keşke oğuz atay benim abim olsaydı / Oğuz Atay (@seafoodplus.info) • Instagram fotoğrafları ve videoları

Keşke Oğuz Atay Benim Abim Olsaydı

keşke oğuz atay benim abim olsaydı

Seyyar Edebiyat Dergisi 3. Sayı


Editörden

Merhaba Seyyar Edebiyat okuyucuları, Kış mevsiminin bu soğuk günlerinde içinizi ısıtacak yazılarımızla tekrar karşınızdayız. Her ay olduğu gibi bu ayki sayımızda da edebiyatımızın büyük ve yeri dolduralamayacak yazarlarından biri olan Oğuz Atay’ı andık. Düşünceleriyle konuşan, bunları kelimelere dökerken bizleri de aynı düşüncelere sürükleyeceğinden habersiz, kurmaca dünyasındaki kahramanlarında bizi anlatan, sadece hayatı değil kendisini de bu düzen içinde eleştiren, anlaşılmayı isteyen fakat tutunanlardan tarafından anlaşılamayan, “Beni anlamıyorlardı. Zarar yok. Zaten beni, daha kimler anlamadı.” diyerek anlaşılmayı bekleyen bir yazardı Oğuz Atay Bir cümlesini saatlerce düşünmek için kitap kapattıran Oğuz Atay’ı anlamayı sizlere bırakıyorum. Oğuz Atay çalışmalarımızın yanı sıra denemelerimizi, şiirlerimizi, hikâyelerimizi ve daha birçok edebi türü aralık sayımızda okuyarak bize bir adım daha yaklaşabilir ve Seyyar Edebiyat ailesine katılarak yazılarınızı bizimle paylaşabilirsiniz. Herkese keyifli okumalar diliyorum. Ocak sayımızda görüşmek dileği ile

Seda Kamburgil sedakamburgil @seafoodplus.info



OĞUZ ATAY’I ANLAMAK

Bu okuma serüvenlerinin yaratıcısı, yazmak için yaşayan, hayatta doğru olanın izini süren Tutunamayanların romancısı Oğuz Atay. “Yaşamında değeri bilinemeyenler” listesinde olacaktı onun adı da.

‘’Bir kitap okudum hayatım değişti.’’ sözü, onu okuduktan sonra vuku bulma olasılığı pek yüksek bir sözdür. Fakat asıl olan hayatımızı değiştirdiği değil, hayata ve insanlara olan bakış açımızı değiştirdiğidir. İşte Oğuz Atay okumak böyle bir şeydir. Kitabının sayfaları arasında ilerlerken, birden çevreye daha farklı bir algıyla bakmaya başladığını hisseder insan.

Hem söyledikleri hem de söyleyiş biçimiyle bir başkaldırı olan yazılarını anlamakta güçlük çekiyorlar ya da anlamak istemiyorlardı o yıllarda. Böylelikle bir kez daha tutunamayanlardan olmuştu Oğuz Atay. Anlaşılamamışlığın verdiği yükle, bir gün. ‘’ Kimse dinlemiyorsa beni - ya da istediğim gibi dinlemiyorsa- günlük tutmaktan başka çare kalmıyor. Canım insanlar! Sonunda, bana, bunu da yaptınız!’’ diyerek, sitemli sözleriyle başlar satırlarını karalamaya. İstediği şey anlaşılmak değil, yazdıklarına karşı görmezden gelinilmemesiydi aslında. Çünkü, eserlerinde anlattığı; hayatın içinde olan insanın özüydü. Fakat, sağlığında değeri bilinemeyecekti. ‘’Doğum insanları eşitler, ölüm seçkinleri ortaya çıkarır.’’ sözü Oğuz Atay’ın yaşamında da gerçekleşmiş olacaktı. Ölümünün ardından değeri anlaşılan yazar, 43 yıllık kısa ömrüne sığdırdığı önemli ve yarım kalmış sözleriyle veda edecekti. 1 Aralık günü hayata. Son sözleri ise; ‘’Sevinmeyin daha ölmedim.’’ olacaktı…

Atay’ın kitaplarını okumaya başlamak bir okuma serüvenine de başlamaktır aynı zamanda. Bu okuma serüveninde karşımıza çıkan kahramanlar hayatın içindendir. Tanıdığımız biri, arkadaşımız, hatta kendimiz… Bizi bize anlatan satırları bir tokat gibi yüzümüze vurur o dakikadan sonra. Trajik bir hayat savaşının, aslında insanın kendisiyle giriştiği bir savaş olduğunu ve ne yapsak da ruhumuzun bu kendi iç çelişkisinden kurtulamayacağını satırlarıyla işler, kalbimize ve beynimize.

Belki de kitabında da söylediği gibi; ‘’Her anı, ne yapmam gerektiğini düşünerek geçirdiğim için çabuk yoruldum. Bana müsaade.’’ demişti içinden, gözlerini kaparken hayata… Tutunamamışlığın tercümesini bize yapan, belki de içimizde yaşattığımız ama kendimize bile itiraf edemediğimiz yönlerimizi bize anlatan yazardır Oğuz Atay. Düşlerinin duvarlarına resimler asmak isteyen adam… Ne çok şey var onunla ilgili yazılabilecek fakat bir o kadar da düğümleniyor sözcükler. Ne yazsam hep biraz eksik kalacak, Oğuz Atay’a haksızlık olacak gibi geliyor içimden. Kitaplarını okurken satırlarında kendimi bulduğum ve benim için yeri ayrı olan yazarlardan biridir. Keşke daha çok yaşasaydı da bizi bize anlatacak daha çok eserleri hayata geçirebilseydi. sayfada yarım kalan ‘’Eylembilim’’ romanını tamamlayabilseydi. Keşkelerle kurulu cümleleri en çok kullandığım yazarlardan biridir benim için. Oğuz Atay; son olarak, kendisinin de dediği gibi, Oğuz Atay’ı anlamak için onun geçtiği yollardan geçmiş olmamız gereklidir. Oğuz Atay’ı ölümünün yılında sevgi, saygı ve hayranlıkla anıyoruz…

Melis Genç


ALBAYIMA BİR ÖZLEM YAZISI Oğuz Atay’ı bir anımda isterdim. Onunla ya yolda beraber yürümek ya kahve içmek beraber ya da kağıtları ile meşgulken uzaktan izlemek. Ortak oluyor ne kadar hayalime olsa da, gelip siyah paltosuyla kış soğuğundan.. . “Tutunamayanlar”ı okurken söz sahibi olmayan bir kahraman olduysam, Hikmet oldum “Tehlikeli Oyunlar”da. Ne hikmetse, Hikmet bendim, albayım Oğuz Atay. Evet, albayım; Oğuz ATAY.. . Kimseye geçmişini sildiremezsiniz albayım. Kimse sizin için geçmişini silmez. Bir yerlerde kalır bir şiir, bir şarkı belki, belki bir fotoğraf. Sen benim en güzel geçmişimsin satır aralarında bulduğum ve tekrar okuduğum parmağımı sürerek Evet albayım. Bildiğiniz üzere kitaplarla yaşıyorum, kitaplarda yaşıyorum. Ağır geliyor insanları anlamak -oysa seni anlamalıyım‘’Sen kitap değilsin okuyarak anlaşılmazsıseafoodplus.infoşarken anlaşılmaya mecbursun.’’

Seni yaşarken anlamak isterdim. Seni kitaplarda değil, yanında anlamak isterdim, susarak.; ’’Fakat Allah kahretsin, insan anlatmak istiyor albayım; böyle budalaca bir özleme kapılıyor. Bir yandan da hiç konuşmak istemiyor. Tıpkı oyunlardaki gibi çelişik duyguların altında eziliyor. Fakat benim de sevmeye hakkım yok mu albayım?’’ Var Peki albayım, ben de severim o zaman. Gecekondumda oturur aynı şehirde olacağımız günü İnsan bazen sorumluluklarını beklerim. Ben sevmek istiyorum omzuna yük sayıyor. Sorumlu olasayın albayım, sevmek Ben seni bilsem de yük desem. Sorumsuzun anlamak istiyorum bir de. Anlatekiyim albayım. Tutunamayanlar’ı mak ve anlatamamak istiyorum. okuduğumda anladım, benden Kelimeler oluşturmak istiyorum. herkes gibi insan olmaz. BelgeKendim bir kelime olmak ya da seldeki beceriksiz, tutunamayan, Ben yaşamak istiyorum albayım. bir iş beceremeyen sakarlardan Eksik, güçsüz, tek bir dala tubir tanesiyim o romanda. Üstelik tunarak. Tutunamamaktan da yoralbayım, her işimi yarım bırakıyouldum, bunu da yarıda bırakmak rum. Korkmak değil belki. Belki istiyorum. sevdiklerimin hep yarıda gitmesi böyle yaptı beni. Bir gün Turgut ‘’Kelimeler, kelimeler albayım; gibi her şeyi bırakıp; binip bir trene bazı anlamlara gelmiyor’’ gitmekten korkuyorum. Çoğu zaman bir özlem albayım, alıyor beni. Kimi, nereyi, hangi yüzü, hangi eli? Özlüyorum Kafamda bir kavuşma sahnesi canlandırıyorum sonra. Yolda yürürken uzaktan görüp saatlerce takip ediyorum mesela, aynı şehirde bile değilken hep böyle oyunlar yazıyorum. Tuhaf oyunlar, tehlikeli değil.. Evet albayım. İnsan ne kadar hüzün ile beslenirse o kadar güzel sever. Yıllardır beslendim hüzünle. Yarım bırakamıyorum sevmelerimi bu yüzden.

Ebru Özden


EDEBİYATIN MÜHENDİSİ ATAY ‘’Aşk bir zayıflıktı ve insanın başka güzellikleri görmesine engel oluyordu.’’ demiş Atay, Tutunamayanlar’ında. Onun için aşk insanın hayatını olumsuz yönde etkileyen bir hastalık gibiydi. Aynı zamanda bu hastalığa yakalananlardan biriydi de Üniversite yaşamına kadar aşkla tanışmamış olan Oğuz Atay, mühendislik son sınıftayken tanıştırıldığı Fikriye Fatma Gürbüz ile görüşmektedir. Fikriye Fatma Gürbüz, Oğuz Atay’ın yakın arkadaşı Uğur Ünel ile de arkadaştır. Bu görüşmeler, birkaç buluşma sonrasında alınan kararla beraber evliliği yanında getirir. Ve Atay, Fikriye Hanım’a evlenme teklifi eder. 2 Haziran ’de Atay ve Gürbüz hayatlarını birleştirirler. Evliliğin ilk yıllarında kızları Özge dünyaya gelir. Ancak Atay, bu evlilikte aradığını bulamamış gibidir. Mutsuzdur, evdeyken kitaplarının arasına gömülerek zaman geçirir, dışardayken de arkadaşlarıyla vakit geçirirdi. Nihayetinde bu evlilik 6 yıl sürmüş, yılında sonlanmıştı. Bu durum onun hayatında büyük değişiklikler yapmasına sebep olmuş, hayatını yeniden düzene sokmasını sağlamıştı. Fikriye Hanım’dan ayrıldıktan sonra, eski yaşam tarzından mutlak suretle ayrılmıştır Atay. Artık kendisiyle baş başa kalmış, beklenen şeylerden kurtulmuş, yeni bir düzen oluşturma çabasındadır. İşte tam da bu dönemlerde yakın arkadaşı Uğur Ünel de Sevin Seydi ile olan evliliğini sonlandırmıştır. Oğuz Atay, Seydi’yi ilk gördüğünde, yılında arkadaşı Uğur Ünel ile nişanlıydı. Atay, Fikriye Hanımla evliliğini sonlandırdığı sıralarda Seydiyle Uğur Ünel de ayrılık aşamasındadırlar. Oğuz Atay ile Sevin Seydi arasında zamanla oluşan münasebet kendini göstermiştir. Oğuz Atay ve Sevin Seydi farklı bir yola adım atmış bulunurlar ve Beyoğlu’nda ayrı bir eve çıkma kararı alırlar. yılının başlarında Tutunamayanlar’ın ilk sayfalarını yazmaya başladığında, Sevin Seydi onun için bir sığınak olur. İkisi içinde zor günlerdir.

İkisinin de bir dinleyiciye ihtiyacı olduğundan dolayı artık birbirlerini bulmuşlardır. Uzun bir suskunluk döneminin ardından da yazmaya başlar Oğuz Atay. “Tutunamayanlar”ı ve ardından yazdığı “Tehlikeli Oyunlar”ı Sevin Seydi’ye ithaf eder. Bu iki kitabında ilk baskı kapaklarını Sevin Seydi çizmiştir Seydi, İngiltere’de eğitim görmüş, entelektüel, ressam ve aynı zamanda edebiyata düşkün bir kadındır. Atay’ı dinlemekten yorulmayan Sevin, zamanla sesini ona duyuramamaktan yakınacaktır. Duygusal dünyasında karmaşaya sürüklenen Atay, ruh halinde inişler ve çıkışlar yaşamaktadır. Bu birlikteliğinden de aradığını bulamayan Oğuz Atay, yılında Sevin Seydi’den ayrılmıştır. Sevin Seydi bunun üzerine Londra’ya yerleşmiş ve orada kitapçılık yapmaya başlamıştır. Oğuz Atay, ayrılık dönemini günlüğüne yıllar öncesinden bu şekilde yansıtmıştır: ‘’Selim gibi günlük tutmaya başlayalım bakalım. Sonumuz hayırlı değil herhalde onun gibi. (..) Artık Sevin olmadığına ve başka kimseyle konuşmak istemediğime göre, bu defter kaydetsin beni; dert ortağım olsun. () Kimse dinlemiyorsa beni -ya da istediğim gibi dinlemiyorsa- günlük tutmaktan başka çare kalmıyor.’’ Oğuz Atay, yılında sık sık görüştüğü Pakize Kutlu ile ikinci evliliğini gerçekleştirir. Oğuz Atay bu evlilikle idealindeki düzene az çok kavuşmuştu. Hayatında ilerlemeler kaydederken yılında boy gösteren yüksek ateş ve baş ağrısı ile kendini belli eden hastalığı, kurduğu düzenini alt üst etti. Beyin tümörü teşhisi onu beklemediği erken sona yaklaştırıyordu. Tedavi için Londra’ya gitti. Fırtınalı ruhu dinginleşti ve huzurla ölümü beklemeye başladı. Sürdürülen tedavisi başarılı olamayınca Eylül ’de İstanbul’a dönen Atay, 13 Aralık yılında ‘’kıyafetsizi muhterisleri, göz kafiyelerini, canım insanlarını’’ bu dünyada bırakarak hayata gözlerini yumdu. Burcu Kılıç


KEŞKE

Önceden yaşadığımı sandığım sevinçlerim vardı, Sonra yanıldığımı gösteren sen Yüzlerce insan vardı o kuru havanın ortasında, Sonra onların içinde bal gözlerinle gülümseyen sen Öyle bir baktın ki, O zamana kadar tüm bakışlara kör olduğumu anladım. Öyle bir kazındın ki aklıma, Ezberlediğim tüm şiirler seni kıskandılar. Sonra şiir ezberlemeyi unuttum, Başta üzüldüm. Unuttuğuma mı? Unuttuğuma üzülmek, Üzülüşlerimi unutamamak olacakmış sonradan, Bilemedim Ve her bir iç çekiş, Keşke demekmiş senin dilinde

İnsanlar vardı, Arabalar da, Hatta çiçekler bile vardı. İnsanlar birbirlerini üzmeden güzeldiler, Çiçeklerse solmadan Sen gitmeden güzeldin, Ben keşke demeden Kendi içime mahkûm ettiğim kelimelerim, Kulaklarına gireceği günü beklediler. Bana sağır olan sen, Bizi yıllanmış bir bavulla emanet ettin keşkeler ülkesine

“Gelmez” deyip beklemek umudun ibadetidir, Zamansa bir namludur insanın beynine işleyen Ama ne zaman ne de umut “keşke” diyemez, Anlayamadık Senden sonra anlayamamak, Bir mısra kadar şiir yazmak, Tehlikeli oyunlara tutunamamak, Yeniden az olanı bulmakmış

Keşke gelemeyen olsaydın, Keşke ezberim seni unutsaydı, Keşke sen en güzel on sekiz olarak kalsaydın. Bazen, Bir aralık günü, Hüznünden sigara yakamıyor insan, Arkasında bıraktığı on bir ayı düşünüyor. Mevsimlerin bir keşkesi var mıdır? Belki de, Saçların kadar

Şeyma Sakallı


OD Orduların içinden kopup gelen, aşkın bayraktarı bir savaşçı.Dağların ötesinde yüreğine bağdaş kurduğum yolbaşcıya ithafen…Aşkın şeref bilindiği bir coğrafyadan yazıyorum sana bu satırları… Tarumar bir ülkeden, gönüllerin başkentine, yiğitlerin hanına selam olsun. Selam olsun arza ve yedi kat semaya. Selam olsun Maşrık ve Mağrib’in diyarına. Selam olsun sevgili maşuğuma… Ey maşuğum. Ey canımın diyeti. Ey esrarlı bestem. Ey meçhul nağmem. Sığınağım, tek mabedim. Sana sayfalarca yazsam, şiirler dizsem yollarına. Kuşlar kondursam bozkırlarına. Beyitler, kıt’alar adasam adına… Sarhoş olsam iki tellik kopuzun sesiyle… Ki ben sarhoşum zaten hep, kutlu zaferin hayaliyle… Ey ecelim. Damarlarımda akan zehrim, en ince hastalığım. Boğazımda kalan hıçkırık. Kızaran yanaklarımın rüyası. Koşar olmuşum uygun adım sana, minarelerden yükselirken arşa karşı bir seda… İnadına sevmek seni ve tutunmak yıldızlar gibi aşkına. Ölmemeli ki ölümsüzlüğü tatmak ellerinde… Eserse yeller başımda, yıllarım kadar öfkeliyse dilim… Şiddetle, şiddetli seviyorum seni. Eğilmez bir baş bendeki, gecelerden yıldız söktüren. Deliliğimdesin. Deliliğim. Farklı iklimlerde nefes alıp vermekteyiz. Kalbimiz başka başka atıyor kimi. Oysa tek yüreğiz biz biline… Onların olsun boyası dökük düşler, yalanlar ve aşka dair tüm teselliler. Aşk nedir diye sorma bana. Sen derim, ağır gelir canına.

Her şey üst üste gelirse, taşıyamazsan dertleri, yağmur dolu bulutlar varsa ufkunda… Üstüme kay. Bırak ben taşıyayım tüm ağrıları. Göğüsleyeyim tüm günahları. Bu kez yetim kalmamalı bu garip hikâye… Surlarına çok güvenen Bizans’ın iğreti gülüşü var üzerlerinde. Oysa benim surlarım yalnız senin ellerinde. İçeriden atmışım sana tüm anahtarları. Açmışım kapıları bir bir, serden geçmişim. Tarihim, miladım. Sevmiyorum sana benden yakın olan hiçbir şeyi ve yine sevmiyorum uzak diye tasvir edilen hiçbir şeyi Ben ki yıllardır yalnızlığın pençesinde ve anlaşılmazlığın vuku bulduğu cehennemde can vermişim. Kanat çırpmışım Kafdağı’na. Sayfalar biriktirmişim adına. Her sayfa ölünesi, can verilesi. Yakmışım kendimi sayfalarla. Kafdağı’na giden vadilerden do ğmuşum inadına. Kendi küllerime mısralar diziyorum. Zümrüdü Anka misali ölümden ölüme koşmuşum, zafer işlemişim bilgi denen ağacın dallarına. Oysa şimdi sen Cennetteki od’um… Azrail değil sen ol ellerimden tutan. Çağın çocuklarına güneş sunuyorum avuçlarımdan. Ab-ı hayat içiriyorum kana kana, çare oluyorum yetimlerin yaralarına. Yardan geçiyorum. Yarlara teslim oluyorum. Ve üzerine yemin ediyorum aşkın ve aşkın sahibinin… Her satırda buram buram sen

Ülkü Mehtap Zoroğlu


ÖNEMLİ OLAN

Hayır, üzülmüyorum artık. Aştım bunları. Önemli olan sevmekse, Seviyorum işte. Senden bana ne?

Velev ki tutmuyor ayaklarım, Bundan dolayı yürüyemiyorum, koşamıyorum sana, Gelemiyorum yanına, Huzura, umuda, aşka

Farz et ki ellerim yok, Hem de doğuştan. Tutmamışım daha önce hiçbir şeyi, Ne başka birisinin ne de senin elini. E tutmam da pek muhtemel değil hani. Sevmez miydim seni ellerini tutamıyorum diye? -Severdim, En az şimdiki kadar.

Farz et ki duymuyor kulaklarım, Ne günaydın demeni Ne özledim demeni Ne de gülüşünün o huzura davet eden sesini. Bunları duymuyorum diye sevmemeli miyim seni? Veya vaz mı geçmeliyim senden? Velhasılıkelam durum böyle değil, Ellerim var, tutamıyorum ellerini. Gözlerim görüyor da göremiyorum seni. Ayaklarım var koşamıyorum sana. Kulaklarım da sağ salim, Ama duyamıyorum seni, sesini.

Farz et ki gözlerim görmüyor. Gül yüzünü, güzel gözlerini görüp Sana aşık olduktan sonra Elim bir hastalık, Görmez olmuşum. Bir daha göremeyeceğim seni, Yüzünü, ellerini, gülüşünü Ne yapardım? Göremiyorum diye vaz mı geçerdim senden? -Hayır. Severdim yine, daha çok hem de, Bir ışık görebilme ihtimalim kadar. Ah be sevgili, yüreğimde hâlâ ateşin yanar!

Yine de her şeye rağmen seviyorum seni. Tutamadan, göremeden, Koşamadan, duyamadan Nihayetinde, Sen eksik değilsin, onlar fazla. Eksik yok, fazla var. Bir de anlatılmaz sevgi, Sadece sevgi, E önemli olan da bu değil mi? Yasin Gel


ODA

Özlüyorum, içimde bir ah yeşeriyor Demli çaylar gidip geliyor masamıza fotoğraflarda Bir çınara bakıp konuşuyorsun, yüzüme değil Pembe yalanlar beliriyor ardından Geçmişe de sövemiyorum şimdi Kahkahaların yankılanıyor dalga dalga, odamın karanlığında Anılar avuçlarımıza çizilmiş biliyorum Parmak izleri arıyorum durmadan Üstelik elinden tutmuşum seni de sürüklüyorum Olmuşlara çare arıyoruz sanki Geçmişe de bakamıyorum şimdi Gözyaşların süzülüyor damla damla, odamın sessizliğinde Havalar bir iyi bir kötü tıpkı insan gibi Kar da yağmadı doğru dürüst bu sene Hani şu Laleli’nin birkaç dünya ilerisinde Beyazıt’a tramvay durağına yürüyoruz Geçmişe de dönemiyorum şimdi Ayak izlerin beliriyor bir bir, odamın kimsesizliğinde Dudaklarının keskin kılıcıyla Bilincimin ardı arkası kesiliyor Ansızın koca çınar üzerimize devriliyor Şimdi iki şükürlü demli bir çay söylüyoruz Geçmişe de sığınamıyorum şimdi Ölümüm yaklaşıyor adım adım, odamın sensizliğinde… Ogün Engin Erkan


ZİFİR Her aşk yollarımda tükenmeyen mayın. Kolu kopmuş, kör olmuş, böyle ruhu n’eyleyim? Hazırlandım, sırtımda ceketim, hava soğuk Kar yerine kan yağdıran bu şehri n’eyleyim? Bu dünyadan göçmeyi beklemişim gibi Sanki ruhum Bektaşî çemberinde bir kuş Beynimdeki tüm fikirlerin koğuşu kan kırmızısı, loş Her çığlığım, Tanrı’nın varlığıma verdiği alkış. Vakit gelmiş ver elini, yolculuktan ne çıkar? Pencerende bir darlık, sokaklara bakmasan da olur. Şimdi benden her dize, özümden bir kayan yıldız. Ey böyle kayıp, böyle yalnız bulut; yağmasan da olur. Eskittiğim her duygunun içinde bir hüzün var, garip Yolculuğumun eskittiği her yolda bir şer var, garip Dünüm, bugün onu eskittiğinden beridir kayıp Şimdi böyle karmaşada doğacak yarınları n’eyleyim? Dünya’m, gece boyu yanımdaki ıssızlığım, Tüm techizatım varlığım, bir de akabindeki yokluk.

Başım eğik evveldir, halbuki azâd’ımdan habersizim. Cehennemin ortasında bir dönümlük cenneti ben n’eyleyim? Ne denli bir işkencede böyle hissiz kaldın? Sanki bir ateş çemberinde çaresizsin. Öylesine bitkin, öylesine geçimsiz bir dert ile Kaç kilometreyi, kaç yıldır eskittin? Gözlerimin bir derdi var, sana kırpılası yok, Bir hatadır, kırptım kırpalı bir buğulu hâl Konu sendin, Yani kaldığımız yerden aynı yaşla akmanın da anlamı yok. Bir türküdür boğazımda düğümlenen, Bir açılsa, senin feryadını saniyesinde bastırır. Biliyorum ki senin feryadın on ikinci yüzyıldan beridir tutsak, Ama bil ki bende düğümlenen Kâlû Belâ’dan bir ahbap

Aykut Körmamuoğlu


YAŞ-LANMAK Bir hikâyenin sonuna yetişmek mi, yoksa nihay etini anlatmadıkları bir masal mı yaşamın? Sahi sen tarif edebildin mi hızla ilerlediğin bu yolu? Sen bir bıçağın keskin ucunu mu bilirsin, ipek halılarda yuvarlanmayı mı? Sen betimleyebilir misin bir kuşun kanadını? Ekmek kaç kuruş, bilirsin. Hayatın nedir pahası? Çiçekler çağırsa gidersin. Merak ettin mi kuru otların masalını? Soğuk havayı çektin mi hiç içine, nasıl yanar ciğerin? Manzara yükseklerden bakınca mı manzara olur, gözlerin değince mi ona? Sen yaşamayı bilmekten ibaret mi sanırsın, hissetmekle bir mi? Kendine sorduğun suallerin vardı. Hangi biriyle masaya oturabildin? Sen büyürken yitirdin, kazanırken yitirdin. Bilmek istedin, ama bilmenin yoktu hududu. “Neden”e, “nasıl”a yer yoktu. Yaşam, yolcuyu beklemeyen incecik bir yoldu. Şaşkın, hayran, hisler yumağı olmuş ya da duygusuz gözler… İlk onları görürsün bu kervana yolcu olduğunda. Ne güzergâhtan ne hedeften haberin vardır ağlarken ince ince. Ağlamanın manasını bilmezsin insanlar için, yalnızca varlığını duyurmak istersin. Belki de korkarsın. Gök gürültüsüyle tanışana kadar her yüksek ses, bir öncekinden daha ürkütücüdür. Önce, nefesini misafir eder kulakların. Sonra, kalbinin atışını hissedersin. İşte, öykün başlamıştır: Dünyaya hoş geldin. Ana kucağında başladın hikâyene, dünya serili yoluna. Sen daha bilmezsin; kalbin, yumruğun kadardır. Ama kapıları sonuna kadar açık… Her geleni buyur edecek, her birine “benim” diyeceksin. İlk baharın, gözlerinde başlar. Sevinci, ferahlığı hediye eder gelmeden. Güneş, saçlarında doğar. Yağmur, içtiğin sudan çok başkadır. Her vaka güzeldir, olağan olduğunu bilmeden.

Gülmek, sebepsiz de olabilir. Ağlamana şaşırmaz kimse. Aşağıdan bakınca göğü deler sanırsın koca bir ağacı. En tepesine çıkarsan kökleri, yerin merkezine uzanır bilirsin. Kendin der, kendin inanırsın. Kendine inansan yeter, herkese inanabilirsin. Kalbin de büyür ellerinle. Kalbinin yumruğun kadar olduğunu öğrendiğinde sayabilirdin neleri büyüttüğünü içinde, kimleri sakladığını. Yaşın tek basamaklı rakamları hızla atlayıp, çift basamaklı olanlarda da ilerledikçe, ellerinde anılar yığın olmaya başlar. Artık hatırında birikenler sığmaz olur yuvasına. Sen yeni hikâyeler peşinde koşarken, eskileri terk eder bir bir… Her duyguyu sevgiden bilirsin. Dönüp dolaşıp sevgiye dönersin. Küçüksün, kimi bilsen seversin. Bilmemenin mutluluğuyla dans edersin. Ellerinle kavrayabildiğin her şey senindir. Ama bilmezsin ki; koca kumsalda, avuçlarında sımsıkı tuttuğun kuma dahi “benim” diyemezsin. Senin olan; yalnız hislerin ve zihnindir. Kendin döşersin tek tek bilgilerini. Kalbine sen hediyelersin her hissi. Kimse öğretmez sana, nasıl sevildiğini. Şefkati, örtü diye örtemezler geceleri. Sevdayı, su diye içemezsin. Yoluna halı diye serili olmaz vicdan denen insanlık nüvesi. Ne kadar çabalasan göremezsin umudun rengini. Sözlerle öğretemezler güvenmeyi. Kitaplardan okuyamazsın bir kalpte büyümenin sevincini. Kimse bir tepside sunmaz kardeşliği. İnsan olmak kaderdense bile insanlık kalptendir, sendendir.


Camın önündeki çiçeğe özenip serpildin. Göğe yaklaştıkça, yaşamak için güneşin, suyun yetmediğini öğrendin. İnsanlar bir “büyümek” lafıdır dolaştırmıştı diline. Sen tarif etmekten uzaktın, yalnızca yaşadın. Düştün, kalktın. Bir kere tadına varmışken kalkabilmenin, her debelenişinde, savaş açtın kendine. Ayaklanmak mı galibiyetti, yoksa mağlup mu oldun koşarken? Bir yaprağın kımıldanışında yaşayıp, rüzgâr olma arzusu besledin. Umudu içinde büyütüp; umudun kendisi oldun zamanla. Gördün, duydun, okudun, öğrendin sayamadığın kadar yaşam ürününü. Merakla kucak açtığın duygulara kimi zaman sarıldın, kimi zaman kaçtın arkana bakmadan. Yalnız değildin, olamadın. Ne zaman tek başınasın sansan, bunu sevmedin. Büyümek… Yaşamak kim içindi, ne içindi bilememek yine ve düşünmemek… Hayaller vücuda gelmiş mi değil, hayal kurabilmiş miyim bugün, diyebilmek. Aklında fikirlerin yuva yapmasını umursamadan ferah bir nefes alabilmeyi dilemek… Neyi olduğunu bilmeden öylece beklemek… İstemek ve beklemek…

Kâh oldu kâh olmadı, umarsızca istedin. Neyi kaybedersen kaybet, bir yenisini dileyebildin. Kabul ettin büyüdüğünü. En büyük hediyesi; kabullenişi öğretmekti, büyük yaşının. İnsanlar yaşamın tarifini yapadursun, sen tıkadın manalara kulaklarını. Mühim olan; anlam değil, huzurdu artık. Ardına baktığında, yaptığın işlerle gururu tadacak mısın? Gönlünde taşıdıkların el sallayacak mı coşkuyla? Yolun sonunu bildiğin vakit, bırakmak istemediklerin olacak mı?

Nedir sanırsın, yıllar süren nefesin ödülü? Neyim var bilirsin, bırak şu yükünü. Gönlün en ağır yüktür, bilmez misin? Bir sevdaya hamallık etmemişsen, yaşadım der misin?

Nazlı Deveci


SİMERANYA GÜZELİ

YALNIZ SES

Işığı açtım. Saçları, süzgün kumru Gözleri, saçılmış kadeh parçası Hayali, hayaletler şehrinin merdiven bekçisi Tek aynalı odalarda kendine bakmak gibi gözleri Aynalı bir bakış, cilası yarım ayakkabı sürmesi Açılmış, hududunu aşmış iki serseri. Dünya bakışlı Atmosfere okur meydan. Gözleri, gizliliği yarasanın Düşündükçe kapısındaki aynalı, Umutları çekmecelerinin, Kapalı bir kadının. Simeranya güzeli

Sesi kapatır bir el. Sokağa çıkartır seni bu duygu. Yarım bir sevda kaçağı olur zaman Eller her zamanki şaşırır adresini, Gözlerin bir başka kaçırır gözü. Düşündükçe unutulur bir kadının Milat çizgisinin ön harfleri. Sevildikçe gecesi bir kara cümle olan, Artar yalnızlığının efelik saati. Yaklaşır durur gölge gibi kadın, Çırılçıplak bir kuş olur zaman, Geçer gider hayâlâtımızdan. Bir kadının elleri geçer, Sonra hayali Sonrası hepsi.

Hatırlıyorum da tek gözlü odamız vardı onunla, O kelimeler kurardı, İlk sözlüğümü yazdım gözlerinden onun. O ilk gün, Karın tokluğu günü O sabah iskarpinli ayakkabılar, Yağmura selam Açtı kirli beyaz şemsiyesini, Gökyüzüne hasret Uzun süredir merhaba dercesine var yağmur havada. Bulutların öykündüğü kadın Şaire tekrar cümleli

Ünal Özkan


BİR PARÇA HÜZÜN Sevilir şey değil şu yalnızlık. Söküp baştan örüyorum kaldırımları, Yeniden kuruyorum memleketi, Gökyüzünde çatlak arıyorum, Bir oda oyuyorum kendi içimde, Gittikçe yitiyorum. ‘’Kelebekler konuyor rüzgârlarıma Bir bardaktan iki dudağa değiyor hüzün dediğiniz.’’ Sevinç kuşlara, bizlere sevi Ülküdür bize hüzün, bizde hüzün ülküdür İçimize yazdığımız şarkılar kadar sıcak, İçimize yazdığımız yaralar kadar taze. Elleriniz bir berrak su Ve saçlarınız tane tane Bir dudaktan milyon gönüle değiyor şiir dediğiniz. Ülkem sinmiş yüzüne. Ne güzel yakışıyorsun ey! Yalnızlıkla oyduğum içime

Ebru Özden


NÜZUL Lütfen koltuklarınızı dik duruma getiriniz ve kemerlerinizi sıkıca bağlayınız. Şimdi görecekleriniz hayatınız boyunca yaşadıklarınızın bir özeti durumundadır. Hayatın özeti ise bittiği anla başlamakta ve zamanı tersine akıtmaktadır. Şüphesiz ki her canlı ölümü tadacaktır! Bu lezzeti damaklarda hissetmek için ise gurme olmak gerekmemektedir. İşin gurmeliği ise ölümü tatmakta değil, ölümü görev dışı bırakıp kendi işini kendin görmekten geçer. Görmek ise görecesizdir. Yani zamanla ters orantıdadır. Bu yüzden en güzel zamansızlıklarınız uyuduğunuz zamanlardır. Fakat şimdi oksijen maskelerinizi takınız, çünkü bunları hâlâ okuyabiliyorsanız demek ki siz de henüz intiharı beceremeyenlerdensiniz. Arafat, bir ayı değildi. Arafat, kış uykusuna yatan başka bir hayvan da değildi. Nitekim mevsimlerden ne kıştı ne de gereklilikleri sağlayan herhangi bir şey vardı. Arafat, gözünü bir kez daha açtı. Ağzındaki acı tadı tükürerek çamuru toprağa marine etti. Etrafının ışık huzmelerini içeriye alamayacak kadar yoğun olduğundan dolayı etrafı eşelemeye başladı. Birkaç solucanı ikiye ayırdıktan sonra üzerindeki ağırlığın azalmadığını, aksine arttığını hissetti. Nefes aldıkça şişen diyaframının üzerinden dökülen her bir kum tanesi kadar devr-i daim eden bir alemin görselini içselleştirdi. İnsanlar her zaman en derin noktalarına gömülürlerdi. En derin noktalar ise kişilere göre değişiklik gösterirdi. Bu noktalar genellikle en büyük korkulardan oluşurdu. Ve Arafat, şu anda dünya üzerinde yaşayan tüm insanların altında gömülü durumdaydı.

Arafat’ın uyandırılma vakti olduğu bir gerçekti. Düzenli aralıklarla gördüğü geriye dönüşlü rüyalarının birisinden daha uyandı. Üçüncü günün şafağında doğuya baktı. Ak sakallı bir dede falan yoktu ortalıkta ama pek de duymak istemediği şeyleri dillendiren birisi vardı. ‘’Kalk hadi, burası öyle rastgele çadır kurabileceğin bir yer değil. Tipe bak, tam bir serseri köpek.’’ Arafat’ın bu cümleden anladığı tek şey; eğer bir köpek olsaydı tip itibariyle ev köpeği olmayacağıydı. ‘’Bakma aval aval, yıktırtma başına şu çaput parçasını. Bak kamyonette burada, toplar atarım Allahıma, kitabıma!’’ Sakinliği, yaşadığı olaydan dolayı göstermesi gerektiği halde göstermediği tepkilerinden değildi. O her saçma anda sakindi ve bu an oldukça saçmaydı. Çadırının içerisine kafasını uzatan adama baktı. Bu işleri genelde zabıta yapardı, ya da onlara daha çok yakışıyordu. Adamın dediklerini tekrar aklından geçirdi. Kim olduğu önemli değildi. Uzatmak istediği bir şeyler de yoktu. Sadece mantıklı bir cevap vermek istedi: ‘’İyi olur. Zaten benim değil. Geçerken adresine de bırakırsanız daha iyi olur. Hatta beni de bırakın, muhtemelen yol üzeridir. Değilse de fazla uzaklaşmadan inerim. Bunun için ikili oynama riskini kullanıyorum. Sakıncası olmaz herhalde.’’ Mantık; eğer karşındakinin işine gelmiyorsa ya da anlaşılamıyorsa en büyük kavga sebebine dönüşebilir. Eğer iki taraftan birisi daha az zeki olduğunu hissederse bunu somut göstergelere döker. Bu şahısların fiziki özellikleri, ses kalınlıkları ve mesleki durumları ciddi avantajlar sağlayabilir. Eğer kendilerini haklı görüyorlarsa bunu hiçbir mantık yok edemez. Çünkü bu türe göre mantık, eylemden sonra gelir.


‘’Ulan deyyus! Şaka mısın lan sen? Oğlum burada benimle uğraşacak adam kalmadı da sen mi uğraşacaksın, bre it oğlu it? La bırak la bırak da dağıtayım şunun suratını bir!!!’’ Kelimeler lego gibidirler. Birleştirildikleri zaman kompleks bir yapı sanatı, dağıtıldıklarında ise yalnız birer hiçliklerdir. Genellikle diller kelimeleri zamanla zımparalarlar. Zımparalayan ise tat ve konuşma organımız olan dildir. Dil; vücudumuzdaki en akıllı ikinci, en düzenbaz ise ilk organdır. Onu akıllı yapan şey; konuşmanın ne kadar gereksiz olduğunu fark edip sözcükleri tüketme çabasından gelir. Düzenbazlığı ise bunu yine sözcüklerle yapıyor olmasıdır. La kelimesi, lan kelimesinden gelmektedir. Lan kelimesi ise ulan-dan gelir iken, ulan ise oğlum-dan zımparalanmaktadır. Bunları aynı konuşmaya sığdırabilenler ise gerçek diltıraşçılardır. Dilin ortağı ise küfürlerdir. Çünkü küfürler sadece işine bakar ve törpüleme işinde oldukça hunhardırlar. Bu başarı onları tüm diller yok olana kadar taşıyacak ve en sonunda kendileri de dillere destan olacaklardır.

Çadırın içerisi bir an önce dışarı çıkmasına yetecek kadar ısınmıştı. Cehennem başkaları değildir. Cehennem, güneşin ilk doğduğu andan sekiz buçuk dakika kadar sonra çadırın içini oksijeni emilmiş ocaklı bir mezara çevirmesidir. Kendisini uyandıran şeyin doğal etmenler değil de bir insanın olmasına kızgın değildi. . Duyduğu küfürler ve tepkilerin ise karşısındaki insanın acizliğinin bir göstergesi olduğunun bilincindeydi. Biraz daha rahat hava alabilmek için fazla sarsmadan çadırdan dışarıya çıktı. Arkasındaki heykel hâlâ yerinde duruyordu. Sararmış ve ezilmiş çimenleri, banklarda oturarak termosta çay satan amcayı, el arabasını süren mısırcıyı, oyun parkına henüz gelmemiş çocukları ve karşısındaki denizi hayal ettiği şekilde gördü. Kendisine diklenen zabıta görünümlü adama baktı. İçinden gelenleri tükürdü: ‘’Kamyonunuzda, çadırın yanına bu heykel için de yer açarsanız istediğinizi yapabilirsiniz.’’ Zabıta memuru yeniden okkalı bir küfür savurmayı planlıyordu ki karşısındaki adamın iki metreye yakın boyunu ve kendisinden cüsseli kalıbını görünce bir an afallayıverdi. Başını yukarı kaldırdı ve cevap verdi: ‘’Bak arkadaşım… Bak güzel kardeşim… Biz de burada işimizi yapıyoruz. Ne sen bizi yor ne de biz senin o güzel canını sıkalım.‘‘

Uzatma dercesine bir el hareketi yaptı. Amacı adamı küçümsemek değildi. Sadece o kadar sıkılmıştı ki, reflekslere tabi olabilecek bir durumun uzantısını eyleme döktü. Çadırı kolay kurulup toplanabilen çadırlardandı. Önce uyku tulumunu ve matını sarıp bağladı. Ardında birkaç akrobatik hareket ile çadırını topladı. Bu eylemler onun midesi ile beyni arasındaki sinir hücrelerinin ısınmaya başlamasına, nörolojik tüm unsurların canlanmasına, ağzı dışında sindirim organının da konuşmasına, yani kısaca acıktığını fark etmesine sebep olmuştu. Uyku tulumunu iki simit karşılığında simitçiye, matını ise istediği kadar çay alabileceğinin teminatını veren çaycı amcaya sattı. Akşama kadar oldukça fazla vakti vardı. Musa ile buluşup ötekine gitmek için oldukça fazla zaman Etraftaki insanlarla biraz muhabbet edebilir, derin mevzulara dalıp metaforların kapılarını koç başları ile tarumar edebilirdi. Filozofların ruhları kıskançlıktan çatlarken, bu istişare ortamında yeni fikir cereyanları meydana çıkabilir ve tüm dünyanın kabul gördüğü tabular yıkılabilirdi. Böylesine namütenahi muhabbeti ilk açan kişi hâlâ aynı banka yapışık olan çaycı amca yaptı. ‘’E babam, ne işimi görür bu zımbırtı? Bilek de ona göre kullanak.’’ Bir soru açıksa cevabı kısa olmalıdır. Eğer birisi cahilliğini gizlemiyorsa ona cahil görünmek bir erdem olabilir. Erdem ise bazen sıfat, bazen fiil, bazen ise isimdir. Şu bir gerçek ki bunlar hiçbir zaman isimle birlikte olamazlar. Ya hepsi yalnızdır ya da isim haricinde diğer ikisi müttefiklik yaparlar. Bunun dil bilimindeki adı sıfat-fiildir. Gerçek hayattaki adı “iyi insan”dır. Tasavvufta “insan-ı kamil” , İngilizcede ise “perfect person”dır. Arafat çok düşündü fakat kısa cevap vermeliydi: ‘’Hanım teyzeye verirsin pilatesini yaparken kullanır.’’ ‘’Ha iyiymiş babam, zaten benim avratta ne zamandır beynimin etini yiyi. Deyi ki ne zamandır hiçbir poh getirmisen biye. Artıh susar azıcıh. Dediğiy neyse onu yapar artıh. Sağolasan, var olasan. İsmiy ne peki?’’ ‘’Erdem.’’ ‘’Memnun oldum baboş. Huyuy suyuyda ismiy gibidir inşallah. Ben de Bakır. Urfalı hanto Bakır.’’

Muhammed Eyüp Yavuz


ON ÜÇÜMDE UMUTLARIM

Kalbimin sessiz fırtınasıdır umutlarım, Tıpkı denizden öfkesini alamayan dalgalar gibi. Rüzgârın önünde savruldu umutlarım, Sonbaharda sararmış kuru yaprak gibi. Rıhtımsız bir sandaldı umutlarım, Pusulasız yönünü bulamadığım kalbim gibi. Issız istasyon yeridir umutlarım, Yola devam edip, yolcusu inmeyen durak gibi. Gülleri açmamış mevsimin hazanıdır umutlarım, Gözlerim içimde devamlı çağlayan bir ırmaktı. Duygularım, hayallerim temiz ve saftı, Susuz kalmış bir fidandı umutlarım, Geride bir bahar bıraktı

İlknur Öner


KÂBUS İÇİNDE RÜYA O gece arkadaşını öldürmüştü. Tek kurşun, kafatasındaki göz deliklerinin arasından geçen ve beynine hava gitmesini sağlayan bir delik açmıştı. Sıra karısındaydı ancak o aldığı alkolün etkisiyle daha yatak odasına gidemeden kanepede sızmıştı. Önce başını kaldırdı, sonra vücudundan geriye kalan kısmı Arkasını dönüp giden karısının peşinden yalpalayarak yürümeye başladı. Yerdeki şişelerden birini eline geçirdiği gibi yetişmeye çalıştığı karısının kafasına indirdi. Cam kırıklarıyla birlikte yere serilen kadının üzerine çıktı, şişeden elinde kalan cam parçasıyla önce boğazını kesti, sonra daha ince bir parçayı kadının göğüs dekoltesinin bittiği yere sapladı.

Tam sayısını hatırlamıyor ama ondan fazla, on beşten az olduğuna yemin edebilir ya da başını kaldırıp etraftaki boş şişeleri sayabilir. Tabii çift görme problemi olmasaydı, karısının “Kaç tane içtin?” sorusuna cevap verebilirdi. Topuklu ayakkabısının yaklaşık 17 santimetre olan topuğunu evin parkesine vururken yeni sürdüğü kırmızı ruju sebebiyle harika görünen dudaklarını ısıran karısının yanında yatmak yerine kanepede sızmasını sağlayacak kadar çok içmişti. Yine. Aslında öykü burada başlamıyor. Önceki günü ve önceki haftayı ve önceki ayı işsiz ve alkollü geçiren adam o gece intiharı, en yakın arkadaşını öldürmeyi ve topuklu ayakkabılarından nefret ettiği karısını öldürmeyi planlamıştı. Tabii ki bu sırayla değil. Ancak önceki gün ve önceki hafta ve önceki ay olduğu gibi yine cesaret edememişti. Her işine karışan ve karıştığı gibi berbat eden arkadaşını ve yarım saat makyaj yapmadan evden dışarı çıkmayan karısını öldürmek zor gelmiyordu. Zor gelen intihardı. Ulaşacağı mutlu ya da mutsuz sonun belirsizliği ve hayatını paylaştığı ya da paylaşmak zorunda kaldığı iki insanı öldürdükten sonra intihara cesaret edemezse, kendisini bulacağı hapishane koğuşu korkutuyordu.

Orgazm olduktan sonra yatağa yığılır gibi karısının yanına yığıldı. Bir rahatlık hissediyordu, belki daha sonra pişmanlık bile duyabilirdi. Ama beklemedi o duyguyu, karısının göğsünden çıkardığı parçayla kendi bileklerini keserken uyandı. Başını kaldırmaya çalışırken karısının topuklu ayakkabı seslerini duydu. Tak! Tak! Tak! Tak! Tak! Tak! Tak! “Kaç tane içtin yine? Artık yatağımıza da gelmiyorsun!” Yine cesaret edememişti. Kâbus içinde rüya görüyordu.

Soner Üçkuşoğlu


SEVGİLERDE O kocaman cümleyi söylemekten utanıyorsanız, seni seviyorumları davranışlara dökmeyi deneyin. Annenizin ellerine, alnına, yanağına düşen çizgilere bir kuş olup konan öpücüğünüz sevginin en temiz, en canlı ispatı değil mi? Kendi ellerinizle yapıp; sevginizle pişirdiğiniz bir kek, sevgiyle ördüğünüz bir atkı seni seviyorum cümlesinden çok daha fazlasını barındırır. Sana değer veriyorum, seni önemsiyorum, üşütüp hasta olmanı istemiyorum Bedavaya dağıtacağınız, paylaştıkça çoğalan mutluluklarınız, sevgileriniz var unutmayın.

“Seviyorum.” İçinde özlemi, sadakati, güveni, fedakârlığı, dostluğu barındıran kocaman bir cümle. Kimimiz söyleyemedi, tam söylerken milyonlarca karıncanın avuç içlerine yürüdüğünü, boğazının kuruyup, yanaklarında kızıl bir goncanın açtığını hissetti. Utandı, sustu. Kimimizin yetişmeye çalıştığı bir işi, kaçırmaması gereken otobüsü, teslim etmesi gereken projeleri vardı ama sevgiye ayıracak vakti yoktu. Günlük telaşların içinde hayat bir su misali akarken size sevgiyle bakan bir anneyi, babayı, kardeşi, sevgiliyi unuttunuz. Kimimiz gururdan söyleyemedi sevdiğini. Bir adım atılmasını bekledi, bekledi, bekledi Yıllar sonra doğru durakta beklerken yanlış bir otobüse bindiğini fark etti. Ve bir keşkeye sığdırdı bitmeyecek sandığı ömrünü. Kimimiz utandı, içinde yaşadı sevgisini. Oysa sevgisini söyleyemediği her günün, sevdiklerini ondan daha da uzaklaştırdığını unuttu. Kimimiz reddedilmekten korktu, söyleyemedi sevdiğini. Reddedilse bile, “Sevgimi anlayamadı.” deyip sevmeye devam edemedi. Kimisi kaybetmekten korktu, söyleyemedi sevdiğini. Hep ihtimallere asılı kaldı hayalleri, hep özlemek zorunda kaldı sevdiğini.

Size göre önünüzde uzun yıllar var ama farkında olmadan hayat sabun köpüğü gibi avuçlarınızdan kayıyor. Hayat yaşlanıyor, yaşlandırıyor. Kazandığınız parayla, yirmi yıl sonra bir ev aldınız, eşyalarınızı yenilediniz. Bunlar evinizi ısıtmaya yetti ama ısıtmaya geç kaldığınız ellerin, kalplerin adresi değişti. Eşyalar eskiyor, yenileniyor ama size bir anne gibi sarılamıyor, baba gibi kızamıyor, bir kardeş gibi gözyaşlarınızı silemiyor. Zaman var diyerek ertelediğimiz bugünler bahçemizden koparılan çiçekler gibi. Evet, kalkın yatağınızdan, kanepenizden Yapacağım, söyleyeceğim, gideceğim fiilleri şimdiki zamanda hayat bulsun. Yarın bitmesi gereken ne varsa bugün bitsin. Bir doktorun, “Üç aylık ömrünüz kaldı,” cümlesini kendinize slogan edinin. Dünü ertelediniz, bugünü yaşıyorsunuz ama yarın ne yaşayacağınızı kim bilebilir? Yıldız kayarken dilek tutmak yerine bunu sevdiklerinize söyleyin. Söyleyin ki gerçekleşme imkânı olsun. Modern hayatın içinde sevginizi telefon tuşlarına hapsetmeyin. Sevdiğiniz insanın elini tutun, göz bebeklerinde kendinizi görün. Sevgi bir annenin elinde, bir babanın nasihatinde, bir kardeşin gülümsemesinde, bir sevgilinin kalbinde Açın gizli bahçenizi sevdiklerinize. Yetiştirdiğiniz bütün çiçekleri sahiplerine verin. Bir gülümsemeniz onlara güneş ışığı olsun, bir tatlı sözünüz onlara su gibi hayat versin. Yaşanmışlıklara üzülüp, yaşanacakları yarına ertelemeyin. Vaktiniz varken ve “Böyle olsun istememiştim.” demeden çalın en yakınınızın kapısını.

Seda Kamburgil


ZAMAN GECE Bak sevgilim zaman gece olmuş Karanlık bir sokağın ortasındayız Seni seyrediyorum yine Uzaklardan yüzünün sol tarafına vuran ışığı Sol yanağındaki gamzen çekiyor içine Sen gülünce aydınlanıyor gecelerim Sen bihabersin benim o an yaşadığım mutluluktan tabii Bak sevgilim ay küsmüş bize kıskançlığından Sırf biraz daha karanlık olsun diye Saklanmış ardına bulutların Farkında değilmişiz gibi Uzaklardan bizi seyrediyor gizlice

Bak sevgilim güneş doğmak üzere Gökyüzü kızıllığa bürünmüş Deniz rengârenk mor, mavi, yeşiller içinde Renkler sen gibi karışık Gece yağmurundan kalan gökkuşağı üstünde Canlı ve farklı birbirinden her anı Sen gibi farklı duygular içinde Senin gözyaşının ardından yaşadığın mutluluk gibi Gökyüzünün gözyaşından sonra çıkan gökkuşağı Bak sevgilim kendini gör her yerde Ben gibi yaşa kendini, seni bende yaşattığım gibi Bak sevgilim gözlerimin içine Gör içimde yaşattığım seni Sen ki her an daha derindesin içimde.

Mehmet Doğucan Arslan


SAMAN RENGİ YALNIZLIK Üzerinde birkaç kalem, ince belli çay bardağı, bir kültablası, saman rengi boş kağıtlar, saksıda da mavi sardunyalar olan ahşap bir masada, sandalyeni hafif sağa çevirmiş, yakaları kirlenmiş açık kahverengi gömleğin, ondan bir iki ton koyu yamalı pantolonunla karşımda oturuyorsun. Bacak bacak üstüne atmışsın. Sol elindeki idam mahkumu sigarayı, sağ elindeki gazı azalmış çakmakla yakmaya çalışıyorsun. Seni öylece seyrediyorum. Benim varlığımdan haberin seafoodplus.info hemen pencerenin altında olduğu için güneş puslanmış yüzünü aydınlatıyor. Pencerenin teki açık, içeriye giren rüzgâr, tül perdeyi havalandırmakla beraber sardunyanın yapraklarını da serinletiyor. Sigaranı hâlâ inatla yakmaya çalışıyorsun. Yanmasına mani olan rüzgâr değil de çakmağın gazı az, biliyorsun. Eskiden olsa fırlatıp atardın çakmağı masaya. Şimdi canın çok istiyor, içmek istiyorsun, dumanından boğulana dek tüttürmek istiyorsun o sigarayı. Hatta o an ‘’Akşama arkadaşlar çağırsa da rakı sofrasına, gitsem.’’ diye geçiriyorsun içinden. Neden bu kadar efkarlandığını bilmiyorsun. Doğru düzgün arkadaşın olmadığını hatırlayıp rakıdan vazgeçiyorsun. Çakmağı ısrarla çakıp sigaranı yakmaya çalışmak seni yormuyor. Art arda denemelerin başarıyla sonuçlanınca seviniyorsun. Seviniyorsun çünkü ellerin tütün kokacak, odanın zaten kirli olan kireçli duvarlarını bir kez de sen karartacaksın. Havalanan perdenin altından sızan rüzgâr, sigara dumanını odanın dört bir yanına dağıtıyor. Gazların hacmini düşünüyorsun. Gazlar bulunduğu kabın şeklini alır, evet, diyorsun. ‘’Benim sigaram, benim odamın şeklini almalı.’’ Seviniyorsun. ‘’Halit amca vardı, fazla içmekten ölmüştü, yazık oldu adama.’’ diyorsun sigaranın dumanını üflerken. Sonunun Halit amca gibi olabileceği düşüncesi hiç üzmüyor seni. Kendini fazla içmediğine inandırıyorsun. Yalnız olduğun ve yalnızlıktan ölebileceğin aklına geliyor. Uzun süredir bu masada oturduğunu fark ediyorsun, kalkıyorsun sandalyenden ve pencereden uzatıyorsun kafanı. Bir kız bir oğlanla topaç döndürme yarışı yapıyor, karşı evdeki şişman kadın

vücudu sallana sallana kapının önünü süpürüyor. Hiçbirini tanımıyorsun, yalnızsın. Ürpertici derecede yalnız. Odan soğuk, çayın sıcak. Ama sigara çayı unutturuyor sana. Üşüyorsun. Aylardan temmuz ama sen üşüyorsun. Yalnızlığın ürpertici soğuğu seni üşütüyor. Bir kadın geliyor aklına. ‘’Hay gelmez olaydı!’’ diye söyleniyorsun. Ne kadındı ama. Usandırıcı derecede aksi, bağımlılık yaparcasına güzeldi. Onu görmeden geçen günlerinin zorluğu geliyor aklına; uyuyamadığın, yatmak için kafanı koyduğun her yerin o koktuğu geceler geliyor. O yanında uyurken, ağustosun sıcağını hissetmeyişini anımsıyorsun. Halbuki şimdi ne sıcak. ‘’Temmuz adamı bu kadar kavurur mu ulan’’. Onun yatağa serilmiş saçlarından burnuna perde yapıp koklayamadığın için sıcak sana cehennem geliyor. Onun geceliğinin kumaşını ellerinde hissetmediğin için terliyorsun. Ocakta da, martta da. Onu neden kaybettiğini hatırlamaya çalışıyorsun. Aklına gelmiyor, bir sigara daha Çakmak almak istiyorsun iki sokak ötedeki bakkaldan. Sonra bak


kalcının seni iki saat lafa tutmasından korktuğun için vazgeçiyorsun. Kimseyle sohbet etmez oldun, tanıdığın bir avuç insanın yüzlerini bile hatırlamakta güçlük çekiyorsun. Varsa yoksa şu ahşap masadaki kalemler, kağıtlar ve sigaran var senin için. Doğru düzgün yazamıyorsun da. Yazmaktan da korkuyorsun çünkü. Gerçekleri yazmaktan, sonra gerçekleri okumaktan, okunmasından korkuyorsun. Karaladığın birkaç kağıt çekmecede, onları da yakmayı düşünüyorsun. Sen öldükten sonra birine kalır diye ödün kopuyor. Oysa az mı geçirdin içinden ‘’Keşke o yazdıklarım kadınıma ulaşsa.’’ diye. Bunu istiyorsun, korkuyorsun. O kağıtlarda ne yazdığını sen de unuttun. Ağlamaktan korktuğun için bir daha açıp okuyamıyorsun. Sen korkağın tekisin. Gece oluyor, uyumak istiyorsun. Yalnız uyuyacağın aklına gelince uykun kaçıyor. Onu hayal ediyorsun yanında. Lavanta kokan bukleli saçlarıyla yatakta bebekler gibi masumca uyuyuşunu hayal ediyorsun. Sonra uyanmasın diye gürültü çıkarmamaya gayret gösteriyorsun.

memek için elinde hiçbir neden yok. Acı çekiyorsun, yanında yok diye, olamayacak diye. Saçlarını öpemeyeceğin ve ellerini tutamayacağın için, acı çekiyorsun. O öldü mü, yaşıyor mu diye düşünürken, karnına bir ağrı giriyor. O bilindik psikolojik ağrı. Ölse mi daha çok üzülürdüm, yaşasa mı diye düşünüyorsun. Elbette ölse daha iyi, çünkü o zaman ona dair umut beslemeye sebebin kalmaz. Evet, böyle düşünüyorsun sen de. Yaşıyorsa? Aynı karın ağrısı tekrar saplanıyor. Onun yaşıyor olması seni boğuyor, yapışıyor yakana. Yaşıyorsa seni çoktan unutmuş, merak etmiyor demektir. Bir kez daha yalnız olduğunu anlıyorsun. Eminsin. Saman rengi kağıtların, kalemlerin ve sigarandan başka hiçbir şeyin yok. Onu nasıl kaybettiğini bir kez daha düşünüyorsun, yine aklına gelmiyor. Yaşıyorsa? O zaman ondan haber alsam, nerede, ne yapıyor öğrensem diye sevinç kaplıyor birden yüreğini. Çakmağını ve sigaranı pantolonunun cebine atıp çıkıyorsun odadan. Nereye gideceğini bilmeden, gece gece sokakta buluyorsun kendini. Yardım isteyebileceğin kimsen de yok, yalnızsın. Hayat senin arkandan fena iş çeviriyor. Merve Aslan


BENİM HİKÂYEM Yirmi altı saatlik yolculuğun ardından sonunda kendimi Ağrı otobüs terminalinde buldum. Uykulu gözlerle, bir yandan muavinin uzattığı çantamı alırken bir yandan da etrafı tahlil etmeye başladım. Sabahın altı buçuğunda, daha gün ışımadan bir şey görmeme imkân yoktu ama. İnen binen yolcular, annesinin kucağında uyuyup kalan küçük bebekler ve otobüsünü bulamayan yaşlı amca ve teyzeler ilk bakışta gözüme takılan küçük karelerdi. ”Başka valiziniz var mıydı beyefendi?” Genç muavinin sesiyle daldığım hayalden çıktım. “Teşekkür ederim. Başka yok.” Dedim ve otobüsün yanından uzaklaşarak kendimi acenteye dar attım. Sonbahar yağmurları memleketimden itibaren peşimi bırakmamış, burada da beni bulmuşlardı. Saçlarımdan düşen yağmur tanelerini elimle silerek garsondan bana bir çay getirmesini istedim. Sıcacık çayı içerken, cama teker teker vurup sonra bir noktada birleşerek aşağıya doğru dans ederek inen yağmur damlalarını izledim bir süre. Otobüsten indiğimden beri tam beş çay içmiştim. Artık bir an önce ilçeye gitmenin vakti gelmişti. Dışarıda birkaç adama Doğubayazıt’a nasıl gideceğimi sordum. “Minibüsler yarım saatte bir gelir abi, şu yandaki duraktan kalkıyorlar.” dedi. “Sağ ol.” dedim ve minibüs durağına doğru ilerledim. Hareket etmeye çalışan minibüsü görünce peşinden koşmaya başladım. El kol işaretleriyle durdurmaya çalışıyordum ancak şoförün durmaya niyeti yoktu. En sonunda pes edip camını açıp bağırdı. “Ne koşuyorsun kardeşim, yer yok alamam seni.” “Benim acelem var, bir an önce ilçeye gitmeliyim.” dedim. ”Ne laftan anlamazsın sen, yer yok dedim anlamıyor musun?” “Öğretmenim ben, ilçe Milli Eğim Müdürlüğüne gitmeliyim.” Adam öğretmen olduğumu duyar duymaz minibüsten atladı ve hemen valizimi aldı. “Hocam neden daha önce söylemiyorsunuz, ayıp ettik valla. Kusura kalmayın.” “Sorun değil.” dedim ve hemen bindim. Okullar açılalı tam iki hafta olmuştu. Ben ise prosedür işlerini ancak bitirebildiğim için derslere yeni girecektim. Öğretmenler odasından çıktım ve ders programıma bakıp ilk öğrencilerimin hangi olduğunu öğrendim.

olduğunu öğrendim. Evet! Gireceğim o sınıf benim öğretmenlik hayatımdaki ilk öğrencilerim ve ilk göz ağrılarım olacaklardı. B sınıfının önüne geldiğimde kapıyı açmak ve açmamak arasında gidip geldim. Bu kapıya yaklaşmak benim için uzak bir hayalken şimdi tam önündeydim işte. Kapıyla beraber tüm hayallerim de birden açıldı. kadar öğrenci kapı sesiyle birlikte konuşmayı bırakıp ayağa kalktılar. ”Günaydın çocuklar.” dedim ve masama geçtim. Herkes aynı tonda bana karşılık verip yerlerine oturdular. Önce masama oturup bir süre onları izledim. Hepsi meraklı gözlerle yeni öğretmenlerini tanımak ister gibiydiler. Ama tek bir kelime bile etmiyor sadece onların gözlerinin taa içine bakıyordum. İçlerinden biri ayağa kalkıp: ”Öğretmenim! İsimlerimizi sormayacak mısınız? Tüm öğretmenlerimiz soruyor da…” Bu sevimli küçük kıza gülümseyerek cevap verdim. “Soracağım elbette. Ben önce kendi adımı söyleyip sizden de kendi hikâyelerinizi yazmanızı isteyeceğim. Adım, Bekir Aydın. Sizin Türkçe öğretmeninizim. Şimdi herkes bana kendisini anlatan kısa bir hikâye yazsın. Kendinizi, ailenizi, en sevdiğiniz arkadaşınızı hatta en sevdiğiniz yemeği bile bana yazabilirsiniz. Adınızı yazmayı unutmayın.” dedim ve yerime oturdum. Lojmandaki daireme gittiğimde ilk işim bana yazılan hikâyeleri okumak oldu. İçime en çok dokunun da Serap’ın hikâyesiydi. ”Adım Serap. Ben on iki yaşındayım. 7 kardeşim var. İçlerinde sadece ben okula gidiyorum. Bizim evde herkesin bir işi vardır. Babam en işsiz kişinin ben olduğumu söylüyor. Çünkü okula gidiyormuşum. Abilerim babama yardım ediyor tarlada çalışarak ve hayvanlarla ilgileniyorlar, ablalarım evde yemek yapıyor her gün. Ben okuldan gelince hazır sofraya konuyorum diye kızıyorlar bana. Ama ben okulumu çok seviyorum. Geçen gün annemle babam konuşurlarken duydum. Yakında okuldan almayı düşünüyorlar beni. Çünkü bütün gün hiçbir


işe yaramayıp okula…” devamını okuyamadım bile. atıyordum. Lambanın ışığı sönüp gün ağarana kaKendi hikâyem canlanıverdi birden gözümde. dar orada yemyeşil Milas manzarasına kadar ders çalışıyordum. Günler geçti ve sınav günü geldi. Ertesi Yaşyer Köyü/ Milas gün sınava girecektim. O gece bizim yayla çadırında Güneşli bir mayıs günüydü… Köydeki kerpiçten evi- büyük bir kavga başladı. Babam bağırıyor, ağzına gelmizin bir köşesine oturmuş dizlerimi göğsüme kadar en küfürü ediyor ama bir türlü benim yarın Muğla’ya, çekmiş, evdeki yayla telaşını izlemeye koyulmuştum. sınava girmeye gitmeme izin vermiyordu. Bütün gece Köyümüzde zeytin toplama hasatı çoktan başlamıştı. ağladım. En sonunda uykuya dalmıştım ki babamın Bu yüzden de bir an önce eşyalarımızı traktöre yükferyatlarıyla uyandım. leyip köyün kıyıdere denilen yerindeki zeytinliğimize “Kalkın kalkınnn! Sel geliyor. Şu su sesini bir dinleyin doğru gitmeliydik. Bir ara babamın bana doğru hele. Allahım sen bizleri koru!” Hemen yatağımdan yaklaştığını gördüm. fırladım. Ancak çok geçti. Sel tüm zeytinliği basmış, ”Kaldır şu işe yaramaz ….nı. Bir işin ucundan tut. bir ay boyunca topladığımız zeytinler sel sularıyla Küserek beni ikna edebileceğini mi sanıyon sen? aşağılara süzülüyordu. Sabah gün ışıyınca anladım diyerek bana bağırdı sonra da annemin kolundan ki; sel sularına kapılıp giden sadece zeytinler değildi. tutup, elimde kalacak şu oğlan Hanife. Git kaldır şunu Hayallerim de onlarla birlikte gitmişti. kovaları taşısın.” dedi. Annem yanıma gelip başımı Dört gün sonra tekrar B‘nin dersine girdim. Yine okşadı. Onun yumuşak, şefkât dolu ellerine yüreğim ilk derski heyecanlarıyla gözlerimin içine bakıyordayanmadı. Zoraki yerimden kalkıp yaylaya gidecek lardı. Derse başlamadan önce, okuduğum hikâyeleeşyaları toplamaya başladım. Kovaların altına test rde dikkatimi çeken isimleri aramaya başladım. kitaplarını koydum. Kimse görmesin diye üstünü de “Selim kim?” diye sordum. Arka sıralardan esmer, annemin köy fırınında yaptığı ekmeklerle kapattım. kıvırcık saçlı bir çocuk el kaldırdı. Bir saat sonra zeytinliğimize gelip bir ay boyun”Benim öğretmenim.” Selim on altı yaşındaymış. Yani ca içinde yaşayacağımız çadırımızı kurduk. Sonra yaşıtlarından yaş büyük. Babası okula yazdırannemin odun ateşinde pişirdiği yemeği yedik ve mayınca evlerine gelen kaymakamın ısrarıyla okula herkes zeytin ağaçlarına doğru yöneldi. Ben ise sabaşlayabilmiş. dece o yeşillikleri uzaktan seyretmek ile meşguldüm. ”Elif kim peki?” dedim sonra. Elim bir türlü o zeytinlere gitmiyor, sürekli bir ay “Benim.” dedi hemen önündeki sırada oturan kosonraki sınavımı düşünüyordum. Babam yine uzakcaman siyah gözleriyle bana bakan şirin kız. Elif ’in tan o gür sesiyle bana bağırdı. annesi onu dünyaya getirirken ölmüş. Onu ise kendisinden yaş büyük ablaları büyütmüş. Gözlerim Serap’ı arıyordu. “Serap!” dedim ses gelmedi. “Nerede arkadaşınız çocuklar?” dedim. Hemen arkadan bir kız ayağa kalktı ve: “Üç gündür okula gelmiyor öğretmenim. Evlerine gittim. Ama annesi bundan sonra okula gelmeyeceğini “Bak dalmış yine orda hayallere. İki zeytin topla söyledi.” Başımdan aşağıya kaynar sular döküldü. şuradan yürüü!” Elime kovayı alıp zeytin ağacına Geç kalmıştım o kızı bulmakta. Ve ben o günden tırmandım. Bir ay sonraki sınavımı düşündükçe içimi korkular sarıyordu. Ders çalışmam gerekirken, sonra Serap’a hiç ulaşamadım. Öğretmenler odasındaki pencereden uzak yerlere burada durmuş kovaya düşerek ses çıkartan zeytinbakıp Milas’taki köyümü düşündüm. İnsanların leri izliyordum. Babam kitap açtırmıyordu evde. Bir hikâyeleri bir noktadan sonra birleşiyordu galiba. işin ucundan tutmayıp bu zırvalıklarla uğraşıyorSonra aklıma bir kitapta okuduğum tek satırlık muşum. İki abim de askere gittikten sonra bana daha çok yüklenmeye başladılar. Evde bir ton iş beni bir söz geldi. *“Ancak hikâyesi anlatılan insanlar beklerken, ben oturup keyif yapıyormuşum. Bu yerde var oluyordu.” Tıpkı benim gibi, tıpkı o küçük kız çocuğu gibi… erkek çocuklarının kaderi hep çalışmakmış. Peki ya benimki? *Zülfü Livaneli- Serenad Bir ay boyunca zeytin toplayıp kasalara koyduk. Hazirana doğru zeytinlerin azalmasıyla ılık yaz gecelerinde ders çalışmaya da başlamıştım. Bizimkiler tüm gün yorulunca hemen uyuyup kalıyorlardı. Fırsattan istifade elime gaz lambasını alıp kendimi, Yaşyer’i tepeden gören bir manzaraya Meltem Gökce


ABSÜRD ŞAPIR ŞUPUR Ne demek yani, siz hâlâ öğrenmediniz mi bazı insanların hayatta tek bir kere dahi karşılaştıysa, ne yaparsa yapsınlar ikinci karşılaşmanın önüne geçemeyeceklerini. Bunu iradesizlik olarak yorumlamayın, bu en azından ilk karşılaşmanız kadar iradeniz dâhilinde bir hareketti. Ne demek yani, gerçekten o ilk karşılaşmanın tesadüf olduğuna inananlardan mı çıktınız? Elbette değildi, hemen öncesine, çok daha öncesine, o ana, hemen sonrasına, çok daha sonrasına ve şimdiye bakın, değildi, inandınız mı bana, değildi. Sizden istirham ediyorum kendinizi bu denli değersiz görmeyin.

Siz efendim, hayatla dilediğince dalga geçin, onunla dilediğince savaşın ama ne yaparsanız yapın, altını çiziyorum ne yaparsanız yapın, onun ilkelerini çiğnemeyin. Çünkü efendim, yapamazsınız!

Hayat size ilkelerini çiğnetmez, ama siz, tesadüf görünen kaderlerin gerçekleştiricisi, en az yedi milyar öteki kadar kutsal kişi, tek kutsalınıza, evet Lütfen samimi olun bana, yaşadığınız bunca akıl dokunabildiğiniz tek kutsalınıza, ilk karşılaşmanıza, karıştırıcı anı, bunca gerçekliğin kırılıp düşlerinio ilk anda ve sonraki her anda, bir sonu olmadığını zle birleşen parçası, bunca masal, evet buna masal demek istiyorum, bunca masal gerçekten de iradeniz hatırladığınız tüm karşılaşmalarınıza, sonu varmış dışında mı gerçekleşti? Tesadüfler efendim, tesadüfler gibi davranarak hakaret etmeyin, çünkü en az yedi milyar öteki kadar kutsal kişi, hayat size ilkelerini bütün iradenizi hiçe saymaktır! Yanlış duymadınız, çiğnetmez evet ama siz, içinize yerleştirilen her bir tam olarak böyledir. İlk karşılaşma sizin kaderinizdi tanrı parçacığını çiğnemiş, ona ihanet etmiş olurve evet efendim, kaderinizi gerçekleştiren de tam sunuz. olarak sizdiniz, sizin iradenizdi. Hayır, tanrı olduğunuzu iddia etmiyorum, en azından şimdilik. Ama Siz çizilmiş kaderinizin yürüyücüsü, kutsal kişi, tantanrı, yani inandığınız tanrı yolların çizicisi, onların rıyı kızdırmayın, içinizdeki tanrıyı hiç kızdırmayın, yaratıcısı değil midir? Bu durumda siz kimsiniz, her şey tanrı olacak değil ya! Elbette her şey tanrı da ola- hele ki dokunabildiğiniz o tek tanrıyı, onu, lütfen efendim, kızdırmayın. Ne mi yapın, gidin efendim, bilir ama şimdilik buna da değinmek istemiyorum. evet durmayın hemen gidin ve öpün. Çünkü öpmek en şapır şupur devrimdir, siz öpenlerden olun. Siz efendim, siz çizilen yollarda yürüyensiniz. Siz çizgileri sağaltansınız. Siz yaratılmış kaderinizi gerçekleştiren, onun üzerine yürüyerek, onun üzerinden yürüyerek gerçekleştirensiniz. İlk karşılaşma mı? İlk karşılama en az önüne geçemeyeceğiniz o ikinci karşılaşma kadar gerçekleşmek zorunda olan bir olağanlık, gerçekleşmek zorunda olan bir kusursuzluk barındırıyordu içinde. Bu yüzden unutmayın efendim, asla unutmayın, ilk karşılaşmanın, ikinci karşılaşmanın, tüm karşılaşmaların hatırına bile olsa hep, mutlaka hatırlayın efendim, bazı insanlar hayatta tek bir kere dahi karşılaştıysa, ne yaparlarsa yapsınlar onlar için son karşılaşma yoktur. Hayatın temel ilkeleri efendim, matematik gibi düşünün, onun aksine çok daha muğlâk ve onun aksine çok daha kesin.

Misafir Yazar Mert Durmazer


FERAHLIĞI SEVERDİ O Yine bir şiir akşamı günlerden Zaman yol alıyor usul usul Dörde doğru üçüncü dizeden Şiir yaprağı olmuş koca dört duvar Ve dünyanın en romantik duvarı Boyanıyordu mürekkep damlalarıyla azar azar Acı yüklü şiir kokusu kaplıyor sonra her tarafı Dayanamadı, yürüdü duvarsız bir hayata açtı camı Yasladı sırtını duvara bir insana yaslar gibi Öksürdü sonra yırtarcasına kırmızı mendili Öksürdü, amansız hem de kan ağlıyordu yüreği Veremden değil bembeyaz sayfaları Kana boyamaktandı sıkıntısı Belki dedi uzun bir nefes aldı Gözleri ilişti pencereden dışarıya Ama sonuç yine aynıydı Yol boyu uzanan caddeler Balkonu sümbül kokan evler Ona çok dardı Ferahlığı severdi o Dört duvar arasında geçti hayatı Misafir Yazar Mustafa Akdaş



 Roman var, eleştirmen yok!

’lerin başında, okulu olmayan bir köyden Hakkâri Merkez Yatılı Bölge Okulu’na götürüp mektebe yazdırmaya karar verdiklerinde ağabeylerim, en büyüğümüz, gözleri görmeyen ama her şeyi gönül gözüyle hepimizden daha iyi gören Abdulkadir abim, sıkı sıkıya tembihledi beni. “Okuma yazma öğreneceksin ne güzel, her şeyi oku ama sakın roman okuma,” dedi bana.

“Roman” kelimesini ilk defa, yolu, elektriği olmayan, iki dağın arasına sıkışmış üç evden müteşekkil, Allah’ın bile unuttuğu o köyde, o kör bilgeden duydum. O nereden duymuştu, romanın ne olduğunu ona kim anlatmıştı bilmiyorum, sormadım ama bana bu öğüdü verirken, belli ki o da kendisine “romanın sakıncalarını” anlatmış olan başka bir “bilgenin öğüdünden” yola çıkıyordu. Ona göre roman “yalan” demekti çünkü. Ve yalan iyi bir şey değildi.

Henüz modern hayatın hiçbir aracının girmediği bir köyde hiç okula gitmemiş, hayatında hiçbir roman okumamış, belki de hiçbir romana elini bile sürmemiş ağabeyim o gün belki de bilmeden romanın da en doğru tarifini yapmıştı:

Evet, Kadir Abim haklıydı; roman yalan demekti!

*

Ben şehir merkezine doğru giderken artık Anadolu’nun hangi şehrinden bilmiyorum; kitapları karton kutulara, tahta bavullara, valizlere doldurmuş, bir yolcu otobüsünün bagajına tıkıştırmış veya kamyon kasasına yüklemiş, şehir şehir dolaşmış, kasabalara uğramış, üstü başı pejmürde, yüzünde dolaştığı yerlerin haritasına benzeyen derin çizgiler olan zayıf, yorgun, bitkin bir gezgin kitap satıcısı da muhtemelen aynı zamanda okuyacağım şehirde kitap satmak üzere yola çıkmıştı. Çabuk söktüm okumayı yazmayı. Baharda, karlar eriyip şehrimize her isteyenin gelebilmesine tabiat izin verdiğinde, bir cumartesi günü, okulun bahçesine bir muşambanın üzerine açtığı kitap tezgahının arkasında gördüm o adamı.

Sarı saman kağıtlara basılmış, baskı kalitesi kötü, belli ki ucuza satılsın diye ucuza mal edilmiş onlarca kitap arasında gözlerim hep Hazreti Ali cenklerini aradı durdu. O cenkleri bu yaşıma kadar dayım anlatmıştı bana, şimdi de yazılı hallerini okuyacaktım. Bir de “Arzu ile Kamber”, “Ferhat ile Şirin” gibi acıklı halk hikayelerini… Adı şu anda aklımda olmayan bir kitabın kapağında “roman” kelimesi de ilk defa o gün, o gezgin kitapçının yere serdiği muşambanın üzerine dizdiği o kitaplardan birisinin kapağında çıktı karşıma. Kitaba uzun uzun baktım. Alıp karıştırmak istedim ama hemen ağabeyimin söyledikleri geldi aklıma. Sanki karşımda lanetli bir kitap duruyor, el sürmeye korkuyordum. Kim bilir o kitapta ne tuhaf şeyler vardı? Bana yasaklandığı için de çekiciydi. Ama bir yandan da korkutucuydu. Ya o yalanlar bana da bulaşırsa? Ya beni yoldan çıkarırsa? Kötülük yapmaya sevk ederse? Ya o yalanlar beni dinden imandan ederse? İstemediğim bir şeyi yaptırırsa? En iyisi, romandan ve yalandan uzak durmaktı.

*

Ama çok uzak duramadım. Hazreti Al cenkleri ve halk hikayeleri beni “müptela” yapmıştı ama daha adının altında “roman” yazan hiçbir kitap okumamıştım. İlkokul üçüncü sınıftayken nereden geldiğini bilmediğim “Güneş’in Katli” diye bir “roman” geçti elime. Önceleri okumak için tereddüt ettim. Sonra bütün günahları yüklenmeyi göze alarak okumaya başladım. Hayatımda ilk okuduğum roman olduğu için, o gün bugün ne yazarının adı ne de hikayesi çıktı aklımdan. Mehmet Türkkan yazmıştı romanı, “Güneş” adında bir öğretmeni anlatıyordu. “Aydınlanma ışığını” sırtlamış, geri kalmış Anadolu’yu o ışıkla doldurmaya gidiyordu. Ama yapamamış, onun yaktığı ışık “gerici ve soyguncu takımın” kâbusu olmuş, kör karanlıkta “o ışığın düşmanlarının” kurşunlarına hedef olmuştu.

Galiba sola meylim o romanı bitirdikten sonra başladı. O kadar ikna ediciydi ki… Ürpermiştim. Güneş Öğretmen’in hiçbir suçu yoktu. Çoğu bana benzeyen, okuma yazma öğrenmek isteyen, o kuytu köylerde kör karanlıkta yaşayan yoksul Anadolu çocuklarına okuma yazma öğretiyor, başka bir dünyanın farkına varmalarını sağlıyordu. O halde onu neden öldürmüşlerdi? İşte bu soru bir çengel oldu, yakama geçti ve beni yüksek bir yere astı. Orada geceler boyu haksızlıklara karşı kendimi bilemeye başladım. Tek bir roman kanıma girmeye yetmişti.

Hani Kadir abim bana “roman okuma, roman yalandır” demişti! Oysa en büyük hakikat buydu. Yalan bunun neresindeydi? Güneş Öğretmenin hikayesi yalan bir hikaye değil, hakikatin ta kendisiydi.

O halde romana hücum!

O gün bugün durmadan roman okuyorum ben de.

*

Peki roman nedir öyleyse?

Roman; çoğu, yazarın başından geçen, ama yazarın o hadiseleri alıp başka hayali olaylarla harmanladığı, başkasının başından geçmiş gibi yeniden kurguladığı, kendisinin uydurduğu bin bir yalanla süsleyerek anlattığı, okurlarına hakikatin ta kendisiymiş gibi yutturduğu yalanlara roman denir.

Bir burjuva buluşudur roman. Bugünkü anlamda modern roman dediğimiz tür, yüzyılda ortaya çıkmıştır. Bireyi anlatır. Burjuva toplumunun ortaya çıkardığı karmaşık bireyi. Onun iç dünyasını… Öylesine zengin bir dünyadır ki o dünya… İnsanın kafasında her an, her saniye milyonlarca şey geçer. Hepsi büyük, önemli hadiseler değildir. Ama romancı onların her birini dünyanın en büyük sorunlarıymış gibi bize anlatır ve olup bitenlere bizi ikna eder. İnşa ettiği yeni bir dünyadır. Bizim dünyamıza benzer bir dünya hem de. O zamana kadar keşfedilmemiştir ama. Romancı işte muammalarla dolu bu iç dünyaya doğru yola çıkmış bir kâşiftir.

*

Sanayi devriminden geçmemiş, burjuvazi-işçi sınıfı mücadelesine şahit olmamış, mülkün devletin (padişah) malı olduğu komünizme benzer bir toplumsal düzende yüzlerce yıl geçirmiş bizim gibi bir toplumda roman olabilir mi? Bu soruya ilk ağızda “olabilir” cevabını veremediğimiz için bize romanın gelişi bir hayli geçtir. Bugünkü romanın babası olarak kabul edilen Cervantes’in“Don Kişot”u yazmasından tam yıl sonra Şemsettin Sami bugün Türkçede yazılmış ilk roman olarak kabul edilen “Taaşşuk-ı Talat”ı yazar.

Bizde ilk roman yazıldığında dünyada, Stendal’ın “Parma Manastır”ı, Balzac’ın “Vadideki Zambak”ı, Gustave Flaubert’in “Madame Bovary”si, Victor Hugo’nun “Sefilleri”, Herman Melville’in “Moby Dick”i, Dickens’ın “Oliver Twist”i, Puşkin’in “Yüzbaşının Kızı”sı, Gogol’un “Ölü Canlar”ı, Tolstoy’un “Savaş ve Barış”ı, Dostoyevski’nin “Suç ve Ceza”sı, Gothe’nin “Genç Werther’in Acıları”yayınlanalı bir hayli zaman olmuş, bu kitaplar dünyanın birçok yerine dağılmıştı.

Adını saydığım bütün bu kitapların tümü daha dün yazılmış gibi “güncel”, bugünü anlatıyorlarmış gibi modern romanlardır hâlâ. Bizde ise ilk roman olarak bilinen Şemsettin Sami’nin romanını bir bilgi yarışmasında sorsalar, adını söyleyecek çok az kişi çıkar bu memlekette.

Ama sorsan roman herkesin dilinde… Ve herkesin hayatı roman… ve roman bir bilgi edinme aracı bizde… bir ansiklopedi muamelesi yapılıyor ona her yerde. Hatta bir mücadele aracı olarak görenler çoğunlukta. Biz romana inanırız ve bu yüzden tarih öğrenmek için romana başvururuz. Hatta bazı romancıları, tarihi şahsiyetlere hakaret etti diye yargılar, yerin dibine batırır, bazen de hapse atarız.

Roman bizim için “bilinç edinme” değil, “bilgi” edinme aracıdır da ondan. Belki de yukarıda saydığım romanlar arasında bir Türk romanının olmamasının sebeplerini de bu “bilgiyi kullanma” biçiminde aramak lazım. Tıpkı “atomun parçalanmasını” atom bombası yapmakta kullanan kötü niyetli emperyalist gibi, bizde de roman bir şeyleri devirmenin, düzeni değiştirmenin aracı yapılmış yıllarca. İşe ideoloji karıştırılmış. Sezai Karakoç, “Bizde roman, Peyami Safa’dan sonra ideoloji bataklığına saplanıp kaldı. Tanıpınar’ın Huzur’u sanki mezar taşı oldu romanımızda,” demiş. Siyaset edebiyatı cenderesine almış. Durum böyle olunca da yazarlar kahramanlarına karşı eşit mesafede durmamış; devlet görevlisi öğretmeni memuru yüceltmiş, ahali arasından çıkan ağayı imamı aşağılamış. Öğretmenden-memurdan yana durarak imam-ağa düzenini yıkmaya çalışmış. Bu yüzden bireyin; hem ağanın hem öğretmenin, hem memurun hem imamın iç dünyasına inen, orada olup bitenleri yazan yazarlar yetişmemiş. Yetişenler de ayağından aşağı çekilmiş.

Her siyasetçi, siyasetten vakit bulduğunda birer romancı kesilmiş başımıza. Misal Selahattin Demirtaş içeri düşmeseydi, adına “roman” dediği o “şeyleri” yazar mıydı sahiden? Roman, siyasetten vakit bulduğunda yazılan bir edebiyat türü olmasa gerek.

Romancı olmadığı halde romanla ilgilenen, romandan anlayan gelmiş geçmiş en iyi edebiyat eleştirmenlerinden birisi olan Fethi Naci de bir ara TİP’in içinde siyasete bulaşmış, daha sonra da pişman olmuş, hayat hikayesini anlattığı bir yazısında şunları söyler:

“Politikaya bulaştığıma pişmanım. Benim harcım olmadığını anladım. Politikaya girip de pisliğe bulaşmamak mümkün değil Politikaya bulaşan insan, edebiyat alanında hatta denemede, farkında olmadan hep tek yanlı olacaktır. O taraflılıktan kurtulmak zor. Tarafsızlık önemli mi, değil mi? Onu ayrıca tartışabiliriz. Ama politikaya bulaşan biri, bence iyi bir edebiyat yazarı olamaz.”

*

Söz Fethi Naci’ye gelmişken… ’li yıllarda, politikanın “hayatını kaydırdığı” birtakım yazarlar hızlıca toparlanıp iyi edebiyatın peşine düştüler. Fethi Naci de hepsini cesaretlendiren bir yol gösterici eleştirmendi o zaman. Ağır bir “vesayetin” altından kalkıyorlardı hepsi ürkek ürkek. İyi edebiyatın ayak sesleri duyuluyordu uzaktan. Oğuz Atay keşfediliyor, Yusuf Atılgan unutulduğu yerden çıkartılıyor, Orhan Pamuk peş peşe “iyi” romanlar yazıyordu.

Fethi Naci, 15 Kasım ’de yazdığı bir yazıda, “Türkiye’de ne kadar futbol varsa o kadar roman vardır,” dedi ve büyük bir tartışmanın fitilini ateşledi.

*

Fethi Naci’nin başlattığı bu tartışmanın üzerinden tam 42 sene geçti. Bu arada Türkiye’de çok iyi romanlar yazıldı; futbolda bir Türk takımı UEFA şampiyonu oldu. Türkiye’de futbol bir parça düzeldi. Bu arada Türk edebiyatı bir Nobel Edebiyat Ödülünü getirdi memlekete.

Ve en son Şule Gürbüz “Kıyamet Emeklisi” diye belki de dünya edebiyatının en iyi romanlardan birisini yazdı. Keşke Fethi Naci sağ olsaydı. Zira “Kıyamet Emeklisi” çıkalı altı ay oldu. Daha hakkında tek bir ciddi eleştiri herhangi bir yerde çıkmadı. Doğru düzgün hiç kimse hiçbir şey yazmadı.

Demek ki Türkiye’de artık roman var ama eleştirmen yok!

Eskiden Murat Belge, Orhan Koçak gibi ciddi eleştirmenler vardı. Murat Belge şimdi edebiyat eleştirisi yerine Erdoğan’dan “kurtulmanın” yollarını arıyor yazılarında (oysa bu işi her gece televizyonlarda yapan mütefekkirler var), siyasetten arta kalan zamanında ise Selahattin Demirtaş’ın romanlarındaki derin manayı araştırıyor. Orhan Koçak ise hala yazıyor, ama artık “Aynadaki Kitap, Kitaptaki Ayna” gibi muhteşem yazılar çıkmıyor ondan da.

Şule Gürbüz’ün romanında ele aldığı tasavvufa, varoluşa, zamana, beşer değil insan olma çabasına, ontolojik, dini meselelere daha vakıf veya daha yakın muhafazakar-dindar cenahtaki aydınların sessizliğine gelince; doktor onlara ne yerseniz yiyin demiş; “iktidarda kalmak” birçokları için bu meselelerden çok daha önemlidir çünkü.

*

Beni alıp yatılı okula götürdüklerinde iyi ki bilge ağabeyimin öğüdüne kulak vermemişim. İyi ki o gün bugün roman denilen o muhteşem yalanlardan bir dünya kurmuşum kendime. Roman okumanın müptelası olmasaydım eğer, Şule Gürbüz’ün “Kıyamet Emeklisi”nden mahrum kalacak, bundan sonraki gidişatımı bu kadar net görmeyecek, ölümden daha çok korkacaktım.

Bazı kötü romanlar insanı bir ideolojinin esiri yapar; “Kıyamet Emeklisi” gibi bazı iyi romanlar ise eline bir ayna tutuşturur, yürüdüğü yolun arkada kalan halini de gösterir insana.

Ah Neşesi Yeter

“Ah, eğleniyor kendi başına

Ah, neşesi yeter

Ah, umurunda mı sandın bu dünya

Ah, neşesi yeter”

televizyon sesi… bebek a&#;lamas&#;…

benim bu durumda ders çal&#;&#;mam&#; bekliyorlar

hem bi i&#;te çal&#;&#;mam&#; hem de ders çal&#;&#;mam&#; istiyorlar… neyim ben robot mu?

her &#;ey üst üste geliyor

“Sil ba&#;tan ba&#;lamak gerek bazen…”

“Sil ba&#;tan ba&#;lamak gerek bazen…”

Art&#;k sen benim can&#;ms&#;n canl&#; kalan tek yan&#;ms&#;n..

bu kadar uzak olup, kalbimde uyuman ne tuhaf

Gitmek sadece bir eylemdir. Unutmak ise kocaman bir devrim.

nest...

batman iftar saati 2021 viranşehir kaç kilometre seferberlik ne demek namaz nasıl kılınır ve hangi dualar okunur özel jimer anlamlı bayram mesajı maxoak 50.000 mah powerbank cin tırnağı nedir