mevlananın arkadaşı / ŞEMS-MEVLÂNÂ DOSTLUĞU (BENLİĞİN KAYBOLDUĞU DOSTLUK) - Bayram Ali ÇETİNKAYA — Semazen

Mevlananın Arkadaşı

mevlananın arkadaşı

ŞEMS-MEVLÂNÂ DOSTLUĞU (BENLİĞİN KAYBOLDUĞU DOSTLUK) &#; Bayram Ali ÇETİNKAYA

“BENLİK DUVARINDAN KERPİÇ KOPARMAK”[1]

ŞEMS-MEVLÂNÂ DOSTLUĞU

   (BENLİĞİN KAYBOLDUĞU DOSTLUK)

Doç. Dr. Bayram Ali ÇETİNKAYA*

 “Mevlânâ ve Şems’in buluşması, Doğu’yla Batı’nın buluşmasıydı. Doğulu olan gelip Batı’da durmuştu. Doğu’da olan doğulu da geldi. Doğu ve Batı birleşti.”[2]

Özet

Bu makalede Şems-i Tebrizi ile Mevlânâ arasındaki diyalog ve karşılıklı etkileşimle ele alınmıştır.

Mevlânâ’nın eserlerini alıp okuyanların sayısı, Amerika ve Avrupa’da milyonlarla ifade edilen rakamlara ulaşmaktadır. Ayrıca, Uzak Doğu’da, özellikle Japonya’da ciddi sayıda Mevlânâ seveni ve okuyanı hatta türbesini ziyarete geleni olduğunu da unutmamak gerekir.

Sahip olduğu özelliklerle başkalarından ayrışan ve “Gönüller Sultanı” olan Rumî’yi bu makama ulaştıran, kendi ifadesiyle ‘yakan ve pişiren” kimdi? O da, Mevlânâ gibi “Doğu’dan gelmiş bir başka Mevlânâ”ydı, yani Tebrizli Şems (ö. /).

Anahtar Kelimeler: Şems, Mevlânâ, Tasavvuf

GİRİŞ

Mevlânâ Celâleddin-i Rumî (ö/) için Hz. Muhammed’den (s.) sonra hem Batı’da ve hem de Doğu’da en çok bilinen, tanınan ve sevilen Müslümandır. Yine de Fârâbî (ö/), İbn Sinâ (ö/), Gazâlî (ö. /), İbn Rüşd (ö/), İbn Arabî (ö/) ve İbn Haldun (ö/) gibi İslâm filozofları da Batı coğrafyasında iyi biliniyor, diye gerekçeler de ileri sürülebilir. Bu gerekçelerde bir nebze haklılık payı bulunsa da, Mevlânâ’nın durumu, bu isimlerini zikrettiğimiz ve zikretmediğimiz filozoflardan farklılık göstermektedir. Çünkü isimlerini andığımız İslâm bilginleri Batı entelijansınca iyi bilinmektedir. Ancak Mevlânâ, entelektüel ve eğitim seviyesi yüksek kişilerce bilindiği[3] gibi, sıradan insanlar tarafından da tanınmaktadır. Mevlânâ’nın eserlerini alıp okuyanların sayısı, Amerika ve Avrupa’da milyonlarla ifade edilen rakamlara ulaşmaktadır. Ayrıca, Uzak Doğu’da, özellikle Japonya’da ciddi sayıda Mevlânâ seveni ve okuyanı hatta türbesini ziyarete geleni olduğunu da unutmamak gerekir.

Sahip olduğu özelliklerle başkalarından ayrışan ve “Gönüller Sultanı” olan Rumî’yi bu makama ulaştıran, kendi ifadesiyle ‘yakan ve pişiren” kimdi? O da, Mevlânâ gibi “Doğu’dan gelmiş bir başka Mevlânâ”ydı, yani Tebrizli Şems (ö. /).

  1. “UÇAN” ŞEMS’İN GİZEMLİ VE MİSTİK SERÜVENİ

Denilir ki, İslâm tarih ve coğrafyasında üç “Şems” vardır: Birisi Fatih Sultan Mehmet’in hocası Akşemseddin (ö/); diğeri aslen Zileli olmasına rağmen geldiği yerde çok sevildiğinden dolayı kendisi o yerin ismiyle anılan Şems-i Sivasî (Kara Şems) (ö/);  diğeri de belki en önemlisi ancak bir o kadar da en az tanınanı olan Şems-i Tebrizî’dir. Onu en önemli yapan, elbette Mevlânâ’yı evrensel bir şahsiyete dönüştürmesi ve olgunlaştırmasıdır. O olmasaydı, bekli de bazılarının dediği gibi, Celâleddin-i Rumî, aynı zamanda Kübreviye şeyhi de olan babası Sultanu’l-Ulema Bahâeddin Veled (ö/) gibi bir müderris olup, yerel kalacaktı. İşte Şems, Mevlânâ’yı yerellikten evrenselliğe taşımış isimdir. Bu kendiliğinden mi gerçekleşmiştir? Hayır. Bu çalışma Şems’in kimlik ve kişiliğinden hareketle, hem müridi hem de mürşidi olan Mevlânâ’yla olan dostluk ve muhabbeti üzerinde yoğunlaşacaktır.

Öncelikle gizemli ve sıra dışı şahsiyet olan Şems’in kendisi hakkındaki en önemli bilgileri almamıza fırsat veren eseri Makâlât ve arkasından hayat serüvenini kısaca tanıyıp incelemeye çalışacağız.[4]

Şems’in Tek Eseri: Makâlât

Mâkâlât, Şems’in bilinen tek eseridir. Yalnız bu kitap bizzat Şems tarafından kaleme alınmış değildir.[5] Eser, yalnız Şems’in ve Mevlânâ’nın hayatı ve fikriyatı hakkında değil, dönemi ile ilgili ve canlı bilgiler veren önemli bir eserdir. Kesin olmamakla beraber her halde başta Mevlânâ’nın oğlu Sultan Veled (ö/) olmak üzere bir grup mürid tarafından derlenmiş olabilir.[6]

Makâlât’la Mesnevi arasında güçlü bağlantılar bulunmaktadır. Mevlânâ Makâlât’ın bir çok hikayelerini, meselelerini, bahislerini Mesnevi’sinde toplamıştır.[7]

Makâlât’ın dışında Şems’e atfedilen içerisinde beyit bulunan ve Hindistan’da basılmış olan Mergubü’l-Kulûp (Gönüllerin sevgilisi) adlı bir eser vardır ki, bunun Şems’le bir ilişkisi söz konusu değildir.[8]

Soyu ve Meşrebi

Tebriz’de doğan Şemseddin Muhammed b. Ali b. Melikdad’ın, soyu ve ailesi de aynı şehirdendir.[9]  yılında doğduğuna dair rivayetler olmakla birlikte, Şems, Konya’ya geldiğinde /’de 60 yaşında olduğuna göre  doğumu /’de olmalıdır.[10]

Şems, İsmailîlerin dâîsi olan Kiya Büzürk’ün neslinden olan Havend Celâlüddin’in oğludur. Ancak Havend Celâlüddin kendi atalarının mezhebini bırakmış, İslâmiyet’in inanç sistemini yaymış idi. Ayrıca Celâlüddin oğlunu yani Şems’i ilim ve edep tahsili için gizlice Tebriz’e gönderdi.[11]

Tebriz’de ilim tahsil eden Şems’in gerek kendi eseri olan Makâlât’ta gerekse başka eserlerde bağlı olduğu tasavvufî şahsiyetler ve yollar için birbirinden farklı isimler ve tarikatları ileri süren veya ima eden rivayetler bulunmaktadır.[12]

Şunu belirtmek gerekir ki, Şems, ömrü boyunca iki gönül sultanıyla muhatap olmuştur. Onun sözleriyle ifade edecek olursak: “Benim Tebriz’de Ebûbekr Sellebaf isminde bir şeyhim vardı, veliliğin bütün feyz ve esrarını ondan aldım. Ama bende bir şey vardı ki: onu şeyhim görmüyordu. Ve hiç kimse de görmemişti. Onu ancak Hüdavendigârım Mevlânâ gördü.”[13]

Dolayısıyla bu iki ismin dışında Şems, her hangi bir yola bağlanmadığı gibi[14] onu belki bir tarikata mensup olduğunu iddia etmek te gerçekçi değildir.[15] Zaten, ilahî aşk coşkunluğunu tüm benliğinde yaşayan ve yaşatan Şems’i bir tarikata sığdırmak da imkansızdır.

             Herhangi bir şeyhe bağlı olamayan Şems’in çocukluk çağı olgunluk çağında olduğu gibi sıra dışı garip olay ve haller içinde geçmiştir. O, çekinmeden bu döneme ait anekdotlar aktarmakta bir beis görmemektedir.[16]

Şemseddin-i Tebrizî’nin makamı ve mertebeleri o dereceye ulaşmıştı ki artık bunlarla kanaat etmiyor, daha yüksek bir makam arayışından ziyade[17], makamsızlık derecesine ulaşma anını bekliyordu. Bu arzu ile dünyayı dolaştı. [18] Şemseddin’e, Tebriz’de, tarikat pîrleri ve hakikat ârifleri, “Kâmil-i Tebrizî”, gönül sahibi seyyahlar ise, çok yer dolaştığı için “ Şemseddin-i perende: Uçan Şemseddin” derlerdi.[19] Zaman zaman şalvar uçkuru örer ve geçimini ondan sağlardı.[20] Şems’in her zaman siyah bir keçe giydiği, daima yer değiştirdiği ve kitabî ilimlerin düşmanı olduğu söylenir. Ancak kendisinin kaliteli bir eğitim hayatı olduğunu ve zamanının dinî ilimlerine vakıf olduğunu Makâlât açıkça bildirmektedir.[21]

Makâlât, bize zahirî ilimlerde mahir olan[22] Tebrizli Şemseddin’in, tefsir, hadis, fıkıh, felsefe ve kelam bilimlerinde de önemli bir seviyede olduğunu haber vermektedir.[23]

Yine Şems’in bu tek eseri, onun Eflatun (ö.M.Ö), Sokrat (ö. M.Ö), Hipokrat (ö.M.Ö. ), İbn Sinâ ve İhvân-ı Safâ gibi filozoflardan ve eserlerinden haberdar olduğunu ispatlamaktadır.[24]

“İkiz Ruhlar”ın İlk Vuslatı

Tebrizli Şemseddin, Konya’dan önce bir müddet Erzurum’da öğretmenlik yapar. Fakat ani bir kararla şehirden uzaklaşıp, kaybolmuştur.[25] Şam’a varıp burada bir yıl kadar  kalmıştır.[26]Bununla birlikte, Şems Konya’ya gelmeden önce Bağdat’ta Evhadüddin-i Kirmanî (ö/) ile görüşmüştür.[27]

Şems-i Tebrizî, Mevlânâ’yla ilk kez Suriye’de karşılaştığı zannedilmektedir. Fakat bu karşılaşma gerçekten olmuş mudur? Yoksa basit bir rivayetten mi ibarettir? Kesin değildir.[28]

Mevlânâ’yla Anadolu’da o gününün deyimiyle diyar-ı Rum’da vuslata ermeden önce, Şems’e “maksadına ulaşman için Rum diyarına git”, diye ilham gelir. Bunun üzerine Rum’a geldiğini söylerler. Konya’ya varınca doğruca Şeker-fıruşân =Şekerciler hanına gider. Kaldığı hücrenin kapısına da kendisini büyük bir tâcir sansın diye iki üç dinar kıymetinde nâdir bir kilit takar. Halbuki kaldığı han odasında  eski bir hasır, kırık bir ibrik ve bir tuğla yastıktan başka bir şey yoktu. On, on beş günde bir, kuru ekmeği paça suyuna batırıp tirit yapar, onunla ayakta kalmayı başarırdı.[29]

Peki Şems ilk defa Konya’ya ne zaman gelmiştir? O, Konya’ya, Mevlânâ’nın gönüldaşı Burhaneddin’in (ö/) ölümünden üç dört yıl sonra, yani 23 Ekim ’de[30] gelmiş ve Mevlânâ ile buluşmuştur. Bu olay, Mevlânâ’nın hayatında büyük bir değişiklik meydana getirmiştir.[31]

Şems’in Mevlânâ’yla ilk karşılaşması farklı şekillerde anlatılmasına rağmen ilginçtir. Şems Mevlânâ’ya bir takım cevabı güç sorular yöneltir. Cevaplarını alınca da bir rivayete göre bayılır.[32]

Mevlânâ, Şems’le ilk buluşmalarında tam altı ay birliktelik sergilemişlerdir. Artık ders vermeyi terk eden Mevlânâ, zahirî ilimlerle ilgisini keserek münzevî olarak yaşamıştır.[33] Çünkü o, daima Şems’i arar onunla görüşür, onunla gezer ve halvette bulunurdu.[34] Bu halin devam etmesi üzerine ulema ve dostları isyan ettiler: “Yalınayak başı kabak biri türedi çıktı. Müslümanların pişvasını yoldan çıkarıyor” diye aleyhinde ileri geri konuşmalar yaptılar.[35]

Şems-i Tebrizî’nin gelişiyle, fünye ateş aldı, bomba infilak etti. Maneviyat dünyası, “Konya Okulu”nu kazanmış Doğu ve Batı birleşmişti. Anadolu ruhunun yüksek fırınlarından biri hararetle çılgınca yanmaya başlamıştı.[36]

Sezai Karakoç’un sözlerini ödünç alırsak; “Sems-i Tebrizî’nin gelişi, Mevlânâ’nın kendine gelişi, kendi kendini buluşudur. Gönlünün ilk silahını denediği nişan tahtasıdır. Bir yankıdır Şems-i Tebrizî. Şems-i Tebrizî ile konuşmak, Mevlânâ için monologdur. Ayniyle Şems-i Tebrizî için de Mevlânâ öyledir. İkiz ruhlardır onlar. Büyük yolculukta kader arkadaşı, kader yoldaşıdırlar. Mevlânâ ve Şems-i Tebrizî’nin varlıkları, aynı ruhun iki yüz ve bir elmanın, bir olmanın iki yarısı gibidirler.”[37]

Emirlerin, bilginlerin ve sufîlerin cenderesinde sıkışıp kalan Mevlânâ, Şems’le buluşmasıyla, medresenin tekdüze hayatından koparak yenilenme[38] evresine geçti. Kendisi  için kapı aralandı. Bu kapı ki, sonsuzluğa açılır, bir daha da asla kapanmaz.

Nihayetinde Şems tazyik, tahrik ve tacizlere dayanamaz ve habersiz olarak aniden Şam’a gider. Yalnız bu ayrılışı sadece bu nedene bağlamak bizi doğru sonuçlara ulaştırmaz. Belirttiğimiz zahirî bir sebep olarak gösterilebilir. Hakikatte ise, Şems’in Mevlânâ’yı bırakıp gitmesindeki ana neden bu olamaz. Gidiş Mevlânâ’nın içerisinde parlayan aşk ateşini, ayrılık ateşiyle körüklemek içindir. Böylece Mevlânâ yandıkça yanacak ve sonunda pişecektir.

Bu ayrılıştan sonra Mevlânâ, herkesten uzaklaşır ve köşesine çekilir. Bir süre o dert ve keder içinde zamanını geçirir. Birdenbire Şam’dan, yani Şems’ten mektup gelir.  Bundan sonra Mevlânâ aşk ve şevk içinde tekrar semâ’a başlar; insanı aşan şiirler ve gazeller[39], görünmeyen alemden gelerek görünen aleme düşer.

Konya’ya İkinci Geliş

Bu ani gelişmenin neticesinde Sultan Veled, Şemseddin’i aramak üzere müridlerden bir topluluk ile Şam’a gittiler. Ayrıca Mevlânâ,  Şemseddin’in gelmesi isteği ile bir gazeli[40] Sultan Veled’le birlikte gönderdi. [41]

Sultan Veled ve beraberindekiler, getirmiş oldukları altın ve gümüş paraları Şems’e sunup Mevlânâ’nın mektubunu ilettiler. Şems gülümseyerek: “Bizi gümüş ve altın ile ne aldatıyor? Bizim Muhammed yaratılışlı Mevlânâ hakkındaki isteğimiz yeter derecededir; onun söz ve emrinden  dışarı çıkmak nasıl mümkün olur?” dedi.[42]

Yine de Şems-i Tebrizî, bir taraftan da mazeretler ileri sürerek ve direnerek geri dönüş hususunda gönülsüzdür.[43]

Zorla elde edilen bir iknadan sonra Sultan Veled kendiliğinden, aşk ve istekle Şems’in üzengisi yanında yaya olarak hareket etti. Şemseddin-i Tebrizî, ne kadar: “Bahâeddin, falan ata bin” diye ikaz etse de o utana sıkala “Hüdavendigârım, padişah atlı, köle atlı, bu nasıl olur?” diye uyarıları duymazlıktan geldi. Konya’nın dış mahallelerinde, daha doğrusu şehir girişinde, Mevlânâ, umera ve ulemayla beraber onları karşılamaya çıktı. O ana kadar, ayrılık ateşiyle körüklenen Mevlânâ, şimdi ise mecazda maşukla buluşma atmosferini teneffüs etmeye başladı ve artık bambaşka bir iştiyak hali yaşıyordu. İki gerçek güneş (Mevlânâ ve Şems) bu hal üzerine birbiriyle ilk karşılaşmayla Şems, Sultan Veled’den memnuniyetini ifade etti. Mevlânâ, Şems ile daha fazla kaynaşıp[44] sonu gelmeyen, adeta bitip tükenmeyen sohbetler içerisinde kayboldu.

Böyle bir ortamda Mevlâna müridlerine ve dostlarına Şems’e karşı davranışlarında dikkatli olmaları konusunda ciddi uyarılarda bulunuyordu. Bu konuda Makâlât’ta bazı işaretler bulmak mümkündür.[45]

Bir müddet sonra Şems-i  Tebrizî,  Mevlânâ’nın yetiştirmesi olan Kimya adında bir kız ile evlenmek istedi. Bazı kaynakların haberlerine göre ki (bu rivayet bizce de daha güvenilirdir), bizzat bu isteğin Mevlânâ’dan geldiği yönündedir ki bu şekilde Mevlânâ, Şems’i Konya’da tutabilmeyi amaçlamaktadır. Mevlânâ bu isteği memnuniyetle kabul etti. Kış olduğu için holun sofasında bir yer hazırlattı. O kış orasını kendisine oda edindi. Mevlânâ’nın oğlu Alâeddin Çelebi (ö. /)[46], her zaman baba ve annesinin elini öpmeye geliyor ve sofadan geçip hole gidiyordu. Şems’in velilik kıskançlığı harekete geçiyordu. Nihayet bir gün Alâeddin’e: “Ey gözümün nuru! Her ne kadar dış ve iç edeple süslenmiş isen de, bundan  böyle bu evde hesaplı gidip gelmen gerekir” dedi. Bu söz üzerine, gücenen Alâeddin, duygularını kontrol edemeyip dışarı çıkınca bir topluluğa bunu anlattı ve  bunlar fırsatı kullanarak aralarında gizli tuttukları planlarını harekete geçirdi ve “Garip bir iştir, bilgi peşinde çok gezen bu kişi gelmiş, Hüdavendigâr’ın evine girip onun oğlu ve göz bebeğini kendi evine sokmuyor” dediler. Bunun genel sonucunda gerek ortaya atılan gerekse yüzüne karşı yapılan söylenti ve hareketlerden bunalan Şems, bir gün  Sultan Veled’e bahsedip: “Bu sefer, izimi hiçbir yaratığın bulamayacağı şekilde kaybolacağım bilinsin” dedi ve hemen o süre içinde kayboldu. Mevlânâ, sabahleyin medreseye girip de evi boş bulup &#;kadim” dostu Şems’i göremeyince Sultan Veled’in evine koştu ve : “Bahaeddin! Ne uyumuşsun, kalk şeyhini ara; zira yine burnumun onun güzel kokularından mahrum kaldığını görüyorum” dedi.[47]

Kayboluş/Son Gidiş veya Ruhun Bedenden Uçuşu

Artık suyunu gereği kadar tutan barajın bendi yıkılmış ve Aşk pınarının suyuyla arzın sulanma vakti geldiği için, Şems aradan çekilmiştir. Ancak bunun dünyevî gerekçelerini izah etmek isteyenlerin kanaatleri ise, Şems işin çığırından çıktığını, herkesin kendisine düşman olduğunu görünce, bir gün ansızın kayboluverdi[48]yönündedir.

Makâlât, Şems’in gidişini, Mevlânâ’nın sözleriyle şöyle ifade eder:

“Gidin, arayın! O Şems’i göremedim. Halep’te mi acaba? O iradesini yitirmiş müritlerinin üzüntüsünden olacak ki, o da onlar gibidir. Birkaç adım gider, sonra buz gibi soğurlar. Ama eğer beni göreydi hizmetlerde bulunurdu; bırakmazdı geleyim. Bu gümüşler de yanımda kalırdı.”[49]

Şems’in aniden ortadan kaybolması veya öldürülmesi günümüze kadar Mevlânâ ile ilgili her araştırmanın muhtevası içerisinde önemli bir yer tutar. Şems’le ilgili incelemelerin sonucunda herkes tarafından onaylanmasa da onun şehit edildiği yönündeki haber ve rivayetler bizce daha makul gözüküyor. Ancak sorulması gereken bir sorudan da kaçmıyoruz.

Sultan Veled Şems’in öldürüldüğünü bildiği halde neden Şam’a gidiyor? Çünkü Sultan Veled babası Mevlânâ  Celaleddin’in Şems’e olan sevgi ve muhabbetin sınırsız ve ölçüsüz olduğunun bilincindeydi. Belki de babasının durumu kabullenemeyip bu olaya tahammül edemeyeceğini düşündü.

Az önce belirttiğimiz gibi Şems’in kayboluşu veya öldürülüşüyle ilgili farklı rivayetler bulunmaktadır. Rivayetler bazen birbirini desteklerken, bazı zamanlar da birbirlerini nakzeder.[50]

Bizim de katıldığımız görüşe göre, Şems’in öldürülüş sırrı, Mevlânâ hayattayken yalnız Sultan Veled ve birkaç has müridi arasında kalmış, ancak Mevlânâ’nın vefatından  sonra Eflakî’ye (ö/) söylemiş, o da bunu eserine kaydetmişti. Mevlânâ’nın vefatından sonra da Şems’in üzerine türbe yaptırılmış, yine de (burada mezar var) denmemiş, Mevlânâ’nın ruhu incinir diye kimse Şems’in şehit edildiğinden bahsetmemiş, gerçekleri bilen dervişler “Şems kayboldu, burası da türbe değil makamdır”  demekten başka bir şey yapmamışlardır[51]

Hatta Annemaria Schimmel’in (ö) ulaştığı bulgulara göre, Şems’in öldürülmesini bir türlü aklına getirmeyen veya belki de daha doğrusu böyle düşünmek istemeyen Mevlânâ, Alâeddin’in de trajedide suç ortağı olduğuna dair işaret alıyordu. Rûmî, bu oğlu ’de öldüğünde cenaze namazında bulunmadı. Onun çocukları ailenin öteki üyeleri tarafından hakikî akraba olarak kabul edilmediler.[52] Ancak Alâeddin’le ilgili ileri sürülen ve var olan bilgiler net ve kesin değildir. Aksine düşünenlerin varlığı da bir gerçektir.

Nihayetinde Mevlânâ, Şems’i bulmak üzere ve yakınları ile birlikte Şam’a gittiler ve orada bulundukları sürece her yerde Şems’in durumunu  soruşturdular. Maalesef beklenilen ve umut edilenle karşılaşamayan topluluk, Konya’ya geri dönmek durumunda kaldı. Mevlânâ, tekrar semâ ve gerçekleri dile getiren şiirler söylemeye ve incelikleri açıklamaya, müridleri ve ahalinin nefsini terbiye ve tezkiye etmeye başladı. Mevlânâ, Selaheddin-i Zerkub’u (ö/) Şems’in yerine oturtup onunla sohbette bulundu.[53]

Mevlânâ hakkındaki en yetkin uzmanlardan Fürûzanfer’e göre, Mevlânâ’nın Şems’i aramak için iki defa Şam’a gidişi, İbtidanâme’deki şiirlerin doğruluğuna bir delil oluşturabilir. Eğer bu olay, Mevlânâ tarafından kabul edilmiş olsa idi, iki sene onu aramasına, onu bulmak arzusuyla şehirleri dolaşmasına gerek duyar mıydı? Şems’in öldürüldüğü hakkında, tezkere yazarlarınca ileri sürülen rivayetlerin hepsi doğru olmayan bir kaynağa dayanır. İbtidanâme’nin rivayeti, Devletşah’ın şüphesi, el-Cevârihü’l-Muzia müellifinin tereddüdü, haricî karineler, onun kayıp oluşuna, yolculuğuna delalet eder. Bundan dolayı Fürûzanfer der ki: “Kuvvetli bir ihtimalle denilebilir ki, Şems Konya’da öldürülmemiş, Konya’dan ayrıldıktan sonra akibetinden bir haber ve eser bulunamamıştır. Onun akibeti doğru olarak belli değildir. Kaybolma tarihi, ittifakla /’dir.”[54]

Bugün Konya’da Şems makamı olarak ziyaret edilen ve bir camide bulunan türbenin Şems’in olduğu tahmin edilmektedir. Şu halde bu rivayetlerden hangisi gerçektir? Acaba Şems gerçekten, “Öyle bir gidiş gideceğim ki izimi kimse bulamayacak” dediği gibi kayıplara mı karıştı? Dönülmez bir seyahate mi çıktı? Yoksa şehit mi edildi?

Bu farklı düşünmeye sevkeden rivayetler, şu minvaldedir:

“Şems, Mevlânâ’nın yanında iken dışarı çağrılmış, bir daha Mevlânâ’nın yanına dönmemiş ve ortalıkta görülmemiş. Onu çağıranlar onu alıp götürdüler mi? Öldürdüler mi? Onun Konya’dan başka bir yere gitmesini mi sağladılar? Acaba Şems, evvelce gittiği Şam’a mı gitti? Bütün bunlar kesin olarak bilinmemektedir. Bilinen bir hakikat varsa o da Mevlânâ’nın, Şems’in şehit edildiğini bilmediğidir. Bu faciayı Mevlânâ’ya duyurmadılar mı? Yahut böyle bir facia vuku bulmadı mı? Mevlânâ gibi büyük bir veliden bu hakikat nasıl saklanabilir? Eğer şehit edildiği ona malum olsaydı, Şam’da hem de iki defa gidip aramayacaktı.”[55]

Şems’in Kayboluşunun Mevlânâ’daki Yansımaları

Şems’in Konya’dan aniden ve habersiz ayrılışından sonra Mevlânâ’nın yazdığı şiir ve gazellerde, onun öldürülmüş olduğuna dair bir işarete rastlanılmamaktadır. “Olaydan kırk gün sonra Mevlânâ başındaki beyaz sarığı atıyor; duman renkli sarık sarıyor ve matem nişanesi olan Yemen hırkası, Hint ferecisi giyinerek ömrünün sonuna kadar bu kıyafeti devam ettiriyor.”[56]

Şems’in öldüğü söylentilerine, Mevlânâ uzun süre inanamamış, Divan-ı Kebir’in en içli ve hazin şiirlerini söylemiştir. Bu olay ve konu ile ilgili bir rubâisinde oldukça hüzünlüdür:

Kimdir o? Hayat kaynağı eş öldü dedi!

Kimdir o? Ümit söndü, ateş öldü dedi…

Mel’un, dama çıktı yumdu bir an gözünü,

Düşmandı ya Şems’e “Bak güneş öldü” dedi. [57]

Şems-i Tebrizî’nin ayrılığının arkasından Mevlânâ çok defa onun ismini kullanarak, bazen onun ağzından Divan-ı Kebir’in bir çok gazel ve rubâilerini terennüm edip kaleme almıştır. Burada Şems’i sembol gibi göstererek ilâhî aşkı, vahdet-i vücud görüşü içinde “yanmış”  bir ruhun duygularını dillendirmiştir.[58]

Mevlânâ, en güzel şiirlerini bundan sonra yazmıştı. Her şiirinin sonunda Şems’in adını anarak ona karşı duyduğu iştiyaktan bahsediyordu. Hatta Eflâkî’ye göre bir gün Mevlânâ’ya birisi: “Şems’i gördüm diye haber vermiş; Mevlânâ üstünde bulunan ferâceyi ona bağışlamış. Bu adamın yalan söylediğini, böyle bir şeyin olmasını imkansız gördüklerini söylenenlere karşı: Bunu onun yalanına bağışlıyorum. Eğer doğru söylemiş olsaydı canımı verirdim!” demişti. Mevlânâ ancak son dönemlerinde  onun öldüğüne ikna olduğu söylenir.[59] Bu ani ayrılıktan sonra Mevlânâ hayatının son anlarına kadar “ikiz ruh”u Şems’in bu beklenmedik ayrılığının negatif enerjisiyle şiirler söylemiştir.

Şems’le aynîleştiğini anlamasının üzerinden çok geçmeden, Mevlânâ Celâleddin, yeni ilham kaynağını arayıp bulur.[60] Rumî’nin hayatında üç büyük tasavvufî aşk süreci vuku bulur:

“Şems’le olan aşkı göklere çıkan ateşinden hemen sonra bir berraklık dönemi gelir ki, bu dönemde Selâhaddin Zerkûbî ile ilişkileri devam etmektedir. Bundan sonra yay tekrar yeryüzü istikametine eğilir. Hayatının son yılının yarısında Mevlânâ, zamanını muhabbet ve sevgiyle genç  dostu Hüsameddin’e ayıran bir hoca olur. Zira sûfîlerin ifade ettiğine göre, “kavis” alçaldıkça” sûfî en yüksek mertebeye ulaşır. Bu mertebede o artık bütün bilgisini öğrencilere aktarmak mecburiyetindedir.”[61]

  1. ŞEMS’İN MİSTİK VE PSİKOLOJİK AÇIDAN KİŞİLİK ANALİZİ

Gizemli ve sıra dışı bir sufî olan Şems, belli bir yerde uzun süre kalmayan zor isimdir. Zor bilmeceler, manası derin sorularla insanın beynine bir şüphe kurdu soktuktan sonra aniden kaybolmuştur. Şems, uykuda olan gönüllere kozmik bir şok uygulamış ve bu hareketiyle Mevlânâ’da büyük bir ilgi meydana getirmiştir.[62]

Hüdavendigar ve ilgi odağı haline gelen Şems arasındaki farkı, şu cümleler ne kadar  da güzel bir şekilde tasvir ve tasavvur eder:

“Şems-i Tebrizî, zeka gibi görünen ruh, çılgınlık gibi açılımlar, kavisler çizen maneviyat mantığıdır. Dersin nasıl iptal edileceğini ders kürsüsünde anlatmaya kalkışan müderristir O. resmiyetin, teşrifatın dışındadır Şems-i Tebrizî. Som samimiliktir O. Ama Mevlânâ, ne kadar adetlerin dışına çıkarsa çıksın, belli bir resmiyet içindedir, görevi gereği. Onun dışında olan alana Şems-i Tebrizî memurdur. Asıl merkezi göstermek için çevreden dolaşacak olan O’dur. Işığa işaret etmek için O’nun etrafında dolaşan pervane odur.”[63]

Mevlânâ, Şems’i, özgür ruhlu ve çekici bir insan olmanın yanı sıra, içsel varlık düzeyinde bir okyanus kadar çok sembolü anlayabilen bir kişi olarak görür. Şems sırların sırrı ve aydınlanmanın nurudur. Hiç kimse ne onun gibisini görmüş, ne de onun çekim gücüne sahip olmuştur. Bir rehber olarak o, ulaşılması ve anlaşılması zor bir şahsiyet ve irfana sahiptir.[64]

Dünya metasına önem vermeyen Şems’in, pejmürde, garip, eski, zahirî dünyaya hitap etmeyen bir kıyafeti vardı. Dünyanın nimet ve ihtiraslarından kendini soyutlamıştı. İlim  irfan ve kerametleriyle övünmediği gibi, başka insanları da hakir görmezdi.[65]

Önde gelen oryantalistlerden Baron Carra De Vaux’unun da anlattığı gibi Şems herhalde başkalarının üstünde manyetik çekiciliğini kullanarak etki meydana getirmekten haz duyan bir kişilik yapısına sahipti.[66] Bu tarzıyla kendini halktan gizleyen bir kimliğe bürünmüştür.

“Benim sohbetime yol bulan kimsenin alameti şudur ki: Başkalarının sohbeti ona soğuk ve tatsız gelir”[67] diyecek kadar da kendine inanır ve güvenirdi. Zaten o muhatabının benimsediği tavra göre anında tavır geliştirirdi. Bu özelliğini herhangi bir komplekse girmeden ve ifşa olmaktan çekinmeden şu ifadeleriyle gösterir:“Ben samimi olarak niyazda  bulunanlara karşı çok mütevazi davranır, alçak gönüllük gösteririm. Ama diğerlerine karşı, çok kibirli ve gururla davranırım”[68]der.

Kendisinden beklenen davranışları sergilemeyen veya ne tepki vereceği tahmin edilemeyen, dolayısıyla standart bir kişiliğe ve kimliğe sahip olmayan Şems, bir taraftan bazı kimselerce evliya derecesinde saygı duyulabilen, bazılarınca da iğrenç ve sinik görülerek nefret duyulabilen bir hale gelebiliyordu. Ama o yine de, âlim olmakla beraber şiddetli ruhanî bir cezbenin etkisinden kendisini kurtaramıyordu.[69]

Kaynaklar, Şems’i eleştirerek, yorumları ve sert sözleriyle insanları şoke eden, tuhaf davranışlı, tahammül edilmez bir kişi olarak gösterir.[70]Makâlât’ta bu özellikleri gösteren işaretler  kolaylıkla görülebilir.

Bununla birlikte, Mevlânâ Mesnevi’de, Şems’teki mükemmellikliği “bireyselsizlik içinde bireysellik” şeklinde sunar. Şöyle ki, kişi, artık bilinçli varlık düzeyine ulaşmıştır. Bu  düzeyde kişi artık sadece toplumsal insan ve düşüncesiyle var olan bir ‘ben’ değil, bundan daha çok, bir kendiliğindenlik (doğallık) ve anlamlılık bütünü olarak yaşayan ve sezginin kendisine yardım ettiği evrensel bir insan moduna geçer.[71]

Yerellikten evrensellik aşamasına geçen Celalleddin-i Rumî, “Makâlât’ta[72] Şems’i, arayışını güçlendirmek için kendisine ulaşmanın sırrını anlatan biri olarak; Divân’da ise, çok az konuşan bir insan olarak tanıtmaktadır. Onun Mevlânâ’ya  ilk nasihati derin iç anlayışın açığa çıkması için dışarıya karşı sağır olmasını istemek olmuştur. Onların birkaç aylık görüşmesini anlattığı sanılan Makâlât, Şems’i açıklık, samimilik, sadelik ve olgunluk sahibi bir insan olarak tanıtır. Bu mükâlemede karakterler; Allah, Mevlânâ ve Şems’dir. İnançların ardındaki hakiki olan ve hakiki olmayan gerçekleri tartışırlar; onlar, insanın fikirlerinin canlı ve cansız eşyanın ardında olduğunda anlaşılır.[73]

Görünen dünyanın cazibesine kendisini kaptırmayan Şems, yeri geldiğinde dış görünüşe bağlı kalanların düşüncelerine ve inançlarına muhalif tavır sergiler[74], böylece onların beklenti ve umutlarını boşa çıkarırdı.

Müslüman coğrafyanın önemli merkezlerini gören Şems-i Tebrizî, bu yerlerdeki gönül erenlerinden bir çoğunun sohbetine dahil olmuştu. “Dış sülukta, iç gidişte yüce bir yeri vardı. Söz biliminde, hal remizlerinde esaslı olgunluğa sahipti.”[75]

Dışa açık inandığı ideallerini sonlu hiçbir güçten –buna Mevlânâ da dahildir- çekinmeden söyleyen ve savunan Şems, kendisi için prensip edindiği özgürlüğü ve serbestliği, karşısındaki insana da tanımaktan kaçınmaz:

“Benim bir adetim vardı. Yanıma gelenlere sorarım: ‘Efendi! Konuşacak mısın yoksa dinleyecek misin?’ ‘Konuşacağım’ derse, üç gün üç gece arka arkaya dinleyebilirim. Meğer ki o kaçsın da ben kurtulayım. Eğer, ‘Ben dinleyeceğim’ derse, ben de ‘O halde birbirimizle uyuşuruz’ derim. Ben söze başlarım, o da laf arasında konuşur.”[76]

Serbest ve özgürlükçü düşünme hareket tavrı ve tarzı içindeki Şems, bilinen tek eseri Makâlât’da, geniş bir bilgiye ve gelişmiş, eleştirel bir zekaya sahip olan, insanı çok iyi tanıyan ve onun eylemlerinin doğurduğu problemleri iyi tahlil eden, tanınmaktan kaçan Melâmî-meşrep bir derviş profili çizer.[77] Buna şu noktayı da eklemekte fayda vardır: Onun kendine özgü yeteneklerinden biri de, adeta bir psikiyatrist gibi muhatabının vereceği tepkiyi önceden sezebilme ve onun kişilik ve karakterini çözebilme kabiliyetidir.

Şöhreti afet olarak kabul eden ve deşifre olmaktan sakınan Şems, bu özelliğini bir tüccar edası ve kıyafetiyle perdeler.[78]

Kendisini gizlemesine rağmen o, olgun, olgunlaştıran, söz (kal), hâl ve keşif sahibi bir Allah dostuydu. Bunun için ona ilâhî bilgi ve hakikat arayıcıları müracaat ederdi. Cennet yolcularına keşif ve vuslat yolunun istikametini tahayyül ettirirdi. “Konuşma ve Tanrı’ya yakın olmada Musa’nın, sıyrılıp bir köşeye çekilmede ise, İsâ’nın (a.s) meşrebine sahipti. Daima müşahadeye girer ve zamanını mücahede ile geçirirdi… Daima kerametleri inkar ederdi.”[79] Sipahsâlâr “kerametleri inkar ederdi” derken, herhalde kendisinden zuhur eden harikulade hallerin ifşa olmasını kastediyor olsa gerek. Zaten gönüllerin gönlü için başka bir şey düşünmek yersizdir.

Kendisinin diğer yaratılmışlardan ayrıştırılmasına  tahammül edemeyen hatta fırsat bile tanımayan Şems, bizden biri olup, bize tüm varoluşumuzla bizi anlatan ve bizi yaşatandır.

Zaten bunun için “kimi zaman Şems-i Tebrizî bir sembol haline gelmektedir. Kimi zaman nefsimizi sarsan ruhtur o. Kimi zaman bir aynadır ki, bize bütün eksikliklerimizi, kusurlarımızı, çirkinliklerimizi haykırır.”[80]

“Bir haber, bir icazetnâme, bir mektup ve bir muştu”,[81] olan Şems-i Tebrizî, katettiği mesafenin, ulaştığı makam ve mertebenin farkındaydı. Yükü ağırdı. İşte yükünün ağırlığını ispatlayan ulaştığı sufî hallerin zirvesine bir örnek:

“Şemseddin-i Tebrizî birbiri arkasından gelen Tanrı görüntülerine gömüldüğü ve insan gücünün o mücahadeye dayanamadığı her zaman, o hali savmak için kendisini bir işle meşgul ederdi ve kendini tanımayan birinin yanına rençberliğe gider geceye kadar çalışır, ücret verdikleri zaman: “Borcum var. Hep birlikte vermem için toplanmasını istiyorum der ve o bahane ile ücretini bırakır, bir süre sonra da kaybolurdu.”[82]

Şems’i, onunla ilgili araştırmacıların sandığı ve tanıttıkları gibi basit bir Bâtınî dervişi olarak görmek, onu hafife almak anlamına gelir. Zira çocukluktan beri aşkın varlıkla olan -madde evrenini aşan- kaynaşmasıyla o, yüzyılların yetiştirdiği büyük gönül sultanları arasında üstün vasıflarla donatılmış irfan ehli bir âriftir. Aksi durumda, Mevlânâ gibi zâhir ve bâtın ilimlerinde yüksek derecelere ermiş, zamanında müderrislik ve müftülük mertebelerine yükselmiş seçkin bir insanı, ilahî bir aşk ve iştiyak ateşiyle yakıp pişirebilir miydi? Onun sözle anlatılamayan cazibesi, Mevlânâ’ya bütün normal hayatını alt üst ederek, işini gücünü, medresesini ihmal ettirerek, onu madde âleminin sonlandığı başka bir âleme götüren; ona mânâ âleminin perdelerini ve kapılarını aralayan bu Tebrizli Âşık olmuştur. Şu halde, bu nitelikte ve bu yetenekte olan ulu bir ârifin bayağı bir Bâtınî derviş olmasının imkansız olduğu; onun, gönlü yüce hakikatlerle dolu bir irfan ve irşad kaynağı ve merkezi olduğu hususunda şüpheye mahal yoktur.[83]

Sıradanlık ve basitlik Şems’in ruhuyla uzlaşmaz bir haldir ki, bu durum onda gurur ve kibire de yol açmaz. Bunun içindir ki, kaybolmasından sonra onun adı ve şöhreti Anadolu sınırlarından taşmıştır.

Hatta o kadar ki, Şems-i Tebrizî, Hindistan’da menkıbevî bir şahsiyet olmuş ve genellikle aşk şehitleri arasında kabul edilmiştir.[84]Hatta kendisi daha ileri giderek Âşıklık makamından mâşukluk makamına ulaştığından dem vurmuştur[85] ki, bulunduğu hal, onun gönül evreninin zenginliğine işaret eder.

Herhangi bir sufî okulunun mensubu olmadığını yukarda belirtmemize rağmen, bazı araştırmacıların iddialarına göre, Şems’in rind ve kalender bir derviş olması itibariyle kendisinde mevcut olan Melâmilik, dolaylı olarak Mevlânâ’ya da tesir etmiştir.[86]

Öyle görünüyor ki, Şems, üstadının, hayatın sırlarını çözmek için artık kendisine yol gösteremeyeceği bir varoluş seviyesine varmıştı.. Bundan sonra o, seyahat etmeye ve şöhreti şehirlerin dışına taşmış âlimlere soru sormaya başladı. Deliller, onun geleneksel hayatın sınırlılıklarının farkına vardığını; hatta, kişiye tasavvufun ilkelerini öğreten ve Allah’la veya keramet ehliyle özdeşleşmeyi öğreten  klasik tasavvuf anlayışını pek dikkate almadığını bildirmektedir. O, otoritenin her çeşidinin kendisini özgürleştirir ve sadece diğerlerinin fikirlerini tekrar eden geleneksel alimleri ve kelamcıları eleştiri sağanağına tutar. Başkalarını kendisi için model almaktansa, gerçek benliğini keşfetmek için içe döner. Seyahatleriyle ve kendisini sürgün ettirmesinin sonucu nihaî kemâlât katına varır. Çaresizlik ve umutsuzluk içerisinde geçen yılların sonunda, cana yakın bir ruh arayışından, en nihayetinde, kendi potansiyel ruhunu Mevlânâ’da bulur.[87]

Mevlânâ, Şems’i özgür, manyetik (çekici) evrensel insan olarak, içsel varlık düzeyinde bir okyanus kadar çok sembolü anlayan bir kişi olarak tasvir eder. Mevlânâ’ya göre Şems, çokluğun arkasındaki birliği görmüş ve birliğin nasıl çokluğa dönüştüğünü anlamıştı. Varlıktaki vahdetle kesret arasında gidip gelmeleri varlığına sindiren Şems, kendisinin görünen alemin üstünde var edilmiş bir varlık olduğunun farkındaydı. Dünyevî bir varlığın kolaylıkla taşıyamayacağı ağırlığın yükünü kanıksamıştı. Hayatı, bütün varlığı ve hayatın özünü tecrübe etti. Şems evrenin gelişmekte olan hafızasında insanlığın açığa çıkmasını ve kendini gerçekleştirmesini sembolize ediyordu. O mutluluğa ulaştı, zevk deneyimini yaşadı ve arayışını sonlandırdı. Çünkü o, arayış içindeki varoluş düzeyini ortadan kaldıran ve maddeyi anlayan aydınlatıcı safhasına  erişmişti. Sıfat ve nitelik engellerini yırtıp bir tarafa atarak en nihayet onların olaylar âleminde nasıl tekevvün ettiğini keşf ve müşahede etti. O, varlıktan yokluğa ve onun da ötesine, hatta “ötelerin de ötesine” ulaştı.[88] Bu vasıf ve özelliklerdir ki, kendisinin dahi gizleyemediği aşkınlık atmosferine taşımıştı:

“Ben çocuktum, bana sordu; ben de başımla işaret ettim, seni isterim dedim. Başını salladı, artık hiçbir şey söyleyemedim. Bir daha ağzım açılmadı. Ama bütün içim sözlerle, deyimlerle, manalarla dopdolu idi. Öyle acayip bir hale gelmiştim ki, bu hal çocuk yaşında pek az kimselere nasip olmuştur…”[89]

Ve Şems devam eder, ulaştığı makam ve aşk düzeyinin hazzını duyarak ve duyumsayarak:

“Şu tarzda konuşuyordum. Dün hem kendi kendime söyleniyor, hem de hendeğin çevresini dolaşıyordum. Sözün sonu gelmiş, yenilgiye uğramıştım sanki. Sözün altında kalmıştım. Yenilginin verdiği güçsüzlükle ne yapayım diyordum. Eğer mimberde de söz bana böyle üstün gelir beni yıkarsa artık minbere çıkmam. Efendi yalan gerekse yalan söyleyeyim, vaaz etmiyorum ki.

Söz benim içimdedir. Her kim benden söz dinlemek isterse, benim iç âlemime gelir, ancak orada bir kapıcı oturtmuştur.”[90]

Gizlemeyip ifşa ettiği bu mertebelere ulaşan Şems, sohbetinde bulunduğu insanlar onu kendilerine bağlayıp mürit edinmeye yeltendiklerinde sert bir kayaya çarpmaktadırlar ve Şems’i kaybetmektedirler. O, bir aşk, vecd, hakikat ve divanelik timsalidir. Şems, asla özgürlüğünden taviz vermeyen yürüyen hür Adem modelidir. Alışılmış kalıpları ve kitlelerin sınırlarını zorlamak, özellikle riyakârlığın kalıntılarını yok etmek, Şems’in en büyük ideali ve hem de görevidir.[91]

Şems’in dinlere ve mensuplarına gösterdiği toleransı anlatan şu cümleleri, herhalde Mevlânâ’nın cihanşümul olan ve adeta onunla özdeşleşmiş “Ne olursan ol yine gel, ister kafir, ister Mecusi, ister putperest… olsan da yine gel” sözlerine kaynaklık yaptığını akla getirmektedir. Şimdi Şems’in konuyla ilgili  ilginç düşüncelerine yönümüzü çevirelim:

“Diyorlar ki: Bize Mevlânâ Şemseddin’den gönül açıklığı gelmiyor. Benden gönül açıklığı isteyen ancak bir Mecusîdir. O beni bulur ve benden gönül hoşluğu arar. Sen o Mecusî değilsin. Müslümansın, müminsin. Müslüman insanı incitmez, ayıpları örter. Meselâ bir keşiş, bir Müslümanı öldürse; senin evine sığınarak, kendisini arayanlardan kaçtığını söylese ve “Ben ancak sığınacak yer olarak seni buldum. Beni koru!” dese, ona karşı, “Müslüman, Müslümanı öldürse bile aman verilmez” demezsin; ancak onu korursun. Ola ki, o da Müslümanlığa heves eder. Sen gerçi Müslümansın fakat bu kadarcıkla yetinme, daha da Müslüman ol! Her Müslümanın bir zındığı, her zındığın bir müslümanı olmak gerektir. Müslümanlıkta ne lezzet var? Lezzet küfürdedir. Bazen Müslümandan hiçbir Müslümanlık nişanı ve yolu bulamazsın. Ama bir zındıktan, Müslümanlık yolu bulursun. “Aranılanın son merhalesi arayandır” demişlerdir. Ama ondan daha yüksek bir söz söylemek gerekir. Ancak onlar bizim konuşma tarzımızı bilmezler. Başları döner.”[92]

Peki fikir ve dinlere karşı bu derece müsamahakar olan Şems’in karizmatik ve sufî kimliği, diğerlerine nasıl görünüyor:

“Pir Muhammed’e sordular: Kâmil-i Tebrizî’nin hırkası önünde ne hale geliyorsun? Tıpkı doğan pençesine tutulmuş, bir serçeye dönüyor, sonra da diyorsun ki, “Doğanı öldüreyim de kendimi kurtarayım, çünkü o kendi hesabına yaşıyor.”[93]

Yaşadığı ve müşahede ettiğinden bazı safhaları aktaran Şems, içinde bulunduğu ruhsal halin dışa yansımasını kendisi şöyle anlatır:

“Bana her dört günde biraz gevşeklik, bir uyuklama hali gelir. Biraz sonra da bu hal geçer. O zaman bir lokma bile yutamam. “Sana ne oldu?” derler. “Bana hiçbir şey olmadı, öyle birinin divanesiyim ki, üstümü başımı yırtarım. Sana gelirsem senin elbiseni de yırtarım” “Bir şey yemiyor musun” derler. “Hayır yemiyorum.” Bugün yarın, o bir gün, başka bir gün de…”[94]

Sözlerin ve kelimelerin anlatmada güçlük çektiği makamlara erişen Şems, çıktığı en uzun yolculuk ve bunun sonucundaki gurbeti öyle ifade eder ki, ailesine ve özellikle babasına yabancılaşan bir kimliğe bürünür. Bu o derece hüzünlü bir gurbettir ki, adeta sürgündeki bir Şems’i görürüz. Şems’in ifadeleri, bu noktada iç burkar, vicdan sızlatır bir düzeye ulaşır:

“Hemşeri nedir ki, benim babamın bile benden haberi yok! Kendi şehrimde bile garibim. Babam bile bana yabancı. Gönlüm ondan ürküyor. Öyle sanıyorum ki, üstüme yıkılacak; bana güzellikle söz söylerken bile beni dövecek, evden kovacak sanıyordum ve kendi kendime diyordum ki: Eğer benim manevî varlığım, onun manasından doğmuş olsaydı, gerekirdi ki, bendeki mana onun yavrusu olsun; onunla uyuşsun, anlaşsın ve olgunlaşsın. Kümes tavuğunun altına konmuş bir kaz yumurtasıyım sanki.”[95]

Dünyevî bilgilerin ötesinde irfan aleminin bilgisine sahip bir kişi[96] olan Şems’in nurlu yüzünü görünce Mevlânâ, sırların sırrı ile karşı karşıya kaldı. “Adeta Şems’in yüzünün nurunda yok oldu.” Şems de hiçbir velide göremediği ve elde edemediğini Mevlânâ’da bulunca, iki mânâ okyanusu birbiri üzerine kapandı.

Bu yakınlıkta, bu dostlukta, bu ilâhî sevgide, “Kim, kime mürşit oldu? Kim müritti?” diye üstünlük muhabbette ve dostlukta aranmaz.

Emir Hüsrev-i Dihlevî’nin bu iki Hak âşığının vardıkları kimlikler ve benlikler ötesi safhayı şöyle seslendirir:

“Ben, sen oldum, sen de ben oldun. Ben, ten oldum; sen can oldun. Artık bundan sonra kimse, ‘Ben ayrıyım, sen ayrısın” diyemez.”[97]

III. OKYANUSLARIN KAVUŞMASI: SEVGİ VE MUHABBETİN NİRENGİ NOKTASI

Şems ile Mevlânâ’nın buluşması, yakınlaşması ve nihaî aşamada bir olması, hem maddî ve hem de gönül cihanında ender gerçekleşmiş hadiselerdendir. Bunu aşırı şekilde büyütmemizin ve yüceltmemizin sebebi, evrensel vuslatın sonuçları itibariyledir. Aslında sonuç, birleşmenin, dostluğun ve muhabbetin zirvesidir, kısaca “ikiz ruhlar”ın iki ayrı bedende ama tek bir ruhta kavuşmasıydı. Öncelikle “uyarıcı ruh”un, yani Şems’in dünyasındaki dost ve dostluğun karşılığını arayalım.

Dostluğun Ötesindeki Dostluk

Âriflerin ârifi Şems için ârifle bulunmak övünülecek ve haz duyulacak bir haldir. Çünkü ârifle beraber olmak,  benlik davasından uzaklaşmaktır.[98] Ancak ârif olmak güçtür; zira gerçek âriflik, dostu her dem hatırlamak ve onun dostluğuna doymamaktır,“gönlün fikirle, tenin hizmetle ve gözün yakin olmakla meşgul bulunmasıdır.”[99]

Hoşluk ve saadeti, Şems dostlar topluluğu içinde arar. Ona göre “onlar birbirlerinin yanına sokulurlar. Birbirlerine nazlanır ve yüz gösterirler. Ayrılan ise; tek başına ayrı olarak kala kaldı.”[]

Şems’in gözünde benlik ve ihtiras, cem ve cemaatin manasını ve nurunu yok eder, bereketini kaçırır.[]

Asıl bereketli olan anlar, dost ile beraberlik anlarıdır.[]

O halde Tebrizli Şems’in lügatinde “hakikî dost” kimdir? Bu açık sorunun cevaplarını farklı tonlarda, ama yalın bir şekilde vermektedir:

“Hakikî dost Tanrı gibi mahrem olmalıdır. Dostun çirkinliklerine, hoşa gitmeyen hallerine tahammül etmeli, hatasından incinmemelidir. Dosttan yüz çevirmemelidir, dostta itiraz etmemelidir. Nitekim rahmeti bol olan Tanrı kullarının ayıplarından, günahlarından, noksanlarından dolayı onlardan yüz çevirmez. Tam bir inayet ve şefkatle, onlara rızkını verir. İşte garazsız, ıvazsız dostluk budur.”[]

“Bir kağıt düşün ki bir yüzü sana, öteki yüzü de sevgiliye dönüktür. Yahut her yüzü bir başkasına çevrilmiştir. Kağıdın sana dönük olan yüzünü okuyabilirsin, ama asıl dosta ve sevgili tarafına dönük olan yönünü okumak gerek.”[]

“Akıllı ve insanoğlu olan odur ki, hep kendi mektubunu okumasın; arada dostun mektubunu da okusun.”[]

“Eğer iki dost, birbirinin yanında yahut karşı karşıya oturmuş konuşuyorlarsa o muhabbetin tadı ile, onları uzaktan seyretmenin tadı bir olur mu? Ama o uzaklık, eğer sende gönül sefası var da engel olmuyorsa, onun zevkine göre yakınlık zevki nerede kalır? Bir kimse ki, uzaktan huzurda olursa, yakında nasıl olur?”[]

“Bu şarta bağlı “Eğer”den bahsetmek dosta çok zor gelir. Eğer, meğer, keşke, zannedersem gibi sözler hep böyledir.”[]

Şems ve Sokrat Benzeşmesi

Şu ana kadar ifade ettiklerimizden çıkarılacağı gibi Şems, Mevlânâ üzerinde küçümsenmeyecek kadar önemli ve can alıcı bir etki meydana getirdi. Fikir adamları ve araştırmacıları Şems ile Sokrat arasında sık sık paralellikler kurarlar. Tabii ki, bunun ikinci ayağı Mevlânâ ile Eflatun arasında bir mukayeseye girişmektir.

Celâleddin’in yeni şahsiyetini kazanması için geçirdiği kemâlâta doğru değişim ve dönüşüm Sokrat’ın Eflatun üzerinde yaptığı etkiye benzer özellikler taşımaktadır.

Gerçekten Şems-i Tebrizî, Sokrat gibi hiçbir eser yazmamış şifaî yöntem kullanan bir gönül filozofuydu. Onun gibi çevrenin saldırıları ve tacizlerine maruz kalmış, anlaşılamayan ve anlatılamayan fikirler ve sözler nedeniyle büyük ihtimalle öldürülmüştü. Mevlânâ da Eflatun gibi sanatkâr ruhlu bir feylesoftu. Aralarındaki fark, Eflatun’da cedel usûl hitabî usûle galip olduğu halde, Mevlânâ’da hitabî ve sanatkârane ifade diyalektiğe baskındır.[]

Birazdan görüleceği gibi, bu benzetmeler haksız, sahte ve karşılıksız sayılmazlar. Yine her ikisi de ilim ve fikir erbabı üzerinde iz bırakmışlar, yaydıkları düşüncelerin sanatkârane bir şekil alması için uğraş vermişlerdir. Bununla birlikte dünyevî bilginin aşırı yüceltilmesini gereksiz görmüşler, nefis terbiyesini ve vicdan safiyetinin gerekliliğini, aşkın kutsiyetini öne çıkarmışlardı.[]

Şems’in Mevlânâ üzerindeki etkisi Sokrat’ın Eflatun üzerindeki tesirinin yanı sıra başka benzetmelere konu olabilmektedir. Mesela, M. Barres:

“Cihanın en cazip hâdiselerinden biri de Sokrat’la Eflâtun’da olduğu kadar, Şems’le Mevlânâ’da da birbirinden ayrılmayacak derecede tehalükle birbirine karışmak isteyişleri bu ruh birliğinden doğmuş bir şeydir. Üstadla talebesinin birbirlerinin yerine geçmeleri Tevrat’la İlyas ve Elyesa’da da görülüyor” dedikten sonra başka bir yerde de şöyle demektedir:

“Şems’le Mevlânâ’nın dostluğunun çok makul ve tabiî bulmakla beraber, talihin bir lutfu olmak üzere, esrarlı ve cazip bir tarafı olan Goethe ve Schiller’in arkadaşlığı ile ölçmek isterim.”[]

Şems’i Sokrat’a benzetenlerin haklı[]olmalarının diğer bir gerekçesi de onun  da Sokrat gibi kendi tarafından yazılmış bir eseri olmamasıdır. Ancak sözleri kaleme alınmış ve önemli bir eser günümüze kadar ulaşmıştır. O da Sokrat’ın Eflatun’u hazırladığı gibi Mevlânâ’yı hazırlamıştır ve en önemli unutulmaz ve taze eser Mevlânâ olmuş, yahut da Sokrat’ı nasıl Eflatun ortaya çıkarmışsa  Şems de Mevlânâ’yı  dünyaya tanıtmıştır. Aksi taktirde belki de Şems hem de Sokrat insanlar tarafından bilinmeyecek ve tanınmayacaktı.[]

Eflatun’un Devlet adlı eserinin mütercimleri de kitabın önsözünde şu ifadeleri kullanmaktadırlar: “Şems de Sokrat gibi dünyaya kitap yerine kendini anlamış, sevmiş bir insan bırakıp gidiyor. Eflatun gibi Mevlânâ da bütün düşüncesini ve sanatını bir dostun, emrine, hizmetine koyuyor. Dar kafalıların öldürdüğü Sokrat’ın da Şems’in de ölümleri, yepyeni bir düşünüş ve duyuş akımının başlangıcı oluyor.”[]

Mevlânâ’nın oğlu ve aynı zamanda Mevleviliğin önemli temsilcilerinden Sultan Veled kendi Mesnevi’sinde Şems’in menkıbeleri ile ilgili şunları söyler: “Tanrı’nın aşıklarının üç derecesi vardır ve sevgilelerin de üç derecesi vardı: Mansur-u Hallac âşıklık makamında birinci derecede idi. Bu mertebelerin ortası, büyüktür, sonuncusu ise, daha büyüktür. Bu üç derecenin durumu âlemde gözüktü; fakat mâşukların o üç derecesi gizlidir. Olgun ve eren âşıklar ile derecenin yalnız adını işittiler ve onu görmek isteğinde bulundular. Orta derecenin adı ve şöhreti kimseye ulaşmadı, sonuncu dereceden zaten hiç haberleri olmadı. Mevlânâ Şemseddin-i Tebrizî son derecedeki sevgililerin, başbuğ ve şahı idi. Mevlânâ bundan dolayı: “Kuşluk vaktinin kuşları, onun ışığına dayanamaz; nerede kaldı ki gece kuşları onu görmeyi arzu etsin.”[]

Şems’in Gönül Gözünden Mevlânâ

Şems, Mevlânâ’ya diyor ki: “Ben, seni seviyorum; başkalarını da senin hatırın için seviyorum”.[] Buna mukabil Mevlânâ da sevgi, muhabbet ve dostluk kokan şu sözleri haykırır:

“Bunu, Şemseddin-i Tebrizî’den başkaları için mi söylüyorsun? Eğer beni onun için seviyorsan çok iyi olur, benim de hoşuma gider. Onu benim için seviyorsan, niçin, “sevilenlerin yanında sevilmeyenler de hoşa gider” diyorsun? Bu böyledir. Sevgili razı olduktan sonra başkalarını da onunla birlikte severler.”[]

Şems, gerçek ve can dostun verdiklerinin maddî dünyada karşılığı az da olsa, gönül dünyasında değer ve kıymet bakımından paha biçilemez olduğu konusunda tereddütsüzdür:

“O Tanrı kulları mal bakımından bir hizmette bulunursa bir muhabbet uyanır. Onların işleri o muhabbetle gelişir. Fakat gerçek dostun vereceği bir pul, yabancının vereceği yüz bin dinardan değerlidir. Bu dost yardımını her kim kabul ederse, ona bağlanmış olur. Çünkü o kapalı kapıyı dost vergisi  açar. Şeyhin bu güzel suret ve güzel sözleriyle fiil ve hareketlerine asla rıza göstermeyin! Çünkü onların arkasından bir şey gizlidir. Onu isteyin. Onun iki sözü vardır. Ama iki yüzlülükle söylenmiş olan sözü bütün velilerin canları, ruhları özlemekte ve bunu istememektedir. Mevlânâ Şemseddin-i Tebrizî’yi bulmak ve onunla sohbet etmek arzusundadır. Halbuki, o doğru ve nifaksız sözü Peygamberlerin ruhları bile arzulamaktadır.”[]

Şems, yüzüne karşı söylenen “veli, ermiş” sözlerine hiç itibar etmez. Ancak gerçek veliyi de işaret etmeden yapamaz. Gerçek Veli’nin dostu olmak ona yeter. O bununla övünür:

“Bana veli diyorlar. Dedim ki haydi öyle olsun, bana bundan ne kıvanç olabilir? Belki ben bununla öğünürsem çok çirkin düşer, ancak Mevlânâ, Kur’ân ve hadiste yazılı vasıflardan anlaşıldığına göre veli’dir. Ben de velinin velisi, dostun dostuyum; bu bakımdan daha sağlamım.”[]

Hakiki veli ve hakiki dost olarak nitelendirdiği Mevlânâ için methiyelere devam ederken, kendisini onun karşısında küçük görerek hiçliğe indirmektedir:

“Mevlânâ’nın yüzü güzeldir. Bizim de hem güzel hem de çirkin tarafımız var. Mevlânâ bizim güzel tarafımızı görmüş, çirkin tarafımızı görmemişti. Bu sefer iki yüzlülük etmiyorum, çirkinliğimi gösteriyorum ki, beni olduğum gibi görsün. Hem güzellik yönümü, hem çirkinlik yönümü anlasın.”[]

Mevlânâ’nın kendisinin sadece güzel tarafını bildiğini ve çirkin yönünü görmediğinin sıkıntısı içindeki Şems, kozmolojik örneklere girişir. Ancak ismi “güneş”le aynı anlama geldiği ve Mevlânâ’nın bu yönünü şiirlerinde konu yapmasına rağmen, kendisini o büyük alemde (makrokozm) bir yere yerleştiremez. Onun büyük evreninde sadece Güneş ve Ay vardır:

“Bu Mevlânâ Ay’dır; benim varlığımın Güneşine gözler erişemez. Ancak Ay’a erişebilir. Işığının ve aydınlığının son derece parlaklığından dolayı gözler güneşe bakamaz. O ay güneşe erişemez, ama Güneş Ay’a yetişebilir. Nasıl ki yüce Tanrı Kur’ân’da, “Onu gözler kavrayamaz, ama o gözleri kavrar, (En’am, ) buyuruyor.”[]

Mevlânâ’nın, Hak ehlinden olduğunu ve onun dergahına güzel sözden bir başka bir şeyin layık olmadığını düşünen Şems[], Mevlânâ’yı sırların sırrının yolunun bir bedeli olduğunu, bir takım sıkıntılara ve fedakarlıklara katlanması hususunda ikaz eder. Ancak çile ve ızdırapların sonucunda alacağı mükafatları da ifşa eder:

“Halvette sana onlardan uzaklaşmak mı düşer yoksa onlara senden ayrılmak mı yaraşır? Siz bizdensiniz biz de sizdeniz. Halbuki onlar bizden, biz de onlardan değiliz, Allah için! Onların saçı sakalı var, benim henüz sakalım yok. İşte burada Mevlânâ ile son görüşmemiz böyle oldu. Mevlânâ bizden çekiniyordu. Yalnız kaldığımız zaman ona iki üç gün kadar üst üste halvette buluşmak gerekli olduğunu söyledim. Bana kesin olarak söz verirsen, bunun nasıl olacağını anlatayım, dedim.

Güneş bütün âlemi aydınlatır. Benim ağzımdan çıkan sözler ise pek parlak görünmekle beraber, siyah perdeler altındadır. Bu güneş, onların arkasında kalmıştır. Yüzleri göklere dönüktür. Halbuki yerlerin de, göklerin de ışığı ondandır.

Güneşin yüzü Mevlânâ’ya dönüktür. Çünkü Mevlânâ’nın da yüzü güneşe karşıdır.”[]

Yüzü, gözlerin zatını müşahede edemediği, Güneş’e dönük olan Mevlânâ’yla ilgili sözleriyle, Şems, okuyucuyu şaşırtır. Zira o, bir bakarsınız Rumî’yi bir anda en güzel, en üstün meziyet ve yetenekleriyle anar, hemen arkasından onunla ilgili kendisinin bile çekindiği mahrem mevzuları dünyaya ilan eder:

“Mevlânâ’ya gelince; onun, bu saatte dünyanın hiç bir yerinde eşi ve benzeri yoktur. Bütün fenlerde, temel bilgilerde, din bilgisinde, gramer, sentaks, mantık ilimlerinde en büyük uzmanlarla kuvvetle konuşur, tartışır. Onlardan daha üstün, onlardan daha zevkli, onlardan daha güzeldir. Gerekirse, gönlü isterse üzüntüsü engel olmazsa, konunun tatsızlığı buna sebep olmazsa, hepsinden daha yetkili konuşur. Ben akıl yönünden bilinmesi gerekli bu bahislerde yüz yıl çalışsam ondaki ilim ve hünerin onda birini elde edemem. O kendisini bilmez sanır ve öyle zanneder. Benim önümde, beni dinlerken; nasıl anlatayım ayıptır söylemesi, babasının önüne oturmuş iki yaşında bir çocuk, yahut Müslümanlığa dair hiçbir şey işitmemiş dönme bir Müslüman gibi öylesine utangaç bir hal alır.”[]

Ama yine de Şems, çoğu zaman yaptığı gibi, kadim ve belki de tek dost Mevlânâ’yı ve kabiliyetlerini methetmekle bitiremez:

“Ben de bir tamah varsa sadece Mevlânâ yeter bana. Unutmayın ki, siz hep kendi mektubunuzu okudunuz hele dostun mektubundan da bir şeyler okuyun. Size bu daha faydalı olur. Bütün bu sıkıntılarınız, sizin hep kendi mektubunuzu okuyup da, sevgilinin namesini okumamanızdan ileri geliyor. O hayal, ilimden, marifetten doğuyor. O hayalden sonra da başka bir ilim ve marifet vardır. O ilim ve marifetin de başkaca uzun hayalleri vardır.”[]

Giriş bölümünde bahsettiğimiz veçhile, Mevlânâ, Makâlât’ta bulunan bir çok hikayeyi Mesnevî’de zikretmiştir. Ayrıca yine daha önce söylediğimiz gibi Mevlânâ bir çok şiir ve gazelini Şems söylemiş gibi onun ismini zikrederek bitirir.[] Ancak, Şems’in psikolojik özelliklerinden ve zaaflarından haberdar olan dergah çevresi, bu durumu tersine çevirerek onu bir takım sözlerle de üzmekten ve kızdırmaktan çekinmez:

“Şimdi Mevlânâ’nın “ incindim” dediği meseleden söz açayım. “Mevlânâ’nın sözlerinden Şems çok faydalanıyor” demişler. Evet bana şu yönden faydası var ki, bu surette bize yardımcı olur, bana bazı işaretlerde bulunur. Ama o işaretler size değil, yalnız banadır. Onun hitabı da size değildir. Görüyorsunuz ya, beni bir garip olarak nasıl buldu; nasıl rahata, huzura kavuşturdu! Şu halde Mevlânâ kimin Mevlânâsıdır? O bir kimseye bir isim koyarsa (kimi tutarsa) asla ondan vazgeçmez. Gece görmüş olduğu her rüya, sabah namazından önce gerçekleşir; ikinci namaz vaktine kadar tesiri devam ederdi. Bunun adet halini almaması için yürekten gelen bir gayretle uğraştım. Bu nasıl şeydir? Bu başka bir namaz mı sayılır?”[]

Şems ilahî âlemi ve Cenab-ı Bari’yi, Saray ve Sultan’la temsilî olarak sembolize eder. Hz. Muhammed’i (s.) de bu Saray’ın daimi kulları içerisinde sayar. Şems bununla da yetinmeyerek, zımnen kendisi ile Mevlânâ’yı da bu has kulları arasına dahil eder. Yalnız burada bir sıkıntısı ve ızdırabını da açığa vurarak, Mevlânâ ile sohbet ve halvetlerinin bazen namazlarını aksatmalarına neden olduğunu ve sonradan kaza ettiklerini anlatır. Yine de bir okuyucu olarak Şems ile Mevlânâ’nın namazlarını istemeyerek de olsa, geciktirmesini veya aksatmasını izah etmekte zorlanıyoruz:

“Kapı dışından gelenlerin sultan sarayına mutlaka kapıdan girmeleri gereklidir. Ama padişahın bazı has kulları da vardır ki, onlar zaten hep içerdedirler. Bu çetin bir konudur. Burada büyük tehlike vardır. Hz. Muhammed (s.) zaten has kullardandır. Kulluk vazifesini tamamıyla yerine getiriyordu. Yine cevap olarak deriz ki: Hz. Peygamber, kullukta tam kuvvet ve kudret kazandığı zatında bile ondan kulluk manası asla eksilmez ve daima daha güçlü olurdu. Kulluğun yüksek zevkini tadardı. O kapıda olduğu vakit kendini içerde görür, içerde iken de kendini yine içerde bulurdu. Ama başkalarında bu cihet zayıf idi; o mana, onlarda eksik kalıyordu. Ben ve Mevlânâ, her ne kadar iş zamanında kasıtlı olmayarak ibadet vaktini geciktirmekteyiz. Buna razı değiliz. Bunları gizlice kaza ediyoruz. Hele Cuma günleri Namaza gitmesem gönlüm daralır. Niçin onun manasını bu mana ile birleştiremedim diye üzülürüm. Burada gerçekten bir üzüntü olmasa bile yine üzülüyorum.”[]

Cuma namazlarını bile kaçıracak kadar Mevlânâ’yla derin sohbetlere dalan Şems, onu Hz. Muhammed’le (s.) özdeşleştirir. Mevlânâ’yla vuslatının mutluluğunu kelimelerle anlatmakta zorlanır:

“Ant olsun ki, senin yüzünü görmek bizim için mutluluktur. Hz. Muhammed’i (s.) görmek dileyen kolayca gitsin Mevlânâ’yı görsün. Rüzgârla dalgalanan çimenler gibi kendini zorlamadan onun önünde eğilsin. Bunun aksine davranmak isteyen de dilediği gibi yaşar.

Mevlânâ’yı bulan ne mutludur! Ben kimim? Ben bir kere buldum, ben de mutluyum. Eğer inancında kuşkun varsa, o, en kestirme yoldan kuşkularını giderir. Biz şüphemizden dolayı bunu istiyoruz ki, bir zaman ondan hoşlanasın; bir zaman da sana soğukluk gelsin. Bu bir iş hesabı değildir, dostluk hesabı da değildir. Bu yol o tarafa giden kestirme yoldur. Mevlânâ’ya karşı günün hayırla geçsin, gecen saadetleri demenin manası nedir?”[]

Hz. Peygamber’le özdeşleştirdiği kadar olmasa da Şems’teki Mevlânâ aşkı, öyle bir dereceye varır ki, onu “ehl-i beyti”inden daha yakın görür:

“Ben Murad yani istenilen kişi. Mevlânâ ise Murad’ın Murad’ı olmuştur.

Bana, ne babam, ne anam, onun gösterdiği ilgiyi göstermiştir. O benim sözlerimi en hoş bir şekilde söyler. O, benim kendisine yapmadığım iyilikleri bana yapmıştır.

Mevlânâ askıdaki işlerden konuşur, yağmurdan çamurdan söz açar. Ben namazı bitirdiğim zaman defterini yere vurur kimse okumasın diye bir şey yazmaz.”[]

Nihayetinde Şems, dostluk ve muhabbetin nirengi noktasına ulaşmanın dayanılmaz hazzından dem vurur. Zevk de acı da hüzün de ortaktır. Sıkıntı ve cefa da müşterektir:

“Eğer iki dostu, birbirinin yanında yahut karşı karşıya oturmuş konuşuyorlarsa o muhabbetin tadı ile, onları uzaktan seyretmenin tadı bir olur mu? Ama o uzaklık, eğer sende gönül sefası var da arada engel olmuyorsa, onun zevkine göre yakınlık zevki nerede kalır? Bir kimse ki, uzaktan huzurda olursa, yakından nasıl olur? Falan yere gidelim derler ona. ‘Hele bir sor’ der, ‘Şemseddin orada mıdır? Eğer yoksa şimdilik işim var…’[];“Beni inciten her şey gerçekten Mevlânâ’nın da gönlünü kırar.”[]

Dostluğun bu kadar içten ve candan olanını çekemeyen ve kıskananlar elbette olacaktır. Müridler ve Konya halkı darılmaya, başa kakmaya ve kıskanmaya başladılar. Kendi işiyle ilgilenen Mevlânâ, öğütlerden sevgi bağını kuvvetlendiriyordu. Şems’e olan bağlılığını ve muhabbetini hiç kimse veya topluluk için feda edecek de değildir:

“O kadar ki Celâleddin Karatay ‘kendi medresesini tamamlamış, büyük bir toplantı olmuştu. O Ulu bilginler arasında sedir neresidir diye bir konu görüşülüyordu. O günlerde Şems Konya’ya yeni gelmişti. Ahalinin arasında alt başta oturmuştu. İttifatla Mevlânâ’dan sordular ki, sedir nereye derler? Buyurdu ki, Âlimlerin sediri sofanın ortasıdır. Âriflerin sediri evin köşesidir; Sofilerin sediri, sofanın kenarındadır. Âşıkların mezhebinde sedir, dostun yanıdır. Derhal ayağa kalktı, Şems’in yanına oturdu. Derler ki hemen  o gündü ki Şemseddin, halkla Konya uluları arasında meşhur oldu.’ Dostların darılması, Mevlânâ’nın aşk ateşini yelpazeliyor, onun kendini kaybedercesine coşkunluğu onların kakınçta bulunmalarını, kıskançlarını artırıyor, Şems’e olan düşmanlık, kin sınırları aşmış, halkı ayaklandırmıştı.”[]

Mevlânâ Şems’i canından bile çok sever, onun odasına çakılan bir çiviye bile rıza göstermez. Şems’in odasına çakılan çivi, adeta onun bedenine saplanır:

“Bir gün birisi Mevlânâ’ya ben seni seviyorum, diğerlerini de senin için seviyorum demiş. Mevlânâ ona: ‘Eğer bu diğerlerinden maksadın Şems ise bu iyi. Ama eğer beni onun için seversen bu daha iyi, sevgiliden başkası sevgiliye uyuluş için sevilir’ cevabını vermiştir. Mevlânâ’nın Şems’i nasıl  bir sevgi ile sevdiğini şu hikayeden dinleyebiliriz. Birisi bir gün Mevlânâ’nın medresesinde Şems’in hücresinde bir çivi çakıyormuş, Mevlânâ ‘bizim bu medrese velilerin durağıdır. Bu hücre ise, Şems’in hücresidir, buraya çivi çakmaktan korkmuyorlar mı? Bana sanki bu çiviyi ciğerime saplıyorlarmış gibi geliyor’ demiştir.[]

Şems Mevlânâ’yla sanki iş bölümü yapar. Hem kendisinin hem de Sevgili Dost’unun ince ve değerli işle ilgili görevlerini ayırır:

“Bu gün mânâ denizin dalgıcı ( o mânâ denizinden inci çıkaran) Mevlânâ’dır. Ben ise tacirim. Yani o incileri alıcıyım, onların kıymetini ancak ben bilirim demek istiyor.”[]

Aynı mesleğin farklı alanlarında vazife yapan Şems-i Tebrizî, Mevlânâ’yı her gördüğünde, yenilendiğini ve yeniden doğduğunu anlatmaktan büyük bir zevk ve haz duyar:

 “Onun halinden, davranışlarından bana –dün görmediğim ve farkına varmadığım- her gün yepyeni bir şey malum olmadadır. Sizler Mevlânâ’yı şu gördüğünüzden daha iyi anlamaya ve görmeye çalışın ki, sonunda şaşkına dönmeyesiniz ve onun ancak güzel yüzü ve güzel sözleriyle takılıp kalmayasınız. Onda bunun  üstünde ve ötesinde daha iyi bir şeyler arayınız.”[]

Mevlânâ’yı övmekten bıkmayan Şems, alçak gönüllüğünü ve mütavaziliğini terk eder. O artık sırlar içinde bir sırdır. Vardığı nokta, adeta Hz. Muhammed’in (s.) miraçtaki beşerîyetle ötelerin ötesi alemin sınırı olan “Sidretü’l-Münteha”dır. Artık, ona hiçbir veli, ermiş ulaşamaz:

Şems Mevlânâ’ya: ‘Sen eğer bâtına bağlı isen, ben bâtının bâtınıyım, iyi dinle! Sırların sırrı, nurların nuruyum… Evliya benim sırrıma eremezler…aşk bile benim yolumda bir perde ve engeldir. Yaşayan aşk benim katımda ölüdür.’”[]

Doğruluk, dürüstlük ve mertlik numunesi olan Şems bile, bu vasıflarını muhafaza hususunda saldırılardan çekindiğinin belirtilerini gösterir:

“İçimden bir çok büyükleri severim. Onlara karşı muhabbetim vardır, ama açığa vurmam…Bir muhabbet vardır ki asla soğumaz, fakat bu dostluğun değerini kimse bilmez ve takdir etmez. Halbuki benim Mevlânâ’ya açıkladığım sevgi arttı ve eksilmedi, doğrusunu söyleyemiyorum. Ben doğruluğa başladıktan sonra beni dışarı attılar. Eğer tam doğruluk gösterecek olsaydım beni bir hamlede bütün şehirlerden sürer, kapı dışarı ederlerdi”.[]

Mevlânâ’yı haznesi dolu ve yanmaya hazırlanmış bir lamba gibi düşünenler, Şems’in konumu da  bir kibritin yaptığı işle karşılaştırırlar. Asıl yanan ve yandıkça nurlanan Mevlânâ idi. Onu uyandırmak ve etrafını aydınlatır hale dönüştürmek için bir kibrit gerekmekteydi ki, bunu da Şems başarmıştı. Başka bir ifadeyle: “Tebrizli Şems, Mevlânâ’yı ateşlemiş, fakat öyle bir infilâk karşısında kalmıştı ki onun alevleri içinde kendisi de yanmıştı”.[]

Onun için Şems’e göre “Dostluk, Mevlânâ’yı gördükten sonra nefsini öldürmektir. Tâ ki onu bir daha bulamadık öldü desinler.”[]

Mevlânâ’yı daha iyi anlamak için Şems-i Tebrizî’nin onun yanındaki mevkisini tespit etmemiz gerekir.[] Mevlânâ, her ne kadar kelimelerin onu yeterince anlatamayacağının farkındaysa da, kendisini Şems’in imajıyla özdeşleştirmeye çalıştığı beyitler Şems’in kimlik ve şahsiyeti de kendiliğinden ortaya çıkmaktadır.[]

Her ne kadar Şems, evrensel insanı ve belki de Allah imajını simgeliyorsa da, Mevlânâ kendisini ödünç alınmış bir imajla kısıtlamıyordu. Mevlânâ ona dayandı, onunla bir oldu, birlik evrenine daldı ve sonunda evrensel benliği elde etti. Onun benlik özelliklerini içselleştirip onunla bir oldu ve huzura kavuştu.[]

İç dünyadaki birliğin ateşi, zahirî dünyaya yansıdı. Bitmek bilmeyen, sonsuz, sınırsız ve kesintisiz sohbetler, Mevlânâ ve çevresinin dış görüntülerini değiştirdi. Artık “semâ usulünde, fereci giymede ve sarık sarmada ona uydular.”[]

Değişim ve tekâmül devam eder. “Eskiden beri hiçbir kimseye ricada, niyazda bulunmayan Mevlânâ, Şems’i gördüğü gün, ona niyaz ederek onunla birlikte halvete oturdu. Öylecesine ki gönlünü dostunun hayalinden başkasına; evinin kapısını da tanıdıklarına tanımadıklarına kapadı. Mihrap ile Minberi istiğna ateşine vurdu. Öğretim kürsüsünü, vaaz minberini terk etti, aşk üstadının huzurunda diz çöktü. Bütün üstatlığına rağmen yeni öğrenci oldu.”[]

Şems’le Mevlânâ’yı karşılaştırdığımızda benzerliklerin ortaya çıkışını engelleyemeyiz. Şöyle ki; Şems’e göre hakikate varmak, ancak sünnete tabi olmak, gösterişten uzak, hal ehli olarak, söz ve eylem birliği içinde, ilâhî aşkla gerçekleşir. Şems de Mevlânâ gibi Hz. Peygamber (s.) âşığıdır. Mevlânâ, “Ben Muhammed-i Muhtarın yolunun toprağıyım” dediği gibi Şems de, “Mustafa’nın (s.) en küçük ve ehemmiyetsiz gibi görünen bir hadisini Kuşeyrî Risalesi ve onun gibi en önemli kitaplara değişmem, Peygamber’in hadisleri karşısında, onların hepsi de tatsız ve zevksizdir” diyor. Meşrep ve usul bakımından farklılaşmalar söz konusu olabilir. Mesela, Mevlânâ temkinlidir, belki  biraz da resmidir; Şems, coşkun, heyecanlı ve kural tanımazdır. Fakat, şu da bir gerçek ki, Şems olmasaydı,  Mevlânâ belki de bir medrese hocası olacak dar bir coğrafyada tanınıp bilinecekti. Belki Feridüddin-i Attar’ın Mantıku’t-Tayr’ı gibi Mesnevi hikayeleri ortaya çıkacaktı; fakat, coşkun ve taşkın şiirler ve gazelleri okuyamayacaktık. Divân-ı Kebir’i görmemiz hayal olacaktı. Diğer taraftan eğer Mevlânâ, Şems’le görüşmeseydi, kimse de onun varlığından haberdar olmayacaktı. Onlar mana yönünden görünmeyen alemde bütünü meydana getirdiler. []

Eğer insanlar Mevlânâ ile Şems gibi birbirlerinde bulunanı, birbirlerinin hakikatini görebilselerdi, eksik ve zaaflarını tabii karşılasalardı cenneti yeryüzünde yaşarlardı. Mevlânâ, “Şu dünyada gördüğümüz tenlerimiz, vücutlarımız, bizim gölgelerimizdir. Biz aslında bu gölgelerin ötesinde yaşıyoruz” diye seslenmektedir. İşte, Mevlânâ ile Şems, birbirlerinin maddî varlıklarının ötesinde bulunanı müşahede ettiler ve ona muhabbet ve aşk duydular.[] Baba Kemâl-i Hucendî’nin söylediği gibi:

“Hak âşıkları, erenler gittiler, aşk şehri boş kaldı diye düşünme! Dünya Şems-i Tebrizî’yle doludur ama, Mevlânâ gibi bir er nerede ki onlardaki hakikati görsün.”[]

Şems ile muhabbetinin başlangıç evresinde görüşüp kaynaştığında, Mevlânâ, zâhirin altında, her velinin, evrensel insanın ve peygamberin keşfettiği okyanusun varlığını sezdi.[]

Bu aşamada eski, Şems-i Tebrizî’de tükenmiş, bitmişti. Şems bu haberle doğudan gelmişti, bu haberi getirmişti. Yeni olan ise, Mevlânâ’yla başlıyordu.

Hangi “Yeni”?  Elbette “Eski”ye sonsuz sevgisi, saygısı ve bağlılığı olan “Yeni”.

“İki denizin birbirine karışmamak üzere kavuştukları yer” ayeti bu iki ruhun, bu iki dostun kavuşmasına da bir işaret kabul edildi. İki coşku bir noktada buluştu. Başta açık açık taşınacak şarap testisi, bu coşkuya işaretti, remizdi. Mü’min ruhlar bu coşkuya özlem çekiyorlardı. Kibrit çakılmış, iki kutup bir araya gelmiş oldu. Şems-i Tebrizî şiddet kutbuydu. Mevlânâ yumuşaklık kutbu. Biri hakikatin gazabı, kılıcı, öbürü merhameti, rahmeti, şefkati. Ses ve öfke, kılıç ve güzellik, korku ve muştu; yalvarış, yakarış, titreyiş, sevgi, güzellik… Derece derece, ruhun morötesi ışınlarından yedi renge, oradan kızılötesi ışınlarına kadar bütün hallerin yaşantısı ve hallerden yerine oturma üstünlüğüne, makamlara geçiş. Renklerden renklere girişten (telvinden) bütün renklerin birleşip kaynaştığı büyük senteze geçiş, temkine varış”.[]

Şems-i Tebrizî Mevlânâ’ya “salt akl”ın, rasyonalizmin dar cenderesinden azad olmanın formülünü öğretti. Çünkü onun gönül ve zihin evreninde aklın sınırları bellidir, arkası, sonu cennettir. Gönlün sınırları ise, ölçülüp tespit edilemez/belirlenemez. Söz ve rakamların bittiği yer, fenafillahtır, yani Allah’a kavuşmak ve hakkın zat ve sıfatında erimektir, yanmaktır.[]

Şems-i Tebrizî Mevlânâ ile sohbet ve halvet anlarında mânâ aleminin gizli odalarını gösterdi. Mevlânâ, Şems’siz dönemindeki halini, “hamdım” sözleriyle özetler. Şems ile “pişme” evresine geçer.[]

Şems’den sonra bütün vaktini şiire ve semaya ayıran Mevlânâ,  Kendini Şems-i Tebrizî ile özdeşleştirerek onun ismini kendine lakap olarak seçip kullanır. Mevlânâ, taşkın bir aşk, anlatılmaz bir ilahî ilhamla yazdığı eserlerini Divan-ı Şemsi’l-Hakâyık ismiyle süsledi. Mevlânâ için tasavvuf belirli eylem ve kurallar çerçevesini aşan bir alandı. Önemli olan onu duymak, hissetmek ve yaşamaktı. Bu anlamda Divan-ı Şemsi’l-Hakâyık’ı, Mevlânâ’nın ruhunu bütün samimiyeti, derinliği ve saydamlığı ile ortaya koyan ilahî bir lirizm gibi görmek gerekir. Rumî’nin şiirlerine sinen ve onlarda akseden Yeni Eflatuncu karakterleri zaman zaman görmek mümkündür.[]

Mevlânâ’nın Gönlünde Şems’e Duyulan Muhabbet

Mevlânâ, Şems’e olan muhabbet ve bağımlılığını onun ismiyle “güneş” arasındaki söz benzeşmesinden hareketle dillendirir:

Güneşin vücuduna delil, yine güneştir. Sana delil lazımsa güneşten yüz çevirme.

Gerçi gölge de güneşin varlığından bir nişan verir, fakat asıl güneş her an can nuru bahşeyler.

Gölge sana gece masalı gibi uyku getirir. Ama güneş doğuruverince ay yarılır (nuru görünmez olur.)

Zaten cihanda güneş gibi misli bulunmaz bir şey yoktur. Baki olan can güneşi öyle bir güneştir ki, asla gurup etmez.

Güneş, gerçi dışarıda tektir, fakat onun mislini tasvir etmek mümkündür.

Ama kendisinden esir var olan güneş, öyle bir güneştir ki, ona zihinde de, dışarda da benzer olamaz.

Nerde tasavvurda onun sığacağı bir yer ki misli tasvir edilebilsin!

Şemseddin’in sözü gelince dördüncü kat göğün güneşi başını çekti, gizlendi.

Onun adı anılınca ihsanlarından bir remzi anlatmak vacip oldu.

Can, şu anda eteğimi çekiyor. Yusuf’un gömleğinden tekrar bir hali söyle, anlat.

“Yıllarca süren sohbet hakkı için o güzel hallerden tekrar bir hali söyle, anlat.

Ki yer, gök gülsün, sevinsin. Akıl, ruh ve göz de yüz derece daha fazla sevince, neşeye dalsın” (diyor).

“Beni külfete sokma, çünkü ben şimdi yokluktayım. Zihnim durakladı, onu övmekten acizim.

Ayık olmayan kişinin her söylediği söz –dilerse tekellüfe düşsün, dilerse haddinden fazla zarafet satmaya kalkışsın- yaraşır söz değildir.

Eşi bulunmayan o sevgilinin vasfına dair ne söyleyeyim ki bir damarım bile ayık değil!

Bu ayrılığın, bu ciğer kanının şerhini şimdi geç, başka bir zamana kadar bunu bırak!”

(Can) dedi ki: “Beni doyur, çünkü ben açım. Çabuk ol çünkü vakit keskin bir kılıçtır.

Ey yoldaş, ey arkadaş! Sûfî, vakit oğludur (bulunduğu vaktin iktizasına göre iş görür) “Yarın” demek yol şartlarından değildir.

Sen yoksa sûfî bir er değil misin? Vara, veresiyeden yokluk gelir.”

Ona dedim ki: “Sevgilinin sırlarını gizli kapalı geçmek daha hoştur. Sen, artık hikayelere kulak ver işi onlardan anla!

Dilberlere ait sırların, başkalarına ait sözler içinde söylenmesi daha hoştur.”

O, “Bunu apaçık söyle ki dini açık olarak anmak, gizli anmaktan iyidir.

Perdeyi kaldır ve açıkça söyle ki ben, güzelle gömlekli olarak yatmam” dedi.

Dedim ki: “O apaçık soyunur, çırçıplak bir hale gelirse ne sen kalırsın, ne kucağın kalır, ne belin!

İste ama, derecesine güneş, bir parçacık yaklaştı mı, her şey yandı gitti!

Fitneyi, kargaşalığı ve kan dökücülüğü araştırma, Şems-i Tebrizî’den bundan fazla bahsetme.[]

Yukarda kendisinden alıntılar yaptığımız Mesnevî aslında kaybolan ve hasret çekilen Şems-i Tebrizî’nin methiyesi için düşünülmüş evrensel bir eserdi.[]

Şems hasretidir ki Rûmî’yi yakmış ve onu şairlerin şairi yapmıştır. “Hakikat Güneşi” Şems’i boş yere ülke dışında arayan Rûmî, sonunda onunla vuslata erdiğini ve Sultan Veled’in ifadeleriyle, “Onu kendi içinde ay gibi parlarken bulduğunu” keşfetmiştir. Bu tecrübenin doğurduğu gazeller, tam özdeşleşme duygusuyla kaleme alınır; kendi ismini kullanmak yerine, içtenlikleri bakımından asla aşılamamış olan dizelerde aşkını, özlemini, mutluluğunu ve umutsuzluğunu terennüm ettiği şiirlerin çoğunun sonunda mahlas olarak dostunun ismini layık olmuştur. Bu yaşadığı tecrübe, Mesnevî’nin iyi bilinen bir bölümünde şöyle seslendirir:[]

Birisi, bir dostunun kapısına gelip kapıyı çaldı. Dostu “Kapıyı çalan kim?” deyince.

“Benim” diye cevap verdi. Dostu “Git, şimdi zamanı değil. Böyle bir sofra, ham kişinin makamı olamaz.

Hamı, ayrılık ateşinden başka ne pişirebilir, nifaktan ne kurtarabilir?” dedi.

Adamcağız gitti, tam bir yıl dostunun ayrılığıyla yanıp yakıldı.

Yanıp pişerek tekrar döndü, geldi. Dostunun evinin etrafında dolaşmaya başladı.

Kapıya varıp ağzından edepten dışarı bir söz çıkmasın diye yüzlerce korku ile edepli edepli halkayı çaldı.

Sevgilisi “Kim o?” deyince “Gönlünü alan sevgili sensin” diye cevap verdi.

Sevgili “Madem ki bensin, ey ben, gel içeri gir! Ev dar, iki kişi sığmıyor dedi.[]

Dar eve sığmayan iki güzel gönül adamından biri diyor ki: “Zahir uleması Hz. Rasûl’ün sözlerine vakıftırlar. Şems, Hz. Rasûl’ün esrarına vakıftır. Ben ise, Hz. Rasûl’ün envarına mazhar olmuşum.”[]“Şems’in erdiği bu makam ve dereceler, taat ve riyazattan dolayı olmayıp, ezelden Hak vergisi idi.”[]

Mevlânâ övücü ve iltifatkâr sözleriyle Şems’in makamını hatırlatır:

“Bir kimse, sultan-ı mahbûbin  Mevlânâ Şemseddin Tebrizî hazretlerinin huzurunda ‘Ben delil-i katı ile Hakk’ın mevcudiyetini ispat ederim’ dedi. Ertesi sabah, Mevlânâ Şemsedin hazretleri buyurdular ki: ‘Dün gece melâike gelmişlerdi ve o adam hakkında: Elhamdülillah bizim Hudâ’mızı sabit kıldı, ona Allah ömürler versin; âlemiyân hakkında taksir etmedi’ diye dua ettiler. Ey âdemcik, Hak sâbittir, O’nun delil nesine lazım? Eğer bir iş görmek / ister isen, O’nun huzurunda kendine bir mertebe ve makam ispat eyle! Ve yoksa O, senin delilin olmaksızın sabittir. Nitekim işaret buyrulur: ‘Mahlûkattan hiçbir şey yoktur, illa Allah Teâlâ’ya hamd ile tesbih ederler.’”[]

Hüdavendigar Mevlânâ, Şems’i bir an için dahi olsa kaybetmeye veya gözünün önünden gitmesine katlanamaz. Kısa aralıklarla kaybettiği sevgilisini bulduğunda ise, sevgilisi artık Yüce Sevgilisi’yle baş başadır:

Her ne kadar haset eden kişi incinirse de, sen o büyük varlığın (Tebrizli Şems’in) vasıflarından bahset. Onun üstünlüğünü çekinmeden anlat. Zaten şu gök kubbesinin altında öteden beri haset etme huyu azalmamıştır.

Ben dün gece yarısı kalktım, baktım ki, “gönül” yok! “Ne oldu; nereye gitti?” diye onu evin her tarafında aradım, fakat bulamadım.

Sonra kende evimden çıktım. Onu ev ev aramaya başladım. Nihayet zavallıyı bir yerde buldum. Orada “Ya Rabbi! Ya Rabbi!” diyerek secdeye kapanmıştı.

Bakayım, kime kavuşmak istiyor, kime yalvarıyor diye onun yalvarışına kulak verdim. Ağlarken şunları söylediğimi duydum.

Gizli şeyler de senin önünde, aşikar olan şeyler de senin önünde. Sen her şeyi bildiğin gibi, elbette bunların her ikisini de bilirsin. Benim gizli olan şeyim, şu içimdeki “sevgi ateşi”; açık olan şey de âh edişim, yalvarışım, yakarışımdır.

Gönül, o padişahın eserlerini, vasıflarını sayıp duruyordu da, adını söylemiyordu. O, gecenin karanlığında herkes uykudayken yalvarıp yakarmaya dalmıştı.

O, arada dudak ucuyla gizlice diyordu ki: “Adını söylemedim ama, o ad, öd ağacından daha güzel kokar, kokusu her tarafa yayılır.”

Gönül diyordu ki: “Ey seven, sevilen Rabbim! Belki, bir insan bulunur da gece yarısı benim bu sözlerime kulak verir diye korkuyorum, ürküyorum.

Birisi onun adını duyar da ona gerçekten saygıyı göstermez diye ödüm kopuyor. O güzel ada hürmetsizlik bana çok ağır gelir.

Başka birisi adını işitir de, ona sevgi ve saygı gösterirse, bu defa kıskançlık beni yakar, yandırır.” Böylece, gece yarısı yalvarıp duran gönül şaşırmış, ne yapacağını bilemez hale gelmişti.

Derken gönüle hatiften, ötelerden bir ses geldi. “Sevdiğinin adını an, ey inatçı şaşkın, korkma, adını an, gam yeme; kimseden çekinme!”

Onun adı, senin canının muradına anahtardır. Çabuk, onun adını an! An da hemen sana kapıyı açsın!”

Gönül, haset korkusundan onun adını anamıyordu. Kapı da kapalı kaldı. Seher vaktine kadar bu hal devam etti. Derken ansızın gündüz oldu. Güneş doğdu, yüzünü gösterdi.

Hâtifin binlerce defa yalvarışı üzerine gönül, ancak “Tebriz” diyebildi. Aklı başından gitti, varlığından oldu.

Kendinden geçince de o, efendiler efendisi Şemseddin’in, o cömertlik denizinin adı, gönlün yüzüne nakşoldu.[]

Efendiler efendisi Şems, Mevlânâ’nın dilinden söylendiği gibi, her derde deva olarak yükseliş ve inişler yaşar:

Benim Pîrim, benim müridim, benim derdim, benim dermanım;

Bu sözü apaçık söylüyorum, benim Şems’im, benim sahibimdir.[]

Yine Mevlânâ Şems’e olan saygı, hayranlık ve hürmetini zirveye taşır ve der ki: “Ah Ne Olurdu Ben Şems-i Tebrizî’nin Kapısında Bir Aşk Tercümânı Olsaydım”

Ben tamamıyla can gibi olmasaydım, sana yüzümü gösterirdim. Benim bir belirtim, bir nişanım olsaydı, belirtimi sana gösterirdim.

Ey Allah’ım senin lütfün beni bırakmıyor, yoksa senin sevdana kapılırdım da, zamanı hesaba katmadan, sonsuza kadar seninle kalabilmem için, bütün zamanları sinek gibi kovar dururdum.

Can, gül fidanı aşkına kapıldı da; “Aşkın sırlarını açığa vurmaktan korkmasam, susam gibi baştan başa dil olurdum” diye söylendi.

Halk bana “Sen akıllı bir kişisin” diyor. “Bir an için kendine gel, bu sevdadan vazgeç!” Onlara dedim ki: “Evet, her ne kadar akıllı idiysem de, şimdi böyle aşk delisi oldum.”

Geceleri ay gittiği zaman, hoş ışıklar saçan gümüş kaftanı sana layık bir kaftan olsaydı, elimi uzatır, onun kemerinden tutardım, çeker sana getirirdim.

Senin aşkının havasının dalgası, beni bir an için bıraksaydı, ateşler haline gelirdim de, âşıkların aşkını artırma çaresi arardım. Onları yakar, yandırırdım.

Kıskançlık oku ile korkutup zamanenin gözünü yumdurmasaydı, o zaman apaçık görürdü ki; ben onun elinde bir yaydan başka bir şey değilim.

Bu söz ancak Tebrizli Şemseddin’e bir işarettir. Ah ne olurdu ben onun kapısından bir aşk tercümanı olsaydım.[]

İki Mürşit/İki Mürit: Tek Ruhta İki Beden

Sufî meclislerinde yapılan gereksiz tartışmalardan biri, Şems mi Mevlânâ’yı yetiştirdi. Mevlânâ mı Şems’e mürid oldu sorusunun cevabı hususudur. Gereksiz dememizin sebebi, yukarıda Mevlânâ’nın Şems’le ilgili sözlerinde gizlidir. Tabii ki, Şems’in de onunla ilgili sözlerini de unutmamak lazımdır.

Gerçekte Mevlânâ’nın istikameti, şeyhlik ve dervişlik, müritlik ve muratlık değil, aşktır. Bu süreçte mürit ve murat, şeyh ve derviş, âşık ve mâşuktur. Fakat aşkta fâni olan bu âşık, mâşuk libasına bürünür, mâşuksa âşık görünür. Çelebi Hüsameddin’i, Mevlânâ’nın müridi iken Mevlânâ, Mesnevî’de onu öyle över ki insan, Hüsameddin Mevlânâ’nın üstadı zanneder. Şu halde Mevlânâ ile Şems arasındaki tefeyyüz, karşılıklıdır[] ve birbirini tamamlayıcıdır.

Birbirlerindeki hakikatleri gören ve dostlukları kelimelere sığmayan bu iki büyük veliden hangisi, hangisine mürşit oldu? Hangisi, hangisinden üstündür, faziletlidir, büyüktür? İlâhî aşkta fâni olan velilerin erdem ve fazilet karşılaştırması gereksiz ve sonuçsuz bir çabadır. Bütün kirliliklerden soyutlanmış, ihtiraslarını kontrol etmiş, Hakk’ın tecelligahına ulaşmış, birlik denizinde yok olmuş yüce kimlikleri[] derecelendirmek şaşkınlıktır. Ama yine anlamayanlar için iş sıkıntılıdır. Duygularını ifade edemeyenin halk tercümanını bulmasıdır, bu vasıtasız ilişki.

Mevlânâ, acı çekerek Şam’da Şems’i ararken, Mevlânâ’nın ilim, irfan ve aşkına gıpta ile bakıp şaşkınlık geçiren Şam’ın arifleri, “Nasıl oluyor da bir mürşit, mürşit arıyor” diye sormaktan kendilerini alamamışlar. Mevlânâ, Şems’i aradığı gibi, Şems de evveliyatta Mevlânâ’yı bulmak için çok gezmişti. Mevlânâ’yı bulunca, “Memleketimden çıkalı Mevlânâ’dan başka bir şey görmedim. Ben aradığımı, Hüdavendigarım’da (Mevlânâ) buldum” demişti. Bunların birbirlerinde buldukları fakat başkalarının bulamadıkları şey neydi? Karşılıklı olarak buldukları en önemli zenginlik, zahirî dünyada bulunmayan aynaydı. Bunlar, şeyhlik, mürşitlik, halifelik, müritlik makamlarının daha ötelerini aşarak birbirine ayna oldular. Onun için birisini ötekinin mürşidi kabul etmek boş, yersiz ve anlamsız bir düşüncedir.[]

Tasavvuf çevrelerince, özellikle de Mevlevî dergahı bağlılarınca seslendirilen ifadeyle Şems-i Tebrizî Mevlânâ’nın sohbet şeyhidir. []Her ne kadar Mevlânâ, başlangıçta Şems’e karşı bir derviş gibi davranmışsa da aralarındaki ilişki, bir dervişle şeyh arasındaki yahut bir şakirtle üstat arasındaki ilişkiyi akla getirmez. Bu bağlantı, iki dostun zaman zaman rollerini değiştirdikleri bir muhabbet şeklinde tezahür eder.

Bundan dolayı Şems, Mevlânâ için şu sözleri söylemekten çekinmez: “Allah’a yemin ederim ki, Allah’ın Peygamberi Muhammed’den sonra Mevlânâ gibi güzel söz söyleyen hiç kimse dünyaya gelmemiştir. Mevlânâ’yı tanımaktan âcizim. Bana onun halinden ve fiilinden her gün, bir gün önce bende bulunmayan bir feyz açılıyor. Onun güzel yüzüyle ve sözleriyle kanaât etmeyiniz. Onda, bu güzelliklerin de üstünde daha yüksek ve daha derin bir şey arayınız.”[]

Kendisine peygamberimizden sonra en çok değer verdiğini söylediği Şems-i Tebrizî, bazen de bu rolünü terk edip başka safhaya geçer: “Rumî’nin manevî üstadı olmuştur ve yine, onun için, İlâhî  isim ve sıfatların en mükemmel tezahürü, insan-ı kâmil’in kusursuz bir örneği olmuştur. Özellikle, manevî üstadın rolü ve üstâd ile öğrencisi arasındaki ilişkiler hakkında en güzel ve en derin Farsça mısralar içermektedir. Şems-i Tebrizî ismi bile, bizatihî çok semboliktir. Rumî, aynı anda hem üstâda hem de bizzat İlâhî Hakikat’e atıfta bulunuyor gibi gözüken, böylece de pek çok vesileyle üstâd ile Allah arasındaki içsel birliğe imada bulunan mısralarda, bu ismin simgeselliğini sık sık kullanır.”[]

Yüksek irfan sahibi Şems, sık sık gördüğü bir rüyanın ve manevî bir ilhamın şevkiyle gönlünde doğan gaybî ve ezelî bir tanışma içinde, Mevlânâ’ya muhabbet duyarak aşık oldu. Bu karşılıksız kalmadı, Mevlânâ da ona âşık oldu. “Çünkü maşuk, aynı zamanda âşık; âşık, aynı zamanda maşuktur.” Bu, Kur’ân’ın tebliğiyle sabittir. Kur’ân diyor ki: “Allah onları sever, onlar da Allah’ı severler”(Maide, 54)

“İlk önce Allah âşık oluyor, iyi kullar maşuk oluyorlar. Sonra iyi kullar âşık oluyorlar. Allah maşuk oluyor.”

Mevlânâ, Mesnevi’nin birinci cildinde diyor ki:

Güzeller, âşıkları canla başla severler. Bütün maşuklar, âşıklara avlanmışlardır.

Ancak zahirî ilimlerde üstad olan Mevlânâ’nın da bulunduğu konum boş değildi. Şems ile görüştüğünde, o kutbiyet makamında bir mürşitti. Hatta Seyyid Burhanüddin, Mevlânâ’yı kendinden büyük görerek yerini ona terketmiş ve kendisi de irşad için Kayseri’ye yerleşmişti.[]

Anlaşılan ve ortaya çıkan odur ki,  Mevlânâ’yı Şems irşada gelmedi. Çünkü Şems, Makalât’ında:

“Ya Rabbi! Beni Velilerinle buluştur, sohbet ettir, diye Hakk’a ettiğim niyaz üzerine rüyamda Hak tarafından müjdelendiğim Veli Mevlânâ’dır” diyor.

Mevlânâ ile Şems arasındaki yakınlık “Merec-el Bahreyn” iki denizin birleşmesi ve suların birbirine karışmasıydı. Nitekim Mevlânâ, Mesnevi’nin birinci cildinde ile bunu şöyle seslendirir:

Her ikisi de yüzme öğrenmiş birbirini tanımış tek bir denizdi. Her ikisi de dikilmeksizin bir birine dikilmiş, birleşmiş candı.[]

Şems, Sultan Veled ve bazı Tezkere sahiplerinin kabul ettiği gibi Musa’ya benzer bir er olan Mevlânâ’ya Hızırlık etmiş, onu âşıklıktan mâşukluk mertebesine yükseltmiştir. Şems’le buluşması gerçekleşmeseydi, Mevlânâ, Mevlânâ olmayacak, sıradan bir şeyh ve sûfî olarak kalacaktı. Bunun gibi Mevlânâ Şems’le görüşmeseydi Şems’in ismini kimse bilmeyecekti, belki sufîler arasında bile tanıyan çıkmayacaktı. Kabul edilmelidir ki, bu coşkunluğa hazır olan Mevlânâ, silinmiş, arınmış, zeytinyağı konmuş, fitili yapılıp düzeltilmiş bir kandil konumundaydı. Bu kandilin yanması için bir ateş, bir kıvılcım aranıyordu ki, Şems, bu işe talip oldu. Fakat o enerjisi bitmeyen, ışığı o kadar yoğundu ki Şems’i bile göstermeyecek kadar kuvvetli olan kandil alev alınca Şems de ona bir pervane kesildi, canını verip onun ışığına karıştı. Şems, Mevlânâ’ya bir ayna oldu. Mevlânâ ise, Şems’te bütün varlık âlemini kaplayan hakikati, kendini görüyor, kendine âşık oluyor, kendini övüyor, yani aslında Şems-i Tebrizî bir bahane idi.[] Bu safha, maddenin ve görünen alemin ötesinde, Varlık’ta bir olmanın ve onda yok olmanın doruk noktasıdır.

Bu bahane sayesinde  hayat seyri ve dünya görüşü yeni bir rotaya giren Rumî’de Mesnevî gibi bir çok dünya diline çevrilen evrensel ölçekte bir eser doğmuştur. Tasavvufa ilgisi muhakkak olmakla birlikte yine de sıradan bir din adamı olarak yaşayan Celâleddin, Şems’le tanıştıktan sonra benlik denizini sınırlayan kıyıları yerle bir etmiş ve çağlara sığmayan bir aşk ve iman okyanusuna dönüşmüştür.[]

Şu halde Mevlânâ’yı bu derece “çıldırtan” ve coşturan Şems, niçin onu halktan ve medreseden, hatta babasından öğütlü olarak okuduğu kitaplardan çekip almak, koparmak istiyor?

Şems’in amacı, Mevlânâ’nın bütün fikir ve nazarlarını kalbinin merkezinde yoğunlaştırmak ve böylece onun hakikatine berrak bir ayna olup eşsiz kemalini, kendinden kendine müşahede ettirip farkına vardırmaktı. Halvet anlarında, ikisi de ilâhî bir istiğrak içinde rûhanî bir zevkin şarabıyla kendilerinden geçiyorlardı. İşte o zaman Şems, Mevlânâ’da bütün feyzi parlaklığıyla, bütün güzelliklerinin şaşaâsıyla Hazreti Muhammed’i gördü. Mevlânâ da kendindeki hakikate ayna olan Şems’de kendi eşsiz güzelliğini müşahede ederek aşık oldu ve başka alemlere geçti. Ve Şems’in dayanacak hali kalmamıştır:

Bu gördüğün güzellik cevheri, işte sensin, dedi ve şüphesiz ki, şu sözleri de ilâve etti: Ben, senin gibi eşsiz bir cevhere ayna oldum, bana ne mutlu!&#; Kalk, Mevlânâ! Her ikimiz de Tanrı’nın bu lütfüne karşı şükrile sema’ edelim.

Hemen her ikisi de ayağa kalktılar ve coşkun bir vecd içinde saatlerce semâ ettiler…

Bu olaydır ki, Şems, Mevlânâ’nın sohbet şeyhi iken sonra Mevlânâ’da gördüğü eşsiz tecellilerin ihtişam ve kemali önünde Mürid ve halifesi haline gelmiştir. Bu zarif olayı Sultan Veled’in İbtidanamesi’nde şöyle aktarır:

“Mevlânâ, manevî sülûkunü şu beytin tek mısrasında toplamıştır:

Ömrümün hasılı bu üç sözden fazla değildir: Hamdım, piştim, yandım.”

Mevlânâ’nın pişmesi, babasının ve Seyyid Burhaneddin’in feyizli ve doyumsuz nefesleriyle; yanması da Şems’in nurlu aynasında gördüğü kendi güzelliğinin aşk ateşiyle gerçekleşmiştir. Mevlânâ’da küllenmiş, ihtiyaç olan arayış hissi Şems’le alevlenmiştir.

Bu gönül hâli içerisindeki Mevlânâ, kendindeki o sonsuz hakikat güzelliğini hissediyordu ve bunu görmek için kendine ayna olabilecek bir dostun ötesinde bir dostla buluşma aşkıyla yanıp tutuşuyordu. Buna elverişli olan Şems’i bulunca, bütün varlığıyla onda eridi yok oldu.  “Müntehi iken kendini mübtedi yaptı, muktedâ iken kendini muktedi yaptı.”[]

“Mevlânâ’nın içinde durmadan yanan Allah aşkının bir koru vardı. Şems bu koru alevlendirdi. Mevlânâ, Allah’ın taze bir baharında açmış hiç solmayan geniş bir gül bahçesi idi, Şems o gül bahçesini süsleyen renk renk mis kokulu gülleri gözlerde parıldattı. Mevlânâ’nın Şems ile buluşmadan önce aşkı takvasında gizli idi; buluştuktan sonra takvası aşkında gizlendi.”[]

Aşk içinde kıvranan ve taşan Şems’e göre Allah konuşturunca, ortaya çıkan sözler kelimâttır. Bu durumda olan kul, sanki konuşmanın aktaran enstrümanı olmuştur. Sözlerinde, kendi katkısı devre dışıdır. Kalbine Allah neyi ilham ederse, sadece onu söyler. Ve bu da sonsuzcadır, tükenmez bir deryadır.

Aynı Mevlânâ’nın hale gelip, Mesnevî’den beyitler yazdırıp, sonra onu ilk defa duyuyormuşçasına dinlemesi de, bunun gibidir. Kelimata nail olanlarda bu hale rastlanılır. Söylemezler, söylettirilirler. Ve tasavvuf erbabınca bunlar nefsin dahli olmadığı için Kelimatullah’tan kabul edilirler.[]

 Kelimât ehlinin bulunduğu “evliya” âleminin ötesinde bir âlem daha bulunur ki, burası, “mâşuk” makamıdır. Bununla ilgili Şems’den önce kimse bir şey duymamıştı. Sıradan kimselerin gözünden ve tabiî ki, “âşıklar” zümresinden daha gizli ve sırlı olan bu zümrenin erlerinden biri Şems-i Tebrizî’dir. Onun Mevlânâ’ya bu yüksek yolu gösterdiği ve Mevlânâ’nın onun yanında yeniden öğrenmek zorunda kaldığı belirtilir. “Sultanu’l-maşûkîn” olan Şems-i Tebrizî için duyduğu bu tasavvufî aşk, Mevlânâ’yı şair etmiş ve böylece, kendisi dünyanın en çok okunan ve bilinen büyük şairlerinden biri haline gelmiştir.[]

Diğer bir açıdan bakıldığında kaybolan Şems’i, Mevlânâ, kendi varlığında keşfetmiştir. Mevlânâ’da da, İran mutasavvıflarından görüldüğü gibi, kendisini sevgili ile görmek psikolojisi ortaya çıkar. Bunun sonucunda, yukarda değindiğimiz gibi, Mevlânâ bazı gazellerinin mahlasında, kendi adı yerine, mâşukunun ismini anar.[]

Tasavvufî kişiliği babası ve can dostu Şems-i Tebrizî’yle[]şekillenen Mevlânâ’nın “Divân-ı Şemsü’l-Hakâyık ismi altında Şems Tebrizî’nin maneviyatına ithaf ettiği şiirlerde panteizmin[] belki en yüksek derecesine kadar yükselebilmesi, semâ ve raksa, musikiye karşı samimi bir incizab göstermesi, her şeyden çok Şems’in telkinlerine isnad edilebilir. Lisan ve nazım bakımından çok bozuk, çok kusurlu sayabileceğimiz bu manzûmeler, mistik bir ruhun en samimi ve coşkun hissî anlarını zabt ve tespit etmek bakımından, Mevlânâ’nın hissî hayatını layıkıyla anlamak için en canlı birer vesikadır; eski İskenderiye Mektebi’nin esaslı fikirlerini biraz Hind, İran ve Arap mefhumlarıyla karıştıran Mevlânâ için, tasavvuf, billurlaşmış bir “belli kâideler ve akîdeler mecmuası” değil, duyulan, yaşanılan bir şeydir ki, öyle aklî ve hissî muhâkemât ile değil, tehaddüsî keşf ile, yani ilham ile, aşk ile anlaşılabilir.”[]

İkinci ve son gelişte Mevlânâ’nın Şems’e karşı muhabbet ve dostluk bağımlılığı daha fazla artmış; onu aramakta daha çok saygı duymaktadır. Mevlânâ için yüzyıllar gibi bir ayrılıktan sonra vuslata ermiş iki âşık gibi birbirleriyle öylesine kaynaşmışlardır ki artık ayrılmaz bir bütün haline dönüşmüşlerdir. İşte Mesnevî’de bu buluşma, şu hasret sözleriyle can bulur:

Onun yüzünü görünce gül gibi açıldı, sevindi; vuslat ta ayrılık bağlarından kurtuldu, özgür oldu.

Ey canların etrafında döndüğü Hak ankası, dedi, çok şükür ki o Kaf dağından tekrar geldin!

Ey aşkın, kıyamet meydanının İsrafili! Ey aşkın aşkı, ey aşkın gönlünün istediği sevgili.

Ey tek güneş! Yüzbinlerce defa seni dinlemek arzusuyla aklım başımdan gitmişti.

Şemsin Mevlana'ya yazdığı şiir

Bırakmıyorum ki;
Gönülden düşünce olasın,
istemiyorum ki; gözlerde değersiz kalasın
Seni canımda saklıyorum ;
gözümde gönlümde değil.
Tâki son nefesime kadar
bana yar olasın.
Elimde olsa Cenneti ateşe verir,
Cehennemide bir kova suyla söndürürümki
geriye Aşk baki kalsın
Ey seher yeli !
Bir semtten haberin var mı ?
Bir ay yüzlünün yanağından ne haber getirdin
Çalıp çağırdığın,
Hay huy ettiğin günler var mı ?
Ey Rüzgar !
Daha yavaş es,
Çünkü güzel kokuyorsun.
Bu Gönül işidir Kafa işi değil.
Sana dilsiz, dudaksız sözler söyleyeceğim
Bütün kulaklardan gizli sırlardan bahsedeceğim
Bu sözleri sana, herkesin içinde söyleyeceğim,
Ama senden başka kimse duymayacak,
Kimse anlamayacak.
Şimdi sorarım sana,
Hangi aşk daha büyüktür ?
Anlatılarak dile düşen mi,
Anlatılmayıp yürek deşen mi?
Bana güneş'in adı verildi;
Şems
işte böyle başladı,
Benim hikayem
Aşktan mutluluk,
Güvenlik beklerler,
Halbuki aşk son zerresine
kadar kendini vermektir.
Ruhundaki son zerreye kadar,
Sevdiğin olmak istemektir
Onun için eriyecek kadar sevmek,
Kendinden kopmak demektir
İşte ben aşk derken
Böyle bir aşktan bahsediyorum
Var mı onun aşkıyla
Ölmeye cesareti olan
Kalp mi insana sev diyen
Yoksa yalnızlık mı körükleyen?
Sahi nedir sevmek;
Bir muma ateş olmak mı
Yoksa yanan ateşe dokunmak mı ?
Ya tam açacaksın yüreğini
Ya da hiç yeltenmeyecek sin
Grisi yoktur aşkın
Ya siyahı Ya beyazı seçeceksin
Hüzün ki en çok yakışandır aşıklara
Yandık, Yakıldık;
Ama hüzünden yana asla yakınmadık
Ne de olsa biz mahsun
Bir Peygamberin ümmeti değil miyiz?
Hüzün taze tutar aşk yarısını
Yaramdan da hoşum, yârimden de
Heyhat !
Mum gibi erimiyorsa insan,
“ Yanıyorum ” dememeli;
Yanmaktan korkuyorsa kişi,
“ Aşk kapısı"ndan girmemeli
Ya ” Kor Yürekli “ olmalı insan
Ya da kor barındıracak ” Yürekli “
Ey Sevgili !
Bir geceliğine değiş tokuş etseydik yüreğimizi
Taşıyabilir miydin acaba bendeki seni
Güvendiğiniz dağlara karlar yağdığında,
En güzel çare,
Dağ İle Kar’ı baş başa bırakmaktır.
Gün gelip kar eridiğinde;
Dağ yolunuzu gözleyince
En güzel cevap,
Başka bir dağdan selam yollamaktır
Kır kalemin ucunu,
Bundan sonra ki yolculuğumuz,
Aşk yoludur
Aşkı kalemler yazmaz ki
Kitaplarda bulasın.
Yalnız kalırsan yalnız olmadığını bil,
Dertli isen Dermanın olduğunu bil
Hiç bir şeyin sahibiyim deme
Emanetçi olduğunu bil.
Ey Celalleddin,
Talipsen Yüreğime,
Yalnızlığını adayacaksın bana..
Gel bakalım ateşle nasıl oynanır göstereyim,
Gör bakalım, ateş mi seni yakar sen mi ateşi
Elalem şarap içer sarhoş olur
Biz aşk ehliyiz içmeden sarhoş olmuşuz.
ALLAH ( c.c) senin kapından
Aşk sarayına birini alacaksa
O insana sen nasıl
Ben Seni Sevmiyorum dersin
İnsanlar maşuk aramıyor,
Bencil duygularına köle arıyor,
Köle buluyor ama aşkı bulamıyor.
Ey Aşk,
Sen Öyle bir kişisin ki
Dünya tokları,
Senin vuslatının acılarıdır.
Şeytanda insani özelliklerin birisi hariç hepsi vardır,
Şeytanda eksik olan tek nimet AşK…
Şeytanın insanı çekememesi
“Aşksızlığındandır”

nest...

çamaşır makinesi ses çıkarması topuz modelleri kapalı huawei hoparlör cızırtı hususi otomobil fiat doblo kurbağalıdere parkı ecele sitem melih gokcek jelibon 9 sınıf 2 dönem 2 yazılı almanca 150 rakı fiyatı 2020 parkour 2d en iyi uçlu kalem markası hangisi doğduğun gün ayın görüntüsü hey ram vasundhara das istanbul anadolu 20 icra dairesi iletişim silifke anamur otobüs grinin 50 tonu türkçe altyazılı bir peri masalı 6. bölüm izle sarayönü imsakiye hamile birinin ruyada bebek emzirdigini gormek eşkiya dünyaya hükümdar olmaz 29 bölüm atv emirgan sahili bordo bereli vs sat akbulut inşaat pendik satılık daire atlas park avm mağazalar bursa erenler hava durumu galleria avm kuaför bandırma edirne arası kaç km prof dr ali akyüz kimdir venom zehirli öfke türkçe dublaj izle 2018 indir a101 cafex kahve beyazlatıcı rize 3 asliye hukuk mahkemesi münazara hakkında bilgi 120 milyon doz diyanet mahrem açıklaması honda cr v modifiye aksesuarları ören örtur evleri iyi akşamlar elle abiye ayakkabı ekmek paparası nasıl yapılır tekirdağ çerkezköy 3 zırhlı tugay dört elle sarılmak anlamı sarayhan çiftehan otel bolu ocakbaşı iletişim kumaş ne ile yapışır başak kar maydonoz destesiyem mp3 indir eklips 3 in 1 fırça seti prof cüneyt özek istanbul kütahya yol güzergahı aski memnu soundtrack selçuk psikoloji taban puanları senfonilerle ilahiler adana mut otobüs gülben ergen hürrem rüyada sakız görmek diyanet pupui petek dinçöz mat ruj tenvin harfleri istanbul kocaeli haritası kolay starbucks kurabiyesi 10 sınıf polinom test pdf arçelik tezgah üstü su arıtma cihazı fiyatları şafi mezhebi cuma namazı nasıl kılınır ruhsal bozukluk için dua pvc iç kapı fiyatları işcep kartsız para çekme vga scart çevirici duyarsızlık sözleri samsung whatsapp konuşarak yazma palio şanzıman arızası