iman zayıflığı ve çözüm yolları / Rıhletu'l İman Derslerimiz Başlıyor! | Kulliyetu Neva

Iman Zayıflığı Ve Çözüm Yolları

iman zayıflığı ve çözüm yolları

İman zayıflığı nasıl giderilir

İman zayıflığı nasıl giderilir

Serhad
Cümletten Selamun aleyküm arkadaşlar Adım Serhad Yaşım 18 Güzel ahlaklı temiz bir İslam ailesinden funduszeue.infolerime başlamadan önce Alkol,Tütün mamülleri, Yalan söyleme, Küfür, Saygısızlık, İsyankarlık gibi bir sürü davranışlar sergiledim.
ve tövbe edip namaz kılmaya yeni başladım henüz 4~5 gün oldu. ama kendi inancımın zayıf olduğunu hissediyorum biliyorum bir anda değişçek diye bir kaide yok ama insanın içini kemiren bu duygu insanı çileden çıkarıyor resmen.
Sanki ibadetimi gerçekleştirdiğimde kendime yalan söylüyormuşum gibi geliyor. Sanki birşeyler eksik şöyle örnek vereyim; Hani bir yakınınızı bir aile ferdinizi kaybedersiniz ve bir anda onun adını zikredersiniz ve onu kaybettiğiniz aklınıza gelir ya tıpkı onun gibi.
Namaz kılmaktan,Oruç tutmaktan,Zekaat vermekten Haz(Huzur) almak istiyorum ama dediğim gibi sanki birşeyler eksik? Kendi kendime sorular soruyorum cevaplar arıyorum bir yandan düşünüyorum acaba Şeytan vesvesemi veriyor? Ruhsal olarak çöküntüdeyim.
İbadetlerimi devam etmek istiyorum ve devam edeceğim ama bu sorulardan ve ruhsal durumdan nasıl kurtulucam? kendimi huzura erdirebilmek ALLAH&#;ın rızasını kazanabilmek için ne yapmalıyım?

-Bir yandan kedimi iki yüzlü hissediyorum.
-Eğer biri dinime laf ederse içten sinirleniyorum ve kızıyorum ama nedenini bilmiyorum.
-Şunuda belirteyim müslüman demek teslim olan demek; ben acaba tamamen teslim oldummu?

Biliyorum bunlar benim çözmem gereken problemler ama sizinde bir görüşünüzü alayım dedim.
Tavsiyeleriniz için şimdiden teşekkürler.


Cevap: iman zayıflığı nasıl giderilir

prokado
Namaz kıldıkca Herşey yerli yerince yerine oturur zaten.
Birisi dinine laf edince içinden buğuz ediyorum demişsin tabi bu olması gereken bişey zaten .


Cevap: iman zayıflığı nasıl giderilir

Ufkuaçık
Sahabeler gibi olmaya ahdeten kimse muradına funduszeue.infoın birisini veya birkaçını örnek alan yolunu şaşıfunduszeue.info zayıflığını gidermek için harama bakmamak ve helallere meyil etmekle elde funduszeue.info de Allah düşmanlarını sevmemek, onlara buğz etmekte iman funduszeue.infolah&#;a devam edilsin..

Elbette ki şeytan, daha dine yeni girmiş veya dinin temel esaslarını yeni öğrenmiş olanlara musallat funduszeue.infoğlam bir imani direniş, şeytanın belini kıfunduszeue.info yar ve yardımcınız olsun..


Cevap: iman zayıflığı nasıl giderilir

Hicret_74
Çözüm yollarından biri : Cami&#;de cemeat ile namaz kılmandır. Kısa bir süre sonra içinden geçen duygular güzelleşicek,emin ol ..

Allah Yar ve yardımcımız olsun &#;


burcealtug
İlim öğrenmeye gayret et.
İlim ALLAHtan korkmana ve Ona aşk duymana sebep olacaktır.
Yani çok kitap oku.
Kuranı kerimi tefsirli oku
Ve dua et.
O ona bir adım gidene koşarak gelir.
Örnek benim.
U döüşü yapanlardanım.
Şimdi belirli bir düzeye geldim. Ama daha çok eksiğim var.
Allahtan daha çok korkmam gerek
daha çok sevmem gerek
Bunun için ölene dek nefsimle savaşacağım ve okumaya devam edeceğim inşAllah


Serhad
< İlim öğrenmeye gayret et.
İlim ALLAHtan korkmana ve Ona aşk duymana sebep olacaktır.
Yani çok kitap oku.
Kuranı kerimi tefsirli oku
Ve dua et.
O ona bir adım gidene koşarak gelir.
Örnek benim.
U döüşü yapanlardanım.
Şimdi belirli bir düzeye geldim. Ama daha çok eksiğim var.
Allahtan daha çok korkmam gerek
daha çok sevmem gerek
Bunun için ölene dek nefsimle savaşacağım ve okumaya devam edeceğim inşAllah >

Cevabın için teşekkür ederim. İlim ile iç içeyim Bilişim Mühendisliği okuyorum.
Dini kitaplara daha başlamadım ama evimde 1Adet Türkçe Meal KURAN-I KERİM var. Diğerleri arapça İnşAllah birgün onuda öğrenip okuyucam.
Dua konusunda ezber yapmaya başladım 🙂
galiba eksikliği buldum haşaa ALLAH(c.c)&#;ın zoruna gitmesin "ALLAH KORKUM ZAYIF" nedenini biraz düşündüm kafamdaki saçma sorular olabilir.
İnşAllah kalplerimize bu korkuyu salarki bizde haramdan günahtan kaçıp ibadetlerimizi en iyi şekilde yapalım.


Serhad
< Sahabeler gibi olmaya ahdeten kimse muradına funduszeue.infoın birisini veya birkaçını örnek alan yolunu şaşıfunduszeue.info zayıflığını gidermek için harama bakmamak ve helallere meyil etmekle elde funduszeue.info de Allah düşmanlarını sevmemek, onlara buğz etmekte iman funduszeue.infolah&#;a devam edilsin..

Elbette ki şeytan, daha dine yeni girmiş veya dinin temel esaslarını yeni öğrenmiş olanlara musallat funduszeue.infoğlam bir imani direniş, şeytanın belini kıfunduszeue.info yar ve yardımcınız olsun.. >
İnşAllah hocam ALLAH(c.c) hepimizin yar ve yardımcısı olsun


musab
İbadetten her Müslüman zevk alamaz ve bu ciddi emek ve zaman funduszeue.infolerinde daim olman duasıyla.


Kayıtsız Üye
Bir yabancı kadın görüp de, Allah&#;tan korkarak, başını ondan çevirene, Allahü teâlâ, ibadetlerin tadını duyurur. Ebu Davud, funduszeue.info, Hakim


baisnur
tahkiki iman için risalei nur okumanızı tavsiye ederim imanınızın kuvvetleceği açısından değerli bir eser bu konuda şu videoyu izleyebilirsiniz :

funduszeue.info?v=kK_iqmWMQCI

Ayrıca youtube ta iman hakikatleri ve Allah ın varlığına deliller sunan kanallar var abone olmanızı izlemenizi tavsiye ederim bunlar:

funduszeue.info?v=r2AMeAM-cmI

Allah&#;ın varlığına bilimsel ispat arayanlar izlesin !!

Silsile i Aliyye deki alim ve evliyaların isimlerini okumanızı hayatlarını araştırmayı sözlerini de dinlemenizi öneririm onları anmak feyz bereket ve onların hallerine bürünmeyi güzel huy edinmenizi sağlar..
bir de Allahı zikretmenizi tavsiye ediyorum Allahı zikreden kalp huzur bulur ve ibadetlerinden tat almaya başlar&#;
Allah yolunuzu açık etsin,yolunda sabit kılsın İnsaAllahu teala gerçek mümin olarak İslamı huzurla yaşatsın kardeşim Allah&#;a emanet olun.. 🙂


Serhad
< tahkiki iman için risalei nur okumanızı tavsiye ederim imanınızın kuvvetleceği açısından değerli bir eser bu konuda şu videoyu izleyebilirsiniz :

Ayrıca youtube ta iman hakikatleri ve Allah ın varlığına deliller sunan kanallar var abone olmanızı izlemenizi tavsiye ederim bunlar:

[h=1]Allah&#;ın varlığına bilimsel ispat arayanlar izlesin !!
Silsile i Aliyye deki alim ve evliyaların isimlerini okumanızı hayatlarını araştırmayı sözlerini de dinlemenizi öneririm onları anmak feyz bereket ve onların hallerine bürünmeyi güzel huy edinmenizi sağlar..
bir de Allahı zikretmenizi tavsiye ediyorum Allahı zikreden kalp huzur bulur ve ibadetlerinden tat almaya başlar&#;
Allah yolunuzu açık etsin,yolunda sabit kılsın İnsaAllahu teala gerçek mümin olarak İslamı huzurla yaşatsın kardeşim Allah&#;a emanet olun.. 🙂 >
ALLAH(c.c) razı olsun senden kardeşim bu videoları daha önceden izleyerek Namaz kılmaya başladım gerçekten çok faydalı 🙂


Serhad
< İbadetten her Müslüman zevk alamaz ve bu ciddi emek ve zaman funduszeue.infolerinde daim olman duasıyla. >
Yorumun için teşekkür ederim hocam icime bir ferahlık geldi ama "her Müslüman zevk alamaz" derken yani hiç mi gelmez bu dediklerine acaba?


Serhad
Arkadaşlar herkesin yorumları için ayrı ayrı teşekkür ederim. Tavsiyeleriniz birçok benim gibi durumda olan Has müslüman olmaya cabalayan kardeşlerimizede yardımcı oluyor ALLAH(c.c) Hepinizden Razı Olsun


musab
< Yorumun için teşekkür ederim hocam icime bir ferahlık geldi ama "her Müslüman zevk alamaz" derken yani hiç mi gelmez bu dediklerine acaba? >

Örnek vermek gerekirse;namazı herkes kılabilir,namaza yeni başlayan birisi de namaz kılıyorum funduszeue.info namazdan zevk alıyorum funduszeue.infoten zevk alma,ibadetleri zorsunmadan yapma birçok şarta bağlıdıfunduszeue.info şartlar arasında günahlardan korunma başta funduszeue.info gıybet,dedikodudan uzak kalma,gözünü namahreme çevirmeme funduszeue.info huzura bağlıdıfunduszeue.info refah durumuna bağlıdıfunduszeue.info fertlerinin karakterine kadar her şey ibadetten zevk almayı etkiler.


Serhad
Söylediklerinde haklısın hocam din ile ilgili birçok bilgim var çoğu hadis-i şerif hakkında bilgim var. bunlar yetmiyor dediğin gibi galiba zaman alan bir şey yeni başladığımdan kaynaklanıyordur zamanla yerine oturur inşAllah.

ALLAH(c.c) kalblerimize o korkuyu salsın ve ibadetlerimizi doğru bir şekilde yerine getirelim inşAllah


Ufkuaçık
İmanı kuvvetlendirmenin bir başka yönü de şudur.Şeytan ve nefsinize karşı devamlı muhalefet edip onları yenmeye çalışmaktıfunduszeue.info da metodu ise büyük mücadele ve mücahedeye başlamaktıfunduszeue.info,zamanla nefsi uslandırır ve ruhaniyetinde büyük gelişmeler olur ki bir bakmışsınız salih bir kişi olmuşfunduszeue.infoır bunun ilk basamağıdıfunduszeue.infoırsız asla başarılı olunmaz.
Mücadele ve mücahede nedir,bunları da siz araştırıp öğfunduszeue.infoın izahı hayli uzun olacağından kısa kesiyorum.
Allah&#;a emanet olun..


Kayıtsız Üye
Selamun aleykum ben isim vermiyecegim. 30 lu yaslardayim Allahin (c.c.) varlığına birliğine şüphesiz inanan namazlarını aksatmadan kılmaya çalışan biriyim yaklaşık bir sene ye yakın kursa gidip kuran tefsiri siyer akaid sesleri aldım elimden geldiğince ibadetlerini aksatmamaua çalışıyorum özellikle farzları benim sorunum herşeyden korkuyorum sanki başıma bir felaket geldiğinde Rabbimin beni korumayacagindan korkuyorum elbette O unutmaktan münezzeh ama benden vazgectigi hissi gibi bisi heran olumsuzluk yasiyacakmisim ve yalnız birakilacakmisim hissi bunun iman zayıflığından kaynaklandığını düşünüyorum mesela bir Allah peygamber dusmaniyla karsilassam magdur olacağımı hissediyorum lorkuuorum oysa dilim hep zikir halinde bu sistem nasıl kurtulabilirim imanimi nasıl kuvvetlendirebilirim yardımcı olursanız çok sevinirim


arifselim
Aleykum selam kardeşim. Bu hisleri sana veren ve senin üzülmeni isteyen şeytandır. Bunlar birer vesvesedir. Sen yoluna ihlas ve aşkla devam et. Allah ihlaslı kullarını asla bırakmaz ve bu düşüncelerle hislerin çok kısa bir zamanda geçecektir hiç şüphe etme. Sen ne kadar önemsemezsen vesvese o kadar çabuk geçecektir.


Kayıtsız Üye
Bn 21 yaşında yım ailemde namaz kılan var kilmayan da Bn dışarıda gördüğüm feracali kızlar için özen ip çok beğeniyorum ama onlara bakınca bende eksik olduğunu düşünüyorum iman li güzel bir kız olmak istiyorum ama bir türlü içimdeki boşluğu doldurup namaza dura miyom kilsamda eksik gibi yanlış yapmışım gibi hissediyorum o huzuru ala miyorum ama çok inanç li bir kul olmak istiyorum nasıl içim in karar misligini düzelt cem


Kayıtsız Üye
Sa.. arkadaşım bol kitap okuman gerekli demişsin senden rica etsem senin gerçek manada dinimizi güzel anlatan kitapları tavsiye edeceğin isinleri bizimle paylaşırsan sevinirim.


Kayıtsız Üyei
Selamün Aleykum kardeslerim!
Ben bir korku sonrasi namaza funduszeue.infoik 4 aydir da namaz kiliyorum sükürler olsun.Önceki hayatimi günahlar içinde yasayan her türlü igrençligi yapmis asagilik bir funduszeue.info hayatimi birakip tövbe ettim ama benim sorunum çok büyük ve beni çok funduszeue.info kilarken hep aklima uygunsz seyler geliyor ve bununla çok mücadele ediyorum ama artik gerçekten yoruldum.Sümmü hasa sanki Rabbim namaz kılmami istemiyor gibi namazı birakmak istemiyorum ama sanki daha büyük günah isliyormusum gibi geliyor bana çok zor funduszeue.info yapmaliyim bu seyleri aklimdan çikarmak için? Rabbime dua ediyorum bundan kurtulmak için ve namazı birakmak istemiyorum.
Bu tür seyler aklima gelince günah mi islemis oluyorum ya da namazim ne kadar makbul olur? Lütfen biri bana yardim etsin!!!


memur00
risalei nur okuyun arkadaşlar ben okuyorum düzenli namaza başladım günahlardan kaçınıyorum okumaya devam.


dogus23
Selamünaleyküm öncelikle mumsema kardeşler Arkadaşlarım içkiye eve davet ederdi gitmezdim Allah korkusunda kumar oynamazdım çevremde okey tavla oynarlardı ben Allah korkusundan dolayı yaklaşmadım çevremde ise hep öyle insanlar olduğu için bundan dolayı ise çevrem azaldı çevrem yok denecek kadar az yaşıtlarım eğlenirken gençliklerini yaşarken ben bunaldım artık evde anneme bağırmalar tabak elime ne gelirse fırlatmalar küfür etmeler artık sinir krizleri geçiriyorum namaz oruç böyle gitmez hayat diyorum evet belki hayalhanem nur mektebi gibi gençlik yerleri var ama inan param yok diye çalışmıyorum diye bunlara bile gidemiyorum gerçi bu dünyada parası olanlar bazıları dinini daha rahat yaşıyor diyorum bilmiyorum inancım zayıflıyor ama ben yılmak istemiyorum yardım edin Allah razı olsun


duzgunomer
"Helal dairesi keyfe kafidir, harama girmeye lüzum yoktur." Bediüzzaman Said Nursi


Kayıtsız Üye
Allah&#;tan korkma, Allah&#;ı sev, ona yakın olmaya çalış. İnsan korktuğu şeye uzak durmaya, sevdiği şeye yakın olmaya çalışıfunduszeue.info korkusu mecazi bir kavramdır. Mesela bir öğrenci korktuğu öğretmenin dersinde sessizce oturur, ama bir şey öğrenmez. Ama sevdiği öğretmene karşı mahcup olmamak için dersi daha iyi dinler ve başarılı olur.


iman eksikliği nasıl giderilir, iman zayıflığı nasıl giderilir, iman eksikliği

Bu kategoride yer alan İstemsizce yellenmek abdesti bozar mı? başlıklı yazımızı da okumanızı tavsiye ederiz.

Benzer Yazılar:

  • 16 Ocak ,

    Serhat Selamun aleyküm mümin kardeşim. Ben de 17 yaşımdayım aynı durumdan muzdaribim. Seninle iletişime geçmek istiyorum. Durumu hallettin mi, neler yaptın vs..
    Birbirimize destek de olabiliriz.

İmanın zayıflığı ve Çözüm yolları

İmanın zayıflığı ve Çözüm yolları

İnşirah
Günah işlemek ve pişman olmamak
> Katı kalpli olmak ve Kur&#;ân okumak istememek
> İyi ameller için tembel hissetmek (geç namaz kılmak gibi..)
> Sünnetleri terketmek
> Çok farklı ruh hallerine sahip olmak (genelde huzursuz olmak, çabuk üzülmek gibi..)
> Kur&#;ân&#;dan âyetler duyunca pek bir şeyler hisstememek (veya meal okuyunca azap ayetlerinde, müjde ayetlerinde hissiz kalmak gibi..)
> Allah&#;ı hatırlamakta ve tesbih etmekte zorlanmak
> İslamiyet aleyhinde bir şeyler yapıldığında rahatsız olmamak
> Makam, şöhret, para hırsında olmak
> Cimri ve pinti olmak, fakirlere yardımda bulunmamak,
> Başkalarına iyi şeyler yapmalarını söyleyip kendisi yapmamak,
> Başkaları için işler iyi gitmediğinde bundan hoşlanmak,
> Bir şeyin helal veya haram olmasıyla yetinmek, mekruh (şüpheli) olanlardan kaçınmamak,
> Basit gibi görünen amelleri işleyenlerle dalga geçmek (cami süpüren, temizlik yapan insanlar gibi..)
> Müslümanların hazin durumu için üzülmemek,
> İslamiyet için bir şeyler yapmak şuurunda olmamak,
> Sırf kavga etmek için insanlarla kavga etmeyi sevmek,
> Dünyevî konularda hemen kendini kaptırmak (sadece maddi bir şeyler kaybettiğinde üzülmek gibi..)
> Başkaları hakkında saplantılı, önyargılı olmak..

Buraya kadar tamam, peki nasıl bunları düzelteceğiz?

&#; Kur&#;ân&#;ı Kerim okumalı ve manası öğrenilmeli. O zaman kalplerimize "Sekine" (Huzur, rahatlık) gelir. Bundan en güzel istifade için Cenab-ı Hakkın kendinizle konuşuyormuş gibi düşünün. Kur&#;ân&#;da insanlar farklı kategorilerde tarif edilir, size en uygun olanı bulun.

&#; Allah&#;ın büyüklüğünü düşünün. Her şeyin anahtarı O&#;nun elindedir. Kâinatta O&#;nun büyüklüğünü gösteren sonsuz deliller vardır. Her şey onun izniyle olur. Kara bir gecede, kara bir taşın üstündeki kara karıncanın ihtiyacını gözeten O&#;dur..

&#; Bazı temel bilgileri öğrenmek için bir çaba sarfedin. Mesela güzel abdest almak, doğru temizlik yapmak gibi. Cenab-ı Hakk&#;ın isimlerini ve kâinattaki tecellilerini öğrenmeye çalışın. Unutmayın, takva sahibi insanlar, bilgisi olan insanlardır. "Allah&#;dan kulları içinde en çok âlimler korkar" (Âyet-i Kerime meali)

&#; Cenab-ı Hakk&#;ın hatırlandığı topluluklarda bulunmaya çalışın. Buralar meleklerin bulunduğu mekânlardır.

&#; Güzel amellerimizi arttırmalıyız. Bir güzel amel başka güzel bir amele kapı açar. Cenab-ı Hak sadaka veren için kolaylıklar ihsan eder ve iyi amel işlemesini kolaylaştırır. Güzel ameller az da olsa devamlı yapılmalıdır..

&#; Hayatımızın sonunun sefillik içinde geçmesinden korkmalıyız; ölümü hatırlamak lezzetleri tahrib eder.. "Lezzetleri acılaştırıp tahrib eden ölümü çokca zikrediniz." (Hadis-i Şerif meali)

&#; Ahiretin farklı mertebelerini hatırlayın. Öldüğümüz zamanı, sorguya çekildiğimiz zamanı, sonraki yerimizi..

&#; Dua edin, Cenab-ı Hakk&#;a olan ihtiyacımızı hatırlayarak. Alçak gönüllü olan. Bu hayattaki maddi dertleri büyütmeyin.

&#; Cenab-ı Hakka olan muhabbetimiz fiillerimize yansımalı. Cenab-ı Hakkın dualarımızı kabul edeceğine inanmalıyız. Yanlış yaptığımızda korkusunu hissetmeliyiz. Gece uyumadan önce geçen günün muhasebesini yapmalıyız..

&#; Günahların ve emirlere uymamanın etkilerini düşünmeliyiz- biri güzel ameller işleyip imanı artmış, bizim imanımız kötü ameller yüzünden azalmış. Başımıza felaketler afetler geldiğinde bunlarının birer ikaz, tokat olduğunu da unutmamalıyız..


Cevap: İmanın zayıflığı ve Çözüm yolları

intikam_tugayla
içime bir huzur geldi kendime bazı dersler çıkardım Allah bizlere kamil bir manı nasip etsin ahirzmanda iman kurtarmak zor rabbim yardımcımız olsun


Yanıt: İmanın zayıflığı ve Çözüm yolları

Ecrinim
Kur&#;ân&#;ı Kerim okumalı ve manası öğrenilmeli. O zaman kalplerimize "Sekine" (Huzur, rahatlık) gelir. Bundan en güzel istifade için Cenab-ı Hakkın kendinizle konuşuyormuş gibi düşünün. Kur&#;ân&#;da insanlar farklı kategorilerde tarif edilir, size en uygun olanı bulun.

Rabbim okuyup amel eden kullarından eylesin cümlemizi
emeğinize sağlık Rahman razı olsun..


Soru: İmanın zayıflığı ve Çözüm yolları

koordinat
Allah razı olsun bu güzel paylaşım içfunduszeue.info efendilerimiz de kendi aralarında "İmanlarımızı tazeleyelim" der ve sohbet ederlermişfunduszeue.inforımıza çiçek gibi bakmamız dileğiyle..


denizburak
Arkadaşlar ben Kuran&#;ın mealini çok okudum,birçok ayete kafam takıldı ve bu yüzden imanım giderek zayıflıfunduszeue.info yardımcı olabilir misiniz?


zehraoku
< Arkadaşlar ben Kuran&#;ın mealini çok okudum,birçok ayete kafam takıldı ve bu yüzden imanım giderek zayıflıfunduszeue.info yardımcı olabilir misiniz?
>
Kardes burada sana yardımcı olucak kardeslerin mevcut sorunun ne nereye kafan takildi anlasilmiyacak hicbir yer yok kuranimizda hersey acik ve nettir&#;

yeterki sormak istedigin soruyu toparla ve sor en iyisi yeni bir baslik ac sorularim kafama takilanlar gibi&#;

Kafana takilan sorular yüzünden imaninin zayiflamasina müsade etme&#;


nursen
Allah razı olsun

Bu kategoride yer alan İmanın Şubeleri (Kalbin amelleri, Dilin amelleri) başlıklı yazımızı da okumanızı tavsiye ederiz.

Benzer Yazılar:

Îman konusunda en çok merak edilenler

1 İmanın esaslarını kısaca anlatır mısınız?

İmanın altı rüknü vardır: Bunlar, Allah’a, ahirete, meleklere, kitaplara, peygamberlere, kadere iman etmektir. Bir insanın mümin olabilmesi için bu altı esasın tamamına inanması gerekir. Bir tek iman rüknüne inanmayan insan, mümin olamaz. Zira, iman esasları birbiriyle alakalıdır.

1. Allah’a İman

İman esaslarının birincisi Allah’ın varlığına ve birliğine inanmaktır. Bir Müslüman her şeyden evvel iman eder ki Allah vardır ve birdir; bu kâinat Onun eseridir. Ne zatında, ne sıfatlarında ne de fiillerinde ortağı, eşi ve benzeri yoktur. Sıfatları mahlukatın sıfatlarına benzemez.

Bütün mevcudat Allah’ın varlığına delalet ettiği gibi birliğine de delalet etmektedir.

Ezeli ve ebedi olup, zamanda, mekândan, değişmekten, ihtiyaçtan, aczden, kusurdan münezzeh ve mahfuz olan ancak Allah’tır. Bu sıfatlara sahip olacak bir başka varlık düşünülemez.

Allah’ın bütün sıfatları her şeyi ihata etmiştir. Her şey onun iradesine tâbidir. Rahman, Rahim, Gafur gibi cemali isimleri olduğu gibi, Kahhar, Cebbar, Müntakim gibi celali isimleri de vardır. Kendine iman edenlere lütuf ile muamele eder. Küfür ve isyan ehlini de azabına uğratır.

İbadet ancak Allah’a yapılabilir. İnsanların dünya ve ahiret saadeti Onun emir ve yasaklarına uymakla gerçekleşir. Bu bir ilahî kanundur; bunda bir değişme düşünülemez.

İnsan aklı, Allah’ın zatını, mahiyet ve hakikatini anlayamaz. Zira akıl mahluktur ve sınırlıdır. Cenab-ı Hakk’ın zat ve sıfatları sonsuzdur. Sınırlı olanın, sonsuzu ihata edemeyeceği açık bir hakikattir. Yani, hatıra her ne gelirse Allah onun başkasıdır.

Allah’ın, zatında şeriki olmadığı gibi fiillerinde de şeriki yoktur. Bütün varlık aleminin tek yaratıcısı, tek maliki ve tek hakimidir. Sebepleri yaratan Allah olduğu gibi, sebeplerden çıkan neticeleri de yaratan yine Odur; ağacı O yarattığı gibi meyveyi de O yaratır.

Şükür ve ibadet, hamd ve sena ancak Ona mahsustur. Müminler yalnız Allah’a ibadet ettikleri gibi yardımı da ancak Allah’tan dilerler:

“Yalnız sana kulluk eder ve yalnız senden yardım dileriz.”(Fatiha, 1/5)

Bir günah işlediklerinde de tövbelerini doğrudan doğruya Allah’a yaparlar. Zira insanların Allah’a karşı işledikleri günahı Allah’tan başkası affedemez.

2. Meleklere İman

İmanın bir diğer rüknü de meleklere imandır. Her Müslüman iman eder ki; Cenâb-ı Hakk’ın "melek" namında latif mahlukları vardır. Bunlar Allah’ı tespih eder, ayrıca kendilerine verilen diğer vazifeleri de yerine getirirler. İsyansız olan bu mahluklar beşer gibi bir imtihana tabi değillerdir; fıtratları safi, kendileri masum, makamları sabittir.

Şu maddi alemin bir küçük misali olan insan bedeninde akla, hafızaya, hayale ve sevgi, korku, merak gibi binlerce hissiyata vazife gördüren Cenab-ı Hak, elbette şu muhteşem kâinatı boş bırakmamış, onu da meleklerle şenlendirmiştir.

3. Kitaplara İman

İmanın rükünlerinden biri de semavî kitaplara imandır. İnsan, akıl aracılığıyla Allah’ın varlığını ve birliğini bilse bile, Onun emir ve yasaklarının neler olduğunu, Ona karşı ibadet vazifesini nasıl yapacağını, kısacası Allah’ın nelerden razı olup olmayacağını idrak edemez. Bunun için Cenab-ı Hak, semavî kitaplar inzal etmiştir. Semavî kitapların yüz tanesi sayfalar hâlinde, dört tanesi ise kitap hâlinde nazil olmuştu. Bu dört semavî kitap, inzal sırasına göre, Tevrat, Zebur, İncil ve Kur'an’dır.

Bir Müslüman bunların tamamına inanmakla mükelleftir. Şu var ki, Kur'an'ın nazil olmasıyla diğer semavî kitaplar uygulama sahasından kalkmışlardır. Kur’an-ı Kerim, Peygamberimize (asm) nazil olduktan sonra, bir harfine bile dokunulmadan günümüze kadar gelmiştir. Böylece Cenab-ı Hak,

“Kur’anı Biz indirdik, Biz muhafaza edeceğiz.” (Hicr, 15/9)

hükmünü gerçekleştirmiştir.

4. Peygamberlere İman

Bir diğer iman rüknü de peygamberlere imandır. Cenab-ı Hakk’ın, insanları, yine insan nevinden bir peygamberle ikaz etmesi ilahî bir kanundur.

Peygamberlik beşer için azim bir ihtiyaç ve büyük bir nimettir. Cenab-ı Hakk, bu mürşit ve rehberlerin vasıtasıyla insanlara hidayet yollarını göstermiştir.

Peygamberlerin vazifesi, vahiy ve ilham yoluyla Cenab-ı Hakk’tan aldıkları emirleri beşeriyete tebliğ etmek, dünya ve ahiret saadetinin yollarını onlara göstermektir. Bu zatların iki cihetleri vardır. Birisi “kulluk”, diğeri “risalet”(İlâhî elçilik)tir. Kulluk cihetiyle Allah’ın emir ve yasaklarına en mükemmel manada, eksiksiz uyarlar; bu sahada insanlara örnek olurlar. Risalet cihetiyle, insanlara hak ve hakikati tebliğ ederler.

Peygamberler, Allah’ın mahluku ve kuludurlar. Bir Müslüman peygamberlerin hepsine inanmakla mükellef kılınmıştır. Herhangi birisinin peygamberliğini inkâr etse İslâm dairesinden çıkar. Meselâ, Hazret-i Musa (as), yahut Hazret-i İsa’ya (as) inanmayan bir insan mümin olamaz. Bunların peygamberlikleri Kur’an ile sabittir. Onlara iman etmek, hem kitaplara hem de peygamberlere imanın bir gereğidir.

Peygamberlerin ilki Hazret-i Âdem (as), sonuncusu da Hazret-i Muhammed ( a.s.m.)’dir. Nübüvvet müessesesi Hazret-i Muhammed (a.s.m.) ile son bulmuştur. Bu bakımdan Hazret-i Muhammed (asm)’e, “Hatemü’l-Enbiya” denilir.

“Biz, seni bütün insanlara ancak müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik.” (Sebe, 34/28)

ayet-i kerimesinin, hükmünce Hazret-i Muhammed (asv) bir kavme değil, bütün insanlara peygamber olarak gönderilmîştir.

“Biz seni ancak alemlere rahmet olarak gönderdik.”(Enbiya, 21/)

ayetinin hükmünce de O Zat (asm.), varlık alemine daimi bir nimet, ebedi bir rahmet olmuştur.

5. Ahirete İman

İmanın en mühim bir rüknü de; öldükten sonra dirilmeye ve ahiret hayatına imandır. İnsanlara, bu dünya hayatında hem maddî hem de manevî nimetler ihsan eden Cenab-ı Hak, bu dünya imtihanını kazanan sevgili kullarını cennette yine hem cismanî hem de ruhanî hadsiz nimetlere mazhar kılacaktır.

Güz mevsiminde ölen bütün bitkileri ve hayvanları, baharda yeniden hayata kavuşturan Allah, elbette vefat eden insanları da ahirette yeniden diriltecektir. Bu Onun hem rahmetinin hem de adaletinin gereğidir.

6. Kadere İman

İmanın rükünlerinden biri de kadere imandır. Kader iki kısımdır. Birincisi; kâinattaki her varlığın, “zatı, şekli ve bütün özellikleriyle” Allah’ın ilminde takdir edilmesi ve buna göre yaratılmasıdır. Bu saha imtihana konu değildir.

İkincisi ise; insanın cüz’i iradesine bakar. İnsan, cüz’i iradesi ile hayır olsun, şer olsun her neyi tercih eder ve neyi işlerse Allah onu yaratır. İnsan bu ikinci kısımdan sorumludur. Cennet ve cehennem, insan iradesine tanınan bu tercih hakkının meyveleridir.  

2 İnsanı aldanmaya götüren sebepler nelerdir?

Hz. Âdem (as)'dan beri insanlar birbirilerine zıd iki ayrı yolda yürüye gelmişlerdir. Bunlardan birisi hak ve hidayet yolu, diğeri ise küfür ve dalâlet yoludur. Bütün güzellikler, hayırlar, saadetler birinci yolun; bütün çirkinlikler ve şerler ise ikinci yolun meyveleridir.

İnsandaki kalp, akıl ve vicdan onu birinci yola sevkederken, nefis, his ve hevâ da ikinci yola iterler. Bunun sonucu olarak insanın iç dünyası çalkantılara ve çarpışmalara sahne olur.

Bu iç harpler bir taraftan iman, salih amel ve istikameti, diğer taraftan küfür, isyan ve anarşiyi doğururlar.

Burada insanları aldatarak yanlış yollara sevk eden ve hakikati görmelerine perde olan sebebler üzerinde duracağız.

Bu sebeplerin başlıcaları şunlardır:

1. YÜZEYSEL BAKIŞ VE GAFLET

İnsanları hakikattan uzaklaştıran önemli bir sebeb şu muhteşem kâinata ve onda cereyan eden harika olaylara gaflet ile, üstünkörü bir nazar ile bakmaktır.

Çölde, uzaktan bakıldığında serabın su zannedilmesi gibi, gerçekleşmesi mümkün olmayan bir hurafe de gaflet ile ve basit nazar ile hakikat zannedilir. Hem uzak mesafelerden bakıldığında bir yıldız mum kadar görüldüğü gibi, bir hakikat da uzaktan temaşa edildiğinde gereği gibi idrak edilemez. Rabbanî ve İlâhî hakikatlere karşı laubali kalmak ve lâkayd davranmak, hakikatleri perdeler ve sonunda insanı aldanışa götürür. Evet, insan gaflet ve yüzeysel bakmakla bu âlemi baştanbaşa kuşatan harika nizamı, mükemmel intizamı, gözler kamaştıran güzelliği göremez. Meselâ, bu kâinatın bir fabrika gibi kolay ve ahenkli idare edilmesine ve düzenine bakamaz. Hava ile bütün hayat sahiplerinin emzirilmesi, gece ve gündüzün ve mevsimlerin birbiri ardı sıra, hikmetle dizilmesi, bulutlardan yağmurun sağılması, güneşten ziyanın süzülmesi gibi harika icraatı temâşâ edemez. Elementlerin bitkilerin imdadına hikmet ve rahmetle koşturulmasını, bitkilerin hayvanların yardımına gönderilmesini ve hayvanların da insanların ihtiyacına hizmet ettirilmesini ibret nazarıyla seyredemez.

Bütün tohum ve çekirdeklerden çeşit çeşit bitkilerin ve ağaçların maharetle yaratılmasını tefekkür edemez.

Her bir çiçek ve yaprağın, her bir çekirdek ve meyvenin birer sanat harikası olduğunu idrak edemez. Bütün hayvanların ayrı ayrı mahiyetlerini, birbirlerinden farklı hissiyatlarını, çeşit çeşit cihazatlarını, muntazam beslenmelerini, doğup ölmelerini düşünemez.

Ve sonuç olarak, bu âlemde tecelli eden sonsuz kudretin bir Kâdir'den, bütün varlıkları kuşatan ilmin bir Alîm'den, bütün varlıkların hikmetli ve faydalı şekillerinin bir Hakîm'den geldiğini kavrayamaz.

Binbir ismin tecelligâhı olan bu muhteşem kâinata yüzeysel olarak bakan bir insan, ondaki İlâhî hikmetleri sezemez, kavrayamaz. Cenâb-ı Hakk'ın varlık ve birliğinden, azamet ve kudretinden, saltanat ve haşmetinden gaflet eder.

2. İNSANIN YARADILIŞINDAKİ GAYE VE SIRLARI DÜŞÜNMEMEK

Bir diğer aldanma sebebi de insanın, kendi yüksek mahiyetinden gaflet etmesi, nereden gelip, nereye gittiğini ve bu dünyadaki vazifesinin ne olduğunu düşünmemesidir.

Cenâb-ı Hak, insanı bu kâinat içinde en mümtaz bir mahiyette yaratmış, ona âlemdeki hikmetleri teftiş edebilecek bir akıl, iyi ile kötüyü, hak ile bâtılı ayrıt edebilecek bir vicdan, bütün ilimlere ayna olabilecek bir istidad ihsan etmiştir. Ona bütün tatlar âlemini teftiş edebilecek bir dil, güzelliklerin bütün nevilerini temâşâ edebilen bir çift göz, her çeşit nağmeleri işiten kulak lütfetmiştir.

Hak Teâlâ, mümtaz olarak yarattığı bu insanı kendisine dost ve muhatab kılmış, gönderdiği semavî kitaplarla ona emir ve yasaklarını bildirmiş, saadet ve istikamet yollarını göstermiştir.

İnsan kendisine verilen bu ulvî cihazların kıymetini takdir edemezse, onları ihsan eden Rabbinden gaflet eder. O’nun bir mahlûku ve san'atı olduğunu ve her an O'nun terbiye ve gözetimi altında bulunduğunu ve O'nun nimetleriyle beslendiğini unutur. O'na karşı yapması gereken vazifelerden yüz çevirir. Kendisini başıboş zanneder. Allah’ı tanımak için verilen bütün istidad ve kabiliyetini yerinde kullanmamakla vehimlere ve hurafelere kapılır; hem dünya hem de ahiret saadetini mahveder.

3. DÜNYANIN FANÎ ZEVKLERİNE AŞIRI BAĞLANMAK

Cenâb-ı Hak, bu dünyayı kudsî sıfatlarına ve esmâ-i hüsnâsına bir tecelligâh kılmış, ilmini, san'atını, maharetini ve hikmetini onda göstermiştir. Dünyayı, insanın ebedî hayatı için bir çiftlik, kabiliyetlerin gelişmesi için bir imtihan meydanı, İlâhî sanatların düşünülmesi için bir sergi salonu olarak yaratmıştır.

Dünyanın bu mahiyetinden gaflet eden insanlar, onun fanî ve aldatıcı yüzüne âşık olurlar. Ebedî hayat için verilen akıl ve kalblerini, istidad ve kabiliyetlerini onun geçici zevklerine sarfederler. Kendilerine verilen sonsuz nimetlerin, sadece nefislerinin tatmini için verildiği vehmine kapılırlar. Cenab-ı Allah'ın rızâsı yerine insanların teveccühüne itibar ederler. Ahiret mükafatları yerine, dünyevî makamları arar, onlara talip olurlar. Aşırı zevk ve sarhoş edici eğlencelerle ile istikametli düşünme kabiliyetlerini zayi ederler. Gitgide bu hayat tarzlarını bir dâva haline getirirler. Uhrevî ve manevî mes'elelere önce lâkayd kalır, daha sonra bunlara cephe alma vaziyetine girerler. Sonunda, İlâhî ve Rabbani hakikatlara karşı anlayışları kısırlaşır, muhakemeleri yüzeysel kalmaya başlar. Az bir dikkat ile muhal olduğu anlaşılabilecek bir vesveseyi, yahut bir hurafeyi muhakeme etmekten âciz kalırlar; hakikatsiz vehimlere çabuk aldanırlar.

4. PEYGAMBERLERİN TEBLİĞ VE TALİM BUYURDUĞU HAKİKATLARDAN MÜSTAĞNİ KALMAK

Önemli bir aldanma sebebi de insanın İlâhî ve Rabbanî hakikatları anlamakta kendi fikir ve muhakemesini yeterli görüp, nübüvvet kapısını çalmamasıdır. Halbuki, Allahü Azîmüşşân'a ve O'nun sıfat ve isimlerine nasıl iman edileceği, O Zât-ı Akdes'in bu kâinatı niçin yarattığı, insanları bu âleme hangi gayeler için gönderdiği, onlara ne gibi vazifeler verdiği, bu âlemden sonra nasıl bir âleme gidileceği gibi hakikatlar, bu sınırlı akıl ile kavranamaz. Bunlar ancak vahyin aydınlığı altında görünebilir.

Allahü Teâlâ bu hakikatları bildirmek için peygamberler göndermiş ve kitaplar indirmiştir. Gezegenleri güneşin, elektronları çekirdeğin, arıları bir beyin, karıncaları bir emir'in etrafında toplayan Allah, insanların da nübüvvet merkezi etrafında toplanmalarını irâde etmiştir. Tâ ki, onların kalbleri, ruhları ve vicdanları, Peygamberlerin (Aleyhimüsselâm) eliyle terbiye edilsin ve kemâle ersinler.

Bilindiği gibi, insanların simaları gibi, fikir ve muhakemeleri, arzu ve hissiyatları da birbirinden farklı olduğundan aynı İlâhî ve Rabbani hakikate farklı şekillerde nazar edebilirler. Birisinin doğru gördüğüne diğeri yanlış diyebilir; birinin hak bildiğini diğeri bâtıl görebilir. Sonunda, insanlar sayısınca farklı görüş ve düşünceler, değişik değerlendirme ve hükümler ortaya çıkar.

Ulvî bir hayata aday, ebedî bir saadete aşık olan insan için bu noksan ve sınırlı akıl kâfi bir rehber olamaz. İnsan onunla belli bir noktaya kadar gidebilir. Hakikati bulması, dünyevî ve uhrevî saadete erişmesi ancak peygamberlere tâbi olması ile mümkündür. Bu hakikata binaen Cenâb-ı Hak insanlara peygamberler göndermiştir. Tâ ki, hak ile bâtılı, doğru ile yanlışı, hakikat ile hurafeyi ayırabilsinler.

Peygamberler (aleyhimüsselam), insanlara, Cenâb-ı Hakk’n varlığını ve birliğini bildirmişler, kendilerine tâbi olanları marifet tabakalarında yükseltmiş ve onları küfürden, şirkten ve bâtıl inançlardan kurtarmışlardır. O nuranî zâtlar, Cenâb-ı Hakk’ın isim ve sıfatlarına en mükemmel âyna olmuşlar, O’nu hakkıyla sevip, ümmetlerine de sevdirmişlerdir. Kendilerine inananları ebedî saadete teşvik etmiş, İlâhî azaptan sakındırmışlardır.

Kâinatta tecelli eden İlâhî isimleri onlara okutturmuşlar ve âlemin nasıl seyir ve tefekkür edileceğini öğretmişlerdir. Kâinatın yaratılış sırrını bildirmişler, varlıkların nereden gelip, nereye gittiğini ve vazifelerinin ne olduğunu en güzel şekilde öğretmişlerdir. Kısacası, Allah'ın rızasını nasıl kazanacaklarını, İlâhî azaptan nasıl kurtulacaklarını bildirmişlerdir.

Allahü Teâlâ, Peygamberleri (aleyhimüsselam) en ulvî bir fıtratta yaratmış, onların akıl ve kalblerini bütün meleke ve hissiyatlarını en güzel bir şekilde bizzat terbiye etmiş ve o mümtaz zâtları insanlık âlemine birer yol gösterici ve muallim olarak göndermiştir. Bilhassa, Peygamberler Sultanı olan Peygamber Efendimizi (S.A.V.) en güzel ve mükemmel bir surette terbiye etmiş, ona bütün hakikatlerin güneşi olan Kur'ânı göndermiş, onun bütün hakikatlarına, en ince sırlarına vâkıf kılmış ve insanları en yüksek mertebeye çıkartacak bütün meziyetleri o Habib-i Edîb (asv)'inde toplamıştır. O'nu güzel ahlâkın bütün şubelerinde en ileri dereceye yükseltmiş, iman ve ubudiyette, kemâlat ve fazilette O'nu insanlık alemine en mükemmel bir rehber olarak göndermiştir.

Her biri birer hidayet yıldızı olan sahabeler; İmam-ı A'zam, İmam-ı Şafiî, İmam-ı Malik  ve İbn-i Hanbel gibi büyük müctehidler; Şâh-ı Geylânî, Şâh-ı Nakşibend, Rufaî ve Şazelî gibi kâmil mürşidler, Kur'ân-ı Azîmüşşân'm en ince sırlarına vâkıf olan Fahreddin-i Râzi, Taftazanî ve Seyyid-i Cürcânî gibi allâmeler; Muhyiddin-i Arabî, Mevlânâ, Şems-i Tebrizî gibi mutasavvıflar hep o hidayet güneşinin marifet ve imanından feyz almışlardır.

Asrımızda küfür ve inkârın toplumun manevî bünyesini tahrip etmesi, birçok şüphelerin, hurafe ve safsataların insan zihninde mecra bulması, bu hidayet güneşinin ders ve terbiyesinden, irşad ve feyzinden yeterli ölçüde istifade edilmemesinden dolayıdır.

Hatta fen ve teknolojinin bu gün ulaştığı ileri seviyesine rağmen, fert ve toplum hayatında huzuru temin edememesi, toplum hayatından sevgi, şefkat, merhamet ve adalet gibi ulvî esasların çekilip, yerini zulme, tecavüze ve anarşiye terk etmesi ve hiçbir felsefî doktrinin cemiyetin bu yaralarını teşhis ve tedavi edecek güce sahip olamaması, hatta bazı doktrinlerin bizzat zulüm ve tecavüze sebeb olması, hep nübüvvet mektebinin kapısını çalmamaktan kaynaklanmaktadır.

5. MATERYALİST PROPAGANDA VE TELKİNLERİN TESİRİNDE KALMAK

İnsan, dışarıdan gelen uyarılara daima açıktır. Bu haliyle boş bir kabı andırır. İçi doğru fikir ve hakikatlerle dolmazsa, onların yerini yanlış ideolojiler, hurafe ve safsatalar alır. Bugün gençliği sarsan ruhî bunalımların, fikrî ızdırapların asıl sebebi budur. Bu manevî ızdıraplardan kurtulmalarının tek yolu, akıl, kalb ve vicdanlarını, Kur'an' ın getirdiği ulvî hakikatlerle doyurmak iken, bir kısım gençler, ilim ve fikir yerine, aldatıcı sloganlara, sihirli reçetelere (!) daha çok meylederler. Manevî boşluklarını böylece doldurup huzura kavuşacaklarını zannederler.

Materyalistler onların bu halinden istifade ederek onları "adalet", "eşitlik" gibi hayalî slogan ve propagandalarla aldatır, kendilerine çekerler. Onları sempatizanları haline getirdikten sonra sosyol problemlerin çözümü için ileri sürdükleri hayalî reçeteler yanında yer yer bu gençlerin kafalarına maneviyâtı sarsıcı şüpheler de atarlar. Belli bir noktadan sonra, sürekli ve yoğun telkinlerle o zavallı gençlerin beyinlerini yıkaya yıkaya sonunda onları materyalist ve ateist düşünce dışında hiçbir hakikati kabul edemeyecek hale sokarlar. Artık bu gençler mantık ve muhakemelerini kaybederek tamamen robotlaşırlar. Basit bir hanenin dahi ustasız olamayacağı bir hakikat iken, şu muhteşem kâinat sarayını sahipsiz kabul ederler. Bir harfin kâtipsiz olması muhal olduğu halde, her harfinde sonsuz hikmetler bulunan şu kâinat kitabını kâtipsiz telâkki ederler.

Hem bütün bitkileri, hayvanları ve insanları hayatsız, şuursuz ve iradesiz tabiatın yaptığına, yahut bunların kendi kendine meydana geldiğine inanırlar. Kendilerini gayesiz, vazifesiz, başıboş ve sahipsiz zannederler, korkunç bir dalâlete düşerler.

İnsanın mahiyetini elmas derecesinden kömür derecesine indiren, bütün insanî meziyetleri silerek onu hayvandan çok aşağı dereceye düşüren küfrün iç yüzündeki çirkinliği göremezler. Halbuki, kâinatta hükmeden hiçbir hakikat, küfür ve inkâr ile izah edilemez.

Şu soruların materyalist ve ateist felsefede tahmin ve varsayımdan öte net bir cevabı yoktur:

"Bu kâinatı ve içindeki harika varlıklar nasıl var olmuşlardır ?"
"Kâinatta atomdan en büyük galaksilere kadar cereyan eden bu mükemmel ve ölçülü sistem nasıl oluşmuştur?"
"Tüm kainatın elemenleri, su-toprak gibi unsurları, canlı-cansız varlıkları ile doğrudan veya dolaylı olarak insana hizmet etmesini nasıl açıklarsınız?"
"Bilimin şahitliği doğrultusunda gayesiz ve faydasız hiç bir şeyin olmadığı bu kainatta, insanın gaye ve amacı ne olmalıdır?"
"Kainatta hergün binlerce insanın vefatları ile tasdik edip doğruladıkları ölüm nedir? Ölüm celladından kurtulmanın çaresi var mıdır?"

İnsan ancak bu sorulara cevap bulmakla tatmin olur, huzur bulur; dünyada rahata, âhirette saadet ve selâmete kavuşur.

Hem inkar etmek; kendi kendine muhaldir, mahiyeti yalandır. Meselâ, Selimiye Camii'nin mimarını inkâr etmek, hakikatsiz bir safsata ve büyük bir yalandır. Mükemmel plânı, hârika estetiği, san'atkârâne yapılışı ile akılları hayrete düşüren böyle muhteşem bir eser ortada iken, onun mimarını inkâr etmek en büyük bir safsata ve en hakikatsiz bir hurafedir.

Aynen bu misâl gibi, şu muhteşem kâinat sarayının yaratıcısı, sahibi ve idarecisi olan Cenab-ı Allah'ı inkâr etmek, bu misâlden hadsiz derecede çirkin bir yalan, müthiş bir hezeyan, korkunç bir safsatadır.

6. ALLAHÜ AZÎMÜŞŞÂNI MAHLÛKATINA KIYAS ETMEK

İnsanları dalâlete götüren bir diğer yanılma sebebi de Allah’ın zâtına ve sıfatlarına dair hakikatleri, yarattığı diğer varlıklara kıyas etmektir. Halbuki Cenâb-ı Hak, vâcib-ül vücuddur, ezelî ve ebedîdir. Bütün sıfatları nihayet derecede kemâldedir. Aczden, ihtiyaçtan, mekân ve zamandan münezzehtir; hiçten yarattığı âciz, zelil, fani mahlûkatı ile hiçbir cihetle kıyasa girmez.

Malûmdur ki iki şeyin birbiriyle mukayese edilebilmesi için, aralarında ortak noktalar bulunması lâzımdır. Meselâ, insanın mahiyeti, taşın mahiyeti ile hiçbir cihetle kıyasa girmez. Farklı mahiyetteki iki mahlûk dahi birbiriyle kıyasa girmezken, vâcib, mümkin ile; Hâlık, mahluku ile nasıl mukayese edilebilir!

7. ALLAH’IN KUDSÎ MAHİYETİNİ AKLIN, ANLAYAMAYACAĞINI BİLMEMEK

Her insan, aklıyla Allahü Teâlâ'nın varlığını bilebilir. "Bir eser ustasız, bir bina mimarsız olamayacağı gibi ben de Hâlık'sız, Mâlik'siz olamam. Şu gökyüzü ve şu yeryüzü de Hâkim'siz, Sâni'siz olamazlar." diyebilir. Ancak, akıl Cenâb-ı Hakk'ın Zâtını anlamaktan âcizdir; bu vadide bir adım dahi atamaz.

Malûmdur ki, bir şeyin varlığını bilmek başka, mahiyetini bilmek başkadır. Kâinatta çok şey vardır ki akıl onların varlıklarını apaçık bildiği halde, mahiyetlerini kavrayamamaktadır. Ruh, yer çekimi kanunu, elektrik, hayal, şefkat gibi nice hakikatlar vardır ki bunların varlıklarını bilmek bir hakikat olduğu gibi, mahiyetlerinin idrak edilemeyeceğini bilmek de ayrı bir hakikattir. Aklın idrak edemeyeceği mahiyetleri anlamaya zorlanmak cerbezedir, cehalettir. İnsan bu hali ile sırat-ı müstakimden sapar ve takatinin son derecede üstünde olan bir yükün altına girmekle kendisini helak eder.

"Eser, ustasını idrâk edemez" hakikatınca, akıl da Hâlık'ının hakikatini kavrayamaz. Çünkü, O'nun mahlukudur, eseridir. Her mahluk gibi akıl da sınırlıdır. Görmenin, işitmenin ve diğer bütün hislerin sınırlı birer sahası olduğu gibi, aklın da belli bir idrak sahası, belli bir intikal gücü vardır. Cenâb-ı Hakk'ın kudsî mahiyetini idrak etmek, aklın kavrama ve intikal sahası içinde değildir.

Bir insan, değil Allah'ın zâtını, kendi ruhunun, hayâlinin, vicdanının dahi mahiyetlerini kavrayamaz. Çünkü, bunlar cismanî olmadıklarından akıl onlara bir suret giydiremez, bir şekil veremez.

Meselâ, hayal için ne uzunluktan, ne kısalıktan; ne yaşlıktan, ne kuruluktan; ne büyüklükten, ne küçüklükten söz edilemeyeceği için akıl ona bir bir hudud çizemez ve onu kavrayamaz. Bununla birlikte hiçbir insan, mahiyeti meçhul olan bu varlığı inkâr da edemez.

Kendi mahiyetini bilmekten âciz olan insanın, bütün akılların, hayallerin, ruhların, hislerin, vicdanların, hafızaların, meleklerin yaratıcısı olan Allah’ın Zâtını anlamaya zorlanması en büyük bir cehalet ve cerbezedir.

Allah' ın bütün sıfatları sonsuzdur, mutlaktır, ezelî ve ebedîdir. Akıl ise sınırlıdır, kayıtlıdır, sonradan yaratılmıştır. Kayıtlı olan mutlak olanı, sınırlı olan sonsuz olanı, sonradan yaratılan ezelî ve ebedî olanı elbette kavrayamaz. İnsanın bunu bilmesi, yâni Cenâb-ı Hakk'ın kudsî mahiyetini idrâkten âciz olduğunu anlaması gerçek idraktir.

Akıl, Allahü Teâlâ'yı "varlığı vâcib, kudreti sonsuz, iradesi sınırsız, ilmi her şeyi kapsıyan" olarak bilmekle mükelleftir. Zaten onun yaradılışının gayesi de budur.

O halde, Cenab-ı Hakk’ın kudsî mahiyeti ne idrâk edilebilir, ne hayal edilebilir, ne de hissedilebilir. Akılla anlaşılan ve duygularla hissedilen her şey mahlûktur. Allah'ın varlığı bu dünyada ancak akıl nuruyla görülür, kalbin ziyası ile sezilir.

Hakikat bu iken, insanın Allahü Teâlâ'yı zâtiyle anlamaya zorlanması vehimden başka bir şey değildir.

Evet, aklın vazifesi, Cenâb-ı Hakk'ın kâinatta görünen büyüklüğünü, azametini, kudretini, hâkimiyetini, sonsuz hikmetini, inayetini, lütuf ve ikramlarını anlamak ve tüm bunlara kainattaki diğer varlıklarla beraber şuurlu bir şekilde tanıklık etmekden ibarettir.

Kur'ân-ı Mûcizü'l-Beyan birçok âyetlerinde ve Peygamber Efendimiz (S.A.V) pek çok hadis-i şeriflerinde bize bu hakikati ders vermişlerdir.

İnsan için Allah'ın kudsî mahiyetini idrâk etmek şu cihetle de imkânsızdır: O Vahid-i Ehad'in misli, misâli yoktur ki insan, kıyas ve temsil ile veya tecrübe yoluyla O'nun kudsî hakikatini anlamaya yol bulabilsin.

Bir gül yaprağı üzerinde parlayan bir damla su, semanın genişlik ve derinliğini hakikatıyla kavrayamayacağı gibi, insanın da, o sınırlı aklı, sonsuz âlemleri yoktan var eden bir Vâcibü'l-Vücud'un kudsî mahiyetini kavrayamaz.

8. BÜTÜN VARLIK ÂLEMİNİ BEŞ DUYU İLE KAVRAMAYA ZORLANMAK

Bazı insanları aldatan sebeblerden biri de beş duyu ile hissedemedikleri hakikatleri inkâr etmeleridir. Halbuki, varlık âlemi sadece beş duyu ile hissedilenlerden ibaret değildir.

Malûmdur ki, insan görme duyusu ile ancak maddî varlıkları görür. Dili ile, tatlar âlemini, kulağıyla sesler âlemini, burnuyla kokular âlemini hisseder. Halbuki melekler, ruhani varlıklar, elektrik, çekme ve itme kanunları gibi nice hakikatler vardır ki bunlar ne görülürler, ne işitilirler. Bununla birlikte bu hakikatların varlıkları da şüphe götürmez.

Bu hakikatten gaflet eden bir kısım insanlar "Görmediğime inanmam." diyerek bütün varlık âlemini sadece gözleriyle gördükleri maddi varlıklardan ibaret sanmakla büyük bir hataya düşerler. Halbuki, görünmemek olmamaya delil olamaz. Bu âlemde görmediklerimiz şeyler gördüklerimizden çok daha fazladır. Hatta insan vücudunda akıl, hayal, hafıza, vicdan, sevgi, korku, merak gibi görünmeyen şeyler, görünenlerden kat kat fazladır.

"Görmediğim şeye inanmam." safsatasının altında, aklın vazifesini göze yükleme hurafesi yatmaktadır. Halbuki, insandaki her bir his ayrı bir âlemin kapısını açar; birinin vazifesi diğerinden beklenemez. Meselâ göz, kulağın; burun dilin vazifesini göremez. İnsan, gözü ile ne yemeğin tadına, ne bülbülün sesine, ne de gülün kokusuna bakabilir. Göz bu azaların vazifelerini yapmaktan âciz iken, elbette aklın vazifesini yüklenemez.

Herhangi bir eser göz ile görüldüğü halde, ustası akıl ile idrâk olunur. Görmediğime inanmam, diyen bir kimse, bu eserin ustasını inkâr durumuna düşer. Aynen öyle de, bir insanın, şu muhteşem kâinatı seyr edip ondaki derin hikmetlere hayran kaldığı halde, onun san'atkârını "göremiyorum" diye inkâra kalkışması büyük bir cehalettir.

Böyle bir insan, bu kâinatta her an tecelli eden ve Allah'ın varlığını güneş gibi gösteren yaratma, hayat verme, rızıklandırma, büyütüp geliştirme, şekil verip güzelleştirme gibi sonsuz işleri ne ile açıklayacaktır?

Cenâb-ı Hakk'ın görünmemesi “şiddet-i zuhurundan ve zıddının yokluğundandır.” Meselâ, atmosferin küremizi her yandan kuşatması gibi güneşin de bütün uzay âlemini cismi ile kuşattığını farzetsek, o zaman güneşi göz ile görmek mümkün olmaz. Artık güneş şiddet-i zuhurundan görünmez olur. Hem gece gibi bir zıddı da olmadığı için zıddının yokluğundan güneş görülemez. Bununla beraber ziyâsıyla her yerde hazır ve nazır olan o güneşin varlığını inkâr etmek de büyük bir cehalet olur.

Allahü Azîmüşşân'ın "şiddet-i zuhurundan ve zıddının yokluğundan" görünmemesine bu misâlin ışığında bir derece bakılabilir.

Evet, "her şeyi maddede arayanların akılları gözlerindedir. Göz ise maneviyatta kördür.

9. İNSANIN FITRÎ VAZİFESİ OLAN İBADETİ TERKEDİP İSYANA GİRMESİ

Cenâb-ı Hak, bu kâinatı ve içindeki bütün mevcudatı insan için yaratmış ve onu bu âleme en büyük gaye ve netice yapmıştır. Elbette insanın da kâinatın ötesinde büyük bir gayesinin olması zarurîdir. Bu gaye ise ancak Allah'a iman ve O'na ibadet ve itaat etmektir.

İbadet, Cenâb-ı Hakk'ın azamet ve büyüklüğünü, sonsuz mükemmeliğini kusursuzluğunu anlama ve ilan etme; hadsiz lütuf ve ihsanına şükür ve hamd etmektir. İnsan, hakiki insaniyet mertebesine ancak ibadet ile çıkabilir. Zira, ibadet insanın hayvanî arzularını kayıt altına alır. Onu Rabbine yaklaştırır. Ruhunu ulvi hedeflere yükseltir, kalbini temizler. İnsanı yüksek ahlâk ve güzel seciye sahibi kılar.

İnsanın fıtri vazifesi ibadettir. Bu vazifeyi terkeden insan, ahlaken çok alçalır ve hayvanî hislerinin mahkûmu olur. Hak ve hukuk dinlemez. Ruhen düşüşe geçer, günahların iç yüzündeki dehşetli çirkinliği göremez. İşlediği günahlar onu adım adım inkâra doğru götürebilir. Günahları işleye işleye kalbi ve vicdanı kararır. Latifeleri söner, idraki felç olur. Sağlam düşünme kabiliyetini kaybeder.

Bilindiği gibi, âmirinin verdiği vazifeleri yapmayan bir memur, ona karşı önce mahcubiyet duyar. Eğer itaatsizliğe devam ederse sonunda bu mahcubiyet yerini bir nevi düşmanlığa, isyana terkeder. Aynen bu misâl gibi insan da, Yaratıcı'sının emir buyurduğu kulluk vazifelerini terk ettiğinde önce sıkılır, mahcup olur. Günaha devam ede ede, kalbinden Rabbine karşı muhabbet ve korku silinir, yerini kin ve düşmanlığa terkeder. İsyanda ısrar ettikçe ibadetten nefret etmeye başlar. Kadere itiraz eder, Cenâb-ı Hakk'ın rahmetini yargılamaya başlar. Yaptığı isyanları savunmaya başlar. Artık böyle bir insan, din ve mukaddes şeyler hakkındaki telkinlere ve propagandalara kapılmaya hazır hale gelmiştir. Böyle bir insan, ulûhiyet, âhiret, kader, haşir gibi imanî mes'elelerde küçük bir vesveseyi, kuvvetli bir delil olarak görmeye başlar. Böylece, sorumluluktan kurtulup selâmete çıkacağı vehmine kapılır. İfsat komiteleri bu tip insanları kolayca aldatıp kendilerine bağlayabilirler.

DİNE AİT HAKİKATLARDA YETKİLİ KİŞİLERE MÜRACAAT EDİLMEMESİ

Günümüz insanı ilmî ve fennî sahalarda haklı olarak, yetkili kişilere müracaat etmektedir. Bu hassasiyeti, dini mes'elelerde çok daha fazlasıyla göstermesi gerekirken, böyle yapmayıp ya kendi aklı ile yetinmekte, yahut bu sahada ehliyetsiz kişilerin sözlerine itibar etmektedir. Halbuki, dinde ehil olmayan kişi başka sahalarda uzman bile olsa, onun sözü dinde delil kabul edilmez. Malûmdur ki, bir ilimde, alim olan kişi başka bir fende cahil kalabilir. Onun sözü bu fende geçerli sayılmaz.

Mesela, bir doktor tıp ilminde ne kadar ileri giderse gitsin, onun sözü mühendislikte delil kabul edilmez; bu sahada ona müracaat edilmez. Gerçek bu iken, akıl ile kavranılması mümkün olmayan "imanî, Kur'anî ve dinî hakikatlerde” insan ne kendi aklına güvenebilir ve ne de bu sahada yetkili olmayan kimselerin sözüyle hareket edebilir. Bu hususta ona düşen görev, dinî konularda yetkili kişilere müracaat etmek, yahut onların yazdığı eserlere başvurmaktır. Bunu yapmayanlar çoğu zaman kendi arzularını, vehim ve hayallerini fikir sanmakla hakikatten uzaklaşırlar.

3 İnanmak ihtiyacı doğuştan mıdır?

İsviçreli psikolog Pierre Bovet,"Din Duygusu ve Çocuk Psikolojisi" adlı eserinde, belli bir yaşa gelen bütün normal çocukların, sırf kendilerine mahsus tamamen "kendi malları" olan (yani fıtratlarında bulunan) sanki "tabii bir dinleri" vardır. Bu iptidai inançların teşekkülünde, cemiyet kadar, ferdin şuur, idrak ve muhayyilesi de önemli rol oynar. Belki çocuk, cemiyetten edindiği dini kavramların muhtevasını, bizzat kendisi tayin eder. Ancak, zamanla cemiyet ile kendi arasındaki tezatları görür, yeni intibaklara gider. Şanlı Peygamberimiz (asm)'den öğrendiğimize göre:

"Bütün çocuklar İslam fıtratı üzere doğarlar, daha sonra, onları, anaları, babaları (ve cemiyet) şu veya bu dine sokar." (bk. Buhârî, Cenâiz 92; Ebû Dâvut, Sünne 17; Tirmizî, Kader 5)

Çocukların "fıtri dini" konusunda pek çok ilim ve fikir adamı araştırma yapmıştır. Bunlardan biri de Amerikalı filozof William James'tir. O, çocukta, cemiyetin müdahalesi olmaksızın meydana gelen "tabii din duygularını" yakalamak için, Ballard adında, on bir yaşına kadar, hiçbir ders almamış olan sağır ve dilsiz bir çocuğun hatıralarını ve davranışlarını incelemiştir. Sonradan iyi bir eğitimden geçirilen bu çocuk, eğitim öncesi "fizik ötesi" düşünce ve duygularını şöylece özetlemiştir:

"Babamla gezintiye çıktığımız oluyordu. Tabiat ve manzaralar bana çok tesir ediyordu. Konuşmayı ve yazmayı bilmiyor, fakat düşünüyordum. Kendi kendime soruyordum:

'Acaba dünya nasıl var oldu?', 'İnsan, hayata nasıl başladı?', 'Bitkiler ve diğer canlılar nasıl meydana geldi?', 'Dünya'yı, Ay'ı, Güneş'i var eden sebep ne?', 'Bu eşya alemi nasıl doğdu?', 'Bütün bu soruları kim aklıma getiriyor?', 'İlk insan, ilk hayvan, ilk bitki, tohumsuz nasıl meydana geldiler?', 'Nereden gelip nereye gidiyoruz?', 'Kâinatın başlangıcı nasıl olabilirdi?' Bilhassa, bu soruya cevap bulamazdım. Düşünür, düşünür vazgeçer, bir müddet sonra, yine aynı meseleye dönerdim." (bk. Pierre Bovet, Din Duygusu ve Çocuk Psikolojisi, s).

Daha birçok psikolog bu konuyu araştırmış, aşağı yukarı aynı sonuçlara ulaşmışlardır. Böylece anlaşılmıştır ki, çocuklar da en küçük yaştan itibaren, kâinata ve tabiata merakla yönelir ve yukarıda örneğini verdiğimiz soruları sorarlar. Bu, insanın "tabiatı"dır, "fıtratı"dır. Görüldüğü gibi, bu sorular, yalnız mütefekkirlerin ve filozofların değil, çocuk, genç ve yetişkin herkesin zihnini işgal etmektedir.

Yüce ve mukaddes kitabımız Kur'an-ı Kerim, Büyük Peygamber Hz. İbrahim (as)'ın çocuk yaşta iken, tabiata ve kâinata yönelerek yıldızlarda, Ay'da ve Güneş'te Yüce Yaradan'ı arayışını, daha sonra bunları aşıp "ötelerin ötesine" doğru kanatlanışını ne güzel anlatır.

(bk. Gerçeğe Doğru, funduszeue.info, Zafer Yayınları)

4 "Allahümme inni euzu bike en üşrike bike…" diye başlayan iman tazeleme duasının anlamı?

"Allahümme inni euzu bike en üşrike bike şey’en ve ene a’lemu ve estağfiruke lima la a’lem. İnneke ente’l allamul guyub."

Anlamı:

"Allahım! Şüphesiz ben bilerek herhangi bir şeyi şirk koşmak (eş ve ortak tanımak) tan sana sığınırım. Bilmeyerek işlemiş olduğum (şirk ve hatalarım) ın senden bağışlanmasını dilerim. Şüphesiz ki bütün gaybları (gizli şeyleri) ancak sen bilirsin." (et-Terğıb ve et-Terhib: 1/76)

"Allahümme innî ürîdü en üceddidel-îmâne tecdîden bikavli; la ilahe illallah Muhammedün Resulullah."

Anlamı:

"Ya Rabbi, 'la ilahe illallah Muhammedün Resulullah' diyerek imanımı tazeliyorum."

İlave bilgi için tıklayınız:

“İmanınızı Lâ ilâhe illâllah ile yenileyiniz” diye bir hadis var mıdır?

5 İnsanlar imanî konularda nasıl aldanıyorlar?

İlk insan Âdem (as)'dan beri insanlık, birbirine zıt iki yolda yürüye gelmiştir. Bu, kıyamete kadar da böyle devam edecektir. Bu yollardan biri, iman ve hidayet yolu; diğeri de küfür ve dalalet yoludur.

İnsaf ve vicdan ışığında bakıldığında, bütün güzelliklerin, hayır ve kemalatın, huzur ve saadetin iman yolunda; çirkinlik, şer, tahrip ve hakka tecavüzlerin de küfür yolunda olduğu açık bir şekilde görülecektir.

Dış dünyadaki bu kutuplaşma ve zıtlaşma, insanın iç dünyasında da cereyan etmekte, duygular ve hisler arasında çatışma şeklinde ortaya çıkmaktadır. Kalp, akıl, vicdan insanı iman yoluna sevk ederken; nefis, his, heva ve vehim de inkâr yoluna iterler. İnsanın iç dünyası bu zıtların çarpışmalarına her zaman sahne olur. Bunlardan hangisi ağırlık kazanırsa, insan o cephede yerini alır, o yolda yürümeye başlar.

Bu alanda, insanı küfre sevk eden, fikri sapıklığa (dalalete) düşüren sebeplerin mühimleri üzerinde duracağız.

1. Cehalet

Geçmişte ve günümüzde insanların küfre girmesine sebep olan saiklerin başında cehil gelir. Feza araştırmaları yapan insan da eğer Allah'a inanmıyorsa, inanmamasındaki birinci sebep cehalettir.

Burada kastedilen cehalet, eşyanın var oluşundaki niçin ve nedeni muhakeme eksikliği, yani basit ve sathi düşünmedir.

Cehaletin bir sebebi de taassup ve taklittir. Geçmiş peygamberler, kavimlerini imana ve tevhide davet ederken, karşılarına çıkan en büyük engel, bu olmuştur. Onlar, kavimlerinin taassubu ve atalarının sapık inançlarına körü körüne bağlılıkları ile ciddi mücadele vermişlerdir. Kur'an'da da bu husus üzerinde önemle durulur ve yanlışlığı vurgulanır.

Amr Bin As'a, bir gün: "Sen akıllı bir adamsın, İslamiyet’i kabulde gecikmene ne sebep oldu?"diye sorulmuştu. Amr Bin As'ın cevabı düşündürücü ve konumuza ışık tutucudur:

"Biz, bizden önceki kuşaktan yaşlı-tecrübeli, bize hakim bir toplulukla bir arada bulunuyorduk. Onlar karşılıklı dağlar arasındaki bir dağ yolunu tutup gittiler. Biz de oraya çıkıncaya kadar onlara uyduk. Onlar Peygamberi (asm) inkâr ettiler, onlarla birlikte biz de inkâr ettik. O zaman yaptığımız iş üzerinde hiç düşünmedik. Sadece onları taklit ettik. Onlar ölüp gidince, işler bize kaldı. Kendimiz düşünüp karar vermek zorunda kaldık. Peygamberin (asm) işine bizzat bakıp doğruluğunu anlayınca, İslamiyet sevgisi kalbimize düştü"

Günümüzde de durum değişmiş değildir. Çağdaş inkârcılar da, kendilerine büyük tanıdıkları, üstat kabul ettikleri şahısların ilkelerine, doktrinlerine, ideolojik fikirlerine, taassupla bağlı, körü körüne sadıktırlar.

2. Kibir ve Gurur

İnsanların iman yoluna girmelerine mani olan ikinci husus, kibirdir. Şeytanın Hakk'tan sapmasına ve rahmetten kovulmasına, bu duygu sebep olmuştur.

Kibir, büyüklenme ve kendini yüksek görme hissidir. Kibir duygusunun asıl yeri, Allah hesabına, bütün kâfir ve inkârcılara karşı üstün olmak, imanın izzetini korumak uğrunda hiç kimseye baş eğmemektir. Fakat düşüncesizlik ve gaflet yüzünden bu duygu insanı yoldan çıkarır, Allah'a ve Resulü (asm)'e isyan bayrağını açtırır. Nitekim Nemrut’un ve Firavun'un kibri, onları, Allah'a karşı üstünlük taslamaya sevk ederken; Ebu Cehil'in kibri de kendisini Hz. Peygamber (asm)'e karşı üstün görmeye sevk etmiştir.

3. Duygu Yanılmaları ve Yanlış Değerlendirmeler (İnhiraf)

İnsanı küfre atan mühim bir sebep de inhiraf denen duyguların yanılmasıdır. Tıpkı suyun içindeki bir cismi kırılmış gibi yanlış görme, hükmü ona göre verme ve o hüküm üzerinde fikir yürütmedir. Bu hususu Bediüzzaman Hazretleri şöyle ifade eder:

"İnsan fıtraten mükerrem olduğundan hakkı arıyor. Bazen batıl eline gelir, hak zannederek koynunda saklar. Hakikatı kazarken, ihtiyarsız dalalet başına düşer, hakikat zannederek kafasına giydiriyor."

Kişiyi inkârcılığa sürükleyen inhirafın pek çok sebepleri vardır. Mühimlerinden bazılarını şu şekilde sıralayabiliriz:

    a) Maddi meselelerle devamlı meşguliyet, insanı maneviyattan uzaklaştırır. İman hakikatlerine karşı insanı anlayışsız hâle getirir.

    b) Allah Teala'yı yarattığı varlıklara (mahlukata) kıyas etmek de mühim bir yanılma ve inkâr sebebidir. Allah kainatın yaratıcısıdır. Her şey O'nun mahlukudur. Usta, eserine benzemeyeceği gibi kainatın yaratıcısı da kainata benzemeyecektir.

    c)İmani meselelerin yüceliği sebebiyle, aklın, onların mahiyetini tamamen kavrayamayacağını düşünmemek Bir şeyin varlığını bilmek başka, mahiyetini bilmek başkadır. Kainatta varlığını bildiğimiz halde, mahiyetlerini bilemediğimiz o kadar çok şey var ki Mahiyetini kavrayamayışımız, o şeylerin varlığını inkâr etmeyi nasıl gerektirmiyorsa, Allah Teala'nın, meleklerin, cennet ve cehennem'in mahiyetlerini bilmememiz de onları inkâr etmeyi gerektirmez.

    d) Kafirlerin sayıca çokluğu, onların bazı imani meselelerin inkârında birleşmeleri de insanı dalalete atan sebeplerden biridir. Halbuki, kıymet ve ehemmiyet, sayı çokluğunda değildir. Nitekim, hayvanlar, sayıca büyük bir çoğunluğa sahipken, insan bütün hayvan türleri üstünde hakim olmuştur.

    e)Maneviyatta ihtisas sahibi kimselere müracaat etmemek Bir ilmin münakaşa konusu olmuş bir meselesinde, o ilmi bilmeyen kimselerin, başka bir ilimde ne kadar büyük ve kudretli de olsalar, sözleri geçerli değildir. Mesela, büyük bir mühendisin, bir hastalığını teşhis ve tedavisinde bir tıp öğrencisi kadar sözü geçmez. Aynı şey manevi meselelerde de geçerlidir. Madde ile çok meşgul olduğundan maneviyattan uzaklaşmış, aklı gözüne inmiş, manevi meseleleri idraki daralmış kimselerin manevi meselelerdeki inkârları geçerli olamaz. Başta Peygamberimiz (asm) olarak umum peygamber ve asırlarca yetişmiş büyük alimler imani meselelerde ihtisas sahibidirler. O meselelerde onların sözleri dinlenir.

4. Günahlara müptela olmak

İşlenen her bir günah, insanın kalp ve ruhunda yaralar açar, iman nurunu karartmaya başlar, insan günahta ısrar ettikçe kalbi, siyahlaşıp katılaşarak iman nurunu bütünüyle kaybedecek dereceye gelir. Bu bakımdan her günah içinde küfre gidecek bir yol vardır.

İşlenen günahların lekeleri tövbe ile hemen silinmezse, kalbi tamamen kaplayıp insanı küfre kadar götürebilir.

6 "Namaz kılmayana kız verilmez ve kestiği yenilmez." deniliyor, bu doğru mudur?

Namaz kılmayan insanın inancına bakılır, kılmayış sebebine nazar edilir. Namazı kılmayışı farz olduğuna inanmayışından mı, yoksa tembellik ve ihmalden midir? Şayet -Allah korusun- namazın farz olduğuna inanmadığı için namaz kılmıyorsa imanı gider, küfre düşmüş olur. Ne kendisine kız verilir ne de kestiği yenir.

Ancak, namazını imansızlıktan değil de ihmal ve tembellikten kılmıyorsa, o adam iman sahibi ama, günahkâr bir Müslümandır. Günahkâr Müslümana ise kız da verilebilir, kestiği de yenilir.

Resûli Ekrem Efendimiz (asm), "kızını fâsık birine verene Allah'ın lânet edeceğini" hadîsinde haber vermiş, kız ve oğlan ana babalarını böylece ikaz etmiştir.

7 Bir kimseye deli denmedikçe imanı tam olmaz; anlamına gelen bir hadis var mıdır?

Soruda yer alan ifadeye uygun bir hadis rivayetine rastlayamadık. Bununla beraber, aşağıdaki hadis-i şerifte bu manayı çağrıştıran bir üslup söz konusudur:

Ebu Said el-Hudrî anlatıyor, Peygamberimiz (a.s.m) şöyle buyurdu:

“Allah’ı öyle çok zikredin ki, ta -insanlar- size mecnun / deli desinler.” (Ahmed b. Hanbel, 3/68; Hâkim, 1/; Mecmau’z-Zevaid, 10/16)

İnsanlar dünyevileştikçe dünya menfaati ve maddi hazza dalar Allah’ı unuturlar. Allah’ı, tesbih çekerek sözde zikredenlerin bile aklı fikri dünyadadır. Allah rızası ve dinin talimatı ile dünya menfaati karşı karşıya geldiğinde dünya menfaatini tercih ederler.

İşte böyle zamanlarda Allah’ı anarak (kulluk bilinci içinde) dünyayı ahirete değişenlere, dünyayı verip ahireti (Allah rızasını) alanlara “akılsız” derler.

Akılsız “mecnun” demektir. Allaha kulluk bilinci içinde olup onun rızasını her şeyin önünde tutan akılsızlardan olmak cümlemize nasib olsun.

Hz. Veysel Karanî gibi hayatında züht ve takvayı ileri derecede gösteren bazı kimseler hakkında, çevresindekilerden mecnun olduğunu düşünenler olurdu. (bk. Gazalî, İhya, 3/)

Yine Gazalî’nin İhya’da yer verdiği bir hadiste “Cennete gidenlerin büyük çoğunluğu saf olanlar teşkil eder.” denilmiştir. Gazalî’ye göre bunun anlamı şudur: O kimseler ahiret işleriyle o kadar meşgul olurlar ki, dünya işlerine pek önem vermezler ve bu yüzden saf/biraz başkalarının nazarında mecnun gibi görünürler. Ancak bu hadisin sahih olmadığı bildirilmiştir. (bk. Irakî, Tahricu ahadisi’l-İhya, a.g.y)

Bu konuyu aydınlatacak bir bilgiyi de Hasan-ı Basrî Hazretlerinin bazı vaazları esnasında  tekrar ettiği şu sözlerinde bulabiliriz:

“Biz öyle insanları gördük ki (gördüğü sahabe ve büyük tabiini kastediyor), eğer siz onları görseydiniz, ‘bunlar mecnundu’ diyecektiniz. Şayet onlar sizi görseydi, ‘bunlar şeytandır’ diyeceklerdi." (bk. İhya, 3/)

8 Allah'a iman etmemenin cezası, neden ebedi cehennemde kalmaktır?

Küfür kelimesi, imanın zıddıdır. Kâfirin dünyası karanlıklarla doludur. Zira küfür, insanın Allah'a olan intisabını keser, atar. Allah ile bağını koparan insan ise, hem kalbinde hem ruhunda hem aklında zulmetler içinde yaşar. Kur'an, kâfirlerin dünyasını şöyle anlatır:

"Onların amelleri okyanustaki karanlıklar gibidir. Okyanusu bir dalga bürümekte, onun peşinden bir başka dalga gelmekte. Onun da fevkinde bulut var. Böylece üstüste zulümatlar (karanlıklar) Öyle ki, elini çıkarsa, nerdeyse onu bile göremeyecek." (Nur, 24/40) 

Küfür, bütün varlıklara karşı bir hakarettir. Çünkü her varlık Allah'a ibadet eder. Her birisi Rabbani bir mektup, Sübhani birer ayine ve Allah'a birer memurdur. Küfür, bu cihetleri örtüp gizlediğinden ve onları abesiyet ve tesadüfün oyuncağı derekesine indirdiğinden hadsiz bir cinayet olup, nihayetsiz bir cezayı, ebedi cehennemde kalmayı gerektirir. 

İnsanda bulunan duygu ve özellikler, ya aynıyla ya da zıddıyla bize Allahı tanıttırmaktadır. Mesela, insana görme ve işitme özelliği verilmiştir. Bundan anlaşılır ki Allah her şeyi gören ve işitendir. Ancak onun işitmesi bizim gibi değildir. Bizde bulunan bu özelliklerle biliriz ki Allah görür ve işitir. Ancak biz bu görme ve işitmenin mahiyetini anlayamayız. İnsanoğlu o sınırlı aklıyla sonsuz kemalde olan ilahî sıfatları tam mânâsıyla idrak etmekten çok uzaktır. Sonsuz aciz olan insanın, sonsuz bir kudreti kavraması elbette mümkün değildir. Akıl, ancak bu kudretin varlığını tasdik eder ve icraatlarına hayran olur. 

Sonsuz kudret tecellilerini hayretle seyreden insanın, aynı tavrını sonsuz ilim ve hikmet karşısında da göstermesi gerekirken, bunu birçok kişinin başaramadığı görülür. Araya nefis girer, hissiyat girer, bilgi eksikliği ve aklın zafiyeti girer. Ve insan, hikmetini anlayamadığı ilâhî icraatlar karşısında teslim ve tevekkül yerine, itiraz ve isyan yoluna girebilir. 

Allah, insana bir irade sıfatı vermiş ve dünya imtihanının bir gereği olarak, onu dilediği yola gitmekte serbest bırakmıştır. İrademiz, Allah’ın irade sıfatını bilip ona iman etmekte bizim için çok önemli bir sermayedir. 

Şu kâinatın ve içindeki varlıkların Sanii olan Cenab-ı Hak, şu kâinatı çok ciddi gayeler için yaratmıştır. Kur'an bunu şöyle bildirir: 

"Biz göğü, yeri ve bu ikisi arasında olanları oyun olsun diye yaratmadık."(Enbiya, 21/16) 

"Göğü, yeri ve bu ikisi arasında olanları boşuna yaratmadık."(Sad, 38/27) 

Bütün varlıklar, kendilerine mahsus dillerle Yüce Yaratıcıyı tesbih ve takdis ederler. Kendilerine tevdi edilen görevleri büyük bir zevk ve şevkle yerine getirirler. Mesela, güneş bir saniye bile geri kalmadan kendine çizilen yörüngede yoluna devam eder. Irmaklar bir cuşuhuruşla denizlere doğru akar. İnsanın emrine verilen hayvanlar tam bir itaatle ona hizmet eder. 

İlahi emirleri yerine getiren bu varlıklar içinde, insanlar ve cinler farklı bir konuma sahiptirler. Gerçi onlar da

"Ben cinleri ve insanları ancak bana ibadet etsinler diye yarattım."(Zariyat, 51/56)

ayetinin hükmünce ibadetle mükelleftirler. Fakat bunu yapıp yapmamakta serbesttirler. 

İnsan ve cinlerin bu farklı konumu, onlara verilen iradeden kaynaklanır. Onlar bu irade ile imanı veya küfrü, iyiyi veya kötüyü, güzeli veya çirkini, itaati veya isyanı seçebilirler. Cenab-ı Hak bunu şöyle bildirir:

"De ki: Rabbinizden size hak (gerçek) gelmiştir. Artık dileyen inansın, dileyen inkâr etsin." (Kehf, 18/29)

"Biz ona (insana) yolu gösterdik. İster şükreder, isterse nankörlük yapar."(İnsan, 76/3)

Arzın halifesi olan insanın, büyük ve küçük her ameli görevli melekler tarafından kaydedilmektedir. Kur'an bunu şöyle bildirir:

"Üzerinizde koruyucu, kiramen katibin (değerli yazıcı) melekler var. Bunlar, siz ne yaparsanız hepsini bilirler."(İnfitar, 82/) 

"İnsanı biz yarattık, nefsinin ona ne vesvese verdiğini biliriz. Biz ona şah damarından daha yakınız. İnsanın sağında ve solunda iki melek oturmuş kayıt alırlar. Her ne söz söylerse, mutlaka onun yanında hazır bir gözcü vardır." (Kaf, 50/) 

İnsanın, ehemmiyetli rütbesi ve dünyada yaptıklarının karşılığını (ebedi cennet veya ebedi cehennem olarak) diğer alemde görecek olması, böyle bir kitabeti gerektirir. Nasıl ki medya mensupları sıradan bir vatandaşın peşinde dolaşmazlar; ama, başbakan gibi yüksek bir mevkide olanı gölge gibi izler, her yaptığına dikkat eder, ağzından her çıkanı kaydederler. Onun gibi, arzın halifesi olan insanın her yaptığı meleklerce yazılır, her söylediği kaydedilir. 

Şu yeryüzü sahnesinde her yaptığının meleklerce kaydedildiğini bilen insan, "Ben başıboş değilim ve vazifedar bir yolcuyum."(Nursi, Said, Şualar, Envar Neş. İst. , s. ) der, iyi poz vermeye çalışır. Ve kulaklarında hep şu İlahi hatırlatmalar çınlar: 

"İnsan başıboş bırakılacağını mı sanıyor?"(Kıyame, 75/36) 

"Yoksa siz, bizim sizi abes / boşuna yarattığımızı ve bize döndürülmeyeceğinizi mi sandınız?"(Müminun, 23/)

İlave bilgi için tıklayınız:

- Allah'ın kula hidayet etmesi için kulun ne yapması lazım gelir?

9 İnanmak ile yakinen inanmanın arasındaki fark nedir?

YAKÎN:“Şüphesiz, sağlam ve kat’i olarak bilmek”; “Bir şeyi gerçeğe uygun olarak şüphesiz bilmek.”

Yakîn: Lügat mânâsıyla tereddütsüz, şüphesiz ilim. Daha geniş ve daha güzel, bir başka tarif:“Bir şeyi vakıa mutabık olarak itikad-ı sahih üzere şüphesiz bilmek.”

Bu tarifte, yakînin iki önemli mânâsı karşımıza çıkıyor. Birisi, bir şeyi gerçekte nasılsa öyle bilmek. Buna, “vakıa mutabakat” deniliyor. Diğeri itikad-ı sahih, yâni bu inançta zerrece şüphe etmemek.

Meselâ, haşrin cismanî değil de sadece ruhanî olduğuna tam olarak inanan bir insan, yakîne erememiştir. Zira, bu iman yakînin birinci şartını taşımıyor. Yanlış inanca ise yakîn denilmez.

Yakîn kelimesinin üç ana mertebesi vardır: İlmelyakîn, aynelyakîn ve hakkalyakîn…

Bazıları, “ilmelyakîn”i zayıf bir itikat zannederler. Halbuki bu mertebelerin her üçü de kâmil imanı ifade eder. Yakîn kelimesi üçünde de geçtiğine göre, her üç mertebe de “vakıa mutabık”, her üç mertebe de “şüpheden uzak.”

İmanda, vakıa mutabakatı, yâni hakikata uygunluğu şöyle anlamak gerekir: İman hakikatlerine Kur’an-ı Kerim’in bildirdiği gibi inanmak. Meselâ, Allah’a iman hususunda, Allah’ı bütün sıfatlarıyla bilmek. O’nu vacib, ezelî ve ebedî, mekândan ve zamandan münezzeh tanımak vakıa mutabıktır. Bütün mü’minler Allah’a böylece iman ederler.

Şüphe imanı yok ettiğine göre, bütün mü’minler şüphesizlik şartında da beraber oluyorlar. O halde, kâmil iman ve bu imandaki farklı mertebeler hangi sahada gerçekleşiyor?

Bir hakikata inanmak başka, fiil ve hâl âlemini onunla tertip ve tanzim etmek daha başkadır. İşte yakîn imana sahip olanlarda iman, kulun fiil ve hâl âleminde daima tesirini gösterir. Meselâ, melâikeye her mü’min inanır. Melekleri Kur’an-ı Hakim’in bildirdiği gibi bilen bir insanın bu imanı vakıa mutabıktır ve şüpheden de uzaktır. Ama, melekleri sözü edildiği zaman hatırlamak başka, her adım atışında, her söz sarfedişinde onları yanıbaşında bilmek daha başkadır. İşte bu ikincisi yakîn imandır. Bunda da üç ana mertebe ve her mertebede sonsuz dereceler var.

İlmelyakîn,bir şeyin, bir hakikatın varlığını iki kere iki dört eder gibi kat’i bilmektir. O hakikatı, gördüğü yahut işittiği, kısacası his âlemine giren bir şeyi bilir gibi kat’i bilmek ise aynelyakîni ifade eder. Yine o şeyi yaşadığı bir hakikatın varlığını bilir gibi bilmek ise hakkalyakîndir. Meselâ, biz hâfızamız olduğunu ilmen ve yakînen biliriz. Ve bundan kesinlikle şüphe etmeyiz. Aynı şekilde, elimizin varlığını görerek, aynelyakîn biliriz. Bunda da kat’iyen şüphemiz olamaz. Bir de, hayatta olduğumuzu bilmemiz vardır ki bunu ne düşünerek, ne görerek değil, bizzat yaşayarak biliriz. Bu biliş ise hakkalyakîndir.

Kâtibin varlığına yazının varlığından çok daha kuvvetle inanan her insan, kendi varlığına inanmasının çok üstünde bir iman ile Allah’ı bilecek, O’na iman edecektir. Yâni kendi varlığından şüphe etse bile yaratanından etmeyecektir. Bu noktaya gelen mü’min yakîne ermiştir.

Bir de evliyanın bir tabakasında tahakkuk eden iman-ı şuhudî vardır. Onlar iman hakikatlarının çoğunu görürler, onlara şahit olurlar. Meselâ, kabirdekilerin hallerine vâkıf olurlar.

Hakkalyakîn, imanı hâl edinmektir.Aklını O’nun ilmi karşısında eritmek, iradesini O’nun mutlak iradesi karşısında yok etmek, O’nun Ulûhiyeti karşısında benliğinden geçmektir.” diye tarif edilen yüksek makam işte bu hakkalyakîn imandır.

Bu saha bir umman… Ben o deryaya olabildiğince dalma şerefine mazhar bulunan, Nurların aziz müellifi Büyük Üstad’dan bir cümle nakletmekle yetineceğim:

“Gördüm, hissettim ve hakkalyakîn zevkettim ki; bekamın lezzeti ve saadeti aynen ve daha mükemmel bir tarzda Bâki-i Zülkemâlin bekasına ve benim Rabbim ve İlâhım olduğuna, tasdik ve imanımda ve iz’anımda vardır.”(bk. Şualar, Dördüncü Şua)

Yâni, “madem ki Allah’ın bekasına inanıyorum, öyle ise benim için artık hiçlik, yokluk, ayrılık düşünülemez. Zira O’nun ilminde bâkiyim. Bu dünya sahifesinden silineceğim diye zerrece müteessir olmam.”

O, bu ince hakikatı sadece keşfetmekle kalmıyor, bu mânâyı eşyayı görür gibi hissediyor ve ona garkolmanın safasını ruhunda, kalbinde olanca canlılığıyla yaşıyor. İşte Allah’ın bekasına hakkalyakîn iman budur.

Bu mânâyı Allah’ın diğer sıfatları için de düşünebiliriz; güzel ahlâkın bütün şubeleri için de.

Mü’min kardeşini sevmesi gerektiğine kesinlikle inanan bir insan, bu sevgide ilmelyakîne varmıştır. Mü’mini sevmenin hazzını ruhunda duymaya başladı mı aynelyakîne ulaşmıştır.

Kendi nefsi için istediğini mü’min kardeşi için de isteme noktasına geldi mi, hakkalyakîne erişmiş demektir.

İhlâs da böyle… Onda da üç mertebe var. Amellerin ancak ihlâs ile yapıldıkları takdirde makbul olacaklarını kat’i bilmemiz, ilmelyakîndir. Rıza için yaptığımız bir işten nefsimizin duyacağı haz, riya için yaptığımızla kıyaslanamayacak kadar fazla ise, ihlâsı zevketmeye başlamışız demektir. Bir leş kokusundan daha ileri bir iğrenme ile, riyadan nefret ettiğimiz anda, ihlâsta hakkalyakîne varmış oluruz. Misalleri çoğaltabiliriz.

Demek ki yakînin mertebeleri sadece marifetullaha mahsus değil. İmanın bütün rükünleri, İslâm’ın bütün emirleri, ahlâkın bütün şubeleri için de bunu düşünmek mümkün…

İmam-ı Rabbani Hazretleri, hakikatı “şeriatın batını” diye tarif eder. İnsan,fiil, hâl ve kâl (söz) âlemlerini İslâm’a uygun yaşadığında, inandığı ve nefsinde tatbik ettiği hakikatlara karşı kalbinde yakîn hâsıl olmaya başlar. Sonunda, bu hakikatlara olan imanını hal edinme noktasına varır. Yâni, sevinç ve süruru zevk eder gibi, o hakikatlarla yaşama noktasına ulaşır.

Hakikata ermek,imanda hakkalyakîne ulaşmak demektir; kâmil imanın bu son sahasına adım atmak demektir. Bu sahanın da sonsuz mesafeleri var. Bütün peygamberlerin, bütün sahabelerin, bütün evliya ve asfiyanın imanı hakkalyakîndir, ama aralarında ne kadar fark olduğu da açıktır.

“Batınî şeriat” diye tarif edilen hakikata ermenin yolu, onun zahirine harfiyen uymaktan geçer. Sarayın zahirine uğramadan batınına varılamaz, içinde dolaşılamaz. Bu bir ham hayaldir.

Namazda omuz omuza verdiğimiz, kendisine dua ettiğimiz bir mü’minle namaz dışında kavgalı isek, duamızda zahirden hakikata geçmemişiz demektir.

Bedenin ruha hizmetkâr olduğunu bildiğimiz halde, aklımız sadece maddeye yoruluyor, kalbimiz dünya için çarpıyorsa hakikata erdiğimizi nasıl iddia edebiliriz!..

Dünyayı fâni, âhireti bâki bildiğimiz halde, fâniye teveccühümüz bâkiden fazla ise, işin henüz zahirindeyiz demektir.

Âmiriyetin itaat istediğini bildiğimiz halde, Hâlıkiyete karşı ibadetimizde ihmalimiz oluyorsa, kulluğun hakikatından, şüphesiz, çok uzakta bulunuyoruz.

Taksisine bindiğimiz bir dostumuza candan teşekkürler yağdırırken, hergün yirmi dört saat üzerinde seyahat ettiğimiz bu arz küresinin sahibine şükür secdesi yapmıyorsak, şükrün hakikatıyla alâkamız yok demektir.

Tevazunun yüksek bir sıfat olduğunu çok iyi bildiğimiz halde, gururla dikilen başımız dağlara ulaşma sevdasına kapılmışsa, hakikattan nasibimiz çok azdır.

Hakikattan bahsetmek kolay, ona ermek ise çok zor. Hele İlâhî emirlere isyan ederek onu bulmak imkânsızdır.

10 Annesini, babasını, çocuklarını Allah ve Peygamber'den daha çok seven kişi, iman etmiş sayılır mı?

Şuurlu bir mümin, hiçbir şeyi Allah’tan ve Resulullah (asm)’dan daha fazla sevemez. Ancak bu orantıyı her zaman kavramak, doğru algılamak mümkün olmayabilir. Bu sebeple, her mümin hiç olmazsa kendi içinde, niyetinde, zihninde, aklında, kalbinde, Allah ve Resulü (asm)'ı her şeyden daha fazla sevmek durumunda olduğunu ve daha fazla sevmekte olduğunu düşünmeli ve bunu hazmetmelidir.

Şu bir gerçektir ki, Allah’ı ve Resulü (asm)'ı sevmek, onları yakından tanımakla alakalıdır. Allah’ın sonsuz nimetlerini düşünen bir kimsenin, Allah’ı sonsuz derecede sevmesi gerekir. Allah’ı bize tanıtan, dünya ve ahiret mutluluğunu netice veren, İslam dinini bize getiren, öldükten sonra tekrar diriltip ebedî bir saadeti ihtiva eden cenneti bize müjdeleyen Hz. Peygamber (asm)’i de Allah’tan başka her şeyden daha çok sevmek vicdânın emridir.

Şunu da belirtelim ki, insanlar her zaman Allah’ı ve Onun  Elçisi (asm)'ı düşünüp onlara olan sevgilerini ortaya koymayabilir. Gaflete girmek, dünya ile meşgul olmak, sıkıntı ve sevinç hallerinde değişik atmosferin etkisine girmek gibi hususlar, bu sevginin mükemmel bir şekilde kendini göstermesine engel teşkil edebilir. Bu durumlar, gafil insanların imanlarına zarar vermez, fakat, imandan çıkan şuurun geçici de olsa devre dışı kalması anlamına gelir.

Buharî, Müslim, Nesaî ve İbn Mace’nin rivayet ettiği bir hadis-i şerifte Peygamberimiz (asm) şöyle buyurdu:

“Sizden biriniz beni çocuğundan, babasından ve bütün insanlardan daha fazla sevmedikçe -gerçek anlamda- iman etmiş olamaz.” (bk. Kenzu’l-Ummal, h. No: 70).

“De ki: Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım ve akrabanız, ter dökerek kazandığınız mallar, kesada uğramasından endişe ettiğiniz ticaret, hoşunuza giden konaklar, size Allah’tan ve Resulünden ve O’nun yolunda cihad etmekten daha sevimli ve önemli ise o hâlde Allah emrini gönderinceye kadar bekleyin! Allah öyle fâsıklar güruhunu hidâyet etmez, umduklarına eriştirmez.” (Tevbe, 9/24)

11 Kendisi iman edip de nefsi iman etmeyen bir insan cennete gidecek midir?

- Gerçekte, insanın nefsi, insanın kendisi, insanın ruhu anlamına da geliyor.

 “Nefsin iman etmemesi” ifadesine, mecazî ve tasavvufî bir anlam yüklenmiştir. Yani, bir insanın aklı ve kalbi tam bir teslimiyet içerisinde olduğu halde, nefs-i emmare bazı vesveseler geçirebilir. Şeytanın telkinleri karşısında, şüphe gibi görünen bazı haller meydana gelebilir. Fakat, iman aklın ve kalbin ürünü olduğundan, nefsin bu konuda lakayt kalması, imana zarar vermez, demektir.

Nitekim Allah Teâlâ, Kur'an-ı Kerim'de Yusuf (a.s)'ın dilinden nefsin kötülükleri işlemeyi, heva ve hevesi doğrultusunda Allah'ın emirlerine muhalefet etmeyi arzuladığını ve sahibini buna yöneltmek için zorladığını bildirmektedir:

"Nefsimi temize çıkaramam. Çünkü Rabbimin acıyıp koruduğu hariç, nefis aşırı şekilde kötülüğü emredicidir" (Yusuf, 12/53).

İmanla ilgili konuyu çağrıştıracak, amelle ilgili bir örnek vermekte fayda mülahaza ediyoruz. Örneğin, aklımız ve kalbimizdeki imanımızla günde beş vakit namaz kılmamız gerektiğine inandığımız halde, nefsimiz, şeytanın telkinleriyle ve tembellik kulağıyla vicdanın derinliklerinden kopup gelen bu kulluk sesini duymak istemeyebilir ve onu gereksiz görebilir. İşte insanın kalbinde iman olduğu zaman, nefsin bu safsatası, onu imandan çıkarmaz. Oysa, iman mahalli olan kalp ve aklıyla namazı hafife alsa, dinden çıkmış olur. Bununla beraber, genel olarak insanların akıl midesini bulandıracağı için, bu tür ifadelerin ulu orta kullanılması isabetli değildir.

- İslamiyet'ten haberi olduğu halde, imansız /inançsız bir kimse, tövbe etmeyip imansız olarak ölürse -ölüm şekli ne olursa olsun- asla cennete giremez, kalacak tek yeri ebedî cehennemdir.  Ayet ve hadisleri temel referans alan ehl-i sünnetin itikadı budur. “Allah, vatan uğrunda -fakat kâfir olarak- ölen kimseye rahmet nazarıyla bakar” demek, Allah’a büyük bir iftiradır.

Ancak İslamiyet'ten haberi olmayanların durumu farklıdır.

12 Müslüman kimdir?

Müslüman, İslâm dinini kabul eden, Allah'a teslim olmuş kişidir. Allah Teâlâ'nın, peygamberleri vâsıtasıyla gönderdiklerine ve Muhammed aleyhisselâma îmân eden kişiye denir.

İman kalb işi olduğu halde, İslâm daha çok imanın amel olarak dışarıya yansımasını ifade eder. Nitekim Cibril hadisinde, iman tarif edilirken; "Allah'a, meleklere, kitaplara, peygamberlere, kıyamet gününe, hayır ve şerrin Allah Teâlâ'dan olduğuna inanmandır." buyurulurken; İslâm'ın tarifinde, topluma ilân edilen ve amel olarak yapılması gereken prensipler, yani İslâm'ın beş şartı sayılır:

"İslâm, Allah'tan başka hiç bir ilâh olmadığına ve Hz. Muhammed'in Allah'ın rasûlü olduğuna şehadet etmen, namazı kılman, zekâtı vermen, ramazan orucunu tutman ve gücün yetiyorsa hac farizasını yerine getirmendir." (Buhârî, İmân, 34, 37, Şehâdat: 26, Tefsîru Sûre: 31/2; Müslim, İmân: 5, 7, 8; Ebû Dâvud, Sünne: 16; Tirmizî, İmân: 4).

13 Hadiseleri, varlıkları yüzeysel olarak değerlendirmek onları yanlış algılamaya sebep olabilir mi? Kâinatta görülen mükemmel faaliyet nasıl değerlendirmelidir?

Çevremizde gerçekleşen olayları yüzeysel olarak değerlendirmek, onları çok defa yanlış algılamaya ve yanlış yorumlamaya sebep olabilir. Çölde, uzaktan bakıldığında serap su zannedilir. Gök yüzüne bakıldığında güneşin hareket ettiği, dünyanın durduğu gözlemlenir; hâlbuki gerçekte, hareket eden dünya sabit duran ise güneştir. Yine aynı şekilde, uzaktan bakıldığında bir yıldız, mum ateşine benzer göründü gibi, nice gerçekler vardır ki, uzaktan bakıldığında layıkıyla anlaşılamaz.

İlâhî gerçeklere karşı kayıtsız kalmak, gereken ciddiyeti göstermemek de bu gerçeklerin gizlenmesine sebep olur. Gaflet olarak tanımladığımız durum karşısında insan, bu âlemi baştan başa saran ince nizamı, mükemmel intizamı, harika ahengi, göz kamaştıran güzelliği göremez. Mesela, bu kâinatın bir fabrika gibi kolay ve ahenkli idare edilmesine, sistemli bir şekilde çalıştırılmasına bakamaz. Bütün canlıların hava sayesinde hayatlarını devam ettirmesini, gece-gündüz ve mevsimlerin birbiri ardı sıra hikmetle dizilmesini, yağmurun bulutlardan kovayla değil de tane tane yağmasını, zararlı Güneş ışıklarının atmosferde süzülmesini gözlemleyemez.

Bütün çekirdek ve tohumlardan çeşit çeşit ağaçların sanatlı bir şekilde yaratılmasını, sperm ve yumurtalardan bir çok canlının hikmetle yaratılmasını dikkatle düşünemez. Her baharda yeniden yaratılan binlerce yaprak ve çiçeğin, şekil bakımından birbirine benzemekle beraber çok ince nüanslarla birbirinden ayrılmasını fark edemez.

Hayvanların yaratılış bakımından birbirinden farklarını, çeşitli his ve organlarını, düzenli bir şekilde beslenmesini, doğup büyüme ve ölmesini kavrayamaz.

Sonuç olarak, bu alemde yansımaları görülen sonsuz bir kudretin güç ve kuvvet sahibinden, sonsuz bir ilmin, ilim sahibinden, mükemmel işleyişin bir düzenleyiciden, her şeyi kapsayan bir tasarrufun tasarruf ediciden, bütün varlıkların faydalı yönlerinin bir hikmet sahibinden geldiğini anlayamaz.

Allah’ın isimlerinin yansıma alanı olan bu kâinata yüzeysel bir bakış açısıyla bakan kimse, onlardaki ilahî hikmetleri sezemez, kavrayamaz, anlayamaz. Allah’ın varlık ve birliğinden, büyüklük ve kuvvetinden gaflet eder. Kâinattaki varlık ve olayların gerçek sebeplerini niçin yaratıldıklarını keşfedemez.

14 Ahirete iman rüknünün, diğer iman rükünlerinden farkı nedir?

İslam’da Allah’a imandan sonra en büyük iman rüknü / şartı ahirete imandır. Çünkü; diğer bütün iman esasları bir açıdan ahirete bakar. Yani onlar, ahiret hayatına bakan cihetiyle önemlidir.

a. Mesela, Kur’an’a iman etmek, Allah’a imandan sonra insanların en çok muhtaç olduğu ahiret hayatını müjde verdiği için çok değerlidir. Ahiret müjdesini vermeyen bir kitabın, insanlar için ne kadar kıymeti olur?

b. Mesela, Meleklerin varlığı -insan için- ahirete yönelik amellerini yazdıklarından önemlidir. Kabre girerken o garip memlekette bize rehberlik edecekleri için önemlidir.

c. Mesela, peygamberlere imanın en önemli yanı, onların insanları ebedî idamdan kurtaran ebedî bir hayatı müjde vermeleridir.

d. İnsanlarda -yaratılıştan var olan- iki önemli ihtiyaç kaynakları vardır. Bunlardan birincisi, istinat noktasıdır: Aciz, fakir, muhtaç, güçsüz bir varlık olan insanın -bir mikrop, bir virüsten bir depreme kadar- kendisine hücum eden binlerce düşmana karşı tek dayanak noktası, her şeyi gören, her şeye gücü yeten Allah’a imandır. İkincisi ise, uğradığı haksızlığın giderileceği, yaptığı iyi işlerinin değerlendirileceği, aşık olduğu ebedî bir hayata mahzar olacağı, kaybettiği bütün akraba ve dostlarına kavuşacağı bir yer olan ahirete iman kadar insanın aklını, vicdanın kurcalayan başka bir mesele yoktur.

Daha geniş bilgi için tıklayınız:

ÂHİRETE İMAN. 

Ahirete imanın toplum ve fert açısından önemi ve faydaları. 

15 Allah'ın varlığıyla ilgili bir tereddüdüm var. Çok düşük de olsa her şeyin tesadüfen olma ihtimali var? Bu ihtimal var olduğu sürece kesin bir şey yoktur bence

1. Bir açıdan insanı insan yapan aklıdır. Akıl, gerçekleri kavrayabilen bir mekanizmadır. Bu sebepledir ki, bütün hakikatlerini akla kabul ettiren İslam dininin yegâne muhatapları akıllı insanlardır. Çocuklar ve deliler (zihinsel engelliler) bu yüzden sorumlu tutulmamıştır.

2. Din ise, bir imtihandır, aklını iyi kullanıp gerçekleri mantık penceresinden görüp hakka teslim olanlarla, aklından ziyade şeytanın vesveselerine kapılıp duygusal hareket edenleri birbirinden ayırmak ister. Kainatın adaletine şehadet ettiği Yüce Allah, imtihanda olanlara fırsat eşitliği vermek için, herkesin aklına kapı açar, fakat özgür iradesini elinden alacak şekilde çok açık bir referansla zorunlu istikamet göstermez. Çünkü bu takdirde -deyim yerindeyse- aklını kullanan çalışkan öğrencilerle iç dürtülerine yenilmiş, tembel öğrenciler arasında fark kalmaz. İman esasları açısından, bu ihtimallerin varlığı bundan kaynaklanıyor.

3. İhtimaller genel olarak iki kısımdır:

Birincisi: Aklî bir delile dayalı olarak ortaya çıkan ihtimaller. Bunlar, dayandıkları delillerin gücü nispetinde değer ifade ederler. Örneğin; bir arkadaşınızı iftara davet etmişsiniz, iftara yakın kapının zili çaldığında ilk aklınıza gelen bu arkadaşınızdır. Bu kuvvetli bir ihtimaldir. Ama eğer bu durumda, ayrıca aile fertlerinizden dışarıda olanlar da varsa, bu ihtimal ona göre küçülür. Her şeye rağmen bu aklî, bilimsel bir ihtimaldir.

İkincisi: Bir şeyin herhangi bir durumuyla ilgili aklî bir veriye dayanmayan, fakat yine de zihinde var olan ihtimallerdir. Bu gibi ihtimallerin hiçbir kıymet-i harbiyesi yoktur. Mantık ilminde belirlenmiş bir kural vardır: “Herhangi bir delile dayanmayan bir ihtimalin hiçbir değeri yoktur.”

Mesela; şu anda Marmara denizinin bir süt gölü haline dönüşmesi muhtemeldir. Ancak, bu ihtimal yalnız bir imkân-ı zihnidir. Yani insanın zihninde böyle bir ihtimal kendini gösterebilmektedir. Fakat, böyle bir ihtimalin gerçekleşme ihtimali, sıfırdır. Bu yüzdendir ki, hiç kimse bu tür ihtimalleri kale almıyor.

Daha da gerçekçi bir ihtimal tablosu, insanın ömrüdür, ecelidir. Her şeyi hikmetle yapan Allah, insanların ecelini gizli tutmuştur. Ta ki, her an hem ölüm, hem de yaşam ihtimali bulunsun. Bulunsun ki, insan yaşamak ümidiyle hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya,  her an ölecekmiş gibi de öbür dünyaya çalışsın.

4. Şeytanın işi, insanlarla uğraşmaktır. Her bir insanın zayıf bir damarını bulup onu oradan vurmaya çalışır. En müthiş tuzaklarından biri de, insanı bilmediği yöne sevk ederek yolunu şaşırtmak ve doğru yoldan saptırmaktır.

Mesela; İslam dininin temel esasları olan iman sarayına girmek için yüz açık veya rahatlıkla açılabilir kapısı vardır. Fakat o kapılardan yalnız birinin anahtarı sizde yoktur. İşte bu zaafınızı çok iyi bilen şeytan, büyük bir kurnazlıkla, o açık olan 99 kapıdan girmenize izin vermez, o taraflara yöneldikçe, o kafanızı karıştırmak için, iki de bir, “Eğer bu sarayda gerçekten hayat olsaydı, bu kapı açık olacaktı Madem açık değil, demek ki, içerisi boştur.”

Oysa, 99 kapısı açık olan bir saray hakkında: “İçine girilmez, orada hayat yoktur, orası bomboştur.” iddiasının matematik ihtimallere göre, beş para değeri yoktur. Çünkü, tam tersine, bir sarayın 99 kapısı kapalı olsa, bir tek kapısı açık olsa, yine de o saraya girmek mümkündür.

İşte şeytanın bu demagojik manevrası karşısında uyanık olmak, Allah’a yalvarmak, ona sığınmak, misal olarak şöyle bir fikir jimnastiğini yapmaktır:

“Her şey benim bilgime bağlı değil, söz gelimi ben kendi tırnağımın hangi maddelerden oluştuğunu bile bilmiyorum. Allah hakkında da bilmediğim şeyler olacaktır. Bir şeyi bilmemem, onun olmadığına delil olmaz. Demek ki, Kur’an’ın dediği şeytan gerçekmiş ki, beni yoldan saptırmaya çalışıyor. Öyleyse, bana düşen onun sesini, soluğunu kesecek imanla ilgili eserleri okuyup imanımı kuvvetlendirmektir”

İlave bilgi için tıklayınız:

Yaratılışta tesadüfün hissesi var mıdır?

16 Allah'ın varlığının kanıtlanması ilmi olarak mümkün müdür?

Allah’ın varlığının mantık ile anlaşılamayacağına dair yargıya katılamıyoruz. Bizim anladığımız kadarıyla, Kur’an’da akla hitap eden onlarca ifade vardır.

İslam’da bir insanın sorumlu olması ve iman etmekle mükellef olmasının ilk şartı akıllı olmasıdır. Deli ve çocukların sorumlu tutulmamalarının sebebi akıllarının olmamasıdır. 

- Şimdi aklı hitabının merkezine koyan bir dinin aklî ve mantıkî delillere itibar etmemesi mümkün müdür?

Eskiden beri İslam alimleri, özellikle kelamcılar iman esasları ile ilgili delilleri getirirken Kur’an’ın aklî ve mantıkî olan delillerini esas almışfunduszeue.info’an’da Allah’ın varlığı ve birliğini ispat sadedinde kullanılan akli deliller iki kısımdır.

Bir kısmı “ihtira delili”(yaratıcılık / ontolojik delili) olarak bilinir. Bu kısım delilerle Allah’ın yaratıcılığına dikkat çekilir. Kur’an’da sık sık göklerin ve yerküresinin yaratılmasına dikkat çekilmesi bu akli delile dikkat çekmek içindir.

Diğer bir kısmı ise, “gaye delili” (varlıklarda görülen hikmetli amaçların varlığı delili) olarak ifade edilen delillerdir. Bu akli delillerle de varlıkların takip ettiği gayeler, amaçlar, maslahatlar, faydalar gibi üstlendikleri harika görevlerine dikkat çekilir.  Örneğin; yağmurun oluşması ve gelmesi, bitkilerin yeşermesi, gıda ve meyvelerin ve meraların varlığına dikkat çeken bütün ayetlerde bu delilin dokuması söz konusudur.

“Ey insanlar! Hem sizi, hem de sizden önceki insanları yaratan Rabbinize ibadet ediniz. Böyle yapmakla her türlü zarardan korunmayı ümid edebilirsiniz. O Rabbinize ki yeryüzünü size bir döşek, göğü de bir kubbe yaptı. Gökten yağmur indirip, onunla size rızık olarak çeşitli mahsuller çıkardı. Öyleyse siz gerçeği bilip dururken sakın Rabbinize eş koşmayın.”(Bakara, 2/)

mealindeki ayette, hem “delilü’l-ihtira”, hem  “delilü’l-gaye” çerçevesinde, Allah’ın varlığını ve birliğini ispat sadedinde, konuyu idrak etmesi için, aklı teyakkuza getiren ifadelere yer verilmiştir.

Ayrıca “delilü’t-temanu” denilen ve “iki ilahın olması durumunda yer ile göklerin bozguna uğrayacağını” vurgulayan ayet ve benzerlerinde bu delile işaret edilmiştir.

Görüldüğü üzere, Kur’an’da iman esaslarının ispatı belli akli delillere dayandırılmaktadır. İslam alimleri, özellikle kelamcılar, “Kur’an ve sünnetin -bir argüman olarak- kullanılması, sadece onlara iman eden müminler için geçerli olduğunu” düşünmüşler ve bu sebeple de Kur’an’dan istifade ederek değişik akli delilleri bulmaya çalışmışlardır.

Bu asırda ise, eski asırlardan çok farklı olarak insanların çoğu imandan uzaklaşmış, hatta müminlerde de ciddi şüphe ve tereddütler oluşmuştur. Bu şüphelerin özellikle fen ve felsefeden geldiğini gören Bediüzzaman hazretleri, Kur’an’ın bu akli delillerine çok daha sıkı sarılmıştır. Nitekim kendisine göre, Allah’ın varlığı ve birliğini anlamak ve marifetin zirvesine çıkmak için eskiden beri kullanılan delillerin dört kaynağı vardır;

a. Felsefecilerin kullandıkları deliller.
b. Tesavvuf ehlinin kullandığı deliller.
c. Kelamcıların kullandığı deliller.
d. Kur’an’ın kullandığı deliller.

Ona göre; Felsefecilerin metodu, tereddüt ve şüphelerle lekelenmiştir. Tasavvuf  alimleri ve kelamcıların metotları ise, her ne kadar başlangıçta Kur’an’dan istifade edilerek ortaya konulmuş ise  de, zamanla beşeri tarafı daha fazla olmuş ve Kur’an’la olan irtibatları zayıflamıştır. Bu sebeple, en kuvvetli,  en saf, en kısa ve en sağlam metot Risale-i Nur’da kullanılan Kur’an metodudur. (bk. Mesnevi-i Nuriye, s. )

Şunu da unutmayalım ki, Kur’an’da her şey özet halde bulunur. İslam alimleri bu özet bilgilerden istifade ederek milyonlarca eser yazmışlardır. Bu sebeple detaylı olarak ortaya konan değişik akli delillerin Kur’an’la ayrılığı-gayrılığı söz konusu değildir.

Sorudaki sezgi konusu elbet önemlidir. Ancak sezgisel idrak genellikle sadece kendi sahibini bağlar. Çünkü herkesin sezgisi farklı örtülere bürünerek gelir. Fakat akli deliller evrensel bulgulardır. Bununla beraber yine de şunu belirtelim ki, sezgi yolunu açık tutacak olan ihlas, samimiyet, Allah korkusu, salih amel gibi unsurlara sahip olmak bu asırda oldukça zordur.

Bediüzzaman Hazretlerinin tecrübesine, ilmine, sezgisine, akıl ve mantığına güvenmekte büyük faydalar olduğunu düşünüyoruz. O ise, bu konuda şöyle düşünüyor:

“Ben tahmin ediyorum ki: Eğer Şeyh Abdülkadir-i Geylanî (ra) ve Şah-ı Nakşibend (ra) ve İmam-ı Rabbanî (ra) gibi zâtlar bu zamanda olsaydılar, bütün himmetlerini, hakaik-i imaniyenin ve akaid-i İslâmiyenin takviyesine sarfedeceklerdi."

"Çünkü saadet-i ebediyenin medarı onlardır. Onlarda kusur edilse, şekavet-i ebediyeye sebebiyet verir. İmansız Cennet'e gidemez, fakat tasavvufsuz Cennet'e giden pek çoktur. Ekmeksiz insan yaşayamaz, fakat meyvesiz yaşayabilir. Tasavvuf meyvedir, hakaik-i İslâmiye gıdadır."

"Eskiden kırk günden tut, tâ kırk seneye kadar bir seyr ü sülûk ile bazı hakaik-i imaniyeye ancak çıkılabilirdi. Şimdi ise Cenab-ı Hakk'ın rahmetiyle, kırk dakikada o hakaika çıkılacak bir yol bulunsa; o yola karşı lâkayd kalmak, elbette kâr-ı akıl değil."

"İşte otuzüç aded Sözler, böyle Kur'anî bir yolu açtığını, dikkatle okuyanlar hükmediyorlar."

"Madem hakikat budur; esrar-ı Kur'aniyeye ait yazılan Sözler, şu zamanın yaralarına en münasib bir ilâç, bir merhem ve zulümatın tehacümatına maruz heyet-i İslâmiyeye en nâfi' bir nur ve dalalet vâdilerinde hayrete düşenler için en doğru bir rehber olduğu itikadındayım.” (Mektubat, Beşinci Mektup)

İlave bilgiler için tıklayınız:

 - İnanmayanlara Allah'ın varlığını nasıl anlatabiliriz?

- Allah'ın birliğinin Kur`an'da geçen delilleri

- ALLAH`IN VARLIĞINA AKLİ DELİLLER. 

17 Kur’an’ın dört ana konusunun tevhid, nübüvvet, haşir ve adalet-ibadet arasındaki ilişki nedir?

1)Kur’an’ın birinci maksadı, Allah’ın varlığını ve birliğini tanıtmaktır.

İnsanın fıtratında var olan inanma ihtiyacı, Allah’ın zatında ve sıfatlarında hiçbir ortağı olmadığına, tek olduğuna inanmakla tatmin olur. Bunun için Kur’ân insanı tevhid inancına çağır.

“Ben cinleri ve insanları sırf beni tanıyıp yalnız bana ibadet etsinler diye yarattım.”(Zariyat, 51/56)

mealindeki ayette, Allah’a iman ve ona ibadet etmeyi ders vermektedir.

2)Kur’an’ın ikinci maksadı, nübüvvet ve özellikle Hz. Muhammed (asm)’in nübüvvetidir. Çünkü, Allah’ı bize tanıtan en büyük muarrif ve ona nasıl kulluk yapılacağını ders veren en büyük muallim Hz. Peygamber (asm)'dir ve peygamberlerdir.

“Bütün insanlar bir tek ümmet teşkil ediyorlardı. Aralarında ihtilâflar başlayınca, Allah onlara içlerinden müjdeleyici ve uyarıcı olarak peygamberler gönderdi. Onların beraberinde, insanlar arasında hükmetmek için, kitap ve hikmeti gönderdi ki, ihtilâf ettikleri konularda aralarında hükmetsin.”(Bakara, 2/)

mealindeki ayette ifade edildiği üzere, insanlar, ilk insan Âdem peygamberin rehberliğinde Allah’ın vahdaniyeti başta olmak üzere hak dinin hakiketlerinde birleşmişlerdi. Ancak zamanla, farklı yollara sapmış, bir kısmı tevhid inancından ayrılmış olduğundan aralarında ihtilaflar çıkmıştı.

İşte bütün peygamberler başta tevhid ve haşir inancı olmak üzere, imanın temel esaslarını ders vermek üzere uyarıcı ve müjdeleyici olarak gönderildiler.

“Senden önce de, gönderdiğimiz elçiler, kendilerine vahyettiğimiz bir kısım adamlardan başka bir varlık değildiler. Eğer bu konuları bilmiyorsanız, ilim adamlarına sorunuz.  Evet, belgeler, mûcizeler ve kitaplarla gönderdik onları. Sana da ey Resulüm bu zikri indirdik ki kendilerine indirileni insanlara açıklayasın. Umulur ki düşünüp anlarlar.”(Nahl, 16/)

mealindeki ayetlerde peygamberler ve özellikle Hz. Muhammed (asm)’in peygamberliğine ve Allah’ın vahyini insanlara anlatmak üzere gönderildiğine dikkat çekilmiştir.

Kur’ân peygamberleri ve en son da Hz. Muhammed (asm)'in, "üsve-i hasene" olarak gönderildiğini beyan etmektedir. (bk. Ahzab, 33/21) Bu güzel örneklik, peygamberlerin ve en son Hz. Muhammed (asm)’in iman, ibadet ve ahlâklarında gözükür. Bu yüzden Peygamberimiz'in ahlâkı Kur’ân’da “yüce ahlâk” olarak övülmüştür. (Kalem, 68/4)

Bu yüzden biz insanların en çok muhtaç olduğumuz şey, başta Hz. Muhammed (asm) olmak üzere bütün peygamberlerin hayatları boyunca sergiledikleri güzel ahlâktır. Sabırlı olmayı, sevgi ve şefkatle dolu olmayı ve insanların imanlarını kurtarmaya hizmet etmeyi ve bunun karşılığında hiçbir ücret almamayı, sebat etmeyi hep peygamberlerden öğreniriz. Bunun için Kur’ân peygamber kıssalarını bize anlatır; anlatmakla kalmaz bir de bir çok sûrede tekrar eder. Çünkü bizim onların güzel örnekliklerine her zaman ihtiyacımız vardır.

3)Kur’an’ın ikinci maksadı haşir akidesi ancak peygamberler vasıtasıyla tam anlaşılabilen bir hakikattir. Allah’a ve peygambere iman etmeyen bir kimsenin yeniden dirilişe iman etmesi düşünülemez.

“Biz o elçileri rahmetimizin (cennetin) müjdecileri, cezamızın (cehennemin) habercileri olarak gönderdik. Ta ki resullerden sonra, artık insanların Allah’a karşı ileri sürebilecekleri bir bahaneleri kalmasın. Allah aziz ve hakîmdir / mutlak galiptir, tam hüküm ve hikmet sahibidir.”(Nisa, 4/)

mealindeki ayette, hem Allah’a, hem peygambere hem de ahiret alemine işaret edilmiştir. Çünkü, cennet ve cehennem Allah’ın varlığını gerektirir. İnsanları bu konuda uyaran ve müjdeleyenler de ancak peygamberlerdir.

İnsanın güzel ahlâklı olması için iman ve peygamberleri örnek alması yetmez. Eğer yapılacak kötülüklere karşılık ceza, iyiliklere karşılık da mükâfat alma inancı olmazsa, insanın toplum halinde huzurlu ve mutlu bir hayat geçirmesi imkânsızdır. Bu yüzden ahiret inancı, iyilikleri yapmaya, kötülüklerden uzaklaştırmaya sevk eder. İyi insanlar hesaplarını kolayca verip cennete gidecekleri ve orada sayısız nimetlere kavuşacaklarıyla ilgili âyetler, insanları o ebedî mutluluk diyarına gitmek için dikkatli olmaya sevk eder.

Bunun yolu Allah’ı razı etmekten geçer. Bu da imandan sonra yapılacak amelleri ihlâslı bir şekilde yapmayı gerektirir. Aynı zamanda inançsız, münafık ve müşrik insanların, bir de günahları sevaplarından çok olanların cehenneme gideceğinin anlatılması, onların orada çekecekleri elemlerin etkili bir şekilde tasvir edilmesi, insanın yapmayı düşündüğü kötülüklerden uzaklaştırır. Eğer bu inanç olmasa, insanlar bencil, zalim, ahlâksız, mütecaviz, kibirli, gururlu hasılı kötü ahlâkta sınır tanımaz olur çıkarlar.

4. a) İbadetin olması her şeyden önce bir tek Allah’a imanla mümkündür. Çünkü hakiki mabud olmadan ibadet olamaz. Peygamber olmadan ibadetin nasıl yapılacağını bilmemiz mümkün değildir. İbadetin bir katma değer ifade etmesi için, bir karşılığının olması gerekir. İtaat edenlere mükâfat, isyan edenlere cezanın olmadığı bir yerde ibadetin bir özgül ağırlığından söz edilemez.

“Celalim hakkı için, biz Nûh’u resul olarak halkına gönderdik. 'Ey halkım!' dedi, 'Yalnız Allah’a ibadet edin. Ondan başka tanrınız yoktur. Bunu yapmazsanız, korkarım ki müthiş bir günün azabı tepenize inecektir.” (A'raf, 7/59)

mealindeki ayette ve A'raf suresinde daha bir çok ayette her peygamberin kavmine çağrıda bulunduğu ilk iş, Allah’a iman ve ona kulluk edip ibadet etmeleridir.

4. b)Adalet kavramı da dinlerin en büyük gayelerinden biridir. İnsanların gerçek anlamda birbirlerinin hak ve hukukuna riayet etmelerini sağlama işi, insanların vicdanlarına havale edilemeyecek kadar önemlidir.

Bu sebepledir ki, Allah bir yandan peygamberlerini göndererek, bir yandan da zalimler için büyük bir cezanın olduğu ilan ederek adalet işini dinin temel esaslarından biri yapmıştır.

“Ey iman edenler! Haktan yana olup var gücünüzle ve bütün işlerinizde adaleti gerçekleştirin ve adalet numunesi şahitler olun. Bir topluluğa karşı, içinizde beslediğiniz kin ve öfke, sizi adaletsizliğe sürüklemesin. Âdil davranın, takvâya en uygun hareket budur. Allah’a karşı gelmekten sakının. Çünkü Allah yaptığınız her şeyden haberdardır.”(Maide, 5 /8)

mealindeki ayet ve benzerlerinde müminlerin hatta düşmanlarına karşı bile adaletli olmaları tavsiye edilmektedir.

Zira Allah’ın bir ism-i celili ADL’dir. Bu simin kulları üzerinde de tecelli etmesini dileyen rabbimiz Kur’an’da defalarca adaleti emrettiği gibi, adaletten ayrılan zalimleri de sevmediğini ilan etmiştir.

İnsan kâinatın küçük bir misali olduğu gibi, Fatiha suresi de Kur’an'ın nurlu bir timsalidir.

Bu nedenle, bu dört maksat Fatiha suresinde de mevcuttur.

Bu sure, bütün hamdin Allah’a has olduğunu beyan ile başlar. Bu ise tevhidi ifade eder.

Daha sonra, Allah’ın bütün âlemlerin yegane Rabbi olduğuna, “Rabbül âlemin” ismiyle vurgu yapılır. Bu da yine tevhidin, tevhid-i rububiyetin ilanıdır.

"Maliki yevmiddin", haşir ayetlerinin; "iyya ke na’büdü" ise ibadet ayetlerinin birer temsilcisi gibidirler.

Sırat-ı müstakim üzere bulunan ve kendisine İlâhî in’amların, ihsanların edildiği (enamte aleyhim) zümre ise, başta peygamberler olmak üzere “sıdıklar, şehitler ve salihler"dir.

Öte yandan, Kur’an-ı Kerim'de ne kadar İlahi isim geçmişse bunları temsil etmek üzere Allah, Rahmân ve Rahîm isimleri zikredilmiştir. Maliki yevmiddin de bir İlahi isim olmakla birlikte, yukarıda geçtiği üzere bu isim haşir ayetlerinin tümünü temsil eder.

Bütün dua ayetleri “iyya ke nestein”de özetlenmiştir.

Allah’ın gazabına uğramış ve O’nun nurlu yolundan sapmış bulunun bütün insanlar ise “mağdup” ve"dâllîn” kelimelerinde özet olarak mevcutturlar.

Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz:

Kur’ân;tevhid, nübüvvet, haşir, adalet ve ibadetten oluşan dört ana unsuru, insanı gerçek bir insan haline getirmek için çok önemli bir rol oynamaktadır.

Bu yüzden, bu dört unsurun öncelikli kendimizde, sonra çocuklarımızda, sonra diğer insanlarda yerleşmesi için özel bir çaba göstermek gerekir.

Bunu yapmakla bir taraftan kendimizin ve başkalarının ahiretlerini kurtarırken, diğer taraftan dünyada da mutlu ve umutlu insanların yetişmesine katkı sağlamış oluruz.

İlave bilgi için tıklayınız:

- Kur'an-ı Kerim'in dört temel esasları nelerdir?

- Kur'ân nelerden bahsediyor, hangi konuları ele alıyor?

18 Allah'a iman ile puta iman arasındaki fark nedir?

- İman, inanmaktır. Kim neye inanırsa, ona iman etmiş olur. Putçular / müşrikler Allah’ın varlığına inanmakla beraber, putlarının da Allah katında kendilerine şefaatçi olacağını düşünüyorlardı. Onların bu inançları, putların ilahlığına bir nevi imandır.

- İman, kalbe ait bir husustur. Bu sebepledir ki, İslam’da

“Dinde zorluma yoktur.” (Bakara, 2/)

prensibi çok önemli bir kuraldır. Buna göre, bir putu kırmakla imanı elde edemezsiniz. Önemli olan putçuluk düşüncesini zihinlerden silip atmaktır.

- Bununla beraber, insanlar genellikle aklî muhakemelerini kullanarak karar veremiyorlar. Daha çok bir gelenek halinde cereyan eden hususlara bakarak karar verirler. Heykellerin varlığı bu açıdan olumsuz bir semboldür. Halkın büyük kısmı -o güne kadar babalarından, atalarından bir ilah olarak taptıkları, gördükleri- putların bu sembollerini gördükçe eski inançlarını kuvvetlendiriyorlar. Onları gördükleri anda eskiden beri onlara yapılan ibadeti hatırlarlar. Bu ise tevhit inancının topluma yerleşmesine engel teşkil eden bir unsurdur. 

İşte bu olumsuz tabloyu zihinlerden silmek için; yani, putçuluk fikrini zihinlerden silip atmak için göz önündeki heykelleri de ortadan kaldırmak gerekiyordu. Putların kırılmasının hikmeti budur.

“Ya; insanı, put'un karşısında 'el-pençe divan' durduran sebep ile Tanrı karşısında kıyam ettiren sebep aynı ise? Misâl; Tanrı, yarattığı insanın beklenti, zaaf ve korkularını kullanarak, kendisi için "iman" devşirmeye tenezzül eder mi ?” şeklindeki soruya gelince;

Buradaki asıl mesele, folklor oynamak değil, vakit geçirmek için eğlencelerden birini tercih etme meselesi değil, ölümden sonraki hayatta ölüm-kalım meselesidir. 

Bir an için -farzımuhal- diyelim ki, Allah’a karşı el pençe durmakla, bir putun karşısında el pençe durmak aynı korku ve ümitler sebebiyledir. Peki, bu iki korku ile iki ümit arasındaki farkı nasıl görmezlikten gelebiliriz?.. Her şeyin dizgini elinde, her şeyin anahtarı yanında, bütün kâinatın tek yaratıcısı olan, bütün yarar ve zararları kendi elinde tutan ve varlıkta yegâne hükümran olan Allah’a karşı duyulan korku ve ümit ile elinden hiçbir şey gelmeyen, kendi varlığından bile haberi olmayan, bize asla ne zararı ne de yararı dokunmayan cansız putlar ve heykeller karşısında duyulan korku ve ümit aynı olabilir mi?  

Hakikat ile hayal, akıl ile hezeyan, gerçek ile kuruntu, doğu ile batı, yer ile gök, cennet ile cehennem ne kadar birbirinden uzaksa, bu iki duruş da o kadar birbirinden uzaktır.

- Allah’ın kimseden bir beklentisi yoktur. Bir padişahın halkına verdiği hediyelerini bir rüşvet olarak telakki etmek, bir doktorun hastasına verdiği ilaçları bir beklenti aracı olarak düşünmek, bir anne-babanın evlatlarına gösterdikleri ilgiyi bir menfaat devşirmek olarak algılamak ne kadar çirkin bir saplantı ise, hiçbir şeye muhtaç olmayan Allah’ın dünyada verdiği nimetlerine teşekkür edip edepli olduğunu gösteren kulları ile edepsizlik eden şımarık kullarını ayırt etmek ve ahiretteki karşılığı ona göre tevzi etmek için yaptığı iman davetini, bir nevi menfaati devşirme olarak tasavvur etmek, hezeyanların en antika çukurlarında bocalamak anlamına gelir.

Şu mealdeki ayet-i kerime bu hastalığı tedavi edecek güçtedir:

“Ey insanlar! Siz hepiniz Allah’a muhtaçsınız. Hiçbir şeye ihtiyacı olmayan, her türlü övgülere ve hamdlere lâyık olan ise ancak Allah’tır. O dilerse sizi ortadan kaldırır ve yerinize başka mahlûklar yaratır. Bunu yapmak Allah’a zor değildir.” (Fatır, 35/)

- Allah ile putlara karşı duruşun mahiyetini fark etmek için, Kur’an’ın Allah’ın sözü olduğunu kavramaya çalışmak ve samimi iman etmek gerekir. Zira ilim olmadan cehaletten kurtulmak imkânsızdır.

19 Allah'a imanda neden akli delil aranıyor?

Bediüzzaman Hazretlerinin getirdiği delillerin önemli bir kısmı ya açıktan ya da remiz ve işaret yoluyla Kur’an’da yer almaktadır. Ona göre, Kur’an’da Allah’ın varlığı ve birliğini ispat sadedinde kullanılan akli deliller iki kısımdır:

Bir kısmı“delilü’l-ihtira” olarak bilinir. Bu kısım delillerle Allah’ın yaratmasına dikkat çekilir. Kur’an’da sık sık göklerin ve yerküresinin yaratılmasına dikkat çekilmesi bu akli delile dikkat çekmek içindir.

Diğer bir kısmı ise,“delilü’l-gaye” olarak ifade edilen delillerdir. Bu akli delillerle de varlıkların takip ettiği gayeler, amaçlar, üstlendikleri harika görevlerine dikkat çekilir. Yağmurun oluşması ve gelmesi, bitkilerin yeşermesi, gıda ve meyvelerin ve meraların varlığına dikkat çeken bütün ayetlerde bu delilin dokuması söz konusudur.

Ayrıca “delilü’t-temanu” denilen ve “iki ilahın olması durumunda yer ile göklerin bozguna uğrayacağını” vurgulayan ayet ve benzerlerinde bu delile işaret edilmiştir.

Görüldüğü üzere, Kur’an’da iman esaslarının ispatı akli delillere dayandırılmaktadır. Bütün İslam alimleri, özellikle kelamcılar, “Kur’an ve sünnetin bir argüman olarak kullanılması, sadece onlara iman eden müminler için geçerli olduğunu” düşünmüşler ve bu sebeple de Kur’an’dan istifade ederek değişik akli delilleri bulmaya çalışmışlardır.

Bu asırda ise, eski asırlardan çok farklı olarak insanların çoğu imandan uzaklaşmış, hatta müminlerde de ciddi şüphe ve tereddütler oluşmuştur. Bu şüphelerin özellikle fen ve felsefeden geldiğini gören Bediüzzaman Hazretleri, Kur’an’ın bu akli delillerine çok daha sıkı sarılmıştır. Nitekim kendisine göre, Allah’ın varlığı ve birliğini anlamak ve marifetin zirvesine çıkmak için eskiden beri kullanılan delillerin dört kaynağı vardır:

a. Felsefecilerin kullandıkları deliller.
b. Tesavvuf ehlinin kullandığı deliller.
c. Kelamcıların kullandığı deliller.
d. Kur’an’ın kullandığı deliller.

Ona göre; felsefecilerin metudu, tereddüt ve şüphelerle lekelenmiştir. Tasavvuf  alimleri ve kelamcıların metotları ise, her ne kadar başlangıçta Kur’an’dan istifade edilerek ortaya konulmuş ise  de zamanla beşeri tarafı daha fazla olmuş ve Kur’an’la olan irtibatları zayıflamıştır. Bu sebeple, en kuvvetli, en saf, en kısa ve en sağlam metot Risale-i Nur’da kullanılan Kur’an metodudur. (bk. Mesnevi-i Nuriye, s. )

Şunu da unutmayalım ki, Kur’an’da her şey özet halde bulunur. İslam alimleri bu özet bilgilerden istifade ederek milyonlarca eser yazmışlardır. Bu sebeple detaylı olarak ortaya konan değişik akli delillerin Kur’an’la ayrılığı-gayrılığı söz konusu değildir.

İlave bilgiler için tıklayınız:

- Allah'ın varlığının delili için söylenen ihtira ve hudus delili..

- İnanmayanlara Allah'ın varlığını nasıl anlatabiliriz?

- Allah'ın birliğinin Kur`an'da geçen delilleri

20 Dini aklıyla ölçen kadar zararlı kimse yoktur. Ahir zamanda kocakarı gibi inanın, hadisleri sahih midir?

İslam dini, aklı olmayanı sorumlu tutmaz. Ehl-i sünnet alimlerinin ittifakıyla, iman kesin bir bilgiye dayanmak zorundadır. Kesin bilginin olması için aklın devreye girmesi gerekir.

Tebarani’deki hadisin tashihine rastlayamadık. Şayet sahih ise, manası şöyledir:  

Kişi, her konuda aklını tatmin etmediği sürece, İslam’ın hükümlerine boyun eğmezse bu kişi çok zarar eder. Çünkü, iman emniyeti, aklın kabul ettiği deliller doğrultusunda kesin bilgiyi istediği gibi, İslamiyet teslimiyeti, aklının almadığı hükümler konusunda tereddüt etmeden boyun eğmesini gerektirir.

İman esaslarının hepsi, kesin bilgiyle ancak tahakkuk eder. Kesin bilgi ise ancak akılla bilinebilir. Ancak, temel referans olacak kaynağı akılla kabul ettikten sonra, detayların hepsinde aklı kullanmak her zaman isabetli olmayabilir. Mesela. Hz. Peygamber (asm)'in peygamberliğini veya Kur’an’ın Allah’ın sözü olduğunu aklıyla kesin olarak kabul ettikten sonra, artık Kur’an’ın her meselesini, Hz. Peygamber'in her sözünü kendi aklının ölçülerine göre yorumlarsa, kabul veya reddederse, buradan kişi çok zararlı çıkar. 

“Kişiyi ayakta durduran aklıdır. Aklı olmayanın dini de yoktur.”(Deylemi, 3/; no)

hadisinde de bu gerçeği görmek mümkündür.

Ebu Said el-Hudri’nin rivayetine göre, Peygamberimiz şöyle buyurdu:

"Her şeyin bir temel esası / bir dayanağı vardır; müminin dayanağı ise aklıdır. Kişi ibadetiyle değil, aklı ile değerlendirilir. (Ayette ifade ediliği üzere; “Sizi uyaran bir peygamber daveti size ulaşmadı mı?” şeklindeki soruya muhatap olunca) kâfir olan kimsenin -meal olarak- “Şayet biz gerçeği işiten ve aklını çalıştıran kimseler olsaydık, elbette bu alevli ateşe girenlerden olmazdık!”(Mülk, 68/10) demesi, aklın dindeki önemini göstermektedir(Deylemi, 3//no).

Şunu belirtelim ki, bu hadisler sened bakımından şayet zayıf dahi olsalar, manalarının sahih olduğunda şüphe yoktur. 

Deylemi’deki hadisin manası şöyledir:

“Ahir zamanda değişik heva ve hevesler / düşünceler-inançlar ortaya çıktığında çölde yaşayanların (bedevilerin / kırsal kesimdekilerin) dinlerine uyun.”(Deylemi, 1/; no)

Bu hadisin zayıf olduğu bildirilmiştir(bk. Kenzu’l-Ummal, 1/, no: ).

Diğer bir rivayette:  meal olarak “Ahir zamanda değişik düşünceler / inançlar ortaya çıkınca, kocakarıların dinine uyun.” ifadesine yer verilmiştir. Bu rivayetin de sened bakımından sahih bir kaynağı bulunamamıştır(bk. Aclunî,  2/83).

Ancak ahir zamanda dindar köylü kadınların, özellikle yaşlı olanlarının sağlam inançlarına dikkat çekilmesi, anlam bakımından doğruluğunu gösteren pek çok misaller vardır. 

Akıl meselesine bir daha bakalım:

İslam alimleri tarafından kabul edilen kurala göre, bir bilginin doğruluğunu kesin olarak belirleyen üç yol vardır. 

1) Akıl.
2) Havass-ı selime / sağlam duyu organları.
3) Doğru haber.

Lafı fazla uzatmamak için detaylara girmeden şunu söylemeliyiz ki akıl, bu üç yolun en kuvvetli olanıdır. Çünkü, aklı olmadan doğru haberin doğru kaynağını bulamayız. Mesela, doğru haberlerin başında gelen vahyin geçekten vahiy olup olmadığını bilmek için yine akla ihtiyaç vardır. Keza, göz, kulak ve diğer duyu organlarımızın algıladıkları şeylerin doğru olup olmadıklarını da ancak akıl ile idrak edebiliriz. Nitekim, bu duyu organlarımızın bazen yanıldıkları da yine aklımızla bilebiliyoruz.

Açık misaller gerekirse, gözümüzle güneşin hacminin bir avuç kadar olduğunu algılıyoruz. Ancak aklımızla öğrendiğimiz bilgilerimiz bunun doğru olmadığı bize söylüyor. Keza, tevatür yoluyla gelen doğru haberin “tevatür” kriterini tespit emek yine aklın işidir. Yani -doğruluğunun kanıtı olarak ortaya konulan “TEVATÜR” yoluyla gelen kimselerin, yalan üzere birleşmelerinin mümkün olmadığı hükmü de ancak akıl ile anlaşılır. 

Dünyada herhangi bir delinin çok harika işler başardığı elbette görülmemiştir. Bu da aklın önemini göstermektedir.

Kur’an’da, hakikatlerinin anlaşılması için, insanın aklını kullanarak, tefekkür ederek bir yargıya varması istenmektedir. Bu da iman ile akıl arasındaki ilişkinin boyutunu göstermektedir. 

Akıl olmadan ilim olmaz, ilim olmadan kesin bilgi olmaz, kesin bilgi olmadan iman olmaz. Aşağıdaki ayetlerden akıl ile iman ilişkisini çok açık bir şekilde görebiliyoruz:

“Ey insanlar! Hem sizi, hem de sizden önceki insanları yaratan Rabbinize ibadet ediniz. Böyle yapmakla her türlü zarardan korunmayı ümid edebilirsiniz. O Rabbinize ki yeryüzünü size bir döşek, göğü de bir kubbe yaptı. Gökten yağmur indirip, onunla size rızık olarak çeşitli mahsuller çıkardı. Öyleyse siz gerçeği bilip dururken sakın Rabbinize eş koşmayın.”(Bakara, 2/).

“Bunun üzerine dedik ki: «Kestiğiniz sığırın bir parçasıyla o maktûlün cesedine vurun.» (Vurulunca da o diriliverdi.) İşte Allah bunu nasıl dirilttiyse ölüleri de öyle diriltir. Aklınızı iyice kullanasınız diye ayetlerini size gösterir.”(Bakara, 2/73)

“Kur’ân’ı gereği gibi düşünmeyecekler mi? Eğer Kur’ân Allah’tan başkasına ait olsaydı, elbette içinde birçok tutarsızlıklar bulurlardı.”(Nisa, 4/82)

“Biz cehennem için cinlerden ve insanlardan öyle kimseler yarattık ki, onların kalpleri vardır, ama bu kalplerle idrak etmezler, gözleri vardır onlarla görmezler, kulakları vardır onlarla işitmezler. Hasılı onlar hayvanlar gibi, hatta onlardan da şaşkındırlar. İşte asıl gafil olanlar onlardır.”(A'raf, 7/)

“Bunlar Kur’ân’ı düşünmüyorlar mı? Yoksa kalplerinin (akıllarının) üzerinde üst üste kilitler mi var?”(Muhammed, 47/24).

“De ki: Eğer Allah dileseydi ben Kur’ân’ı size okuyamazdım, hiçbir suretle de size onu bildirmezdi. Bilirsiniz ki, daha önce, bir ömür boyu aranızda yaşadım, böylesi bir iddiada bulunmadım. Aklınızı kullanıp bunu anlamaz mısınız?”(Yunus, 10/16)

“Öyleyse insan neden yaratıldığına bir baksın. Atılan bir sudan yaratıldı. O su, erkeğin sulbü ile kadının göğüs kemikleri arasından çıkar. Onu ilkin yaratan Allah, elbette onu diriltmeye kadirdir.”(Tarık, 86/)

Hülasa:

“İman, yalnız icmalî bir tasdikten ibaret değildir. İmanın çok mertebeleri vardır(hadiste iman yetmiş küsur şübeden meydana geldiği bildirilmiştir. (bk. Mecmau’z-Zevaid, h. no: ).Taklidî bir iman, hususan bu zamandaki dalalet, sapkınlık fırtınaları karşısında çabuk söner. Tahkikî iman ise sarsılmaz, sönmez bir kuvvettir. Tahkikî imanı elde eden bir kimsenin, iman ve İslâmiyeti dehşetli dinsizlik kasırgalarına da maruz kalsa, o kasırgalar bu iman kuvveti karşısında tesirsiz kalmaya mahkûmdur. Tahkikî imanı kazanan bir kimseyi, en dinsiz feylesoflar dahi, bir vesvese veya şübheye düşürtemez." (Sözler, s. )

Şu ifadeleri de tekrarla okumalıyız:

“Haşre akıl ile gidilmemesinin bir sırrı şudur ki: Haşr-i A'zam, İsm-i A'zamın tecellisiyle olduğundan, Cenab-ı Hakk'ın İsm-i A'zamının ve her ismin a'zamî mertebesindeki tecellisiyle zahir olan ef'al-i azîmeyi görmek ve göstermekle, haşr-i a'zam bahar gibi kolay isbat ve kat'î iz'an ve tahkikî iman edilir. Şu Onuncu Söz'de feyz-i Kur'an ile öyle görülüyor ve gösteriliyor. Yoksa akıl, dar ve küçük düsturlarıyla kendi başına kalsa âciz kalır, taklide mecbur olur.” (Sözler, s. 93)

21 Zeki insanların ateist olma olasılığı daha fazlaymış, bunun nedeni nedir?

- Bu iddiayı -İslamiyetle alakalı yönüyle- doğru bulmuyoruz. Çünkü İslam alimleri içerisinde öyle dahiler vardır ki, günümüzde onların ilmi seviyesine ulaşan insanlar yoktur. Bu insanların varlığı bile İslam adına bu iddiayı çürütmektedir.

- Zeki insanların ateist olma olasılığının fazla olması, diğer dinler için geçerli olabilir. Çünkü içlerinde barındırdığı çelişkiler bu sonucu doğurmaktadır. Nitekim dinden dönme oranlarına bakıldığında, diğer dinlerde çok fazla iken İslam dininde çok az olması bu gerçeği gösteren diğer bir husustur.

- Günümüzde bu ateistlerin bir kısmının İslama girmesi de akılla İslam'ın örtüştüğüne delildir. Amerika'da her yıl bir milyona yakın insan Müslüman olmaktadır. Bu rakam Avrupa ve Rusya gibi ülkelerde daha fazladır. Uzak Doğu ülkelerinde de İslamlaşma hızlanmıştır. Demek ki zeki insanlar İslam ile tanışınca kendilerini ondan alamamaktadır.

22 İman hakikatlerinin delillerini bilmek vaciptir, terk etmek haramdır, sözü hadis midir?

- Bu anlama gelecek bir hadis rivayetine rastlayamadık.

- İmam-ı Azam, İmam-ı Malik, İmam-ı Şafiî, İmam Ahmed b. Hanbel, İmam Süfyan-ı Sevri, İmam Evzaî  ve diğer bütün fıkıh ve hadis âlimlerine göre: Delil aramadan sadece başkasını taklit ederek iman eden kişinin imanı sahihtir. Ancak delil aramayı terk ettiği için günahkârdır. Bazı âlimlere göre, bu husus ümmetin üzerinde icma ettiği bir konudur.  

Yalnız İmam Eşari’ye göre, iman hakikatlerinin delillerini bilmek vaciptir. Fakat bu delilleri bir şekilde kalbiyle bilmesi yeterlidir. Bununla beraber bu kişi delil aramadığı için günahkâr olur fakat kafir olmaz. Ayrıca bu delilleri dille seslendirmesi de şart değildir. (Aliyyu’l-kari, Şerhu Kitabi’l-Fıkhi’l-Ekber, Beyrut, /, s. )

Mesela, insan bazen bir şeyi kavrayabildiği halde onu ifade etmekten aciz kalabilir. Bunun gibi bir kimse iman ettiği konuyu az da olsa bir delilini kalbinde hissettiği halde onu ifade etmekten aciz kalmışsa, bu onun imanına zarar vermez.

- Aliyyu’l-Kari’ye göre, İmam Eş’ari’nin bundan maksadı, “Kişi delilsiz kamil imana sahip olmaz.” ise, bu görüşü alimlerin cumhuruna uygundur. (Şerhu Kitabi’l-Fıkhi’l-Ekber, s. )

- Şafii alimlerinden Amidi bu konuda şunları belirtmiştir:

“Mutezile imamlarına göre, akli delil olmadan Allah’a iman etmek kişiyi küfürden kurtarmaz.” demişler. Bizim arkadaşlarımız (Şafii / Eşari kelamcıları) bu görüşün yanlış olduğunu belirtmişlerdir. Bizim arkadaşlarımızın görüş farklılığı şu noktadan kaynaklanır:

Bazılarına göre, bir insan delilsiz de olsa sağlam akideye uygun bir imana sahip olursa, bu kişinin imanı sahihtir, ancak delil aramadığı için günahkârdır. Diğer bir kısmına göre ise, delilsiz de olsa sağlam bir iman sahih olduğu gibi, sahibi ayrıca delil aramadığından ötürü günahkâr da olmaz.(bk. İbn Hacer,Fethu’l-Bari, 13/)

Demek ki, Eşari kelamcılara göre de delilsiz iman sahihtir. Ancak delil arama imkanı olduğu halde bunu yapmayanın günahkâr olup olmadığında farklı görüşler vardır. Bazılarına göre günahkâr olur, diğer bazılarına göre ise olmaz.

- Bu konuyu şöyle özetlemek mümkündür:

Bir insanın, imanın bir hakikati ile ilgili bir şüphesi varsa, bu kişinin o şüpheyi izale edecek bir delil bulması şarttır. Çünkü şüphe ile iman olmaz, delil olmadan da şüphe izale edilmez.

- Mukallidin imanı sahih olmadığı ve mümin olan her insanın ancak bir delille iman etmesinin şart olduğu kabul edilirse, bu takdirde müminlerin büyük çoğunluğunu kâfir kabul etmek gerekir ki bu yanlıştır. (bk. İbn Hacer, Fethu’l-Bari, 13/)

- Her insanın kendisine göre bir delili vardır. Bazıları akli ve ilmi delillere dayanırken, diğer bazıları ise kendi iç alemlerinde kesin kanaat veren bir hadse veya Allah’ın kalplerinde yarattığı bir nura dayanarak iman edebilirler. (krş. Fethu’l-Bari, 13/)

- İmanın bir kısmı delile dayalı olmak zorunda ise de, diğer kısmı bu tür delillere dayanmak zorunda değildir. Mesela, Hz. Peygamber (asm)’in nübüvvetini kabul etmek için akli bir delile ihtiyaç vardır. Bu delil ise mucizelerdir.

Bu akli delil olan mucizelere dayanarak Hz. Peygamber (asm)'in peygamberliğini kabul ettikten sonra, diğer iman esaslarını tek tek akli delile dayandırmak zorunluluğu yoktur. Zira, hak peygamber yalan söylemez. Öyleyse her dediği doğrudur. Öyleyse gaybi olan iman esaslarına dair söylediği bütün sözlerinde doğrudur. Öyleyse onun söylediklerine iman etmek de aklın gereğidir.

Demek ki, mucizeler doğrudan akli delil olurken, mucize sahibi peygamberin sözleri de dolaylı olarak birer akli delil kaynağıdır.

Bununla beraber, Hz. Muhammed (asm)’in peygamberliğini Kur’an’ın mucizelik yönüyle de ispat etmek mümkündür. Bu da bir mucizedir. Bu durumda hem Kur’an hem Hz. Peygamber (asm) mucize nişanlarıyla bezendikleri için aklıselim onların doruluğuna iman etmeyi gerektirir.

Kur’an ve Hz. Peygamber (asm)in doğruluğu aklen kabul edildikten sonra artık onların her söylediklerini aklın terazisine vurmaya gerek yoktur. Çünkü onlardan yanlış sadır olmaz. Elbette aklımızı tatmin etmek ve konunun hikmetini anlamak için başka deliller aramak ve araştırmak daha güzeldir, fakat imanın şartı değildir. (krş. İbn Hacer, 13/).

- Burada Bediüzzaman Hazretlerinin şu ifadeleri de konumuza ışık tutmaktadır:

“Mesail-i İslâmiyenin tabakatı vardır. Biri bürhan-ı kat'î istese, diğeri bir zann-ı galibî ile iktifa eder. Başkası yalnız bir kabul-ü teslimî ve reddetmemek ister. Öyle ise, esasat-ı imaniyeden olmayan mesail-i fer'iye veya vukuat-ı zamaniyenin her birinde bir iz'an-ı yakîn ile bir bürhan-ı kat'î istenilmez. Belki yalnız reddetmemek ve teslimiyetle ilişmemektir.” (Sözler, s. )

23 Allah bir şeydir, fakat diğer şeyler gibi değildir, diye başlayan inançla ilgili bilgileri nasıl anlamalıyız?

- Burada vurgulanan husus, Kur’an ve sünnette yer alan sıfatların tevilsiz kabul edilmesidir. Madem, ayet ve hadislerde ifade edilmiştir, öyleyse aynı ifadeleri kabul etmek gerekir. Çünkü aksi takdirde, bu sıfatları tevil etmek, onların zahirinden vazgeçmek anlamına gelir ki, bu da tatil / sıfatları yok saymak demektir. Genellikle selef alimlerinin görüşü bu merkezdedir. 

Örneğin: “Allah’ın eli” var, fakat bu diğer varlıkların eli gibi maddi değildir. Allah’ın muradı ne ise o doğrudur. Fakat biz bunu bilmediğimiz için, onların hakikatini Allah’ın ilmine havale ederiz. 

Ebu Hanife’nin de içinde bulunduğu selef alimlerinin büyük çoğunluğunun görüşü bu merkezdedir.

- Buna mukabil, Ehl-i sünnetin itikadî imamları olan Ebu’l-Hasan el-Eş’ari ve Ebu Mansur el-Maturid ile başlayan dönemden itibaren “halef alimleri” unvanını alan Ehl-i sünnet / İslam alimleri, bu sıfatların müteşabih, dolayısıyla tevile muhtaç olduklarını savundular. 

Zira, Kur’an’da müteşabih ayetlerin varlığı kabul edilmekte ve tevil yolu kabul edilmektedir. Başka konularda müteşabihler tevil edildiğine göre, müteşabih sıfatların da tevil edilmesi gerekir.

- Şunu belirtelim ki, gerek selef, gerek halef alimleri olsun, Allah’ın sıfatlarını kabul etmek, tatil ve teşbihe gitmemek hususunda ittifak halindedir. Aralarındaki tek fark, müteşabih / manası kapalı olan sıfatların tevil edilip edilmesi konusudur. 

- Halef alimlerinin tevilin zorunlu olduğunu kabul etmelerinin haklı gerekçeleri vardır. Mesela: Selef alimleri döneminde zihinler safi, imanlar kuvvetli, şüphe yolları kapalı, teslimiyet bir seciye halindedir. Oysa daha sonra, genel olarak insanların imanları eskiye nazaran kuvvetini kaybetmiş, teslimiyet kırılmış, Yunan felsefesinin tercümesi ve değişik medeniyetteki toplumlarla iç içe girilmesinden kaynaklanan farklı kültürler ve beraberinde getirdikleri yeni sorulara kapının açıldığı bir dönemde, görünürde Allah’ın cismaniyetine delil teşkil edecek bu gibi sıfatların tevili kaçınılmazdır. 

Aksi takdirde, Kur’an’ın ruhuna aykırı bir şekilde bir Allah tasavvuru söz konusu olacaktı. Sapık fırkaların bu konuyu kaşımaları da bu tevillerin zorunlu ve hakikatli olduğunu göstermektedir. 

Sadece bir misal verelim: 

Kur’an’da “Rahman (olan Allah) arşa sitiva etti.” mealindeki ayetin zahirine bakılırsa, tam açıklaması şöyle olur: “Allah göklerin üstünde var olduğu kabul edilen Arş denilen bir kürsiye / koltuğa oturdu.”  

Bu algının dinde yeri olmadığı gibi, akıl, mantık ve realite bakımından da doğru değildir. Çünkü Arş da yer, gök gibi mahluktur, sonradan yaratılmıştır. Ezeli bir varlık olan Allah’ın sonradan kendisinin yarattığı bir koltuğa oturmaya muhtaç olması düşünülemez. Ezeli varlığın -bir yeden bir yere gitmekle de olsa- değişkenlik göstermeyeceği hususu kabul edilen muhkem bir kaziyedir. Halbuki, "Araş’a istiva etmek" görünürde bir değişkenlik bir hareket, eski yerinden başka bir yere intikal anlamına gelir. 

Bu açıdan bakıldığı zaman, halef alimlerinin bu ayeti: “Allah kâinatı tek başına yarattığı gibi, onun saltanatı da / idareciliği de / hâkimiyeti de ortaksızdır.” Ve bu tevil doğru ve İslam’ın Allah hakkındaki tasavvur ruhuna tamamen uygundur.

24 Bira ve rakının helal olduğunu söyleyen dinden çıkar mı?

Dinimizde sarhoşluk veren içkilerin çoğu haram olduğu gibi azı da haramdır. İslâm dini bütün sarhoşluk veren içkileri haram kılmış, içmeyi yasaklamıştır. Müslüman'ın alkollü içki ve uyuşturucudan uzak durması gerekir.

Kur'an-ı Kerim'de;

“Ey iman edenler! Şarap, kumar, dikili taşlar (putlar) ve şans okları birer şeytan işi pisliktir. Onlardan uzak durun ki, kurtuluşa eresiniz. Şeytan şarap (içki) ve kumar yoluyla aranıza düşmanlık ve kin sokmak ve sizi Allah'ı anmaktan ve namaz kılmaktan alıkoymak ister. Artık (bunlardan) vazgeçtiniz değil mi?”(Mâide, 5/)

buyrulmaktadır. Bu Âyet içki yasağının hikmetini özlü olarak ifâde etmektedir.

Hadislerde de sarhoşluk veren bütün maddelerin içilmesi / alınması yasaklanmıştır. Nitekim Hz. Peygamber (asm),

“Sarhoşluk veren her içki haramdır.” (Buhâri, Vudû, 71; Edeb, 80; Müslim, Eşribe, 7);

“Çoğu sarhoşluk veren şeyin azı da haramdır.”(Ebû Dâvud, Eşribe, 5: Tirmizî, Eşribe, 3)

buyurmuştur.

Bira ve rakı gibi alkollü içecekler İmam Ebu Hanife’ye göre de haramdır. Onun haram olmadığını söylediği şey, arpa, buğday, bal gibi gıdalardan yapılan şıralardır. Yani sarhoş edicilikleri olmayan şıralardır. Oysa biranın ve rakının sarhoş ediciliği kesin olarak bilindiği için Ebu Hanife’ye göre kesin haramdır.

İçilmesi haram olan bir içeceğe bira, rakı gibi isimler vererek bunlara helal demek, caiz olmaz. Nitekim Hz. Peygamber (asm), ümmetinin başka isimler altında içki içeceğini haber vererek bundan sakındırmıştır.

Rasulullah (asm) şöyle buyurmaktadır:

“Benim ümmetimden bazıları başka isimler altında mutlaka içki içeceklerdir. Başuçlarında çalgılar çalınacak ve kadın sanatçılar şarkı, türkü söyleyecekler. Allah onları yere batırsın! Ve onlardan domuzlar, maymunlar yapsın!..”(Nesai, Eşribe 41; İbn-i Mace, Fiten, 22)

Bu açıklamalardan anlaşılıyor ki, rakının da şarap gibi naslarla haram olduğu kesindir. Hem ayetin genel muhtevasından hem de sahih hadislerin açıklamalarından bunu anlamak mümkündür.

Bu durumda bira ve rakının haram olmadığını veya helal olduğunu söylemek dini risk taşımaktadır.

25 Başka tanrının olup olmadığı nereden belli?

- Bu gibi adamları ikna etmek kolay değildir. Bunların işi gücü şüphe üretmek, şüphe üzerine konuşmak Bunlar “Ne bilelim, ne malum?..” deyip agnostik / bilinmezci bir cehaletin karanlığına gömülürler.

- Mesela: “Nereden belli başka tanrı olup olmadığı?” diyorlar. Bu bir vesvesedir. Başka bir tanrının olduğunu gösteren en ufak bir emare yoktur. Kur’an’ın ifadesiyle,

 “Eğer göklerde ve yerde Allah’tan başka ilahlar olsaydı, kâinatın nizamı çoktan bozulmuş olacaktı.” (Enbiya, 21/22)

mealindeki ayette belirtildiği üzere, evrendeki sonsuz bir ilim, kudret ve hikmetten örülmüş mevcut nizam ve intizamın varlığı, başka ellerin buna karışıp karıştırmasına imkân vermez.

- Eğer dedikleri “Zeus, Thor, Apollo ve Baal” ve benzeri tanrıların ilahlık vasıfları varsa, bunu ortaya koysunlar. İslam’ın kabul ettiği ve Allah’ın Kur’an’da bize bildirdiği Allah, her şeyden önce şu sübuti sıfatlara sahiptir: Hayat, kudret, ilim ve irade sahibidir; konuşur, işitir ve görür. Bu sıfatlara sahip olmayan kâinatı yaratıp yönetemez. Adını verdikleri yalancı tanrıların hiçbiri bu sıfatlardan hiçbirine sahip değildir. Bunlar, daha çok Roma ve Antik Yunan putperestliğinde pagan kültürünün uydurduğu şeylerdir. Bunlar, yıldızdır, güneştir, aydır, denizdir, taştır, tahtadır.

- Akl-ı selim şunu emreder: Allah’ın nasıl bir varlık olduğunu biz aklımızla bilemeyiz. Öyleyse semavi kitaplara bakmak gerekir. Özellikle Kur’an’a bakmalıyız. Eğer Kur’an’ın insan üstü bir konuma sahip olduğu, mucize olduğu ispat edilirse, bu takdirde onun Allah’ın sözü olduğu kabul edilir. Bu durumda Kur’an Allah’ı nasıl tanıtıyorsa, onu öyle kabul etmek gerekir. Çünkü Allah doğru söyler.

Kur’an’ın mucize olduğu, insan sözü olmadığını gösteren onlarca delil vardır. Bu bilgiler Sitemizde de vardır.

- Şimdi bakıyoruz ki, Allah “Bütün kâinatı ben tek başıma yarattım.” diyor. Eğer gerçekten başka ilahlar olsaydı onlar da ortaya çıkar: “Bu işi biz yaptık veya beraber yaptık.” demeleri gerekmez miydi?

- Allah kitapları, özellikle Kur’an gibi kırk yönden mucize olduğu bilinen Kur’an’ı göndermiştir. Eğer başka ilahlar olsaydı, onların da kullarına kitaplar göndermeleri gerekmez miydi?

- Allah peygamberler gönderdi. Bütün bu peygamberlerin hepsi Allah’ın bir tek olduğunu ortağının bulunmadığını ilan etmişler. Eğer gerçekten başka ilahlar olsaydı, onların da kendilerini takdim eden elçiler göndermeleri gerekmez miydi?

- Bu konuda samimi olup da gerçeği öğrenmek isteyen, yani Allah’tan başka ilahın olmadığını yakinen öğrenmek isteyen kimseye, Bediüzzaman Hazretlerinin Risale-i Nur eserlerini, özellikle de Yirmi Üçüncü Lem’a’yı / Tabiat Risalesini tavsiye ederiz.

Sesli ve görüntülü deliller için tıklayınız:

- Allah'ın varlığının ve birliğinin delilleri

26 Allah Teala kullarını yaratmadan önce cennet veya cehenneme gideceğini bildiği halde cehennemlikleri neden yarattı?

Kaderi ikiye ayırabiliriz; ızdırari kader, ihtiyari kader.

"Izdırari kader"de bizim hiçbir tesirimiz yok. O, tamamen irademiz dışında yazılmış. Dünyaya geleceğimiz yer, annemiz, babamız, şeklimiz, kabiliyetlerimiz ızdırari kaderimizin konusu. Bunlara kendimiz karar veremeyiz. Bu nevi kaderimizden dolayı mesuliyetimiz de yok.

İkinci kısım kader ise, irademize bağlıdır. Biz neye karar vereceksek ve ne yapacaksak, Allah ezeli ilmiyle bilmiş, öyle takdir etmiştir.

Kalbimiz çarpıyor, kanımız temizleniyor, hücrelerimiz büyüyor, çoğalıyor, ölüyor. Vücudumuzda, bizim bilmediğimiz birçok işler yapılıyor. Bunların hiçbirini yapan biz değiliz. Uyuduğumuz zaman bile bu tür faaliyetler devam ediyor.

Ama şunu da çok iyi biliyoruz ki, kendi isteğimizle yaptığımız işler de var. Yemek, içmek, konuşmak, yürümek gibi fiillerde karar veren biziz. Zayıf da olsa bir irademiz, az da olsa bir ilmimiz, cılız da olsa bir gücümüz var.

Yol kavşağında, hangi yoldan gideceğimize kendimiz karar veriyoruz. Hayat ise, yol kavşaklarıyla dolu.

Şu halde, bilerek tercih ettiğimiz, hiçbir zorlamaya maruz kalmaksızın karar verip işlediğimiz bir suçu kendimizden başka kime yükleyebiliriz?

Demek ki, Allah bildiği için insanlar yapıyor ve cennete veya cehenneme gidiyor değildir. Aksine, Allah kullarının kendi iradeleriyle ne yapacaklarını bilmektedir. Eğer insan yaratılmasaydı, o zaman insan denilen varlık olmadığına göre onların yaptığı bir şey de olmayacaktı.

İlave bilgi için tıklayınız:

- Bizim ne yapacağımız kaderimizde yazılmış ise, ne suçumuz var?

- Allah Teala, kullarını yaratmadan önce cennet veya cehenneme gideceğini bildiği halde, cehennemlikleri neden yarattı?

- Yüce rabbimiz insanların belki de çoğunun günah işleyip bedel olarak cehenneme gideceğini yüce ilmiyle

27 Allah'a inanç nasıl olmalıdır?

 Allah'a iman Onun varlığına, birliğine, eşi-ortağı, dengi olmadığına; Ondan başka ilah, mabud olmadığına kesin olarak inanmaktır.

İmanda şüphe ve tereddüt olmamalıdır.

Farklı insanların olmasından kastınız cins, ırk, mllet, biçim, renk v.b. ise, bu ilahi bir takdirdir. Yüce Allah insanları farklı kavim ve milletlere ayırmıştır. İnsanların farklı farklı yaratılışta olmaları da Allah'ın bir ayeti; onun varlığının ispatlarından ve kudretinden ve Onun hikmetlerindendir. Allah'ın insanları farklı şube, toplum, millet, şekil ve kavimlerde yaratması ve diğer farklı hususiyetleri birbirleriyle tanışıp, bilişmeleri, "tearüf" içindir.

İnsan Rabbine iman etmek, onu tanımak ve ona ibadet etmek ve onun gösterdiği dosdoğru yolda yaşamakla yükümlüdür. Yüce Allah'ın Kur'an'da tanıttığı şekilde salih amel sahibi; helali işleyen, haramdan kaçınan; Hz. Muhammedi (asm) örnek alan bir kamil mümin olmakla görevlidir.

İnsan, bu yükümlülüklerini yerine getirirken ahiret yurdunu arar, ancak dünyadaki nasibini de unutmaz. Allah'a inancının gereğini yapar ve yaşar. İmanın gereği ibadetlerini yerine getirir. Allah'ın rızasını elde etmeye çalışır. Takvalı olmaya çabalar. Allah'a karşı gelmekten korkar. Bütün gücüyle Rabbine taate çalışır.

Allah'a iman eden ancak bazı görevlerini -bunların farziyetini/gerekliliğini inkar etmemekle beraber- yerine getirmeyenler günahkar olurlar. Tövbe etmeleri ve görevlerini yerine getirmeye çalışmaları gerekir.

İlave bilgi için tıklayınız:

- Allah (c.c)
- Rum suresi ayette, dillerin ve renklerin farklı olmasının

28 Tanrı, savaş gibi daha önemli olaylar varken benim içkimle, domuz etimle neden uğraşır?

İtiraz şeklinde soru soranlara olmasa da, bu soruları bize ulaştıran kardeşlerimize şunu söyleyebiliriz ki: Allah’ın koyduğu hükümler, onun sonsuz ilim ve hikmetinin birer yansımasıdır. Prensip olarak her hükmün kendi çapında bir katma değeri vardır. Zaruret olmadan hiç bir ilahî hüküm başka bir hükme feda edilmez.

Örneğin, savaşın varlığı, içkiyi ve domuz etini helal kılmaz. Çünkü bu itirazı yapan kişi şunu bilmelidir ki, onun evinde içki içmesi savaşın bitmesine yardımcı olmaz, barışı getirmez. Eğer çok insancıl düşünüyorsa, başkaları bu savaşlarda ölürken kendisinin içki sofralarında keyfine bakması insanlık dışıdır, hiçbir akla ve vicdana sığmaz.

Keza insanlar savaşta kırılırken birilerinin domuz eti yemesi barışa bir katkı sunuyor mu?

Kaldı ki Allah savaşlarla da ilgilenmiştir ve ilgileniyor. Evet, Allah Kur’an-ı kerim ve elçisi Hz. Muhammed vasıtasıyla bize savaşmamayı ve barışa girmemizi emrediyor:

İşte ilgili ayetlerden bir kaçı:

“Ey iman edenler!Hepiniz toptan barış ve selamete girin de şeytanın adımlarını izlemeyin. Çünkü o, sizin aranızı açan belli bir düşmandır.”(Bakara, 2/)

“.Şayet onlar (düşmanlarınız olan kâfirler) sizden uzak durur, sizinle savaşmazlar vesize barış teklif ederlerse, o takdirde Allah onlara saldırmak için size yol vermez/izin vermez.”(Nisa, 4/90)

“İşte bundan dolayı İsrailoğullarına kitapta şunu bildirdik:Kim katil olmayan ve yeryüzünde fesat çıkarmayan bir kişiyi öldürürse sanki bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de bir adamın hayatını kurtarırsa sanki bütün insanların hayatını kurtarmış olur. Resullerimiz onlara açık ayetler ve deliller getirmişlerdi. Ne var ki onların çoğu bütün bunlardan sonra, hâla yeryüzünde fesat ve cinayette aşırı gitmektedirler.”(Maide, 5/32)

Kur’an’da, ilk vahyin gelişinden yaklaşık 15 yıl sonra ilk defa Müslümanlara savaş izni veren şu ayettir: “Kendilerine savaş açılan müminlere, savaşmaları için izin verildi. Çünkü onlar zulme mâruz kaldılar. Allah onlara zafer vermeye elbette kadirdir” (Hac, 22/39)

Müminler, on üç yıllık Mekke ve iki yıllık Medine dönemi olmak üzere, toplam on beş yıl boyunca kâfirlerden çekmedikleri cefa, görmedikleri eza kalmamıştı. Ama yine de onlara savaş izni verilmemişti. Çünkü İslam dini, barış dini idi. İslam bizzat "silm" kökünden geldiği için barış anlamındadır. Onun için ilk defa savaşa izin verirken de Allah, şiddetli değil, çok hafif sözcükler kullanmıştır. Örneğin:  

a. Ayetin başında “Derhal savaşın!” gibi şiddetli bir ifade yerine “İzin verildi” sözcüğü kullanılmıştır. Burada “savaşa emir verildi” yerine “savaşa izin verildi” ifadesi gerçekten şefkat dolu, çok hafif bir ifadedir.

b. Keza, “Savaşa izin verdim.” şeklindeki etkin bir ifade yerine “Savaşa izin verildi.” şeklindeki edilgen ve meçhul bir fiil kipinin kullanılması, -mecbur kalınmadığı sürece- savaşın İslam’da ne kadar arzu edilmeyen bir şey olduğuna işaret etmeye yöneliktir.  

c. Müslümanların savaşmalarına verilen iznin istedikleri zaman değil, karşı tarafın kendilerine savaş açtıktan sonrası ile kayıtlanması, İslamda  savaşın gerçekten asıl maksat olmadığının açık delilidir. İlgili ayetin “Kendilerine savaş açılan müminlere, savaşmaları için izin verildi.” mealindeki ifadesi  bunun göstergesidir.

d. Ayette ayrıca, savaşa verilen iznin gerekçesi olarak “Çünkü onlar zulme mâruz kaldılar” şeklinde ifade edilmiş olması, durup dururken -emperyalist düşüncelerle- müslümanların düşmanlarına savaşı başlatmalarının söz konusu olmadığına, olmaması gerektiğine işarettir.

Bu izinden sonra ilk yapılan savaş Bedir savaşıdır. Müşrikler ta Mekke’den kalkıp Medine yakınlarındaki Bedir mevkisine kadar gelmişler ve yukarıdaki ayetin son cümlesinde açıkça ifade edilen ve bu açıdan gaybi bir haber olarak bir mucize parıltısı olan “Allah onlara zafer vermeye elbette kadirdir” mealindeki ifadesi tahakkuk etmiş ve kâfirler de bozguna uğramışlardır.

Eğer soruda yer alan  “Allah niye savaşla ilgilenmiyor” sorusundan maksat, “Allah neden savaşları durdurmuyor?” ise, bunun cevabı çok açıktır:

Allah bu dünyayı bir imtihan meydanı olarak yaratmış, insanları da bu salonda imtihan ediyor. Âdil bir imtihanın gerçekleşmesi için de insanlara -istedikleri şekilde kullanabilecekleri- özgür bir irade ve serbestçe kullanacakları bir güç-kuvvet vermiştir. Bu imtihanı kaybedenlerle kazananların olması için her iki taraf da eşit bir şekilde imtihana tabi tutulmuşlardır.

Bu sebeple, Allah iyilik yapanların elini bağlamadığı gibi, kötülük yapanların da elini-kolunu bağlamıyor. Aksi takdirde Allah içki içenlerin akıllarını başlarından alıp bir daha geri vermemek suretiyle onları hayvan derekesine düşürebildiği gibi, domuz etini yiyenleri de domuza çevirebilirdi. Allah’a karşı isyan bayrağını açan zalim katillerin belini kırardı, o hezeyancı dillerini koparırdı.

Demek ki, zalimlere karışmaması imtihanın sağlığı açısından zorunlu olduğu içindir.

Evet;

Cennet adam istediği gibi cehennem de adam ister.

Cennet ucuz olmadığı gibi, cehennem de lüzumsuz değildir.

Gerçek insanlık vicdanı: Mazlumlar için “Yaşasın cennet!” dediği gibi, zalimler için de “Yaşasın cehennem.” demektedir.

Zaten bu dünya imtihan meydanında zalimler ile mazlumların bulunması, zalimlerin izzet içinde, mazlumların ise zillet içinde ölüp gitmesi, mahşerde Allah’ın sonsuz adaletini gösterecek bir mahkeme-i kübranın varlığının açık bir delilidir.

29 İman amelsiz yahut amel imansız bir işe yaramaz, anlamındaki hadis sahih midir?

“İman ile amel yekdiğeriyle mütekarin ve mütelazimdir. Binaenaleyh iman, amelsiz; yahut amel, imansız bir işe yaramaz.”(Deylemi, 1/2/)

manasına gelen hadisi, Deylemi rivayet etmiştir.

Nasıruddin Elbanî, senette yer alan bir ravinin yalancı olduğunu ve bu hadisin onun tarafından uydurulduğunu belirtmiştir. (Sisiletu’l-ahadisi’d-daife, funduszeue.info: )

Munavî, bu hadisi kısaca şöyle açıklamıştır:

“Çünkü, kalbin tasdikinden ibaret olan iman olmadıktan sonra, yapılan amelin bir fayda sağlaması söz konusu olamaz.  Buna mukabil, bir kimse, yalnız kalb ile tasdik edip de amel işlemezse, bu da yeterli değildir. Yani mükemmellikte yeterli değildir.” (Münavî, Feyzü’l-Kadir, funduszeue.info: )

- “Cenab-ı Allâh amelsiz imanı ve imansız ameli kabul buyurmaz.” manasına gelen hadisi Taberani rivayet etmiştir. (el-Mucamu’l-Kebir, h. no: )

Hafız Heysemi, Taberani’nin rivayet ettiği bu hadiste yer alan bir ravinin bazı alimler tarafından zayıf görüldüğünü belirtmek suretiyle, hadisin zayıflığına işaret etmiştir. (bk. Mecmau’z-Zevaid,1/35, h. no: 95)

Münavi bu hadisi de aynı şekilde açıklamıştır:

“Çünkü, kalbin tasdikinden ibaret olan iman olmadıktan sonra, yapılan amelin bir fayda sağlaması söz konusu olamaz.  Buna mukabil, bir kimse, yalnız kalb ile tasdik edip de amel işlemezse, bu da yeterli değildir. Yani mükemmellikte yeterli değildir.” (Münavî, Feydu’l-Kadir, funduszeue.info: )

Bu hadislerin bu zayıf durumlarından olsa gerektir ki, kaynaklarda alimlerin bunlara dayanarak bir değerlendirme yaptıklarına rastlayamadık.

- Prensip olarak Ehl-i sünnet alimleri ayet ve sahih hadisleri esas alarak iman-amel ilişkisini değerlendirmişledir. Aslında Eşari ve Maturidilerin bazı farklı ifadeleri, o günkü Mürcie ve Mutezile gibi yanlış fırkalara karşı cevap vermeye yöneliktir.

Mesela: Mutezile büyük günah işleyenleri İman-küfür ortasında bir yere yerleştirirken, ehl-i sünnet alimleri imanın amelde dahil olmadığını söylemişlerdir.

Bu noktada özellikle Maturidiler, Mutezile’nin yanlışını vurgulamak için “iman sadece kalbin tasdikinden ibarettir” ifadesini tercih etmişlerdir.

Fakat diğer taraftan Mürcie’nin amelsiz imanı yeterli görmeleri karşısında ehl-i sünnet alimleri, amelin imandan bir cüz-ü mütemmim olduğunu söylemişlerdir.

Bu noktada da özellikle Eşariler, mürcielerin yanlışını vurgulamak için “Amel imandan bir cüzdür.” demişlerdir.

Aslında Ehl-i sünnetin bu her iki mezhebinin de görüşü şu merkezdedir:

“Büyük günah işleyen dinden çıkmaz. Çünkü, amel imandan değildir. Amelsiz bir iman, sahibi üzerinde fazla etkin olmadığı için kurtuluşun garantisi sayılamaz; zamanla sönebilir..”

Bilindiği üzere, ehl-i sünnetin görüşünü destekleyen pek çok ayet ve hadis vardır. İmanın amelden olmadığını gösteren ayetler yanında, imanın (bir amel icraatı olan) İslamla aynı olduğunu gösteren ayetler de vardır. Hatta bizzat İmam Maturidi, İman ile islamı aynı manada kabul etmiştir. (bk. Kitabu’t-Tevhid) Buna rağmen, “Amel imandan bir cüz değildir.” görüşünü savunmuştur.

Elbette bu görüş doğrudur. Ancak, pek çok ayet ve hadiste, iman ile amel arasındaki yakın ilişkiye de işaret edilmiştir. Onun için Eşariler ameli imanın “mutemmim bir cüzü” olarak kabul etmişlerdir. (Geniş bilgi için bk. Adudidin el-Îcî, el-Mevakıf)

30 Dinden çıkanın hayat hakkı yok mudur?

- Önce ayet ile Risaledeki ifadeler arasında bir çelişki görülmüyor. Çünkü aytte “affedilmez” ifadesi, onun artık idam edilmeyeceğine değil, aksine idam edileceğine işaret ettiğini düşünmek daha makuldur.

- Ayette “tekrar… tekrar” ifadeleri mürtedin iman etmesine imkân tanıdığı doğrudur. Risale’deki ifadede ise konu mücmel/özet halde ifade edilmiştir. Yoksa, mürtedin tövbe edip yeninden iman etmesine imkân vermeyecek şekilde “hakk-ı hayatı yok” denmiyor. Fakat bu konunun şartları fıkıh kaynaklarında açıklandığı için, Üstad Bediüzaman ona binaen burada genel kuralını zikretmiş, bu idamın nasıl gerçekleşeceğini açıklamamıştır.

Zaten, Üstadın bu konuyu seslendirmesi, bizzat bu hükmü ortaya koymak için değil, başka bir konuyu/İslam’dan çıkan kimselerin normal kâfirlerden daha kötü olmalarının hikmetini açıklamaya yöneliktir. İlgili ifadelerine dikkatle baktığımızda bunu daha iyi anlarız:

“Hem İslâmiyet, sair dinlere kıyas edilmez. Bir Müslüman İslâmiyetten çıksa ve dinini terketse, daha hiçbir peygamberi kabul edemez; belki Cenab-ı Hakk'ı dahi ikrar edemez ve belki hiçbir mukaddes şey'i tanımaz; belki kendinde kemalâta medar olacak bir vicdan bulunmaz, tefessüh eder. Onun için İslâmiyet nazarında, harbî kâfirin hakk-ı hayatı var. Hariçte olsa musalaha etse, dâhilde olsa cizye verse; İslâmiyetçe hayatı mahfuzdur. Fakat mürtedin hakk-ı hayatı yoktur. Çünki vicdanı tefessüh eder, hayat-ı içtimaiyeye bir zehir hükmüne geçer.”(bk. Mektubat, ).

- Mürtedin “hakk-ı hayatı” konusunun fıkıh kaynaklarındaki açıklamalar şöyledir:

Mürtedin “hakk-ı hayatı”nın olmadığı/öldrülmesinin gerektiği konusunda İslam alimlerinin ittifakı vardır. Bu hükmün dayanağı birçok sahih hadis kaynağıdır. Bunlardan ikisi şöyledir:

“Kim dinini değiştirirse onu öldürün.” (Müslim hariç bütün kütübü sitte kaynaklarında geçiyor. bk. Neylu’l-Evtar, 7/)

Dikkat edilirse bu hadiste de şartlara yer verilmemiş, işin özetine işaret edilmiştir ki, Risaledeki ifade de buna benzer.

“Bir Müslümanın kanı(nın dökülmesi) şu üç durum dışında haramdır: Evli olup zina eden, haksız yere bir cana kıyan ve dinini terkedip cemaatten / İslam cemaatinden ayrılan kimse.”(Buhari, Diyat 6; Müslim, Kasame, 25)

- Üç mezhebe göre kadın da mürted olsa öldürülür. Hanefilere göre ise, kadın öldürülmez, hapse atılır ve tekrar Müslüman olması için kendisine baskı yapılır.

- Mürted olan kimse hemen öldürülür mü, yoksa tövbe etmesi için ona bir fırsat verilir mi? Bunun cevabı şudur:

- Hanefi alimlerine göre, mürtedin tövbe etmesi için ona üç gün bir süre tanımak vacip değil, müstehaptır. Eğer tövbe edeceğine dair bir arzu belirtmezse ve yetkililer de onun tövbe edeceğine dair bir ümitleri yoksa derhal öldürülür.

- Maliki, Şafii ve Hanbeli mezhebine göre, mürtedin tövbe etmesi için üç gün mühlet verilmesi vaciptir. Üç günün her birinde kendisine tevbe telkin edilir. Kabul ederse ölümden kurtulur. Şayet bu üç gün içinde tevbe etmezse öldürülür. (bk. V. Zuhayli, el-Fıkhu’l-İslamî, 6/)

İlave bilgi için tıklayınız:

- MÜRTED / İRTİDAD.
- Bir kişi defalarca dinden çıkarsa o kişinin tövbesi kabul olur mu?

- Mürted (irtidad eden / dinden çıkan) tövbe etse de öldürülür mü?
- Dinimizde mürted olana neden hayat hakkı tanınmaz?
- "Dinini değiştireni öldürün." hadisine göre, mürted olan öldürülür mü?

31 Allah tek ve yalnız olduğundan sıkılıyor mu?

 - Allah’ın her şeyi önceden bilmesi, o şeylerin yönünü zorunlu istikamet olarak tayin etmek anlamına gelmez. Defalarca vurguladığımız gibi, ilim bir sıfattır, bu sıfatın özelliğinde bir yaptırım gücü, bir zorlama yoktur.

İlim kudret sıfatından farklıdır. Kudretin zorunluluğu vardır. Yapmak istediği her şeyi hiçbir engel tanımadan yapar. İlim ise maluma tabidir. Yani; bir şey ileride nasıl olacaksa onu öyle bilir. Bir olay alacağı için bilinir; bilindiği için meydana gelmez.

- Allah bütün insanları imtihana tabi tuttuğu gibi şeytanı da imtihana tabi tuttu. (Meleklere de Adem’e secde etmeleri emredildiyse de onların yapısında kuvve-i şeheviye, kuvve-i gazabiye olmadığı için bilinen şekliyle imtihana tabi değiller).

Bu imtihanın adalet ölçüsüne uygun cereyan etmesi için, insanlar gibi şeytanlara da özgür irade vermiştir. Bu özgürlük kaderle belirlendiği için, hiç kimse -istese de- bu özgürlük alanı dışına çıkamaz.

İnsanlardan bazıları özgür iradeleriyle küfür tercih ettikleri gibi, şeytanlar da özgür iradeleriyle küfrü, şeytanlığı tercih etmişlerdir. Allah’ın insanları ve şeytanların ne yapacaklarını, hangi yolu takip edeceklerini, özgür iradeleriyle hangi tercihte bulunacaklarını bilmesi, bu konuda bir zorlama değildir.

Allah’ın her şeyi önceden bilmesi Allah olmanın olmazsa olmaz şartıdır. Eğer bazı şeyleri önceden bilmezse o zaman -haşa- cahil olur. Bu safsatayı bütün kâinat elli beş lisanla bunu reddetmekte ve Allah’ın ezeli, ebedi ve sonsuz ilmine şahitlik etmektedir.

- Allah’ın -haşa- sıkılması diye bir şey olamaz. Bunun en açık delili, bütün varlıkların çok sonradan var edilmeleridir. Bugünkü son ilmi keşiflere göre, kâinat yaklaşık on dört milyar yıl önce yaratılmıştır. Eğer -haşa- can sıkıntısından dolayı olsaydı, evreni ve içindekileri milyar defa katrilyon sene önce yaratacaktı.

“Biz göğü, yeri ve aralarında olan varlıkları, bir oyun / eğlence olsun diye yaratmadık. Eğer bir eğlence edinmek isteseydik, elbette onu kendi katımızdan edinirdik. Şayet yapacak olsaydık öyle yapardık. Hayır (biz bir eğlence olsun, canımızın  sıkıntısı geçsin diye değil), biz hakkı bâtılın tepesine indiririz de o, bâtılın beynini parçalar. Bir de görürsünüz ki, bâtıl yok olup gitmiştir. Allah’a yakıştırdığınız vasıflardan dolayı size yazıklar olsun!” (Enbiya, 21/)

mealindeki ayetlerde, Allah hakkında tasavvur edilen “can sıkıntısı” vehminin safsataca hezeyan olduğunu göstermektedir.

- Allah’ın rahmetinin sonsuz olması, onun gazabının, azabının hiç olmayacağı anlamına gelmez.

Bilakis, itaat edenlere rahmet ve şefkat etmek ne kadar güzel ise, isyan eden şakilere karşı gazap ve azabını göstermek de yerine göre o kadar güzeldir. Çünkü, bir sultanın itaat edenlere olan merhameti onun şefkat ve himayesini gösterdiği gibi, isyan eden nankörlere cezası da onun saltanatının haşmet ve izzetini gösterir.

Her zaman olduğu gibi bugün de cinlerden ve insanlardan olan şeytanların yaptığı öyle zulümler var ki, her vicdan sahibine “Zalimler için yaşasın cehennem!” dedirtmektedir.

Allah’ın, bu zulümleri görmezden gelmesini, onları göz ardı etmesini beklemek, onun -haşa yüz bin defa haşa- adaletten ayrılıp zalimlere destek çıkabileceğini düşünmek gibi bir hezeyan-ı küfridir.

Atomdan Herkül burcuna kadar bütün varlıkların içinde bulundukları ahenk ve dengenin şahadetiyle adaleti tahakkuk eden Allah’ın böyle bir zulme sıcak bakabileceğine ihtimal vermek, akıl tutulmasının bir göstergesidir.

İlave bilgi için tıklayınız:

- Allah, kainatı yaratmadan önce ne yapıyordu?
- Şeytan tövbe edebilir mi?
- Şeytan, cehenneme gireceğini bildiği halde, neden tövbe etmiyor?

32 Peygamber ile peygamberlik iddasında bulunan yalancı ayrımı yaparken nelere dikkat edilmelidir?

- Öncelikle şunu ifade edelim ki, "yalancı peygamber" ifadesi yerine, "peygamberlik iddiasında bulunan yalancı" denilmesi daha uygun olur.

- İnsanlar imtihana tabidir. İmtihanın temel esprisi, imtihan olanların hem kazanma hem kaybetme şanslarının olduğu bir ortamında gerçekleşmiş olmasıdır. Bu sebepledir ki, doğruluğun en açık çeki hükmünde olan mucizelere bile alternatifler söz konusu olmuştur.

Hz. Musa, asasıyla çok büyük bir mucize göstermiş olduğu ve bizzat karşısında duran sihirbazlar bile ona iman ettiği halde, yine bunun “bir sihir” olarak değerlendirenler olmuş ve iman etmemeye devam etmişler. Hz. Muhammed (asm) bir parmağının işaretiyle Ay’ı ikiye böldüğü halde, kâfirlerin birçoğu bunu sihir olarak değerlendirmiştir. (Kamer, 54/)

Hatta Kur’an’ın eşsiz beyan, belagat mucizeliği karşısında da peygamberliğini tasdik edeceklerine, “şair, kâhin, sahir” formülünü üretmeye çalışmışlardır.

- Bundan anlıyoruz ki, peygamberler ile peygamberlik iddiasında bulunan yalancıların arasını ayırmak da herkesin kârı değildir. Çünkü soruda işaret edildiği gibi, her iki tarafın da tâbileri olabilir, fedakârları olabilir.

Ancak basiret ehlinin yanında bu iki grup arasında farklar pek çoktur. Kısaca ve özellikle Hz. Muhammed (asm)’i örnek alarak şu kriterleri sayabiliriz:

a) Peygamberler, harikulade mucizeler göstermişler. Sahteleri ise böyle bir mucize gösterememişlerdir.

b) Hz. Muhammed (asm) Kur’an gibi kırk yönden mucize olan bir kitabı ortaya koymuştur. Ve bütün insanlara meydan okumuş ve hiç kimse bunun tersini ortaya koyamamıştır.  Sahtekârların elinde bu kapsamda bir kitapları yoktur.

c) Hz. Muhammed (asm) sahih hadis ve siyer kaynaklarında da bildirildiği üzere, yüzlerce mucize göstermiştir. Verdiği onlarca gaybi haberler aynen çıkmıştır.

d) Hz. Muhammed (asm) diğer müminlerle birlikte kıldığı günlük namazlar dışında, geceleri de teheccüd namazını kendine mahsus bir farz olarak kılıyordu. Sahtekârların böyle bir görevleri de yoktur. Ve çoğu ibadetsiz bir dini önermiştir.

e) On beş asırdır Hz. Muhammed (asm)’e milyarlarca insan tabi olmuştur. Ve peygamberliğin manevi saltanatı on beş asır boyunca devam etmiş ve öyle görünüyor ki, kıyamete kadar devam da edecektir. Müseylime-i Kezzap gibi bazı sahtekârların mumu ancak yatsıya kadar sürmüştür.

f) Hz. Muhammed (asm) herkesten daha fazla Kur’an’ın emir ve yasaklarına bağlanmıştır ki, bu bağlılığı onun hak peygamber olduğunun açık göstergesidir.

g) Hz. Muhammed (asm) ölümcül hastalığında bile, başkalarının yardımıyla mescide gitmiş ve yatsı namazını kıldırmıştır. Ve son nefesinde ölüm telaşını göstermeyerek, çok önem verdiği İslam dininin en büyük emri olan namaza dikkat etmeleri için ümmetine son vasiyetini tebliğ etmiştir. Bir de kölelere ve kadınlara haksızlık edilmemesi hususunda son emirlerini ortaya koymuştur.

h) Müseylime insan olarak cesur bir adamdır ve Rebia kabilesinin reisi durumundadır. İnsanlar çoğu kez hakkın yanında değil, akrabasının yanında durmayı tercih ederler. Müseylime gibilerin tâbilerinin çoğu bu konumda olanlardır. Ayrıca dünya menfaati, şöhret, makam-mevki de önemli bir faktördür.

Nitekim, Müseylime’nin yakınlarından Talha adında biri Müseylime'yi görmeye geldiği zaman:

“Müseylime nerede?” diye sordu.

“Yahu, ne yapıyorsun? Resulullah nerede diye sorsana!”dediler. Onu alıp yanına götürdüler. Biraz sohbetten sonra Müseylime'nin değersiz ve yalancı bir kimse olduğunu anladı ve ona şöyle dedi:

“Ben şehadet ederim ki, sen yalancının birisin, Muhammed doğrudur. Fakat Rebia'nın(kendi kabileleri) yalancısı, bize Mudar'ın (Kureyş’in) doğrusundan daha sevgilidir.''

İşte Müseylime'nin yalancı olduğunu yüzüne vura vura kavmiyet gayreti, asabiyet zihniyeti ile ona uyuyorlardı. Müseylime işin kolayını da bulmuştu; şarabı, zinayı helâl kılıyor, namazı da bağışlıyordu!

ı) Müseylime-i Kezzab'ın, Hz. Peygamber (asm)'e göndermiş olduğu bir mektubu, onun yalancılığını ortaya koyduğu gibi, Hz. Muhammed (asm)’in hak peygamber olduğunu da göstermektedir. Müseylime mektubunda şunları yazmıştı:

“Allah’ın peygamberi Müseylime’den Allah’ın peygamberi Muhammede. Allah’ın selamı üzerine olsun. Bundan böyle peygamberliğe ortağız, artık yeryüzünü ikiye böleriz, yarısı senindir, yarısı da benimdir”

Hz. Peygamber (asm)'in cevabı:

“Allah’ın resulü Muhammed’den Müseylime-i Kezzaba. Allah’ın selamı takva sahibi kimselerin üzerine olsun. Şunu bil ki yeryüzü Allah’ındır. O bunu kullarından dilediğine ihsan eder. Güzel akıbet Allah’a karşı saygılı olanlarındır.”

Bu ifadelere dikkat eden doğruyu yalandan ayırabilir diye düşüyoruz.

i) Müslime-i Kezap, Esvedü’l-Ansı, Tuleyha b. Huveylid ve Secah binti Haris adında kâhine bir kadın peygamberlik davasına kalkıştılar. Bunların hepsi, Hz. Peygamber (asm)'in hastalandığı günlerde ortaya çıktılar. Secah ile Müseylime karşılıklı -muhtevası müstehcenlik dolu- vahiy aldıklarını söyleyip evlendiler.

Üç gün sonra kabilesine dönen Secah, “Acelen neydi, hemen evlendin.” diyenlere, size Muhammed’in farz kıldığı yatsı ve sabah namazlarını (kocası Müseylime ile birlikte düğün mehri olarak) kaldırdığı müjdesini vermişti. İşte sahtekârlığın nişaneleri Hepsi de yok olup gittiler.

Kaynaklarda, Secah’ın daha sonra Hz. Muaviye döneminde Müslüman olduğu bilgisi de vardır.

33 İmam Şafi’ye göre, amel imandan bir parça mıdır?

- Verdiğiniz bilgilerin sahibi, tekfir mekanizmasını pervasızca ve sorumsuzca kullanan ve seleficilik oynayanlardandır.

- İmam Şafii’nin “Sahabe, tabiin ve daha sonra gelen alimlerin icamıyla sabittir ki, iman söz, fiil / amel ve niyettir.” manasına gelen sözünü, İbn Teymiye ve Ebu’l-Kasım el-Lalekâî nekletmiştir. (bk. İbn Teymiye, Mecmuu’l-Fetava, e1-Medinetu’n-Nebeviye, /, 7/; Lalekaî, Şerhu Usulu itikadi Ehli’s-Sünneti ve’l-Cemaati, Darı TÎbe, /, 5/)

- Verilen diğer kaynaklar özellikle İbn Teymiye’den kopyalanmıştır.

- İmam Şafii’nin ilgili eserinde böyle bir ifadeye rastlayamadık.

- İddiada yer alan “Derim ki: işte İmam Şafii çok güzel bir şekilde; bir kişinin amelinin hepsi giderse, o kişinin mümin olmadığını açıklamıştır. Bu meselede de icma olduğunu net bir şekilde beyan etmiştir.”yorumu yanlıştır, İmam Şafii’nin ilgili yerde böyle bir ifadesi yoktur.

- İmam Şafii ve daha pek çok İslam aliminin / Eşari ekolünün kabul ettiği “İman söz ile ikrar, kalp ile tasdik ve organlarla amel etmekten ibarettir.” şeklindeki prensipte yer alan ifadelerden genel olarak Ehl-i sünnet alimleri şunu anlamışlardır:

“Amel imanın mükemmel olmasını sağlayan bir parçasıdır / mütemmim bir cüzüdür.”

Aksi takdirde eğer amel imanın hakiki bir parçası ise, ortada tek bir Müslüman kalmaz. Çünkü gıybet etmemek, yalan söylememek de ameli unsurlardan sayılır. Buna göre, bu iddiada bulunan kişi dahi kendini küfürden kurtaramaz. Böyle yanlış bir itikada sahip olmaktan Allah’a sığınırız.

- Prensip olarak Ehl-i sünnet alimleri ayet ve sahih hadisleri esas alarak iman-amel ilişkisini değerlendirmişledir. Aslında Eş’ari ve Maturidilerin bazı farklı ifadeleri, o günkü Mürcie ve Mutezile gibi yanlış fırkalara karşı cevap yetiştirmeye yöneliktir.

Mesela: Mutezile büyük günah işleyenleri İman-küfür ortasında bir yere yerleştirirken, Ehl-i sünnet alimleri imanın amelde dahil olmadığını söylemişlerdir. Bu noktada özellikle Maturidiler, Mutezile’nin yanlışını vurgulamak için “İman sadece kalbin tasdikinden ibarettir.” ifadesini tercih etmişlerdir.

Fakat diğer taraftan Mürcienin amelsiz imanı yeterli görmeleri karşısında Ehl-i sünnet alimleri, amelin imandan bir cüz-ü mütemmim olduğunu söylemişlerdir. Bu noktada da özellikle Eşariler, murcielerin yanlışını vurgulamak için “Amel imandan bir cüzdür.” demişlerdir. Aslında Ehl-i sünnetin bu her iki mezhebinin de görüşü şu merkezdedir:

“Büyük günah işleyen dinden çıkmaz. Çünkü, amel imandan değildir. Amelsiz bir iman, sahibi üzerinde fazla etkin olmadığı için kurtuluşun garantisi sayılamaz; zamanla sönebilir”

Ve -bilindiği üzere- Ehl-i sünnetin görüşünü destekleyen pek çok ayet ve hadis vardır. İmanın amelden olmadığını gösteren ayetler yanında, imanın (bir amel icraatı olan) İslamla aynı olduğunu gösteren ayetler de vardır. Hatta bizzat İmam Maturidi, iman ile İslamı aynı manada kabul etmiştir(Kitabu’t-Tevhid).

Buna rağmen, “Amel imandan bir cüz değildir.” görüşünü savunmuştur. Tabiiki bu görüş doğrudur. Ancak, pek çok ayet ve hadiste, iman ile amel arasındaki yakın ilişkiye de işaret edilmiştir. Onun için Eşariler ameli imanın “mutemmim bir cüzü” olarak kabul etmişlerdir. (Geniş bilgi için bk. Aduddin el-Îcî, el-Mevakıf)

- Meallerini vereceğimiz ayetlerden de amelin imanın hakiki bir parçası değil, onun kâmil bir iman olmasını sağlayan tamamlayıcı bir parçası olduğunu anlamak mümkündür:

“ Şu kesindir ki Allah kullarına zerre kadar bile zulmetmez. Ama kulun zerre kadar bir iyiliği bile olsa, onu kat kat artırır ve ayrıca kendi tarafından büyük bir mükâfat verir.” (Nisa, 4/40),

“Şu muhakkak ki Allah Kendisine şirk koşulmasını (imansızlığı) affetmez, ama bunun altındaki/dışındaki diğer günahları dilediği kimse hakkında affeder. Kim Allah’a ortak icad ederse müthiş bir iftira etmiş, çok büyük bir günah işlemiştir.” (Nisa, 4/48, ), “Zerre ağırlığınca hayır yapan onu bulur. Zerre ağırlığınca şer yapan da onu bulur.” (Zilzal, 99/),

“Artık kimin tartıları ağır basarsa memnun kalacağı bir hayata girer. Kimin tartıları da hafif gelirse Onun barınağı da Haviye (cehennem) olur.” (Karia, /)

- Aslında iman ile amel ikisi de dinin birer parçasıdır; biri asli parçası diğer ise tamamlayıcı parçasıdır.

Bu konuda Bediüzzaman Hazretlerinin mahkemede kullandığı şu ifadeleri önemlidir:

“Makam-ı iddia, Risale-i Nur'un içtimaî derslerine ilişmek fikriyle, 'Dinin tahtı ve makamı vicdandır, hükme kanuna bağlanmaz. Eskiden bağlanmasıyla içtimaî keşmekeşler olmuştur.' dedi. Ben de derim ki: 'Din yalnız iman değil, belki amel-i sâlih dahi dinin ikinci cüz'üdür. Acaba katl, zina, sirkat, kumar, şarab gibi hayat-ı içtimaiyeyi zehirlendiren pek çok büyük günahları işleyenleri onlardan men'etmek için, yalnız hapis korkusu ve hükûmetin bir hafiyesinin görmesi tevehhümü kâfi gelir mi? O halde her hanede, belki herkesin yanında daima bir polis, bir hafiye bulunmak lâzım gelir ki, serkeş nefisler kendilerini o pisliklerden çeksinler. İşte Risale-i Nur amel-i sâlih noktasında, iman canibinden, herkesin başında her vakit bir manevî yasakçıyı bulundurur. Cehennem hapsini ve gazab-ı İlahîyi hatırına getirmekle fenalıktan kolayca kurtarır.” (bk. Şualar, s. )

- Evet, dinde salih amel çok önemlidir, fakat imanın içinde yer alan bir parçası değildir. Kur’an’da defalarca kullanılan “iman eden ve salih amel işleyenler” manasındaki ifadesi, salih amelin -çok önemli olmakla beraber- imandan farklı bir unsur olduğunun göstergesidir.

34 Allah'ın, insanlar kendisine ibadet etsinler diye yaratması gibi bir egosu mu var?

Bu ayetin anlamı, tanımlayıcı bir sınırlandırma içindir.

Allah insanları ve cinleri, bir şey yaratsınlar ya da birbirlerine veya diğer canlılara tanrılık yapsınlar diye yaratmamıştır.

Bu nedenle de insanlar kendilerine verilen irade, ilim ve kudret gibi nitelikleri ile kendi doğalarını aşamazlar.

Ancak inançsız insanlar yaratılış doğalarını aşmaya çalışmaktadırlar. Bu ise onları inançsızlık yolu ile kendi doğasını ilahlaştıran, ama doğum ve ölüm arasında sıkışmış zavallılığın paradoksal konumunu da acı çekmek olarak yaşayan bir konuma itmektedir.

İşte ibadet ile kastedilen yaratılışın bilincinde olan insanın, yaratanının bilgisine ve yaratıcı karşısındaki konumuna dikkatleri çekmektedir.

Şüphesiz Allah'ın kendi ezeli bağımsızlığı ve mutlaklığı için sınırlı ve sonlu olan yaratılmışların doğrulamalarına gereksinimi yoktur.

Ancak sınırlı bir doğaya sahip olan insanların, bu sınırlı doğayı yanlış yorumlamamaları için böylesi bir uyarıya ihtiyaçları vardır.

Ne yazık ki insanlar kendilerinde bulunan benlik duygusunu yanlış yorumlayarak bireysel tanrılıklarını ilan etmekte ve bununla birlikte de hiçbir sorunlarına kalıcı bir çözüm de bulamamaktadırlar.

İnançsızların bu benlik iddialarına dayalı olarak inançsızlıklarına göre kendi varoluş biçimlerini ve özlerini değiştirmeye güçleri yetmesi gerekirken veya evrensel düzeni diledikleri gibi değiştirmeye muktedir olmaları gerekirken, hiçbir şeye güçleri yetmez. Gıdaya, muhtaç oldukları gibi, kendilerinden bağımsız gerçekleştirilen her türlü değişimden de olumsuz etkilenirler.

Dolayısıyla kendini tanrılaştırmanın psikolojik bedellerini de yaşarlar.

Bu sıkıntılardan kurtulmanın yegane çaresi ise, kendinde bulunan irade, akıl, benlik gibi niteliklerin tanrılık anlamına gelmediğini, aksine yaratan Allah'ı bilmek ve onu yaratıcı olarak tanımak olduğunu bilmeleri gerekir.

İbadetin eylemle açığa çıkarılması ise, insanın kendinde bulunan niteliklerin diğer yaratıklardan ayrı istisnai durumunun onları sömürmek, onlara dilediğini yapmak anlamında verilmediğini yine eylemsel olarak ortaya koymak ve sürekli değişim içinde bulunan hayatın akışı içinde bunu yinelemekten ibarettir.

35 Samimi olmayı nasıl başarabilirim ve bütün gizli niyetlerimi, düşüncelerimi nasıl terk edebilirim?

Niyette samimi olmak için, Allah’a ve ahirete imanda samimi olmak gerekir. İmanımızda samimi olmadığımız sürece, niyetlerimizde de samimiyetsizliğimizi göstermeye devam edeceğiz. 

İmanımız yok demiyoruz Fakat, yetmişten fazla imanın mertebeleri vardır; bu mertebeleri kazandığımız nisbetinde samimiyetimiz artacaktır.

Mesela; her an Allah’ın kendisini kontrol etmekte olduğunu düşünen bir kimse ile böyle bir şeyi ayda-yılda bir veya birkaç defa düşünen bir kimsenin niyetindeki samimiyet, bir olamaz. Kalbinden geçenleri gören, işiten bir Allah’a iman eden kimsenin samimiyeti ile gaflete dalarak böyle bir algıya sahip olmayan veya böyle bir algı mekanizmasını işletmeyen bir kimsenin samimiyeti bir olamaz. 

Gafleti dağıtmak, aklını başına almak ve samimi olmak için imanı kuvvetlendirmek gerekir. Bunun başka bir formülü yoktur. 

İmanın kuvvetlenmesi ve insanı gafletten uzak durdurması ve sahibini her an iman şuuruyla beslenmesi ve iç disiplin sağlayacak bir dinamizme kavuşması için iki şeye ihtiyaç var dır:

Birincisi: Tahkiki iman.
İkincisi: Bu imanı güçlendiren salih amel/takva.

Özellikle bu asırda geleneksel bir iman nefsi dizginleyemiyor. Keza, gafletle yapılan bir ibadet de imana kuvvet veremiyor. En çok bizi Allah’ın huzuruna çıkaran beş vakit namazlarımız yoksa veya gafletle oluyorsa, böyle bir ibadetin bize bahşedeceği fazla bir samimiyet olamaz. Çünkü, samimiyetten uzak bir ibadetin samimiyet telkin etmesi ilahi hikmete aykırıdır. 

Bu sebeple, her şeyden evvel Allah’a, ahiret gününe tahkiki bir tarzda iman etmemiz ve bu iman şuurundan beslenmemiz ve bu imanı güçlendirmek için de bize terettüp eden kulluk görevlerimizi ciddi bir sorumluluk içinde yerine getirmemiz gerekir. Bunlara ilave bir kuvvet olarak da ölümü sık sık hatırlamakla iman ve amelimiz takviye etmeliyiz. Bunu başardığımız gün, niyetlerimizde, iç âlemimizde samimiyet rüzgarlarının etiğine şahit olacağız.. İnşallah

36 Kur'an ve iman hizmetinde bulunanlara ne gibi müjdeler vardır?

Kâinat tamamen fedâkarlık, yardımlaşma, fazilet ve vakıf ruhuyla sevk ve idare edilmektedir; menfaat kesinlikle söz konusu değildir. Zira güneş kendisi için ısıtmıyor, yağmur kendisi için yağmıyor, hayvanat ve nebatat kendileri için çalışmıyor, gözler kendileri için görmüyor ve ayaklar kendileri için yürümüyor. Demek ki kâinatta her şey başkasına büyük fedâkarlıkla hizmet ediyor. Bir nevi karşılıksız vazife ifa ederek kendilerini başkalarına vakıf ve feda etmişlerdir.

İslamiyet fıtri bir din olması hasebiyle, aynı vakıf ruhu İslamiyet'te de kendisini gösteriyor. Mesela peygamberler hizmetleri için ücret ve karşılık beklemezler. Yani vakıftırlar. Dinler, kitaplar bir çeşit hizmet ve fazilet esasına dayalı fikri olan vakıf sistemleridir. Ayrıca ibadetler, yardımlar, zekâtlar, ianeler hep vakıf ruhuna ve fedâkarlık esasına hizmet eden muamelelerdir.

Bu müessese fıtrattan ve yaratılıştan gelip, peygamberlerle insanlığa en güzel şekillerini ve sistemlerini takdim etmiş ve göstermiştir. İnananlarda ise; bu sistem fiziki olarak her tarafta neşvünema bulmuştur. Vakıf hanlar, camiler, medreseler, kitaplar, araziler, şehirler, davalar ve hayatlar. Osmanlıda ise; bu müessese teferruatına kadar yerleşmiş, kuşları ve hayvanları koruyacak kadar müesseseleşmiştir.

İman ve Kur'an hizmetinde bulunanlara verilen müjdelerden bir kısmını şöyle sırlayabiliriz:

1) “Allah yoluna çağıran, makbul ve güzel işler işleyen ve 'Ben Müslümanlardanım.' diyen kimseden daha güzel söz söyleyen kim olabilir?”(Fussilet, 41/33)

2) Hadis-i şerifte ifade edildiği üzere:

"Fesad-ı ümmetim zamanında kim benim sünnetime temessük etse, yüz şehidin ecrini, sevabını kazanabilir."(bk. Lem'alar, s. 49)

3) İslam’ın mukadderatı için toplanan, her asrın müceddidinin içinde bulunduğu bir mecelis-i münevver, asr-ı hazırın mebusu (bu asrın tecdidine tayin edilmiş bir müceddid) sıfatıyla orada bulunan Bediüzzaman Hazretlerine  alem-i misalde şu müjdeyi verdiler:

“Evet ümidvar olunuz, şu istikbal inkılabı içinde en yüksek gür sadâ, İslâmın sadâsı olacaktır!..” (Sünuhat-Tuluat-İşarat, s. 50).

4) “Ramazan-ı şerifte onuncu günün ikinci saatinde birden "Her zaman, ümmetimden bir cemaat, Kur’an’ın hak yolunda sabit-kadem olup, kıyamete kadar muarızlarına karşı galibane manevi cihad edeceğini" bildiren bu hadîs-i şerif hatırıma geldi. Belki Risale-i Nur şakirdlerinin taifesi ne kadar devam edeceğini düşündüğüme binaen ihtar edildi  ظَاهِرِينَ عَلَى الْحَقِّ (şedde sayılır) fıkrası dahi; makam-ı cifrîsi bin beş yüz altı () edip, bu tarihe kadar zahir ve aşikârane, belki galibane; sonra tâ kırk ikiye kadar, gizli ve mağlubiyet içinde vazife-i tenviriyesine devam edeceğine remze yakın îma eder.” (Kastamonu Lahikası, s. )

5) “Allah’ı ve Resulünü karşısına alanlar, onlara düşmanlık edenler en alçak/en zalil olanların derekesindedirler. Çünkü Allah:

 “Ben ve Resullerim elbette galip geliriz, diye hükmetmiştir.Şüphesiz ki Allah çok kuvvetlidir, mutlak galiptir.”(Mücadele, 22/)

mealindeki ayette, dinsizlerin, din düşmanlarının bir gün mutlaka mağlup olacaklarına, İslam dinine; Kur’an’a ve imana hizmet ederek, bu hizmeti hayatlarının yegâne gayesi bilerek Allah’a ve resulünün emirlerine tabi olanların mutlaka galip olacaklarına vurgu yapılmıştır.

-  “Ben ve Resullerim elbette galip geliriz.” cümlesinin riyazi makamı, şeddesiz yapar. Bediüzzaman’ın o tarihte “Ben küfrün belini kırdım.” derken, âdeta bu ayetin maddi bir tefsirini yapıyordu. Şedde sayılsa, bu sayı yapar. Bu işari beşaretten anlaşılıyor ki, ’dan beri, bazen “sırren tenevveret” sırrına göre, bazen aşikârane iman ve Kur’an’a hizmetini yoğunlaştıran İslam âlemi, ’dan itibaren galibiyetin sath-ı mailine girmiştir. Bugünkü cahil inkârcıların, bedbaht muarızların çırpınışları, yenilgilerini hızlandırmaktan başka bir işe yaramayacaktır. ÇÜNKÜ:

“Takdir-i Hudâ, kuvvet-i bâzu ile dönmez,
Bir şem'a ki, Mevlâ yaka, üflemekle sönmez.”
(Mektubat, s. 72)

6) Bediüzzaman Hazretlerinin Tüflis’te Rus polisiyle tartışırken, verdiği müjdeler, Allah’ın inayetiyle tahakkuk etme aşamasındadır. İslam alemi bugün bu doğumun sancıları çekiyor. Bir asır önce Rus polisiyle yaptığı bu konuşmasında Bedîüzzaman şu müjdeyi veriyordu:

“Bu kışın devamına ihtimal verebilir misin? Her kışın bir baharı, her gecenin bir neharı vardır.”

(Demek ki, İslam aleminin uzun süreden beri içinde bulunduğu kış mevsimi, artık yerini güzel bir bahara bırakacaktır. Kim bilir, belki de “Arap baharı”, bu hakikati ilan etmeye yönelik “intak-ı bil-hak” nevinden bu bediâne müjdeyi hatırlatmaktadır).

Rus polisinin: “İslâm (âlemi) parça parça olmuş.” şeklindeki ümit kırcı sözlerine karşı, Bedîüzzaman, şu sosyolojik tespiti yapıyor ve şu müjdeyi veriyordu:

“Tahsile gitmişler. İşte Hindistan, İslâm'ın müstaid bir veledidir; İngiliz mekteb-i idadîsinde çalışıyor. Mısır, İslâm'ın zeki bir mahdumudur; İngiliz mekteb-i mülkiyesinden ders alıyor. Kafkas ve Türkistan, İslâm'ın iki bahadır oğullarıdır; Rus mekteb-i harbiyesinde talim ediyorlar. İlâ âhir"

"Yahu, şu asilzade evlâd, şehadetnamelerini aldıktan sonra, herbiri bir kıt'a başına geçecek, muhteşem âdil pederleri olan İslâmiyet'in bayrağını âfâk-ı kemalâtta temevvüc ettirmekle, kader-i ezelînin nazarında feleğin inadına, nev'-i beşerdeki hikmet-i ezeliyenin sırrını ilân edecektir.”(Sünuhat-Tuluat-İşarat, s. 73; Tarihçe-i Hayat, s. 79)

37 “İnsanlara yarar sağlayacak şeylerle denizde seyreden gemilerde ve yeryüzünde her çeşit canlıyı yaymasında” ifadesinde nasıl deliller vardır?

a) Bakara suresinin ayetinin tam meali şöyledir:

“Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün sürelerinin değişmesinde, insanlara fayda sağlamak üzere denizlerde gemilerin süzülüşünde, Allah’ın gökten indirip kendisiyle ölmüş yeri canlandırdığı yağmurda ve yeryüzünde hayat verip yaydığı canlılarda, rüzgarların yönlerini değiştirip durmasında, gökle yer arasında emre hazır bulutların duruşunda, elbette aklını çalıştıran kimseler için, Allah’ın varlığına ve birliğine nice deliller vardır.”

Bu ayette Kur’an’ın prensip olarak Allah’ın varlığı ve birliği için kullandığı “ihtira” (yaratma) ve “inayet”(amaç) delilerine ye verilmiştir. Özeti şudur:

- Yer ile göklerin yaratılması, ortada olan bir gerçektir. Her yaratılan bir varlığın bir yaratanı olur. Bir iğne bile ustasız olmaz. Öyleyse yer ile göklerin de bir yaratanı vardır. Göklerin ve yerin harika birer sanat eseri olarak yaratılmaları, Yaratıcı'nın sonsuz ilim, kudret ve hikmet sahibi olduğunu gösterdiği gibi, ortak kabul etmeyecek kadar izzet sahibi olduğunu da gösterir.

- Gece-gündüzün varlığı, bir yandan güneş ile yer arasındaki ince münasebetlere işaret edilmiş, diğer taraftan da bu güneş sisteminin gece -gündüzü netice verecek şekilde dizayn edildiğine dikkat çekilmiştir. Böyle programlı, projeli, gayeli, amaçlı bir sanat eserinin ortaya konulması, onun kör tesadüfün oyuncağı, cansız-şuursuz atomların, elementlerin işi olamayacağının göstergesidir. Bu da sonsuz ilim, kudret ve hikmet sahibi olan Allah’ın varlığının delilidir.

- Keza,denizlerde gemilerin yüzebilmelerinde de delil vardır. Çünkü, geminin ilk defa su üzerinde yüzecek şekilde yapılması insan aklının ürünü olamaz. Kur’an’da ilk defa Hz. Nuh’un vahiyle gemiyi yaptığı bildirilmiştir. Bu bir yana;

Denizlerin / suyun kaldırma kuvvetinin olması, koca dağ gibi gemileri taşıyacak şekilde dizayn edilmesi ve bu gemilerin işlemesinde de insanlar için ticaret ve taşıma aracı olarak büyük faydalar sağlaması Allah’ın varlığını gösterir. Çünkü Allah’tan başka hiçbir sebep, hiçbir atom, suyun hiçbir molekülü, ne insanı tanır ki ona hizmet etsin, ne aklı var ki, bu sonucu doğuracak şekilde şekillensin, onu kudreti var ki, bu ince hesaplı-kitaplı işleri evirip çevirsin.

- Yağmurun yağması da insana fayda sağlama amacının bir sonucudur. Yağmurun yağması için, güneşin, atmosferin, denizlerin, rüzgârların, bulutların var olması gerekir. Demek ki, insanlar için bir tek gıda maddesinin yaratılması için âdeta kâinatın yaratılmasını ve bunun da sonsuz ilim, hikmet ve kudret sahibi bir Yaratıcı'nın varlığını gerektirir.

Demek ki, bu ayette bir tek ekmeğin var edilmesi için güneşin, denizlerin ve diğer mekanizmaların var olmasının gereğine vurgu yapılmıştır. Bu pencereden konuya daha detaylı bakılabilir.

b) “Allah'ın gökyüzünden indirip kendisiyle ölmüş toprağı dirilttiği yağmur" mealindeki ifadede “ölmüş toprak”tan söz edilmesi, insanların da öldükten sonra yeniden diriltileceğine dikkat çekmek içindir. Gözle görülen bir diriltme olayı, gözle görülmeyen bir olay olan insanların diriltileceğine kuvvetli bir delildir.

Ayrıca, yeryüzünün son bahar ve kış mevsimlerinde nasıl öldüğüne, bu ölüm kanunun nasıl harika bir yaratmaya bağlı olduğuna da işaret edilmiştir. Çünkü baharda bitkilerin dirilmesi ne kadar harika ise, sonbahar ve kışta bunların ölmesi de çok harikadır. Bazı ağaçlar kışta da yeşil kaldığı halde diğerleri niçin yaprak dökümüne uğruyor?

- Ölen bu bitkilerin taneleri ve çekirdekleri nasıl olur da gelecek baharda hiç şaşırmayarak bir önceki bahardaki gibi aynı ürünleri verebiliyor?

Özetle, “ölüm” ile “dirilme”nin yan yana gelmesinden büyük bir kuvvet doğar. Mülk suresinde belirtildiği üzere, ölüm de hayat gibi Allah’ın yarattığı bir olaydır. Çünkü ölüm olayı da  ancak Allah’ın ilmine, kudretine, ezeli kader ve kaza programına bağlı olarak tahakkuk eder.

38 Müslüman bir ailede doğan bir çocuk mükellefiyeti başlayacağı anda, "Ben Müslüman değilim." dese, mürtedlik cezası alır mı, yoksa mükellefliğin ilk başladığı zamanda kişinin hali mi baza alınır?

Büluğ çağına girmiş olmak İmam Ebu Hanife, İmam Malik, İmam Muhammed ile Hanbelilere göre şart değildir. Temyiz çağındaki çocuğun irtidat etmesi geçerlidir. Fakat İmam Ebu Hanife ve İmam Muhammed'e göre böyle olan çocuk öldürülmez ve dövülmez, ancak İslam'a girmesi için zorlanır.

Çocuk ana babasına tabi olarak Müslüman sayılır, sonra kafir olarak büluğa ererse ve büluğdan sonra kendisinden irtidat ettiği yolunda bir ikrar duyulmamışsa çocuk misali gibidir. Bu kimse İslam'a zorlanır, ancak öldürülmez. Ancak büluğdan sonra İslam'ı ikrar eder, ardından irtidat ederse öldürülür.(bk. ed-Dürrü'l Muhtar, III, )

İmam Ebu Yusuf ve İmam Şafii'ye göre ise büluğa erme şarttır. Temyiz çağındaki çocuğun irtidatı sahih olmaz, çünkü mükellef değillerdir. Şafiîler dışındaki cumhura göre, temyiz çağındaki çocuğun İslama girmesi sa­hihtir. Hadis-i şerîfte:

"Her doğan İslâm fıtratı (yaratılışı) üzere doğar."(Buhârî, Cenâiz 92; Ebû Dâvut, Sünne 17; Tirmizî, Kader 5)

buyurul­maktadır. Başka bir hadisinde Resul-i Ekrem (a.s.m) şöyle buyurmuştur:

"Lâilâhe illallah diyen cen­nete girer."(el-Câmiu's Sağîr, II, ; Mecmau'z-Zevâid, X, 81)

Netice olarak, cumhura göre temyiz çağındaki çocu­ğun İslama girmesi de irtidat etmesi de sahihtir, Şafiîlere göre sahih değildir. Temyiz çağındaki çocuğun İslama girmesinin kabul edileceği hususunda cumhurun görüşü daha tercihe şayandır. Çünkü Hz. Ali (r.a.) küçükken Müslüman olmuştu.

(İslam Fıkhı, Vehbe Zuhayli 7/)

39 Bazı arap ülkelerinde Müslüman olmayanlara baskı uygulandığı doğru mudur?

Suudi Arabistan’da uygulandığını seslendiren iddianın doğru olup olmadığını tespit etmemiz şu anda mümkün değildir. Her ülkede adalete aykırı ve yanlış uygulamalar olduğu gibi, İslam şeriatı ile hükmeden ülkelerde de şimdi olduğu gibi tarih içinde de yanlış uygulamalar olmuştur. İnsanların uygulamasına değil, İslam’ın / Kur’an ve Sünnetin ön gördüğü hükümlere bakmak gerekir.

İslam’ın ilk devleti olan Medine site devletinde, Yahudilerin de hukukunu koruyan bir -ve ilk- yazılı anayasa(Medine vasikası)nın varlığı, İslam dininin insanlara verdiği değeri ve tanıdığı toleransı göstermektedir.

“Kim bir zimmiye / gayri müslim bir vatandaşa eziyet ederse, kıyamet günü onun hasmı ben olurum. Ben kimin hasmı olursam, onunla hesaplaşırım.”(Kenzu’l-Ummal, h. No: )

 diye buyuran Hz. Peygamber (asm)'in açık beyanları, İslam dininin bu konudaki bakış açısını ortaya koyduğunu düşünüyoruz.

Bediüzzaman Hazretlerinin ifade ettiği gibi, “Acaba bir şeriat, karıncaya bilerek ayak basmayınız dese, tazibinden (eziyet vermesinden) men'etse; nasıl beniâdemin(insanların) hukukunu ihmal eder?”(Münazarat, s. 30).

“Kur'an’dan başka kaynak kabul etmek şirktir.” ifadesi, Ehl-i sünnet akideisne tamamen aykırıdır. Bu düşüncede olanlar, hadisleri yok hükmünde kabul ediyorlar ki, bu tavır bir dalalettir, sapıklıktır.

“Sakın! Sizden biriniz koltuğuna dayandığı bir halde, kendisine emir veya yasaklarımdan bir hüküm geldiğinde; ‘Biz bunu bilmiyoruz, Allah’ın kitabında ne varsa ona uyarız.’ derken görmüş olmayayım.”(Ebu Davud, es-Sünne, 6)

manasındaki bu hadis-i şerifin haber verdiği ve şiddetle uyardığı sapıklık budur.

Kütübü Sitte’de geçen aşağıdaki şu sahih hadisin ifadeleri de bu gibi düşüncelerin yanlış olduğunun açık delilidir:

“Dikkat edin, bana kitap (Kur’an) yanında bir o kadarı da verildi. Dikkat edin ki, yakında bir adam karnı tok koltuğuna gerilerek şöyle diyecek: 'Siz Kur’an’a bakın; onda bulduğunuz helalı helal, bulduğunuz haramı da haram sayın.'…(Ebu Davud, es-Sünne,6).

40 Müfevvida ne demektir?

Müfevvida, alemin yaratılışı ve idaresinin Hz. Peygamber (asm)'e, Ali (ra)'ye ve İmamlara verildiğini ileri süren aşırı Şiî grubunun adıdır.

Müfevvida kelimesi, sözlükte "bir işin yapılmasını ve o işte tasarrufta bulunulmasını başkasına havale etmek" anlamı­na gelen tefviz kökünden türemiştir.

Mez­hepler tarihi kaynaklarında aşırı Şiî grup­larından, kâinatın yaratılması ve yönetil­mesinin, ayrıca âhiret hayatında insanlara ceza veya mükâfat verme işinin Allah ta­rafından Hz. Peygamber (asm)'e, Ali (ra)'ye ve onun neslinden gelen imamlara havale edildi­ğini ileri sürenlere müfevvida (tefvîziyye) denildiği kaydedilmektedir. (krş. Nevbahti, Fıraku'ş-Şia, s. 71; Kummi, el-Makâlat, s. 92)

Tefvîz dü­şüncesi son dönem Şîa ulemâsında da görülmüştür. XIX. yüzyıl Şiî âlimlerinden Ahmed el-Ahsâî, Kazvin'de bulunduğu sıra­da ilâhî fiillerin imamlara tefviz edildiğini ileri sürmesinden dolayı İmâmiyye tarafın­dan tekfir edilmiştir.

Hz. Muhammed (asm)'i, Ali (ra)'yi ve evlâtlarını Al­lah'ın yarattığını kabul etmekle birlikte Al­lah'a ait işlerin onlara havale edilmesi ve dolayısıyla beşer üstü bir mevkide tasav­vur edilmelerinin genellikle gulüv unsur­larından ilâhî nur veya ilâhî bir cevherin kendilerine hulul ettiği görüşüne yahut te­nasüh anlayışına dayandırıldığı ileri sürülmektedir.

Müfevvida mutedil Şîa mensuplarınca kesin olarak reddedilmiştir. İmam Ca'fer es-Sâdık'tan nakledilen bir rivayette Gâliyye'nin kâfir, müfevvidanın müşrik oldu­ğu belirtilmiş, İmam Ali er-Rızâ da bu düşüncede olanların şirke düştüğünü söylemiştir. (Abdullah Hasan el-Mûsevî, Hadîs, s. )

İbn Bâbeveyh ise müfev­vidanın inanç yönünden Yahudiler, Hristiyanlar, Mecûsîler, Kaderiyye, Hâriciyye ve bid'atçılardan daha büyük bir dalâlet için­de olduğunu ve İslâm'la alâkalarının bu­lunmadığını kaydetmiştir. (Risâletü'l-i'tikadât, s. )

Tefvîz kavramı literatür­de "iradî fiillerin meydana getirilmesinin Allah tarafından tamamen insana havale edildiği" mânasında "cebr"in karşıtı ola­rak da kullanılmıştır. Nitekim, "İslâm dininde cebir de tefvîz de yoktur." şeklinde bir ifade Ca'fer es-Sâdık'a nisbet edilmiş­tir. (Batalyevsî, el-inşaf, s. 87, 89; bk. TDV İslam Ansiklopedisi, Müfevvida md.)

41 Bazı batıl din sahiplerinin mucize göstermesi nasıl açıklanabilir?

- Burada iki başlık söz konusudur: Hz. Muhammed (asm)’in gösterdiği mucizeler; Semavi olmayan din adamlarının gösterdiği mucizeler:

a) Hz. Muhammed (asm)’in gösterdiği mucizeler -sizin de işaret ettiğiniz gibi- bir kısmı en azından manevi mütevatirdir. Mirac(İsra, 17/1; Necm, 53/),Ay’ın yarılması (Kamer, 54/), Bedir savaşında attığı bir avuç çakılın düşman ordusunun tamamının gözlerine girmesi (Enfal, 8/17), bir kısım gaybi haberler (Rum, 30/;  Tahrim, 66/4) gibi bazı mucizeler bizzat Kur’an’da yer almıştır.

- Diğer bir kısım mucizeler de Kur’an’dan sonra İslam ümmetinin ikinci sahih kaynak olarak kabul ettiği Buhari, Müslim, Kütübü Sitte kitaplarında yer almaktadır.

İlmi kriterler ve rivayet kıstaslarına göre bu kaynaklarda yer alan mucizelerin bazıları en az manevi tevatür derecesindedir. Kaldı ki, Kur’an’da yer alan mucizelerin varlığı, Hz. Muhammed (asm)’in hak peygamber olduğunu ispat etmeye kâfidir.

- Ayrıca Kur’an’ın indiği günden itibaren muarızlarına meydan okuması, bir tek suresine bile bir nazirenin yapılamayacağını ilan etmesi ve bu meydan okumanın kıyamete kadar aynı ayetlerle devam etmesi ve buna karşı dost ve düşmanın ittifakıyla gerçek anlamda böyle bir nazirenin ortaya konulamamış olması, bütün mucizelerin üstünde bir peygamberlik mührüdür.

- Mucizeden maksat, sahibinin hak peygamber olduğunu tasdik etmek anlamına geldiğine göre, sadece Kur’an ve Kur’an’da yer alan mucizeler bile Hz. Muhammed (asm)’in hak peygamber olduğunu ispat eden açık delillerdir.

b) Semavi olarak kabul edilmeyen din adamlarının gösterdikleri iddia edilen mucizeler konusunda şunları söyleyebiliriz.

1) Bu imtihan dünyasında Allah insanların akıllarını muhatap almıştır. İmtihanın adalet ölçüsüne uygun cereyan etmesi için de “La ikrâhe fiddîn” (dinde zorlama yoktur) prensibi getirilmiş ve bu prensip gereği olarak da insan aklına zorunlu istikamet gösterilmemiştir. Mucizeler dahil her konuda “akla kapı açılmış” fakat insanın özgür iradesini rafa kaldıracak şekilde zorunlu bir istikamet gösterilmemiştir.

2) Bu çok önemli temel prensibin gereği olarak, Hz. Musa’ya “büyüleyici bir asa verirken, muarızlarına da büyü sanatını vermiştir. Bu manzara karşısında sihirbazların bizzat kendileri iman ederken, diğer bir kısım insanlar akıllarını tersine kullanmış ve “Musa’nın Asası” da diğer sihir türünden bir büyü olduğunu söylemiş ve inkâra devam etmiştir.

3) İşte “akla kapı açmak, özgür iradesini elinden almamak” prensibi, hak peygamberlerin mucizeleri ile sahtelerinin mucizeleri; hak velilerin kerametleri ile sahtelerinin kerametleri konusunda da -bir adalet ölçüsü olarak- cereyan etmiş ve etmektedir. Dünyadaki din imtihanının eşit bir platformda sürmesi adalet terazisinin devam etmesine bağlıdır.

4) Bütün bu açıklamalardan anlaşıldığı üzere, sahih olan mucizeler ile sahte mucizeler ve sahih olan kerametler ile sahte kerametlerin varlığı âdil imtihanın bir gereğidir. Ta ki iman edenler bir delile dayanarak iman etsin ve inkâr edenler de bir delile dayanarak inkâr etsin ve adalet yerini bulsun.

İşte İslam literatüründe bu sahih olan mucize ve kerametin karşısında yer alan sahte mucize ve kerametlere “istidraç” adı verilmiştir. Bu kelimenin terim manası: “Sahte bir insanın, sahte bir mucize veya kerameti sağlam bir mucize veya keramet kılıfında göstermesine imkân vermektir.”

İstidrac kavramı,

“Bizim ayetlerimizi (sahih delillerimizi) yalanlayanları bilmedikleri bir şekilde (sahte deliller içerisine) dercederiz / işin sahte formuna istidrac yaparız / işin sahte tarafını benimsemelerine imkân veririz.” (A'raf, 7/)

mealindeki ayetten istinbat edilmiştir/çıkarılmıştır.

5) İmtihan için sağlam olanlarla sahte olanların yan yana gelmesi imtihan sırrına uygun bir prensip olduğuna göre, sahihini sahtesinden ayırmanın da bir ölçüsünün olması şarttır.

İslam alimleri ayet ve hadislerin verdiği bilgilerden yola çıkarak bu ölçüyü (mucize veya kerameti gösteren) iddia sahibinin şahsında bulunabileceğini belirtmişlerdir. Buna göre, iddia sahibinin şahsiyeti, hayatı gösterdiği bu harika durumla uyum içindeyse, bu kimse sağlam, aksi takdirde sahte olarak değerlendirilir.

- Bu açıdan bakıldığı zaman, Hz. Muhammed (asm) gibi peygamberliğini ispat eden yüzlerce mucizeler yanında nübüvvetinin binlerce delilleri bulunan bir peygamber: “Benden sonra peygamber gelmez.” diyor. Ve  Semavi kitaplar içinde eşi benzeri olmayan bir muhtevaya sahip olan Kur’an’da: “Hz. Peygamberin son peygamber olduğu, kendisinden sonra bir peygamberin gelmesi söz konusu olmayacağı" hususu açıkça ifade edilmiştir. (bk. Ahzab, 33/40)

Buna göre, Hz. Muhammed (asm)’den sonra gelen Ahmed Gulam Kadıyani gibi kimselerin yalancı ve sahte olduklarında asla şüphe yoktur. Çünkü bu gibilerin iddiaları, Kur’an ve Hz. Peygamber (asm)'in sahih hadislerine terstir. Ve bu gibilerin DİN diye ortaya koydukları şeylerin bir kısmı İslam’dan alıntılanmış, diğer kısmı ise saçma-sapan şeylerle doludur. Ayrıca bunların hayatlarında gösterdikleri ahlaksızlık da hayatlarının gösterilen harikalarla asla bağdaşmamaktadır. Ortada tek şey kalır: İSTİDRAÇ.

- Tabii ki bu açıklamalarımız, iddia edilen şeylerin doğruluğu ispat edildiği takdirine bağlıdır. Yoksa peygamberlik iddiasında bulunan bir yalancının ortaya koyduğu iddia edilen harikaların doğrudan çok yalan olma ihtimali daha kuvvetlidir. Çünkü davasının temeli yalandır.

- Şüphesiz bu gibi deccallerde ispritizma, manyetizma nevinden büyücülük sanatının varlığı da ayrı bir istidraç konusudur. Hasan Sabbah’ın o günkü şartlarda insanlara harika diye takdim ettiği şeylerin temelinde Kimya, Simya sanatında yer alan fosfor gibi kimyevi maddeler olduğu sonradan kabul edilmiştir. Bunlara bir de esrar ve haşhaş gibi sarhoş edici maddeleri de ekleyince tam bir şeytan tuzağı kurulmuş oluyor

42 Allah’ı eğer ispat ediyorsak, neden hala inanıyoruz?

Cevap 1:

Her şeyden önce Bediüzzaman'ın Allah'ı ispat ettiği şeklinde bir yaklaşım farklı sorunları içermektedir. Bediüzzaman'ın Risaleleri incelendiğinde Allah'ı nesnel bir kavram olarak kabul ve bu kavramın isbatı şeklinde bir yaklaşımı olmadığı çok açıktır. Bediüzzaman öncelikle rasyonel bir temele oturtulmaya çalışılan inkar-ı uluhiyet yaklaşımının yine rasyonel olarak geçersizliğini ortaya koymaktadır.

Böylece varlık kavramı açısından olumsuzlanan uluhiyet yaklaşımının akliliğini belirlemektedir. Ancak Allah'ın varlığının neliği konusunda ise, tamamen uluhiyete uygun bir yeni dil kullanmaktadır.

Buna göre hakikat kavramının vahdaniyet, ehadiyet, samediyet, kemalat gibi aşkın gerçekliklerle doğrusal bağlantıları ortaya konulmaktadır.

Dolayısıyla onun yaklaşımı positivist bir ispatiyecilik olmak yerine, Kur'an vahyinin aşkın ve aynı zamanda içkin olan paradoksal gerçekliği ile bağıntılı olarak tanımlanmalıdır.

O bu bakış açısından tamamen yoksun ve maddeye dayalı zihinlere de hitap etmekte ancak, Üçüncü Şua, Yirmi Dördüncü Mektub, Otuzuncu Söz gibi eserlerindeki ve pek çok farklı yerde tamamen maddi olandan yükselmiş derin ve kapsamlı bir tefekkürle mevzuyu ele almaktadır. 

Cevap 2:

- İnanmak, bilmekle olur. Bilmediğiniz bir şeye inanmanız mümkün değildir. Bunu bir mantık formülü içinde takdim edersek: “Her inanç bir ilim sonucu olmayabilir, ancak her ilim bir inancı doğurur.”  Mesela, "Sudan" adında bir ülkeye inanmak için o ülkenin varlığını bilmek gerekir. Fakat bazı inançlar zihnin yanılgısı ve hayal mahsulü olduğu için bu gibi inançlar gerçek bir ilme dayanmazlar.

- İşte bu noktadan hareketle, denilebilir ki, Allah’ın varlığı sadece dogmatik bir inanç ürünü değil, aynı zamanda ilmen ispat edilen bir gerçekliktir.

Şüphesiz, bir şeyin gerçekliği, onun pozitivist materyallerin kalıpları içinde olmasını gerektirmez. Çünkü Epistemolojik bulguların ispatı, gözden ziyade aklın alanına girer. Örneğin, “bir tek harfin yazarsız, bir tek iğnenin ustasız” olmasının imkânsızlığından hareketle, evrenin mutlaka bir yaratıcısının olduğunu düşünmek ve düşündürmek bilimsel bir ispat tarzıdır.

Keza, her bir varlığın “kendiliğinden, tabiatın gereği, sebeplerin rolü” sonucu meydana gelme ihtimallerinin imkânsızlığı gerçeğinden hareketle, bu kâinatın Allah tarafından yaratılmasının kabul edilmesi akli bir zorunluluk olduğu hükmü, bilimsel bir ispat tarzıdır.

Bunların sonuçlarının kabul edilmesi, hem bir ilim hem de bir inancın oluşmasını ger ekli kılar.

- Kur’an’ın yüzlerce ayetinde, başta Allah’ın varlığı ve birliği olarak, iman esaslarının doğruluğu ortaya konulurken, akla, fikre müracaat edilmesi tavsiye edilir.

Bu sebeple, akıl ve fikir bazında “tahkiki imanı” elde etmek için ilmi delillerle konuların iç yüzlerinin araştırılması, bilimsel istidlal metoduyla neticeler çıkarmaya çalışmak, iman esaslarını bu metotla ispat etmek son derece önemlidir.

Eskiden beri, özellikle İslam Kelam alimleri bu metodu kullanarak iman esaslarını, bilhassa Allah’ın varlığı ve birliğini ispat etmeye gayret sarf etmişlerdir.

İlimlerin doruk noktasına vardığı bu asırda ise, Bediüzzaman Hazretleri, Kur’an metodu olarak bildirdiği benzer bir sistem içerisinde iman esaslarını ispat etmeye çalışmıştır. Hem akla hem kalbe hitap eden bir metotla orijinal-Kur’anî bir ispat metodunu ortaya koymuştur. Risale-i Nur’a bakanlar bunu tasdik edeceklerdir.

İlave bilgi için tıklayınız:

Yaratılış Delilleri 

nest...

çamaşır makinesi ses çıkarması topuz modelleri kapalı huawei hoparlör cızırtı hususi otomobil fiat doblo kurbağalıdere parkı ecele sitem melih gokcek jelibon 9 sınıf 2 dönem 2 yazılı almanca 150 rakı fiyatı 2020 parkour 2d en iyi uçlu kalem markası hangisi doğduğun gün ayın görüntüsü hey ram vasundhara das istanbul anadolu 20 icra dairesi iletişim silifke anamur otobüs grinin 50 tonu türkçe altyazılı bir peri masalı 6. bölüm izle sarayönü imsakiye hamile birinin ruyada bebek emzirdigini gormek eşkiya dünyaya hükümdar olmaz 29 bölüm atv emirgan sahili bordo bereli vs sat akbulut inşaat pendik satılık daire atlas park avm mağazalar bursa erenler hava durumu galleria avm kuaför bandırma edirne arası kaç km prof dr ali akyüz kimdir venom zehirli öfke türkçe dublaj izle 2018 indir a101 cafex kahve beyazlatıcı rize 3 asliye hukuk mahkemesi münazara hakkında bilgi 120 milyon doz diyanet mahrem açıklaması honda cr v modifiye aksesuarları ören örtur evleri iyi akşamlar elle abiye ayakkabı ekmek paparası nasıl yapılır tekirdağ çerkezköy 3 zırhlı tugay dört elle sarılmak anlamı sarayhan çiftehan otel bolu ocakbaşı iletişim kumaş ne ile yapışır başak kar maydonoz destesiyem mp3 indir eklips 3 in 1 fırça seti prof cüneyt özek istanbul kütahya yol güzergahı aski memnu soundtrack selçuk psikoloji taban puanları senfonilerle ilahiler adana mut otobüs gülben ergen hürrem rüyada sakız görmek diyanet pupui petek dinçöz mat ruj tenvin harfleri istanbul kocaeli haritası kolay starbucks kurabiyesi 10 sınıf polinom test pdf arçelik tezgah üstü su arıtma cihazı fiyatları şafi mezhebi cuma namazı nasıl kılınır ruhsal bozukluk için dua pvc iç kapı fiyatları işcep kartsız para çekme vga scart çevirici duyarsızlık sözleri samsung whatsapp konuşarak yazma palio şanzıman arızası