osman eğin elif lam mim / Elif Lam Mim Dinle - Elif Lam Mim Türkçe Okunuşu ve Anlamı | İslam ve İhsan

Osman Eğin Elif Lam Mim

osman eğin elif lam mim

HURÛF-ı MUKATTAA NEDİR?

Harf kelimesinin çoğulu olan hurûf ile “kesilmiş, ayrılmış” anlamındaki mukattaa kelimesinden meydana gelen bir tamlamadır. Mukattaa, “kesmek, bir şeyi bütününden ayırmak” mânasına gelen kat‘ kökünden türemiş bir sıfat olup söz konusu harfler kelimeyi oluştururken okundukları gibi değil kendi isimleriyle telaffuz edildiklerinden “bağımsız ve ayrı harfler” anlamında “hurûf-ı mukattaa” diye anılmıştır. Bu harflere aynı sebeple hurûf-ı teheccî adı verildiği gibi sûrelerin ilk harflerini oluşturduklarından evâilü’s-süver ve fevâtihu’s-süver de denilmiş, ayrıca ne mânaya geldikleri veya bu sûrelerin başında hangi amaçla yer aldıkları kesin olarak bilinmediğinden hurûf-ı mübheme olarak da adlandırılmıştır.

Tefsir usulü kitaplarında, Kur’ân-ı Kerîm’in sûrelerinde söze nasıl başlandığı sorusuna cevap veren “Fevâtihu’s-süver”, “Evâilü’s-süver” vb. başlıklar taşıyan bölüm içinde hurûf-ı mukattaa önemli bir yer tutar. Başlangıçtan günümüze kadar yazılan Kur’an tefsirlerinde hurûf-ı mukattaa hakkındaki bilgilere genellikle mushaf tertibinde ilk geçtiği sûre olan Bakara sûresinin başında yer verilmiştir.

Hurûf-ı mukattaa Arap alfabesindeki on dört harften (ا، ح، ر، س، ص، ط، ع، ق، ك، ل، م، ن، هـ، ى) teşekkül etmiş olup bunların üçü tek, dördü iki, üçü üç, ikisi dört, ikisi de beş harflidir. Tekrarlarıyla birlikte yirmi dokuz ünite oluşturan hurûf-ı mukattaa, ikisi Medenî olmak üzere yirmi dokuz sûrenin başında yer alır. Bâkıllânî ve Zemahşerî gibi âlimlerin de işaret ettiği gibi hurûf-ı mukattaa Arap alfabesinin yarısını içerdiği gibi mehmûse-mechûre, şedîde-rihve gibi harf cinslerinin de (bk. HARF) yarısını içermektedir (İʿcâzü’l-Ḳurʾân, s. 48; el-Keşşâf, I, ). Ayrıca Arapça kelimelerin oluşturulmasında en çok kullanılan harflerden meydana gelmiş, bunların da en çok kullanılanı olan elif ve lâm hurûf-ı mukattaanın çoğunda yer almıştır (a.g.e., I, ).

Mukattaa harflerinden tekrarlanan “hâ mîm”lere çoğul olarak “havâmîm”, “tâ sîn”lere “tavâsîn” denilmiştir. Meryem, Ankebût ve Rûm (bazılarına göre Kalem) dışındaki sûrelerde hurûf-ı mukattaadan hemen sonra Kur’an’dan veya aynı anlamda kitaptan söz eden ya da bunlara işaret eden bir âyet yahut âyetler gelmektedir. Başında hurûf-ı mukattaa bulunan sûrelerin fâsılaları da bir ölçüde bu harflerin okunuşu ile uyumlu olarak gelmiştir. Buna göre “elif lâm mîm” ile başlayan altı, “hâ mîm” ile başlayan altı, “tâ sîn mîm” ile başlayan iki, “tâ sîn”, “yâ sîn” ve “nûn” ile başlayan birer sûre olmak üzere toplam on yedi sûrenin fâsılaları umumiyetle “îm”, “în” veya “ûn” uyumuna; “tâ hâ”, ilk yirmi dört âyetinden sonra bazı farklılıklarla birlikte “â” uyumuna; sâd ise büyük ölçüde “âk”, “âs” uyumuna sahiptir. “Elif lâm râ” ile başlayan Hûd sûresinin ilk beş âyeti “îr”, “ûr”, “elif lâm mîm râ” ile başlayan Ra‘d sûresi “ûn” ve “hâ mîm ayn sîn kāf” ile başlayan Şûrâ sûresinin ilk beş âyeti de (Şûrâ’nın 2. âyeti hariç) “îm” sesleriyle bitmektedir (EI2[İng.], V, ).

Hurûf-ı mukattaanın metin içindeki konumları (i‘râb), kıraat ilmi ve tecvid kuralları açısından okunuşları hakkında birbirinden farklı bazı görüşler ileri sürülmüştür (Fahreddin er-Râzî, II, 12; Kurtubî, I, ; İbnü’l-Cezerî, I, , ; II, ; Âlûsî, I, ). Bu harflerin tam bir âyet sayılıp sayılmayacağı hususu da ihtilâflıdır. Kûfeli kıraat âlimleri bunlardan “elif lâm mîm”, “elif lâm mîm sâd”, “hâ mîm”, “kâf hâ yâ ayn sâd”, “tâ hâ, tâ sîn mîm” ve “yâ sîn” harflerini birer; “hâ mîm ayn sîn kāf” harflerini iki âyet sayarken diğerlerini ilk âyetin parçası saymışlar, Basralı kıraat âlimleri ise bunların hiçbirini tam bir âyet kabul etmemişlerdir (Zemahşerî, I, ; Zerkeşî, I, ).

Başta müfessirler olmak üzere İslâm âlimleri hurûf-ı mukattaanın tefsiri meselesinde çeşitli görüşler öne sürmüşlerdir. Kur’an okumayı teşvik eden, Allah’ın kelâmını okuyana her harfi için on sevap verileceğini bildiren ve bu arada “elif lâm mîm”in tek harf değil üç harften oluştuğunu bildiren hadisin dışında (Dârimî, “Feżâʾilü’l-Ḳurʾân”, 1; Tirmizî, “Feżâʾilü’l-Ḳurʾân”, 16) muteber hadis kaynaklarında hurûf-ı mukattaaya dair herhangi bir açıklama bulunmamaktadır. İslâm âlimlerinin hurûf-ı mukattaanın yorumu konusunda ortaya koydukları görüşler genel olarak iki grupta ele alınabilir. Daha çok Selef âlimlerinden meydana gelen bir gruba göre hurûf-ı mukattaa, te’vilini yalnızca Allah’ın bildiği müteşâbih âyetlerden olup bu harfler üzerinde yorum yapmak mümkün değildir. Hulefâ-yi Râşidîn, İbn Mes‘ûd ve İbn Abbas gibi sahâbîlerin bu kanaatte olduğu (Fahreddin er-Râzî, II, 3; Kurtubî, I, ; Nîsâbûrî, I, ), Şa‘bî, Süfyân es-Sevrî, İbn Hibbân, İbn Hazm, Ebû Hayyân el-Endelüsî ve Süyûtî gibi âlimlerin de bu görüşe katıldığı bildirilir; Şîa imamlarının da genelde bu görüşte olduğu kaydedilmektedir (Tabersî, I, ). Şevkânî de hurûf-ı mukattaanın mânasına dair Resûlullah’tan hiçbir açıklamanın gelmemesi, sahâbe ve tâbiîn âlimleri tarafından ortaya konulan çok farklı görüşlerin bir noktada birleştirilememesi, ayrıca teklif edilen mânalardan hiçbirinin Arap dilinde yaygın olmaması gibi sebeplerle bu mesele hakkında görüş bildirmemeyi tercih etmiş, söz konusu harflerin indirilişinde Allah’ın mutlaka bir hikmetinin bulunduğunu, ancak insanların idrakinin bu hikmeti kavrayamayacağını söylemekle yetinmiştir (Fetḥu’l-ḳadîr, I, ).

Hurûf-ı mukattaaya anlam vermekten kaçınanların en önemli gerekçeleri söz konusu harflerin müteşâbihattan olduğu, müteşâbihatın te’vilinin ise dinen yasaklandığı hususudur. Aslında Kur’ân-ı Kerîm’in temel gayesi insanları hidayete ulaştırmak olup bütün âyetler içinde çok küçük bir yer tutan hurûf-ı mukattaanın anlamının bilinmemesi Kur’an’ın bu fonksiyonunu hiçbir şekilde zedelemez. Ayrıca hac ibadetleri içinde yer alan ve hikmeti tam olarak anlaşılamayan Safâ ile Merve arasında sa‘yetme gibi taabbüdî konularla anlamı bilinmeyen bazı kelimelerin Kur’an’da yer alması, kişinin kulluk samimiyetini ölçme ve Allah’a teslimiyetini sağlama amacı taşır. Ebû Bekir İbnü’l-Arabî ise Kur’an’ın indiği dönemde Araplar’ın hurûf-ı mukattaanın mânalarını bildiğini iddia eder. Ona göre Hz. Peygamber’in özellikle Kur’an konusunda bir açık vermesini bekleyen müşrikler bu harflerin mânasını bilmeselerdi mutlaka bunu dillerine dolar, Kur’an’a ve Peygamber’e eleştiri yöneltirlerdi. Halbuki onlardan böyle bir itiraz vâki olmadığı gibi Kur’an’ın fesahat ve belâgatını açıkça itiraf etmek zorunda kalmışlardır (bk. Süyûtî, el-İtḳān, III, 27).

İçlerinde kelâmcıların da bulunduğu, çoğu sonraki nesillerden olan diğer bir grup âlim, müteşâbih âyetlerin ve dolayısıyla hurûf-ı mukattaanın mânalarını araştırmanın gerekli olduğunu söylemiştir. Bu âlimlere göre “apaçık bir Arapça ile” nâzil olan (eş-Şuarâ 26/), insanları üzerinde düşünmeye davet eden (en-Nisâ 4/82; Muhammed 47/24), her şeyi açıklayan (en-Nahl 16/89) ve hidayet rehberi olan (el-Bakara 2/) Kur’an’da anlaşılmayan sözlerin bulunması onun bu özellikleriyle bağdaşmaz. Gerek nazım gerekse nesirde kelimelerin yerine mukattaa harflerini kullanmanın Arap geleneğinde bulunduğunu söyleyen İbn Atıyye el-Endelüsî bu harflerin tefsir edilmesi taraftarıdır (el-Muḥarrerü’l-vecîz, I, 96). Selefî bir âlim olmasına rağmen İbn Teymiyye de bu görüştedir. İbn Teymiyye’ye göre Âl-i İmrân sûresinin 7. âyetinde müteşâbihin mâna ve tefsirini değil te’vilini Allah’tan başka hiç kimsenin bilemeyeceği ifade edilmiştir. Allah, “Bu kitap âyetlerini düşünsünler diye sana indirdiğimiz mübarek bir kitaptır” (Sâd 38/29) buyurmuştur. Burada söz konusu edilen düşünme hem muhkem hem de müteşâbih âyetleri kapsar; mânası olmayan veya anlaşılması imkânsız bulunan bir şey ise düşünülemez (Mecmûʿu fetâvâ, XIII, ).

Hurûf-ı mukattaanın tefsir edilmesinin gerekliliği üzerinde ittifak eden âlimler, bu harflerin anlamları konusunda çok farklı görüşler öne sürmüşlerdir. Bazı kaynaklarda yirmiyi geçtiği söylenen (meselâ bk. Zerkeşî, I, ) bu görüşlerin tamamına yakını II-III. (VIII-IX.) yüzyıllarda ortaya çıkmış olup daha sonra söylenenler bunların tekrarından ibarettir. İslâm ulemâsının Kur’an üzerindeki engin tefekkürünün örneklerinden birini oluşturması bakımından da önem taşıyan bu görüşleri şu şekilde tasnif etmek mümkündür:

1. Hurûf-ı mukattaa ile hecâ harfleri kastedilmiştir. Bu görüşte olanların harflere yükledikleri farklı anlamlar şöylece sıralanabilir: a) Mukattaa harfleri başında bulundukları sûrelerin isimleridir. Zeyd b. Eslem’den rivayet edilen bu görüş (Taberî, I, ) Halîl b. Ahmed ve Sîbeveyhi gibi âlimler tarafından benimsenmiştir. Zemahşerî âlimlerin çoğunluğunun bu görüşte olduğunu belirtir (el-Keşşâf, I, 83). Hasan-ı Basrî de bu harflerin ne anlama geldiğini bilmediğini, fakat müslümanlardan bir grubun onları sûrelerin isimleri ve anahtarları olarak kabul ettiğini söylemiştir (Hûd b. Muhakkem el-Hevvârî, I, 78; krş. DİA, XVI, ). Bu görüşü savunan âlimlere göre Arapça’da varlıklara harflerle de isim verilebilmektedir. Nitekim Hârise et-Tâî’nin babasının ismi Lâm’dır; balığa nûn, dağa kāf adı verilmiştir. Ayrı sûrelerin başında aynı isimler (harfler) bulunmakla birlikte müsemmâları birbirinden ayırmak için her isme başka bir isim veya bazı özellikler ilâve edilir. Meselâ adları “elif lâm mîm” olan Bakara ve Âl-i İmrân sûrelerini ayırmak için “Elif Lâm Mîm el-Bakara”, “Elif Lâm Mîm Âl-i İmrân” denilir (Taberî, I, ; Zerkeşî, I, ). Bu görüşte olanlar Ebû Hüreyre’den gelen, “Resûlullah cuma günü sabah namazında ‘Elif lâm mîm tenzîl’ ve ‘hel etâ ale’l-insâni’yi okurdu” (Buhârî, “Cumʿa”, 10; Müslim, “Cumʿa”, 65, 66) şeklindeki rivayeti delil olarak gösterirler. Önde gelen âlimlerin çoğunluğunun bu harfleri sûrelerin isimleri olarak kabul ettiğini belirten Fahreddin er-Râzî, bu telakkiye yöneltilen itirazlara ve bu itirazlara verilen cevaplara tefsirinde geniş yer ayırmıştır (Mefâtîḥu’l-ġayb, II, ; Muallim Nâci, s. ).

b) Hurûf-ı mukattaa Kur’an’ın isimleridir. Katâde’ye ve bir rivayette Mücâhid’e ait olan bu telakkiye göre hurûf-ı mukattaa ile Kur’an’a yemin edilmiştir veya bunlar sûrelerin isimleridir (Taberî, I, , ). Ancak bu harflerle Kur’an’a yemin edildiği kabul edilirse, Yâsîn ve Zuhruf sûrelerinde olduğu gibi bunlardan hemen sonra Kur’an’a veya kitaba yemin edilmesi sebebiyle aynı şeye peş peşe yemin edilmiş olmaktadır.

c) Hurûf-ı mukattaa iki sûreyi birbirinden ayırma işlevi görür. Mücâhid’den rivayet edilen ve Ebû Ubeyde Ma‘mer b. Müsennâ ile Sa‘leb gibi âlimlerin tercih ettiği bu görüşe göre, Arap şiirinde bir kasidenin bitip diğerinin başladığını göstermek üzere kasidenin başına bazı edatlar (bel, lâ bel vb.) getirildiği gibi hurûf-ı mukattaa da bir sûrenin bitip diğerinin başladığını göstermek üzere sûre başlarına getirilmiştir (a.g.e., I, , ; İbn Atıyye, I, 95). Taberî, hurûf-ı mukattaanın yalnız bu amaçla kullanıldığının kabul edilmesi halinde Allah’ın insanlara faydasız ve anlamsız şeylerle hitap etmiş olacağını, ayrıca Arap şiirinde kasideleri birbirinden ayırmak için Kur’an’daki hurûf-ı mukattaadan hiçbirinin kullanılmadığını söyleyerek bu görüşe karşı çıkarken (Câmiʿu’l-beyân, I, ) İbn Kesîr de sûreleri birbirinden ayırmak için besmelenin yeterli olduğunu belirterek bu telakkiyi zayıf bulur (Tefsîrü’l-Ḳurʾân, I, 59).

d) Hurûf-ı mukattaa Kur’an’ın i‘câzını ortaya koymak amacıyla kullanılmıştır. Gerçi bu harflerin tamamı Arap alfabesinin yarısından ibarettir; ancak Araplar’da alfabenin tamamını ifade etmek üzere kısaca “elif bâ tâ sâ” demek âdet olmuştur. Bu telakkiye göre hurûf-ı mukattaanın mevcudiyeti şu mesajı vermektedir: “Kur’an sizin konuşmalarınızda ve yazılarınızda kullandığınız harfleri kullanmaktadır. Eğer onun beşer kelâmı olduğunu iddia ediyorsanız siz de aynı harflerle benzeri bir metin düzenleyin.” Hurûf-ı mukattaa ile başlayan sûrelerin büyük çoğunluğunda bu harflerden hemen sonra Kur’an’ın i‘câzının dile getirilmiş olması bu görüşün doğruluğuna delil olarak gösterilir (a.g.e., I, 59). Bu görüş bazı kaynaklarda Müberred’e nisbet edilmekle birlikte ondan önce Yahyâ b. Ziyâd el-Ferrâ ve Kutrub’un aynı doğrultuda açıklamaları olduğu bilinmektedir (Yahyâ b. Ziyâd el-Ferrâ, I, ; İbn Atıyye, I, 95; Ebû Hayyân el-Endelüsî, I, 34). Müberred’in, Ferrâ ve Kutrub’a ait te’vile açık bazı ifadelerden ilham alarak böyle bir görüş geliştirdiği anlaşılmaktadır. Ebû Müslim el-İsfahânî, Beyzâvî, İbn Teymiyye ve talebesi Yûsuf b. Abdurrahman el-Mizzî gibi âlimler bu görüşü tercih etmiştir (Subhî es-Sâlih, s. ). Son dönem âlimleri arasında en çok taraftar bulan görüşlerden biri de budur. Ferrâ’nın bu yorumunu sahâbe, tâbiîn ve diğer tefsir âlimlerinden gelmediği gerekçesiyle zayıf bulan İbn Cerîr et-Taberî, Ferrâ’nın Bakara sûresinin başındaki harflerin i‘rabını incelerken ortaya koyduğu bazı vecihlerin de öne sürdüğü görüşe ters düştüğünü söyler (Câmiʿu’l-beyân, I, ). Hurûf-ı mukattaanın i‘câz özellikleri üzerinde ayrıntılı olarak duran Zemahşerî’ye göre yirmi dokuz sûrenin başında yer alan bu harfler yirmi dokuz harfli Arap alfabesinin yarısını oluşturur. Ayrıca mehmûse-mechûre, şedîde-rihve gibi harf cinslerinin de yarısını teşkil etmekte ve Arapça kelimelerin terkibinde en çok kullanılan harflerden meydana gelmektedir. Bu özellikleri taşıyan hurûf-ı mukattaanın Kur’an’da zikredilmesi, bu ilâhî kelâmın harflerden meydana geldiğini bildirmek ve dolayısıyla muhataplarını ilzam etmek amacına yöneliktir (el-Keşşâf, I, ). Ancak Zemahşerî’nin bu görüşüne karşı çıkan Şevkânî fesahat ve belâgatta gizli ve kapalı işaretlerin makbul olmadığını söyler (Fetḥu’l-ḳadîr, I, 30).

e) Hurûf-ı mukattaa Kur’an’a dikkat çekmek üzere zikredilmiştir. Ebû Revk Atıyye b. Hâris el-Hemedânî ve Kutrub’un benimsediği bu görüşe göre Mekkeli müşriklerin, Kur’an’ın insanları etkisi altına almasını önlemek amacıyla Kur’an okunurken gürültü çıkarmaya karar vermeleri üzerine (Fussılet 41/26) Kur’an’a vurgu yapan devamındaki âyetlere dikkat çekmek için söz konusu harfler nâzil olmuştur. Fahreddin er-Râzî, hurûf-ı mukattaanın sûrelerin başında yer almasının bu görüşü desteklediğini söyler (Mefâtîḥu’l-ġayb, II, 11; ayrıca bk. İbnü’l-Cevzî, I, ). Bu görüşü benimsemeyen İbn Kesîr’e göre bu durumda hurûf-ı mukattaanın bütün Mekkî sûrelerin, hatta vahyin geliş seyrine göre bazı âyetlerin başında da yer alması gerekirdi. Ayrıca başında hurûf-ı mukattaa bulunan Bakara ve Âl-i İmrân sûreleri Mekke’de değil Medine’de nâzil olmuştur (Tefsîrü’l-Ḳurʾân, I, 59). Hurûf-ı mukattaanın dikkat çekme işlevine sahip olduğu görüşünü geliştirerek benimseyen Reşîd Rızâ, bu harflerle öncelikle Mekke’de müşriklerin dikkatleri çekilerek onların İslâm’a davet edildiğini, kendilerine nübüvvetin kanıtlandığını, daha sonra aynı davetin Medine’de Ehl-i kitaba yöneltildiğini ileri sürer. Hurûf-ı mukattaa ile başlayan yirmi dokuz sûrenin yirmi beşinde bu harflerden hemen sonra Kur’an’dan söz edilmesi, geri kalan dört sûrenin her birinde de aslında nübüvvet ve kitabın ispatıyla ilgili konuların yer alması, bu harflerin Kur’an vahyine dikkat çekmek için zikredildiğini gösterir (Tefsîrü’l-Menâr, VIII, ). Hurûf-ı mukattaa konusunda en isabetli yorumu Reşîd Rızâ’nın yaptığını söyleyen Subhî es-Sâlih de onun görüşüne katılır (Mebâḥis̱ fî ʿulûmi’l-Ḳurʾân, s. ). Bu telakki özellikle son dönem âlimleri arasında taraftar bulmuştur. Süyûtî’nin naklettiğine göre bazı âlimler hurûf-ı mukattaa ile yalnızca Hz. Peygamber’in dikkatinin çekildiğini belirtmişlerdir. Çünkü Resûl-i Ekrem, bazan vahyin gelişi sırasında dünya meşgaleleri içinde olabiliyordu (el-İtḳān, III, 27; seafoodplus.info, Muʿterekü’l-aḳrân, I, ). Ancak Reşîd Rızâ, Resûlullah’ın vahiy almaya daima hazır olduğunu söyleyerek bu görüşe katılmamıştır (Tefsîrü’l-Menâr, I, ).

f) Ahfeş el-Evsat ve İbn Kayyim el-Cevziyye gibi bazı âlimlere göre Kur’an’da kalem, fecir, asır, incir ve zeytin gibi şeylere yemin edildiği gibi harflere de yemin edilmiştir. Çünkü harfler, Allah’ın çeşitli dillerde gönderdiği kitapların ve esmâ-i hüsnâsının esasını oluşturduğu gibi bütün milletlerin dillerinin de yapı taşlarıdır (Fahreddin er-Râzî, II, 7; Nîsâbûrî, I, ; Ebû Hayyân el-Endelüsî, I, 34; İbn Kayyim el-Cevziyye, et-Tibyân, s. ).

g) Hurûf-ı mukattaa ebced hesabıyla (hesâb-ı cümel) bazı olayların tarihine işaret eder. Bu görüşü benimseyenler, genellikle hurûf-ı mukattaanın İslâm ümmetinin dünyadaki kalış süresini gösterdiğini ileri sürerler ve bunun için de Câbir b. Abdullah’tan zayıf bir senedle rivayet edilen uzunca bir haberi delil getirirler (sened hakkında geniş bilgi için bk. Taberî, I, , nâşirin dipnotu). Rivayete göre bir grup yahudi Hz. Peygamber’in huzuruna gelerek Bakara sûresindeki “elif lâm mîm”in sayı değerine göre İslâm ümmetinin yetmiş bir yıllık ömrü olduğunu iddia etmişler, Resûl-i Ekrem Kur’ân-ı Kerîm’de “elif lâm mîm sâd”, “elif lâm râ”, “elif lâm mîm râ”nın da bulunduğunu söyleyince bu harflerin toplamının yılı aştığını görerek oradan ayrılmışlar, bunun üzerine müteşâbih âyetlerin te’vilini istismar edenleri kınayan âyet (Âl-i İmrân 3/7) nâzil olmuştur (Taberî, I, ; Süyûtî, el-İtḳān, III, ). İbn Kesîr bu rivayetten, hurûf-ı mukattaanın İslâm ümmetinin ömrüne delâlet ettiği şeklindeki görüşün sıhhatinden çok onun bâtıl olduğu sonucunun çıkarılması gerektiğini söylerken (Tefsîrü’l-Ḳurʾân, I, ) Muhammed Hüseyin Tabâtabâî, bu rivayette Hz. Peygamber’in yahudilerin iddialarını onayladığını gösteren bir şeyin bulunmadığını belirtir (el-Mîzân, XVIII, 13). Hesâb-ı cümeli hurûf-ı mukattaaya ilk defa uygulayan müfessirlerden Mukātil b. Süleyman bu harflerin mükerrerlerini çıkararak sayısını elde etmiş, bunun da Hz. Muhammed ümmetinin dünyadaki kalış süresi olduğunu öne sürmüştür. Bu görüşe katılmamakla birlikte harfleri tekrar hesaplayan Mücâşiî mükerrerlerle birlikte , mükerrerler atıldıktan sonra ise sayısını bulmuş, Tabersî de aynı sonucu elde etmiştir (Mecmaʿu’l-beyân, I, ). Bu harflerin hesâb-ı cümele delâletini muhtemel gören Süheylî iddiasını zorlama te’villerle savunmaya çalışmıştır (er-Ravżü’l-ünüf, IV, ). İzzeddin b. Abdüsselâm’ın da bu görüşe ihtimal verdiği kaydedilir (Süyûtî, el-İtḳān, III, 26). Tantâvî Cevherî ise Kur’an’ın nâzil olduğu dönemde yahudi ve hıristiyanların kendi dinlerinde meşhur olmuş bazı rumuz ve işaretlere sahip olduklarını, bütün insanlara gönderilen Kur’an’da da bu rumuzların bulunduğunu ileri sürmüştür (el-Cevâhir, II, 5; M. Abdülazîm ez-Zürkānî, I, ). Ancak başında hurûf-ı mukattaa bulunan yirmi dokuz sûreden yirmi yedisinin Mekke’de indiği ve bu şehirde yahudi ve hıristiyan nüfus bulunmadığı dikkate alınırsa Tantâvî Cevherî’nin iddiası anlamsız kalır. Bu harfleri geçmiş ümmetlerin varlık sürelerini, dünyanın ömrünü, önemli bazı olayların zamanını tahminde kullananlar da olmuştur (Subhî es-Sâlih, s. ). Birçok İslâm âlimi, hurûf-ı mukattaanın hesâb-ı cümelden sayılmasını bâtıl bir görüş olarak kabul etmiştir. İbn Abbas’tan, insanları hurûf-ı mukattaayı bu amaçla kullanmaktan menettiğine ve onu bir tür sihir saydığına dair bir haberin geldiğini kaydeden İbn Hacer, dinî bir gerçekliliğinin bulunmaması açısından bunun sihirbazların büyüsüne benzetilebileceğini söyler (bk. Süyûtî, el-İtḳān, III, 26).

2. Hurûf-ı mukattaadan her biri belli kelimelerin anahtarı veya kısaltmasıdır. İlk dönem âlimlerinden bir grubun ve özellikle İbn Abbas’ın görüşünün bu yönde olduğu rivayet edilir. Ancak bu harflerin hangi kelimelerin kısaltması olduğu konusunda bizzat İbn Abbas’tan bile çok farklı rivayetler gelmiştir. a) Hurûf-ı mukattaa ilâhî isim veya sıfatların kısaltmasıdır. Bu görüşü benimseyen âlimler, söz konusu harflerin isim veya sıfatlara nasıl delâlet ettiği konusunda çok farklı görüşler ileri sürmüştür. İbn Abbas ve İbn Mes‘ûd’a nisbet edilen ve Saîd b. Cübeyr, Sâlim b. Abdullah, Süddî el-Kebîr gibi âlimlerin tercih ettiği kaydedilen görüşe göre hurûf-ı mukattaa ism-i a‘zamın bazı sûrelerin başlarına dağılmış şeklidir. Meselâ “elif lâm râ”, “hâ mîm” ve “nûn” harfleri bir araya getirildiğinde “er-rahmân” (الرحمن) ismi ortaya çıkmaktadır. Ancak ism-i a‘zam kesin olarak bilinmediğinden hurûf-ı mukattaadan nasıl bir ismin oluşturulacağı belli değildir (Taberî, I, ; İbn Atıyye, I, 95; Fahreddin er-Râzî, II, ; Süyûtî, el-İtḳān, III, ). İbn Abbas’tan gelen diğer bir rivayete göre her harf Allah’ın bir isim veya sıfatının sembolüdür. Meselâ “elif lâm mîm”in elifi “Allah”, lâmı “latîf’, mîmi de “mecîd” ismine tekabül eder (Zerkeşî, I, ). Özellikle Meryem sûresinin başındaki “kâf hâ yâ ayn sâd” harflerinden her birinin, onunla başlayan çeşitli ilâhî isimleri sembolize ettiği şeklindeki rivayetler İbn Abbas’a nisbet edilmiştir (Hâkim, II, ; Süyûtî, el-İtḳān, III, ). İbn Kuteybe, hurûf-ı mukattaanın Allah’ın isimlerine delâlet ettiğini söyleyenlerin bununla Allah’ın isimlerine yemin edildiğini kastetmiş olabileceklerini belirtir (Teʾvîlü müşkili’l-Ḳurʾân, s. ; Taberî, I, ; Kurtubî, I, ). İbn Abbas ve Saîd b. Cübeyr gibi âlimlere nisbet edilen bir başka görüşe göre bu harflerden bazıları Allah’ın zâtî isimlerinin, bir kısmı da sıfatlarının kısaltmasıdır. Meselâ “elif lâm mîm”, “Ben Allahım, bilirim” (أنا الله أعلم), “elif lâm râ”, “Ben Allahım, görürüm” (أنا الله أرى), “elif lâm mîm sâd”, “Ben Allahım, (bilirim ve) hükmederim” (أنا الله [أعلم و] أفصل) demektir (Taberî, I, ; İbn Kesîr, I, 57). Zeccâc da bu görüşü tercih etmiş ve Araplar’ın belli bir kelimeye yine o kelimeden alınmış bir harfle işaret ettiklerini kaydedip buna şiirlerden örnekler vermiştir (Meʿâni’l-Ḳurʾân, I, ).

b) Mukattaa harflerinden bazıları Allah’ın, bazıları diğer varlıkların isimlerinin kısaltmasıdır. İbn Abbas’tan rivayet edilen ve Dahhâk’in tercih ettiği bir görüşe göre “elif lâm mîm”deki elif Allah’a, mîm Muhammed’e, lâm ise Cebrâil’e delâlet eder ve bu terkip, “Bu kitap Allah katından Cebrâil vasıtasıyla Muhammed’e indirilmiştir” anlamına gelir (İbnü’l-Cevzî, I, 22; Fahreddin er-Râzî, II, 6). İbn Cübeyr’in İbn Abbas’tan naklettiği diğer bir rivayette ise bu harflerden her biri ya Allah’ın zâtî bir isminden ya nimetlerine delâlet eden bir isimden veya bir melek ya da bir peygamber isminden alınmıştır (İbn Atıyye, I, 96). Bu görüşlerin genelde İbn Abbas’a nisbet edildiği ve belli bir kurala dayanmadığı görülmektedir. İbn Abbas’ın, “Âlimler bunları anlamaktan âciz kalmıştır” dediği (Fahreddin er-Râzî, II, 3; Nîsâbûrî, I, ) dikkate alınırsa onun müteşâbihattan kabul edilen hurûf-ı mukattaa üzerindeki farklı yorumlarını bir ihtimal olarak değerlendirmek mümkündür. Öte yandan kısaltma görüşünü savunanlar, Araplar’ın gerek nesirde gerekse nazımda bu tür kısaltma yoluna gittiklerini örnekleriyle göstermişlerdir (İbn Kuteybe, s. ; Taberî, I, ; Zeccâc, I, ). Ancak Arap dilcileri kısaltma yoluna gidilebilmesi için siyakın hazfedilen kısma delâlet etmesi şartını ararlar, hurûf-ı mukattaada ise böyle bir durum söz konusu değildir (İbn Kesîr, I, 58).

3. Hurûf-ı mukattaadan her biri birçok mânaya gelmektedir. Ebü’l-Âliye ve Rebî‘ b. Enes’ten rivayet edildiğine göre bu harflerin her biri Allah’ın isimlerinden birinin anahtarı olduğu gibi O’ndan gelecek nimet ve belâlara, ayrıca bazı milletlerin dünyada kalış süresine de delâlet eder (örnekler için bk. Taberî, I, ; Zerkeşî, I, ; Süyûtî, el-İtḳān, III, 26). Bu görüşü biraz daha geliştiren Taberî, her harfin belirtilen üç mânaya geldiği gibi bu konuda müfessirler tarafından öne sürülen diğer görüşlerin hemen hemen tamamına da delâlet ettiğini söyler. Buna göre her bir harf, meselâ hem Allah’ın isim ve sıfatlarından olup kendisiyle yemin edilmekte hem başında bulunduğu sûrenin ismini oluşturmakta hem de Kur’an’ın i‘câzına delâlet etmektedir. Birden çok mânanın anlaşılabilmesi için söz konusu harflerin Kur’an’da müstakil zikredildiğini öne süren İbn Cerîr et-Taberî, “ümmet” ve “din” gibi Arapça’da birden fazla anlam taşıyan kelimelerin mevcudiyetini bu görüşünün doğruluğuna delil getirir (Câmiʿu’l-beyân, I, ). İbn Kesîr ise bu görüşe karşı çıkmıştır. Kur’an’daki müşterek lafızlar, geçtiği yere göre muhtemel mânalarının tamamına değil sadece birine delâlet eder. Mümkün olduğu takdirde müşterek lafızların muhtemel mânalarının tamamına hamledilebilmesi usul âlimleri arasında ihtilâflıdır. Müşterek bir lafız olan “ümmet” kelimesi, bir cümlede vaz‘ın delâletiyle muhtemel mânalarının tamamına delâlet etse bile bir harfin muhtemel mânalarını tesbit etmek mümkün değildir; bir harf bir isme delâlet edebileceği gibi bir başka isme de delâlet edebilir (Tefsîrü’l-Ḳurʾân, I, ). Elmalılı Muhammed Hamdi, Kur’an’daki müteşâbih âyetlerle mânası olmayan kapalılığın (müphemiyet) değil beşer zihninin kapsayabileceği ölçüde pek çok anlamın kastedildiğini, dolayısıyla hurûf-ı mukattaanın da birçok mânaya gelebileceğini söyler (Hak Dini, I, ).

Hakîm et-Tirmizî tasavvufî bir yaklaşımla Allah’ın, hurûf-ı mukattaa ile başlayan sûrelerde anlatılan bütün ahkâm ve kıssaları bu harflere yerleştirdiğini, ardından bunları sûrenin içinde açıkladığını, bu şifreleri ancak Peygamber veya velîlerin çözebileceğini ileri sürerken (bk. Kurtubî, I, ) bazı âlimler bu harfleri belli fiillerin kısaltmaları kabul etmişlerdir. Meselâ Mâverdî, “elif lâm mîm”i “elemme” (ziyaret etmek) fiilinin kısaltması olarak almış ve bu harflerle Cebrâil’in Resûl-i Ekrem’e bir ziyaretçi gibi gelişini ve, “Bu kitap size inmiştir” şeklindeki bilgiyi sembolize ettiğini öne sürmüştür. Ancak bu görüş, aynı şeyin diğer hurûf-ı mukattaaya uygulanmasının mümkün olmadığı gerekçesiyle benimsenmemiştir (Nîsâbûrî, I, ; geniş bilgi için bk. Fahreddin er-Râzî, II, 7; Muallim Nâci, s. 24). Öte yandan hurûf-ı mukattaayı Kur’an’daki belli âyet veya kelimelerin remizleri olarak görenler de olmuştur. Meselâ bazıları, A‘râf sûresinin başındaki “elif lâm mîm sâd”ı İnşirâh sûresinin ilk âyetinin bâriz harfleri kabul ederken bazıları “el-musavvir” mânasına geldiğini öne sürmüştür. “Elif lâm mîm”in, A‘râf sûresinin âyetinde geçen “elestü birabbiküm” cümlesinin bâriz harfleri olduğu da söylenmiştir. Süheylî, Ra‘d sûresinin başında “elif lâm mîm”den sonraki râ ilâvesinin sûrenin ikinci âyetinde yer alan “rafea” fiiline veya sûrede geçen “ra‘d” ya da “berk” kelimelerine işaret ettiğini ileri sürmüştür (Zerkeşî, I, ; Nîsâbûrî, I, ). İbn Kayyim el-Cevziyye ve Zerkeşî gibi bazı âlimler de hurûf-ı mukattaa ile başında bulundukları sûrelerin muhtevaları arasında böyle bir irtibat kurmaya çalışmışlardır. Meselâ Kāf sûresinin konuları genelde Kur’an, halk, kavl, kurb, rakīb gibi kāf harfini içeren kelimelerin muhtevaları etrafında oluşmuştur.

Hurûf-ı mukattaadan özellikle bir ve iki harfli olanlar üzerinde özel yorumlar da yapılmıştır. Meselâ kāf Mücâhid’e göre yeryüzünü kuşatan dağ, Abdullah b. Büreyde’ye göre semanın iki tarafından dünyayı kuşatan zümrütten bir dağdır (Hâkim, II, ). Fakat İbn Kesîr bu tür rivayetlerin İsrâilî hurafelerden ibaret olduğunu vurgulamıştır (Tefsîrü’l-Ḳurʾân, VII, ; diğer harflerle ilgili bu tür yorum ve te’viller için bk. İbn Kuteybe, s. ; İbnü’l-Cevzî, V, ; VII, , 97; İbn Kesîr, V, ; VI, ; VII, ; VIII, ; Süyûtî, el-İtḳān, III, ).

Şîa âlimlerinin hurûf-ı mukattaa hakkındaki görüşleri, genelde bu harflerin Cenâb-ı Hak ile Hz. Peygamber arasında sır olduğu veya Allah’ın isimlerine delâlet ettiği noktasında yoğunlaşır. İmâmiyye Şîası’ndan Tabersî’nin kaydettiğine göre mezhep imamları bu harfleri, te’vilini Allah’tan başka kimsenin bilemeyeceği müteşâbihlerden kabul etmişlerdir (Mecmaʿu’l-beyân, I, ). Aşırı Şiîler, hurûf-ı mukattaa ile diğer bazı âyetlerin bâtınî mânalarına dayanan cefr ilmini Ca‘fer es-Sâdık’a nisbet ederlerse de İmâmiyye Şîası’na göre bazı Sünnî âlimler gibi Ca‘fer es-Sâdık da hurûf-ı mukattaayı ism-i a‘zamın Kur’an’a dağılan harfleri olarak görmüş ve söz konusu harflerden bu ismi ancak Hz. Peygamber ile imamın seçip çıkarabileceğini söylemiştir (İbn Bâbeveyh el-Kummî, s. ; Meclisî, LXXXIX, ). Bu tür rivayet ve tercihleri zayıf bulan Tabâtabâî, hurûf-ı mukattaa ile başında bulundukları sûreler arasındaki özel irtibata dikkat çeker ve bunların Allah ile Peygamber’i arasında gizli rumuzlar olduğunu, Hz. Ali’den rivayet edilen, “Her kitabın bir özü vardır, bu kitabın özü de hecâ harfleridir” sözünün bu anlama gelebileceğini söyler (el-Mîzân, XVIII, , ). Câbir b. Abdullah’tan rivayet edilen ve bir grup yahudinin, söz konusu harflerin İslâm ümmetinin dünyadaki kalış süresini gösterdiği yönündeki iddialarını içeren rivayet Şîa kaynaklarında da nakledilir (Meclisî, IX, ; LXXXIX, ). Aynı kaynaklardaki bir başka rivayette ise Hz. Ali’nin bu görüşü tenkit ettiği bildirilir (a.g.e., X, ; LXXXIX, ). Buna rağmen bazı Şîa imamlarının hurûf-ı mukattaayı özellikle kendi mezhepçilik görüşleri doğrultusunda te’vil ettikleri görülür. Meselâ Ca‘fer es-Sâdık’tan nakledilen bir rivayete göre Meryem sûresinin başında yer alan “kâf hâ yâ ayn sâd”daki kâf, “Allah bizim şîamıza kâfidir”; hâ, “Onlara hidayet verendir”; yâ, “Onların dostudur”; ayn, “İtaatkâr olanları bilendir”; sâd ise, “Onları yüksek makamlara ulaştırma sözünde sâdık olandır” şeklinde açıklanır (İbn Bâbeveyh el-Kummî, s. 28; Meclisî, LXXXIX, ). Mehdî el-Muntazar’a nisbet edilen bir başka te’vilde Hz. Zekeriyyâ’ya anlatılan gayb haberlerinden olduğu bildirilen bu harfler genelde Kerbelâ Vak‘ası ile irtibatlandırılır (Feyz-i Kâşânî, III, ; Meclisî, XIV, ).

Hurûf-ı mukattaanın yorumunda sûfîlerin de kendilerine has yaklaşımları vardır. Bu konudaki te’villerin en çok dikkat çeken örnekleri Muhyiddin İbnü’l-Arabî’ye aittir. Tam bir hurûfî anlayışla harflerin de bir ümmet olduğunu, bunların kendilerine has şeriatlarının, hatta kendi türlerinden resûllerinin bulunduğunu ileri süren İbnü’l-Arabî, hurûf-ı mukattaanın harfler âlemine ait mertebelerden avam tabakasının bir üst derecesindeki havas mertebesinde yer aldığını söyler (el-Fütûḥât, I, ). Ona göre hurûf-ı mukattaanın mahiyetini aklî sûretleri idrak edenlerden başka kimse bilemez. Bu harfler yirmi dokuz sûrede zikredilmiştir ki bu, Kur’an’da ay için belirlendiği ifade edilen menzillere (Yâsîn 36/39) denk düşmektedir. Hurûf-ı mukattaanın tekrarlarla birlikte toplam sayısı yetmiş sekizdir. Hz. Peygamber de, “İman yetmiş küsur şubedir” demiştir. Hurûf-ı mukattaadan hareketle hadiste geçen küsurun sekizden ibaret olduğu ve imanın yetmiş sekiz şubeden meydana geldiği anlaşılır. Şu halde bir kul hurûf-ı mukattaanın mahiyetini bilmedikçe imanın esrarını ikmal edemez (a.g.e., I, ). İbnü’l-Arabî’nin kaydettiğine göre İbn Berrecân, söz konusu harfleri keşfine perde kılarak felek ilmi yönünden yorumlayıp bununla Beytülmakdis’in yılında fethedileceğini söylemiştir (a.g.e., I, ). Subhî es-Sâlih, İbnü’l-Arabî’nin bu tür bâtınî-hurûfî yorumlarını sûfiyye şathiyelerinin ilginç örnekleri olarak görmektedir (Mebâḥis̱ fî ʿulûmi’l-Ḳurʾân, s. ).

Muhyiddin İbnü’l-Arabî’ye nisbet edilmekle birlikte Kâşânî’ye ait olduğu kabul edilen işârî tefsir kitabında yer alan bilgilere göre “elif lâm mîm” harfleri sırasıyla Allah, Cibrîl ve Muhammed isimlerinin kısaltmalarıdır. Varlığın (vücûd) evveli Allah, ortası Cibrîl, sonu Muhammed’dir. Bu üçü bir daire oluşturduğu gibi üç harf de varlığın bütününe işaret eder. Yine aynı eserde, bazı mukattaa harflerinin Hz. Peygamber’in belli vasıflarına işaret ettiği ileri sürülmektedir (Tefsîrü’l-Ḳurʾâni’l-Kerîm, I, 13, , ; II, 31, , , ). Ni‘metullah en-Nahcuvânî de hurûf-ı mukattaa ile Resûl-i Ekrem arasında benzer münasebetler kurmuştur (el-Fevâtiḥu’l-ilâhiyye, I, 98, , ; II, , ). İsmâil Hakkı Bursevî ise hurûf-ı mukattaanın sahih mânalarının olduğunu ve bunların muhakkik sûfîlerin ilimlerinin özünü teşkil ettiğini söyler. Ona göre Hz. Âdem ile İdrîs’e verilen ilimler içinde hurûf ilmi de vardır. Hz. Peygamber hem öncekiler hem sonrakilerin ilmiyle donatılmıştır. Bir rivayete göre Hurûfiyye’nin zemmedilmesinin asıl sebebi, nasların zâhirine itibar etmemesi ve hakikatin elbisesi durumunda olan şeriat perdesini kaldırmasıdır. Hurûf-ı mukattaanın gerçek mânalarını ancak Allah, Hz. Muhammed ve onun kâmil vârisleri bilir. Bu mânaları bilen kâmil insanlar, ifşa hususundaki ahidlerini bozmamak ve zayıf akıllıları korumak amacıyla onları açıklamayarak bazı remiz ve işaretler kullanma yoluna gitmişlerdir (Rûḥu’l-beyân, IV, 4, , ; VII, 4). Hurûf-ı mukattaanın gizli bir ilim ve bir sır olduğuna hükmeden müfessir Âlûsî de bu harflerle ne kastedildiğini Resûlullah’tan sonra yalnızca ona vâris olan velîlerin bilebileceğini, erbâb-ı zevkin de bunların mânalarını anlayabileceğini, diğer âlimlerin buna vâkıf olmayışlarının ise bir sakınca teşkil etmeyeceğini söyler (Rûḥu’l-meʿânî, I, , ).

İslâm dünyasında ilk temsilcileri Şiî çevrelerin arasından çıkan, havas ve hurûf ilimleriyle ilgilenen kişiler hurûf-ı mukattaaya özel bir önem atfetmişlerdir (bk. HAVÂSSÜ’l-KUR’ÂN; HURÛF). Nitekim “kâf hâ yâ ayn sâd”ın mânasını soran bir kimseye Muhammed b. Hanefiyye’nin, “Bunun tefsirini haber versem su üzerinde ayakların batmadan yürürsün” dediği nakledilir (Ebû Hayyân el-Endelüsî, I, 35). Öte yandan İbn Sînâ bir risâlesinde hurûf-ı mukattaayı matematik ve mantık esaslarına dayalı olarak felsefî bir tarzda yorumlamıştır. İmam Gazzâlî’ye nisbet edilen hurûf-ı mukattaa konusundaki bir risâlede bu harflerin hakikatini Hz. Peygamber’den başka kimsenin bilemeyeceği ifade edilmekle birlikte eserde bunların havassı hakkında bazı bilgiler verilmiştir.

Hurûf-ı mukattaaya özel bir ilgi gösteren şarkiyatçılar bu konuda zaman zaman farklı görüşler öne sürmüşlerdir. Onların bu husustaki telakkilerinde, Kur’an’ı Hz. Muhammed’in ortaya koyduğu bir eser kabul eden ön yargılarının tesiri açık bir şekilde görülür. Hurûf-ı mukattaayı, Hz. Peygamber’in başlangıçta vahyi acele ile almaya gayret gösterdiği esnada çıkardığı anlamsız harflerin kalıntısı (Rodinson, s. 61), Kur’an’ı okuyup yazmaya hazırlık sırasında çıkarılan sesler veya yapılan yazı karalamaları (Mohammad Khalifa, s. ), daha önceki monoteistlerin elinde bulunan kutsal metinlerdeki bazı yazıların taklidi şeklinde değerlendirmeye çalışan ve zamanla Batı’da dahi taraftar bulamayan yaklaşımlar (Watt, s. ) bir yana bırakılırsa şarkiyatçıların görüşleri genelde kısaltma teorisine veya bunların esrarlı harfler olduğu kanaatine dayanır. İslâm âlimleri arasında olduğu gibi müsteşrikler arasında da bu konuda genel kabul görmüş bir yorum bulunmamaktadır. Ancak bu harflerin Kur’an metnine Resûl-i Ekrem’in vefatından sonra ilâve edildiği yolundaki Teodor Nöldeke’nin ilk görüşü (aş.bk.) şarkiyatçılar arasında fazla taraftar bulmazken bunların Kur’an’ın bir parçası olduğu görüşü giderek güç kazanmıştır.

Batılı ilim adamları, hurûf-ı mukattaa üzerinde XIX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren görüş beyan etmeye başlamışlardır. Aloys Sprenger’in tâ-sîn-mîmi, Vâkıa sûresinin Kur’an’a temiz olanlardan başkasının dokunamayacağını belirten âyetinin kısaltması sayması, daha sonra Régis Blachère’in “elif lâm mîm”i Fâtiha sûresinin ilk âyetinin kısaltması kabul etmesi (Introduction, s. ), İslâm âlimleri tarafından çok önceden gündeme getirilen kısaltma tezlerinin devamı mahiyetindedir. Batı’da hurûf-ı mukattaa hakkında en garip teoriyi Nöldeke öne sürmüştür. ’ta yayımlanan Geschichte des Qorans adlı eserinde bu harflerin vahiy mahsulü olmayıp Kur’an’ın cemedilmesi sırasında sûrelerin kendilerinden temin edildiği sahâbîlerin isimlerini sembolize ettiğini, meselâ “elif lâm râ”nın Zübeyr’i, “elif lâm mîm râ”nın Mugīre’yi, “hâ mîm”in Abdurrahman’ı gösterdiğini ileri sürmüştür. Ona göre bu kısaltmalar, daha sonraki müslümanlar tarafından ne anlama geldiği bilinmediği için Kur’an metninden sayılmıştır. Avrupa’da bir süre yaygın kabul gören bu iddia O. Loth’un ’de ortaya attığı bir başka görüşle tesirini kaybetti. Loth, hurûf-ı mukattaanın, Hz. Muhammed’in yahudilere yakınlık duymaya başladığı Mekke’nin son dönemiyle Medine’nin ilk döneminde inen sûrelerin başında yer almasından ve bazı harflerden hemen sonra -bir yoruma göre- o harflere işaret eden, “Bunlar apaçık kitabın âyetleridir” (meselâ bk. Yûnus 10/1; Yûsuf 12/1; er-Ra‘d 13/1; en-Neml 27/1) gibi ifadelerin gelmesinden hareketle bu harflerin Kur’an’a onun sağlığında girdiğini ve bunların ilgili sûrelerdeki belirli anahtar kelime ve cümlelerin yerine geçen kabalistik semboller olduğunu öne sürdü. Loth’un bu yorumu üzerine Nöldeke önceki görüşünden vazgeçerek hurûf-ı mukattaanın levh-i mahfûza esrarengiz bir işaretten öte herhangi bir mâna taşımadığını söyledi (bk. Watt, s. 64; EI2[İng.], V, ). Öte yandan Hartwig Hirschfeld, ’de yayımlanan eserinde Nöldeke’nin ilk görüşünü geliştirip savunmaya çalıştı. Nöldeke’nin sonraki görüşünün savunulamaz olduğunu, çünkü onun söylediği türden yahudi mistisizminin hurûf-ı mukattaanın yazıldığı döneme kadar geri gitmediğini, aksine yahudi mistik literatürüne ait en eski kitapların Arap tesirinin izlerini taşıdığını, eğer Kur’an ile levh-i mahfûz arasında bu tür ilişki olsaydı harflerin az sayıdaki sûrelere değil Kur’an’ın çoğunluğuna tahsis edilmesi gerektiğini, ayrıca Kur’an’ın bütününde görünür hiçbir mistisizmin bulunmadığını ifade eden Hirschfeld, aslında Nöldeke’nin ilk yaklaşımıyla bu sahada başarılı bir başlangıç yaptığını öne sürer ve, “Bu harfler Muhammed’in sağlığında Kur’an’a girmiş olsaydı sûrelerin tertibinde onun önemli payı olurdu ki bu, Kur’an’ın derlenmesi konusunda bildiğimiz gerçeklerle çelişir” der (New Researches, s. ).

Nöldeke’nin Kur’an tarihine dair eserini genişletip yeniden neşreden Friedrich Schwally bu çalışmasında, yılına kadar Batı’da hurûf-ı mukattaa konusunda ortaya çıkan literatürü gözden geçirmiş ve Loth’un kısaltma önerisini çok indî, Nöldeke’nin sonraki görüşünü de şüpheli bularak reddetmiş, kendisi hurûf-ı mukattaanın Kur’an’ın birer parçası olması ihtimalini öne sürmüştür (Geschichte des Qorans, II, 73, 76, 77; EI2[İng.], V, ). Richard Bell’in An Introduction to the Koran’ını gözden geçirip genişleten W. Montgomery Watt da Hirschfeld’in geliştirmeye çalıştığı Nöldeke’nin eski görüşünü eleştirmiştir. Çünkü buna göre hangi harfin hangi ismin kısaltması olduğu konusunda tatmin edici bir çözüm getirmek mümkün değildir; ayrıca Bakara ve Âl-i İmrân gibi büyük sûrelerin bu durumda tek kişiden temin edilmiş olması gerekir ki bunu mâkul bulmanın imkânı yoktur (Bell’s Introduction, s. 63).

’de Hans Bauer, Loth’un kısaltma teorisi doğrultusunda hareket ederek mukattaa harflerinin başında bulundukları sûrelerin isimleri olduğunu, sûrelerin diğer adları gibi bunların da ilgili sûrelerdeki belli kelimelerin şifreleri yerine geçtiğini, meselâ “yâ sîn” harflerinin âyette geçen ”يَسْعَى“ kelimesine, sâd harfinin sûrenin âyetinde geçen ”الصَّافِنَاتُ“ kelimesine, “kāf”ın sûrenin âyetinde geçen ”قَرِينُهُ“ kelimesine işaret ettiğini öne sürdü. Aynı harflerle başlayan sûreler grubu için de bazı bağlar aradı ve “elif lâm mîm”lerin “el-mesânî”ye, Neml sûresindeki tâ-sînin Tûrisînâ’ya, Şuarâ ve Kasas sûrelerinin başında yer alan tâ-sîn-mîmin Tûrisînâ ve Hz. Mûsâ’ya işaret olduğunu iddia etti (EI2[İng.], V, ). ’te Eduard Goossens de benzer bir görüş öne sürdü. Hurûf-ı mukattaanın ilgili sûrelerdeki dikkat çekici kelimelerin kısaltmaları olduğu konusunda Bauer ile aynı görüşte olan Goossens’e göre Kur’an sûreleri son şeklini almadan önce her sûrenin başında besmeleden ayrı olarak giriş niteliğinde bazı harfler bulunmaktaydı; işte hurûf-ı mukattaa sûreler son şeklini aldığında çıkarılan bu eski harflerin kalıntılarıdır. Buna göre meselâ yâ-sîn, sûre olan Sâffât’ın ve âyetlerinde geçen İlyâs veya İlyâsîn’in kısaltmalarının kalıntısı, sûrenin başındaki sâd harfi ise Sâffât sûresinin ilk âyetinde geçen “es-sâffât”ın kısaltmasının kalıntısıdır. Goossens, bazı sûrelerin başlangıç ve bitişiyle ilgili geleneksel kabulü değiştirerek Yâsîn sûresi ile Sâffât sûresinin âyetinden itibaren sonuna kadar olan bölümünün aslında bir sûre, Sâffât’ın ilk on bir âyetiyle Sâd sûresinin tamamının da bir sûre olduğunu iddia eder (a.g.e., a.y.). Bauer ve Goossens’in görüşleri, öne sürdükleri çözümlerin hurûf-ı mukattaanın tamamı için uygulanamaz olması, sûrelerin muhtevalarında yeni düzenlemeleri gerektirmesi ve bazı sûrelerin aynı başlıkla bir grup oluşturmasının sebebini açıklayamaması gibi yönlerden tatmin edici bulunmamıştır (Watt, s. 63). Bauer ve Goossens’in kısaltma teorilerinin tenkide açık yönlerinin bulunduğunu belirten Morris S. Seale, hurûf-ı mukattaanın sûrelerin muhtevalarını hatırlatmaya yarayan ipuçları ve semboller olarak işlev gördüğünü öne sürdü.

KAYNAK

el-Muvaṭṭaʾ, “Ḳader”, 1.

Müsned, IV,

Dârimî, “Feżâiʾlü’l-Ḳurʾân”, 1.

Buhârî, “Cumʿa”, 10, “Tefsîrü’l-Ḳurʾân”,

Müslim, “Cumʿa”, 65,

Ebû Dâvûd, “Cihâd”, 71, “Menâsik”,

Tirmizî, “Feżâiʾlü’l-Ḳurʾân”,

Yahyâ b. Ziyâd el-Ferrâ, Meʿâni’l-Ḳurʾân (nşr. Ahmed Yûsuf Necâtî – M. Ali en-Neccâr), Beyrut , I,

İbn Hişâm, es-Sîre2, III,

İbn Kuteybe, Teʾvîlü müşkili’l-Ḳurʾân (nşr. Seyyid Ahmed Sakr), Kahire /, s.

Hûd b. Muhakkem el-Hevvârî, Tefsîrü Kitâbillâhi’l-ʿazîz (nşr. Belhâc b. Saîd Şerîfî), Beyrut , I,

Taberî, Câmiʿu’l-beyân (Şâkir), I,

Zeccâc, Meʿâni’l-Ḳurʾân (nşr. Abdülcelîl Abduh Şelebî), Beyrut /, I,

Nehhâs, Meʿâni’l-Ḳurʾân (nşr. M. Ali es-Sâbûnî), Mekke /, I,

İbn Bâbeveyh el-Kummî, Meʿâni’l-aḫbâr (nşr. Ali Ekber el-Gıfârî), Beyrut /, s.

İbn Cinnî, el-Muḥtesib (nşr. Ali en-Necdî v.dğr.), Kahire /, II,

Bâkıllânî, İʿcâzü’l-Ḳurʾân, Kahire , s.

seafoodplus.info, et-Taḳrîb ve’l-irşâd (nşr. Abdülhamîd b. Ali Ebû Züneyd), Beyrut /, I,

Hâkim, el-Müstedrek, II, , ,

İbn Sînâ, er-Risâletü’n-nîrûziyye (nşr. Abdüsselâm M. Hârûn, Nevâdirü’l-maḫṭûṭât içinde), Kahire /, V,

Gazzâlî, Risâle fî ḫavâṣṣi’l-ḥurûfi’l-mübheme fî evâʾili’s-süver, Süleymaniye Ktp., Bağdatlı Vehbi Efendi, nr. , vr. 33bb.

Zemahşerî, el-Keşşâf (Beyrut), I,

İbn Atıyye, el-Muḥarrerü’l-vecîz, Muhammediye , I,

Tabersî, Mecmaʿu’l-beyân (nşr. Fazlullah Tabâtabâî), Beyrut /, I,

Süheylî, er-Ravżü’l-ünüf, IV,

İbnü’l-Cevzî, Zâdü’l-mesîr, I, ; V, ; VII, ,

Fahreddin er-Râzî, Mefâtîḥu’l-ġayb, II,

İbnü’l-Arabî, el-Fütûḥât, I,

Kurtubî, el-Câmiʿ, I,

İbn Teymiyye, Mecmûʿu fetâvâ, XIII,

Nîsâbûrî, Ġarâʾibü’l-Ḳurʾân, I,

Kâşânî, Tefsîrü’l-Ḳurʾâni’l-Kerîm, Beyrut , I, 13, , ; II, 31, , , , (eserin bu baskıda İbnü’l-Arabî’ye nisbet edilmesi doğru değildir).

Ebû Hayyân el-Endelüsî, el-Baḥrü’l-muḥîṭ, [baskı yeri yok] / (Dârü’l-fikr), I,

İbn Kayyim el-Cevziyye, Bedâʾiʿu’t-tefsîr (nşr. Yüsrî es-Seyyid Muhammed), Beyrut /, I,

seafoodplus.info, et-Tibyân fî aḳsâmi’l-Ḳurʾân (nşr. Tâhâ Yûsuf Şâhin), Kahire / → Beyrut /, s.

İbn Kesîr, Tefsîrü’l-Ḳurʾân, I, ; V, ; VI, ; VII, ; VIII,

Zerkeşî, el-Burhân, I, ,

İbnü’l-Cezerî, en-Neşr, I, , ; II,

Molla Hüsrev, Mirʾât, s.

Süyûtî, el-İtḳān (Ebü’l-Fazl), III,

seafoodplus.info, Muʿterekü’l-aḳrân fî iʿcâzi’l-Ḳurʾân (nşr. Ali M. el-Bicâvî), I, ; III,

Feyz-i Kâşânî, Tefsîrü’ṣ-ṣâfî (nşr. Hüseyin A‘lemî), Beyrut /, I, ; II, ; III,

Meclisî, Biḥârü’l-envâr, Beyrut /, IX, ; X, ; XIV, ; LXXXIX,

İsmâil Hakkı Bursevî, Rûḥu’l-beyân, İstanbul , IV, 4, , ; VII, 4.

Şevkânî, Fetḥu’l-ḳadîr, I,

Âlûsî, Rûḥu’l-meʿânî, I,

Muallim Nâci, Muammâ-yı İlâhî, İstanbul

Sultan Muhammed Cenâbedî, Beyânü’s-saʿâde, Beyrut /, I, 38; II, ; III, 1.

H. Hirschfeld, New Researches into the Composition and Exegesis of the Qoran, London , s.

Ni‘metullah en-Nahcuvânî, el-Fevâtiḥu’l-ilâhiyye ve’l-mefâtiḥu’l-ġaybiyye, İstanbul , I, 98, , ; II, ,

Th. Nöldeke – F. Schwally, Geschichte des Qorans, Leipzig , II,

Tantâvî Cevherî, el-Cevâhir, Kahire , II,

Reşîd Rızâ, Tefsîrü’l-Menâr, I, , ; VIII,

Elmalılı, Hak Dini, I,

R. Blachère, Introduction au Coran, Paris , s.

M. S. Seale, “The Mysterious Letters in the Qur’an”, Akten des Vierundzwanzigsten Internationalen Orientalisten-kongresses München: August bis 4. September (ed. H. Franke), Wiesbaden , s.

Subhî es-Sâlih, Mebâḥis̱ fî ʿulûmi’l-Ḳurʾân, Beyrut , s.

W. M. Watt, Bell’s Introduction to the Qor’an, Edinburgh , s.

M. Hüseyin Tabâtabâî, el-Mîzân, Kum /, XVIII, ,

Ahmed Mustafa el-Merâgī, Tefsîrü’l-Merâġī, Kahire /, I,

Mohammad Khalifa, The Sublime Qur’ān and Orientalism, London , s.

M. Bedrî Abdülcelîl, Berâʿatü’l-istihlâl fî fevâtiḥi’l-ḳaṣâʾid ve’s-süver, Beyrut /, s. ,

İsmail Karaçam, Kur’ân-ı Kerîm’in Fazîletleri ve Okunma Kāideleri, İstanbul , s. , , ,

İbn Âşûr, et-Taḥrîr ve’t-tenvîr, Tunus , I,

M. Ahmed İbrâhim Ebû Ferrâh, Ḥurûfü’l-muʿcem fî fevâtiḥi’s-süver, Küveyt /, s. , , , ,

M. Rodinson, Hazreti Muhammed (trc. Attila Tokatlı), İstanbul , s.

M. Abdülazîm ez-Zürkānî, Menâhilü’l-ʿirfân, Kahire, ts. (Dâru ihyâi’l-kütübi’l-Arabiyye), I,

Âişe Abdurrahman, el-İʿcâzü’l-beyânî li’l-Ḳurʾân ve Mesâʾilü İbni’l-Ezraḳ, Kahire, ts. (Dârü’l-maârif), s.

A. Jones, “The Mystical Letters of the Qur’an”, St.I, XVI (), s.

İsmail Cerrahoğlu, “Bazı Sûrelerin Başlangıç Harfleri”, Diyanet Dergisi, X/, Ankara , s. , , ; X/ (), s.

İyâde Eyyûb el-Kübeysî, “İmʿânü’n-naẓar fî fevâtiḥi’s-süver”, ed-Dirâsâtü’l-İslâmiyye, XXV/2, İslâmâbâd , s.

Fehd b. Abdurrahman b. Süleyman er-Rûmî, “Vücûhü’t-teḥaddî ve’l-iʿcâz fi’l-aḥrufi’l-muḳaṭṭaʿa fî evâʾili’s-süver”, Mecelletü’l-buḥûs̱i’l-İslâmiyye, sy. 50, Riyad /, s.

F. Buhl, “Kur’an”, İA, VI,

A. T. Welch, “al-Ḳurʾān”, EI2(İng.), V,

Metin Yurdagür, “Cefr”, DİA, VII,

Abdülhamit Birışık, “Hasan-ı Basrî”, a.e., XVI,

 

Kur'an konusunda en çok merak edilenler

1 Kur'an-ı Kerim'in yazılması, toplanması ve kitap haline getirilmesi hakkında detaylı bilgi verir misiniz?

Sorunuza kısa bir cevap verdikten sonra detaylı bir açıklamayı da ekleyeceğiz.

Peygamber Efendimiz (asm) bir çok hadislerinde, kendinden sonra. özellikle dört halifeye ve genel olarak da sahabelerine uymayı emreder. Eğer Peygamber Efendimiz (asm) her konuda vasiyet etseydi, o zaman yeni olaylar karşısında "Vasiyet olmadığı için yapamayız." gibi düşüncelerle çözümler üretilemezdi. Bu nedenle Halifelik ve Kur'an'ın toplanması gibi önemli konularda bile vasiyet edilmemiştir. Böyle çok önemli konularda bile ashabın çözüm yollarına uyulması, diğer konularda onların örnek alınacağına ayrıca bir delil olabilmiştir. Diğer taraftan bu ve buna benzer konularda ashabın çözüm yolu bulması, bundan sonra meydana gelecek olaylarda nasıl bir yöntem izlenmesi gerektiği de gösterilmiş olmaktadır.

O (asm), insanlığı kurtuluşa çağıran, karanlık dünyada yolları aydınlatan bir ziya ve nur mesabesinde idi. Bu görev için seçilerek ilahi bir terbiyeden geçmiş ve nihayet, kemal döneminde görevlerin en yücesi ile vazifelendirilmişti. Resulullah, görevinde son derece titizdi. Vahyi telakki ederken ve de sonraki davranışları bunu ortaya koyar. Mesela o (asm), vahiy hali vuku bulduğunda, bildirileni çabuk ezberleyip kalbine yerleştirmek için dilini hareket ettiriyor.(Kıyamet, 75/16) Gelen vahiyleri özel katiplerine kaydettiriyor, buna mukabil Kur'an ile karışmasın diye kendi sözlerinin kaydedilmemesini ashabından istiyordu.

Kur’an-ı Kerim kırk iki vahiy katibi tarafından yazılmıştır. En meşhurları Mekke'de Abdullah b. Sa'd, Medine'de ise Übey ibni Kab'dır. Kur’an ayetleri kağıt, bez, deri parçaları, taş, tuğla, kürek kemikleri üzerine yazılmıştır. Her Ramazan ayında nazil olan vahiy pasajlarını (Kur'an-ı Kerim'i) baştan sona Cebrail (as)'e arz ediyordu. Karışıklığı önlemek için de gelen vahyin nereye konulacağını belirtiyordu. Peygamber Efendimiz (asm) hayatta olduğu sürece vahiy devam ettiğinden, Kur’an metni, iki kap arasında mushaf haline getirilemezdi. Böyle yapılmış olsaydı sık sık değişiklik yapmak, araya girecek birkaç ayeti yerleştirmek için, ikide bir çok sayıda yazılmış metni imha etmek mecburiyeti hasıl olacaktı. Diğer taraftan Kur’an metni birçok hafız tarafından ezberlenip devamlı surette okunuyor ve ashabın bir kısmının nezdinde yazılı nüshalar da bulunuyordu. Üstelik Hz. Peygamber (asm) gibi bir teminat mercii vardı. Bu yüzden metnin muhafazası konusunda endişeye sebep yoktu.

Ayrıca El-Hakim (Ö /) Müstedrek’inde “Kur’an metninin biraraya getirilmesi üç defa yapılıp, birincisi Resulullah’ın huzurunda olmuştur.” dedikten sonra, bu hükmüne esas teşkil eden şu hadisi, Zeyd İbn Sabit’den (Buhari ve Müslim’in rivayet şartlarını taşıyan bir senedle) nakleder. Zeyd diyor ki: “Biz, Hz. Peygamber’in huzurunda Kur’an’ı birtakım parçalardan telif ediyorduk (topluyorduk).” Beyhaki bu hadis hakkında: “Kanaatimce bundan maksad, birkaç ayrı defada indirilen ayet gruplarını, Hz. Peygamber’in nezaretinde sureler halinde derlemektir.”demektedir.

Şu halde vahyi tamamlanan sureleri Peygamberimiz (asm), mevcut en uygun malzemeye, birtakım sahifeler halinde temize çektirip muhafaza ediyordu. Peygamberimizin (asm) hayatında birçok sahabi Kur’an’ı hem hafızalarında hem de sahifelerinde toplamış bulunuyorlardı. O’nun ahirete irtihali üzerine seafoodplus.info (ra) derhal evine kapanmış, “Kur’an’ı cemetmedikçe cuma namazına çıkmak hariç, ridamı giymemeye yemin ettim.” diyerek, sözünü yerine getirmiş, Kur’an’ı cemetmedikçe Hz. Ebu Bekir’e biat etmemişti.

KUR’AN’IN MUSHAF HALİNE GETİRİLMESİ:

Hz. Peygamber (asm)’in vefatından sonra ilahi rehber Kur’an metninin, ümmetin icmaından geçmek suretiyle, tek kelimesinden şüphe edilmeyecek tarzda; kıyamete kadar hiç kimsenin itiraz edemeyeceği tarzda toplanması gerekmişti. Zeyd İbn Sabit (ra) diyor ki:

“Yemame savaşında ashabın öldürülmesini müteakib, Hz. Ebu Bekir (ra) beni çağırttı. Yanına vardım. Hz. Ömer de orada idi. Ebu Bekir bana dedi ki:

'Ömer bana gelip dedi ki:

'Yemame'de Kur’an hafızları çok zayiat verdi. Bu gibi vakalarda hafızların ölmeleriyle Kur’an’ın birçoğunun zayi olmasından endişe ederim. Bana kalırsa Kur’an’ın cem edilmesi için bir emir çıkarman gerekir.'

Ben de Ömer’e şöyle cevap verdim:

“Resulullah’ın yapmadığı bir işi nasıl yapabilirsin?”,

Ömer:

“Vallahi bu hayırlı bir teşebbüstür." dedi.

Sonra bu iş üzerinde o kadar durdu ki, bana söyleye söyleye neticede Allah kalbime bu işi yatırdı, ben de onun görüşünü benimsedim.”

Zeyd devamla diyor ki: “Ebu Bekir bana dönüp şöyle dedi:

“Sen genç, dinç, zeki bir adamsın. Kimse ittiham edemez. Zaten Resulullah’ın da vahiy katibi idin. Kur’an metnini topla.”

Vallahi bir dağı yerinden nakletmemi isteselerdi, Kur’an’ı toplama mes’uliyeti kadar bana ağır gelmezdi. Neticede Kur’an’ı hurma dallarından, yassı taşlardan ve insanların hafızalarından derlemeye başladım.” (Buhârî, Tefsîru’l-Kur’an, 20; Tirmizî, Fedâilu’l-Kur'ân, 23)

Kaynakların ittifakla bildirdiğine göre, Hz. Ebu Bekir (ra), Zeyd’e asla hafızasına güvenmemesini, her ayet için iki delil olmak üzere, iki şahıstan yazılı nüsha aramasını emretti.Bu iş için Zeyd, Hz.Ömer (ra)’in yardımını şart koşmuş, O da ciddi bir şekilde kendisine yardım etmiştir. Zeyd bizzat kendisi iyi bir hafız olduğu halde, kendisi gibi başka hafızlarla da yetinmeyip, her ayet hakkında mukabele görmüş iki yazılı şahid aramak gibi son derece titiz ve ilmi bir usul takib etmiştir. Yalnız Tevbe suresinin sonundaki iki ayet hakkında, araştırmasına rağmen iki yazılı şahidi bulamamış, Ebu Huzeyme’deki yazılı nüshaya istinad etmek durumunda kalmıştır. Bu şekilde seafoodplus.info Bekir (ra) devrinde biraraya getirilen sahifelere “el- Mushaf” denilmiştir.

HAFIZ SAYISI:

Burada yeri gelmişken o devirdeki mevcut hafız sayısının dört-yedi arası olduğuna dair iddiaya da cevap verme ihtiyacı gördük. Hz. Peygamber (asm)’in terbiyesinde yetişmiş sahabeler arasında yirmi üç yıl içinde Kur'an’ı sadece dört veya yedi kişinin ezberlemiş olması aklen muhaldir. Buhari’nin Es-Sahih’inde rivayet ettiğine göre Hz. Peygamber (asm) henüz hayatta iken meydana gelen ‘Bi’ru Maune’ olayında şehid olan ‘kurra’nın sayısı yetmiş kadardır. Hz. Peygamber (asm)'in vefatını takip eden yıl içinde meydana gelen dinden dönme olayları üzerine yapılan savaşlarda, Yemame’de şehid olan ‘kurra ve huffazın sayısı da bazı alimlere göre kadar, bazılarına göre ise kadardır.

Bir başka önemli noktada Hz. Peygamber (asm) hayatta iken vahyin henüz son bulmamış olmasıdır. En son nazil olan birkaç sure veya ayet, bazı kimseler tarafından bilinmeyebilir. Hamidullah’a göre Peygamberimiz (asm) vefat ettiğinde kişi Kur'an’ı ezbere biliyordu. Zeyd B. Sabit (ra)’in yazmış olduğu Kur'an ile Hz. Muhammed’e (sav) indirilen Kur'an arasında hiçbir fark yoktur. Çünkü, Kur'an’ı herkes ezberliyor, ayrıca ezberlediklerini yazılı vesikalarla te’yid ediyorlardı. Her gün namazda okunan ve ona göre amel edilen şey nasıl unutulabilir? Kur'an ayetleri öyle ahenkli iniyordu ki, herkesin kolayca ezberleyebileceği kadar azar azar iniyordu

Sonuç olarak, Kur'an vahyinin inmesinde Hz. Peygamber (asm) dahil hiçbir kimsenin müdahalesinin söz konusu olmadığını aşağıdaki ayet bize bildirmektedir:

"Eğer o Peygamber bazı sözler uydurup bize isnat etmeğe kalkışsaydı muhakkak ki biz onu kuvvetle yakalar (ve ondan intikam alırdık). Sonra da muhakkak ki, onun kalb damarını keserdik. O zaman sizden hiç kimse O'nu koruyamaz" (Hakka, 69/)

İlave bilgi için tıklayınız:

-  Kur'an'ın ilk yazılmış nüshaları neden ortadan kaldırıldı? Kur'an'ın aslı yakıldı mı?..

* * *

Aşağıya aldığımız kapsamlı çalışmayı da okumanızı tavsiye ederiz:

KUR'AN-I KERİM NASIL MUSHAFLAŞTI? SON VAHYİN TARİHİ?..

Son Vahyin Tarihi- İlgili Ayetler:

"Sana okuyacağız ve sen Allah’ın izni ile unutmayacaksın."(A'la, 87/6)

"Hayır, şüphesiz o yüce kağıtlarda yazılı olan ve isteyenin üzerinde tezekkür edeceği bir öğüttür." (Abese, 80/)

"Vahiy esnasında, hemen alabilmek için, onunla birlikte dilini hareket ettirme! Doğrusu vahyin kalbine yerleştirilmesi ve okuman bize aittir. Biz vahyi okurken, sen sadece okunmasını dinle! Sonra O'nun açıklanması bize aittir."(Kıyame, 75/)

"İnkar edenler, Kur'an O'na bir defada topluca indirilseydi ya, dediler. Biz, onunla Senin kalbini sağlamlaştırmak için böyle parça parça indirdik ve onu ağır ağır okuduk."(Furkan, 25/32)

"Bu Kur'an alemlerin Rabbi'nin indirmesidir. Uyaranlardan olasın diye, onu, Cibril, Mübin Arap lisanı ile indirdi." (Şuara, 26/)

"Kur'an’ı insanlara ağır ağır okuman için bölüm bölüm indirdik ve onu gerektirdikce biz indiririz." (İsra, 17/)

"Tur'a, yayılmış ince deri üzerine satır satır yazılmış Kitab'a andolsun ki" (Tur, 52/)

"Ramazan ayı, içinde, insanları doğruya iletici, doğruyu yanlıştan ayıran ve doğruya yol gösteren kesin deliller olmak üzere Kur'an indirildi." (Bakara, 2/)

Vahy erken dönem kitaplaşma sürecini ele alalım.

a) Peygamber Dönemi: (Rasul’un Sağlığında Cem’)

Mekke Dönemi:

Peygamber vahyin muhafazası için azami dikkati gösterirdi(1) Cebrail’i takibde acele davranırdı. el-Kıyame ayetleri bunu anlatır. Onu göğsünde toplayıp dilinde okutmak Allah’a aitti. Rasûl-u Ekrem, gelen vahyleri önce kendisi namazlarda okuyarak ezberini kuvvetlendirdi.(2) Sonra yavaş yavaş okuyarak ezberi kuvvetli(3) Ümmi olan Arap mü’minlerin(4) ezberlemesini sağladı.(5)

Kur'an'da,

"Sana okutacağız ve sen Allah'ın diledikleri dışında unutmayacaksın."(6)

buyrulur. Peygamber'den ayrı olarak sahabeler de vahyi ezberlemeye çalıştılar. Geceleri ve namazlarda sürekli ondan okunan bölümler vahyin korunmasında hizmet etti. O sırada günde iki vakit namaz kılıyorlardı. Sabah ve ikindi.(8)

Peygamber, kalbine indirilen Kur'an’ı insanlara yalnız okumakla kalmadı, yazdırdı da. et-Tur suresinin ilk ayetleri bunun tanığıdır. Abese de bu kapsamda düşünülebilir.

"seafoodplus.infober'in Kur'an'ın doğruluk ve tamamiyetini muhafaza için yazıyla tespitten ayrı iki ilave tedbir daha aldığını görüyoruz:

1. İnen ayetleri hemen kendisi ezberliyor ve sürekli olarak namazlarda, ikametinde, yolculuğunda, sıkıntıda, ferahta onu okuyordu.(9) Günlük namazların kılınması esnasında Kur'an ayetlerinin yüksek sesle okunmasını emretti. Bunun neticesi, Müslümanlar Kur'an'ı hıfz etmek mecburiyetinde kaldılar. Bundan doğan diğer bir sonuç da Kur'an'ın bir nevi din adamı sıfatını taşıyan kimselerin tekelinde tutulmamış olmasıdır. Kendi sahabesine sindire sindire okurdu. Sahabe de ona o kadar önem verirdi. Peygamber de onların okuduklarını kontrol ederdi.(10)

2. Kur'an öğrenenlerin bunu yetişmiş öğretmen, bir muallim nezaretinde yapmalarını emretmiştir. İlk Muallim Peygamber'in kendisi ve sonra, Kur'an'da iyi yetişmiş olmaları dolayısıyla O’nun tarafından yetkili kılınmış sair muallimlerdi."(11)

"Akılda tutma ve ezberleme kabiliyetleri fertten ferde değişik olduğundan pek tabiidir ki sahabeden bazı kimseler, boş zamanlarında tekrar edip ezberlemek maksadıyla bu ayetleri yazıyla tesbit etmek istediler. İşte bu ayetleri bu şekilde yazıyla tesbit işi ne zaman başladı bunu kati ölçüler dahilinde bilemiyoruz."(12)

Rivayetler Peygamber'in gelen vahyi yazdırma konusunda acele davrandığını aktarırlar.(13)

Vahyin ne zaman yazılmaya başlandığı hususunda kesin bir bilgi bulunmuyor. Hz. Rasul okur yazar değildi.(14) Siyer materyalinde daha Mekke devirlerinde bile Kur'an'ın yazılı bölümleri bulunduğu görülür. Örneğin Ömer'in İslam oluş kıssasını anlatan İbnu Hişam O'nun kız kardeşi Fatıma'nın evinde kocası Said ile el-Hadid (veya er-Rahman) ile Tâhâ surelerini üzerine yazıldığı bir sahifeden okudukları anlatılır.(15) Ömer'in Müslüman oluşu, peygamberliğin 5. yılına isabet eder ki bu, İslam tebliğinin genele yapılmaya başlamasının ikinci yılıdır. Yani hicretten sekiz sene önce. Hamidullah,

"Nakledilen bu vakanın doğrululuk ve gerçekliğinden şüphe etmemiz için bir sebeb göremiyoruz, zira ilk vahyedilen Hicret öncesi surelerin bir çoğu, "yazılı Kur'an nüshaları"ndan bahsetmektedir. el-Furkan 5. ayeti ve el-En'am 79 ayeti bu vakaya örnek gösterilebilir. Bizzat Kur'an'da, Kur'an için devamlı “Kitab” kelimesi kullanılır; muhakkak ki bu kelime "yazılı bir vesika" manasına da içine almaktadır."(16)

Hadis yazımının yasaklandığını anlatan rivayetlerde de Kur'an'ın yazımının söz konusu olduğu doğrulanır.

Hz. Rasul inanırlardan edindiği katiplere yazdırmaya çalıştı. Mekke döneminde Ebu Bekr, Osman, Ali, Zübeyr ibnu Avvam, Amir ibnu Fuheyre, sayılabilir.

Peygamber'in yanında olan ayetler dışında sahabiler kendileri için özel sayfalarda yazıyorlardı. Kur'an'ın bütününü ezbere bilenlere "kurra" deniliyordu. İbnu Mes'ud, Muaz, Salim, Ubey ibn Ka'b, Aişe, Hafsa, Ümmü Seleme, Ebu Zeyd bunlardandır.

Ayetlerin Surelere Yerleştirilmesi:

İnen ayetlerin hangi surelere yazılacağı Peygamber'in talimatı ile belirleniyordu.(17)

"Tarihçilerin verdiği bilgiye göre bazan da inen bu parçalar içinde birkaç sureye ait ayrı parçalar aynı anda nazil olabiliyordu. Bu durum muvahacesinde yeni bir kısım vahiy geldiğinde Hz. Peygamber, o zamana kadar nazil olmuş bulunan bütün içinde bu yenilerin alacağı yeri gösteriyordu."(18)

Yazı Materyali:

Peygamber kendi hıfzı, sahabe hıfzı ve yapılan kontrollerle yetinmeyip deri, kemik, tahta ve yassı taşlar üzerinde nuzulünü takiben yazdırırdı.(19)

Yazı materyali olarak hurma dalları, ince beyaz taşlar, kürek kemikleri, işlenmiş ince deri parçaları, tahta, çanak, çömlek parçaları ve qırtas adı verilen kağıtlar, deri,(20) bez, hurma lifi, taş, kullanıldı. İranlılar ve Romalılar gibi kağıt sanatı Araplarda yoktu.

Medine Dönemi:

Hz. Rasul Medine döneminde Ubey ibnu Ka'b, Zeyd ibnu Sabit, Abdullah ibnu Revaha gibi yeni vahy katipleri de edindi. Bu yazım işinde el-Askalani (/) görev alan kırka yakın sahabiden söz eder.(21)

İbnu İshak'ın Rabat'ta bulunan Siyer kitabında şöyle bir rivayet yer alır:

"Kur'an'dan ne zaman bir parça nazil olsa Rasulullah bunu önce erkeklerin iştirak ettiği bir topluluk huzurunda okur, tebliğ eder ve sonra kadınlardan müteşekkil ayrı bir topluluğa tebliğ ederdi."(22)

Her Ramazan'da Hz. Rasul'un o seneye kadar inen ayetleri Cibril ile okuyup karşılaştırdıkları rivayetleri vardır.

"Hz. Peygamber halkın huzurunda baştan sonra kadar tilavet etmek itiyadındaydı. Etrafında toplanan ashab, beraberinde Kur'an nüshalarını getirirler ve bunlarla O’nun okuduklarını mukabele ederler ve icabında ellerindekileri düzeltirlerdi. Hayatının son Ramazan ayı esnasında (23) bunu daha ileri bir ihtiyat tedbiri olarak iki defa tekrarladı. Bu tarz "mukabeleler" ve halk huzurunda tilavet etmeler Arza (takdim) adını alır ve bunların işaret ettiğimiz en sonuncusuna Arza Ahira, Kur'an tarihinde unutulmaz olarak kalmıştır."(24)

Medine’de bir çok çevreye Kur’an öğretmeni gönderildi.(25)

Rasul son vahyden dokuz ya da seksen bir gün sonra vefat etti. Bu süreden önce kitaplaşmaması, ayetlerin elimizdeki tertip üzere inmemesindendir.

Hz. Muaviye'nin Vahy Katipliği:

Mekke'de okuma yazma oranı çok düşüktü. Mekke ve Medine'de bu dönemde okur yazar otuz üç kişinin adı geçer. Yazı yazma, ok atma ve yüzme gibi üç hasleti taşıyana kamil ünvanı verilirdi. Mekke'ye yazı Harb ibnu Umeyye ile girdi. Ebu Sufyan ile iki oğlu, Muaviye ve Yezid ibnu Ebi Süfyan okuma yazma biliyorlardı.

Rasulullah Arap kabileleriyle yaptığı yazışmalar için katipler edinmişti. Ebu Sufyan'ın isteği üzerine Muaviye de bunlar arasına katıldı.(26) eş-Şehriyari, Rasul'un Osman ve Ali'yi vahiy katibi olarak ihtiyar ettiğini, bu ikisinin bulunmaması durumunda Ubeyy ve Zeyd ibnu Sabit'in vahiy yazdığını söyler.(27) Bir çok kaynak Muaviye'nin katipliği içine vahy katipliğinin girmediğini söylerler.(28)

İrfan Aycan, Muaviye biyografisinde O'nun vahy katipliği yaptığından bahseden kaynakları zikreder.(29) Kürsi ayetini yazdığı söylenirse de bu ayetin hicretin ilk yıllarında nazil olduğu biliniyor.

El-Mesudi, bu meseleye daha değişik açıdan bakar ve Muaviye'nin, Rasulullah'a, vefatından önce, sadece bir kaç defa katiplik yaptığını belirterek, uzun müddet Rasulullah'a katiplik yapanlarla bir tutulamayacağını ve katipler zümresine katılamayacağını belirtir.(30)Çağdaş araştırmacıların tetkiki sonucu O’nun vahy katipliği yaptığını belgeleyen bir delile rastlanmadığı ifade edilmiştir.(31)

b) Rasul'un Vefatından Sonra:

1. Ebu Bekr Dönemi, Birinci Derleme: (32)

Peygamber'in vefatından kısa bir süre önce vahyedilmesi tamamlanan Kur'an'ı, Rasul'un vefatından sonra Ali ibnu Ebi Talib nüzul sırasına göre bir Mushaf tertip etmişti.(33) Bu Mushaf’ı yazana kadar, namaz dışında dışarı çıkmamıştı. Bu rivayet O’nu kendisine biat etmemesini sormak için Ebu Bekr’in çağırttığı zaman verdiği cevapta geçer:

"Allah’ın kitabına bir şey ziyade edilebilir diye düşündüm, onu yazıncaya kadar namaz dışında elbisemi giymemeye karar verdim."dedi.

Ebu Bekir de "Ne güzel düşünmüşsün." dedi.(34)

Resmi Tedvin:

Yemame savaşında sahabeden en az yetmiş Kur’an hafızı kurra (kariler) şehid olunca -ki Bu rakamı 'e kadar çıkaranlar var. M. Hamidullah bu savaşa katılan hafızdan söz eder(35)- bu olay Cem'e hızlılık kazandırdı. Ömer, Ebu Bekr’den cem için ısrarcı oldu ve O’nu ikna etti. Hafızası güçlü vahy katibi Zeyd ibnu Sabid’i(36) çağırarak O’nun tereddüdlerini gidererek görevlendirdi.(37)

Zeyd şöyle anlatır:

"Yemame Harbinde yetmiş kurranın şehadetinden sonra Ebu Bekr beni çağırttı, Ömer yanındaydı; dedi ki:

'Ömer bana gelerek:

"Yemame günü şiddetli harp olup birçok kurra şehid oldu. Bir çok şavaş yerinde hafızların şehid edilmelerinden dolayı Kur’an’ın birçok ayetinin zayi olmasından korkarım, Kur’an’ın toplanmasını emretmeni uygun görürüm."  dedi.

Ben de Rasullullah’ın yapmadığını yapmaktan çekindiğimi(38) söyledim.Ömer hayırlı olduğunu söyleyerek devamlı bana başvurdu. Allah benim de göğsümü Ömer gibi açtı. Sen akıllı bir gençsin, Resûlullah için vahy yazıyordun, Kur’an’ı araştır ve onu topla.’

Vallahi bana herhangi bir dağı yerinden kaldırıp başka bir yere nakletmeyi önerselerdi bu kadar ağır gelmezdi. Önce karşı geldim sonunda Allah Ebu Bekir ve Ömer'in akıllarını yatırdığı gibi benim de aklımı yatırdı. Kur'an'ı araştırmaya, hurma dallarından, yassı seafoodplus.info ve insanların hafızalarından derlemeye başladım."(39)

Ebu Bekir, Ömer ve Zeyd’e şu talimatı vermişti: "Mescid’in kapısına oturun. Her kim ki, size Allah’ın Kitab'ından olduğuna dair iki şahidle(40) yazılı bir şey getirirse hemen onu yazınız."(41) Ömer bunun üzerine Mescid’in kapısına geldi. "Her kim ki, Rasûlullah’dan Kur’an namına bir şey aldıysa onu getirsin." dedi.(42) Heyet bu getirilen ayetleri sahifelere, levhalara ve hurma dallarına yazıyorlardı.

Zeyd hafızasındaki metinleri başkalarının şehadeti ile de belgeledi. Destek bulmadan yazmadı.(43) Yazılan bir nüsha icmaya mazhar oldu.(44)

Hamidullah bu olayı şöyle anlatır:

"Zeyd, esasen Kur'an’ı ezbere biliyordu. Böyle olmakla beraber daha ileri bir ihtiyat tedbiri olmak üzere, kaleme alacağı her bir ayet veya kelime için Hz. Peygamber'in huzurunda arzadan geçirilmiş, mukabele edilmiş iki ayrı yazılı vesikanın şahadetine müracaat etmesini Halife Ebu Bekir O’na emretti. Halka, yanlarında saklamakta oldukları bu nüshaları Zeyd ve arkadaşlarına göstermek üzere Mescidu'n-Nebi'ye getirmeleri duyuruldu. Bu çalışma böylece sona erdirildiğinde, Zeyd ibnu Sabit hazırlanan nüshayı yeniden iki defa baştan sona okudu ve varsa bütün noksan ve kusurlar izale edildi."(45)

Böylece Mushaf -ki Ona 'el-Mushaf' dediler(46)- Halife-yi Rasûl Ebu Bekir tarafından 11/ de resmi olarak da cem edildi.

Ayetlerin sırası ve hangi sureye ait olduklarının Hz. Peygamber tarafından tayin edildiğini biliyoruz. Ayetler bugünkü Mushaf’taki gibi surelerde yer aldı. Ama sureler için bunların sahabe içtihadlarına dayandığı görüşü de vardır.(47) Sure sıralamasında ise ihtilaf var.(48)

Derlenen nüsha Halife'nin yanında kaldı. Tek nüsha olan bu Mushaf önce Ebu Bekir’in, sonra da Ömer’in yanında idi. Ömer’in vefatından sonra da kurradan da olan Mü’minlerin Annesi Hafsa’ya geçti. (49)

II. Osman Dönemi: İkinci Derleme:

1 Muharrem 24/ da Osman hilafete getirildi. Osman döneminde Müslümanların hakimiyetinde olan topraklar Arabistan'ın sınırlarını aştı. Ana dili yabancı olan bir çok Müslüman Kur'an'ı Arapça okumada zorlanıyordu. Buna Araplar arası lehçe, şive farklılıkları da eklenmeli. Bu farklı okuyuşlar karşılıklı suçlamalara da dönüşebiliyordu. (50) Şam halkı Ubeyy’in, Kufe kalkı İbnu Mes’ud’un Basra halkı Ebu Musa’nın kıraatıyla okuyordu.

Kimi farklı okuyuşlar sahih senedlerle Peygamber'e de dayanabiliyordu. Huzeyfetu’l-Yeman Şam ordularıyla Ermenistan ve Azerbaycan üzerine yürümüştü.(25/). Gazve esnasında Şamlı askerlerle Iraklı askerlerin Kur’an okuyuşunda ihtilaf ettiğini gördü ve ihtilaflardan endişelenerek tedirgin oldu.(51) Olay tekfir noktasına varıyordu. Durumu Halife’ye iletti.

"Ey Mü'minlerin Emiri! Kalk! Müslümanlar, Kur’an’ın kıraatinde Hrıstiyanlarla Yahudilerin ihtilafları gibi ihtilaf etmeden önce bu işin çaresine bak." dedi.(52)

III. Halife zamanında kıraat farklılıklarının Müslümanlar arasında anlaşmazlık konusu olması(53) üzerine "Hafsa Mushafı"nı istedi. Osman, Hafsa'daki Mushaf’ı getirtip çoğaltmaları için dört kişi görevlendirdi: Zeyd, Abdullah ibnu Zübeyr, Said ibnu As, Abdurrahman ibnu Haris. Zeyd dışında üçü Kureyşli'dir. Ihtilaf ederlerse O'nu Kureyş lehçesi ile yazmalarını emretti.(54) (55) el-Buhari'nin diğer rivayetine göre diğer üç üye de Ensardır: Muaz, Ubey ibnu Ka'b ve Zeyd ibnu Sabit.

Komisyonun çalışması beş sene sürdü. "Hazırlanan bu YEDİ nüsha Medine Mescidi’nde herkesi mutmain kılmak üzere halkın huzurunda alenen okundu ve sonra her bir nüsha, yılda hududları Medine'den taşıp Batı’da İspanya'nın güneyine, Doğu'da Ceyhun Nehri'nin ötesine Çin'e dayanmış geniş İslam yurdunun muhtelif eyalet merkezlerine gönderildi. Öyle emredildi ki bundan böyle Kur'an nüshaları, mutlaka bu resmi kopyalara uygun ve mutabık olacak ve farklı bulunanlar imha edilecekti."(56)

II. Komisyon'un ihtilaf ettiği noktalar da önemsizdir. Örneğin Tabut kelimesi "yuvarlak T " ile mi "açık T" ile mi yazılacak? Osman Kureyş yazımı üzere "açık T" ile yazmalarını istemiştir.

Önemli Merkezlere Gönderilen Teksirler:

Çoğaltılan nüshalar (Mushaflar) beş ya da yedi nüsha(57) olarak önemli yerleşim merkezlerine (Kufe, Basra, Şam, Yemen, Mekke ve Bahreyn'e) gönderildi. Bir nüsha da Medine'de kaldı. Kayıtlarda şahsi nüshaların da imha edildiği aktarılır.

Resmi Mushafa Alınmayan Ayetler Var mı?

Ayet sayılarında kitaplarda görülen ihtilaf, kimi ayetlerin ortadan bölünüp iki ayet sayılmasından ya da besmelenin her birinin ayrı hesaba katılıp katılmamasından kaynaklanmaktadır.

Ubey ibnu Ka'b, Mushaf’ın Osman zamanındaki teksiri için oluşturulan komisyonun üyesi idi. O’nun kunut dualarını Kur'an'dan saymış olması bu nedenle mümkün değildir.

III. Ali ibnu Ebi Talib Dönemi:

Osman'ın yazdırdığı Mushaf Hz. Rasûl'ünkünden farklı olsaydı, sonraki Halife Ali kendi Mushaf’ını resmileştirirdi.(58)

Ali'nin Mushafi'nın farkı surelerin nuzul sırasına göre tertibinden kaynaklanır. Anlam değişikliği yapmayan çok az kelime sinonimi dışında fark yoktur.

Kur'an'ın İlk Yazmaları Ne oldu?..

Başta şunu belirtmek isteriz ki; Kur'an'ın ilk yazmalarının yakıldığına ilişkin güvenilir bilgi yoktur. Bu konuyla ilgili rivayetler zayıftırlar. Bu konuda S. es-Salih'in de kitabında aktardığı bilgi güvenilir değildir. Zaten seafoodplus.info-Salih de bu görüşü paylaşmamakta, sadece İbnu Ebu Davud'un böyle bir görüş naklettiğini söylemektedir. Saldırganlar ustaca bu gerçeği gizlemeye çalışarak bu yanlış bilgiyi herkesin kabul ettiği bir görüşmüş gibi gösteriyorlar.

Ebu Bekir Mushafı:

Ebu Bekir zamanında iki kapak arasında toplanıp muhafaza edilen Kur'an'a ne oldu? Unutulmamalıdır ki o dönemde bu nüshadan yüzlercesi Müslümanlarca kopye edilmiştir. Yani bunun yok olması veya yakılması Kur'an'ın yok olması demek değildir.

Ebu Bekir tarafından iki kapak arasına toplanan bu nüsha, Ebu Bekr öldükten sonra Ömer'e geçti. Ömer öldükten sonra da kızı Hafsa'ya geçti. Osman kendi döneminde bunu Hafsa'dan isteyerek çoğalttı ve İslam merkezlerine gönderdi. Sonra da Hafsa'ya iade etti. Sonra ne oldu? Et-Taberanî'nin güvenilir yolla Salim'den aktardığına göre Medine Valisi Mervan, Hafsa'ya adam göndererek belki de Osman’ın izni ile bu nüshayı O’ndan istedi. Hafsa vermedi. Hafsa öldükten sonra (h) Mervan, İbnu Ömer'e adam göndererek ‘Bu nüshayı bana gönder.’, dedi; o da gönderdi. Böylelikle bu nüshanın Mervan döneminde Emevilere geçtiğini görüyoruz. Nüshanın bundan sonraki akıbeti konusunda herhangi bir kayda rastlanmamaktadır. Büyük bir ihtimalle uzun süre Emevilerin elinde kalmış, Emevilerin yıkılışı sırasında değerinden dolayı biri tarafından alıkonmuştur.

Ömer’in vefatından sonra Hafsa'nin elindeki Mushaf'in seafoodplus.infoe sonrası Hafsa’nın vefatından sonra Medine valisi Mervan tarafindan yaktırıldığı söylenir. Öyle de olsa bu rivayeti oryantalistlere materyal sağlayacak şekilde istismar etmek hatalıdır.

Ali şöyle der:"Ey insanlar, Osman hakkında aşırı sözler söylemeyin. O'na 'Mushaflar yakıcısı.' demekten sakının. Vallahi o, Mushafları biz Muhammed'ın ashabı önünde yaktı. Osman zamanında yönetici ben olsaydım aynısını yapardım."

İhtilaflarını gerçeğin katli için kullanmayan bir fakih ancak böyle söyleyebilirdi.

Çoğaltılan Mushafların Akıbetleri:

Schwally'nin belirttiği gibi "Kur'an insanın beklemeyeceği büyük bir titizlik ve mükemmeliyetle muhafaza edilmiştir."(59)

Casanova, yaptığı araştırmaların yanısıra bir başka araştırmacı Quatremere'in araştırmalarına dayanarak Hz. Osman'ın çoğalttığı Mushaf nüshalarından birinin Hicri 4. asır başlarında bilindiğini ve görüldüğünü kaynaklara dayanarak söylemektedir.(60)

1. Medine Mushafı:

Bu tarihi eser Medine'de Ravza-i Mutahhara'da muhafaza olunmakta idi. Eserin orada mahfuz bulunduğunu, muhtelif tarihlerde seyyahlar ve meraklılar tarafından görüldüğünü biliyoruz. Mevlana Şibli Tehzibu'l-Ahlak Mecmuası’nda (H/M) bu nüshanın senesinde orada görüldüğünü kaydediyor.

Esas seafoodplus.info Harbine kadar hep Medine'de muhafaza olundu. Harp esnasında ne olur ne olmaza karşı, oradan nakledilerek emin yerlerde muhafaza edilen kıymetli eserler meyanında hükümetçe o da muhafaza altına alınmıştır. Harp bittikten sonra eser yine oraya iade edilmiştir.

Rusya Müslümanlarından Musa Carullah Bigiyev, da Bolşevik Rusya'dan kaçtıktan sonra, Yakın ve Uzak Şark'ta dolaşırken Kur'an ve Mushaf’a ait epeyi tetkikat yapmış, bunları Hindistan’da neşretmiştir. Mezkur nüshanın Medine'de Ravza-i Mutahhara'da mahfuz bulunduğunu, Medine-i Münevvere’de mücavirliği esnasında eseri orada gördüğünü söylemektedir.

2. Mekke Mushafı:

Mekke'deki nüshanın Hicretin senesinde orada bulunduğunu ve görüldüğünü yine Mevlana Şibli söylüyor.

3. Kufe Mushafı:

Hz. Osman tarafından Kufe'ye gönderilen nüsha, meçhul bir tarihte Tarsus şehrine gelmiş, orada mahfuz imiş. Çukurova'nın en şirin şehirlerinden biri olan Tarsus, Abbasiler zamanında mühim bir serhat idi. Me'mun, Seyfu'd-Devle, Şair Mütenebbi oradadırlar. Kufe Mushafı oraya her halde Abbasiler zamanında gelmiş olacak. Abbasi Halifeleri orada yaşardı. Nüsha orada muhafaza olunmakta iken sonraları, Suriye'deki Humus kalesine nakledilmiş (H / M) arasında yaşayan meşhur en-Nablusî (H/M) senesinde yaptığı seyahatinde bu nüshayı uzun boylu tavsif eder. Bu nüsha seafoodplus.info Harbine kadar Humus’ta korunmuş, harp esnasında o da diğer kıymetli ve tarihi eserler gibi muhafaza altına alınmıştır.

4. Şam Mushafı:

Şam'a gönderilen nüsha, Kudus'le Dımışk-ı Şam arasında bulunan Taberiye'de mahfuz iken, sonraları Şam'a nakledilmiştir. "İlaveli Esmaru't-Tevarih" şunu kaydediyor: "Nakli Mushafı Şerifi Osmani Bicami-i Dımışk ez-Taberiye, sene "

İbnu Kesir (hyy) Şam nüshasını bizzat görmüştür. Şöyle der:

"Hz. Osman'ın çoğalttığı Kur'an nüshalarına gelince, bugün için onların en meşhuru Suriye'de Şam Camii’nde bizzat gördüğüm bu değerli, büyük kitap güzel, açık ve güçlü hat ve kaliteli bir mürekkeple deve derisi üzerine yazılmıştır."(61)

M.Şibli'nin(62) yazdığına göre Ebu'l-Kasım es-Sebti, H. senesinde Şam Camii’nin maksuresinde Hz. Osman tarafından oraya gönderilen Mushafı görmüştür. Abdulmelik de h’de bu nüshayı orada gördüğünü söylüyor. İbnu'l-Cezeri (h  / m) zamanında Şam'da Mescidü't-Tevbe'de hıfzolunan bu nüsha daha sonra Emevi Camii' ne nakledilmiş, İbnu'l-Cezeri, Şam Mushafı'nı gördüğü gibi Mısır'da da Mesahif-i Emsar'dan bir tane gördüğünü söylüyor.

Lala Mustafa Paşa'nın tarihli Vakfiyesi'nde Şam'daki mevkufatı zikrolunan Humus arazisinde "Vakfı Mushafı Seyyidina Osman" diye bir kayda rastlanıyor ki bundan o tarihte Musfahı Osman vakfı bulunduğunu anlıyoruz. Demek Mushafı Osman oradaymış. Mevlana Şibli'nin İslam alemi seyahati esnasında İstanbul'a geldiğinde bu nüshanın mahfuz olduğunu öğrendiğini söylüyor.

Çağdaş alimlerden Şamlı Şeyh Abdulhakim Efgani, Şam Mushafı'ndan bir nüsha istinsah etmek istemiş. seafoodplus.infon önce bu işe başlıyarak Şam Mushafı'nın yazısını ayniyle muhafaza ve şeklini taklid ederek harf ve kelimelerin suratını, imlasını koruyarak resim yapar gibi satırları aynen nakletmiş ve tam bir nüsha çıkarmıştır. Şam'da Abdulhakim Efgani'nin istinsah ettiği nüsha mevcuttur.

5 ve 6. Bahreyn-Yemen Mushafları:

Akıbetleri hakkında pek bilgi yok.

Sahabe Sayfaları:

Peygamber (asm)'in yanında olan ayetler dışında sahabiler kendileri için özel sayfalarda yazıyorlardı. Kur'an'ın bütününü ezbere bilenlere "kurra" deniliyordu. İbnu Mes'ud, Muaz, Salim, Ubey ibnu Ka'b, Aişe, Hafsa, Ümmü Seleme bunlardandır.

Resmi tedvin dışındaki Mushafların yakılması talimatını dinlemeyenler de oldu. Ali, Ibnu Mes'ud, Ubey ibnu Ka'b'in özel Mushaflarından da söz edilir. Aişe'nin de bir Mushaf’i vardı. Bu Mushaflar arasındaki farkları konu edinen bir kitabı Ebubekr ibnu Davud telif etti: Kitabul-Mesahif.

Bugün dünyanın her yerindeki Mushaflar birbirinin aynısıdır. Topkapı Müzesi'nde saklanan Mushaf'ın Osman Mushaf’ı olduğu söylenir. Özbekistan'in başkenti Taşkent'te de ilk Mushaflardan bir örnek vardır.(63)

Türkiye’deki Tarihi Mushaflar:

İstanbul'da Türk ve İslam Eserleri Müzesinde şu tarihli Mushaflar vardır.

- No: Hz. Osman'ın imzasını ve Hicri 30 senesini havi Mushafı Şerif.

- No: Hz. Ali'nin imzasını havi Mushafı Şerif.

- No: Hz. Ali'nin yazısı olduğuna işaret edilen bir Mushaf.

Diğer Resmi Ali Mushafları:

Mısır'da Kahire'de "Seyyidüna Hüseyin" Camii’nde, Ali ibnu Ebi Talib'e mensup kendi el yazısıyla Kufi kadim hattıyla yazma bir Mushaf vardır.

Mısırlı Türk Dostu Abdulvehhab Azzam Şehadetnamesi’nde Meşhed'de Hattı Kufi ile yazılı bir Mushaf'tan bir kısım gördüğünü ve sonunda şu ibare bulunduğunu yazıyor: "Bunu Ali ibnu Ebu Talib yazdı." Yine orada diğer tam bir Mushaf vardır, o da Kufi hattıyla şu ibare yazılı: "Bunu Hasan ibnu Ali ibnu Ebu Talip yazdı."

Şia ulemasından Abdullah Zicani, Kur'an Tarihi’nde Necefu'l-Eşref'te Hz. Ali hattıyla Mushaf bulunduğunu söyler.

İşte, muhtelif eski nüshalar, Sahabe devrinden kalma Mushaflar bugün de elde mevcuttur. Bu mushaflar arasında hiçbir farklılık yoktur.(64)

"Münih Üniversitesi’nde kurulmuş 'İnstitut für Koran Forschung',bütün dünyadan topladığı kadar tam ve natamam Kur'an nüshasını bir araya getirip tasnif etmiş ve elli yıl süren bir mukabele ve tetkikat sonunda, bunlar arasında bir iki hattat hatası bir yana, hiçbir nüsha farkı olmadığını tesbit etmiş ve bu durumu bir raporla dünyanın gözleri önüne sermiştir. Bu Enstitü, içindeki vesikalarla birlikte II. Dünya Harbi esnasında Amerikan uçaklarının bombardımanları sırasında berhava oldu."(65)

c) Harekeleme ve Noktalama Dönemi:

Tevbe suresinin 3. ayeti "Ve Rasuluhu" yerine "Ve Rasulihi" şeklinde okununca anlam, "Allah ve Rasülü müşriklerden beridir." şeklinde iken"Allah, müşriklerden ve Rasülü'nden de beridir." şekline dönüşür. Harekelemeye göre değişen bu okuyuş hatalarını Arap olmayanların farketmesi imkansızdır. Harekeleme, bu zaruretten doğdu.

69/ de Ebu’l-Esved ed-Düeli renkli bir mürekkeble harflerin üstüne, altına, önüne birer nokta koydu. Üstteki a, alttaki i, yandaki u , sesini veriyordu. Tenvin içinde iki nokta kullanıldı.

Esved'in ögrencisi Nasr ibnu Asım (89/) de harfleri harekeledi. Kimi tarihçiler bunu yapanın Basralı Yahya ibnu Ma'mer (/) olduğunu söylerler. Kur'an imlasında son düzenleme Halil ibnu Ahmed (/) tarafından gerçekleştirildi. Hemze, şedde, sila, revm, işmam belirlendi. Bu hareket başlangıçta bir muhalefetle karşılaştı ise de sonunda genel kabul görmüştür.

Kur’an Tarihi Üzerine Çağdaş Literatür:

- el-AKK, Halid Abdurrahman, Tarihu Tevsiki Nassı’l-Qur’ani’l-Kerim, Şam,
- EBYARİ, İbrahim, Tarihu’l-Kur’an, Kahire.
- HAMİDULLAH, Muhammed, Kur’an Tarihi, ç. Salih Tuğ, İst, (66)
- HANEFİ, Muhammed Bahit el-Mutii, el-Kelimatu’l-Hisan fi’l-Hurufi’s-Sab’ati ve Cemi’l-Kur’an, Beyrut,
- HUCCETİ, Muhammed Bakır, Muhtasar Tarihi’l-Kur’ani’l-Kerim, Dımeşk,
- İBNU’L-HATİB, Muhibbuddin, el-Furkan, Beyrut,
- MARZUK, Muhammed Abdulaziz, el-Mushafu’ş-Şerif Dirasetu'n-Tarihiyyetü ve Fenniyyetun, Kahire,
- MUHEYSİN, Muhammed Salim, Tarihu’l-Kur’ani’l-Kerim, İskenderiyye,
- SALİM, Sahar es-Seyyid Abdulaziz, Advaun ala Mushafi Osman ibnu Affan, İskenderiyye,
- ŞAHİN, Abdussabur, Tarihu’l-Kur’an, (67).

İlave bilgi için tıklayınız:

- Kur'an-ı Kerim'in Allah kelamı olduğu ve günümüze kadar hiç değiştirilmeden nasıl geldiğini açıklar mısınız?

DİPNOTLAR

(1) (Ebu Şehbe s), Şehhate (s), es-Sabuni, et-Tıbyan fi Ulumi’l-Kur’an, Beyrut,, s)
(2) el-Müzzemmil
(3) es-Sabuni/Kur’an İlimleri, ç.Zeynelabidin Tatlıoğlu, ,ist,İnsan yay. s :’ Arap Milleti Kur’an’ın indiği devirde bellekleri kuvvetli, ezberlemeleri süratli, zihinleri akıcı, saf ve mükemmel Arap özelliklerini taşıyorlardı. Bir Arap yüz binlerce şiiri (NOT: BİR İNSANIN YÜZBİNLERCE ŞİİRİ EZBERLEMESİ VE BUNLARI EZBERDEN OKUMASI MÜMKÜN DEĞİLDİR. BİR İNSAN ÖMRÜ BUNA YETMEZ. BÜYÜK BİR İHTİMALLE TERCÜME HATASI VEYA MÜBALAĞA: YÜZLERCE VEYA BİNLERCE OLMASI MUHTEMELDİR. ESERİN ORİJİNALİNİN BULUNUP KONTROL EDİLMESİ LAZIM) ezberden okuyor, kabilelerin soylarını bilip ezberden sayıyor, onların ve harplerinin tarihlerini biliyordu. Onlardan Arap kabilelerin soylarını saymayan asılmış on kasideyi şiirlerin çok olmasına ve ezberlenmenin güç olmasına rağmen bilmeyen yok gibiydi. Araplara Kur’an gelince onun beyanının kuvvetli, hükümlerinin parlak, saltanat ve nüfuzunun büyük olması karşısında şaşırdılar ve Kur’an onların beş duyularını yakalayıp akıllarına ve fikirlerine hakim oldu. Kur’an onların gayretlerini şanlı Kitab’a çevirdi. Şiir ezberlemeyi bırakıp O’nun surelerini ve ayetlerini ezberleyip okudular. Çünkü Kur’an’da hayatın ruhunu bulmuşlardıSahabe Kur’an’ı okumada ve incelemede birbirleriyle yarış ediyorlar, var güçlerini harcıyorlardı. Evlerinde Kur’an’ı hanımlarına, çocuklarına öğretiyorlardı. Hatta gecenin karanlığında sahabenin evlerinin yanından geçen bir kimse Kur’an okuyanların sesini arı sesi gibi işitirdi. Resûlullah gece karanlığında Ensar evlerinin bazılarının yanlarından geçiyor bazılarının yanlarında durup Kur’an dinliyordu.
(4) el-Cum’a 2
(5) Ezbere verilen önem Medine yıllarında da devam etti. Rasûl sürekli ezberi teşvik etti: Buhârî’nin Ebu Musa rivayeti: Resûlullah, Ebu Musa’ya: ‘Dün gece senin okuyuşunu dinlerken beni bir görmeliydin, gerçekten sana Al-i Davud’un mizmarlarından bir ses verilmiştir’ dedi.
Müslim’de şu ziyade yer alır: Ebu Musa: ‘Ya Rasûlallah! Allah’a yemin ederim ki, eğer senin benim okuyuşumu dinlemiş olduğunu bilmiş olsaydım onu daha güzelleştirirdim.’
el-Buhârî ve Müslim: Rasûlullah ‘Eş’arî kabilesini geceye girdikleri vakit Kur’an okurlarken yumuşak seslerinden evlerini tanırım.’ der.
(6) el-A'la 6
(7) el-A'la 6
(8) Hamidullah, M / Rasulullah Muhammed s.
(9) (Ebu Şehbe,s),(es-Sabuni, s), (Şahhate,s)
(10) (Ebu Şehbe,s),(er-Rumi, Ulumu’l-Kur’ans), (Şahhate, s)
(11) Hamidullah, M / Rasulullah Muhammed s.
(12) Hamidullah, M/ Rasulullah Muhammed s.
(13) Bera ibnu Azib'den gelen bir rivayetde şöyle denilmektedir: "en-Nisa 95 ayeti nazil olunca; Rasulullah Zeyd'i çağırttı, elinde yazı aletleriyle gelen Zeyd'e bu ayeti yazmasını söyledi." Zeyd ibnu Sabit'ten aktarılan uzun bir rivayette o, "Rasulullah'ın yanında bulunduğu bir sırada Peygamber'de vahiy halinin belirdiğini, bu hal geçince, kendisine "Zeyd yaz!" dediğini, bunun üzerine bir kürek kemiği alarak üzerine Nisa 95 ayetini "ecren azima" e kadar yazdığını, sonra, Peygamber de tekrar vahiy halinin belirdiğini, bu hal geçince kendisine "oku" dediğini, yazdığı ayetleri okuduğunu, ayette "vel Mücahidun" kelimesine gelince, Peygamberin " gayru ulid darari" kısmını söylediğini haber vermekte. (el-Buhari/Fedail)
Zeyd ibnu Sabit: Biz Kur'an'ı Rasulullah'ın huzurunda rika üzerine yazardık." (İbnu Hanbel/ Müsned)
(14) el-Ankebut 48, el-A’raf
(15) İbnu İshak /es-Sire
(16) Hamidullah, M/ Rasulullah Muhammed s.
(17) Osman ibnu Ebi'l-As: Bir gün Rasulullah'ın yanında bulunduğum bir sırada gözleri birden sevinçle parladı ve bir noktaya bakarak şöyle buyurdu: Cibril bana geldi ve en-Nahl 90 ayetini yerine koymamı emretti." (İbnu Hanbel/ Müsned)
İbnu Abbas: Rasulullah, bir sure nazil olunca, vahiy katiplerinden bir veya bir kaçını çağırtır ve onlara şöyle derdi: "Bu ayetleri, şu şu ayetleri olan sureye yazın."(et-Tirmizî)
(18) Hamidullah; M / Rasulullah Muhammed s
(19) (Tahir el-Cezairi, et-Tıbyan, Beyrut, , s) (Ebu Şame el-Makdisi, Kitabu’l-Murşidi’l-Veciz, Ank,, s).
(20) Zeyd ibnu Sabit: ‘Biz Rasûlullah’ın yanında Kur’an’ı deriler üzerine yazıyorduk.’
(21) İbnu Hacer/Fethu'l-Bari
(22) Hamidullah,M/ Rasulullah Muhammed s.
(23) Her Ramazan'da Hz. Rasul'un o seneye kadar inen ayetleri Cibril ile okuyup karşılaştırdıkları rivayetleri vardır. (ez-Zerkani, I,, Ebu Şehbe, s). Çiçek, seafoodplus.info, Asırda Ku’ran İlimleri Çalışmaları,,İst,s
(24) Hamidullah, M./ Rasulullah Muhammed s
(25) Mus’ab ibnu Umeyr’in İbnu Ümmi Mektum ile Yesrib’e Hicret öncesi öğretmen olarak gönderildiğini biliyoruz. Hicret sonrası Mekke’ye Muaz öğretmen olarak geldi. Medine’ye gelen göçmenlere de Muaz’ın nakline göre Kur’an öğretecek birini görevlendiriyordu. Mescid’de Kur’an okuyanlar Namaz kılanların yanılmasına vesile olabiliyordu. Onun sağlığında Bi’r-i Maune vakasında yetmiş kurra şehid olmuştu.
(26) İbnu Hanbel /Fadalilus-Sahabe; İbnu Kesir/ Tefsiru'l-Kur'an'il Azim
(27) el-Cahşitari/ Kitabu'l-Vüzera ve'l-Kuttab
(28) İbnu Kuteybe/ el-Maarif el-Belazuri/Ensab; et-Taberi/ İbnu Abdiberr/ el-Bağdadi/ İbnu Abdirabbih/ İbnu'l-Esir/ Usdu'l-Gabe İbnu Teymiyye/İbnu Hacer
(29) el-Belazuri/ Ensab el-Yakubi/ İbnu Abdirabbih/ en-Nevevi/ es-Sirettü'n-Nebeviyye ez-Zehebi/Nübela: Ayetel-Kürsi'yi yazdığını kaydeder. İbnu Tiktaka/ İbnu Kesir/ el-Fusul fi Ihtısari'r-Rasul Fasi/ İbnu Hacer/ Takribu't-Tehzib el-A'zami,Muhammed Mustafa/ Küttabü n- Nebi
(30) el-Mes'udi/et-Tenbih
(31) el-Kettani, Abdulhay/Nizamu'l-Hükümeti'n-Nebeviyye Akkad, Abbas Mahmud.
(32) Çiçek, M. Halil, Asırda Ku’ran İlimleri Çalışmaları, , İst, s
(33) Ali'nin Mushafi'nın farkı surelerin nüzul sırasına göre tertibinden kaynaklanır. Anlam değişikliği yapmayan çok az kelime sinonimi dışında fark yoktur. seafoodplus.infober (asm)'ın irtihalinden sonraki altı ay içinde Ebu Bekir dönemindeki tedvinden önce Kur'an’ı Peygamberimiz'in talimatı üzerine mushaflaştırdığı nakledilir. Bu Mushaf’ta sureler nüzul sırasına göre dizilmiştir. Ebubekr Abdullah İbnu Ebi Davud, Süleyman el-Eş'as es-Sicistani /Kitabu'l-Mesahif (Tah. ve Neşr. Arthur Jeffery Mısır )
(34) es-Suyuti/ İkrime’den İbnu Şirin nakletti. Rivayet tartışma götürür. İbnu Şirin’in rivayetine göre onda Nasih-Mensuh ayetler bulunuyordu.
(35) el-Buhârî ve Müslim’in Enes’dan naklettiği hadisin zahirine bakarak Rasûl zamanında ezberin sınırlı kişiye hasrı yanlıştır: ‘Rasûlullah zamanında dört kişi Kur’an’ı ezberlemişti. Bunların hepsi Ensar'dandı: Ubeyy ibnu Ka’b, Muaz ibnu Cebel, Zeyd ibnu Sabit, Ebu Zeyd.’ (Ebu Zeyd, Enes’in amcasıdır)
(36) Niçin Zeyd? Çünkü Kurra’dandı, vahy katibiydi, Son Arz’da hazır bulunmuştu.
(37) (Ebu Şame, s) ( el-Cezairi, s) ( ez-Zerkani, I,), ( Ebu Şehbe, el-Maakkal, ) ( el-Kattan, s), (Zurzur, s)
(38) O’nun beyan ettiği gerekçe dışında sebeb arayanlar arasında, ezbere olan rağbetin azalmasını düşünen usulcüler vardır.
(39) el-Buhârî/Fedaili'l-Kur’an
(40) İbnu Hacer: İki şahidden murad, o ayetin ezberde olması ile yazılmış olmasıdır.’es-Sekavi: İki şahidden murad, o ayetin Rasûlullah’ın huzurunda yazıldığına dair iki kimsenin şahadet etmesidir.
(41) Ebu Davud/ (er-Rumi, Ulumu’l-Kur’an, s) (el-Cezairi, s), (es-Sabuni, I/77)
(42) Ebu Davud/
(43) Ebu Davud/ (Itr, s), ( el-Kettan, s).
(44) (el-Askalani, Fethu’l-Bari, Beyrut, ) ( er-Rumi, s).
(45) Hamidullah, M.,  Rasulullah Muhammed s.
(46) ( Ebu Şame, s) ( Ebu Şahbe, s).
(47) Şöyle dediği söylenir: "Mushaflar hakkında insanların en büyük ecre nail olanı Ebu Bekir’dir. Allah ona rahmet etsin. Çünkü o, Allah’ın Kitabını ilk toplayandır."
(48) (Şehhate, s).
(49) (el-Buhari, III / ).
(50) Ebu Kılabe'den rivayet edilir: Osman Halife olunca Kur’an okutan öğretmenler tayin etti, Her öğretmen kendi hocasının kıraatını öğretiyordu. Öğrenciler birbirleriyle karşılaştıklarında ihtilaf ediyorlardı. Muallimler birbirlerini küfürle itham edecekti. Osman olayı duyunca hutbede şöyle dedi: Siz benim yanımda ihtilaf ediyorsunuz, benden uzak şehirlerde bulunanların ihtilafları daha şiddetlidir.
(51) (el-Buhari, II /)
(52) el-Buhari, Kur’an’ın Cem’i Babı, Enes ibnu Malik rivayeti.
(53) Ebu'ş-Şusa: Biz Mescid’de oturuyorduk. İbnu Mes'ud da Kur'an okuyordu. O sırada Huzeyfe geldi ve şöyle dedi: "İbn Ümmi Abd'ın kıraati! Ebu Musa'l-Eş'ari'nin kıraati ha! Allah'a yemin ederim ki eğer Osman' ın huzuruna varabilirsem bunları tek bir kıraat haline getirmesini taleb edeceğim."(İbnu Ebi Davud (/)
(54) el-Buhari, Menakib
(55) el-Buhari, Menakib
(56) Hamidullah, M., Rasulullah Muhammed s.
(57) İstanbul Topkapı Sarayı’ndaki Mushafın bu nüshalardan olma ihtimali zayıftır. Yazısının mükemmelliği, harflerinin keskin dik köşeli oluşu dikkat çekiyor. Hamidullah bu nüsha ile Taşkent nüshasının Osman Mushaflarından olduğunu düşünür. (Rasullullah Muhammed s. ).
(58) bk. seafoodplus.infoe Dönemi
(59) Schwally/ Die Sammlung des Qurans 2/93
(60) Muhammed et-Lafin du Monde s
(61) İbnu Kesir, Fezailu'l-Kur'an
(62) Şibli, M., Tehzibu'l-Ahlak Mecmuası.
(63) Hamidullah, M.  Rasulullah Muhammed s.
(64) Keskioğlu, Osman. Kur'an-ı Kerim Bilgileri
(65) Hamidullah, M., Rasulullah Muhammed s
(66) Aslı Fransızca. sayfa. Eser ilmi boyutu oldukça engin olan ve muhtevanın ilmi seviyesi olabildiğince yüksek bir bilgi hazinesidir. Meseleler tamamen tarihi gerçekliğe ve Kur’an gerçeğine dayandırılarak ilmi ciddiyetin gerektirdiği objektivite içerisinde ele alınmıştır. Kur’an hasımlarının ileri sürdüğü eleştirilere cevap teşkil edebilecek bir muhteva ile yazılmıştır. Ancak eleştirilerin aynısını nakletme ihtiyacı duymadığından ne onların isimlerini ve ne de eleştirilerini zikreder.
(67) Kur’an metninin Peygamber’in vefatından sonra gerek Ebu Bekir döneminde gerekse Osman’ın dönemindeki durumunu inceler. Diğer fasıllarda olduğu gibi konu ile ilgili oryantalistlerin ileri sürdüğü itirazları ve cevapları kaydeder. Mushafların çokluk problemini ve İbnu Mes’ud, Ubey ibnu Kab, Ali ibn u Ebi Talib, İbnu Abbas, Ömer, Hafza, Aişe, Ümmi Seleme, Abdullah ibnu Amr, Abdullah ibnu Zubeyr, Ebu Musa el-Eş’ari, Zeyd ibnu Sabit, Enes ibnu Malik ve Ebu Huzeyfe’nin azatlısı Salim’in mushaflarını ele alır. İmam Mushaf’la arasındaki farkları gözden geçirir. Özellikle İbnu Abbas, Ubeyy ibnu Kab, İbnu Mesud ve Ali’nin mushaflarını detaylı bir şekilde inceleyerek bunlarla İmam Mushaf’ın arasındaki farklara bakar ve bu farkların müsteşriklerin abarttığı gibi hiç de büyük olmadığını kaydeder. Faslın sonunda R. Blachere seafoodplus.info İmam Mushaf aristokratik bir temayülün eseridir, iddialarını çürütür (s).

2 Kur'an'da kaç âyet var, âyet var mıdır?

Kur'ân’ın kaç âyet olduğu hususunda âlimler arasında ihtilaf vardır. Fakat bu ihtilaf sadece numaralandırma hususundadır. Kur'ân’ın tümü için herhangi bir ihtilaf mümkün değildir.

Kur'an âyetlerinin sayısı hakkında tam bir mutabakat yoktur. Bunun bazı sebepleri vardır:

1. Âyetlerin tamamında veya Kur'an'ın umumunda herhangi bir sıkıntı yoktur. Yani Kur'an'ın tamamı bellidir. Fakat alimler arasında âyet sayısında bir görüş ayrılığı mevcuttur. Şöyleki, Kur'anı açtığınızda âyetlerin yerini tayin eden yuvarlak işaretler vardır. İşte bazı âlimlere göre, bu iki yuvarlak arasındaki ifadeler âyettir. Fakat bazı âlimlere göre, bu iki yuvarlakların aralarındaki ifadelerin bazısı bir âyet değil, iki veya daha fazla âyettir. Bu görüş ayrılığından dolayı, âyet sayısında farklılık olabilir. Yoksa Kur'an'ın tamamında veya âyetlerin kendilerinde herhangi bir anlaşmazlık veya terslik söz konusu değildir.

2. Şafiî âlimleri besmele-i şerifi, başında zikredilen sure ile bir bütün olarak saydıkları hâlde, Hanefi âlimleri besmeleyi ayrı bir âyet olarak saymışlardır. Sure başlarındaki “yasin, ha mim” gibi huruf-u mukattaa için de benzer durum geçerlidir.

3. Ayrıca, Kur'an'da bulunan “durmayınız” anlamına gelen “LA” işaretinin olduğu yerlerin de birer âyet sayılıp sayılmayacağı da bu farklılığın başka bir nedeni olabilir.

Bu ve benzeri nedenlerle Kur’an’ın bir harfinde bile değişiklik olmadığı hâlde, ne kadar âyet olduğu konusu tam netlik kazanmamıştır. Elinizde bir kitap olsa kaç parağraf veya cümleden meydana geldiği sorulsa, değişik anlayışlara göre farklı rakamlar çıkacaktır. Bu anlayış farklılığı kitabın azalacağı veya fazlalaşacağı anlamına gelmez. İşte Kur'an da esas olarak içindeki her şey ile meydandadır. Ancak değerlendirme farklılığından rakamlar da farklı çıkmaktadır.

Bu farklı sayımın bir sonucu olarak; İbn-i Abbas , Nafi, , Şeybe, , Mısır âlimleri , Zemahşeri, İbn-i Huzeyme, Şeyhulislam İbn-i Kemal ve  Bediüzzaman Said Nursi ise âyet olduğunu söyler.

Bugün elimizde olan ve dünyanın her tarafında bulunan Mushafların nizamı, Küfî ekolü âlimlerinin Hz. Ali’den rivâyetle Peygamberimiz (a.s.m)’e dayandırdıkları bir tertiptir. Bu Kur’an’daki mevcut âyet sayısı, ’dır. Bu, bizim de bizzat âyetleri sayarak elde ettiğimiz bir sayıdır.

Âyetlerin sayısı elbette pek çok hikmete bakıyor. Fakat bu hikmetler, sadece yekun olarak sayısına değil, aynı zamanda Kur’an’da kullanılan kelimelerin tekrarı, bu tekrarların yapıldığı âyetlerin sayısı, bir suredeki âyetlerin belli kriterlere göre ayarlanması, Allah’ın isim ve sıfatlarının belli bir adede uygun olarak belli bir sayıdaki âyetlerde yer alması gibi bir çok ince hikmetleri vardır.

Örneğin âyetlerin yekun sayısına uygun olarak deriz ki, surelerin başında geçen besmelelerden bir tanesi ile birlikte bu âyetlerin sayısı olur. Bu sayı Allah’ın 99 ismi ile Hz. Peygamber (a.s.m)’in ömrü olan 63 sayısının çarpımından çıkan bir yekundur. 99x63=

Ayrıca bu sayı, daha tam Kur’an vahyi bitmeden Kur’an’da buna işaret edilmiş olması, gaybî ihbar nevinde bir mucize parıltısıdır.

Kur'an'ın yazılışı ve zamanımıza kadar gelişini anlatan şu yazıyı da okumanızı tavsiye ederiz:

Allah'ın son mukaddes kitabı, bütün insanlığa İlâhi fermanı olan Kur'an, yirmi üç senede âyet âyet, sûre sûre nazil olmuştur. Peygamber Efendimiz (asm) kendisine nazil olan âyet ve sûreleri yanında bulunan sahabelerine okur, sahabeler de onu ezber ederler, bir kısmı da yazardı. Bundan ayrı olarak, Peygamber Efendimizin (asm) vahiy kâtipleri vardı. Bunlar nazil olan âyetleri ve sûreleri özel olarak yazmakla vazifeli idiler. Gelen âyet ve sûrenin nerede yer alacağı, Kur'an'ın neresine gireceği de bizzat Peygamberimize (asm) Cebrail (as) vasıtasıyla bildiriliyor, o da vahiy kâtiplerine tarif ederek, gerekeni yaptırıyordu. Böylece Hz. Peygamber (asm)'in sağlığında Kur'an'ın tamamı yazılmış, nereye neyin gireceği belli olmuştur. Aynca Cebrail (as) her Ramazanda gelir, o güne kadar nazil olmuş âyet ve sûreleri Peygamberimize (asm) yeni baştan okurdu. Efendimizin (asm) vefatından evvelki son Ramazanda Hz. Cibril (as) yine gelmiş, ancak bu sefer Kur'an'ı Peygamberimiz (asm) ile iki sefer okumuşlardı. Birinci sefer Hz. Cibril (as) okumuş, Peygamberimiz (asm) dinlemiş; ikinci seferde ise Peygamberimiz (asm) okumuş, Hz. Cibril (as) dinlemişti. Böylece Kur'an son şeklini almıştı.

Bununla beraber, Hz. Peygamber (asm)'in sağlığında Kur'an, henüz müstakil bir cilt hâlinde bir araya toplanmış da değildi. Sayfalar halinde sahabeler arasında dağınık olarak bulunuyor, hafızalarda ezberlenmiş halde duruyordu. Fakat neyin nereye gireceği gâyet kesin ve net şekilde bilinmekteydi.

Nihâyet Hz. Ebû Bekir (ra)'in hilâfeti zamanında görülen lüzum üzerine Zeyd bin Sâbit'in başkanlığında vahiy kâtiplerinden ve kuvvetli hafızlardan müteşekkil bir komisyon kuruldu. Kur'an'ın bir cilt hâlinde bir araya toplanma işi, bu komisyona havale edildi. Ashabdan herkes, elinde yazılı bulunan Kur'an sayfalarını getirip bu komisyona teslim ettiler. Hafızların ve vahiy kâtiplerinin elbirliği ile çalışmaları sonunda sayfalar, sûre ve âyetler Peygamberimizin (as) tarif ettiği şekilde yerli yerine kondu. Böylece Kur'an, Mushaf adıyla tek kitab hâline getirilmiş oldu.

Artık Kur'an için unutulma, kaybolma, tahrif ve tebdile uğrama diye bir şey söz konusu olamazdı. Zira aslı, Hz. Peygamber (asm)'e gelen şekliyle eksiksiz ve noksansız şekilde tesbit edilmişti.

Hz. Osman (ra) zamanında görülen lüzum üzerine, bu Mushaf'tan yeni nüshalar çoğaltılıp çeşitli memleketlere gönderildi. Bugün elde mevcut olan Kur'anlar, işte bu Kur'an'dan çoğaltılmıştır.

Kur'an tesbit edilişindeki sağlamlık itibariyle, diğer ilâhi Kitaplardan farklı olarak, hiçbir tahrifat ve değişikliğe uğramadan vahiy mahsulü olan şekliyle tesbit edilip ortaya konmuş; senedir de muhafaza edilerek gelmiştir. Bunda, Kur'an'ın edebî icaz ve i'câzının, yani, ezberleme kolaylığının hiçbir insan sözüne benzememesinin ve söz olarak hiçbir taklidinin yapılamamasının, edebiyatve belagatına erişılememesinin ve zaptında a'zamî titizlik gösterilmesinin büyük rolü olduğu kesindir. Fakat asıl sebep, Kur'an'ı Cenâb-ı Hakk'ın hıfz ve himayesine alması, onu kıyamete kadar lâfızve mânâ bakımından bir mu'cize olarak devam ettirmeyi taahhüd etmesidir. Nitekim Kur'an'da şöyle buyurulur:

"Muhakkak ki bu Kur'an'ı biz indirdik ve onu koruyacak, muhafaza edecek, devam ettirecek de biziz" (Hicr, 15/9).

Bugün yeryüzündeki bütün Kur' anlar aynıdır; hiçbir farklılık ve değişiklik yoktur. Ayrıca milyonlarca hafızın ezberinde bulunmakta, her an milyonlarca dil ile kırâet edilip okunmaktadır. Bu özellik, Kur'an'dan başka herhangi bir beşeri kitaba nasib olmadığı gibi, semavi kitablardan hiçbirine dahi nasib olmamıştır. Allah'ın son kelâmı, hükmü kıyamete kadar baki ezelî fermanı olan Kur'an'ın, böyle eşsiz bir makam ve ulvi bir şerefe nail olması da, elbette zaruri ve lüzumludur. (bk. Mehmed Dikmen, İslam İlmihali, Cihan Yayınları, İstanbul, , ss. )

İlave bilgi için tıklayınız: 

- Kur'an-ı Kerim'in yazılması, toplanması ve kitap haline getirilmesi hakkında detaylı bilgi verir misiniz?

3 Secde ayetleri Kur'an'da nerelerde vardır ve nasıl yapıldığı hakkında bilgi verir misiniz?

Tilavet secdelerini yapmasanız da okuduğunuz hatimler geçerlidir; kabul olmaması söz konusu değildir. Ancak bu secdeleri sonradan yapabilirsiniz.

Kur'an-ı Kerîm'de on dört yerde secde âyeti bulunmaktadır. Secde âyetlerinin bulunduğu sureler şunlardır:

1. el-A'raf, 7/
2. er-Ra'd, 13/15
3. en-Nahl, 16/49;
4. el-İsrâ, 17/;
5. Meryem,19/58;
6. el-Hac, 22/18;
7. el-Furkân, 25/60;
8. en-Neml, 27/25;
9. es-Secde, 32/15;
Sâd, 38/24;
Fussilet, 41/37;
en-Necm, 53/62;
el-İnşikâk, 84/21;
Alak, 96/

Bu secdenin yapılışı şöyledir: Tilâvet secdesi niyetiyle eller kaldırılmaksızın "Allahu ekber" denilerek secdeye varılır, secdede üç kere "Sübhane Rabbîyel-a'lâ (En yüce olan Rabbimi bütün noksan sıfatlardan tenzih ederim.)" denilir. Bundan sonra "Allahu ekber" denilerek secdeden kalkılır.

Tilâvet secdesinin rüknü, Allah Teâlâ'yı ta'zîm için yüzü yere koymaktır. Ancak namaz hâlinde rükû ve hastalar için imâ da bu secde yerine geçer.

Bu secde için abdestli, temiz, avret yerleri örtülü ve kıbleye yönelmiş olmak şarttır.

Tilâvet secdesine ayaktan inilmesi ve bu secdeden kalkarken ayağa kalkılması ve bu şekilde ayağa kalkarken "Gufrâneke Rabbenâ ve ileykel masîr(Ey Rabbimiz! Senin bağışlamanı bekliyoruz. Son dönüş sanadır." denilmesi müstehaptır.

Tilâvet secdesine varılırken ve kalkarken alınan tekbirler de müstehaptır. Asıl secde ise vacibtir.

İlave bilgi için tıklayınız:

- Tilavet secdesi nasıl yapılır?
- SECDE-İ TİLÂVET, SECDE AYETLERİ

4 Ebced hesabı nedir; yapılması doğru mudur?

Ebced:Cümel, cifr, sayı sembolizmi.

Ebced veya Ebûced, Arap alfabesindeki harflerin kolaylıkla hatırda kalması için düzenlenen bir hârf dizisi ile bu harf dizisinin her birine tekabül eden bir rakam değeri sistemi ve diziyi oluşturan sekiz kelimenin ilkinin adıdır.

Harflerin her birine 1'den 'e kadar matematik değerler verilmiştir.

Ebced hesabı Fars ve eski Türk edebiyatında tarih düşürmede de kullanılmıştır. Meselâ İstanbul'un Fetih tarihi için Kur'ân-ı Kerîm'den "Âherûn" kelimesi düşürülmüştür. Bunların toplamı (elif+gayn+ra+vav+nun) = 1+++6+50= çıkmaktadır ve bu tarih Hicri (M. ) yılı olan fetih tarihidir.

Ayrıca şâir Fuzûli, Kanunî Sultan Süleyman'ın Bağdat'ı fetih tarihi olan H. yılı için; "Geldi burc-i evliyaya padişah-ı namdâr" mısraını tarih düşmüştür.

Yine Sultan Abdülmecid'in saltanata geçişine de "Bir iki iki delik Abdülmecid oldu Melik" mısrası ile tarih düşmüşlerdir.

Bütün hurûf-û hecâ denilen yirmi sekiz harfi içine alan "Ebced harf tertibinde" harflerin sayısal değerleri şöyledir:

Ebced: Elif : 1, Ba : 2, Cim:3, Dal:4; Hevvez: He : 5, Vav : 6, Ze : 7; Hutti: Ha : 8, Tı : 9, Ya : 10; Kelemen: Kef : 20, Lam : 30, Mim : 40, Nun : 50; Se'fes: Sin : 60, Âyn : 70, Fe : 80, Sad : 90; Karaşet: Kaf : , Rı : , Şın : Te : ,  Sehaz: Se , Hı: , Zel : ; Dazığ: Dad : , Zı : , Ğayın:

Ebced ilmiyle elde edilen bilgilerin değeri:

Kur'an-ı Kerim'de bütün ilimler vardır. Bu ilimleri de herkes kendi kabiliyetine göre okuyabilir veya hissedebilir. Ancak bu ilimleri Kur'an'dan okurken, "Benim anladığım ilim kesin doğrudur." diyerek değil de "Ben böyle anlıyorum", şeklinde söylemek gerekir. Çünkü bir gün bu anladığı bilgiler yanlış olursa Haşa Kur'an yanlış olmuş gibi algılanır.

Örneğin Kur'an-ı Kerim'de “Üzerinde on dokuz vardır." ayeti bulunmaktadır. Bu sayıdan hareketle Kur'an'ın bazı sırlarına ve şifrelerine ulaşmak mümkündür. Ancak bu bilgilere mutlak doğru ve Kur'an'ın kesin işareti olarak bakmanın bazı sakıncaları olacağından dikkatli olmak gerekir. Hiç olmazsa: "Böyle şeyler anlamak mümkündür, fakat bunlar kesin ve değişmez doğrular olmayabilir. Hesaplamalarımızda hata edebiliriz, bu hatalar da bize aittir." demek gerekir.

Ebced hesabı da bunlardan biridir.

Yirmi sekiz harften ibaret olan Arap alfabesi, Emevî Halifesi Abdülmelik bin Mervan zamanına kadar Ebced tertibiyle okunur ve yazılırdı. Abdülmelik bin Mervan zamanında Nasr bin Asım ile Yahyâ bin Ya’mer el-Udvânî’den kurulan bir ekip, Arap alfabesinin harf sırasını değiştirdi ve birbirine benzer harflerin ard arda sıralanması esasına dayalı “hurûf-u hecâ” denilen ve bugün kullanılan alfâbeyi oluşturdu. Yazı dilinde bu alfabe kullanılmaya başlandı.

Arap harflerinin ebced tertibine göre dizilişinin Hazret-i Âdem’e (as) dayandığı rivâyet edilir. Bu tertip ile alfabenin kullanıldığı tarih süreci içerisinde, zamanla bu harflere sayısal değerler verilmiş; bu sayısal değerler âlimler, edebiyatçılar ve şâirler tarafından makbul ve muteber karşılanmış ve kullanılmaya başlanmıştır. Şâirler ve edipler, yazdıkları manzum ve mensur eserlerde ebced hesabını da kullanmışlar ve harflere verdikleri rakamsal değerler ile önemli tarihleri kaydetmişler; zaman içinde bu usûl yaygınlaşma ve gelişme istidadı göstermiş; âdetâ Arap alfabesinin bir yan ilim dalı olarak olgunlaşmış ve adına da “Ebced Hesabı” veya “Cifir İlmi” denmiştir.

Ebced dizilişine göre Arap alfabesi;“elif, bâ, cim, dâl, he, vav, ze, ha, tı, yâ, kef, lâm, mim, nûn, sin, ayın, fe, sad, kaf, rı, şın, te, se, hı, zel, dad, zı, ğayın” şeklindedir ve “ebced” ismini de bu dizilişin ilk dört harfinden almıştır. Bu alfabe kolay ezberlensin diye şu formül ile de ifâde edilmiştir: Ebced, Hevvez, Huttî, Kelemen, Sa’fes, Karaşet, Sehaz, Dazağ. Bu dizilişe göre Arap alfabesi sayısal değer açısından üçe ayrılmış; İlk dokuz harfe “âhâd” yani “birler” ve birler basamağından değerler verilmiş; ikinci dokuz harfe “âşâr” yani "onlar" denmiş ve onlar basamağından değerler verilmiş; üçüncü on harfe “miât” yani “yüzler” denmiş ve yüzler basamağından değerler verilmiştir.

Kur’ân-ı Kerim inmeye başladığında Araplar arasında "ebced hesabı" biliniyordu ve alfabe bilgisi olan şâirler ve edebiyatçılar tarafından da kullanılıyordu. Arap lisanının belâğat, fesâhat ve edebiyat açısından en gelişmiş döneminde nâzil olmaya başlayan ve mu’cize ifâdeleriyle şâirleri ve edebiyatçıları hemen etkisi altına alan Kur’ân-ı Kerim’in; bu lisanı vahiy dili olarak kabul edip, bu lisanın yan bir ürünü diyebileceğimiz "cifir ilmi"ni reddetmesi düşünülemezdi. Esâsen cifir ilmini reddetmesi için geçerli bir sebep de yoktu. Zîra Kur’ân-ı Kerim prensip olarak, insanlığın zararına kullanılmayan her “birikime” kapılarını açan bir İlâhî Kitaptı. Cifir ilmi ise, Arap Lisanının binlerce yıllık birikimini yansıtan bir ürünü idi.

Nitekim, edebiyatça, belâgatça, güzel ve şâirâne söz söylemek sanatı bakımından ve bilhassa düpedüz hakîkati ifâde etmesi açısından şâirlerin ve edebiyatçıların gerisinde asla kalmayan ve sözüyle-hakîkatıyla herbir şâiri, edebiyatçıyı ve akıl ehlini hayran bırakan Kur’ân-ı Kerîm’in, âyetlerini cifir ilmine göre muhtelif târihler veren birer anahtar hüviyetinde donatması, mucize oluşunun da bir gereği idi. Bundan dolayıdır ki, Peygamber Efendimiz (asm)’den günümüze kadar ehil âlimler tarafından, Kur’ân-ı Kerim’in âyet ve kelimelerinden cifir ilmine göre bir takım tarihler çıkarıla gelmiş ve bazı hakikatlerin sırlarına bu yol ile ulaşılabilmiştir.

Ancak, bu çalışmayı bu ilme vakıf ehliyetli ulemâ yapabilir. Yoksa, her önüne gelenin bu ilme göre tarih çıkarma girişiminde bulunmasının yanlış ve sıhhatsiz sonuçlara götüreceği açıktır.

Meselâ, Osmanlı ulemâsından Molla Câmî, Sebe’ Sûresinin Âyetinde geçen “beldetün tayyibetün” ibâresinden ebced hesabına göre hicrî , milâdî tarihini çıkarmış ve İstanbul’un Fethinin bu âyetle de müjdelendiğini haber vermiştir.1

Meselâ, bir gün Yahûdî âlimlerinden bir kısmı Peygamber Efendimizin (asm) huzurunda Bakara Sûresinin ve Meryem Sûresinin başlarında bulunan şifreli harflerden cifir ilmine göre tarih çıkararak:

“Yâ Muhammed! Senin ümmetinin müddeti az olacaktır!” demişlerdi.

Allah Resûlü (asm) de sâir sûrelerin başlarında bulunan şifreli harfleri cifir ilmine göre yorumlayarak:

“Az değil; daha var!” buyurdu.2

Cifir ilminin Hazret-i Ali (ra), Hazret-i Cafer-i Sadık (ra), Muhyiddin-i Arabî (ra) gibi birçok İslâm ulemâsı ile birlikte asrımızda Üstad Bedîüzzaman (ra) tarafından da kullanıldığı ve muhtelif tarihlere, haberlere ve müjdelere işâret edildiği bilinmektedir.3

Tefsir ilminden biraz haberdar olanlar çok iyi bilir ki, ebced hesabı birçok tefsir kaynağında söz konusu edilmiştir. Mesela, İmamu’l-mufessirin olarak meşhur olmuş İbn Cerir Taberi, Bakara suresinin başındaki “Elif-Lam- Mim” harfleri ile ilgili yapılan yorumlardan birinin de, bu harflerin ebced hesabıyla geleceğe ait bazı olaylara işaret etmiş olduğunu belirttikten sonra, bu yorumun da doğru olduğunu açıkça ifade etmiştir.

Yine Taberi, Kadı Beydavî gibi alimlerin bildirdiğine göre, Tabiinin ünlü tefsir alimlerinden Ebu’l-Âliye er-Reyahî ve Rebi b. Enes de yirmi dokuz surenin başındaki yetmiş sekiz şifreli harfin, istikbale ait olaylara işaretler taşıdığını belirtmişlerdir.

Cifir ilminin tarih boyunca kullanıldığı ve Kur’ân’dan da bu ilme dayanarak bazı tarih, haber ve müjdelerin çıkarıldığı doğrudur; ancak bu ilim, gaybı yalnız ve yalnız Allah’ın bildiği; Allah bildirmediği takdirde hiçbir kulun gaybı bilemeyeceği hakikatine gölge düşürecek şekilde kullanılamaz, kullanılmamıştır ve kullanılması doğru da değildir. Gaybı ancak ve ancak Allah (cc) bilir. Allah (cc) bildirmediği sürece kul gaybı bilmez. Bedîüzzaman Hazretleri (ra) Kur’ân’dan bu çerçevede verdiği haberlerde, “Gaybı Allah’tan başka kimse bilmez!” hakîkatini hep hatırlatmış; “Gerçek ilim Allah katındaki ilimdir”4 âyetinin rehberliğinde yürümüştür.

Netice olarak söylemeliyiz ki: Ebced hesabı geleceği keşfetmeye yeterli bir kaynak değildir. Gelecek Allah’ın ilminde, irâdesinde ve kudretindedir. Allah bildirmedikçe hiçbir kimse, hiçbir hesaplamayla yarının ne olacağı hakkında bir ön bilgiye veya tahmine sahip olamaz.

İlave bilgi için tıklayınız:

- EBCED, CİFİR

Dipnotlar:

1. Yazır M.H. Elmalılı Tefsiri, s.
2. İbn-i Kesîr, Tefsîrü’l-Kur’ani’l-Azîm: 1/38, İbn Kesir, bu rivayetin zayıf olduğunu belirtir; Tefsîrü’t-Taberî, 1/; Suyûtî, ed-Dürrü’l-Mensûr, 2/22; Şuâlar, s.
3. Sikke-i Tasdik-i Gaybî, s. 63, ,
4. Ahkaf Sûresi: 23
.

5 Kur'an-ı Kerim meailini abdestsiz elimize alıp okuyabilir miyiz? Kur'an-ı Kerime saygı nasıl olmaldır?

Kur'an meali abdestsiz okunabilir. Ancak Kur'an-ı Kerim ve meali bir arada ise, Mealli Kur'an-ı Kerim de Kur'an hükmünde olduklarından, abdestsiz tutulması caiz değildir.

Kur'an-ı Kerimi okumaya "Eûzü çekerek ve Besmele okuyarak" başlanır. Rabbimizin bu mukaddes kitabından gereğince yararlanmak için her halde yüce varlığına sığınmamız ve kendisinden yardım dilememiz lâzımdır.

Bir Kur'an-ı Kerim ele alınarak okunacağı zaman abdestli bulunmak gerekir. Okurken kıbleye dönmeli, toparlanıp saygılı bir duruma geçmelidir. Abdestsiz kimse kılıfsız (bir mahfaza içinde olmayan) Kur'an-ı Kerimi ele alamaz. Kutsal kitabı ancak temiz ve abdestli olan eller tutabilir.

Kur'an- Kerim, temiz yerlerde, avret yerleri kapalı olan kimselerin yanında, onu dinlemeleri şartı ile açıkca okunabilir. Pis yerlerde veya avret yerleri açık olanlarla başka işle uğraşanlar yanında açıkca okunması mekruhtur.

Dışarda bulunup okunan Kur'an-ı Kerime karşı saygılı bir vaziyet takınmayacak kimselerin işitecekleri şekilde aşikâre Kur'an okunması uygun değildir. Bu durum, Kur'an-ı Kerime saygısızlığı ve halk için de manevî sorumluluğu gerektireceğinden, buna sebebiyet vermemelidir.

Hattat olan bir yazar, yazacağı Kur'an-ı Kerim'in yapraklarını yüksekçe tutup ince olmayan bir kalemle ve temiz bir mürekkeble beyaz kâğıt üzerine yazmalı, satırlarını seyrekçe bırakmalıdır. Kur'an-ı Kerim nüshalarını pek küçük boyda ince kalemlerle yazmak, tenzihen mekruhtur. Bu mübarek nüshaların altın veya gümüşle süslenmesi, bir saygı ifade ettiğinden caiz görülmüştür.

Kur'an-ı Kerim'i, Hacer-i Esved'i, Kâbe'nin eşiğini hürmet için öpmek caizdir. Buna "Diyanet öpmesi" denilir. Mübarek bir adamın elini öpmeye de "Tahiyye öpmesi" denir.

(İmam Şafiîye göre ekmeği öpmek, mübah veya hasen olan bir bid'attır. Bu öpmek, Hanefîlerce de mübah görülebilir.)

Kur'an-ı Kerim'le, diğer din kitabları ile kaşında (yüzüğün taşında) Kur'an'dan bir şey yazılı yüzüğü elinde taşıyarak, bir zaruret bulunmadıkça, helâya (tuvalete) girilmez, hürmete aykırıdır. Bunları helâya girmeden önce çıkarmalı ve temiz bir yere bırakmalıdır.

Bir Kur'an-ı Kerim okunamayacak hale gelince, temiz bez parçası içine konup ayak basılmayacak bir yere gömülmelidir. Bu, Kur'anı bir küçümseme değil ona bir ikramdır. Bununla beraber üzerine toprak atılmamalı, tahtadan bir çatı yapılmalıdır. Bu gibi Kur'an-ı Kerimleri yakmak caiz değildir.

Kur'an'dan başka diğer din kitabları eskiyince hemen gömülebilir, hem de akar suya bırakılabilir, hem de içlerindeki mukaddes isimler silindikten sonra yakılabilirler. Bu gibi kitapların kâğıtlarına bir şey sarmak dine ve ilme karşı hürmetsizliği doğuracağından caiz olamaz.

İlave bilgi için tıklayınız: 

- Âdet / hayız / regl halindeki kadın Kur'an-ı Kerim ve mealini okuyabilir mi; okurken başı örtmek gerekir mi?..

6 Hatim duası nasıl yapılır?

"Amin! Elhamdu lillahi rabbi’l-alemin, ve’l-akibetu lil-muttekin va’s-salatu ve’s-selamu ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve ashabi ecmain."

Ey Yüce Rabbimiz !

Sen bütün mahlukatına merhametli bilhassa inanmış kullarına pek lütufkarsın, el açtık kapına geldik sana dua ve niyazlarımızla yalvarıyoruz, dualarımızı kabul ederek bizlere af kapından bos çevirme Allah’ım!

Kıyamet gününün tek hakimi ve sahibi sensin, bizlere orada acı, cehennem azabından koru Ya Rabbi!

Biz yalnız sana kulluk eder ve yalnız senden yardim dileriz, bizleri ibadet ve itaatin yolundan hiç bir zaman ayirma Allah’ım!

Hidayet üzere devamlı kalmayı, muttaki kullarından olmayı, dünya ömrümüzü iffet ve şerefimizle geçirmeyi cümlemize nasip eyle Allah’ım!

Gadabından hoşnutluğuna, cezandan affına, şeytanın şerlerinden senin sonsuz rahmetine sığınıyoruz, sen affedicisin, affetmeyi seversin, bizleri de affeyle Allah’ım!

Okunan hatimi serifi dergahnda kabul eyle.

Hasıl olan sevabı evvelen sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed Mustafa (sav) Efendimizin temiz ruhuna hediyeye eyledik sen vasıl eyle Ya Rabbi!

Diğer peygamberlerin, sahabeyi kiram ile tabiinin ruhlarına, dini İslam’a ilimleriyle ve kılıçlarıyla hizmet eden alimlerle, şehitlerin ruhlarına hediyeye eyledik sen vasıl eyle Ya Rabbi!

Amin diyen cemaatimizin ahrete göç eylemiş geçmişlerinin ruhlarına, bu topluluğumuza sebep olanların bütün ölmüşlerinin ruhlarına, dünyada anacak kimsesi kalmamış Müslüman kardeşlerimizin ruhlarına hediyeye eyledik, sen ulaştır Ya Rabbi!

Ve hassaten bu hatimin yapılmasında emeği geçen ve katılan herkesin geçmişlerinin ruhuna hediyeye eyledik sen ulaştır Ya Rabbi! Günahları varsa, onları hasenata tebdil eyle Allah'ım!

Hatime katılan tüm kardeşlerimizin gönüllerindeki muratlarına hayırla birlikte kavuşmalarını, iki cihanda senin nurunla pür nur olmalarını nasip eyle Allah'ım! Varsa bütün sıkıntılarını sen gider Ya Rabbi!

Senin affına merhametine ve lütfüne daha çok ihtiyaç duyduğumuz şu zamanda bizleri sensiz bırakma Ya Rabbi! Sana yalvarıyoruz, kapına geldik bizleri boş çevirme Ya Rabbi!

Allahim sende biliyorsun ki senden başkasına rabb demedik, sadece sana kulluk ettik ve sadece senden yardım istedik, ve biliyoruz ki Allah'ım senin razı olmadığın işler yaptık, ama sen bizim Rabb'imizsin senden başkasına gidecek halimiz yok ki, ceza vermende sen bizim Rabb'imizsin, affetmende rabbimizsin, bizi bağışlarsan sen gafur ve rahimsin.

Sen affedicisin, affi seversin bizleri affeyle Ya Rabbi

Ahirete göç eylemiş, kemikleri çürümüş bir fatihaya muhtaç olanların kabirlerini Kur’an’ın nuru ile aydınlat, makamlarını cennet eyle Allah’ım!

Kabirlerinde imanlarının ve Kur’an’ın nurunu onlara ortak eyle! Kabirlerini cennet bahçelerinden eyle. Cehennem çukuruna benzetme Ya Rabbi!

Beşer olarak, şaşarak işledikleri kusurları sebebiyle kabir azabı çekenler varsa, okunan Kur’an hürmetine sen onları kurtar Allah’ım! Sevgili Peygamber (asm)'in hürmetine onları affet Allah’ım! Kabe-i Muazzama, Ravza-i mutahhera ve diğer mukaddes yerler hürmetine sen onlara acı Allah’ım!

Dünyanın dört bir yanında zulme maruz kalmış bütün Müslüman kardeşlerimizin halleri sana arz ediyoruz Allah'm! Zulmedenleri ıslah eyle Ya Rabbi! Islah olmaları mümkün değilse, onları Kahhar isminle kahreyle Ya Rabbi!

Özellikle şuan dünyanın dört bir tarafında, biz burada rahat bir mekanda karnımız tok, başımızda çatı dua etmek bile nefsimize ağır gelirken ya onlar, ya onlar Allah'ım! Gecenin bir saatinde, soğukta, karnı aç ve bir köşede ölmeyi bekleyen Müslüman kardeşim “Ben burada bu haldeyken benden bir duasını bile esirgeyen Müslüman kardeşimden hesabimi soracak günü bekliyorum.” diyorsa, bunun hesabını nasıl veririz Allah'ım! Bizlere bu şuuru nasip eyle Allah'ım!

Son nefesimizde kelim-i şehadetle buyrun « Eşhedu el la ilahe illallah ve eşhedu anne Muhammeden abduhu ve rasuluh » diyerek bu dünyadan göç etmeyi, imanın ve İslamın doğru, temiz ve nurlu yolundan ayrılmadan göç etmeyi cümlemize nasip eyle Ya Rabbi!

Şerefimiz olan dinimizi, dünyamızı ahretimizi mamur eyle.

Gözümüzün, kulağımızın kalbimizin ve diger bütün azalarımızın şerlerinden bizleri koru.

Ey kalpleri tasarrufunda bulunduran Mevlamız, bizleri ve aile fertlerimizi sana itaatle hoşnutluğuna sebep olan işlerde ve doğru yolunda daim eyle!

Kabul olmayacak dua ile sana el kaldırmaktan, insanlığa ve İslamlığa faydalı olmayan bilgiden, bir Müslümana yakışmayan acizlikten, tembellikten, cimrilikten sana sığınıyoruz, bizleri de koru Ya Rabbi!

Amin diyen kullarını iki cihanda aziz eyle.

Cennetinle cemalinle bizleri müşerref eyle ve duamızı yüce dergahında kabul eyle Ya Rabbi!

Hulasa duaların özü; sevgili Peygamberimizin (asm) senden istediği hayırlı işlerin tamamını biz de Senden istiyoruz, bizlere de nasip eyle Ya Rabbi!

Sevgili Peygamberimizin (asm) sana sığındığı bütün şerlerden, fitne, fesat ve nifaktan bizde Sana sığınıyoruz, hepimizi koru Allah’ım!

Hatim duasına katılan katılmayan herkesin günahlarını geniş mağfiretinle affeyle Ya Rabbi!

Bizlere hiçbir zaman düşünemediğimiz kadar büyük ve geniş nimetler ihsan eyle Ya Rabbi!

Hiçbir gölgenin olmadığı o dehşetli hesap gününde, senin gölgenin altında bulunmayı nasip eyle Allah’ım.

Bu hatime katılan arkadaşlarla beraber Cenette de komşu olmayı nasip eyle Ya Rabbi

"Subhane Rabbike Rabbi’l-izzeti amma yesifun ve salamın ale’l-mirselin ve’l-hamdu lillahi Rabbi’l-alemin"

Bütün ölmüşlerimizin ve Sevgili Peygamberimizin (asm) ruhu için, Allah Teala’nın rızası için. El Fatiha.

7 Besmelesiz başlayan sure hangisidir? Bu surenin başında neden besmele yoktur?

Kur'ân-ı Kerim'in ilk nüzulunda âyet ve sûreler kalemle yazıya geçtiğinde Tevbe Sûresinin başına Besmele yazılmadığı gibi, ne sahabiler, ne tâbiin, ne tebe-i tâbiin, ne de bunlardan sonra gelen âlimler yazmamışlardır.

Sûrenin başına Besmele yazılmamasının ve okunmamasının sebep ve hikmetini birkaç maddede toplamak mümkündür:

Birincisi: Tevbe Sûresi uzun bir fâsıladan sonra nâzil olmuştur. Nâzil olduğunda da mânâ ve muhteva itibariyle Enfal Sûresi ile yakın bir irtibatı ve alâkası görüldüğünden, onun devamı gibi mütalâa edilmiştir. Şöyle ki:

Enfal sûresinin son âyetleri müşriklerle Müslümanlar arasında cereyan eden cihad ve benzeri münasebetlerle biterken, bu sûrenin ilk âyeti de meâlen,

"Müşriklerle aranızda antlaşma bulunanlara"

şeklinde başlamaktadır. Hatta öyle ki, sahabiler arasında bu ikisini bir sûre zannedenler bile olmuştur. Fakat hem âyetlerinin çokluğu, hem sûrenin birçok isimle meşhur olması, hem de Peygamber Efendimiz (asm)in açık olarak bunun başka bir sûrenin devamı olup olmadığı hususunda sessiz kalması, Tevbe Sûresinin ayrı bir sûre olduğunu beyana kâfi gelmiştir. Ayrıca tertip bakımından da Enfal'in son sayfası ile Tevbe'nin ilk sayfasına bakıldığında sûrelerin birbirlerinin devamı olduğu intibaını vermektedir. Bu sebeplerden dolayı sûrenin başına Besmele yazılmadığı gibi, okunmamaktadır da.

İkinci bir sebep: Sûre müşriklere ve münafıklara karşı şiddetli tehditler ihtiva ettiği ve müşriklere karşı savaş ilânı ile başladığı için; rahmeti, emniyeti ve selâmeti ifade eden Besmele, sûrenin başında yer almamıştır. Nitekim, Abdullah bin Abbas, Hazret-i Ali'ye (r.a.) "Enfal ile Tevbe arasına Besmele niçin yazılmadı?" şeklindeki suale Hz. Ali şu hikmetli cevabı vermiştir: "Çünkü Bismillahirrahmanirrahim de eman ve emniyet vardır. Halbuki bu sûre kılıç ve anlaşmayı bozan müşrikler hakkında nazil olmuştur."

Üçüncü bir sebep ise; bu sûre ile Müslümanların daha önce ortak savunma ve benzeri hususlarda müşriklerle akdetmiş oldukları antlaşma ve dostlukların tamamen kaldırıldığı beyan edilmektedir. Nitekim 5. âyette meâlen,

"Haram aylar çıkınca müşrikleri bulduğunuz yerde öldürün, esir alın, hapsedin ve onların bütün yollarını tutun"

buyurulmaktadır. Harpte de eman ve acıma bulunmadığından, sûrenin başına Besmele konmamıştır. Hatta Rahman ve Rahim isimlerini zikretmeyerek sûreye "Bismillah berâetün minallah" diyerek başlamak bile uygun görülmemektedir. Bunun için sûrenin başında Besmele nâzil olmadığı ve yazılmadığı gibi, okunması da caiz görülmemiştir.

Bu konudaki izah farklılıkları bir yana, İslâm âlimleri bu sûrenin başında besmelenin yazılmaması ve okunmaması gerektiği hususunda fikir birliği içinde­dirler. Bunun herkesçe kabul edilen ortak sebebi Resûlullah'ın bu sûrenin başında besmeleyi yazdırmamış olmasıdır. Bu durum, Kur'an'ın hiçbir değişikliğe uğratılmaksızm, aynen Hz. Peygamber (asm)'den öğrenildiği biçimde, sonraki nesillere aktarıl­ması konusunda sahabenin büyük bir titizlik gösterdiğini ve bu ulvî emanetin ne­siller boyu özenle korunduğunu açıkça ortaya koyan kanıtlardan biri sayılmalıdır. (bk. Razi Tevbe Suresinin başı)

Şu hususa da işaret edilmelidir ki, Tevbe sû­resinde besmele çekilmemesi bu sûrenin başıyla ilgilidir. Şayet Kur'an okumaya bu sûrenin başından başlanacaksa sadece "eûzü" çekilir; daha sonraki bir âyetin­den başlanacaksa eûzü ile birlikte besmele de okunur. Enfâl sûresinden Tevbe sû­resine geçilirken ise eûzü-besmele okumaksızın kıraate devam edilir. (bk. Yes'elûneke Fi'd-Dîni vel-Hayat, Hak Dini Kur'ân Dili,; Kur'an Yolu, Heyet, Tevbe Suresinin başı)

8 Şarabın, alkollü içeceklerin (içkinin) haram olmasının sebebi nedir? Bazı faydalarının olması içkiyi mübah kılar mı?

İbadetler ve haramlar tamamıyla Allah’ın iradesine ve isteğine göre belirleniyor. Bunu bizim sorgulama veya itiraz etmeye değil, hikmetini anlamaya çalışmamız icap etmektedir. Şöyle ki;

Şeriatın iki çeşit hükümleri vardır:

1. Taabbudi dediğimiz, yani hikmeti bilinmeyen ve tamamıyla Allah’ın emir ve yasağına bakan kurallardır.

2. Makulul mana dediğimiz, ilahi emirler veya yasaklarda yatan hikmetlerin araştırılabileceği kısım.

Sizin sorduğunuz soruya bu taraftan da bakalım. Niye sabah namazının farzı rekat da on veya yirmi rekat değil?Cevap:Allah emrettiği için. Öğle namazının farzı Allah tarafından dört rekat olarak tayin edilmiştir. Bunun hikmetini araştırmak sonuçsuz olacaktır. Çünkü Allah öyle emretmiştir. Ve bunun asıl cevabı budur. Ama bazı şeriat kuralları hikmetle izah edilebilir. Ama hikmetler asıl değildir. Asıl olan Allah’ın emri veya yasaklamasıdır.

Mesela, Allah namazı niye emretmiştir? Buna istediğiniz kadar, hatta ciltlerle hikmet ve gaye açısından cevap verilebilir. Niye oruç tutuyoruz, hikmetleri araştırılıp cevap verilebilir. Ama hikmet ve faydalar Allah’ın emri yerine geçemez. Şöyle ki, orucun bir hikmeti insanların aç kalıp, yokluk içerisinde yaşayan insanların halinden anlayıp onlara şefkatle yaklaşmalarını sağlamaktır.

Şimdi birisi bunu esas tutup “ben daha fazla aç kalıp daha fazla şefkat hissim kabarsın ve fakirlere daha fazla yardımda bulunayım” diyebilir. İmsak vakti saat olduğu halde, bu adam gece saat ’den oruca niyet edip, fakat akşam vaktine beş dakika kala orucunu açsa, orucu sahih olur mu? Elbette olmaz. Çünkü orucun açılması için belirli bir zaman var ve bu adam daha fazla aç kaldığı halde, oruç tutmuş olmuyor. Yani oruçtan beklenen hikmet daha fazla yerine gelmiş, fakat Allah’ın izin vermediği bir zamanda açtığı için oruç yerine gelmemektedir.

İşte kardeşim İslâm'ın tüm emir ve yasaklarına bu şekilde bakmamız gerekir. Yani Allah böyle emretmiş veya böyle yasakladığı için bunu yapıyoruz. Bunun hikmetleri elbette vardır. Ve bu hikmetler elbette araştırılır. Bu da bir ilim ve ibadettir. Ama hikmetler ve faydalar kesinlikle asıl değil, ayrıntıdır.

İçkinin hiç bir zararı olmasa bile, Allah yasakladığı için içmemek gerekir. Bununla beraber içkini zararlı olduğunu bütün dünya kabul ediyor.

İçki neden birden yasaklanmadı?

İslâmiyet gelir gelmez, Arap Yarımadası'ndaki insanlardan, uzun senelerden beri dem ve damarlarına yerleşmiş olan alışkanlıklarını birden bire söküp atmak, elbette zor olacaktı. Hele alkollü içkiler gibi, kullanıldıkça âdeta insanı kendine esir eden maddelerden vazgeçmek, daha da zordur. Fakat İslâmiyet’in getirdiği nur, bütün kötü âdetler gibi, alkollü içkileri de o cemiyetten kaldırdı.

Allah’ın bir ismi de Hakîm’ dir. Yani yaptığı her işi, hikmet ve faydalara göre yaratır. Nitekim insanın büyüyüp kemale ermesi, çekirdeğin yeşerip ağaç olması, bir yumurtanın açılıp kuş olması belli bir süreçle gerçekleşmektedir. Allah’ın kâinatta geçerli olan bu kanununu, dinin bazı emirlerinde de görmek mümkündür. İşte yüce Rabbimiz, Hakîm isminin gereği olarak, alkollü içki alışkanlığını o cemiyetten söküp atmak için, tedriç yani yavaş yavaş men etme metodunu irade etmiştir. Diğer taraftan, içki birdenbire haram edilseydi, içkiye müptela olmuş o asrın insanları İslâmiyet'i kabulde nazlanabilirlerdi. Alışkanlıklarını bırakmak istemeyebilirlerdi. Bu bakımdan Kur'an-ı Kerim'de içki ile ilgili âyetler, kademe kademe şu sıraya göre nazil olmuştur:

1. “Hurma ağaçlarının meyvesinden ve üzümlerden hem bir içki yapıyor, hem de güzel rızk ediniyorsunuz. Bunda aklı eren kavim için elbette ibret vardır.” (Nahl, 16/67)

Bu âyette içkinin güzel rızk olmadığı açıklanmıştır. Bu âyetin nüzulü ile, içkinin dinen tasvip edilmeyen bir madde olduğu anlaşıldığından, bazı sahabeler içkiyi terk etmişlerdi. Aslında bu âyetin inzali ile, içkinin ileride haram olacağı da anlaşılmıştı.

2. “Sana içkiyi ve kumarı soruyorlar. De ki: Onlarda hem günah, hem insanlar için faydalar vardır. Günahları ise faydalarından daha büyüktür.” (Bakara, 2/)

3. “Ey iman edenler! Siz sarhoşken, ne söyleyeceğinizi bilinceye kadar namaza yaklaşmayın.” (Nisa, 4/43)

Bu âyet-i kerime, sarhoşken namaz kılmayı men etmiştir. Bu durumda, beş vakit namazını hiç geçirmeksizin kılan bir sahabenin, gündüz iki namaz arasında içki içmemesi gerekiyordu. Aksi takdirde, yani gündüz iki namaz arasında içki içecek olsa, alkollü içkinin sarhoşluk edici tesiri geçmeyeceği için namazı kılamayacaktı. Belki yatsı namazından sonra içki içebilecekti. Bu durumda büyük bir sahabe kitlesi daha içkiden tamamen vazgeçmişlerdi. Çünkü alkole alışmış olan vücutlar, artık yavaş yavaş ondan uzaklaşıyordu.

4. “Ey iman edenler! İçki, kumar, tapmaya mahsus dikili taşlar, fal okları ancak şeytanın amelinden birer murdardır. Onun için bunlardan kaçının ki, murada eresiniz.”(Maide, 5/90)

5. “Şeytan, içkide ve kumarda aranıza düşmanlık ve kin düşürmek, sizi Allah'ı anmaktan ve namaz kılmaktan alıkoymak ister. Artık siz hepiniz vazgeçtiniz değil mi?” (Maide, 5/1)

Bu son âyet ile alkollü içkiler kesin olarak haram edilmiştir. Sahabelerden Hz. Enes (r.a.) anlatıyor:

"Biz içki alemindeydik. Ben dağıtıyordum. Bir adam geldi 'içki haram edildi' dedi. Arkadaşlar derhal 'şu içki kaplarını dök, temizle' emrini verdiler. O haberden sonra kimse ağzına içki almadı."

İçkinin zararları: Azı veya çoğu sarhoşluk veren her içkinin azı da, çoğu da haramdır. Peygamber Efendimiz’in (asm) beyanıyla:

“Bir küpü sarhoş eden şeyin, bir avucu da haramdır.”(1)

İçkiyi haram kılan âyet, bu yasağın gerekçesini ve hikmetini de açıklamıştır:Şeytan işi pislik olması, saâdete ermeye engel teşkil etmesi, insanlar arasında düşmanlığa yol açması, kin ve nefret uyandırması, vücûdu tahrip etmesi, Allah’ı anmaktan ve namaz kılmaktan alıkoyması.(2)

İçki; sinir sisteminde, beyin damarlarında, omurilik ve çevre sinirlerinde çok büyük ve çok çabuk yıpratıcı ve olumsuz tesirler yapar. Beyin üzerinde öldürücü darbeleri vardır. Beyin sinirlerini zedeleyerek kısmî felçlere yol açar ve muhtelif hastalıklara sebep olur. Göz sinirlerini tahrip ederek gözlerin bozulmasına neden olur. Kalp hücrelerini zedeler ve yorar. Kalp hücrelerinde içki nedeniyle meydana gelen yorgunluk, “miyokard” denilen kalp adalesinin eskimesine ve yıpranmasına neden olur. Böbreklerde yara açar, kanın süzülmesini aksatır. İçkiden dolayı yaralanan böbrekler, idrardaki zehirleri süzemez hale gelir. Bu zehirli maddeler kana karışır ve “üremi” denilen kan zehirlenmesine yol açar. Damarlarda kireçlenme meydana getirir. Bu da erken bunamaya sebep olur. Hücreleri uyuşturur, vücudun hastalıklara karşı mukavemetini ve direncini kırar. Karaciğerin, kan yığılmasıyla önce büyümesine, sonra büzülmesine ve çürümesine yol açar.

İçkinin ruh üzerindeki zararları ise çok daha vahimdir: Zihin, dikkat, şuur ve irâde üzerinde korkunç dağınıklıklara sebep olur. Şiddetli ümitsizlik ve karamsarlık doğurur. Dikkat, şuur ve irâdenin zayıflamasıyla kavgalara, cinâyetlere, âile geçimsizliklerine, nice yuvaların yıkılmasına, nice dostlukların bozulmasına, nice acı trafik kazalarına ve nice âsâyişi ihlâl edici fiillere neden olur.

İçki, fertte ve toplumun bünyesinde, sosyal ve iktisâdî hayatta kapanmaz yaralar açar, acı felâketler doğurur. Aile nafakasını içkiye verenler, faydasız ve boş yere harcama yaparak israf etmiş olmakla berâber, âile ve çocuklarının hakkını da yemiş olmaktadır. Netice itibariyle içki içmek, hayatına kıymet veren, kazancının değerini bilen, kul hakkını gözeten ve sağlığına önem veren akıllı kimselerin yapacağı şey değildir. Peygamber Efendimiz (asm), buyurmuştur:

“İçki bütün kötülüklerin anasıdır.”(3)

İçkinin uhrevî zararları fizikî veya sosyal bünyemiz üzerinde değil;-Allah affetmediği takdirde- benliğimiz, kişiliğimiz, karakterimiz, varlığımız, mâneviyâtımız, ebedî ümitlerimiz, saadetimiz ve sevincimiz üzerinde tam bir yıkım getirir. Çünkü, Allah’ın açık nehyine ve yasağına karşı duyarsız kalınmıştır.

İçki büyük günahlardandır. Ancak Allah’ın affı, merhameti ve mağfireti geniştir. Kim günahı terk eder ve Allah’a dönerse, Allah’ın af ve mağfiretinin -inşâallah- onunla olacağına dair kuvvetli haberler ve müjdeler vardır. Allah bütün günahları bağışlar ve siler.(4) Yeter ki kul Rabb’ine bir adım atsın; Allah kulunu koşarak kucaklar. Yeter ki kul hiçbir şeyi Allah’a ortak koşmayarak O’na dönsün; yerle gök dolusu günahları da olsa Allah affeder.(5)

İçkili iken veya cünüp iken ölmek konusunda, zâhirî nazarda herhangi bir hüküm söylememiz doğru olmaz. Hoş bir tecellî değildir. Tövbeye fırsat bulamadan veya kendisine tövbe nasip olmadan ölümün kapıyı çalması, insanın tüylerini ürperten bir vahâmettir. Biz yine de, Allah’ın affetmesini temenni edelim. İçyüzünü bilemeyiz.
İçki aldıktan sonra sarhoş olup olmamak hiçbir şeyi değiştirmez, günahı hafifletmez.

İçkili iken veya sarhoşken namaz kılınmaz. Fakat halk arasında içki aldıktan sonra kırk gün namazın kabul olmayacağı veya namazın kılınmayacağı tarzındaki söylenti doğru değildir. Sarhoşluk geçtikten sonra nedâmet edilebilir, pişmanlık duyulabilir, bir daha içki kullanmamaya içtenlikle söz verilebilir, tövbe ve istiğfar yapılabilir ve tabiî ki namaz kılınabilir.

Kul ile Allah arasına kim girebilir ki?

Dipnotlar:

1. Ahmed, Müsned, VI/71, 72,
2, Mâide, 5/90,
3. Suyûtî, Câmiü's-Sağîr, II/
4. Zümer, 39/
5. Riyâzu’s-Sâlihîn,

9 Kur'an okurken secde ayetine gelindiğinde tilavet secdesi nasıl yapılır?

Bu secdenin yapılışı şöyledir: Tilâvet secdesi niyetiyle eller kaldırılmaksızın "Allahu ekber" denilerek secdeye varılır, secdede üç kere "Sübhane Rabbîyel-a'lâ (En yüce olan Rabbimi bütün noksan sıfatlardan tenzih ederim)" denilir. Bundan sonra "Allahu ekber" denilerek secdeden kalkılır. Tilâvet secdesinin rüknü, Allah Teâlâ'yı ta'zîm için yüzü yere koymaktır. Ancak namaz hâlinde rükû ve hastalar için imâ da bu secde yerine geçer.

Bu secde için abdestli, temiz, avret yerleri örtülü ve kıbleye yönelmiş olmak şarttır.

Tilâvet secdesine ayaktan inilmesi ve bu secdeden kalkarken ayağa kalkılması ve bu şekilde ayağa kalkarken "Gufrâneke Rabbenâ ve İleykel masîr (Ey Rabbimiz! Senin bağışlamanı bekliyoruz. Son dönüş sanadır." denilmesi müstehaptır. Tilâvet secdesine varılırken ve kalkarken alınan tekbirler de müstehaptır. Asıl secde ise vacibtir.

Hanefilere göre namaz dışında okunan secde âyetinden dolayı yapılacak secdenin zamanı belirsiz olup geniş zaman içinde yapılabilir. Ancak özürsüz olarak geciktirmek mekruhtur. Ebû Yusuf'a göre bu secde namaz dışında da fevren vacibtir. Kur'an okuyanın insan olması, uyanık bulunması ve akıllı olması gerekir. Bu yüzden okuyanın cünüp, hayızlı ve nifas halinde olması, kâfir veya mümeyyiz çocuk bulunması yahut sarhoş olması bu hükmü değiştirmez: Çünkü bunların bu okuyuşları sahih bir okuyuştur. Müslüman olan bir cünüp veya sarhoş da okuyacağı veya işiteceği bir secde âyetinden dolayı secde ile yükümlü olur. Temizlik ve ayık halinde bu secdeyi yapmaları gerekir.

Ancak bir kimse secde âyetini papağan gibi öğretilmiş bir kuştan veya ses kayıt cihazının bantından yahut ses yankısı olarak dinlerse secde etmesi gerekmez. Yine secde âyeti uyuyan, baygın olan veya akıl hastası bulunan yahut mümeyyiz olmayan çocuktan işitilse, en sağlam görüşe göre tilâvet secdesi gerekmez. Bu sayılanlarda temyiz gücü bulunmadığı için bu okuyuş sıhhatli bir okuyuş sayılmaz. Ancak sağlam görülen bir görüşe göre, kendisine secde âyetinin okunduğu haber verilen uyuyan kimseye de tilâvet secdesi vacib olur.

Fakat ay halinde ve lohusa bulunan bir kadına ne okuyacağı ve ne de işiteceği bir secde âyetinden dolayı tilâvet secdesi vacib olmaz. Çünkü bunlar bu halde namaz ile yükümlü değildirler.

İlave bilgi için tıklayınız:

SECDE-İ TİLÂVET, SECDE AYETLERİ

10 Kur'an okumanın ve ezberlemenin sevabı ile ilgili ayet ve hadisler nelerdir?

Ebû Hüreyre Hazretlerinin, Kur’an okuyanların kazanacağı mânevî derecelerle ilgili olarak Peygamber Efendimiz (asm)’den rivayet ettiği şu hadîsi şerîf, mü’min gönüllerin heyecanla tutuşmasına vesile olacak güzelliktedir:

“Kıyamet gününde Kur’an-ı Kerîm gelecek ve Allah Teâlâ’ya: ‘Yâ Rabbî! Kur’an okuyan kimseyi şeref süsüyle süsle!’ diyecek; bunun üzerine Kur’an okuyan kimse şerefle süslenecek."

"Yine Kur’an-ı Kerîm:‘Allah’ım! Ona şeref elbisesi giydir!’ diyecek; hemen o zâta elbiselerin en değerlisi giydirilecek. Sonra Kur’an: ‘Rabb’im! Ona şeref tacı giydir!’ diye niyâz edecek; o kimseye şeref tacı giydirilecek. Sonunda Kur’an-ı Kerîm: ‘Yâ Rabbî! O kulundan razı ve hoşnut ol! Senin hoşnutluğundan üstün bir şey yoktur.’ diyerek Kur’an okuyan kimseyi mânevî mertebelerin en yükseğine ulaştıracak." (Tirmizî, Fezâilü’l-Kur’an 18; Dârimî, Fezâilü’l-Kur’an 1).

Yüce Kitab’ımızın, kendisini okuyanlara kazandırdığı güzelliklerin haddi hesabı yoktur. Mahşerde, güneşin tepeye dikildiği, herkesin kan ter içinde çırpındığı o dehşetli saatlerde, Kur’an’ın, kendisini okuyan ve buyruklarına göre yaşayan kimselere sağlayacağı büyük imkândan söz eden Efendimiz (asm) şöyle buyuruyor:

“Kıyamet gününde, Kur’an-ı Kerîm ile Onun buyruklarını tutup yasaklarından kaçan mü’minler ortaya getirilecekler. Kur’an’ın önünde en uzun iki sûresi, Bakara ile Âl-i İmrân bulunacak. O sırada bu iki sûre, iki bulut gibi görünecek veya aralarında bir nur bulunan iki siyah gölgeliği andıracaklar yahut bu iki sûre, kıyamet gününde sahiplerini savunmak üzere saf bağlayıp kanat germiş iki kuş sürüsü gibi gelecekler.”(Müslim, Müsâfirîn ; Tirmizî, Fezâilü’l-Kur’an 5).

Herkesin bir kurtarıcı beklediği mahşerin o dayanılmaz vakitlerinde Kur’an-ı Kerîm’in bir şefaatçi olarak ortaya çıkması ve kendisini okuyup ona göre yaşayanların elinden tutması, Allah’ım, ne güzel bir imkândır.

Kur’an öğrenmeyi geciktirmeyin!

Soru: “Önce, hayatımı düzelteyim, sonra Kur’an-ı Kerim’i öğrenirim diyorum. Bu doğru bir düşünce mi?”

Kur’an öğrenmeme yönündeki bu tarz mazeretleri nefis ve şeytan fısıldıyor. Halbuki yaşantımız ayrı, Kur’an-ı Kerim öğrenmek ayrı bir şeydir. Belki çevremiz bunu yadırgayacaktır; ama önemli olan çevremiz değil bizim Allah’la (cc) olan irtibatımızdır. Yarına çıkacak garantimiz var mı?

Kur’ân’ı okumak, mânâsı üzerinde düşünmek ve tefekkür etmek, onu ezberlemek, namazda kıraat etmek ibâdettir. Kur’ân’ı doğru yorumlamak ibâdettir. Kur’ân’ı anlamak ibâdettir. Kur’ân’ı öğrenmek ibadettir. Kur’ân’ı yaşamak ibâdettir. Kur’ân’ın doğru yorumları olan tefsirlerini mütalâa etmek ibâdettir. Kur’ân’ı hatim niyetiyle baştan sona okumak, bitirip yeniden başlamak, okudukça tefekkürü artırmak, okudukça feyiz almak, okudukça kulluğun sırrına ermek, ibâdetin inceliğine vâkıf olmak ibâdettir. Kur’ân ile A’dan Z’ye meşgul olmak ibâdettir.

Kur’ân, Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin ifâdesiyle yerin ve göğün sahibi olan Allah’ın tenezzül buyurup bizimle konuşmasıdır.(Şuâlar, s. )

"Kur’ân Arş-ı Azam’dan, İsm-i Azam’dan, her ismin en büyük mertebesinden gelmiş; bütün âlemlerin Rabb’i unvanıyla Allah’ın kelâmıdır; bütün mevcûdatın İlâhı sıfatıyla Allah’ın fermanıdır; bütün semâvât ve arzın Hâlık’ı nâmına insanlara teveccüh buyurularak söylenmiş bir hitaptır, bir mükâlemedir, bir konuşmadır, bir ezelî hutbedir, Rabb-i Rahîm’in yüksek bir iltifâtıdır." (İşârâtü’l-İ’câz, s. 15)

Bundandır ki, namaz Kur’ân’la mümkündür, niyâz Kur’ân’la mümkündür, duâ Kur’ân’la mümkündür.

Bundandır ki, namazda Kur’ân okumak farzdır. Kur’ân’sız namaz sahih değildir. Çünkü Kur’ân, Allah’ın Kelâm sıfatından gelmiş ve halîfe-i rûy-i zemîn vasfıyla ve insan olarak bizim omuzlarımıza yüklenmiş en mukaddes, en muazzez, en temiz, en pâk, en kıymetli ve en mânâlı bir emânet-i İlâhî’dir. Bu emânete sahip olmak, kimliğimizi kavramak, nereden gelip nereye gideceğimizi öğrenmek, bu dünyâdaki vazîfemizi benimsemek ve buna göre davranış geliştirmek ancak Kur’ân’ı okumak ve öğrenmekle mümkündür. Cenâb-ı Hakk’ın,

“Kur’ân’ı tane tane, açık açık oku!” (Müzzemmil, 73/4)

emri kulaklarımızda çınlamalıdır.

* Hazret-i Âişe (ra) validemiz anlatır: Resûlullah Efendimiz (asm) şöyle buyurmuştur:

“Kur’ân’ı mâhir olarak (mahrecini, tecvidini, sesini, kıraatini bilerek) okuyan, şerefli, itaatkâr elçiler olan meleklerle berâberdir. Kur’ân’ı kendisine zor geldiği halde kekeleyerek okuyan kimseye ise iki kat sevap vardır.” (Riyâzü’s-Sâlihîn, seafoodplus.info: )

* Berâ b. Âzib (ra) diyor ki: Üseyd b. Hudayr (ra) iki uzun iple atını bağlamış, evinde Kehf Sûresini okuyordu. Okuyup dururken, üzerinde bir bulut peyda oldu, bulut yaklaştıkça yaklaştı. Nihâyet at ürktü, deprenmeye başladı! Üseyd: “Yâ Rab, âfetten emîn kıl!” diye duâ etmeye başladı. Sabah olduğunda Peygamber Efendimiz’e (asm) geldi ve bu hâli anlattı. Resûl-i Ekrem Efendimiz (asm): “Oku ey adam! Durma oku! Bu tecellî sekînedir (sekînet, vakar ve rahmet yüklü ruhlar ve melekler). Kur’ân’ı dinlemek için, Kur’ân’a hürmeten inmiştir.” buyurdu.(Buhârî, 9/ )

Çocuklarımıza Allah kelâmını öğretebileceğimiz, öğrenmelerine kapı açabileceğimiz, yardımcı olabileceğimiz altın günlerin içinde bulunuyoruz. Çocuklarımız, kendi Yaratıcılarının öz kelâmıyla bire bir muhatap olsunlar; okusunlar, öğrensinler.

Câmilerimiz, Kur’ân kurslarımız, dershanelerimiz hizmete hazır. Birbirinden değerli gönüllü Kur’ân öğreticilerimiz çocuklarımızı altın kalpleriyle kucaklayacaklar. Yeter ki biz gönderelim, ihmal etmeyelim, ilgimizi eksik etmeyelim.

Yarın mahşerde, “Annem veya babam bana dînimi öğretmedi, Kur’ân’ı öğretmedi. Allah’ım, senin kelâmını öğretmedi.” şikâyeti bizi mahcup eder. Mahşerin mahcubiyeti bizi perişan eder.

Spor kursuna, resim kursuna, yüzme kursuna, müzik kursuna, tiyatro kursuna zaman ayırıp imkân bulduğumuz gibi; daha bir ihtimamla Kur’ân kursunu da ihmal etmemeliyiz. Aksi takdirde yalnız mahşerde değil; dünyada bile zarar etmiş oluruz.

Öyleyse, buyurun; Kur’ân öğrenmeyi ve öğretmeyi bir seferberlik haline getirelim.

KUR'AN-I KERİM ÂYETLERİNDE KUR'AN'IN FAZÎLETİ

1."Gündüzün güneş dönüp gecenin karanlığı bastırıncaya kadar (belli vakitlerde) namaz kıl; bir de sabah namazını. Çünkü sabah namazı şahitlidir. Gecenin bir kısmında uyanarak, sana mahsus bir nafile olmak üzere namaz kıl. (Böylece) Rabbinin, seni, övgüye değer bir makama göndereceğini umabilirsin."(İsrâ, 17/78, 79).

2. "O kitap (Kur'ân); onda asla şüphe yoktur. O, müttakîler (sakınanlar ve arınmak isteyenler) için bir yol göstericidir." (Bakara, 2/2).

3. "Ramazan ayı, insanlara yol gösterici, doğrunun ve doğruyu eğriden ayırmanın açık delilleri olarak Kur'ân'ın indirildiği aydır."(Bakara, 2/).

4. "Ey insanlar! Şüphesiz size Rabbinizden kesin bir delil geldi ve size apaçık bir nur indirdik."(Nisâ, 4/).

5. "Gerçekten size Allah'tan bir nur, apaçık bir kitap geldi. Rızasını arayanı Allah onunla kurtuluş yollarına götürür ve onları iradesiyle karanlıklardan aydınlığa çıkarır, dosdoğru bir yola iletir."(Mâide, 5/15, 16).

6. "Bu (Kur'ân), Ümmü'l-Kurâ (Mekke) ve çevresindekileri uyarman için sana indirdiğimiz ve kendinden öncekileri doğrulayıcı mübarek bir kitaptır. Ahirete inananlar buna da inanırlar ve onlar namazlarını hakkıyla kılmaya devam ederler." (En'âm, 6/92).

7. "İşte bu (Kur'ân), bizim indirdiğimiz mübarek bir kitaptır. Buna uyun ve Allah'tan korkun ki size merhamet edilsin."(En'âm, 6/).

8."Gerçekten onlara, inanan bir toplum için yol gösterici ve rahmet olarak, ilim üzere açıkladığımız bir kitap getirdik." (A'râf, 7/52).

9. "Kitab'a sımsıkı sarılıp namazı dosdoğru kılanlar var ya, işte biz böyle iyiliğe çalışanların ecrini zayi etmeyiz." (A'râf, 7/).

"Kur'an okunduğu zaman onu dinleyin ve susun ki size merhamet edilsin." (Arâf, 7/).

"Ey insanlar! Size Rabbinizden bir öğüt, gönüllerdekine bir şifa, müminler için bir hidayet ve rahmet gelmiştir. De ki: Ancak Allah'ın lûtfu ve rahmetiyle, işte bunlarla sevinsinler. Bu onların (dünya malı olarak) topladıklarından daha hayırlıdır."(Yunus, 10/57, 58).

"Elif. Lâm. Râ. (Bu Kur'an), Rablerinin izniyle insanları karanlıklardan aydınlığa, yani her şeye galip (ve) övgüye lâyık olan Allah'ın yoluna çıkarman için sana indirdiğimiz bir kitaptır." (İbrahim, 14/1).

"Biz, Kur'an okunduğu zaman, seninle ahirete inanmayanların arasına gizleyici bir örtü çekeriz. Ayrıca, onu anlamamaları için kalplerine bir kapalılık ve kulaklarına bir ağırlık veririz. Sen, Kur'an'da Rabbinin birliğini yadettiğinde onlar, canları sıkılmış bir vaziyette, gerisingeri dönüp giderler."(İsrâ, 17/45, 46).

"Biz, Kur'an'dan öyle bir şey indiriyoruz ki o, müminler için şifa ve rahmettir; zalimlerin ise yalnızca ziyanını artırır." (İsrâ, 17/82).

"Allah sözün en güzelini, birbiriyle uyumlu ve bıkılmadan tekrar tekrar okunan bir kitap olarak indirdi. Rablerinden korkanların, bu Kitab'ın etkisinden tüyleri ürperir, derken hem bedenleri hem de gönülleri Allah'ın zikrine ısınıp yumuşar. İşte bu Kitab, Allah'ın, dilediğini kendisiyle doğru yola ilettiği hidayet rehberidir. Allah kimi de saptırırsa artık ona yol gösteren olmaz."(Zümer, 39/23).

16."İşte böylece sana da emrimizle Kur'ân'ı vahyettik. Sen, kitap nedir, iman nedir bilmezdin. Fakat biz onu kullarımızdan dilediğimizi kendisiyle doğru yola eriştirdiğimiz bir nur kıldık. Şüphesiz ki sen doğru bir yolu göstermektesin." (Şûrâ, 42/52).

"Eğer biz bu Kur'an'ı bir dağa indirseydik, muhakkak ki onu, Allah korkusundan baş eğerek, parça parça olmuş görürdün. Bu misalleri insanlara düşünsünler diye veriyoruz." (Haşr, 59/21).

"Biz onu (Kur'an'ı) Kadir Gecesi'nde indirdik. Kadir Gecesi'nin ne olduğunu sen bilir misin? Kadir Gecesi bin aydan hayırlıdır." (Kadr, 97/).

"İşte o apaçık delil Allah tarafından gönderilen ve en doğru hükümleri hâvî tertemiz sahifeleri okuyan bir elçidir." (Beyyine, 98/2, 3).

"Kur'an'ı kesinlikle biz indirdik; elbette onu yine biz koruyacağız." (Hicr, 15/9)

HADİSLERDE KUR'ÂN-I KERİM'İN FAZÎLETİ

1. Müslim'de rivayet edilen bir hadiste; Ebu Umame (r.a)'den, Resulullah (asm)'ın şöyle dediği rivayet olunmuştur: "Kur'an'ı öğreniniz. Şüphesiz o, kıyamet günü ehlin için çok iyi bir şefaatçı olacaktır."

2. En-Nevvas b. Sem'an (r.a) anlatıyor: Hz. Peygamber'i şöyle derken duydum. "Kıyamet günü Kur'an-ı Kerim ve bu dünyada onunla amel edenler getirilirler. Önlerinde de kendilerini arkadaş edinenleri savunan Bakara ve Âl-i İmrân sûreleri bulunur."(Müslim).

3. Buhârî'de rivayet edilen bir hadiste; Osman İbn Affan (r.a)'dan, Resûlullah (asm)'ın şöyle buyurduğu rivayet olunmuştur: "Aranızda en hayırlınız Kur'an'ı öğrenen ve öğretendir."

4. Hz. Aişe (seafoodplus.info) anlatıyor: Hz Peygamber (asm): "Kur'an'ı okumak kendisine zor geldiği halde onu takılarak okuyana iki sevap vardır." buyurmuştur (Buhârî, Müslim).

5.Ebu Musa el-Eş'arî ( r.a) anlatıyor: Hz. Peygamber (asm) şöyle buyurdu: "Kur'an okuyan ve okuduğuyla amel eden mü'minin örneği, tadı güzel kokusu güzel turunç meyvesi gibidir. Kur'an okumayan, ancak onunla amel eden mü'minin örneği de tadı güzel ancak kokusu olmayan ham hurma gibidir. Kur'an'ı okuyan münâfığın durumu ise kokusu güzel tadı buruk reyhâne otu gibidir. Kur'an'ı okumayan münâfığın durumu ise kokusu olmyan, tadı da buruk olan acı yaban keleği gibidir."(Buhârî, Müslim ).

6. Hz. Ömer (r.a) anlatıyor: Hz. Peygamber (asm) "Allah Teâlâ bu Kur'an'la bazı kavimleri yüceltir bazılarını da batırır." buyurmaktadır (Buhârî, Müslim).

7. Müttefakun aleyh olan bir hadiste, İbn Ömer (r.a)'den Allah Rasûlü'nün şöyle dediği rivayet olunmuştur: "Haset (gıpta veya imrenme) sadece iki yerde olur. Biri Allah'ın kendisine Kur'an öğrenmeyi nasip ettiği kimsedir ki, onu gece gündüz okur, kendisini işiten komşusu: "Keşke komşuma verilen Kur'an nimeti bana da verilseydi de gereği ile amel ettiği gibi ben de etseydim!" der. Diğeri de, Allah'ın kendisine mal verdiği kimsedir ki, onu hak yolda sarfeder. Bunu gören diğer biri: "Keşke şu hayırsever kişiye verilen mal gibi bana da verilseydi de, onun yaptığı gibi ben de hayır yapabilseydim!" diye imrenir."

8. el-Berâ b. Âzib (r.a) anlatıyor: Sahabilerden biri atı yanında iple bağlı olduğu halde Kehf Sûresi'ni okumaya başlar. Derken bir bulut çıkar ve sahabinin üzerine çökmeye yönelir. Hatta atı bu buluttan ürkmeye başlar. Sahabi sabah olunca Hz. Peygamber (asm)'e gelip durumu anlatır. seafoodplus.infober (asm): "O Kur'an için inmiş huzur bulutudur." buyurur (Buhârî, Müslim).

9. İbni Abbas (r.a) anlatıyor: seafoodplus.infober (asm): "İçinde Kur'an'dan bir şey bulunmayan kişi harabe ev gibidir." buyurmuştur(Hadis hasen-sahîhtir; Tirmizî).

Tirmizî'nin hasen ve sahih diye vasıflandırdığı, Ebu Davud'un da rivayet ettiği bir hadiste Abdullah b. Amr b. el-Âs ( r.a)'ın nakline göre seafoodplus.infober (asm) şöyle buyurmuştur: "Kur'an ehline; Kur'an'ı oku ve yüksel, Kur'an'ı tıpkı dünyada okuduğun gibi tane tane tertil üzere oku, zira senin rütben, okuyacağın son âyetin yakınındadır." denilecektir.

Sahîh-i Müslim'de, Ukbe b. Âmir (r.a)'den şöyle bir hadis rivayet edilmiştir: "Biz, Suffa'da iken Resûlullah (asm) dışarı çıkıp: "Günah işlemeksizin ve akrabalık bağını koparmaksızın Buthan'a yahut Akik'a kadar gidip oradan iri hörgüçlü iki deve getirmeyi hanginiz ister?" diye sordu. "Ya Resûlallah! Biz bunu isteriz." dedik. "Öyle ise sizden herhangi biri mescide gider de celil ve aziz olan Allah'ın kitabından iki âyet öğrenir yahut okursa, bunlar onun için iki deveden daha hayırlıdır. Üç âyet onun için dört deveden daha hayırlıdır. Bu âyetlerin sayıları arttıkça, o kadar deveden daha hayırlıdır."

İbn Mes'ud (r.a) Hz. Peygamber (asm)'in şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Bir kavme, Allah'ın kitabını en iyi okuyanları imamlık eder."(Müslim).

Câbir b. Abdullah (r.a) anlatıyor: Hz. Peygamber, Uhud'da öldürülenlerden iki kişiyi biraraya getirdikten sonra: "Bunlardan hangisi Kur'an'la daha fazla haşır neşirdi?" diye sorar; birine işaret edilldiği takdirde, önce onun defin işlemini yapardı. (Buhârî-Tirmizî, Nesaî, İbn Mâce).

İmrân İbn Husayn (r.a) anlatıyor: Bana Kur'an okuyan bir kadın uğradı, okudu sonra karşılık istedi ardından da bu isteğini geri alarak şöyle dedi: seafoodplus.infober (asm) buyurdu ki: "Kim Kur'an okursa karşılığını Allah'dan istesin. Bir zaman gelecek insanlar Kur'an okuyacaklar da karşılığını insanlardan isteyecekler."(Hadis hasendir, Tirmizî)

İbn-i Mes'ud ( r.a) anlatıyor: Hz. Peygamber (asm) "Allah'ın kitabından bir harf okuyanın, okuduğu harfe karşılık sevabı vardır. Bir iyilik on katıyla değerlendirilir. Elif, Lâm, Mîm bir harftir demiyorum. Elif de harftir, lâm da harftir, mim de harftir." buyurmaktadır. (Hadis hasen-sahîhtir, Tirmizî).

İlave bilgi için tıklayınız:

- Kur'an okumanın önemi nedir, adabı nasıldır? Kur'an okumanın insana dünya ve ahirette kazandırdıkları nelerdir?

11 Kur'an okuduktan sonra, "sadakallahül azim" demek sünnet midir? "Sadakallahül aliyyül azim" ile "sadakallahül azim"in arasında fark var mıdır?

"Sadakallah", "Allah doğru söyledi" demektir. "Sadaka Resulullah" ise, "Resulullah doğru söyledi" demektir.

Âlimlerimiz, Kur'an'da geçen,

"Sen: "Sadakallah: Allah sözün doğrusunu söyledi." de." (Âl-i İmran, 3/95) ve

"Allah da elçisi de elbette doğru söylemişlerdir." (Ahzab, 33/22)

ifadelerinden hareketle, Kur'an okuduktan sonra "Sadakallahul azim", hadisleri okuduktan sonra da "Sadaka Rasülüllah" demeyi uygun görmüşlerdir. Bu nedenle Kur'an okunmasından sonra, "Sadakallahül azim" demenin adap olduğu görüşü ağırlıktadır. Sünnet olduğu konusunda ise sıhhatli bir rivayet bulamadık.

Diğer taraftan, "Sadakallahul azim" demek, "en doğrusunu Allah bilir", demek olduğundan, bu en azından bir tevazu ifadesidir. Zira okurken, anlarken ve uygularken ben yanılmış ve yanlış yapmış olabilirim. Ama bu yanlışlık Kur'an'dan değil, demektir. Bu da meleklerin Kur'an'da geçen

"Sübhâneke lâ ilme lenâ illâ mâ allemtenâ inneke entel alîmul hakîm = Seni her türlü noksandan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur. Muhakkak ki Sen, ilmi ve hikmeti her şeyi kuşatan Alîm-i Hakîmsin." (Bakara, 2/32)

anlamındaki ayete de uygun düşmektedir. 

Sadakallahul azim: Azim olan Allah ne güzel ne doğru söyledi.

Sadakallahul aliyyul azim: Aliyy ve Azim olan Allah ne güzel ne doğru söyedi.

Azim: (Çok yüce ve çok büyük olan; sınırsız ve kayıtsız büyüklük, üstünlük de yalnız O'ndadır.)

Aliyy: Yüksek, büyük ve yüce olan; kudrette, bilgide, hükümde, irâdede ve diğer bütün kemâl sıfatlarında üstün olandır. Her şey O'nun hükmü ve emri altındâdır.

Ayetlerde "Ve Hüvel Aliyyü'l Azim" ifadesi Allah'ın isimleri olarak geçmektedir. (Bakara, 2/; Şura, 42/4)

Kur'an'ı okuduktan sonra "Sadakallahul Azim" denildiği gibi "Sadakallahul Aliyyü'l Azim" de denilebilir. Manası "Aliyy ve Azim olan Allah doğru söyledi"demektir.

Kur'an'ı okuduktan sonra "Sadakallahul Azim" denildiği gibi "Sadakallahul Aliyyü'l Azim" de denilebilir. Manası "Aliyy ve Azim olan Allah doğru söyledi" demektir.

ALİYY

Yüce Allah'ın isimlerinden biridir. “Kemâl derecelerinin en yücesinde bulunan” demektir.

“Allah bir insanla ancak bir vahy yoluyla ya da perde arkasından konuşur veya bir elçi gönderir de izniyle ona dilediğini vahyeder. Gerçekten O, Aliyy’dir, Hakîm’dir.” (Şûrâ, 42/51)

Allah’ın varlığı vaciptir. Yani varlığı zâtındandır, yokluğu muhaldir. Bu ulvî mertebe sadece Aliyy olan Allah’a mahsustur. O’ndan gayrı ne varsa, hepsi mümkindirler, yani bunların olup olmamaları eşittir; hepsi mahlukturlar, fanidirler, acizdirler. Bu varlıkların varlık mertebeleri, Vacib’in âlî mertebesi yanında çok aşağı ve süflî kalır.

Allah Teâlâ bütün kâinatın üstündedir. Bu, cisimlerin yüksekliğine ve boyutlarına benzemez. Allah, kâinatın her noktasında her zerreye aynı nisbette yakındır. O'nun zatı cisimlerin yakınlık uzaklık kavramına benzemez. Allah'tan daha üstün bir varlık yoktur. Allah'ın benzeri, ortağı veya yardımcısı yoktur. Bütün kemal sıfatlarında üstün olan yüce Allah, zamandan ve mekândan beridir.

Bu kelime Kur'an'da daha ziyade "Kebîr", "el-Azîm", ve "Hakîm" isimleriyle birlikte geçmektedir.

AZÎM

Yüce Allah'ın isimlerinden biridir. Pek azametli demektir. Azamet ise, büyüklük demektir.

Hakiki büyüklük Allah'a mahsustur. Allah hiç bir şeye muhtaç değildir ve yarattığı her şeyde O'nun büyüklüğünü görmek mümkündür. Allah'ın azametini tefekkür eden insan; O'nun büyüklüğü karşısında gafletten kurtulur, imanı kuvvetlenir; acz, fakr ve kusurlarını anlar.

Kur'an-ı Kerîm'de Allah Teâlâ, kudret-i Rabbâniyenin mucizatını göstererek, insanların bunları düşünerek ibret almalarını beyan buyurur. âlemin düzenliliğini, yaratılış gayesini, verilen nimet ve güzellikleri, dünyanın geçiciliğini, süt veren hayvanlardaki icazı, gece ve gündüzün dönüşümünü düşünen insan, Allah Teâlâ'nın sonsuz ihsanlarıyla kullarını nasıl donattığı karşısında O'nun büyüklüğünü idrak eder.

Yeryüzündeki bütün denizler mürekkep olsa Allah Teâlâ'nın azametine delâlet eden kelimelerini, yazıp bitiremezler. Akıl, Allah'ın yüceliğini kavramaktan acizdir. Ancak, O'nun mucizelerini akledebilir. Kâfir ve müşrikler ise akletmezler: sağır, dilsiz ve kördürler. (bk. Bakara, 2/)

Oysa Müslümanlar; âyette bildirildiği gibi "Çok büyük Rabb'ın adını tesbih ederler." (Vâkıa, 56/74, 96; Hakka, 69/52)

Yine Bakara suresinde (Âyetü'l-kürsî) Allah'ın büyüklüğü şöyle beyan buyurulur:

"Allah, (o Allah'tır ki) kendinden başka hiçbir ilah yoktur. (O, zatî, ezelî ve ebedî hayat ile) diridir (bakîdir). Zatiyle ve kemâliyle kâimdir. (Yarattıklarının her an tedbir ve hıfzında yegane hakimdir, her şey onunla kâimdir). Onu ne bir uyuklama tutabilir ne de bir uyku. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'nundur. O'nun izni olmadıkça katında şefaat edecek kimmiş? O, yarattıklarının önlerindekini, arkalarındakini bilir. (Yaratılmışlar) O'nun ilminden yalnız kendisinin dilediğinden başka hiçbir şeyi kavrayamazlar. O'nun kürsüsü gökleri ve yeri (kucaklamıştır, o kadar) vâsidir. Bunların gözetilmesi O'na ağır gelmez. O, çok yüce, çok büyüktür." (Bakara, 2/)

12 Kur'an-ı Kerim'in son inen ayeti hangisidir?

Son inen âyet hakkında ihtilâflar vardır:

1.''Bugün sizin için dininizi ikmal ettim." ayeti son nâzil olandır, diyenler var. Bu Arefede vedâ haccında nâzil oldu. Süddî der ki: "Bundan sonra helâl ve harama dair nâzil olmamıştır."

Resulullah (asm)'ın Veda Haccında Mâide Suresi'ni okuyup şöyle dediği ri­vayet edilmektedir:

"Ey insanlar! Şüphesiz ki Mâide Suresi en son nazil olan buyruklardandır. O bakımdan o surede helâl kılınmış şeyleri helâl, haram kı­lınmış şeyleri de haram biliniz."

Ahmed, Tirmizî, Hâkim ve Beyhakî de Abdul­lah b. Ömer'in şöyle dediğini rivayet etmektedir: "Son nazil olan sureler Mâide ve Feth sureleridir." Yine Ahmed, Nesaî ve sahih olduğunu belirterek Beyhakî Hz. Aişe'nin şöyle dediğini rivayet ederler:

"Maide son nazil olan suredir. O ba­kımdan o surede helâl bulduğunuz şeyi helâl diye kabul ediniz, haram buldu­ğunuzu da haram biliniz." (Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/)

2."Allah'a döneceğiniz o günden sakının." (Bakara, 2/) son inen âyet budur. Bundan sonra Resulûllah dokuz veya yedi gün yaşadı. Ashab bundan acı haberin yaklaştığını anladı.

3. Son inen sûre "İza cae Nasrullahi Vel-feth" Nasr süresidir. İbni Abbas "En son inen ayet riba, (faiz) ayetidir. En son inen sure, "İza cae Nasrullahi Vel-feth dedi."

4. Berâ'nın sonu, Bakara'nın sonu, diye de rivayetler vardır. "El-yevme ekmeltü" ayeti Hiccetül-Veda'da arefe günü nâzil olduğuna göre son denemez. Meğer ki kemal-i dine dair son âyet denilsin. Süddî'nin dediği gibi, ondan sonra haram ve helâla dair nâzil olmasa da vaaz ve irşada dair nâzil olanlar vardır, Nasr Suresi gibi. Demek son nâzil olan derken de söz rastgele değil, mukayyettir.

İbni Abbas'tan gelen diğer bir rivayete göre «En son inen ayet, «Vettaku yevmen / (yani) Öyle bir günden sakınınız ki o günde Allah'a döndürülmüş olacaksınız»(Bakara, 2/) manasını ifade eden ayet­tir.» El-Bağavi, «Haccet ul Veda yılında «Senden fetva isterler» diye başlayan En Nisa Sûresi'nin son âyeti (yani kelale âyeti) nazil oldu. Ve bu ayete «yaz ayeti» denildi. Sonra Cenab-ı Peygamber (asm), Arefede vakfe­de iken «Bugün size dininizi ikmal ettim» ayeti nazil oldu. Cenab-ı Peygamber bu ayetten sonra (81) seksen bir gün yaşadı. Ondan sonra da «Öyle bir günden sakınınız ki, o günde Allah'a döndürüleceksiniz.» ayeti nazil oldu. (bk. Lübabut-Te'vil Amire İstanbul)  İbni Ebi Hatim Said bin Cübeyr'den rivayet etti: «Bu ayet, bü­tün Kur'an'ın en son nazil olan ayetidir. Bu ayetin nüzulünden dokuz gece sonra, pazartesi günü, Rebiulevvelin on ikinci günü, Resûlüllah vefat etti.» (Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/)

Görüldüğü gibi, son inen ayet hakkında görüşler farklıdır. Kemali dine dair, ribaya, helâl ve harama, feraiza ait, kıssa ve haberler hakkında son şudur, demişlerdir. Söz mutlak değil, mukayyettir. Böylece zahiren muhalif görünen rivayetlerin arasını telif ve tevfik mümkündür. Herkesin ilk veya son derken gözettiği bir husus ve cihet vardır.

13 İçinde ayet, hadis bulunan kitapları abdestsiz okumak günah mıdır?

Kur’ân-ı Kerim'e abdestsiz olarak dokunulamayacağı ve ele alınamayacağı bütün fıkıh kitaplarında kayıtlıdır. Mezheplerin bu husustaki delili şu meâldeki âyet-i kerimedir:

“Ona tertemiz olanlardan başkası dokunamaz.”1

Bazı tefsirlerde bu âyetin birkaç mânâya geldiği belirtilmekte ise de, üzerinde ittifak edilen mânâ şudur:

“Kur'ân’â hadesten, yâni abdestsizlikten ve guslü icap eden bir halden temizlenmiş olanlardan başkası dokunamaz.”

Peygamber Efendimiz (asm) de Yemenlilere yazdığı bir mektupta, Kur’ân-ı Kerim’e ancak abdestli olarak ve guslü gerektiren hallerden temizlendikten sonra el sürülebileceğini bildirmiştir.2

Fakat bazı zarurî durumlarda, abdestsiz olarak da Mushaf’ın ele alınabileceği hususunda ruhsatlar mevcuttur. Yanma, suya düşme gibi tehlikeli durumlarda Kur’ân’ın zâyi olmaması için abdestli olmadan da bulunduğu yerden alınıp kurtarılabilir. Yine Kur’ân, bir yerden başka bir tarafa alınıp konulması gerektiği hallerde, temiz bir bez ve kâğıt parçası ile tutulup kaldırılabilir.

Ayrıca, eğer Kur’ân kendisine bitişik bulunmayan bir mahfaza, kap, çanta içinde ise veya bir beze sarılı halde bulunuyorsa, yine abdestsiz olarak ele alınabilir. Henüz rüştüne ermemiş bir çocuk öğrenmek maksadıyla abdestsiz olarak Kur’ân’ı ele alıp okuyabilir. Hattâ Mâlikî mezhebine göre, Kur’ân öğreticisi olan bir kimse abdestli olmadığı halde, eğer kadınsa ve hayızlı bulunsa bile, sırf öğretmek maksadıyla Kur’ân’ı eline alabilir.

Kur’ân-ı Kerim abdestsiz olarak ele alınmamakla birlikte, el sürmemek şartıyla bakarak okunabilir. Yine abdesti olmayan kimsenin ezbere Kur’ân âyet ve sûrelerini okumasında bir mahzur yoktur. Fakat cünüp olan bir kimse, aybaşı halinde ve lohusa olan kadın Kur’ân’a el süremeyeceği gibi, ne ezberinden, ne de Mushaf’a dokunmadan okuyamaz. Yalnız Fâtiha, Âyetü'l-Kürsi ve Muavvizeteyn’i (Kul eûzü’ler) gibi sure ve âyetleri dua maksadıyla okuyabilir.

Kur’ân’ın dışındaki dinî kitaplara gelince; Kur’ân-ı Kerim için abdest almak farz iken fıkıh, hadis ve akaid kitaplarını alıp okumak için, onlara hürmeten abdest almak mendubdur.

Hanefî mezhebinin büyük âlimlerinden İmamı Serahsî bir gece Kur’ân okumakla meşguldü. Fakat bir karın ağrısından dolayı sık sık tuvalete çıkmak mecburiyetinde kalmıştı. Elindeki kitabı abdestsiz olarak da okumak istemiyordu. Bunun için bir gecede on yedi kere abdest alma durumunda kaldı.

Bu husus, meselenin takva cihetidir. Zaten o zatların yücelmesindeki bir sır da ilme ve kitaba olan bu hürmetlerinden dolayı değil midir?

Halebî-i Sağîr gibi bazı fıkıh kitaplarında, dinî kitapların abdestsiz olarak ele alınması mekruh sayılmaktaysa da, İmam-ı Âzam’dan rivayet edilen bir görüşe göre -ki sahih olan budur- mekruh olmadığıdır. Çünkü insan bu kitapları elle tutup okumakla doğrudan Kur’ân’a dokunmuş bulunmamaktadır. Çünkü bu kitaplardaki âyetler esas kitabın muhtevasının az bir kısmını teşkil etmektedir. Dolayısıyla, mekruh olmaz, denmektedir.3

Tefsir kitapları hususunda Hanefî mezhebinin görüşü, onları abdestsiz olarak ele alınmasının mekruhluğu şeklinde ise de, Tahtavî’de şöyle bir ibare yer almaktadır:

"Tefsirlerdeki Kur’ân âyetlerine el sürülmesi câiz değildir. Fakat diğer kısımlarına el sürülebilir.”4

Şâfiîlere göre ise,eğer tefsir kısmı Kur’ân’dan fazla ise abdestsiz olarak ele alınabilir. Şayet Kur’ân kısmı fazlai se dokunmak câiz olmaz.5

Bu açıklamalardan sonra şöyle denilebilir:

Tefsir kitapları, içindeki âyetlere el sürmeden alınıp okunabilir. Ayrıca Risâle-i Nurlar da birer Kur’ân tefsiri olduklarından onlar da abdestsiz olarak okunabilir; ancak bu hâlde iken içindeki âyetlere dokunulmaması gerekir. Fakat efdal olanı, mümkün olduğu kadar abdestli halde iken okumaktır. Kur’ân meallerinde ekseriyetle Kur’ân-ı Kerim’in tamamı bulunduğundan onları okurken abdestli olmaya gayret edilmelidir.

Saygızlık amacı olmaksızın, Kur'an-ı Kerim'i belden aşağıda tutmak caizdir.

Kur'an meali abdestsiz okunabilir. Ancak Kur'an-ı Kerim ve meali bir arada ise, Mealli Kur'an-ı Kerim de Kur'an hükmünde olduklarından, abdestsiz tutulması caiz değildir.

Kaynaklar:

1. Vâkıa Sûresi,
2. Dârimî, Talâk: 3.
3. İbrahim Halebî. Halebî-i Sağîr, s
4. et-Tahtâvî. Hâşiyetü’Tahtâvî alâ Merâki’l-Felâh. (İstanbul: Temel Neşriyat, ), s
5. Abdurrahman el-Cezerî. Kitabü’l-Fıkhı ale’l-Mezâhibi’l-Erbaa. (Kâhire: Matbaatü’l-İstikame) 1/

14 Huruf-u mukattaa (elif-lam-mim) hakkında açıklama yapar mısınız?

Kur’ân-ı Kerim'de “elifbadaki harf sayısınca, yirmi dokuz sûrede huruf-u mukattaa vardır.

Huruf-u mukattaa, sûre başlarında kesik kesik, ikisi üçü birleşik veya tek başına yazılı bulunan harflerdir. Zaten bu harfler okunurken de teker teker okunur, bir kelime gibi okunmaz.

Huruf-u mukattaa'nın Kur’ân-ı Kerim'deki yerleri de şöyledir:

Altı sûrede “elif-lâm-mîm” vardır. Bunlar; Bakara, Âl-i İmrân, Ankebût, Rûm, Lokman ve Secde sûreleridir. Â'râf Sûresi'nde de “Elif-lâm-mîm-sâd” bulunmaktadır.

Beş sûrede “elif-lâm-râ” vardır. Bunlar; Yunus, Hûd, Yusuf, İbrahim ve Hicr sûreleridir. Ra’d Sûresi'nde de “elif-lâm-mîm-râ” vardır.

Altı sûrede “hâ-mîm” vardır. Bunlar; Mü’min, Fussilet, Zuhruf, Duhân, Câsiye ve Ahkaf sûreleridir. Şûrâ Sûresi'nde de “hâ-mîm-ayn-sîn-kâf” bulunmaktadır.

Ayrıca, Şuarâ ve Kasas sûrelerinde “tâ-sîn-mîm“, Neml Sûresi'nde “tâ-sîn“, Meryem Sûresi'nde “kâf-hâ-yâ-ayn-sâd“, Tâhâ Sûresi'nde “tâ-hâ“, Yâsin Sûresi'nde “yâ-sîn“, Sâd Sûresi'nde “sâd“, Kaf Sûresi'nde “kâf“, Kalem Sûresi'nde de “nûn” harfi bulunmaktadır.

Bu Huruf-u mukattaa harflerin hikmet ve özellikleri de kısaca şöyledir:

1. Bu harfler Kur’ân’ın îcâzını ve mucizeliğini gösterir. Yani, Kur’ân’a, ilk nâzil oluşundan bu zamana kadar hiçbir insan eli karışmadığı gibi, bundan sonra da karışmayacaktır. Ayrıca Kur’ân’ın bir harfinin dahi taklidi mümkün olmamıştır ve olamayacaktır.

2. Bu harfler İlâhî bir şifredir. İnsan aklı onun mânâsını anlamaya güç yetiremez. Bu şifrenin anahtarı sadece Peygamber Efendimiz'dedir (a.s.m.). Yani bu harflerin mânâsını tam olarak ancak Peygamberimiz (asm) bilir ve anlar. Bu da Peygamberimiz (asm)'in çok üstün bir zekâ ve anlayışa sahip olduğunun bir alâmet ve işaretidir.

3. Cenab-ı Hak bu harflerle has kullarından bazılarına birtakım mânevî işaretler de vermiştir. Yani Ehl-i velayet, ehl-i tahkik seyr ü sülûk-i rûhâniyeye ait çok muamelât-ı gaybîye işâratını onlarda bulmuşlardır.” Zaten tefsirlerde bu harflere bazı mânâlar verilir ki, müfessirler, “Bunun mânâsı böyledir” dememişler, sadece te’vil gibi birtakım işaretlerde bulunmuşlardır. Meselâ, elif-lâm-mîm’e “Elif-Allah“, “lâm-Cebrail“, “mîm-Muhammed” mânâsını vermişlerdir. Yâni, “Kur’ân-ı Kerim, Allah tarafından, Cebrail (a.s.) vasıtasıyla Muhammed’e (a.s.m.) indirilmiştir.1

Huruf-u muakattaa'nın gerek okunması, gerekse yazılmasının maddî ve manevî pekçok tesir ve faydaları vardır.

Abdullah bin Mes’ud’un (r.a.) rivayet ettiği bir hadis-i şerifte Peygamber Efendimiz (a.s.m.) şöyle buyurmuşlardır:

“Kim Allah’ın kitabından bir harf okursa, onun için bir sevap vardır. Her sevap da on misli kadar artar. ‘Elif-lâm-mîm’ bir harftir, demiyorum; ‘elif’ bir harf, ‘lâm’ bir harf, ‘mîm’ de bir harftir.”2

Huruf-u mukattaa'nın mühim bir özelliğini de Bediüzzaman Hazretleri mealen şöyle ifade eder:

"Bu harfler okunur veya yazılırsa maddî ilâç gibi tesir ettiği gibi, daha birçok maksatlar için de fayda verir."3

Dipnotlar:

1. İşârâtü'l-îcâz, s.
2. Tirmizi, Sevabü'l-icâz, s.
3. Lâtif Nükteler, s.

(bk. Mehmed Paksu, Meseleler ve Çözümleri-II)

* * *

Konuyla ilgili olarak şu makaleyi de okumanızı tavsiye ederiz:

Kur'an'da 29 sûrenin başında bulunan 14 hece harfini ihtiva eden ve mükerrerlerle beraber sayıları 78'e ulaşan münferid harflerin bulunduğu sûre ve âyetlerin meşhur adı "Huruf-i mukatta'a"dır. Bu sistemde yer alan hece harflerine "el-hurûfu'l-mukatta'a"(1) veya "münferid harfler"(2) denilir.

Konu ile İlgili Bazı Âlimlerin Görüşleri

Şüphesiz birçok konuda olduğu gibi, bu konuda da âlimlerin farklı düşünceleri sözkonusu olmuş ve tarih boyunca bu çeşitlilik artarak devam etmiştir. Bu sebeple biz burada, sadece bir fikir vermesi açısından orijinal bulduğumuz bazı görüşleri misâl olarak vereceğiz:

İbn Abbas'tan yapılan bir rivayete göre, münferit harflerden Elif, Allah'a; Lam, Hz. Cebrail'e; Mim ise, Hz. Muhammed (a.s)'e işarettir. (3) İbn Cerir Taberî, değişik âlimlerin farklı görüşlerini naklettikten sonra,

"Âlimlerin münferit harflerle ilgili söyledikleri farklı görüşlerin hepsinin doğru olabileceğini; bu değişik anlamlarının yanında, bunların, ebced değerleri itibariyle de bir takım gerçeklere işaret ettikleri şüphesizdir."(4)

şeklindeki kucaklayıcı sözleri dikkate değerdir.

Ebû'l-Aliye de konu ile ilgili bir hadis-i şerife dayanarak sûre başlarındaki hece harflerinin ebced hesabı ile çeşitli hadiselere işaret ettiğini söylemiştir. O'na göre bu sistem aslında kitap ehlinin kullandığı bir sistemdir. Ancak başka insanlar gibi Araplar arasında da ebced o kadar yayılmıştır ki, artık Arap Edebiyatı içerisinde mütalaa edilebilir. "Mişkat-Sıccil-kıstas" kelimeleri gibi ebced hesabı da artık Arap Edebiyatından sayılır.(5) Adı geçen müfessire göre, 29 sûrenin başında bulunan münferit harflerden herbiri mutlaka Allah'ın bir isminin anahtarı ve nimet, musibet gibi insana yönelik imtihanların birer şifresidir. Mesela: Elif, Allah isminin anahtarı, Lam, Latîf isminin; mim ise, Mecîd isminin anahtarıdır. Ayrıca Elif Allah'ın âlâsına (nimetlerine), Lam, O'nun lütfuna, Mim ise mecdine (yüceliğine) işarettir. Yine Elif bir seneye, Lam otuz seneye, mim ise kırk seneye işarettir."(6)

Kutrup ve Ferra gibi ilim adamlarına göre bu harflerle Kur'an, Araplara meydan okumuştur: "İşte benim kullandığım ifadeler, sizin de kullandığınız aynı harflerden aynı malzemeden yapılmıştır. Eğer benim bir insan sözü olduğumu iddia ediyorsanız işte meydan!." demiş ve muarızlarını susturmuştur.(7)

Rabi b. Enes gibi bazı âlimlere göre bu harfler, ebced hesabı ile birçok hakikata işaret ediyorlar. Onlara göre, 29 harften herbirisi, Allah'ın güzel isimlerinin birer anahtarı, O'nun nimet ve imtihanlarının birer sırrı ve milletlerin tarih sahnesindeki hayat ve ölümlerini gösteren birer şifredir.(8)

Muhammed b. Ali (Hakim-i Tirmizi)'ye göre, münferit harfler, başında bulundukları sûrelerin birer özetini ihtiva ediyorlar. Ancak onların bu sırrını peygamber ve velilerden başkası tam anlayamaz. Diğer insanların seviyelerini de gözönünde bulunduran Kur'an, onların anlaması için ayrıca o özet bilgiyi ilgili sûrelerde detaylı olarak açıklamıştır. (9)

Konu ile İlgili Bediüzzaman'ın Görüşü:

Bediüzzaman, münferit harfleri "Dört Mebhas"ta ele almıştır.

Birinci Mebhas: Yirmi dokuz sûrenin başında bulunan münferit harfler bir i'cazı yansıtmaktadır. İ'caz ise, inci gibi güzel, incecik belağat nüktelerinin parıltılarından meydana gelen bir nurdur.(10) Aşağıda bu nur'un bazı ışınları gösterilecektir.

Sayısal tablo açısından bir i'caz parıltısı

Hece harflerinin adedi -(elif-i sakine) hariç kalmak şartıyla- 28 harftir. Kur'an-ı Hakim, bu harflerin yarısını zikretmiş, yarısını terketmiştir.

Kur’an’ın zikrettiği harfler, insanlar tarafından terkettiği harflerden daha fazla kullanılmaktadır. Meselâ: En fazla tekrar ettiği harfler arasında, dile en hafif gelen "elif lam" harfleridir.

Kur'an, kullandığı harfleri hece harflerinin adedince sûrelere taksim etmiştir.

Kur'an, mehmuse, mechure, şedide, rahve, müsta'liye, münhafida, müntabika, münfetiha gibi hece harflerinin herbir çeşidinden yine yarısını kullanmıştır.

Kalkala, zelleka gibi, sayısı tek olan guruptan dile ağır gelen harflerden az, hafif gelenden çok alınmıştır.

Kur'an'ın bu taksimatı ihtimalden(11) bin olarak seçilmiştir. Adı geçen taksimatın dışında hiç bir surette böyle dengeli ve yarı yarıya bloke edilmiş şekliyle bir bölüşüm söz konusu olamaz. Bu gibi i'caz parıltılarından zevk alamayan, kendi zevkini kınamalıdır.(12)

Hece Harflerinin Kur'an'daki Taksimatı

Zelleka harfleri: 6 tanedir: Bunların üçte ikisi alınmıştır. Alınanlar: "Rı-Lam-Mim-Nun", alınmayanlar ise: "Be-Fe"

Boğaz harfleri: 6 harf olup üçte ikisi kullanılmıştır. Alınanlar: "Ha-Ayın-He-Hemze", alınmayanlar: "Gayın -Hı"

Kadı Beydavî'nin de ifade ettiği gibi bu harfler çok kullanıldığından bunların üçte ikisi alınmıştır.

Kanaatimizce burdaki taksimat noktalı ile noktasız olanlar arasında da yapılmıştır. Boğaz harflerinden noktalı olan iki harf alınmayıp, noktasız olan 4 harf alınmıştır. Çünkü noktasız olanlar daha hafiftir.

Boğaz harfi olmayanlar: 22 adettir. Bunlardan da 10 adet alınıp, yine karşıt iki gruptan 14 tane harf kullanılmıştır. Alınanlar " Rı-Sin-Sad-Tı-Kaf-Kef-Lam-Mim-Nun-Ye".

Mehmuseler: 10 harf olup yarısı alınmıştır. Alınanlar: "Sin-Ha-Kef-Sad-He" alınmayanlar: "Fe-Se-Şm-Hı-Te". Bu harflerin 5 tanesi noktalı, beş tanesi noktasızdır. Kur'an bunu da yarılamış ve sadece beş noktasız olanları almıştır.

Mechureler: 18 olup yarısı alınmıştır. Alınanlar: "Hemze-Mim-Lam-Ayın-Rı-Tı-Kaf-Ye-Nun", alınmayanlar: "Be-Cim-Dal-Zel-Ze-Dad-Zı-Gayın-Vav". Görüldüğü gibi, birbirinin zıddı olan mehmus ve mechur harflerden toplam 14 tane alınmıştır ki, bu da hece harflerinin yarısıdır..

Şefehiler: İki tanedir. Alınan: "Mim", alınmayan: "Be".

Şedidler: (Sert harfler) 8 olup yarısı alınmıştır. Alınanlar: "Hemze-Tı-Kaf-Kef", alınmayanlar: " Be- Te- Cim-Dal".

Rahveler: (Yumuşaklar) 20 olup yarısı alınmıştır. Alınanlar: " Ha-Rı-Sin-Sad-Ayın-Lam-Mim-Nun-He-Ye", alınmayanlar: " Se-Hı-Zel-Ze-Şın-Dad-Zı-Ğayın-Fe-Vav" Yumuşak ve sert harflerden de 14 adet alınmıştır.

Muntabikler: (Kapalı harfler) 4 tane olup yarısı alınmıştır. Alınanlar: "Tı-Sad", alınmayanlar: "Dad -zı".

Münfetihler: (Açık harfler)   24 olup yarısı alınmıştır. Alınanlar: " Elif-Ha-Rı-Sin-Ayın-Kaf-Kef-Lam-Mim-Nun-He-Ye", alınmayanlar harfler ise: "Be-Te-Se-Cim-Hı-Dal-Zel-Ze-Şın-Ğayın-Fe-Vav". İki karşıt guruptan olan bu harflerden de toplam olarak 14 harf alınmıştır.

Müsta'liyeler: 7 harftir. Alınanlar: "Kaf-Sad-Tı", alınmayanlar: "Hı-Dad-Zı-Ğayın,"

Münhafideler: 21 harf olup kullanılanların sayısı 11'dir.

Alınanlar: "Hemze-Lam-Mim-Rı-Kef-He-Ye-Ayın-Sin-Ha-Nun", alınmayanlar: "Be-Te-Se-Cim-Dal-Zel-Ze-Şın-Fe-Vav". Karşıt bu iki gurup harflerden de toplam 14 tane kullanılmıştır.

Kalkalaler: 5 tanedir. Alınanlar: "Kaf-Tı", alınmayanlar: " Be-Cim-Dal".(13)

Bediüzzaman'a göre -daha önce de ifade edildiği gibi- 78 harften meydana gelen 14 şeklin bu tarzda taksimatı ancak ihtimalden biri olarak seçilmiştir. Bu sayı da 7'nin katıdır. =72x7.= 36x14

İkinci Mebhas: Bu mebhasta birkaç letâif vardır:

Münferit harflerde görülen garabet (alışılmışın dışında bir şekil), bu harflerin pek garip ve acip bir şeyin mukaddimesi ve keşif kolları olduklarına işarettir. Bu üslûbun dinleyiciler üzerinde büyük bir tesiri vardır.

Sûrelerin başındaki münferit harflerin takti' ile okunması ve ilgili harflerin isimlerinin hecelenmesi, onların kaynağına işarettir. Bununla Kur'an, muarızlarına adetâ "Benim kullandığım malzeme sizde de vardır. O halde neden ortaya çıkmıyorsunuz?" deyip, meydan okuyor.

Bu harflerin heceler halinde sayılması ile,"Biz Kur'an gibi, geçmiş milletlerin tarihim, kıssalarını ve kâinatla ilgili gerçekleri bilmiyoruz ki, bu konularda onunla muaraza edelim", diye mazeret beyan eden inkarcılara karşı Kur'an, "Ben sizden gerçeklere dair bir beyan istemiyorum. Yeter ki benim de kullandığım malzeme olan bu harflerden benzer bir edebi nakış dokuyun, varsın yalan ve iftiralardan ibaret olsun." diye şiddetle damarlarına dokunduruyor.

Harfleri hecelemek okumaya yeni başlayanlara mahsustur. Kur’an’ın, bu üslûbu ihtiyar etmesi, onun ümmî bir millete muallimlik yaptığını gösteriyor. Hece harflerinin "Elif- Lâm-Dal" gibi isimleriyle tabir edilmesi okur-yazar olanların bir eğitim prensibidir. Gerek okuyan ve gerek dinleyen birer ümmî olduklarına göre, Kur’an’ın asıl sahibi Hz. Muhammed (a.s) değil, Allah olduğunu gösteriyor.(14) Müellife göre bu ince belağat nüktelerini' göremeyen kimse belağat ehlinden değildir.(15)

Üçüncü Mebhas: Elif, Lam, Mim harfleri, i'cazın esaslarından biri olan icazın en ince derecesine bir misaldir. Bunda da bir kaç letâif vardır:

Elif, Lam, Mim, üç harfiyle üç hükme işarettir: Elif: "Bu Allah'ın ezelî kelâmıdır" hükmüne; Lâm: "Onu Cebrail indirdi." hükmüne; Mim: "Muhammed (asm)'e" hükmüne ve kaziyesine remzen ve imâen işarettir.(16)

Sûrelerin başlarındaki huruf-u mukatta'a İlâhî birer şifredir. Allah onlarla has ve halis kulu seafoodplus.infoed (asm)'e bazı gaybî işaretler veriyor. O şifrenin anahtarı, o has abdi (özel kulu) ile onun varislerinin elindedir.(17) Kur'an mademki her asra hitap ediyor, elbette her asırda bulunan insanların bütün (seviyelerine hisselerini verecek şekilde mânâsının vecihleri bulunur. En hâlis parça selef-i salihinin hissesine düşmüştür. Ehl-i velayet ve tahkik ruhani seyr-u suluklarında, bu şifrelerden pek çok gaybî işaretler bulmuşlardır.(18)

Bu şifreli münferit harflerin kullanılması, Hz. Muhammed (asm)'in eşsiz bir zekâya sahip olduğuna işarettir. Öyle ki, en gizli şifreleri en açık şeyler gibi telakki eder, anlar.

Şu münferit harflerin değeri, yalnız ifade ettikleri mânâlara göre değildir. Aksine bu harfler "esrar-ı huruf" ilminde beyan edildiği üzere, sayısal tablolarda olduğu gibi, harfler arasında da fıtrî münasebtlerin bulunduğuna da bir işarettir.(19)

Dördüncü mebhas: Müellif burada da Münferit harflerle takip edilen yolun yepyeni bir metot olduğunu vurgulamış ve daha önce mevcut olan edebiyat türlerinin hiçbirisinin taklit edilmediğini, böyle bir metodu takip eden Kur’an’ın, okur-yazar olmayan bir zatın elinde ortaya çıkmasının onun İlâhî menşeli olduğunu gösterdiğini belirtmiştir.(20)

İlave bilgi için tıklayınız:

- Kur'an'daki müteşabih ayetlerin hikmeti nedir? Kur'an'da bazı ayetler açık anlamlı, anlaşılır, yoruma gerek yok; fakat başka ayetlerde yorumlanmaya ihtiyaç var

Dipnotlar:

1.  Cerrahoğlu, Tefsir Usûlü,
2.  Yıldırım, Kur'an İlimlerine Giriş,
3.  bk. el-Kurtubî, 1/
4.  bk. et-Taberî, I/
5.  bk. el-Beydavî, I/
6.  bk. et-Taberî, I/; el-İtkan, II/
7.  bk. el-Kurtubî, I/
8.   bk. et-Taberî, 1/
9.  bk. el-Kurtubî, 1/
bk. İşârât,
İşârâtü'l-İ'caz tefsirine bazı şerhler koyan Sadrettin Yüksel hocaya göre bu sayı 'tür. bk. İşârât, (Tenvir nşr. yay.) ilgili yer. Ancak, Müellifi'in: "taksimler pek çok birbirine girmiş" ifadesinden anlaşıldığına göre, yapılan hesaplar, 28x28 =' ün gösterdiği hesap tablosundan daha farklı bir çizgiyi takip etmiştir.
 bk. İşârât,
 bk. el-Bakıllanî, Kadı Ebû Bekr, İ'cazu'l-Kur'an (İtkan ile birlikte), 1/; ez-Zemahşerî, 1/
 bk. İşârât, ; İşârât(Ar.),
 a.g.y.
Bu hususu daha önce İbn Abbas'tan da naklettik, bk. el-Kurtubî, 1/
  İşârâtü'l-İcazda, "onun vârisleri" tabiri yoktur, bk. a.g.e.,
  bk. Mektûbat,
 Bu dördüncü maddedeki bilgilerle ilgili düşülen dipnotta: "Kırk sene sonra Risale-i Nur, bu lema-i i'cazı körlere dahi göstermiştir." denilmektedir, bk. İşârât,
 k. İşârât,

(Yrd. Doç. Dr. Niyazi BEKİ)

15 Abdestsiz Kuran-ı Kerim meali okunur mu?

Kaza namazlarını kılarken vakti belirlemeye gerek yoktur. Bu çok zor olacağından, kolay olanı yapmak daha uygundur. Bir kaza namazı şöyle niyet edilerek kılınır:

Meselâ: "Vaktine yetişip de kılamadığım ilk öğle namazını" yahut "Vaktine erişip de kılamadığım son öğle namazını Allah rızası için kılmaya niyet ettim." Böylece kazaya kalmış olan namazlar, ya ilk kazaya kalmış olanından başlanmış olur veya en son kazaya kalmış olanından başlanmış olur ki, her iki hâlde de belli bir düzene göre geçmiş namazlar kılınarak azalmış olur.

Daha kolay olması bakımından "Üzerimde olan bir öğle veya ikindi namazını kaza ediyorum" şeklinde niyet etmek de yeterlidir.

Abdestsiz Kuran-ı Kerim meali okumakla ilgili sorunuzun cevabı için tıklayınız:

- Kur'an-ı Kerim meailini abdestsiz elimize alıp okuyabilir miyiz?

16 Bilgisayarda sesli okunan Kur'an-ı Kerimi dinlemekle hatim indirilmiş olur mu?

Kur'an-ı Kerim'in baştan sona okunmasına hatim denir. Bilgisayardaki sesli Kur'an-ı Kerim'i dinlemekle hatim indirilmiş olunur.

Kur'an-ı Kerim meali Kur'an yerine geçmediği için, meal okumakla hatim indirilmiş olunmaz.

Allah yolunda yapılan en küçük bir iş ve amel bile neticesiz kalmaz. Hele Kur’an okumak gibi kainatın en büyük bir hadisesi hiç sevapsız kalmayacaktır. Kur’an'ın yüzüne bakmak bile sevap olursa, Kur’anın anlamını veren bir kitabı okumak elbette sevabı vardır. Fakat Kur’an'ı aslından okumak ile mealinden okumak arasında fark vardır. Esas olan Kur’an okumayı aslından öğrenmek ve manasını anlamak içinde mealden okumaktır. Ancak hiçbir Kur’an meali aslının yerini tutmayacağından, namazda Kur’an yerine okunmaz.

Namazlarımızda mutlaka Kur’an-ı Kerim'i aslından okumalıyız. Allah kelamı olan Arapça olandır. Bunun yeri ve sevabı ayrıdır. Her harfine kat kat sevap verilir.

Bizi yaratan Allah, Kur’an-ı Kerim'i Arapça olarak bize göndermiş. Elbetteki manasını öğrenmek için Türkçe, İngilizce gibi mealleri okumamız gerekir. Ancak namaz ibadetinde okuduğumuzda mutlaka aslından orjinalini okumalıyız. Çünkü onun aslı Arapçadır. Allah Kur'an’ı Arapça olarak indirmiştir. Tercümesi Kur'an yerine geçemez.

Örneğin bir çekirdeğin aslını bozarak parçalara ayırsak, sonra da toprağa eksek ağaç olamayacaktır. Çünkü özellikleri kaybolmuştur. Bunun gibi Kur'an ayetleri, kelimeleri ve harfleri birer çekirdek gibidir. Başka dillere çevrilince özelliğini kaybedeceği için Kur'an olmayacaktır.

Kur'an-ı Kerim'de altı yerde “Kur'anen Arabiyyen” ifadesi geçer. Yani Cenab-ı Hak, Kur'an-ı Kerim'i Arapça olarak indirdiğini bildirir. İbrahim suresinin 4. ayetinin meali de şöyledir:

“Hak dini onlara açıklasın diye, her peygamberi biz kendi kavminin lisanıyla gönderdik. Sonra Allah, dilediğini sapıklığında bırakır, dilediğini de doğru yola iletir. Onun kuvveti her şeye galiptir ve o her şeyi hikmetle yapar.”

Bu durumda Kur'an'ın manası nasıl Allah'tan gelmişse, lafzı, ifadesi ve yazılışı bakımından da ilahidir. Kur' an dendiği zaman, hem onun Arapça olarak okunan lafzı ve kelimeleri, hem de anlaşılan manası akla gelir ve hakikatte de öyledir. Bu iki hususiyeti birbirinden ayırmak, farklı mütalaa etmek mümkün değildir. Kur'an ancak kendi lisanı üzerine okunabileceği için, sadece o lisanın kendi harfleriyle yazılır, o harflerle okunur.

Araplardan başka Farsça, Hintçe, Çince, Uzak Doğu dilleriyle konuşan Müslümanlar da biz Türkler de Müslüman oluşumuzdan bu yana Kur'an'ı Arapça olarak yazmış, o dille okumuşuz. İslam alimlerinin de ortak görüşü, Kur'an'ın başka dille yazılamayacağı yolundadır. Bunda ittifak vardır.

Zaten Kur'an'ı başka bir dille yazmak mümkün olmadığı gibi, başka bir dille doğru olarak okumak da mümkün değildir. Çünkü Kur'an harflerinin kendisine has özellikleri vardır. Bu harflerin bazılarının karşılığı ve okunuş şekli başka dilin alfabelerinde mevcut değildir. Söyleniş bakımından birbirine benzer harfler olsa da, mahreçleri (ağızdan çıkış yerleri) itibariyle de farklıdır. Mesela, Arapça için “lügat-ı dad” denir; yani Fatiha suresinin sonundaki “veleddallin” deki “dad” harfi hiçbir lisanda bulunmamaktadır. Bu harfin bulunduğu bir kelimeyi başka bir lisanın ifade etmesi mümkün değildir.

Mesela Türkçede sadece “h” harfi yerine Arapçada üç çeşit “h” harfi vardır. Noktasız “ha” noktalı hırıltılı “ha” ve ”he”. Aralarındaki farkı küçük bir misalle açıklayalım. Noktasız ha ile yazılan “mahluk”, noktalı hırıltılı ha ile yazılan “mahluk” ve he ile yazılan “mahluk”. Her üçünün de Türkçede yazılışı ve okunuşu aynıdır. Halbuki Arapçada birincisi tıraş edilmiş, ikincisi yaratılmış, üçüncüsü ise helak edilmiş anlamındadır. İşte Kur’an’ı Latince yazıdan okuyan birisi bu farkları anlayamayacağından, söz gelimi Allah’ın yaratmasından bahseden bir ayeti, farkına varmadan “tıraş etmek” veya “helak etmek” manasına okuyabilecektir.

Yine Kur'an harflerinin içinde üç adet “ze” vardır. Biri ince “ze”, biri peltek “zel”, diğeri de “zı” dır.

Türkçedeki “s” yerine üç harf bulunur. “sin, sad” ve peltek “se”. Arapçaya has bir harf vardır ki, o da “ayın” olarak okunan harftir. Bu harf başka bir dilde pek bulunmamaktadır.

Şimdi Kur'an harflerini bilmeyen bir kişi, yukarıdaki harfler Türkçe ile yazıldığı zaman nasıl okuyacaktır? Bu harfleri çıkaramadığı gibi, okuduğu kelime ve ayetler de birer Kur'an kelimesi ve ayeti olmaktan uzak olmaz mı?

İşte Latin harfleriyle yazılmış olan Kur'an'ı daha bunlar gibi pek çok mahzurlardan dolayı doğru olarak okumak mümkün değildir. Kur' an okumasını öğrenmek isteyen kimse ancak onu aslından okumak suretiyle öğrenebilir. Böylece sıhhatli bir neticeye varmış olur.

17 Kehf suresi'ni cuma günü okumanın fazileti hakkında bilgi verir misiniz?

Kehf Suresi'ni, cuma gecesi ve gündüzü okumanın çok faziletli olduğuyla ilgili hadisler vardır. Mesela:

"Cuma gecesi Kehf suresini okuyan, kıyamette, yerden göğe kadar bir nurla aydınlanır. İki cuma arasında işlediği (küçük) günahlar da affolur."(Değişik rivayetler için bk. et-Terğıbü ve't-Terhib, Kitabu'l-Cuma,  1/)

Ancak teşvik için yapılan bu rivayetleri değerlendirirken bazı noktalara dikkat etmek gerekir.

Kehf Suresi hakkında rivâyet edilen diğer hadislerden ikisinin anlamı şöyledir:

"Sahâbeden Üseyd b. Hudayr, Kehf sûresini okumuştu. Evinde de bir atı vardı. Bu sırada at ürkmeğe, deprenmeğe başladı. Bunun üzerine (Üseyd) 'Yâ Râb! Sen âfetten emin kıl.' diye dua etti. Hemen onu duman gibi bir şey yahut bir bulut kapladı. Sonra (Üseyd) bu olayı Hz. Peygambere (asm) anlattı. Rasûlüllah (asm), 'Oku ey kişi. Çünkü o bulut gibi görünen şey Sekine'dir. Kur'ân dinlemek için yahut Kur'ân'ı yüceltmek için inmiştir.' buyurdu." (Buhârî, Menâkıb, 25; Buhârî, Fedâilu'l-Kur'ân, 11; Tirmizi, Fedâilu'l-Kur'an, 6).

Hz. Peygamber (asm) şöyle buyurmuştur:

"Kim, Kehf sûresinin evvelinden (bir rivayette sonundan) on ayet ezberlerse, Deccâl'den korunmuş olur."(Müslim, Müsâfirûn, ; Ebû Dâvud, Menâhim, 14; Tirmizi, Fiten, 59; İbn Mâce, Fiten, 33).

İlave bilgiler için tıklayınız:

Okunan dualara verilen sevaplarla ilgili rivayetler vardır

KEHF SURESİ.

- Kur'an-ı Kerim'de geçen surelerin faziletleri hakkında bilgi verir misiniz?

Geceleri hangi surelerin okunması daha faziletlidir?

18 Kur'an-ı Kerim'in önemi nedir; tarifi / tanımı nasıldır?

Kur'an-ı Kerîm, Allah'ın insanlara indirdiği son Mukaddes Kitaptır. Kur'an, son Peygamber Hz. Muhammede (asm) Cebrâil (as) tarafından vahiy yoluyla indirilmiş ve ondan tevatür yoluyla nakledilerek günümüze kadar gelmiştir.

Kur'an-ı Kerîm ferde ve cem'iyete, bütün insan sınıflarına, bütün memleketlerde ve bütün devirlerde insan hayatının bütününe, maddî - mânevî bir hidayet rehberidir. Hükûmet başkanından, kumandandan sade vatandaşa ve sokaktaki adama kadar herkes, orada kendisiyle alâkalı olanı bulur. Dünyevî ve uhrevî huzur ve saadeti için gerekli bilgi ve dersleri ondan alır.

Kur'an'ın sâhip olduğu meziyet ve özellikler, âyetlerde ve hadîslerde şu şekilde beyan buyurulmuştur:

* "İşte bu Kur'an muazzam bir kitabdır. Onu biz indirdik. Çok mübarektir. (Fayda ve bereketi çoktur). Artık buna uyun, emirlerine bağlanın ve Allah'tan korkun. Tâ ki merhamet olunasınız."(En'âm, 6/).

* "Şu indirilmiş Kur'an, mübarek ve feyizli bir kitabdır ki elleri önündekini (Tevrat ve İncil'i) tasdik edicidir. Tâ ki onunla Mekke halkını ve bütün çevresindeki insanları korkutsun. Ahirete îman edenler, namazlarına gereği üzere devam ettikleri gibi, Kur'an'a da inanırlar."(En'âm, 6/92).

* "Onlar, hâlâ Kur'an'ın Allah kelâmı olduğunu ve mânasını düşünmeyecekler mi? Eğer o, Allah'tan başkası tarafından olsaydı, muhakkak ki içinde birbirini tutmayan birçok söz ve ifadeler bulurlardı."(Nisâ, 4/82).

* "O Kur'an, insanları Hakk'a ulaştırır; helâl ile haramda ve din hükümlerinde hakkı bâtıldan ayırır"(Bakara, 2/).

* "Kur'ân-ı Kerîm doğru yol gösterici, mü'minlere derecelerle kurtuluşu müjdeleyicidir." (Bakara, 2/97).

* "Bu Kur'an, akıl sâhiplerinin, âyetlerini iyice düşünüp anlamaları ve ders almaları için, sana indirdiğimiz saadet kaynağı bir kitabtır."(Sâd, 38/29).

* Hâris bin A'ver'den rivayet edilmiştir: Bir gün Hz. Ali şöyle dedi:

"Bakınız, ben Resûlüllah'dan (asm):

"Yakında fitneler kopacaktır." buyurduğunu işittim. Bunun üzerine,

"Ey Allah'ın elçisi, bu fitnelerden kurtuluşun çaresi nedir?" diye sordum.

"Allah'ın kitabı, Kur'an'dır." buyurdular. (Daha sonra Hz. Peygamber, Kur'an'ın özelliklerini şöyle açıkladı:)

"Onda, sizden öncekilerin tarihi, sonrakilerinin haberi ve aranızdaki meselelerin hükmü vardır. O, hak ile bâtılı birbirinden ayıran kesin bir hükümdür. Her kim hidâyeti ondan başkasında ararsa, Allah onu şaşırtır. O, Allah'ın kopmayan sağlam ipi, kuvvetli fikir kitabı ve doğru yoldur. O, akılların sapıtıp şaşırmamasına ve dillerin karışmamasına yegâne sebebdir."

"Kur'an, ilim adamlarının doymadığı, asla tekrarlanmaktan eskimeyen ve hayret veren üstünlükleri bitip tükenmeyen bir kitaptır. Yine O, öyle eşsiz bir eserdir ki, cinler dahi onu dinlediği zaman, 'Biz, doğruluk ve olgunluk yolunu gösteren hârikulâde bir Kur'an dinledik.' (Cin, 72/1) demekten kendilerini alamamışlardır. Ona dayanarak konuşan doğru söylemiş, O'nu tatbik eden sevab kazanmış, O'nunla hükmeden adâlet etmiş ve insanları O'na dâvet eden dosdoğru yola yöneltmiş olur." (Tirmizi, Sevabu"l-Kur"an 14, )

"Kur'an apaçık bir nur, hakim bir zikir ve en doğru yoldur." (Darimi, Fedailü’l-Kuran, 1; Beyhaki, Şuab, 3/, hno: )

"Kur'an-ı Kerim, Allah Teala'nın gökten yeryüzüne uzatılmış bir ipidir." (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5/; Tirmizî, Menakıb, 31)

"Kur'an'ın diğer sözlere karşı üstünlüğü: Allah’ın yarattıklarına karşı üstünlüğü gibidir.”(Darimi, Fedail-ül Kuran, 17; Tirmizi, Fedail-ül Kuran, 25)

“Kim Allah’ın Kitabından bir ayet dinlerse, ona kat kat hasene-sevap verilir. Kim de bir ayet okursa, o, kıyamet gününde o kimse için nur olur."(Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/)

"Evlerinizi namaz kılarak ve Kur'an okuyarak nurlandırınız." (Beyhaki, Şuab, 3/, seafoodplus.info: ; Suyuti, Camiu's-Sağir, 2/)

Kur'an, sadece mânası değil, aynı zamanda lâfızları itibariyle de Peygamberimiz (asm)'in kalbine vahyedilmiştir. Kur'an'avahy-i metlûv denilmesi bundandır. Binaenaleyh Kur'an sadece mâna değil, lâfız ile mânanın bütünüdür. Kur'an, Peygamber Efendimize (asm) toptan gelmemiştir, åyet âyet, sûre sûre nâzil olmuştur.

Kur'an Mu'cizesi

Kur'an, insanlığın hakikî saadetini te'min edecek her türlü îtikad, amel ve ahlâk esaslarını ihtiva eder. Hem lâfzı, hem de mânası itibariyle, en büyük ve ebedi bir mu'cizedir. Peygamberimiz (asm) bu hususta şöyle buyurmuştur:

"Hiçbir peygamber yoktur ki, onlara kendi zamanlarındaki insanların inandıkları kadar mu'cize verilmiş olmasın. Mu'cize olarak bana verilen ise, ancak Allah'ın bana vahyettiği (Kur'an)dır. Bunun için kıyâmet gününde ben, peygamberlerin en çok ümmeti bulunanı olacağımı ümid ederim."(Buhari, Fezailü'l-Kur'an, 1)

Gerçekten de diğer peygamberlerin mu'cizeleri devirleri geçtikçe bitmiştir. Kur'an mucizesi ise, kıyâmete kadar bâkîdir. Kur'an-ı Kerîm'in muhtelif âyetlerinde Kur'an'ın mu'cize olduğu hususu, ısrarla belirtilir:

"De ki, bu Kur'an'ın benzerini meydana getirmek için insanlar ve cinler bir araya gelseler ve hattâ birbirlerine yardım da etseler, onun gibisini meydana getiremezler"(İsrâ, 17/88).

Nitekim, Kur'an'ın lâfzındaki üslûb ve belâgata, şimdiye kadar hiç kimse nazîre getiremediği gibi, bundan sonra da getiremiyecektir Kur'an, lâfzı gibi, mânası bakımından da mu'cizedir. Peygamber Efendimiz (asm) okuma-yazma bilmezdi. Kimseden bir şey öğrenmemişti. Bu yüzden ümmî sayılıyordu. Böyle olduğu halde, onun ortaya koyduğu kitab, en yüksek hakikatları ihtiva etmekte; ilmin ve tecrübenin yüzyıllarca uğraşarak ortaya koyduğu birçok ilmî gerçekleri on dört asır evvel haber vermektedir. Bu da Kur'an'ın doğrudan doğruya Allah kelâmı olduğunu göstermektedir. Meselâ, Güneş'in kendi etrafında dönerek, ayrıca kendine bağlı birçok gezegeniyle birlikte sâbit bir noktaya doğru yol aldığı; ehramların açılıp Firavun'un mumyalarının ortaya çıkarılması gibi ilmî ve arkeolojik keşifler, son asrın keşifleridir.

Halbuki Kur'an bu ve bunun gibi birçok gerçeği, asırlar öncesinden haber vermiştir. İlim ve fen ne kadar ilerlerse ilerlesin, Kur'an'a aykırı düşemez. Bilakis müsbet ve içtimaî ilimlerin ilerlemesi Kur'an'ın tefsîrini ve açıklanmasını kolaylaştırır. Bediüzzaman'ın ifade buyurduğu gibi,

"Zaman ihtiyarladıkça Kur'an gençleşmekte; ihtiva ettiği hakikatlar daha parlak şekilde ortaya çıkmaktadır."

Kur'an-ı Kerîm'in diğer bir mu'cizelik ciheti de, sonradan olacak birçok şeyleri önceden haber vermesidir. Verdiği haberler, sonradan aynen çıkmıştır.

Kur'an'ın birçok tarif ve tanımından bazıları:

- Rabbimizi bize târif eden Kur’ân-ı Hakîm; şu kitab-ı kebîr-i kâinatın bir tercüme-i ezeliyesi

Bu kâinat, kudret kalemiyle yazılmış büyük bir kitaba benzetiliyor. Bir risalede âlemdeki varlıklar için ayât-ı tekviniye tabiri kullanılır. Tekvinî ayet, kün emriyle yaratılan ve Allah’ın varlığını, birliğini, esmâ ve sıfatını bildiren ve onlara delil olan demektir. Kur’ân-ı Kerimdeki ayetler Allah’ın kelam sıfatından gelmişlerdir,  kâinattaki ayetler ise kudret sıfatından..

Bu kâinat kitabı bütün ayetleriyle Allah’ı tanıttığı halde insanlar onu okuyamamışlar ve  doğru değerlendirememişlerdir. Yani, o kitabın dilini anlamamışlardır. İşte,  Kur’ân-ı Hakîm; kâinat  kitabını tercüme etmiş, insanlara anlatmış ve o kitabın kâtibi olan Rabbimizi bize tarif etmiştir.  O’nu sıfatlarıyla, isimleriyle, fiilleriyle bizlere bildirmiştir.

- Şu sahaif-i Arz ve Semâda müstetir künuz-u Esmâ-i İlâhiyenin keşşafı

Müstetir; “perdelenmiş, örtülmüş, görülmez ve bilinmez hale gelmiş” demektir.  Kur’ân-ı Hakîmin  kâinat kitabını  tercüme etmesi sayesinde, “arz ve semâda müstetir” olan esmâ tecellileri müminlerce okunmaya başlanmıştır. Bu ifadede Allah’ın isimleri birer hazineye teşbih edilmiştir. Meselâ, Hâlık ismi bir hazinedir; bütün mahlukat o hazinenin cevherleri gibidir. Muhyi ismi ayrı bir hazinedir;  bütün hayatlar da o hazineden gelmiştir.

- Şu sutûr-u hâdisatın altında muzmer hakaikın miftâhı

Şu kainat kitabında, her mahluk gibi her hadise de bir kelime yahut bir satır hükmündedir. Onların da doğru okunması gerekir. İşte, hadiselerin altında gizli olan hakikatler ancak Kur’ânın irşadı ve talimiyle doğru okunabilir.

Gece ve gündüz, sıhhat ve hastalık, sevinç ve keder, ihtiyarlık ve ölüm bu kitapta yazılmış birer hakikattirler.  Bunlar içerisinde insan için en önemli hadise ölümdür. Ölümü, “hiçlik, yokluk, kabre girip çürüme ve kaybolma” olarak düşünenler, ölümün hakikatine erememiş, o en önemli hadiseyi yanlış değerlendirmişler demektir. Kur’ânın irşadıyla ölüm hadisesinin hakikati anlaşılır. Doğum ana rahminden dünyaya gelmek olduğu gibi ölüm de dünyadan berzah alemine göçmektir. Onu ba’s denilen son bir doğum daha takip edecek, onunla da kabir âleminden mahşer meydanına çıkılacaktır.

Nur Külliyatında ölümün hakikatiyle ilgili çok geniş açıklamalar yapılmıştır. Bir kaçını hatırlayalım:

Ölüm, “tebdil-i mekândır, vazifeden paydostur, ıtlak-ı ruhtur.” Kabir ise “bu dünyadan daha güzel bir âlemin kapısıdır.”

- Şu âlem-i şehadet perdesi arkasındaki âlem-i gayb cihetinden gelen iltifatat-ı Rahmâniye ve hitâbât-ı Ezeliye’nin hazinesi

Bu ifadede geçen, âlem-i gaybı, bu görünen âlemin sevk ve idare edildiği arş-ı azam, her şeyin misallerinin alındığı âlem-i misal, her şeyin yazılıp hıfz edildiği levh-i mahfuz gibi göremediğimiz gaybî âlemler olarak anlayabiliriz.

İltifat ve hitap kelimeleri birbirini tamamlamakta ve aynı hedefe işaret etmektedirler. Cenab-ı Hakk’ın kullarına hitap etmesi en büyük bir iltifattır. Onlara emir ve yasaklarını bildirmesi, rızasına erme ve cennetine varma yollarını göstermesi insanlar için en büyük bir lütuf ve en ileri bir ihsandır.

- Şu âlem-i mâneviye-i İslâmiye’nin güneşi, temeli, hendesesi

Başta iman olmak üzere, bütün güzelliklerin, faziletlerin, meziyetlerin, güzel ahlâkın kaynağı Kur’ân güneşidir. Dinimizin temeli Kur’ân hakisatleridir. Kur’ânın ilk müfessiri olan hadis-i şeriflerle o temel üzerine ebediyete kadar devam edecek bir hidayet ve istikamet binası kurulmuştur.

Hendese kelimesini, büyüyen İslâm binasında ortaya çıkan yeni meseleleri çözmek, yeni ihtiyaçlara cevap vermek üzere Kur’ân ve hadis-i şeriflerin ışığında yapılan içtihatlar, verilen fetvalar olarak değerlendirebiliriz.

- Avâlim-i uhreviyenin haritası

Kur’ân-ı Kerim'de, mahşere çıkışla başlayıp, “vakfe, mizan, sırat, cennet yahut cehennem” şeklinde devam eden âhiret hayatının yol haritası çizildiği gibi, cennette mazhar olunacak çeşitli saadetler ve cehennemde tadılacak muhtelif azaplar da birer fotoğraf gibi insanın önüne konulmuştur.

- Zât ve sıfât ve şuun-u İlâhiye’nin kavl-i şârihi, tefsir-i vâzıhı, bürhan-ı nâtıkı, tercüman-ı sâtıı

Allah’ın zâtı, sıfatları ve şuunatı hakkında tek sağlam bilgi kaynağı Kur’ândır. Bu gaybî ve sonsuz hakikatler hakkında  insan aklı ve hayali hiçbir şey yapacak durumda değildir. Allah,  kendisini Kur’ânla anlatmış olduğundan, insanların yersiz tahminlerine ve geçersiz fikirlerine ihtiyaç kalmamıştır.

Biz Kur’ân ayetlerinden ve onları tefsir eden yetkili âlimlerimizden, “Allah’ın zâtının vacip, ezelî, ebedî, mekândan ve zamandan münezzeh olduğunu; sıfatlarının sonsuz olup ne kadar varlık yaratırsa yaratsın, bu sıfatlarda hiçbir değişme ve eksilme düşünülemeyeceğini, zâtı ve sıfatları gibi, merhamet ve gazabının, şefkat ve gayretinin ve sair bütün şuunatının da mahlukatın halleriyle ve kabiliyetleriyle mukayese edilemeyeceğini” ve daha böyle nice hakikatleri öğrenmiş bulunuyoruz.

Kâinattaki varlıklar da Allah’ın varlığını ve sıfatlarını hal dilleriyle ilan etmiş olmakla birlikte, bu  manevî sözlere çoğu zaman kulak verilmediğini, yahut yanlış anlaşıldığını görüyoruz. Onun için bir bürhan-ı natık, yani “konuşan delil” lazımdır. [Bürhan-ı natık ifadesi Allah Resulü (asm.) için kullanıldığında “Kur’ânı insanlara tebliğ eden, anlatan” manasına gelir.] 

- Tercüman-ı satıı (yüksek tercümanı) ifadesi, kâinat kitabının sözlerini anlamayan insanlık âlemine Kur’ânın bu konuda tercümanlık yaptığını ifade eder ve burhan-ı natık terkibine yakın mana taşır.

- Şu âlem-i insaniyetin mürebbisi, hikmet-i hakîkisi, mürşid ve hâdîsi

Kur’ân, insanların ruhlarını  terbiye etmek, kalplerini imanla, akıllarını ilim ve irfanla kemale erdirmek, onlara hakiki hikmet dersini vermek, beşeriyeti  hatalı yollardan çevirmek ve hidayet yolunu göstermek üzere inzal olmuştur. Hakiki hikmet, yani gerek insanların gerek diğer varlıkların yaratılış gayeleri ve görevleri konusunda en doğru bilgi Kur’ân ayetlerinden alınabilir. Çünkü bu ayetler o varlıkları yaratanın kelâmıdır.

Bilindiği gibi “hikmet” kelimesi felsefe için de kullanılmaktadır. Burada konulan “hakiki” kaydı, felsefenin gerçek hikmet olmadığına da bir işarettir.

Hikmetin birçok tarifi vardır. Bunlardan birisi de “ilimle beraber amel”dir. Yani, bir fikir, insanları güzel amele götürüyorsa hikmetlidir. Yoksa sadece sözde kalan, uygulamaya konulamayan düşünceler şahsî olmaktan öteye geçmez ve insanlar için bir irşat ve hidayet vesilesi olamazlar.

Hem bir kitab-ı hikmet ve şeriat, hem bir kitab-ı dua ve ubûdiyyet, hem bir kitab-ı emir ve davet, hem bir kitab-ı zikir ve mârifet gibi; bütün hâcât-ı mâneviyesine karşı birer kitab ve bütün muhtelif ehl-i mesâlik ve meşârib olan evliya ve sıddıkînin, asfiya ve muhakkikînin her birinin meşreblerine lâyık birer risale ibraz eden bir “kütübhane-i mukaddese”dir

Kur’ân-ı Kerim, bütün varlık âleminin yaratılış gayelerini ve görevlerini öğretmesi cihetiyle bir kitab-ı hikmet olduğu gibi, hem şahsî hayatımıza hem de  toplum  hayatımıza dair emir ve yasakları bildirmesi yönüyle bir kitab-ı şeriattır.

Şeriatın birer esası olan “dua, ubudiyet, emir ve davetleri” de bütün yönleriyle içine alır.

Kur’ân-ı Kerim, okunduğunda her harfine en az on sevap verilen bir zikir olduğu gibi, Allah’ı isim ve sıfatlarıyla tanıtması yönüyle de bir marifet kitabıdır.

Kur’ân-ı Kerim'de bütün hak meslek ve meşreplerin esasları mevcuttur.  Aynı kâinattan her meyve ağacı  kendi istidadına göre farklı bir meyve süzdüğü  gibi, her tefsir âlimi  Kur’ândan farklı manalar sezer, her meşrep sahibi farklı feyiz kapıları bulur ve farklı esmânın tecellilerine mazhar olmakla ayrı bir irşat mesleği  ortaya koyar. Bu yönüyle Kur’ân bir tek kitap olduğu halde bir kütüphane hükmüne geçer. (bk. Bediüzzaman, Sözler, Yirmi Beşinci Söz)

19 Kuran dinlemenin hükmü nedir?

Kur'an-ı Kerim'i bir insan sesli olarak okuyor ve biz de bu sesi duyuyorsak, onu dinlemek ve susmak farzdır. Bu esnada başka bir işle meşgul olmak caiz değildir. Ancak televizyon, bilgisayar ve radyo gibi şeylerden okunan Kur'an'ı dinlemek ise farz değildir. Çünkü doğrudan insan sesinden değildir. İnsanın sesinin alınıp kaydedildiği bir aletten yansımadır. Fakat dinlersek sevap alırız. (bk. Elmalılı Hamdi Yazır, Araf Suresi ayetin tefsiri)

Buna göre doğrudan insan sesinden dinlemenin daha sevap olacağı anlaşılır.

Kur’an okunurken onu dinlemek farz-ı kifâyedir. Bu nedenle cemaatten bir kısmı dinlerse yeterli olur. Eğer Kur’an’ı okuyan kimsenin yanında yalnız bir kişi bulunuyorsa, onu dinlemek zorundadır, aksi takdirde günahkâr olur. Ancak, o kişi Kur’an okunmaya başlamadan önce namaza başlamışsa, bu takdirde namazına devam etmesi gerekir ve Kur’an’ı dinlememekten ötürü bir vebali olmaz.

Bununla beraber sevabın derecesi okuyanın veya dinleyenin niyetine, ihlasına, günahlardan sakınmasına, ibadetlere dikkat etmesine ve Kur'an'ın emirlerine uymasına göre değişir. Bu açıdan şu daha sevaptır demek yerine, bunlara dikkat edilmesinin daha faydalı olacağını düşünüyoruz. Ayrıca Kur'an okuyan bir kimseden doğrudan dinlemek her zaman mümkün olmayabilir. Bu açıdan fırsat bulunca bilgisayar, MP3 gibi aletlerden istifade etmek ve zamanı değerlendirmek gerekir.

Kur'ân-ı Kerîm'i okumak ya da dinlemek isteyen kimsenin abdest alıp kıbleye doğru oturması sünnettir. Ancak yürürken veya yatarken onu okumakta da bir sakınca yoktur. İshak bin İbrahim diyor ki: Ebû Abdullah ile birlikte camiye giderken Kehf süresini okuduğunu işittim. Aişe (ra) de şöyle diyor:

"Ben sedirimin üzerine uzanmış iken Kur'ân-ı Kerîm'i okurdum." (Muğni, I/)

Yatarken Kur'an okumanın bir sakıncası olmadığına göre Kur'an'ı MP3, bilgisayar ve televizyondan dinlemenin hiç bir sakıncası olmaz.

İlave bilgi için tıklayınız:

- Hanefi, Şafi ve diğer mezheplere göre Kur'an-ı Kerim’i dinlemek farz mı, vacip mi, sünnet mi?

20 Kur'an-ı Kerim okurken, duraklama (secavend) harflerine gelindiğinde nasıl davranmalıdır?

Kur'an okurken her ayeti bir nefeste okumak şart değildir. Nefesimizin yetmediği yerde durur ve kaldığımız yerden devam ederiz.

Ayrıca Kur'an'da duraklama işaretlerine dikkat edildiği zaman, daha doğru ve güzel okumuş oluruz.

Kur'an metninde bazı kelimeler üzerinde yer alan harfler, bu kelimeler üzerinde durulabileceğini veya durulamayacağını ifade eder. Bunları ele alan disipline vakıf ve ibtida ilmi denir.

Bu ilim Kur'an kıraatinde manayı bozmayacak şekilde bir okuma gerçekleştirilmesi ve okuyucuyu hatadan korumak için kurallar koymaktadır.

Arapça bilgisi olmayıp Kur'an okuyan Müslümanların anlamsal bir hataya düşmemeleri için geliştirilen bu ilim, Kur'an okunduğunda hem nefes düzenlemesi yapmakta hem de doğru okumayı sağlamaktadır.

Örneğin:

"Sad" ص : vakf-ı murahhas'dır. Yani ayet uzun olduğu için nefes yetmeme ihtimali söz konusudur. Bu durumda durulmasına izin verilen kelime anlamına gelmektedir. Yani kişi o kelime üzerinde durabilir. Ama eğer nefesi yetiyorsa vasletmesi yani geçmesi daha doğrudur.

"Lamelif"  لا : kesinlikle durulmaması gereğini ifade eder. Eğer lamelif harfinin olduğu yerde durulursa mutlaka geriden alınması gerekir. Zira anlam bozulur.

Kur’an-ı Kerim’i okurken rastladığınız "secavend" denilen remz (işaret) harfleri ve ne manada kullanıldıklarını faydalanacağınız ümidiyle kısaca açıklayalım:

“Cim” ج : Durmanın caiz olduğuna işaret eder ki, böyle yerlerde durmak da geçmek de câizdir. Fakat durmak, daha evlâ(iyi)dır.

“Tı”  ط : Durmanın mutlak olduğuna işaret eder ki -lâzım ve câiz gibi- bir kayıt ile sınırlandırılmamış demektir. Böyle yerlerde, üzeride durulan kelimenin sonrasından okumağa başlanırsa, mana güzel olur.

“Mim” م : Durmanın lâzım olduğuna işâret eder ki geçilirse mana bozulur demektir.

“Ze” ز : Mücevvez alâmetidir ki geçmek evlâ (iyidir) demektir.

“Sad” ص : Murahhas alâmetidir ki nefes daralırsa durulabilir demektir.

“Gâf” ق : “Gad gile” alâmetidir ki, bazı kurrâ (kıraat alimleri) durmakla beraber, geçmek evlâ demişler.

“Gıf” قف (Gaf ile Fe’nin bitişik yazılışı): Dur manasınadır ki durmak evlâdır demektir.

“Kef” ك : Kezâlik’ten ibarettir ki kendisinden evvel geçen rumuzun hükmüne işârettir (Yani kendiden önceki secavendde ne yapıldı ise bunda da aynısı tekrar edilir).

“Lamelif” لا : Durmamağa işarettir. Fakat nefes daralırsa durulur. Sonra o kelime veya gerisinden tekrar edilerek geçilir. Ayet sonlarındaki “Lamelif” işareti ise, mananın tamam olmadığına işaret olup durmağa mani değildir. Aynı zamanda, ayet başına da işaret ettiğinden, böyle yerlerde durulması sünnettir, (üzerinde durulan kelimenin) tekrar edilmesine gerek yoktur.

“Ayn” ع : Bazı ayet sonlarında olup rukü’a işaret eder ki hatm ile teravih namazı kılanlar, buralara gelince rukü’a varırlar.

"Sad-Lam-Ya" صلي :  Geçmek daha iyidir.

Bazı yerlerde de (.:_______:.) gibi peşpeşe üç noktalı işaretler vardır ki bunlara vakf-ı muâneka ve vakf-ı murâkabe denir. Bunların her ikisinde değil de yalnız birisinde durmak lâzımdır. Çünkü her ikisinde de durulursa mana tamam olmaz.

Ayet ortalarında bu işaretlerin olmadığı yerlerde zaten durulmaz. Eğer nefesimiz daralır da durmak icab ederse, üzerinde durulan kelimeden veya evvelinden başlayarak okumağa devam edilir.

Kur’an-ı Kerim’de durmanın vacip (farz) veya haram olduğu bir yer yoktur. Bununla beraber durulması caiz olmayan yerlerde kasten duran bir kimse, -mana bozulacağından- âsî ve günahkâr olur ki, bunu da hiçbir müminin yapacağı tasavvur olunamaz.

Türkiye'deki Kur'an baskıları ile Arap dünyasındaki baskılar farklıdır. Bizdeki mushaflarda Secavendi yöntemi uygulanırken onlarda daha çok İbnü'l-Enbari'nin belirlemeleri tercih edilir. Ancak aralarında ciddi bir fark bulunmamaktadır. Tercih farkıdır sadece.

Diğer yandan onlardaki Kur'an baskılarında tecvid kaidelerinin bazıları metin üzerinde gösterilmektedir.

Bu bir tercihtir. Arapların ana dilleri olduğu için bizden daha iyi bilmeleri tartışılmaz. Ama onların da bu tür hatalara düşmeyecekleri anlamına da gelmez. Zira Türkçe'de bazı noktalama işaretleri olmadığında bizler de anlamsal birtakım hatalara düşebiliriz. Çünkü Türkçe ve edebiyat derslerinde bir virgülün yerinin değişmesinin veya olmamasının ne kadar mana değişikliğine sebebiyet verdiğini biliyoruz.

Dolayısıyla bu vakıf işaretleri de bir anlamda noktalama işaretleri gibi düşünülebilir…

İlave bilgi için tıklayınız:

- SECÂVEND
- Tecvid kurallarında çift secavendler ne demek?

21 Kur'an'ın ilk yazılmış nüshaları neden ortadan kaldırıldı?

Hz. Ali, Hz. Abdullah b. Mesud, Hz. Aişe, Hz. Abdullah b. Abbas gibi bazı sahabilerin elindeki Mushaflar, hususilik arz ediyordu. Daha Kur'an'ın vahyi tamamlanmadan, bu zatlar peyderpey gelen ayetleri kendilerine yazmaya başlamışlardı. Bu Mushaflar, onların kendilerine özel mushaflar olduğu için, ayetin manasını açıklayan bazı haşiye türü eklemeleri yazmakta bir sakınca görmemişlerdi. Halbuki daha sonra bu farklı ifadeler veya açıklamalar başkaları tarafından ayetin kendisi olarak değerlendirilebiliyordu.

Misal olarak, Abdullah b. Mesud'un mushafında meal olarak:

"(Hac mevsiminde) "Rabbinizden rızk istemenizde bir günah yoktur." (Bakara, 2/) şeklinde yazılmıştı. Oysa parantez içindeki bilgi, onun Hz. Peygamber (a.s.m)'den öğrendiği ayetin bir açıklamasıdır.

İşte yedi lehçe, farklı telaffuz ve benzeri sebeplerden dolayı, Hz. Osman (ra) devrinde, -daha önce- Hz. Ebu Bekir (ra) döneminde bir araya getirilen ve daha sonra Hz. Hafsa (ra)'nın yanında bulunan Kur'an sahifeleri esas alınarak dört veya yedi adet Mushaf nüshaları düzenlenmiştir.

Ümmet içinde bu konuda birliği sağlamak maksadıyla, bazı kimselere özel Mushafları -sahabelerin onayıyla- yaktırmıştı. (bk. Suyutî, İtkan, I/; Subhi Salih, el-Mebahis, s. ).

Ünlü tefsir ve hadis âlimi İbn Kesir (ö. ), söz konusu nüshalardan bir tanesini Şam'da Dimaşk camiinde gördüğünü söylemiştir. İbn el-Cezerî, İbn Fadlullah el-Umerî de bu Mushafı orada gördüklerini söylemişlerdir. (bk. el-Mebahis, s. ).

* * *

Konuyla ilgili detaylı bilgi için şu makaleyi de okumanızı tavsiye ederiz:

Kur'an'ın aslı yakıldı mı?

Vahiy nedir? Kur’an Nasıl Toplanmıştır?

VAHİY: Kelime anlamı, imâ, fısıldama, işaret, bir şeyi hızla yapmaktır. Dini anlamda ise vahiy; Yüce Allah'ın, insanlara ulaştırmak istediği mesajı (emir, yasak, tavsiye, bilgi,..), değişik yollarla Peygamberine iletmesine denir. Vahiy kelimesi Kur'ân-ı Kerim'de; ilham etmek, içgüdü, emretmek, işaret etmek, fısıldamak anlamlarında da geçmektedir

Peygamberimiz (a.s.), peygamberliğinin ilk altı ayında sâlih rüyalar görür ve gördükleri aynen çıkardı. "Mü'minin rüyası, peygamberliğin kırkaltı parçasından biridir.” buyurmuştur. (Peygamberlik süresi yirmi üç yıldır, altı ayda bu sürenin kırk altı da birini oluşturur.) Cebrâil (a.s.), vahyi Peygamberimize görünmeden getirdiği gibi, asıl şekliyle ya da bir insan şeklinde görünerek getirdiği de olurdu. Miraçta olduğu gibi aracısız olarak doğrudan Yüce Allah tarafından verildiği de olmuştur

Vahiy gelmeye başladığında Peygamberimiz (asm) oldukça zor ve dayanılması güç anlar geçirir,

“Doğrusu biz sana ağır bir söz vahyedeceğiz." (Müzzemmil, 73/5)

ayetinde olduğu bildirildiği gibi kendisini sıkıntı basardı. Soğuk günlerde bile çok fazla terlerdi, deve üzerinde vahiy geldiğinde, deve buna dayanamaz hemen yere çökerdi. Mekke'de vahyin gelmeye başladığı ilk yıllarda vahiy inerken, Hz. Peygamber (asm) sesli olarak inen âyetleri tekrarlardı, fakat daha sonra bunu terk etmiştir. Vahyin gelişi anında bilincini kaybetmez, vahiyden hemen sonra, inen âyet ya da sureyi görevlendirdiği vahiy katiplerine yazdırırdı. (Vahiy kâtiplerinin sayısı zaman zaman değişmekle birlikte, yaklaşık kırk kişidir), daha sonra arkadaşlarına okurdu, onlar yazar dileyenlerde hem ezberlerdi. Bir âyet indiğinde, onun hangi surede, hangi âyetten sonra olması gerektiğini belirtir, vahiy katipleri de onu oraya ilave ederlerdi. Vefatından dokuz gün öncesine kadar vahiy indiği için, hayattayken ciltli tek bir kitap haline getirilmemiştir. Hz. Ebu Bekir, halife olduktan sonra bazı bölgelerde dinden dönme (ridde) olayları meydana gelmiş, Yemame savaşında (M), 70 hafız şehit olmuştur. Bunun üzerine, Hz. Ömer (ra)'in teşvik ve ısrarıyla, Hz. Ebu Bekir (ra), kendisi hafız ve aynı zamanda vahiy kâtibi olan Zeyd bin Sabit başkanlığında bir heyet oluşturmuş, Kur'ânı toplayıp bir kitap haline getirme görevini bu heyete vermiştir. Hz. Ömer, Hz. Ali, Hz. Osman, İbni Kâab Zeyd’e büyük ölçüde yardımcı olmuştur. Oldukça titiz çalışmalar sonucunda yaklaşık bir yıl sonra Kur'ân-ı Kerim, ciltli bir kitap haline getirilmiştir, ama sure sıralarına riayet edilmemiştir.

Ermeniyye bölgesindeki bir savaşta bir araya gelen değişik kabilelerdeki Müslümanların Kur’an’ın kelimelerini değişik şekillerde okudukları haberi üzerine, Hz. Osman (ra)’ın emriyle dördü asıl, on iki kişilik bir heyet oluşturulmuş. Hz. Ebu Bekir (ra) zamanında yazılan Kur'ân-ı Kerim'e bakılarak çoğaltılmış olan Mushaf, aynı zamanda sure sıraları da Hz. Peygamber (asm)'in emir buyurduğu gibi düzenlenmiştir. Bu tasnifte ihtilaf edilen kelimelerde Kureyş lehçesine göre yazılmıştır. Bundan sonra Kur’an önemli şehir merkezlerine gönderilmiştir. (H / M)

O dönemde Arap harflerinde nokta ve hareke yoktu, Hz. Muaviye devri Irak valisi Ziyad bin Ebih, Arapçayı bilmeyen Müslümanların, Kur'ân-ı Kerim'i yanlış okumasını önlemek için devrin âlimlerinden Ebu'l Esved Dueli'yi görevlendirmiş. O da kelimelerin sonuna harekeyi belirlemek için nokta koymuştu. Daha sonra Haccac, kâtiplerinden Nasr bin Asım ve Yahya bin Ya’mer’e harflere nokta koymalarını emreder. Harflere ve noktalara bugünkü şeklini veren, Halil bin Ahmet (M) olmuştur.

Zeyd İbni Said şöyle der: “Kur'ân'ı araştırmağa, hurma dallarından, yassı taşlardan ve insanların hafızalarından derlemeğe başladım. Tevbe Suresi'nin sonu olan: ‘Andolsun size kendi içinizden öyle bir elçi geldi ki sıkıntıya uğramanız ona ağır gelir; size düşkün, mü'minlere şefkatli, merhametlidir. Eğer (inanmaktan) yüz çevirirlerse de ki: 'Allah bana yeter. O'ndan başka tanrı yoktur. O'na dayandım. O, büyük Arşın sahibidir.' âyetini yalnız Ebû Huzeyme el-Ensârî'nin yanında buldum." (Buhârî, Fedâilu'l Kuran, 3, 4 ncü bâblar; Ibn Hanbel, Musned, 1/13; Ebu Dâvûd, Kitâbu'l-Mesâhif, s. 67)

Zeyd İbni Said ve komisyonda bulunan diğer üyeler güçlü hafız olmalarına rağmen titiz çalışmasından dolayı başka iki şahidin bulunmasını da istemişlerdir. İbni Hacer Askalani “Belki de iki şahitten maksat: Hem ezberlemek hem de yazılı olarak getirmekti.” der. Ebu Şâme: Zeyd “Onu Huzeyme’den başkasında bulamadım.” demiştir. Yani onu Ebu Huzeyme’den başkasında yazılı olarak bulamadım, demektir.’ der. Doğrusu da budur.

Zeyd'in derlediği bu Mushaf, Ebubekir (ra)'in yanında kalmış, onun vefatıyla Ömer (ra)'e intikal etmiş, onun vefatından sonra da kızı Hafsa'nın eline geçmiştir.

Hz. Osman (ra), okuma farklarını ortadan kaldırıp Müslümanları bir tek kıraatte birleştirmek amacıyla başka bütün mushafların ve Kur'ân parçalarının yakılmasını emretmiştir. (Beyhekî, es-Sunen, Kitabu's-Salât, 2/42)

Hz. Osman'ın, yazdırdığı resmî Mushaf dışındaki mushafların yakılmasını emretmesi, kıraat ihtilâflarını ortadan kaldırmak, Müslümanları tek kıraatte birleştirmek, birliği sağlamak içindi. Nitekim Hz. Ali (ra)’nin:

"Ey insanlar, Osman hakkında aşırı sözler söylemekten, ona 'Mushaflar yakıcısı!' demekten sakının. Vallahi o, Mushafları, biz Muhammed'in ashabı önünde yaktı. Osman zamanında yönetici ben olsaydım, onun Mushaflar hakkında yaptığını ben de yapardım." dediği rivayet edilir.(Kurtubî, 1/54; el-Fethu'r-Rabbânî, 18/34)

Hz. Osman'ın, özel mushafları yaktırdığı rivayet edilmektedir, ama onun bu emrine uymayıp kendi özel Mushaflarını saklayanların bulunduğu da tarihen sabittir. Çünkü Hz. Alî, Abdullah ibn Mes'ud, Übeyy ibn Ka'b'ın özel Mushaflarından söz edilmektedir.(Kurtubî, 1/53) (Bu Mushaflara dokunulmamış olmasının nedeni, düzgün ve imla kurallarına uygun olarak yazılmış olmalarıdır.)

Ebûbekir ibn Dâvûd, özel sahâbî mushaflarındaki farkları Kitâbu'l-Mesâhif’inde toplamıştır. Buhârî'nin rivayetine göre Hz. Âişe (ra), Mushafını görmek üzere gelen bir Iraklıya, özel mushafını göstermiştir.(Buhârî, Fedâilu'l-Kur'ân, 5)

Tüm Mushaflar yakıldıysa Hz. Aişe kendi tasnifi olan mushafı nasıl gösterebilmiştir?

Hz. Hafsa'ya iade edilmiş olan ana Mushaf da ölünceye dek onun yanında kalmış, Medine valisi olan Mervân ibn el-Hakem, yakmak üzere o nüshayı istemişse de Hz. Hafsa vermemiş, fakat bu mü'minler anasının vefatı üzerine Mervân o Mushafı alıp yakmıştır. (el-Fethu'r-Rabbânî, 18/34)

Kur’an-ı Kerim'de bazı ayetler neshedilmiş, yani önce Peygambere inmiş daha sonra ise hükmü kaldırılmıştır. Kur’an bu üslubuyla tedriciliği yani kolaydan, zora doğru eğitimi insanlara öğretmektedir. Aynen Hz. Aişe’nin dediği gibi

“İnsanlar Müslümanlığı kabul ettikten sonra helal ve harama dair ayetler indi. İlk evvel ‘içki içmeyiniz’ tarzında ayet inseydi ‘içkiyi terk etmeyiz’ diyecek, yahut ilk evvel ‘zina etmeyiniz’ tarzında ayet inseydi, herkes ‘zinayı terk etmeyiz’ diyecekti.” (Buhari, Telifü’l-Kur’an Babı)

Günümüz modern eğitiminde de yerini almış olan bu metot, daha o zamanlarda topluma yön veriyordu. Hükmü kalkan o emirlerin büyük bir bölümü yine Yüce Allah’ın emriyle Kur’an’da yer almadı.

  Resmî Mushaf Dışındaki Mushaflar Neden Yakıldı?

1. Özel mushafların yakılmasının temel nedeni, Kur'ân üzerinde bir düşünce ayrılığının doğmasını önlemek idi. Henüz gelişmemiş, noktasız ve harekesiz olan o zamanki Arap yazısı ile tutulan notların, aynen Peygamber'den duyulduğu biçimde okunması da çok zor idi. İşte bundan ötürüdür ki okuma farkları baş göstermişti.

2. Kur'an'ı yazan Müslümanlar, anlamını bilmedikleri kelimelerin yanına Peygamber (asm)'den duydukları anlamları da yazıyorlardı. Bu ileride büyük karışıklıklara neden olacaktı.

3. Kişilerin, kendi kendilerine tuttukları notları, evlerinde veya herhangi bir yerde okurken yanılabilmeleri mümkün idi. İşte bu yanılmalardan ötürü bazı kelimelerin okunuşunda farklar doğmuştu. Kimi bir kelimeyi hitap kipiyle okurken, kimi de onu üçüncü şahıs kipiyle okumuştu.

Bu farkları ancak uzmanlardan oluşan bir komisyon ortadan kaldırabilirdi. İşte bu iş, ilk olarak Ebubekir zamanında yapıldı. Titiz bir çalışma ile Kur'ân'ın sûreleri derlendi, bir araya getirildi. Fakat sûre denilen bu bölümler, esaslı bir sıraya konmamış, derlenen parçalar, rast gele bir araya getirilip bir cild (Mushaf) halinde bağlanmıştı. Bu Mushaf, özel nüshalardan farklı idi. Çünkü özel nüshaların kiminde sûreler iniş sırasına göre dizilmiş, kiminde böyle bir metot izlenmemişti.

Böylece Peygamber (asm)'e vahyedilmiş olan bütün Kur'ân âyetlerini ve sûrelerini içeren Mushaf yazılmış oldu. Bu Mushaf çoğaltıldı, biri Başkent Medine'de bırakıldı, ötekiler, eyalet merkezlerine gönderildi.

4. Resmî Kur'ân'dan az da olsa farklı birtakım özel Kur'ân nüshaları durdukça Kur'ân üzerindeki ihtilâflar sürüp gider ve hattâ büyürdü. İşte böyle bir ihtilâfı önlemek için özel Mushaflar yakıldı.

5. İkinci derlemede meydana gelen Kur'ân nüshasının, diğerinden farkı birinci derlenen Mushaf’ın sûreleri bir sıraya konmamıştı. İşte Osman (ra) zamanında kurulmuş olan komisyon, daha titiz ve daha rahat bir çalışma ile Kur'ân'ın tüm âyetlerini ve surelerini derleyip Hz. Peygamber (asm)’in işaret ettiği gibi yerli yerince konmuştur.

6. Hz. Osman (ra) zamanında yapılmış olan derleme, Peygamber (asm)'in yazdırdığı Kur'ân'dan farklı olsaydı, Osman'dan sonra halîfe olan Hz. Alî, kendi özel Mushafını resmîleştirir, Osman Mushafını yürürlükten kaldırırdı. Oysa öyle yapmamış, kendi Mushafını muhafaza etmekle beraber resmîleştirmemiş, Osman Mushafını resmî Muhsaf kabul etmiştir. Bu durum da mevcut Mushafın, asıl Kur'ân'a uygunluğunu gösterir.

Hz. Âlî (ra) Mushafını görmüş olanlar, onun-sûrelerinin iniş sırasına göre düzenlenmiş olmakla beraber-içerikte Osman Mushafının aynı olduğunu söylemektedirler. Sadece sayısı pek az bazı kelime farkları vardır. Bunlar da anlam değişikliği yapmayan sinonim kelimelerdir.

7. Resmî Mushaf'tan ayrı olarak meydana getirilmiş olan özel nüshalar yakılmış olmakla beraber, bunlardan bazıları saklanarak sonraki kuşaklara intikal etmiştir. Bunları görenler, bunlarla resmî Mushaf arasındaki farkları tesbit etmişlerdir. İbn Ebî Davud'un Kitâbu'l-Mesâhifi, bu farkları belirtmiştir. Bunlar gözden geçirilince resmî Mushaf ile bu özel nüshalar arasında da temelde bir fark olmadığı, sadece ufak tefek bazı kelime farkları bulunduğu, çok az olan bu farkların da bir anlam değişikliği yapmadığı görülür. Bu durum da resmî Mushafın, Peygamber’in okuduğu Kur'ân olduğunu kesin bir biçimde ortaya koyar.

Hz. Peygamber Devrinde Kaç Hafız Vardı?

- Hz. Peygamber (asm)'in vefatından bir yıl sonra yapılan Yemame savaşında 70 hafız sahabe şehid düşüyor. Ayrıca Bi’ri Maune olayında 70 hafızın şehid düştüğü göz önüne alınırsa, hafız sahabi sayısının çok olduğu anlaşılmaktadır.

- Mesela, bir sahabe arasındaki sureleri ezbere biliyor, bir başkası , bir diğeri de arası sureleri biliyordu. Bunların ortak bildikler sureler hesaba alındığında, sadece Medine’de bile aynı sureleri bilen Müslüman sayısının ne kadar çok olduğu ortaya çıkar. Veda haccında yüz bin Müslümanın Hz. Peygamberi (asm) dinlediği göz önüne alınırsa, nasıl bir rakamın ortaya çıkacağı gün gibi aşikârdır.

8. Çevre ülke, şehir ve kasabalara dağılan Hz. Peygamberin arkadaşları gittikleri yerde öğrencilerine Kur’anı ve Peygamberin sünnetini öğretmişlerdir. Eğer onların bildikleri, tertip edilen Kur’an’dan farklı olsaydı mutlaka farklılıklar olurdu? Ama Dünyanın neresine gidilirse gidilsin farklılık yoktur.

9. Kur’an’ın aslı yakıldı, diyerek gerçek Kur’an’ın ortada olmadığı iftirasını atanlar, o devir Müslümanlarının ezberledikleri surelerin hafızalarının nasıl silindiğini açıklamak durumundadırlar. Demek ki Hz. Peygamberden dinledikleri Kur’an’la aynıydı ki itiraz etmediler.

 O devirde yaşayan Müslümanlar, günümüzde İslam’a, Hz. Peygambere en küçük bir hakarette ayaklanan Müslümanlardan daha mı duyarsızdılar ki Kur’an’ın aslı yakılırken(!) hiçbir itiraz ve tepki göstermeyip sineye çektiler?

 İbni Hacer Askalani’ye göre, Osman diğer nüshaları yakmamış, okunmasını düzeltmiş, düzelmesi mümkün olmayanları toplamış, yanlış okumaya, hatalı okuyuşa meydan vermemek için bozmuş suyla silmiştir. Noktasız “haraga” kelimesi yakmak anlamına gelir, “haraga” noktalı olarak yazılırsa yırtmak anlamına gelir. Düzeltilmesi mümkün olmayan sayfaları yırttı attı demektir.

Kâfirlerin akıl hocalarından olan oryantalistlerden Schwally, Hz. Osman’a isnad olunan bu yakma işini çok şüpheli bulur.

Prof. M. Hamidullah şöyle der:

"Kur'an'ın bütün metnini ezberleme alışkanlığı Hz. Peygamber (s.a.) zamanından başlar. Halifeler ve İslâm devlet reisleri daima bu alışkanlığı teşvik etmişlerdir Başlangıçtan beri Müslümanlar bir eseri müellifinin veya icazetli bir talebesinin huzurunda okumayı ve karşılaştırmayı, zamanında gerekli düzeltmeler yapılmış ve tesbit edilmiş metnin rivayeti için yazılı iznini (icazetnamesin) almayı âdet edinmişlerdi. Kur'an'ı ezberden okuyanlar yahut sadece yazılı metni yüzünden okuyanlar da aynı şeyi yaptılar ve bu itiyat günümüze kadar böylece devam etti. Bu işin dikkat çeken yönü şuydu: "

"Her üstad kendisi tarafından verilen icazetnamede talebesinin yalnız okuyuşunun doğruluğunu değil, aynı zamanda kendisinin üstadından işittiği okuyuşa uygun olduğunu açık bir şekilde söyler ve kendi üstadının da üstadından bunu böyle okuduğunu ve talebesine öyle öğrettiğini zikrederek zincir Hz. Peygambere (s.a.) kadar devam ederek götürülür."

"Bu satırların yazarı Kur'an'ı Medine'de şeyh Hasan eş-Şair'den okudu ve aldığı icazetnamede diğer bilgiler arasında üstadların ve üstadların üstadlarının zinciri nihaî kısımlardaki üstadın aynı zamanda Hz. Osman, Hz. Ali, Hz. İbn Mesud, Hz. Übey İbn Kâab ve Hz. Zeyd bin Sabit'den (ki hepsi ashabdandırlar. Allah cümlesinden razı olsun) okuduğunu kayıt eder. Hafızların sayısı dünyada şimdi yüz binlerle sayılmaktadır ve metnin kopyaları (yani Kur'an-ı Kerîm'in aslî nüshaları) dünyanın her tarafında bulunur ve birinin metniyle diğerinin metni arasında katiyen fark bulunmaz. Bu kayda değer bir noktadır ki, hafızların hafızalarındaki Kur'an ile eldeki Kur'an metni arasında hiçbir ayrılık yoktur." (İslam Giriş, Prof. M. Hamidullah, s)

- İmamı Nevevi, Müslim şerhi Şerhi Mühezzeb’te: "Bütün Müslümanlar Felak, Nas ve Fatiha’nın Kur’an’dan olduğunda ittifak ve icma etmişlerdir. Onların Kur’an’dan olduğunu inkar eden kafir olur." der

- Dr. Muhammed İbni Lütfî es-Sabbâğ, "Lemehât fî Ulûmi'l-Kur'ân" adlı kitabında; "Osmanî Mushaflar şimdi nerede?" başlıklı kısımda şöyle diyor:

Hicri yılında ölen İbni Cübeyr, Seyahatnâme'sinde, Dımışk Câmi'inden söz ederken şunu zikretmiştir.

“Mısırdaki yeni maksurenin doğu rüknünde (köşesinde) büyük bir dolap (hazâne) vardır ki içinde Osman'ın mushaflarından bir mushaf bulunmaktadır. O Osman'ın Şam'a gönderdiği mushaftır. Dolap her gün namazın ardı sıra açılır. İnsanlar ona dokunup öpmekle teberruk ederler. Onu uğurlu sayarlar.” (el-Burhan, 1/el-İtkan, 1/60)

- İbni Faldan el- Ömeri Ö.Hicri ) de Dımışk’ta bir mushaf görmüştür. Onun Osmani mushaflardan biri olduğunu anlatıp, Onun sol tarafında, müminlerin emiri Osman ibni Affan’ın hattıyla “Osmani Mushaf” diye yazılı olduğunu söylemiştir. (Mesalikü'l-Ebsar fi memaliki’l-Emsar, )

- İbni Batuta, Şam’daki nüshadan ayrı Basra’da Osmani mushafından bir tane daha gördüğünden bahseder. (Rıhletü İbni Batuta, 1/)

- Dr. Abdurrahman eş-Şehbender demiştir ki: Dımışk-ı Şam'da bu Osmânî mushaflardan bir nüsha elde ettim. Maalesef onu, otuz yıl önce Emevî Camiini yakıp kül eden yangında ateş telef etmiş." O, bu sözü, M. yılının Nisan ayında yazmıştır. (Müzekkirât-ı Abdurrahman eş-Şehbender, s. 34)

- Üstad el-Kevserî'nin zikrettiğine göre; Şeyh Abdulhakîm el-Efgânî (ö.H. M), ölümünden önce bu Osmânî Mushaf'ın resmine (yazı ve imlâsına) uygun bir mushaf kopya etmiştir.

- Kevserî, bu Osmânî Mushaf'ın, Birinci Dünya Savaşı sırasında İstanbul'a nakledildiği zannındadır. Efgânî'nin kopya ettiği mushafın ise Dımışk'taki adamlarından birinde mahfuz olduğu zikredilmiştir.(Makâlâtu'l-Kevserî, s. 12)

Yine Kevserî, Küfe Mushafının, Humus'ta bulunduğunu ve onun, Birinci Dünya Savaşı sırasında başkent İstanbul'a götürüldüğünü zikretmiş, ancak Humus'ta hangi mescidde bulunduğunu zikretmemiştir.

Nitekim Kevserî, Medine'de bulunan Medine mushafının da, Birinci Dünya Savaşı sırasında İstanbul'a götürüldüğünü zikretmiştir. (Makâlâtu'l-Kevserî, s. 12)

İstanbul’da “Türk ve İslam Eserleri Müzesinde” şu tarihi mushaflar bulunmaktadır:

- numarada: Hz. Osman imzasını ve hicri 30 yılını içeren Mushaf-ı Şerif.

nest...

batman iftar saati 2021 viranşehir kaç kilometre seferberlik ne demek namaz nasıl kılınır ve hangi dualar okunur özel jimer anlamlı bayram mesajı maxoak 50.000 mah powerbank cin tırnağı nedir