliğanlı, derler.

Tazelesin delikanlı. Đn çık, kaç ayak merdiven, onlara nesi merdivenlerden, senin işin yoksa
tazele!.. Arasıra
otel yazmanı yaşlı adamı da göreceksin.
-Al bir çay, diyeceksin. Boşu almaya gittiğinde,

-Söyle ustana oğlum, yazsın yedeğin altına, diyecek.

Sen de aynen ileteceksin Sait Ustaya:

-Usta, katibinki yedeğin altına yazılacakmış.

Usta kızacak:

-Ulan ben o pezevengin

Ama biraz sonra düşünecek ki, otel demek, günde elli marka demektir. Elli markanın karı da
bizim günlük
demektir. Yaşasın akıl fikir!..Đşte bu otelde bir Nimet Abla vardı. Đriyarı, yaşlarında,
soluk yüzlü, iri
dudaklı bir kadın Otelin temizlik işlerine bakardı. Arasıra akşamları saat altıdan yediden
sonra beni çağırır,
mektup yazdırırdı. Zarfın üzerine hangi kentin adını yazdırdığını anımsamıyorum ama,
mektubun içine her
zaman aynı şeyi yazardık. Şarkı gibi bir şey : Perişanım, berbatım, halim duman O saatlerde
benim halim de
duman mı duman Bacaklarım titriyor yorgunluktan, kafamın içi zın zın ötüyor, kime çay,
kime kahve diye
düşünmekten.

-Bitti mi Nimet Abla?

-Dur, bir şey daha deyim!

-De!

-De ki, ayrılacağız de! Yazarım:

Ayrılacağız

-Dana?

-Çok yakında ayrılacağız yaz! Çok yakında ayrılacağız. Sonunda bir gün yazdık: Ayrıldık

Sordum Nimet Ablaya:

-Kimden ayrıldın Nimet Abla?

-Gocamdan.

-Niye?

-Geçinemedik.

-Kötü müydü?

-Çok kötüydü.

-Ne iş tutardı?
-Đşi mi vardı ki?..

-Hiç çocuğun yok mu senin?

-Yok!

-Niye yok!

Yanıt da yok Ben de üstelemedim. Zarfını da yazdım. Elime tutuşturduğu pul parasını
aldıktan sonra
postanenin yolunu tuttum.

Otele her çay kahve çıkarışımda Nimet Ablayla konuşur olduk. Bana arada bir, bir çiltim
üzüm, bir dilim
karpuz uzatıyor, bu karpuzları, üzümleri çabucak yiyip dükkana koşabilmek için merdivenlerde
atıştırıyordum.
Bir gün,

-Đşin bitince gel de mektup yazalım, dedi.

-Olur, dedim.

-Ama, benim odama gel!

Onun odası, hemen on merdiven çıkınca, sağ tarafta küçücük bir odaydı. Saat altıdan sonra,
bardak sayımını
yaptık, tamamdı bardaklar ve kaşıklar.

-Eyvallah usta. dedim. Ve Nimet Ablanın odasına çıktım. Hazırdı kalemi kağıdı. Kağıdın altına
kalın bir karton
uzattı:

-Yaz bakalım, dedi. Sevgili anacığım Başladık yazmaya. Mektup ilerledikçe, Nimet Abla
yanıma sokulmaya
başladı. Başörtüsünü çıkarmış, yanağını yanağıma değdiriyordu. Sonra eğildi, parmaklarımı
öptü

-Uuu. inci gibi yazı yazan bu parmaklara kurban olsun Nimet Ablası, dedi. Soluğundan
huysuzlanmıştım.
Yatağın biraz yanına kaydım. O da kaydı geldi.

-Ne o, korkuyor musun benden?

-Yoo, dedim, niye korkayım.

-Yoo, korkuyorsun korkuyorsun.

-Vallaha korkmuyorum.

Uzandı:

-Öyleyse gel yanıma uzan!

-Ama mektup?

-Bak gördün mü, korktun işte!


-Ben hiçbir şeyden korkmam!

-Gel öyleyse!

Toz içindeki ayaklarımla, yatağa, yanına uzandım. Elini, başımın altına koyduktan sonra,

-Korkmuyorsun hiç değil mi, diye sordu. Güldüm

-Ne var ki, neden korkacam?

-Soyunsam da korkmaz mısın Durakladım

Đri bir kadındı. Gözlerine baktım, bir tuhaf olmuştu gözleri, çakmak çakmak Anam bana
küçükken deli
Zeynep'in nasıl delirdiğini anlatmıştı, sonra gözlerini. Birden bu gözleri o gözlere benzettim.

-Niye soyunacan? Burda leğen yok ki yıkanasın?

-Hiç. Sıktı beni

-Sen erkek olmadın mı daha, diye sordu.

-Erkeğim ben, dedim.

-Öbür türlü erkek!

-Ne türlü erkek?

Durmadan karnını kasıyor, bacaklarını oynatıyordu.

-Elini atsana buraya!

-Nereye?

Göğsünü gösterdi.

-Erkeksen atarsın! Attım elimi.

-Nimet Ablası kurban olmuş, diye başladı sıkmaya. Öyle sıkıyor ki, nerdeyse nefesim
kesilecek. Biraz durdu,
soyunmaya başladı, başımı çevirdim, başımı tuttu.

-Bak bak, korkma!

Kapkara bulutların arasındaydık sanki Nimet Ablayla Bulutlardan aşağı düşüyordum da o


beni tutuyordu,
sıkıyordu Sıkan sıkan, insanı öldüren bir mengene Biraz sonra giyinirken bana,

-Sakın kimseye bir şey deme ha, dedi.

Ne olmuştu ki, ne diyecektim? Hiçbir şey olmamıştı. Gerçi, içimden kopup gelen tatlı bir
sıkılma, bir daralma
duyumsamıştım o an ama, ne olur bu kadın Nimet Abla değil de, o bizim okuldaki Fazilet
olsaydı diye
düşünmüştüm

Evet, Fazilet olsaydı bu kadın


Ertesi gün otele içimde tatlı, karmakarışık bir duyguyla çıktım. Gözlerim Nimet Ablayı
arıyordu. Galiba biz
çok utanılacak bir şey yapmıştık. Nimet Ablanın yüzünde bu utancı izleyecektim. Ama o hiç
oralı değildi
Çarşafları katlayıp duruyordu. Sanki bir gün önce onu çırılçıplak gören ben değildim

-Nimet Abla!

-Hı!

-Çay getirim mi sana?

-Ablası kurban olmuş

-Đstersen kave getirim.

-Hadi getir!

Gözünü sevdiğimin horozluğu, hem çay götürdüm, hem de kahve

-Gelecek misin gene altıda?

-He, dedim.

-Gel e mi?

Bir ay Nimet Ablaya erkekliğimi kanıtlamaya çalıştım. Ama, sanırım ben ona erkekliğimi değil,
o bana
kadınlığını mı kanıtlamaya çalışmış

Bir gün yok oldu gitti Nimet Abla. Hiç etkilemedi beni. Canımı acıtıyordu son zamanlar
Okullar açılınca Sait
Ustaya veda ettim. Daha adam, şimdiden gelecek yazı garantiye almaya, çalışıyordu,

-Yazın yanıma gelecen ha, diyordu.

-Olur, diyordum ben de

Tüm paralarımı güvecin içine boşaltmıştım. Đçinden yalnız bir pantolon bir de ayakkabılık para
almıştım.
Tüm kış, babam yeni evimizden söz etti. Babamın dediğine göre, bir gün bizim bu üzerinde ev
diye
oturduğumuz arsanın sahibi, on işçiyle bir girişecekmiş işe, tuzla buz edeceklermiş evimizi.
Sabi dersen, bizim
pek öyle sabilikle mabilikle de illgimiz kalmamış. Büyümüş, kocaman olmuşuz. Babam,

-Bir sepet değil ya, iki sepet de nar götürsen yine de boş, çıkın da çıkın diyor Ee şimdi
tutup bi sabi daha
meydana getirmek var ama, senden de yaş geçdi avrat, benden de.., diyor ve arkasından
ekliyordu:

-Gidelim avrat, senin arsana yapalım bi ev, kefimize bakalım. Her sene bi taş koysak, ev
bizim ev
Bu Hürriyet Mahallesindeki arsa anama ilk kocasından kalmışmış.
-Yahu diyordu babam çocuklar büyüsünler büyüsünler dedin durdun senelerce. Baksana iyice
büyüdüler,
akılları her şeye yetiyor. Bundan sonra bunlar istesen de it uğursuz olmazlar, aldılar alacakları
kadar terbiyeyi.
Öyle bir terbiye verdim ki ben bunlara, terbiye derim ben ona, terbiye

Anamsa, hiç olmazsa iki yıl daha bu mahallede oturmamızı istiyordu. Biz de ayrılmak
istemiyorduk Türkocağı
Mahallesinden. Gözümüzü burada açmış, onun kaldırımlarında oynamış, onun elektrik
direklerinin dibinde
oturmuş, onun ağaçlarının dutlarını yemiştik. Her sokağında, her ağacında, her taşında bir
anımız vardı. Onun
için babamdan yana çıkmıyor, yansız olmayı yeğliyorduk.

-Avrat, bak şu güveçdeki paranın başına bi hal gelmeden arsaya bi göz oda kondursak,
ondan sona top yıkmaz
bizi be, top!..

Babam son kozlarını oynamaya başladı.Bilmem doğru, bilmem yalan, bir gün anama,

-Madem ver o parayı, bi arkadaşa borç vereceğim, dedi.

Anam,

-Bre herif hani ev yapacakdık o paraynan, deyince, babam taşı gediğine koydu:

-Ölese deyim ki ben arkadaşa, kusura bakma arkadaş deyim, biz eve başladık deyim, vallaha
başlamasak
n'olacakdı, ha sendeydi, ha bendeydi deyim, he?

Böylece, yeni evimizin, mülk evimizin yapılmasına, hem de hemen haziran bir der demez
başlanmasına oy
birliğiyle karar verildi. O karar gününden sonra, babam daha bir iştahla para atmaya başladı
güvece

-Olmazsa, diyordu, ilerde bi göz daha yapar, onu da kiraya veririz, ondan alacağımız üç
senelik paraynan bi
göz daha, iki gözün parasıynan, bi sene sona bi göz daha, onların parasıynan öteki seneye iki
göz daha
Anam dayanamadı:

-Ocağın batmaya bre herif, dedi, kendi bi göz evi buldu da, lafnan avluda yer bırakmadı göz
gondurmadık

Babamın anlatma iştahı kursağında kaldı. Ona kalsa, o kocaman avlunun içine on beş yirmi
odacık konduruyor,
bunların hepsini kiraya verdikten sonra, kendi de bir yanına bakkal dükkanı açıyor,
avludakilerin alışverişleriyle
gül gibi geçinip gidiyorduk

Ah düş kurmak, o düşün içinde yaşamak!.. Bir haziran babama göre çok uzun, bize göre çok
kısa, geldi, çattı.
Ayrılmak istemediğimiz mahallemiz bir haziran yaklaştıkça daha çok şirinleşiyordu
gözlerimizde O yaz
aylarında tahtta yattığımız günler, sokağın ışığının yatağımızın içine vurması, sanki
ayrılacağımızın ayırdına varmış
olan nar ağacının ortadan ikiye bölünmesi, paslı avlu duvarları, kulpu kaynaklı tulumbamız, bol
bol kısır yaprağı
topladığımız asmamız Bunların hepsi tatlı anılarımızın birer canlı varlığıydılar Ve biz bu
varlıklardan bir
gecenin içinde ayrılacaktık. Ardımızda, sevinçlerimizle, acı çığlıklarımızla çınlamış kapkaranlık
bir bahçe, bir de
kilitli kapı bırakarak Kim bilir, belki de bizden sonra birileri gelecekti buraya, kazmalar
kürekler işleyecek, bu
bizim her köşesinde bir anımız bulunan avlumuza kocaman bir apartman dikeceklerdi. Ve ben,
yıllar sonra
oradan geçecek, o elektrik direğinin altında dinelecek, bu apartmanı gözlerim dolarak
izleyecektim. Adına da
Saadet Apartmanı diyeceklerdi.

Yok canım, bizler gibi hiç kimse mutlu olamamıştır orada, isterse adına Çifte Saadet
Apartmanı desinler
Bir haziran olmadı. Đki haziran günü babam, ben, anam arsanın olduğu yere gittik. Đçimde bir
eziklik, bir
burukluk Ama babamın gözleri ışıldıyor. Galiba bu ışıltı son soluğunu vereceği yeri bilmenin
bulmanın ışıltısı
olsa gerek Öyle ya, bizler hep öyle düşünürdük, söylerdik.

Tanrım, rahat döşeklerde göz yummamızı nasip eyle.

Đnsanın kendi evi olursa, elbette o evde de üzerinde şöyle rahatça insanın gözlerini
kapayabileceği bir döşeği
olurdu.

Babam zaten telaşı çok sever. Eh, bir av yapmak da (isterse bu gecekondu olsun), bir eser
yaratmak olduğuna
göre, bol bol telaşa yer verir. Đşte babam, bu telaşla başladı işe. Bir kazık buraya çaktı, bir
kazık oraya Đki kazık
daha çaktı. Evin temeli ve oturacağı yer belli.

Anama sordu:

-Nasıl, iyi mi büyüklük?

Anam, iplerin arasında kalan yere baktı:

-Acık daha büyültsek, dedi.

-Masraf da büyür avrat masraf da, dedi babam.

Başladı söktüğü kazığın yerine birer çukur kazmaya. Bir tanesini de ben kazayım dedim, pek
beceremedim.

Babam,

-Sen su ver yeter, dedi.

Anam da, arsanın çevresindeki gecekondulularla şimdiden ahbap olmaya çalışıyordu. Ama,
benim kimseye
baktığım yoktu. Topuna da kızıyordum. Sanki beni, mahallemden kopup getiren bu yoksul
insancıklarmış gibi
Babam, bir gün önceden oraya yığdığı direklerden dört tanesini bizim yardımımızla bu
çukurlara dikip, yanlarını
taşlarla bir güzel bastırdı. Sonra, yanlardan atkılar attı, çiviler çaktı. Güneş battığında bizim
evin çatkısı hazırdı.

-Eh, diyordu babam, yarın da duvarlarını çaktık mı, bi sıvasıynan tavanı kalır.

Ama, babam böyle sıkı çalışmaya alışkın olmadığı için o gece titreyerek yattı. Bir üşüme, bir
yanma. Anam
tanısını koydu:

-Sıtma!

Babam bağırdı:

-Yorgunluk! Anam söylendi:

-Güneş geçti kafana!

Hem aspirin, hem de sıtma ilacı verdik babama. Ama, bu iki şahane ilaç bile babamı
sabahleyin ayağa
kaldıramadı. Bir hafta izin almıştı çalıştığı lokantadan. Şayet yatar kalırsa, ne zaman bitecekti
bizim kutsal
yuvamız? Fakat, ayağa kalkmasıyla, o yazın sıcağında:

-Dondum dondum, deyip tekrar yatağa girmesi bir oldu.

Bizim büyük inşaat yarım kalmıştı. Bunun üzerine babam,

-Aman oğlum, dedi bana, yarım ev bu, dilmeleri, tahtaları çalar giderler, en iyisi sen git orda
yat!

Anam,

-Bre herif, tanımadığı bilmediği mahalle çocuğun

-Yok be ana, dedim, gider yatarım. Bizi çocuk mu sanıyorsun?

Öğleden sonra anam sırtıma bir çul yükledi.

-Koy yorganı da üstüne, dedim.

-Ağır olmasın oğlum.

-Koy koy!

Yola düştüm. Yolda birkaç yerde mola verdim. Arsaya girerken, yaşlı bir kadın çıktı önüme,

-Ne lan, daşınıyor musunuz, dedi.

-He, dedim.

-Bitmedi ya daha eviniz?

-Biz içindeyken biter.

-Çok yoksulsunuz galiba?

-He!
Yatağı tahtaların üzerine bırakıp kendime bir yer hazırladım. Orta yere iki kalın direk koydum.
Üzerine de
tahtaları dizdim, yatağımı bunların üzerine serdim. Oturdum yatağın üzerine, gülmeye
başladım. Bizim evi
Nasrettin Hocanın türbesine benzettim, kendimi de Nasrettin Hocaya

Anamın uyarmasına karşın, akşam eve yemeğe gitmedim. Yatağı yorganı kime teslim
edecektim. Erkenden
yatağıma girdim. Biraz sonra bir yaşlı adam geldi.

-Hoş gelmişsen yegen.

-Hoş bulduk dayı.

-Sizindir bu ev?

-He.

-Hayir ugir ola!

-Sağ ol.

Oturdu yanıma. Bu kez ben sordum:

-Senin ev nere?

-Şu garşı.

-Yani komşuyuz.

-He!

Cebinden hem pis, hem de çürük bir kaysı çıkararak uzattı:

-Ye!

-Yemem, dedim, amel ediyor beni.

-Beni bu etmiyor, zerdali ediyor. Amma gene yiyom.

-Ye afiyet olsun!

-Ne dedin?

-Afiyet olsun, dedim.

-Nerde çalışın sen?

-Okurum.

-Ne okun?

-Okulda okurum.

Biraz sonra bir yaşlı kadın gelince, adam,


-Otur, dedi ona. Sonra bana, Bizim avrat, dedi.

-Hoş geldin deze, dedim.

-Hayıı, dedi.

Kocası atıldı:

-Türkçe bilmez.

Oturdular belki bir saat. Ne adam konuştu, ne kadın, ne de ben. Birbirimizin yüzüne baktık
durduk. Sonunda bir
söz etti adamın ağzı, onu da ben anlamadım.

-Hadi gidip yatalım avrat, dedi ki kalkıp gittiler.

Zaten hemen ilk akşamdan yatmıştı millet. Hiçbir pencerede ışık yoktu. Ama bizim
mahallemiz böyle miydi
ya? Cıvıl cıvıl kaynardı şimdi. Sokakta koşuşan çocuklar, pencerelerden gelen müzik sesleri

Bir sıkıntı bastı içimi Bu sıkıntıyla uyudum kutsal evimizin direkleri arasında ilk uykumu
Uyku da değildi
bu, dalmak gibi bir şeydi. Gün ışıyıncaya dek sıçradım sıçradım durdum. Gün ışıdıktan sonra da
zaten uyumama
olanak yoktu. Sanki bir göstermelik maymunmuşum gibi yatağımın yöresine bir yığın sümüklü,
gözü çapaklı
çocuk birikmişti. Hiç konuşmaksızın boyuna bana bakıyorlardı.

Đçlerinden birine sordum:

-Senin adın ne lan?

Sanki tokat atmışım gibi, çocuk ağlaya ağlaya evine kaçtı.

Yorganı başıma çektim. Bir zaman bekledim. Açtığımda yine hepsi başucumdaydılar. Garip bir
yaratığı izler
gibi bakıp duruyorlardı

-Hadi alan evinize!

Bir ikisi gider gibi oldular ama, çoğunluk yine orada kaldı. Yatağın altından pantolonu çıkarıp
giydim. Biraz
sonra da elinde bir sepetle anam geldi. Ekmek peynir getirmişti.

-Ye oğlum! dedi.

-Mostra gibi seyrettiler beni, dedim.

-Eh, yabancı sayılırız onlara göre. Ama iki gün sonra bizim de kendileri gibi olduğumuzu
anlarlar.

Çocuğun birinden bir tas su istedim, aptal aptal yüzüme baktı.

-Lan, dedim, su su! Sağır mısın?

-Türkçe nizanım, dedi ve kaçtı.


Đki tanesi daha öyle dedi. Bereket biri anlayarak bir tas su aldı geldi. Elimi yüzümü yıkadım.
Anama,

-Babam nasıl, diye sordum.

-Bilmen mi oğlum babanı, bi donar, bi yanar, onun hastalığı öyle.

-Gelemeyecek mi bugün?

-Gelemez.

-Eh, akşam gene burada yatacam desene!

Anam,

-Sen git, akşama kadar ben beklerim, dedi.

Peynir ekmeğimi yedikten sonra eve, babamın yanına gittim.

-Korkmadın ya?

-Yok, niye korkayım.

-Ulan erkek oldular vallaha be!

-Sen nasıl oldun baba?

-Ben doğuştan erkeğim oğlum.

-Öyle demedim, yani hastalığın nasıl oldu dedim?

-Donuyom oğlum donuyom, yanıyom oğlum yanıyom

Bir çay pişirdim, babamla karşılıklı içtik. Çayın sonuna doğru, yine,

-Dondum oğlum dondum, deyip yorganı başından aşırdı.

Tam bir hafta yattı Yatağın içinde, ev yarım kaldı diye canı gitti ama, bir türlü de kalkamadı
yerinden.
Kalktığı gün, ilk iş çalıştığı lokantaya gitti. Patron,

-Vallaha bir hafta daha olmaz, demiş. Ama, babamın özürü büyük ki, büyük,

-Đnşaat, demiş.

-Olmaz, demiş patronu.

-Olmazsa olmaz, demiş babam da. Đnşaat bu, yarım kalıyor boru mu?..

Sonra, bir de avuntu bulmuş kendisine,

-Ev yapanla evlenene Allah yardım eder, diyerekten

Anam,

-Herif, işini bırakmasan çok iyi ederdin ya, dedi.


Babam gürledi:

-Koca inşaat yarım mı kalsın be!..

Eh, elbette yarım kalamazdı bu koca inşaat. Yapsatçısı babam, taşaronu babam, mühendisi
babam, mimarı
babam, ustası babam, işçisi babam olduktan sonra olanaksız bu yapı yarım kalamazdı. Tekrar
büyük bir istekle
girişti işe. Anama bağırıyor, çağırıyor, bana bağırıyor, çağırıyor, çocuklara bağırıyor
çağırıyordu

-Tut şunun ucundan!.. Ulan eyri tuttun, gözün mü eyri ne?

-Kaldır bakayım şunu havaya Ulan iyi kaldır, hiç mi ekmek yemedin a ekmek düşmanı!

-Çivi ver, tel ver, tesdere ver! Arada bir anam,

-Herif yavaş çalış, gene hasta olacan diyorsa da anamı dinleyen kim? Titremeye tutulmuş
dervişler gibi
kaldırıyor keseri babam, indiriyor keseri babam O bir gün içerisinde hazır kargılardan
örülmüş duvarları çaktı.
Sıra geldi babamın en meraklı olduğu iki işe. Birincisi pencere açmak, ikincisi sıva yapmak
Devrisi günü
pencere işine girişti. Başladı gene.

-Kuzeyden mi açalım, güneyden mi açalım, doğudan mı açalım, batıdan mı açalım, demeye.

Anam, babamın huyunu bildiği için hiç yanıt vermiyordu.

-Deyin yahu nerden açalım?

-Kuzeyden açsak baba, dedim.

-Ayaz lan ayaz, dedi.

-Doğudan açsak?

-Güneş lan güneş, sabah güneşi, dedi.

-Batıdan açalım, dedim.

-Bi öğlen uykusuna yatmayacak mıyız lan?

-Güneyden açalım!

-Hele bi düşünek.

Öğleni etti karar verinceye dek. Sonunda, hesaplar kitaplar yapıldı ve iki pencere açılmasına
karar verildi. Daha
doğrusu babam, bu kararı bir başına verdi. Pencerelerden biri güneyden, biri de doğudan
açılacaktı.

-Baktık olmazsa, doğudakini kapar, batıdan açarız, diyordu.

Kim bilir neler düşündü, biraz sonra,

-Ya Allah, dedi kırmızı kalemle kargı duvarın üzerine bir kare çizdi. Anama sordu:
-Nasıl avrat, iyi mi bu büyüklük?

-Đyi, dedi anam.

-Yok yok biraz daha büyütelim.

-Sen bilin!

-Bu büyük olsun, ötekisi ufak.

Durdu, düşündü, başını kaşıdı, bir sigara yaktı:

-Yok yok, bunu ufaltalım, ötekini büyütelim, dedi.

Ne diyelim;

-Sen bilin, dedik.

Azıcık daha durdu:

-En iyisi ikisini de ufaltalım.

Kareyi biraz küçülttü ve testereyle, bismillah, deyip girişti. Sonra, öteki pencerenin karesini
çizdi. Ama,
nedendir bilinmez, vazgeçti, bu kez batıdan bir pencere açtı:

-Ceryan yapar ceryan. dedi. Oh şöyle yazın sıcağında bağrını verdin mi ceryana

Anam, yanıldı, yakıldı,

-Ölün, dedi.

-Ne, dedi babam.

-Ceryan zarar.

-Sen ne bilin ki

Seslenmedi anam. Öğleden sonra avlunun bir köşesini kazmaya başladık. Akşama doğru
sevgili
komşularımızdan bir iki kişi daha yardım ettiler bize. Karanlık bastığı halde, biz hala samanla
çamuru karıştırmaya
çalışıyorduk. O sırada abim de yetişip gelmişti. Babam kürekle karıştırıyor, ben komşunun
tulumbasının başında,
anamla abim de su taşıyorlar Yatsı ezanından sonra paydos dedik işe. Çamurumuz hazırdı.
Şöyle bir gün
dinlenirse, öbür gün rahat rahat sıva işine başlayabilirdik. Babam yorgunluktan bitmişti,

-Ben bir adım daha atamam, ben burada yatacam, dedi.

Belki de mülkünün içinde bir an önce yatmaya can atıyordu adamcağız. Anam, ben, abim
evin yolunu tuttuk.

Yolda anama,

-Ana, sen sevdin mi bu evi, dedim.


-Ben sevmişim bir şey değil, siz sevin oğlum, dedi.

Diyemedim.

-Sevemedim, sevmiyorum bu evi. diye. Abime göre hava hoştu. Sabah gidiyordu dükkana,
geç zaman
geliyordu. Boru değil, daha şimdiden sanatın en ince noktalarını öğrenmeye başlamıştı. Tela
işliyor, galivirik
yapıyor, düğme dikiyordu Haftalığı da elli kuruş artmıştı. Böylece ilerde kocaman bir terzi
olacak, bana,
babama beleş tarafından ceketler, pantolonlar dikecekti

-Sen sevdin mi abi?

-He, dedi, iyi oluyor. Bu evden büyük.

-Ya mahallemiz?

-Bizim mahalle mi?

-He, nasıl ayrılacağız buradan?

-Tapusu bizim mi lan?

Öyle Ah anamın eski kocası ait, şu şimdiki oturduğumuz avluyu miras bıraksaydın ya bize

Anam daha şimdiden uyarıyordu.

-Bakın oğlum, orada heç bi çocuknan samimi olmayın, diye.

Oh ne ala, mahalleye alışacaktım da, bir de ben yaştaki yeni yetmelerle arkadaşlık
kuracaktım. Ertesi gün, yeni
evimize giderken avlumuza yeni dikmiş olduğum bir çam fidanını da aldım gittim. Babama,

-Bunu nereye dikeyim, dedim.

-Dik ulan, canının istedıği yere!

Evin güneyine diktim Ah benim çam ağacım Mutsuz günlerimin anısı çam ağacım
Geldiğimde, babam
kapıyı yarılamıştı. Kasasını çakmış, eski mal sandıklarından yaptığı kapıyı yerine oturtmaya
çalışıyordu.
Menteşenin biri uzun geldi, gittim değiştirdim. Sonra bir kez de çarşıya pencerelerin
menteşeleri için gittim. iki
mal sandığı, bozulup, kesilip, biçilince, bir kapı, iki de pencere olmuştu. Hem de pancurlu
pencere Şayet, bir
dilme üzerine şöyle gelişigüzel çakılmış tahta parçalarına pancur demek gerekirse?..

Zavallı babacığımın gözlerinin içi gülüyordu Anamın da öyle. Gerçi anam ise önceleri
isteksiz girişmişti, ama
odacık, duvarlarıyla, pencereleriyle, kapısıyla boy göstermeye başlayınca, anamın da içini
ısıtıvermişti.
Babam,

-Hele bi de çamurunu sıvayım, siz o zaman görün, konak olur konak, diyordu. Ve müjdeyi
veriyordu:
-Artan tahtalarla şuraya bir de hamamlık yapacağım.

Oh be ne ala Bir de kapı koyacaktı hamamlığa, meşinden menteşeli, çividen mandallı.


Odadan açıp girecektin
bu hamamlığa. Leğene elveda Elveda leğen Bak görüyorsun. yavaş yavaş biz de uygar
ülkeler düzeyine
ulaşıyoruz

Sıva işi tam bir günümüzü aldı.

-Çamur ver, su ver!

-Al çamur, al su!

-Mala ver, tahta ver!

-Al mala, al tahta! Biraz işler ters gitse,

-Ah ah, diyordu babam, şu evi baştan yap deseler, öyle bi başka, öyle bi kolay yaparım ki

Eh, usta olmuştu belki iki gün içerisinde. Sonra gittik demirciler çarşısına. Oradan ölçtük
biçtik, ucuz ucuz
oluklu çinkolardan aldık. Yükledik bir at arabasına:

-Çek arabacı inşaata!

-Nerde sizin inşaat?

-Garalar mahallesinde.

Arabacı, tuhaf tuhaf baktı yüzümüze,

-Kardaş, dedi, orada inşaat olmaz, olsa olsa gecekondu olur.

Babam,

-Hele sen bizimkini bir gör, ondan sonra konuş, dedi.

Babacığım, kim bilir ne sanıyordu yaptığı evi? Saray yavrusu mu, apartman kırığı mı? Belki
de kendi yaptığı
için ona saray gözüküyordu. Arabacı evimizin olduğu yere varınca, şaşkınlıkla sordu:

-Bu mu inşaat? Babam, kızgın,

-N'olmuş, beğenemedin mi, dedi.

-Yoo dayı, beğenmesine beğendik amma, sen bu işi yanlış dutmuşun.

-Niye?

-Heç gapı burdan mı açılır?

-Nerden açaydık ya?

Güneyi gösterdi:
-Nah, şurdan açaydın

-Niye?

-Heeç

-Heçse, ne konuşdun sen yani şimdi? Çinkoları indirdik. Babam çıktı çatının üstüne. Anamla
çinkoları biz
uzatıyoruz, babam çakıyor. O arada biri daha geldi, başka bir akıl verdi.

-Akıntıyı ters vermişiniz, şimdi sular hep kapınızın önüne dolar, diye.

Babam kızdı:

-Ulan iş bittikten sonra mı akıl vermeye geliyorsunuz? Nerdeydi önceden aklınız?

-Yeni gördük be emmi! Babam bana bağırdı:

-Ver oğlum çinko ver, şimdi biri gelip de evi tepesi aşağı yapmışsınız demeden çakıp
bitirelim!

O günü inşaatın ilk kazasını da atlattık. Babanı damdan aşağı yuvarlandı. Damın en yüksek
yeri bereket iki
metre olduğundan babam ufak sıyrıklarla atlattı kazayı.

-Yaa, dedi, yerde iki seksen uzanmışken, bu inşaat büyük olsaydı, ben de ikinci kattan aşağı
düşseydim,
tamamdı bizim amudufukarimiz

Anam, bu düşüşü başka şeye yorumladı,

-Kan akıtmadık ki herif, diyordu.

-Akıttık akıttık, dedi babam, baksana şu elimden akan kana.

-Bi horoz kesseydik?

-Boş ver!

-Boş ver deme herif. keser biz yeriz!

Babam,

-Ulan, dedi, al cebimden para, git kömür pazarına, bi beyaz horoz al gel!

Arkamdan bağırdı:

-Pazarlık et lan ha!

Beyaz horoz bulamadım. Kırmızı bir horozla döndüm kutsal yuva inşaatına. Babam,

-Beyaz horoz yok muydu, diye sordu.

-Yoktu.

Tüm kaza ve belaların bizden uzak olması için ve de kutsal yuvamızın içinde bir ömür boyu
huzur içerisinde
yaşayabilmemiz için kırmızı horozu tekbirlerle dualarla kestik. Sanırını horoz kesilirken
başımızda bekleyenler
epeyce umutlanmışlardır, belki bize verirler diyerekten Oysa anam, horozu aldı gitti eski
evimize. Biz akşam
gelinceye dek bir güzel haşlamış, kızartmış, tane tane pilavını da yapmıştı. Abim, bu çok
önemli kurban etinden
yoksun kalmasın diye, bir tabak pilavla budunu da ona, terzi dükkanına götürdüm. Abim,

-Kim gönderdi lan bize tavuk, dedi.

-Biz kestik!

-Essah?

-Vallaha!

Çocukcağız kim bilir kalfalarının yanında ne büyük bir fiyakayla yemiştir o horoz budunu.

-Bakın ulan, biz de tavuk keser yeriz ha, diyerekten.

Babamın iki metreden düşünce belkemiğinin değilse bile, çanakkemiğinin incindiğini ancak
sabahleyin
uyanınca anlayabildik. Tuvalete. kalçasını tuta tuta gitti, tuta tuta geldi. Otururken de, acıyla
sızlandı:

-Oy oy!

O dakika anladım ki, bizim inşaat yine yarım kaldı.

-Avrat. bizim göt hapı yutmuş!

-Đncinmiştir herif.

-Çıkmış çıkmış, yerinden çıkmış.

-Bre herif çıksa sen hiç yürüyebilin mi?

-Yürüyorum amma gel sen bana sor.

-Ee n'apalım şimdi?

-Bir gün daha bekleyelim, geçmezse kırıkçıya gidelim.

Bir gün değil, iki gün bekledik. Sonra tuttuk bir fayton ver elini Ötegeçe. Orada bir aptal
karısı varmış, onu
bulduk. Babamı yerde evirdi, çevirdi, yuvarladı, salladı. Sonra, belkemiğinin üzerine çıkarak ayı
gibi çiğnedi.
Babam,

-Oy anam oy. dedikçe, aptal karısı daha çok bastı. Sonunda.

-Tamam, dedi.

Oradan gelirken, daha köprüyü henüz geçmiştik ki, babam,

-Avrat, sana bişi deyim mi, ben iyi oldum ha, dedi.
-Yahu herif, nasıl iyi olur, daha yeni çığnadı avrat seni.

-Đyi ya işte, onun bütün sihiri ayaklarındaymış zaten. Đyi oldum işte.

Ne diyelim. olacak iş değil amma,

-Maşallah maşallah, bin maşallah, dedik.

Faytonla, yeni evimizin olduğu yere dek geldik. Babam tek çalışmasın diye, anamla ben
çalıştık. Kardığımız
çamur nerdeyse kurumaya yüz tutuyormuş. Su taşıyıp baştan kardık. Anam su çekti, ben
çamuru kardım. Babam,

-Ulan olmuyor, deyip küreği her almak istediğinde, ben de anam da küreği vermemekte inat
ettik. Sonunda
yaptı yapamadı,

-Durun bari küreksiz çiğneyim, dedi. Pantolonunu çıkarıp girdi çamurun içine. Akşama dek
çiğnedi durdu.

Yılın en uzun gündüzünde bir tek atlı araba geldi Türkocağı Mahallesindeki evimizin önüne.
Nemiz var, nemiz
yok, yükledik bu tek atlı arabanın üstüne. Gaz lambası benim elimde, camlı çerçeveli karınca
duası anamın
elinde, nargile şişesi babamın elinde, düştük arabanın ardına Arkama baktım, yılların
anısına. Bir daha ben
bu kapıdan içeri giremeyecektim, bir daha o nar ağacının üzerine çıkamayacaktım, bir daha
yaz gecelerinin
sessizliğinde Seyhan'ın sesini duyamayacaktım. Đçimden, elimdeki lamba şişesin, yere vurmak
geçti. Vurmak,
parçalamak, parçalamak Arabanın orasından burasından sarkan eleklerimiz, gaz
tenekelerimiz, yer

nest...

çamaşır makinesi ses çıkarması topuz modelleri kapalı huawei hoparlör cızırtı hususi otomobil fiat doblo kurbağalıdere parkı ecele sitem melih gokcek jelibon 9 sınıf 2 dönem 2 yazılı almanca 150 rakı fiyatı 2020 parkour 2d en iyi uçlu kalem markası hangisi doğduğun gün ayın görüntüsü hey ram vasundhara das istanbul anadolu 20 icra dairesi iletişim silifke anamur otobüs grinin 50 tonu türkçe altyazılı bir peri masalı 6. bölüm izle sarayönü imsakiye hamile birinin ruyada bebek emzirdigini gormek eşkiya dünyaya hükümdar olmaz 29 bölüm atv emirgan sahili bordo bereli vs sat akbulut inşaat pendik satılık daire atlas park avm mağazalar bursa erenler hava durumu galleria avm kuaför bandırma edirne arası kaç km prof dr ali akyüz kimdir venom zehirli öfke türkçe dublaj izle 2018 indir a101 cafex kahve beyazlatıcı rize 3 asliye hukuk mahkemesi münazara hakkında bilgi 120 milyon doz diyanet mahrem açıklaması honda cr v modifiye aksesuarları ören örtur evleri iyi akşamlar elle abiye ayakkabı ekmek paparası nasıl yapılır tekirdağ çerkezköy 3 zırhlı tugay dört elle sarılmak anlamı sarayhan çiftehan otel bolu ocakbaşı iletişim kumaş ne ile yapışır başak kar maydonoz destesiyem mp3 indir eklips 3 in 1 fırça seti prof cüneyt özek istanbul kütahya yol güzergahı aski memnu soundtrack selçuk psikoloji taban puanları senfonilerle ilahiler adana mut otobüs gülben ergen hürrem rüyada sakız görmek diyanet pupui petek dinçöz mat ruj tenvin harfleri istanbul kocaeli haritası kolay starbucks kurabiyesi 10 sınıf polinom test pdf arçelik tezgah üstü su arıtma cihazı fiyatları şafi mezhebi cuma namazı nasıl kılınır ruhsal bozukluk için dua pvc iç kapı fiyatları işcep kartsız para çekme vga scart çevirici duyarsızlık sözleri samsung whatsapp konuşarak yazma palio şanzıman arızası