/Geçmiş geçmediyse eğer elbet birgün gerçekler gün yüzüne çkard./
Medyadaki görsel canm memleketim Sakarya'mn yeşilliklerinden sadece biraz Kimler nerelerden bizleri takip ediyor? ️
Bakn bölümü düzenleme yapmadan olduğu gibi atyorum. Kusurlarm varsa affola
Bol oy ve yorum istiyorum artk 🌼
Keyifli okumalar dilerim
Geceyi bir güneşle sonlandran dünya, aclarmz gülüşlerimizin içine mi sğdracakt? Uzun zamandr gülebildiğimi, bu evde kendimi daha çok kendim gibi hissedebildiğimi fark etmiştim. Geceleri korkuyla uyanmalarmn daha az olduğunu söyleyen Emir'in önerdiği doktor sayesinde bu halde olduğumun farkndaydm. O kadar karanlk şeyler yaşatmşt ki ruhuma, doktorumun söylediği gibi ruhumun bunlardan arnmas için zamana ve gerçek sevgiye ihtiyacm vard. Öyküm'ün varoluşu belki de beni ayakta tutan, daha güçlü yapan tek nedendi.
Defalarca kez tecavüze uğramş, işkencelere maruz kalmş, dayak yemiş, karanlk, küçük bir odaya kapatlmş, garip seslerin dinletildiği türlü sapknlklarna dayanmak zorunda kalmştm. Hamile olduğumu öğrendikten sonraki zamanlarda bu işkencelerini azaltmşt. Çocuğunu önemsemiş, annesine ise eziyet etmekten asla geri kalmamşt. Düşüncesi bile titrememe neden olacak kadar zordu benim için. Tüm bunlar nasl yaşadğma hala inanamyordum.
"Bugün nasl geçti diye sorsamda sen yine anlatmayacaksn sanrm."diyen Emir'in arabasna doğru yürürken sessiz düşüncelerimi bölmüştü.
"Yani doktorumla benim aramda."diyerek göz krptğmda gülümseyişi genişlemişti.
O çocukluğunu bildiğim Emir'den tek farksz olan yan gülüşü ve bana bakşlaryd. Geriye kalan her şeyi değişmişti.
"Biraz gezelim mi?"diyerek konuyu değiştiren Emir'e kafam sallayarak cevap vermek istemiştim.
Nereye gideceğimiz hakknda bir fikrim yoktu ve açkças onunlayken nedenini bile sormak aklma gelmiyordu. Ona hissettiğim yaknlğn nedeni çocukluk aşkm oluşu muydu yoksa bana kattklar myd bilmiyordum ama onun yannda kendimi güvende hissettiğim ve güçlü olduğumu bildiğim bir gerçekti.
"Çocuk park m?"diyerek şaşrdğmda gülüşü yeniden gamzelenmişti.
"Evet, tpk eski günlerdeki gibi."diyerek hazr bir cevap verdiğinde tek kaşm kaldrarak onunla atşmştm.
"Ama artk büyümüş olduğumuzun farkndasn değil mi?"
"Parkta oynayacağmz falan m düşündün sen?"diyerek gözlerini devirdiğinde gülümseme sras bana geçmişti.
"Seni bir an öyle düşündüm de.. ay yok yok.."diyerek gülmeye başladğmda beni kolumdan hzla tutup, hzna göre hiçte sert olmayacak şekilde banka doğru sürüklemişti.
"Eski anlarmzdan konuşacağz senin yaptğn alaya bak!"diyerek daha çok kendi kendine söylendiğini duyduğumda ona kzmamay, aksine bozulmuş olduğu için istediği gibi davranmaya karar vermiştim.
Oysa ben onunla atşmay seviyordum. Onunda bundan hoşlandğn bildiğim için yapmştm bunu ama demek ki şu an hoş bir zaman olmamşt. Eskileri bu kadar çok önemsiyor olduğunu bilmiyordum.
"Ben sadece taklmak istemiştim. Haklsn, konuşmamz yarm kalmşt."dedikten sonra ortam yumuşatmak için banka oturup, "Ee böyle boş mu oturacağz, eski günlerdeki gibi çekirdek ve gazozumuz yok mu?"diye sormuştum.
Gülüşü yavaş yavaş yüzüne yaylrken etrafna baknp, bir büfe ya da market aryor olduğunu fark etmiştim. Anlarmza dair hatrladklarm onun hoşuna gidiyor olmalyd.
"Hemen alyorum. Bekle beni burada."dediğinde arkasndan "sanki başka işim varmş gibi."diyerek bağrp gülmüştüm.
Tuhaf bir hazla yüzümdeki gülümseme tükenmeden elime telefonumu alp, saatlerdir kzmdan haber almadğm için evin telefonunu aramştm. Babamn sesini duyduğum vakit şaşrsamda bozuntuya vermemiştim.
"Alo kzm."dediğinde arkadan Öyküm'ün gülüşmelerinin sesi geliyordu.
Bir anda burnumda tütmeye başlayan meleğimi çoktan özlemiş olduğumu fark etmiştim. Evimin neşesi, hayatmn tek gerçeğiydi.
"Baba, neden sen açtn telefonu?"
"Telefona biz daha yakndk torunumla, senin numaran görünce de merak ettiğini anlayp biz açtk."diyen nefesi hzl hzl alp vermeye başlamasndan anladğm kadaryla kzmla oyun oynuyorlard.
Onunla birlikte yerde yuvarlanyor, çocuklaşyordu. Babamn böyle bir adama dönüşeceğini asla düşünemezdim. Onu ilk gördüğümde öyle sert bir surat, mizac vard ki bu kadar yumuşak bir dedeye dönüşme ihtimalini asla düşünemezdim.
"Siz oyun mu oynuyorsunuz?"dediğimde o srada gelen Emir'in bakşlar değişmiş, kiminle konuştuğumu anlamadğ için sorar gözlerle bakar olmuştu.
Sessiz bir şekilde babamla konuştuğumu sadece dudaklarm oynatarak belirttiğimde rahatladğn fark etmiştim. Serdar yüzünden diken üstünde olduğunun farkndaydm. Bir sonraki hamlesi ne olacak diye sürekli tetikte bekliyorduk. Elindeki gazozun kapağn açmak için küçükken de yaptğ gibi bankn sert uç tarafna denk gelecek şekilde koymuş ve eliyle üzerine vurmuştu. Küçükken yaptğ bu hareketle elinin acyp acmadğn çok düşünürdüm. Can yanmaz myd?
"Evet, Öyküm'ün keyfi gayet yerinde. Az evvel senin braktğn sütü içirdik. Şimdi dedeyle oyun, sonrada uyku vakti yapacak benim torunum."diyerek bir yandan onu sevdiğini tahmin ettiğim sesler çkaryordu.
Onlarn bu halleri çok hoşuma gidiyor, beni her seferinde gülümsetiyordu.
"Senin seansn nasl geçti? Şimdi mi çktn kzm?"diye sorduğunda gazozumu elime alp, bir yudum almadan önce cevap vermiştim. O srada Emir elindeki çekirdek paketini açyordu.
"Güzeldi. Evet yeni saylr. Emir'le biraz hava alalm dedik. Bir, iki saate evde oluruz. Bir sorun olursa hemen arayn baba olur mu?"
"yi düşünmüşsünüz. Hep evdesin zaten biraz gez kzm. Sen bizi düşünme keyfine bak."
Telefonu kapattktan sonra bir elinde gazozu, bir elinde çekirdeğiyle bacak bacak üstüne atmş takm elbiseli Emir'in şu haline gülmeden edememiştim. Şaşkn gözleriyle beni incelerken ne olduğunu deli gibi merak ettiğini bilsemde, gülmemi bastramadğm bu görüntü karşsnda bir şey diyememiştim. Takm elbiseli, avukat ve şirket sahibi bir adam bile bu hale getiren hayat bize neler yapmazd.
"Ne? Ne oldu şimdi? Ne kaçrdm ben?"diyerek bir yandan hala çekirdeğini çitliyordu.
"Seni bu hale getiren hayat bize neler yapmaz."diyerek üzerini göstererek konuştuğumda anlamas çok uzun sürmemiş, kendisi de benimle birlikte gülmeye başlamşt.
"Değil mi ama takm elbiseyle parka gelip, çekirdek çitlemeyen adamda adam değildir yani."dediğinde beni benden almşt.
Bu kadar çok güldüğümü daha önce hatrlamyordum. nsanlarn bize bu kadar çok güldüğümüz için mi yoksa Emir'in bu üstüyle başyla çekirdek çitliyor oluşuna m bakyor olduklarn çözemesemde, kimseyi umursayacak durumda hissetmiyordum. Aksine en güzel anlarm yaşyor gibiydim. Çocukluğumu bana geri vermişlerdi. 'Sen çok yara aldn tekrar geriye dönüp, mutlu anlarn tekrar yaşaman gerekli' demişlerdi sanki.
"Emir ne iyi ettin bizi buraya getirmekle. Uzun zamandr böyle gülmüyordum. Teşekkür ederim."
"Sana iyi gelecekse bütün mahalle parklarn tek tek gezeriz, hiç sknt değil."diyerek gülümsemiş, elindeki çekirdekleri paketine geri koymuştu.
"Hatrlyor musun? Bir keresinde kaydraktan kayarken kafan vurmuştun da benim suçum olduğunu söyleyip, bütün gün trip atmştn bana."dediğinde utanarak kafam eğmiş ve gülümsemiştim.
Elbette hatrlyordum. Tribimin asl sahibi kendim olsamda gerçeğini ona ödetmek zorunda kalarak yaptğm çocukluğu düşününce utanyordum. Bunun gibi bir çok saçma şeyi yapmş olabilirdim.
"Hatrlamaz olur muyum? Onun gibi bir çok şeyi senden çkarmşlğm var ve hepsi için şu an özür dileyebilirim. O zaman ki Asl çok nazlyd kabul."
"O zaman ki Asl'da, şu zamanki Asl'da asla kimseden özür dilememeli, benden bile."diyerek duygu dolu bakşlaryla beni yine ekseni içine almaya çalşyordu.
Emir artk bakşlarn ve sanrm hislerini gizlemek istemiyordu. O böyle yaptkça kendimi köşeye skşmş hissediyor, ona bir cevap verme gereği duyma skntsndan stresleniyordum. Onu kaybetmek istemediğim için, belki de onu kaybetmekten korktuğum için duygularn anlamyormuş gibi davranmaya çalşyordum. Böyle yapmasam eğer benden bir beklentisi olacak ve belki de istediği, hak ettiği duygular ona ben veremeyecektim.
"Sen.. yani siz taşndktan sonra neler yaptn? Aklna hiç arkadaşlarmz falan gelmedi mi?"diyerek konuyu değiştirmeye çalşmş, ayn zamanda da merak ettiklerimi öğrenmeye çalşmştm.
"Çok bir şey yapmadm aslnda. Bir tek sana ulaşamadm ama diğer arkadaşlarmzla bir, iki yl kadar daha uzaktan görüştük. Sonrasnda uzak olunca koptuk sanrm. Ama aklm hep sendeydi."dediğinde nefesim beni boğuyor gibi hissetmiştim.
Zamannda bende onu uzunca bir süre aklmdan çkaramamştm. Ben bir şekilde hayatma devam etmiş, onu anlarda brakmştm ama sanyordum ki Emir beni anlara hapsetmemişti. Duygularnn böyle olduğunu bilseydim eğer ondan asla vazgeçmezdim, biliyordum ama şu an her şey için çok geç kalmş gibiydik. Ne o eski çocuktuk, ne de ben eski bendim. Benden bir çok şey eksilmiş, bir çok şey gitmişti. Benim önceliğim evladm düşünmek, onun iyiliği için elimden geleni yapmakt.
"Sen neler yaptn asl? Sana bir türlü ulaşamadm. Siz neden taşndnz mahalleden sonra? Ve ne kadar sonra taşndnz?"
"Siz apar topar gidince bende çok üzülmüştüm. Bir daha görüşemeyeceğimizi babamn taşnmamz gerek dediği zaman anladm. Neden taşndk bilmiyordum o zaman. Ben iş nedenidir sanyordum ama biliyorsun. Gerçek babamn beni bulamamas için kaçryorlarmş beni."
"kimizde ailemiz yüzünden ayrlmak zorunda kaldk. Böyle olmasayd belki.."dediği cümlesini tamamlamamş, benden bir adm beklemişti.
"Belki de birlikte büyüyecektik değil mi?"
"Ve seni belki de her şeyden koruyacaktm. Eskisi gibi."diyerek ciddileştiğinde, gözlerinin sinirle dolmas bir olmuştu.
Yaşadklarmdan kendini suçlu hissediyor olmas saçmayd. Onun asla bir suçu yoktu. Tercihler, seçimler ve hatalar tamamen bana aitti. Evet, belki o hayatmda olsayd ben Serdar'a aşk olmayacak, belki de bunlar yaşamak zorunda kalmayacaktm ama hayat bize bunlar reva görmüştü.
"Baz şeyler yaşanmas gerekiyormuş. Çektiğim aclar yanma kar kalsa da, şu an yanmdasn. Ve beni her şeyden ve herkesten koruyacağna eminim."
"Her şeyden ve herkesten."
Baz zamanlarn yaşanmas gerekti. Yağmurdan sonra güneşin doğumu olduğu gibi hüzünlerin ardndan bir mutluluk gelmeliydi. Hüzünle gölgelenen ruhumuza ilaç sadece sevgiydi. Gerçek sevgi her zaman insan iyileştirirdi. Birine sonsuz inanmak, birine sonsuz güvenmek ne demek Emir'de görmüştüm. Çocuk yanmd. Beni en iyi tanyan, beni en çok anlayacak oland. Bir şeyler değişmişti evet ama ona olan güvenimi bir şey zedelemiyordu. Ne olursa olsun ona güvenmekten vazgeçmeyecektim.
Uzunca bir süre daha bankta oturmuş, onsuz neler yaptğmdan, yeni arkadaşlarmdan, okulumdan, yaşadklarmdan tek tek bahsetmiştim. Ayn şekilde kendisi de neler yaşadğn, aclarn gizlemeden her bir şeyi bana anlatmş, dostu bildiği iki insan ile nasl tanştklarn, maceralarn, hepsini tüm duygu değişimlerini yaşaya yaşaya anlatmşt. lk defa belki de bu kadar açk olmuştuk birbirimize karş ve ilk defa onun aclarn gösterişine şahit olmuştum. Babasnn annesini öldürdüğünü öğrendiği zaman çektiği acnn tarifi olmadğn, daha kötüsü ne olur diye düşünürken, annesinin babasn aldattğ için öldürdüğünü öğrendiğini ve ykldğn anlatmşt.
Anne ve babas hiçbir zaman onunla gerçek anlamda ilgilenmemişlerdi. Babamn ona olan ilgisi bir baba gibi olduğu için belki de ona bu kadar bağl hissediyordu. Gerçekleri bilse daha fazla can yanacakt belki ama gerçekleri bilmeye hakk vard. Kendi annesi bildiği kadn annesi değil, babas ise karaktersiz adamn tekiydi. Öyle bir babadan böyle bir çocuk olmas ise gerçekten mucize olsa da, Emir'in annesine benzediğini düşünüyordum. Onu görmesem bile babamn hala aşk olduğu kadnn kötü bir karakterinin olacağn düşünmüyordum.
Eve döndükten bir süre sonra babam yine çalşma odasnda müzik dinlerken görmüştüm. Ayn müzik, ayn hüzün, ayn gözyaşlaryla Ona ne söylemem, ne yapmam gerektiğini bilmeden öylece bir süre beklemiştim.
"Neden Leyla? Neden onca zaman uzaklarda yaşadn? Aşkndan ölürken ben, neden hiç gelmedin? Seni böyle mi bulacaktm ben?"dediğinde Emir'in annesinin yerini bulduğunu mu ima ediyor olduğunu idrak etmekte biraz zorlanmştm.
Göğsünü tutmaya başladğ zaman daha fazla bu haline dayanamayp, aralk kapdan kendimi hzla içeri atmştm.
"Baba bunu kendine neden yapyorsun?"
Sözlerim karşsnda m yoksa bu hallerini gördüğüm için mi bilmiyordum ama oldukça afallamş, gözyaşlarn m silsin kendini mi toplasn bilememişti.
"Onu buldum kzm."dediğinde o srada ilacnn nerede olduğuna baknyordum.
Onu biraz rahatlatmak, kendine getirmesi açsndan belki iyi olabilirdi. Aksi halde üzüntüden kalbine bir şey olabilirdi. Onu kaybetmeyi göze alamazdm. Hayatma yeni girmişken çkamazd.
"Duydum baba. Önce sakin ol. Kalbin mi skşyor?"
"Ben iyiyim bir anlkt."dediğinde derin bir nefes almş, karşsndaki sandalyeye oturmadan önce benim gibi birisinin daha duyabilme ihtimaline karş kapy kapatmştm.
"Baba artk bana neler oluyor tam anlatr msn? Annesini buldun ama mutlu değil gibisin, bir sorun mu var?"
"Kendine başka bir hayat kurmuş. Başka bir adamla evlenmiş, bir de kz olmuş. Sakarya'da küçük bir ilçede yaşyor."
Yklmşlğnn nedenini anlayabiliyordum. Bunca yldr babam onu sevmekten bir an olsun vazgeçmemişken belki de onun aşkla bir evlilik yapmş olabileceği fikri onu kahrediyordu. Başka bir adamdan bir çocuğu daha olmuştu. Emir'in bir kz kardeşi daha vard.
"Belki o da severek evlenmemiştir baba, evlenmek zorunda kalmştr. Ne yaşad, neler oldu bilmiyoruz ki."
"Doğru. Ama yine de kalbim bunu kaldrmyor artk."diyen yaşl gözlerinin acs kalbime oturmuş, boğazm düğüm düğüm etmişti.
"Nasl bu kadar aşk olabildin baba? Hiç mi sevmekten vazgeçmedin onu?"
"Hiç."
"Onunla doğru düzgün bir ann bile yok. Seni gerçekten sevip sevmediğini bile bilmediğin bir kadn yllarca sevmek çok büyük bir şey. Çok güzel kalbe sahipsin sen. Beklemeden sevmişsin, dokunmadan hissetmişsin, görmeden güzel demişsin. Bunu herkes yapamaz baba. Leyla hanm çok merak ediyorum bu yüzden."dediğimde yumuşak bir tebessüm etmişti.
"Leyla çok farklyd. Kendine ait bir dünyas vard onun. Diğer genç kzlar gibi zengin bir erkek bulup evleneyim diye düşünmeyen, taş sksa suyunu çkaracak kadar kendi ayaklar üzerinde durabilen güçlü bir kadnd. Dş güzelliğinden önce düşüncesini, konuşmasn, nelere güleceğini bilmesini sevdim ben onun. O yaşlarda böyle sevmek zordu ama benim için hayat hiçbir zaman kolay olmamşt ki.."
"Onu gidip gördün mü peki gözlerinle?"
"Hayr ben görmedim. Gitmeye cesaret edemedim. Onu ailesiyle mutlu görürsem dayanamayabilirim diye düşündüm."
Babamn bana karş açk olmasn sevmiştim. Ne hissediyorsa içinde yaşamaktan belki de bkmşt. Bunca sene içinde tuttuklar, srlar, aclar, aşk tüm yaşadklarnn yükü ağr olmalyd. Ona gptayla baktğm görüyor muydu? Onun kadar güçlü birini daha önce tanmamştm.
"Bence gözlerinle görmeli, bir kez de olsa konuşmal, onu dinlemelisin. Ona Emir'den bahsetmelisin. Neden onu braktğn anlatmal. Neden hiç gelmediğini söylemeli. Hatta önce Emir'e gerçekleri anlatmalyz artk."diyerek ayağa kalkacak olduğumda babam telaşla beni yerime tekrar oturtturmuş, sessiz olmam için işaret yapmşt.
Korkuyordu. Korkunun ac veren vicdan szsn gözlerinde görebiliyordum. Emir'i kaybetmekten korkuyordu ama bu korkuyla, bu srlarla daha fazla yaşanmazd. Nereye kadar saklayabilecekti? Emir'in bunlar bilmeye, en çokta ondan öğrenmeye hakk vard.
"Kzm dur. Lütfen ben.. bunu nasl yapacağm bilmiyorum."
"Baba Emir'in annesini bilmeye hakk var."
"Biliyorum ama onu görmeden, dediğin gibi onunla konuşmadan, doğruyu, yanlş tartmadan onu bu kargaşann içine çekmek istemiyorum. Anne babasndan çok çekti ve şimdi gerçek annesini, tüm yaşananlar öğrenmek ona ağr gelebilir. Üstelik düşünsene annesinin onu hiç aramadğ düşüncesiyle nasl başa çkacak Emir? Onun için çok zor Asl. Önce ben Leyla'dan her şeyi öğrenmeliyim ama ailesi bu durum hakknda kötü etkilenir mi diye de düşünmek zorundaym. Pat diye hayatna girmek ona da hakszlk olur gibime geliyor, bilmiyorum."derken kafasnn oldukça karşk olduğunun farkndaydm.
O bu haldeyken daha fazla srar etmemin bir manas yoktu. Hakl olduğu yanlar olsa da Emir'in bilmesi gerektiği fikrinde hala hemfikirdim.
Başka bir ailesi olmas Emir'i üzebilirdi. Bunca yl onu düşünmediğini, hiç sevmediğini düşündürebilirdi. Gerçekten böyle miydi yoksa? Emir'i hiç mi sevmemişti? Neden babasna brakp gitmiş, kendi hayatn başka bir yerde kurmuştu? Bilmediğimiz daha bir çok şey olduğunu düşünüyordum. çimdeki bir ses o kadnn kötü bir kadn ve anne olmadğn söylüyordu.
"Peki ne zaman gitmeyi düşünüyorsun?"
"Yarn sabah yola çkyorum. Birkaç güne ihtiyacm var. Döndüğümde Emir'e her şeyi anlatacağm."dediğinde gözlerinin ne kadar kararl olduğunun farkndaydm.
Korkuyordu ama tüm gerçekleri öğrenip, ona doğru bilgiler vermek ve içini rahatlatmak istiyor gibiydi. Onun yalan hayat da buydu. Annesi bildiği kadn annesi değil, hatta Haşim amcasnn sevdiği kadnd. Babasnn zorla sahip olmasyla kendisine hamile kalmasyla dünyaya gelmiş bir çocuk olduğunu öğrenmek, üstüne annesinin onu babasna brakp başka bir yerde kendine aile kurduğunu öğrenmek onun için hiç kolay olmayacakt. Bunlar nasl atlatacağ konusunda oldukça endişeliydim. Yllarca çektikleri yetmezmiş gibi daha bir çok şey duyacak, kendini çok kötü hissedecekti. Kimseye içindekileri belli eden biri değildi ama bana her duygusunu göstermişti. Belki de susmamn tek nedeni buydu. Aclarna şahit olmamd.
Yanmda duran Emir'in merakl bakşlar babam bulduğunda, içimden binlerce geçen düşüncelerimi susturmaya çalşyordum. Tüm gerçekleri öğrenecek ve ne tepki verecek diye stresleniyordum.
"Haşim amca ne söyleyeceksin, seni dinliyorum?"
Yanlarnda kalbim ağzmda atarak onlarn konuşmalarn dinlerken, babamn gözlerinin dolu dolu olduğunu görebiliyordum. Gözleri ne kadar endişeli olduğunu gösteriyordu.
"Oğlum.. nasl söylemem gerektiğini bilmiyorum ama annen bildiğin annen gerçek annen değildi."
"Ne?"diyerek alayla karşk gülümsediğinde merakl bakşlar oldukça tehlikeli görünüyordu.
"Baban gerçek annene zorla sahip olmuş"dediğinde Emir elini kaldrarak onu susturmuştu.
"Ne saçmalyorsun Haşim amca sen! Tamam babam normal bir adam değildi ama bana neden yalan söylemiş olsun ki?"
Söylediklerini anlamlandramyor, yaşadklaryla bağdaştramyordu. Kabullenmek kolay değildi. stenilmediğini düşünmek oldukça zor olmalyd.
"Oğlum biliyorum inanmak çok zor-"
"nanmak m? Haşim amca diyelim ki bunlar doğru. Senin babamdan ne farkn var? Sen neden benden bunlar gizledin bunca yldr?"diyerek bağrmasnbeklemediğim için, ellerimin endişeden titremesinidurduramyordum.
"Haklsn ama-"
"Haşim amca bence daha fazla konuşmayalm."diyerek bana doğru döndüğünde gözlerinin krgn bakşlar içimi bir tuhaf ediyordu.
"Sende biliyordun değil mi? Ve benden sakladn. Bari sen yapmasaydn Asl.."diyen dolu dolu gözleri o kadar krgn bakyordu ki, nefesim genzimi yakarak geçiyordu.
Bir şey söylemek istesem de söyleyememiş, ardndan gitmek istediğimde ise hzna yetişememiştim.
Kan ter içinde uyandğmda vicdan azabm hzla üzerime çullanmş, zaten günlerdir ondan sakladklarm içimi yemeye devam etmişti. Yan başmdaki sürahime baktğmda boş olduğunu görmüş, derin bir nefes vererek Öyküm'ü uyandrmadan odadan çkmaya çalşmştm. Mutfağa sessizce inmiş, yan baş sürahimi doldurup odama geri dönmek istemiştim ki Emir'in konuşmasyla irkilmiştim.
"Yine bir kabus mu gördün sen?"dediğinde ona doğru dönmüş, onunda benim gibi sürahisini doldurmaya geldiğini elindeki boş sürahiden anlamştm.
"Ben.."
"O şerefsizin artk cezasn çekmesi için elimden geleni yapacağm. Çok bile dşarda kald."diyerek yumruğunu sktğnda, elindeki sürahiyi alarak ona bakmadan suyunu doldurmaya başlamştm.
Kabusumun nedeninin o olduğunu sanyordu ama oysa onu görmüştüm. Endişemin, üzüntümün nedeni bu sefer kendisinin üzülecek olmasyd. Ondan bir şeyler gizlemek oldukça zoruma gidiyordu. Sanki onu kandryormuşum gibi hissediyordum.
"Ne gördün?"diye sorduğunda elimdeki sürahiyi elimden düşürmem bir olmuştu.
Etrafa saçlan parçalarn ardndan dökülen su üzerimize sçramş, bacaklarmz slatmşt.
"Özür dilerim."diyerek eğilmiş, parçalar toplamaya çalşrken Emir ellerimden yakalayp, gözlerine bakmama zorlamş ve beni ayağa kaldrmşt.
"Sakin ol. Kazayla düştü. Hem.. ben sana kimseden özür dileme dememiş miydim? Bunlar da dert etme. Sabah temizlerler. Gel ben seni odana çkaraym."diyerek şefkatle endişemi yatştrmaya çalşyordu.
Normalde buray bu halde brakmay asla kabul etmezdim ama onunla daha fazla yüz yüze gelmek istemiyordum. Benim için ondan bir şeyler saklamak oldukça zordu. Herkesten her şeyi gizleyebilirdim ama Emir'den bir şeyleri gizlemek beni üzüyordu. Üstelik bu şeyler hayatnn gerçekleri olunca benim krmz çizgim haline geliyordu.
Sessizliğini koruyarak beni odama kadar çkarmş, gözlerimin içine sevgiyle bakmşt. Onu bu halde gördükçe içim eziliyordu. Ondan sakladklarmz öğrendiği zaman bize çok kzar myd?
"Şimdi güzelce dinlen. Eğer tekrar bir kabus görürsen yanma gelebilirsin. Oturur biraz konuşuruz kafan dağlr."diyerek sessizce konuştuğunda Öyküm'ün ağlama sesi bir olmuştu.
Kendime bir kaçş yolu bulduğum için oldukça şansl hissetmiştim. Daha fazla Emir'in bakşlarnn altnda ezilmeyecektim.
"Öyküm ağlyor. Teşekkür ederim Emir, eğer bir şey olursa gelirim. yi geceler."diyerek ardma bile bakmadan odama girip kapy kapatmş, Öyküm'ü hzla kollarmn arasna alarak yatştrmştm.
Babamn bir an önce gelmesi ve olanlar bir bir anlatmas için dua etmiştim. Gitmeden önce ona söz vermiş olmasaydm eğer gördüğüm rüyadan sonra ona olanlar çoktan anlatmş olurdum. Ama elimi ayağm bağlayan bir sözüm vard.
Sabah Öyküm'ün ağlamasyla zorla gözlerimi açmş, saatin kaç olduğuna bakmak istemiştim. Her sabah erkenden kalkan kzmn bugün biraz daha geç uyanacağ tutmuş olmalyd. Biraz daha fazla uyamak istememin sebebi oldukça geç uyumuş olmam olsa da, küçük bir bebeğim olduğu için buna katlanmak durumunda kalyordum.
Kollarmn arasna gelen miniğim hemen sessizleşmiş, göğsüme yaklaşarak sütünü istediğini ima etmişti. Artk çoğu şeyini anlatmaya çalşyor gibiydi. Herkesi kavryor, en çokta babama ilgi duyuyordu.
Küçük hanmn karnn doyurup, giydirdikten sonra kendi rutinimi de tamamlayp, aşağya kahvaltya inmiştik. Önce mutfağa gidip, Serap'n babaannesine brakmş olduğum camlar için özür dilemeyi düşünüyordum ki, Emir'in kendisinin krdğn söylemesi üzerine susmak durumunda kalmştm. Arkasnda olduğumun farknda değil gibiydi.
Aniden telefonu çalnca geriye dönüp beni görmüştü. Gülümseyerek günaydn demiş, ardndan telefonunu açarak içeriye kahvalt masasna doğru gitmişti. Babam olmadğ için masada sadece o, ben, kzm ve Cevdet amcalar olacaktk. Cevdet amca henüz dşardan dönmemiş olmalyd ortalkta yoktu. Mehmet henüz aşağda görünmüyordu ve Cevdet amcann eşi de mutfakta bir şeylerle uğraşyordu.
"Evet artk bir şeyler yapmak istiyorum. Haklsn. Tamam."diyerek ksa ksa konuşmalarn duyduğumda ne hakknda konuşuyor olduğunu bilmediğim için sessizce beklemeye karar vermiştim.
"O pisliğin Asl'ya yaptklarn ödemesi gerekiyor. Dşarda elini kolunu sallaya sallaya gezmesi kanma dokunuyor artk."dediğinde gözlerim aniden ona dönmüştü.
"O söylediğini asla yapamam ben! Nasl izin veririm böyle bir şeye? Bu onu tehlikeye atmak olur. Hayr. Asla kabul etmiyorum. Başka bir çözüm bul!"diyerek bağrdğnda neden bu kadar sinirlendiğini sormak istesem de, telefonu hzla kapatp masaya frlatmasn izlemiştim.
"Emir ne oluyor?"
"Boş ver Asl."diyerek beni geçiştirmeye çalştğnda sinirlenme sras bana geçmiş gibiydi.
"Ne demek boş ver Emir? Benim hakkmda konuştun, kimle konuştun? Ne konuştun? Yine ne oluyor?"
"Serdar'n ceza almas için uğraşyorum ama elimizde bir kant olmadğ için lanet olsun ki bir şey yapamyoruz. Arkadaşmn önerisine kzdm. Senin o adamla bir araya gelmen mümkün değil!"
"Nasl bir araya gelmek?"
"Üzerine mikrofon koyulacak ve sen onunla konuşmaya gideceksin. Baz şeyleri söyletebilirsen eğer de onu hapise attrabilmemiz için elimize bir koz geçmiş olacakmş falan işte. Böyle bir şeyi asla kabul edemem. Sana zarar verebilir, seni onunla yalnz brakamam."
"Tamam kabul ediyorum."dediğimde sesimdeki kararllktan ötürü hiçbir şey diyememişti.
Onunla yalnz kalmaktan deli gibi korksamda bana bir şey olmayacağn düşünüyordum. Onu artk hapise yollayabilirsem belki daha rahat nefes alabilirdim. Bunun yolu ne olursa olsun kabul edebilirdim. Tam bir şey söyleyeceği srada babamn kapdan içeri girmesiyle söyleyeceği yarm kalmşt.
"Emir oğlum seninle biraz konuşabilir miyiz?"dediğinde kendimle ilgili olan tüm korkularmn yerini Emir'in az sonra öğreneceklerinden sonra kendi acsna karş vereceği tepkiye korkmaya başlamştm.
Bir bölümün daha sonuuuu
Canlar çok sk yazamadğmn farkndaym ve inann yazmak çokok çok zorlaşt benim için. Tüm srarlarnza daha fazla dayanamayp uyumadm, çocuklarmdan arta kalan zamanlarn yazmaya ayrdm. Her zaman bunu yapamyorum beni mazur görün lütfen
Bir şeyler ortaya çkacak m dersiniz?
Peki ya Leyla ile Haşim'in karşlaşmas nasl olmuştur sizce?
Gelecek bölümde neler olacağ hakknda bir fikriniz var m?
Sizleri çoktan çok seviyorum canlarm ️
Keyifli okumalarnz, bol oy ve yorumlarnz olsun lütfen
Aşkla, sevgiyle, sağlkla kaln 🌼
_FadimElifYiğitSemih_
- Evet, ilahiler de okudum. Hafız kızıyım ben çünkü. İlk Maksim’e çıktığımda “Hafız kızı sahneye çıktı” diye yazmışlardı. Kuran sesleriyle, ezan sesleriyle büyüdüm. Babam öleceği günü biliyordu.
◊ Nasıl yani, ne demek o?
- Vallahi Ölmeden üç gün önce kendi cenaze namazını kılmıştı. Ermişti benim babam. Elektrikli battaniyeyle yatıyordu rahmetli, bir gün elektrikli battaniyesi tutuştu. Yatağı yandı, yorganı yandı ama onun pijamasına bile bir şey olmadı. Kız kardeşim o zaman 7 yaşındaydı, hiç unutmuyorum dumanların içinden babamı kolundan tutup çıkarmaya çalışıyordu. Ben çığlığına koştum.
◊ Babanız ne durumdaydı?
- İnanır mısınız, “Ne oluyor evladım? Beni huriler, melekler cennete götürüyor” diyordu şaşkınlıkla.
Babam yangın çıktığını bile fark etmedi, cennet yolunda görüyordu kendini. Öyle ermiş bir insandı. Dediğim gibi her şeyini bildi. Ölümünden üç gün önce bizi karşısına aldı, “Ağlamayın. Annenizle aynı mezara yatırın beni” dedi. İkisi de öyle istemişti zaten, diledikleri gibi oldu.
FAİK BEY BENİM OĞLUMU SIRTINDA TAŞIDI, ÖMÜR BOYU MİNNETTARIM
◊ Hem başarılı bir sanatçı, fedakar bir annesiniz hem de eğlenceli, renkli bir hayat arkadaşı Oğlunuzu hiç ihmal etmeden bugünlere geldiniz. Buna rağmen durumu ajite etmediniz, kendinizi acındırmadınız. Örnek alınacak bir insansınız gerçekten.
- Faik Bey’i ’un sonunda tanıdım ben. O dönemde oğluma daha yeni MS teşhisi konmuştu. Çok üzgündüm. Kendime sığınacak bir liman ararken Faik Bey karşıma çıktı. Bir tarafta beni güldüren insan, diğer tarafta çok derin bir üzüntü.
◊ Belli ki size çok destek vermiş.
- Hem de nasıl. Varlığı ilaç gibi geldi bana. Kimsenin yapmayacağı, yapamayacağı bir şeyi yaptı, benim oğlumu sırtında taşıdı Faik Bey. Onun için kendisine ömür boyu minnettarım, onun için hep yanındayım, hep de yanında olacağım. Bugünlerde halka nasıl ihtiyacı varsa bana da öyle ihtiyacı var.
◊ Hangi anlamda?
- Manevi olarak yani Hiçbir zaman maddi varlığıma bakmamıştır, göz koymamıştır. Asla o karakterde biri değildir. Aç kalır, kuru ekmek yer, yine de kimseye minnet etmez. Bir sigara parası olmadığı günler oldu, onu bile istemedi benden, öyle karakterli bir adam. Hayat müşterektir, tabii ki bende varsa ben ona, onda varsa o bana Ama böyle bir talebi hiç olmadı.
ÇADIRDA DA YAŞASAM MUTLU OLURUM BEN
◊ Sizin jenerasyondan olan sanatçılar, bugünkülere nazaran biraz daha naif geliyor bana
- Şöyle bir durum var; birbirimizi hiç kırmayız biz. Hâl ve gidiş çok önemli. Neden bana iyi diyecekleri yerde kötü desinler ki Bu dünyanın bir de öbür tarafı var. Hepimiz bu dünyada misafiriz. Ölüp de kefene girdiğimizde hepimiz aynı, hepimiz bir oluyoruz. Orada bakanlıkmış, sanatçılıkmış öyle bir şey yok. Herkes aynı. Amelimiz güzel olsun yeter. Bunun için tüm gayretim. Gördüğüme “görmedim”, duyduğuma “duymadım” derim, kimse için bir şey söylemem, kimseyle kimsenin dedikodusunu yapmam. En çok sevdiğim yanım da budur. “Aaaa öyle mi?” der geçerim. Hatta aksine küsleri barıştırmak için uğraşırım. Allah da kalbimi biliyor.
◊ Şöhret, para Bunlar hiç mi başınızı döndürmedi?
- Beni ne para ne de şöhret şımarttı. Başbakanlara, cumhurbaşkanlarına, tüm Türkiye’ye konser vermiş, ülkemi yurtdışında temsil etmiş insanım. Buna rağmen durum değişmedi. Ukala, burnu havada insanları da sevmiyorum. Hem tavandan hem tabandan insanım. Yer sofrasında da yemek yiyorum, şık bir mekanda da. Çadırda da yaşasam mutluyum ben.
HARUN ASKERE GİDEBİLMEK İÇİN MS RAPORUNU SAKLADI
◊ Oğlunuz Harun’un durumu nasıl?
- Eskiden hastaneden çıkmıyorduk. Şimdi Bodrum’da yaşıyor, havası çok iyi geldi ona.
◊ Ya öncesinde?
- Önceden Ankara’da yaşıyorduk. Ardından İstanbul’a geldik. Ama İstanbul’un nemli havası ona yaramadı. Bir ara tatil için Erdek’e gitti. Kaz Dağları’nın havası çok iyi geldi. Sonra Bodrum’a geçti. İlk bir ay kaldılar. Sonra iki ay, üç ay kalmaya başladılar.
◊ Sağlık durumunu nasıl etkiledi Bodrum ziyaretleri?
- Nefes almaya, kendine gelmeye başladı çocuğum. Rengi düzeldi. Ben de hem o hem de kendim için oradan bir ev tuttum. Harun artık yaz-kış orada yaşıyor, denizin kenarında bir evde. Yardımcısı var yanında, abisi demek daha doğru. Bir de hasta bakıcısı. Yaşantısı çok güzel. Kendisi orada kalmak istedi zaten.
◊ Niye benim başıma geldi bu diye isyan etmiyor musunuz hiç?
- İsyan etmem. Hatta buna da şükrediyorum; gözünü açıp bakıyor, nefes alıyor, gözleriyle bana cevap veriyor. Akıl küpüdür de. İki üniversite okudu. Önce Bilkent Üniversitesi’nde dört yıllık turizmi bitirdi. Sonra rahatsızlanınca Açıköğretim’e girdi, uluslararası işletme okudu. Rahatsızlığı ilerleyince diplomasını alamadı ama bitirdi sayılır. Askere de gitti.
◊ Gerçekten mi?
- Tabii Bazıları askere gitmekten kaçar falan ya, benim oğlum MS raporunu sakladı da gitti askere. 28 gün de olsa yapmak istedi.
OĞLUMUN BİR GÜN BANA YENİDEN “ANNE” DEMESİNİ DİLİYORUM
◊ Zamanla ilerledi değil mi hastalığı?
- Evet. Çok hızlı yaşadı aslında benim çocuğum. Araba hobisi vardı. Eski, iskelet halinde arabaları alırdı. Lastiğini başka ülkeden getirttirir, kornasını öbür ülkeden, bir güzel toparlayıp sıfır gibi yapardı. İnşallah Allah şifa verir. Rabbimden diliyorum, bekliyorum ki bir gün bana yeniden “Anne” diyecek. Dünyam o benim.
◊ Yeterince vakit ayırabiliyor musunuz ona?
- Konserlerim olmadığında soluğu hemen yanında alıyorum. Çok genç yaşta eve bağlandı ama onu evde yaşatmamak için elimden geleni yapıyorum. Konserlerime götürüyorum, yemeklere çıkarıyorum, Bodrum’da sabahları kahvaltılara gidiyoruz. Eve ve yatağa bağlı yaşatmıyorum oğlumu. Müziğimde bile onun izi var.
◊ Ne gibi bir iz?
- Müzikle de ilgiliydi, Bilkent Üniversitesi’ndeyken DJ’lik yapıyordu. Şimdi şarkılarım önce onun onayından geçiyor, onun sevdiği şarkıları albüme koyuyorum.
BAZILARI YAŞI ORTAYA ÇIKMASIN DİYE ÇOCUKLARINI SAKLIYOR
◊ Sizin torunlarınız da var, değil mi?
- Evet, bir oğlum, bir kızım, iki de torunum var. Ömrümün sonuna kadar onlar için çalışacağım. Bu arada ben hiçbir zaman evlatlarımı basından saklamadım.
◊ Kim niye çocuklarını saklasın ki?
- İşte yaşı ortaya çıkmasın falan Kocasını saklayan var, sevgilisini saklayan var. Ben öyle yapmadım, hepsini döktüm ortaya. Sonra herkes beni örnek almaya başladı.
SEDA’NIN OĞLU KUCAĞIMDA BÜYÜDÜ
◊ Sanatçılar arasında hep bir yarış, sert bir rekabet vardır ya genelde Neden kimse sizi hedef almıyor bu camiada?
- Mütevazıyım, ondandır. Kıskançlık nedir bilmem. Mesela bana bir iş geldi, programım uymadı da gidemiyorum diyelim, hemen başka arkadaşıma yönlendiririm. Muhtemelen başkası yapmaz bunu.
◊ Neden?
- Yerini kaptırmamak için. Ama dedim ya bende öyle bir şey yok. Allah insana kalbinin ekmeğini yedirir, ona inanıyorum.
◊ Bu camiadan en yakın dostlarınız kimler?
- En samimi arkadaşım Seda Sayan. Diğer arkadaşlarımı da çok severim; Ebru Gündeş olsun, Sibel Can olsun, Muazzez Ersoy olsun. Hepsiyle iyiyimdir. Ama en kanka olduğum Seda. 30 senelik arkadaşım. Oğlu kucağımda büyüdü. O da benim çocuklarıma ablalık yaptı.
#Tlay Demir#Safiye Soyman#Faik ztrk
LinkedinFlipboardLinki KopyalaYazı Tipi
NÂZIM’A 30 YIL ÖNCESİNDEN BORÇLUYUM
Köksal Toptan, sadece TBMM Başkanı değil, aynı zamanda milletvekillerinin "Köksal abisi". Mayın tasarısında olduğu gibi, onun yönettiği oturumlarda gerginlikler kavgaya dönüşmüyor. Kuşkusuz bunda Toptan’ın 32 yıllık Meclis deneyiminin yanı sıra dengeleri gözeten kişiliğinin ve ilişki tarzının önemi büyük. Şimdi başkanlıkta ikinci döneme hazırlanıyor. Gerçi henüz resmi bir açıklama yok ama ibreler yine onu gösteriyor.
BENZERİZ: SANATÇILAR GİBİ GIDAMIZ ALKIŞTIR
Bizim sanatçılardan farkımız çok yoktur. Neden? Sanatçının eşiyle ya da sevgilisiyle problemi olsa da sahneye çıktığı zaman sıkıntısını unutmak zorundadır. "Bu kadar dertsiz, şen şakrak insan olabilir mi?" dersiniz. Siyasetçi de sıkıntısı olsa da güler yüzlü olmak zorundadır. Geleni güler yüzle dinlemez, ilgilenmezse “40 yılda bir gittik bize suratını astı” derler. Biz politikacılar iltifat beklemekte de sanatçılara benzeriz. Sanatçının da politikacının da gıdası alkıştır. Kuşkusuz politikacılarda daha fazladır. Zannederim her politikacı öyledir. Konuşmanızı kafanızda kurarken mutlaka alkış noktaları belirlersiniz. “Şunu söylediğim zaman alkış gelir” dersiniz. O cümleyi kullandığınız zaman alkış beklersiniz. Alkış gelmezse bozulursunuz. Bozuntuya vermeden devam etseniz de ritminiz değişir.
MİZAH: TÜRK SİYASETİNİN EN BÜYÜK EKSİĞİ
MHP milletvekili İhsan Kabadayı, bir gün kuliste puro içerken ismi anons ediliyor. Hemen küllüklere vurup söndürdüğünü sanarak puroyu cebine atıp kürsüye çıkıyor. Konuşurken cebinden dumanlar çıkmaya başladı. Aşağıdan CHP’li arkadaşlar bağırdılar, “Yanıyorsun İhsan bey”. O da tahrik etmeye çalıştıklarını sanıp “Siz yanıyorsunuz” gibisinden cevaplar verdi. Ama biraz sonra dumanlar iyice arttı. O zaman fark etti gerçekten yandığını. Herkes güldü tabii… 9 Ağustos ’de Meclis Başkanı seçildiğim saatlerde bir torunum oldu. Teşekkür konuşmamın sonunda torunum olduğunu söyledim. Müthiş bir alkış oldu. Şimdi o konuşmadan herkes sadece o sözlerimi anımsıyor. Şunu anladım ki, biz insani unsurları çok az kullanıyoruz. Daha önemlisi mizahı kullanmıyoruz. Bana göre Türk demokrasisinin en büyük eksiği mizah. Mizah siyasetin olmazsa olmaz bir parçasıdır. ’lerden sonra mizahı kaybedince siyaset gerginleşti.
ANIM: TUVALETİN KAPISINI SÖKÜP GÖTÜRDÜLER
27 Mayıs öncesinde ciddi bir gerginlik vardı. Lise ikinci sınıfta öğrenciydim. Askeri müdahale olacağı aklımın ucundan geçmiyordu. Biz daha ne olduğunu anlamadan CHP taraftarları ihtilali çıkıp yüksek sesle destekledi. DP’liler hakkında ihbar ve şikâyet furyası başladı. Hiç unutmuyorum rahmetli babamın çalıştığı ofisin tuvaletinin kapısının arkasına “af” diye yazmış. DP’liler hapisteydi, onların affedilmesi tartışmaları vardı. Tuvaletin kapısını söküp götürdüler. Babam dâhil kişiyi de karakola çektiler. Kimin yazdığını bulmak için yazılar yazdırdılar. 27 Mayıs ailemizi olumsuz etkiledi. Babam DP teşkilatındaki görevi nedeniyle işinden ayrılmak zorunda kaldı. Rize’den Zonguldak’a taşındı. Zor şartlardı. Siyaseti o dönem düşündüm.
HAYATIMIN YOL AYRIMI: DEMİREL’İN ÜZERİMDE EMEĞİ VARDIR
DYP’de Genel Başkan adayı olduğum kongrede Sayın Demirel’in tercihi benden yana olmadı. Sonra ben Demokrat Türkiye Partisi kuruluşuna katılmadım. Belki orada bir kopma oldu. Zaten kendisi cumhurbaşkanı olduğu için daha sonra siyasi birlikteliğimiz olmadı. İnsani ilişkimiz devam etti tabii. Süleyman beye saygım hiçbir gün eksilmemiştir. Benim üzerimde emeği vardır. Beni 36 yaşında bakan yapan kendisidir. ’de de Milli Eğitim Bakanı yaptı. ’te AP’nin İstanbul Gençlik Kolları İl Kongresi’ndeki konuşmam Süleyman beyi etkilemiş olacak ki, il başkanımız Ali Külünk’ü çağırıp, “Bu çocuğu iyi koru, bırakma” dedi. Siyasetin başında o nokta benim hayatımda önemliydi.
REFAHYOL’A GÜVENOYU VERMEMEM DOĞRUYDU
28 Şubat döneminde Refahyol hükümetine güvenoyu vermememin nedeni farklıydı. Diğer arkadaşlarımın tersine RP ile DYP’nin koalisyon yapması fikrine karşı değildim. Genel İdare Kurulu’nda koalisyonu savundum. Karşı çıktığım ve oy vermememe neden olan husus, bu koalisyonun her iki partinin liderinin birbirlerini aklama kararının üzerine kurulmasıydı. Nitekim gelişmeler bizi teyit etti. Sayın Çiller ve Sayın Erbakan ile ilgili bütün iddialar ortadan kaldırılıp parlamento gündeminden düştü. Düşündüğüm zaman hâlâ orada doğru hareket ettiğim kanaatindeyim.
PARTİMLE BÜTÜNLEŞTİM: BURADA MUTLUYUM
seçimlerini kaybettiğimiz zaman Türkiyem Vakfının başkanıydım. Oradaki etkinlikler beni mutlu etti, oyaladı. O yıllarda siyasette dağınıklık vardı. Halkın ruh halini iyi yakalayan bir siyasi organizasyon olarak Ak Parti ortaya çıktı. Tayyip Bey, müşterek dostlarımız aracılığıyla mesajlar gönderdi. Adaylık önerdi. DYP’deki arkadaşlarımın fikrini aldım. Yüzde 95’i “Çok iyi yaparsın” dedi. Şimdi kendimi partimle bütünleşmiş hissediyorum. Burada Demokrat Parti’yi görüyorum. Halk da öyle gördüğü için destekliyor. Burada mutlu olduğumu söylemeliyim.
DEĞERLİ HEDİYEM: CAM BİLYELER
Babam Zonguldak’a gitmiş, kömür işletmelerinde memur olarak çalışıyordu. Bana ilkokul ikinci sınıfın başında bir çanta gönderdi. İçinde iki çizgili, bir sarı defter vardı. Bir de bir tarafı mavi, diğer tarafı kırmızı kalem ile cam bilye vardı. Bilye olağanüstü bir şeydi! Küçücük camın içindeki o renkler beni ve tüm arkadaşlarımı büyüledi. O bilye ile okulun bahçesinde 15 gün oynadık. Sonra bir gün bilye okulun yanından akan dereye kaçtı. Günlerce aradık, bulamadık. Kızım bu hikâyeyi bildiği için bir babalar gününde bana bir kutu bilye hediye etti. Odamda durur hâlâ.
HOBİM: TORUNLARIMA ÖZEL PULLAR YAPTIRDIM
Koleksiyona meraklıyım. Pul, tespih ve çok iyi bir baston koleksiyonum var. Pul toplamaya ’lardan itibaren başladım. öncesi döneminden de pullarım var. Son yılların bütün serilerini de edindim. Torunlarıma doğum günlerinde de özel pullar yaptırdım. PTT Genel Müdürlüğü uygun fiyata güzel pullar yapıyor.
HAYVANLAR: ÇOCUKLUKTAN KALMA KORKU
Köpek ve yılandan korkarım. Hayvanlarla aramın çok iyi olduğu söylenemez. Nedeni belki köyde ailemiz tarafından hayvanlara karşı dikkatli olmamız konusunda abartılı şekilde uyarılmamdır. Fakat hayvanlara eziyet edilmesine tahammül edemem. Evde hayvan besleme fikri bana yabancıdır.
KARADENİZLİYİM: AMA SİLAH SEVMEM
’da bir milletvekili arkadaş, Meclis kulisinde yeni aldığı tabancayı gösteriyordu. Şarjörü çıkardı ama namluda bir mermi kalmış. Namluyu çekip denerken birden ateş aldı. Kurşun bacağımı sıyırıp geçti. Bereket orada bulunan milletvekili arkadaşım Hamdi Mağden’e de bir şey olmadı. Ben hiç silah kullanmadım. Belki iki yahut üç kere dağda, bayırda yaylada silah atmışımdır. Ben bir de silahın acısını yaşadım. Sol kulağımda yüzde 35 işitme kaybı var. Nedeni de ’li yıllarda gittiğim bir yayla şenliğinde kulağımın dibinde ateş edilmesi. Karadenizliyim ama silahı sevmem. Şivem de zamanla düzeldi.
ALIŞKANLIĞIM: AYDA BİR KİTAPLARIMI OKŞARIM
Her sabah mutlaka gazete okurum. Ayda bir de mutlaka kitaplarımı indirir, okşar severim. Evde de binlerce kitap var, nerede hangi kitap var bilirim. Yaklaşık bin kitabım var. Kitap benim için bir tutku. Kitaplar için evde iki odayı birleştirdim. Ofisimi de kütüphaneye çevirdim. Zonguldak Valiliği, bir yer verebilirse kitaplarımın önemli bölümünü ve hediyeleri oraya bağışlayacağım. Bir tür kütüphane müze kurulacak. Benim kütüphanem de rahatlayacak.
HAYALİM: ARTIK SİYASİ HAYAL KURMAM
Zonguldak’tayken mühendis olmayı istemiştim. Ortaokulda avukat olmak, milletvekiliyken de Meclis Başkanlığı hayalimdi. Tabii benim siyasi bir hayalim yok artık. Bir siyasetçinin gelebileceği en yüksek makama geldim. Ne zaman bilemem ama siyaseti bir gün bırakacağım. Artık benim için önemli olan torunlarıma çocuklarıma daha çok vakit ayırmak. Ben büyük torunumu görmek için Japonya’ya gittim. İstanbul’dayken telefonda sabah "Dede seni çok özledim" derdi, hemen havaalanına gider, iki üç saat görür dönerdim. Bunlar çok büyük mutluluklar.
KEŞKEM: ÇOCUKKEN EZAN OKURDUM
Gazetelerden fotoğrafları keser, üst kattaki odanın duvarlarına yapıştırırdım. Babaannem günah diye kızardı. Ama ben sedirin üzerine çıkar, oradan ezan okuya okuya dolanırdım. Çocukça bir şey. Sonra devam etmedi. Beş ay kuran kursuna gittim. Hocanın uzun bir sopası vardı. En arkada oturan çocuğun kafasına bile pat diye sopayı indirirdi. Hocanın bu davranışı hevesimi kırmış olacak ki, öğrenemedim. Eşim on yıl kadar önce azmetti öğrendi. Keşke ben de öğrenebilseydim.
ŞİİR: NÂZIM’IN MEZARINI ZİYARET EDEMEMİŞTİK
Eşime, çocuklarıma şiir yazdım ama kesinlikle şair değilim. En son Bosna savaşında öldürülen bir çocuğun anısına “Bosnalı Yusuf” diye bir şiir yazdım. Askerdeyken çocuklarımın biri bir, diğeri iki yaşındaydı. Onlara mektuplar yazdım, sakladım. 25 yaşına geldiklerinde verdim. Bizim üniversitede kitaplarımız çok kalındı, bunaltırdı. Yorulduğumda bir Tommiks, Teksas ve şiir kitapları okurdum. Cahit Külebi, Arif Nihat Asya, Yahya Kemal’i çok beğenirim. Nâzım Hikmet’i Milli Eğitim Bakanlığım sonrasında okudum, sevdim. Şartlar insanı hapsediyor bazen. ’da Kemal Anadol, KİT Komisyonu başkanıydı, ben de üyesiydim. Heyet olarak Moskova’ya gittik. Programda Lenin’in mozolesini ve Nâzım Hikmet’in mezarını ziyaret vardı. AP’li arkadaşım Artvin milletvekili Mustafa Rona, “Biz bunlara katılamayız” dedi. Ben de “Lenin’in mozolesine gitmeliyiz. Adamlar Ankara’ya gelip Anıtkabir’e gitmese nasıl olur?” dedim. Öyle yaptık, Nâzım’ın mezarına gitmedik. Yıllar sonra ilk kez 21 Haziran’da Moskova’ya gideceğim. Nâzım’ın mezarına ziyareti programa özellikle koydurdum. Kemal Anadol da bizimle gelecek.
UNUTMAM: 12 EYLÜL’DE İYİLİK YAPTILAR
12 Eylül gecesi Yaşar Okuyan telefon edip haber verdi. Eşimle sabaha kadar tedirgin şekilde bekledik. Ertesi gün sokağa çıkma yasağına rağmen Müsteşar Yardımcıları Hasan Celal Güzel ve Saffet Arıkan Bedük, bakanlıktaki özel eşyalarımı alıp eve getirdiler. Hiç unutmam iyiliklerini.
ÖZELLİĞİM: DENGELER KENDİLİĞİNDEN KURULUR
Olduğum gibi hareket ediyorum. Bir şeyi söylememem lazım geldiğini bilirim onu söylemem. Ama şunu söyleyeyim de şöyle bir sonuç alayım diye hesap yapmam. Denge kendiliğinden kurulur zaten. Mayın tasarısının görüşüldüğü son meclis oturumunda sadece iktidar partisi değil muhalefet milletvekilleri de bana teşekkür etti. Bu beni mutlu etti. Bunun nedeni ağabeylik, yaş, deneyim, açık olmak, insanları sevmek. İnsanlara sevgiyle hoşgörüyle yaklaşmaya çalışıyorum.
HAYATIMIN EN’LERİ
- En büyük korkunuz? - Ağır bir hastalık
- En çok neye dokunmaktan hoşlanırsınız? - Torunlarıma
- En nefret ettiğiniz davranış? - Yalancılık
- En sevdiğiniz tatil kenti? - Bartın İnkum
- En sevdiğiniz yemek - Kuru fasulye
- En sevdiğiniz tarihi kişilik? - Fatih Sultan Mehmet
- En sevdiğiniz film? - Yağmur adam (Tom Cruise ve Dustin Hoffman)
- En sevdiğiniz sanatçı? - Barış Manço
- En iyi dostunuz? - Ailem…
- En sevdiğiniz koku? - Gül kokusu
FARUK BİLDİRİCİ / HÜRRİYET PAZAR / 14 HAZİRAN
© Faruk Bildirici - Medya Ombudsmanı. Tüm Hakları Saklıdır.
Hz. Mevlânanın Hayatı
Dr. Mehmet ÖNDER
Bilginler Sultanı Bahaeddin Veled
Ortaasyada Türkistan, bugün Kuzey-Batı Afganistanı da içine alır. Yağız atlı, yağız benizli Türkmenlerin at koşturduğu bu yaylalarda hemen herkes Türkçe konuşur. Aral Gölüne dökülen Amu Deryanın bu kesiminde, İran sınırına yakın eski ticaret yolu üzerinde Belh şehri vardır. Horasanın bu ihtiyar şehri binlerce yıllık tarihi içerisinde pekçok siyasî ve sosyal olaylara sahne olmuş, Zerdüştün doğduğu ve Mecûsîliğin (ateşe tapanların dini) kurulduğu bir şehir olarak tanınmıştır. Yüzyıllar boyunca, çeşitli istilâlar altında ezilen, her gelenin yeni bir kültür, yeni bir din aşıladığı Belh, Emeviler zamanından itibaren İslâm devletlerinin göz diktiği bir belde olur. Putperest, Mecusî, Şaman, Budist, Hristiyan tapınaklarının yerini cami ve mescitler alır. Hatta Belhe kadar uzanan muharip İslâm sahabelerine izafeten, şehre Kubbe-t-ül İslâm (İslâm Kubbesi) adı verilir. Bazıları da Belhe, beldelerin anası anlamına gelen (Ümmül-bilâd) derler.
Belhi bir süre sonra Büyük Selçuklu Devletinin elinde önemli bir ilim ve irfan merkezi olarak görüyoruz. Devletin başveziri Nizamülmülkün açtırdığı medreseler, kütüphane ve rasathaneler, Belhte yaygın hale gelir. Yıllar yılı birbiri ardından gelen istilâlar, her istilânın sonunda meydana gelen fikrî buhranlar, açlıklar, sefaletler, halkı bezgin ve bedbin yapar. Artık dünyada huzur ve sükûnu bulamayanlar, bunu öte âlemde aramayı, düşünce ve inançlarına gömülmeyi tercih ederler. Bu dünyevî bunalım, tasavvufî düşüncelerin kolayca yayılmasını sağlar. Çoğu Belhte toplanan, sırtları abalı, coşkun ve cezbeli sûfîler vahdet-i vücud felsefesinin, çeşitli görüş ve düşünüşte temsilcileri olarak halk arasında itibar görmeye başlarlar. İslâm dininin geniş hoşgörüsü içinde tasavvufî sohbetler yapılır, ilâhî okyanuslara dalınır, sesler, hayaller ve fevkalâdelikler içinde yaşanır, Allaha vuslat yolunda, manevî bir sarhoşluğa garkolunur, cennet nimetleri, manevi güzellikler tahayyül edilir. Selçuklulardan sonra Harezmşahların eline geçen ve başşehir olan Belh, yine bu ortamdadır. Bugünlerde de Belh, canlı, hareketli bir şehirdir. Medreseler tanınmış bilginlerle dolup taşmakta, her biri az çok bir diğerinden farklı inancın mümessili olan şeyhler, bunların etrafını çeviren müridler, dünyadan elini eteğini çekmiş veya tevekküle boyun eğmiş dervişler, başıboş seyyahlar, talebeler zaviyeleri, hanları doldurmaktadır.
Zaman zaman çarpışan fikirler, şahlanan manevî heyecanlar, insan sellerini peşinden sürüklemekte, bazan bir şeyh, bir bilgin, bir hatip bir sultan gibi bunlara hükmedebilmektedir. İşte bu günlerde Belhte bir bilgin vardır ki, gönülleri kendi inancı etrafında toplamasını biliyor, sözleri ve dersleriyle, insanları, herkesten daha kolay cezbedebiliyordu. Tesiri, dikkati çekecek ve şeyhleri kıskandıracak kadar kuvvetliydi. O kadar çok seviliyor ki, medresesi yalnız müridlerinin değil, sultanların, prenslerin de uğrağı oluyordu. Hangi toplulukta görünürse, orası mahşere benziyordu. Sözleri ezberleniyor, hattâ yazılarak elden ele dolaşıyor, dinleyen ve okuyan aylarca tesirinde kalıyordu. Bütün bunlara rağmen o, tevazu ile Hakka kulluk ediyor, insanlara en açık bir ifadeyle, Hakkı ve hakikat yollarını, doğruluğu ve iyiliği telkin ediyor, halkın gösterdiği saygı ve itibarı, gene halka bağışlıyor, düşküne halince yardımda bulunuyor, çaresize çare arıyordu.
Belh şehrinin bu tanınmış bilginine Hüseyin Hatibî oğlu Bahaeddin Veled derlerdi. Belhin Hatiboğulları soyuna mensup, yedi ceddi bilgin, özü, sözü, doğru bir insandı. Bazı kaynaklar Onun anasının Ha-rezmşahlar hanedanına mensup, Sultan Alâeddin Muhammed Harezmşahın kızı olduğunu kaydederler. Her ne olursa olsun Bahaeddin Veled, babası Hüseyin Celâleddin Hatibiyi çok genç yaşında kaybetmiş, dirayetli ve kültürlü bir hanım olan annesinin eli altında tahsil ve terbiye görmüştü. Üstün zekâsı ve kaabiliyeti ile genç yaşında müderris olmuş, tasavvuf mesleğinde kademe kademe ilerleyerek merhaleler aşmıştı. Ondan feyz almak için gelenlerin haddi hesabı yoktu. Her taraftan akın eden öğrenciler, müridler, bu genç bilginin medresesini dolduruyordu. Dedeleri din uğruna çalışmış, ahiret saltanatı kurmuşlardı. Şimdi kendi de o yolda yürüyor, insanlara, manevî âlemlerin ihsanını saçıyordu.
İlmine ve kerametine izafeten bir gün Bahaeddin Velede Sultanül-Ûlema, yani (Bilginlerin Sultanı) dendiğini de görüyoruz. Bu unvanın verilişi, kaynaklarımızda şöyle anlatıla gelmektedir:
Bir gece, Belhin ileri gelen üçyüz bilgini, hep birden aynı rüyayı görmüşlerdir: Bir sahrada kurulan ulu bir çadırın ortasında, Hazret-i Muhammed (S.A.V.) sahabesiyle oturmaktadır. Tam bu sırada, Belhli Baha Veled edeb ve hürmetle selâm verip çadıra girmiştir. Peygamber, Baha Velede iltifat ederek, sağ yanına oturtmuş, orada hazır bulunan müftü ve imamlara:
— Bugünden itibaren Baha Velede, Sultanül-Ûlema deyiniz ve öyle hitabediniz! buyurmuşlardır. Sabah olunca, rüyayı gören bilginler, doğruca Baha Veledin medresesine gitmişler. Onlar daha rüyalarını anlatmadan, Baha Veled gördükleri rüyayı aynen anlatıverince bilginler:
— Allah ve Resûlullah şahittir, biz de şahidiz ki, sen Sultanül-Ûlemasın, bugünden itibaren bu namla tanınacaksın, diye söylemişlerdir.
Böylece O Sultanül-Ûlema olarak tanınmıştı.
Başta Fahreddin Râzî gibi Onu çekemeyen, Onun şöhretini kıskanan bazı bilginlerin itirazına rağmen bu unvan Onun ebediyete kadar adı olarak kalacak ve yaşayacaktır.
Bahaeddin Veled, olgunluk çağlarına girdiği bir sırada, Belh emiri Rükneddinin kızı Mümine Hatunla evlenmiş, bir yıl sonra da nur topu gibi bir oğlu dünyaya gelmişti. Baha Veled, çocuğun adını Alâeddin Muhammed koydu. Bu oğlundan sonra, ikinci bir çocuğu daha dünyaya geldi. Yüzünde gün ışığı gibi celâl nurları parlayan bu ikinci oğlunu pek sevmişti. Lohusa yatağında, şefkat damarlarından annelik sütünü emziren Mümine Hatunun kucağından alarak:
— Mübarek olsun Muhammed Celâleddin. Bu çocuk hiçbir çocuğa benzemez. Ona iyi bak Mümine demiş ve adını böylece Muhammed Celâleddin koymuştu.
Geleceğin büyük Mevlânası, küçük Celâleddin böyle bilgin bir babanın ikinci oğlu olarak, annesinin, yetişkin müridlerin terbiyesi altında büyüyor, Onun her hareketi dikkatle takip ediliyordu.
Belhte Bir Fikir Ayrılığı Doğmuştu
Sultanül-Ûlema Baha Veledin iki yakın dostu ve müridi Semerkandlı Şerefeddin Lala ve Tirmizli Seyyid Burhaneddin küçük Celâleddinin terbiyesini üzerine almışlar ve daha beş yaşındayken okuyup yazmayı öğretmişlerdi. Küçük Celâleddin zekâsı ve terbiyesiyle herkesi cezbediyor, omuzlardan omuzlara geziyordu. Bazan babasının medresesine gider, edeple bir köşeye çekilir, söylenen sözleri hayran hayran dinlerdi. Büyük bir teslimiyet içinde, işittiği her sözü tahlil eder, bazan çocuksu gibi görünen sualleri ile etrafındakileri şaşırtırdı.
Bir gün ağabeyi ve Belhin ileri gelen ailelerinin çocuklarıyla toprak damlar üzerinde oynuyorlardı. Bu sırada bir çocuk, küçük Celâleddine:
— Gel bu damdan öteki dama atlayalım dedi. Celâleddin gülümseyerek:
— Hayır, bu iş, kedi ve köpeklerin kolayca yapabileceği bir iştir. Eğer gücünüz yetiyorsa, böyle damdan dama değil, geliniz göklere uçalım, âlemleri seyredelim diye cevap verdi.
Derler ki, küçük Mevlâna bu sözleri söyledikten sonra bir anda göğe sıçramış, çocuklar korkudan çığlığı basmışlardı.
O, daha çocukken, bu heyecanı yaşıyor, kabına sığamıyordu.
Baha Veledin vaaz ve dersleri, çevrede derin tesisler yapıyor, bu dersler talebeler tarafından not edilerek Maarif adı verilen üç ciltte toplanıyordu. Bu dersler pek heyecanlı oluyor, dinleyenleri coşturuyordu. Bazı kereler, felsefe gibi önü ardı boş vesveseli ilimlerle uğraşanlara çatıyor, onları halkın önünde yeriyordu. O günlerde sufiye ile felsefeciler arasında geniş fikir ayrılıkları vardı. Belhin tanınmış filozoflarından Fahreddin Râzî ve Sultan Muhammed Tekiş Harezmşah gibi bazı ileri gelenler, kaynağını Yunan felsefesinden alan ve akla dayanan bir anlayışın içindeydiler. Sûfîler ise gerçeğe ancak ilâhi cezbe ile erişilebileceğini, bunun için de riyazatla ruhun saflaştırılması ve nefsin öldürülmesi gerektiğini ileri sürüyorlardı.
Bu iki zıt anlayış, ister istemez Baha Veledle Fahreddin Râzîyi karşı karşıya getirmişti. Fırsat buldukça birbirlerine iğneleyici sözler söylüyorlardı. Bir vaazında yine Baha Veled coşmuştu:
— Ey Fahri Râzî! Ey Harezmşah! Ey bunların taraftarları!. Sizler, huzur içinde gönülleri, ilâhi keşifleri bırakmış, karanlığa gömülmüş kişilersiniz. Bir takım hayaller peşindesiniz. Bu hayalleriniz, sizleri nefislerinizin esiri yapıyor. Can gözlerinizi kapamış, hakikati göremiyorsunuz. Bu sebepledir ki, hem kendinize, hem başkalarına kötülük etmektesiniz. Vesveseleriniz ve boş hayallerinizden sapıklıklar ortaya çıkıyor
Bu tok sözler ve hücumlar, Belhte hemen yayılıyor, dedikodular saraya kadar ulaştırılıyordu. Birgün Fahreddin Râzî ve adamları Sultana şu şikâyeti yaptılar:
— Baha Veled, Belh halkını tamamiyle kendisine bağladı. Bize ve size asla itibar etmediği gibi, açıktan açığa da kötülemeye başladı. Korkarız ki, bir gün saltanat tahtına da kasteder. Halk, Onunla beraberdir. Tedbirli olmak lâzım
Sultan Muhammed Harezmşah, bu sözlerden incindi. Baha Velede çok büyük saygısı vardı. Onun saltanat tahtında gözü olmadığını bilmekle beraber, bir kere niyetini yoklamak yerinde olurdu. Sadık bir adamıyla şu haberi gönderdi:
— Şeyhimiz eğer Belh ülkesini kabul ederlerse, bugünden itibaren padişahlık da, ülkeler ve askerler de Onun olsun. Bana da başka bir ülkeye gitmek üzere müsaade etsin. Çünkü, bir ülkede iki padişahın bulunması münasip değildir.
Bu manâlı teklife Baha Veled şu cevabı verdi:
— Belh Sultanına selâm söyleyiniz. Bu dünyanın fânî ülkeleri, askerleri, hazineleri, tahtları padişahlara yaraşır. Biz dervişiz, bize memleket ve saltanat münasip değildir. Biz gönül hoşluğu ile sefer edelim de. Sultan, kendi uyrukları ve dostlarıyla başbaşa kalsın.
Esasen bu sıralarda, Cengizin orduları Belh sınırlarına kadar dayanmış, geçtiği yerleri amansızca yakıyor, yıkıyor, yağma ediyordu.
Bu vahşetin acı haberleri ulaştıkça, Horasan illerinde huzur kalmamış, umutsuz halk, kafile kafile batı memleketlerine, İrana, Iraka, Diyâr-ı Rûm denilen Anadoluya göç etmeye başlamışlardı. Baha Veled, gerek bu sebeble, gerekse Harezmşahların, kendi şöhret ve ilmine karşı takındıkları menfî tavır ve kıskançlıktan, Belhi, bir daha dönmemek üzere, terke karar vermişti. Bu kararını, Sultanın imalı sözleri kamçılamış, gösterişten uzak, hele vesvese, hased ve dedikodudan hiç hoşlanmayan, Allah yolunda Onu vecdle teşbih eden, sultanlara adalet, halka iyi hareket tavsiyesinde bulunan, devletten on para almayan, aza kanaat ederek, verdiği fetvaların karşılığı emekle geçinen. Hakka kulluğu gereği ile yerine getiren Baha Veled, herhangi bir fitneye meydan vermeden Belhten uzaklaşmayı doğru buldu:
Bu kararını dostlarına:
— Sefere hazırlanıyoruz Bu hakkımızda hayırlı olacaktır diye duyurdu.
Baha Veledin Belhi terkedeceği haberi, bir anda duyulmuştu. Belh halkı küme küme medresesine geliyor, kendilerini yalnız bırakmaması için yalvarıyor, gözyaşı döküyorlardı. Bu ısrar ve ricalar Baha Veledi kararından çeviremedi. Neredeyse bir karışıklık çıkacak, bu göçe sebep olanlara karşı isyan başlayacaktı. Fahreddin Râzî ve adamları, sokağa çıkamaz olmuşlar, korkularından titriyorlardı. Göç günleri yaklaştıkça, halk büsbütün galeyana geliyordu.
Durumun aleyhine dönmüş olduğunu sezen Sultan, veziri ile birlikte Baha Veledi ziyaret ederek özür dilemiş, kararından vazgeçmesi ve halkı yatıştırması için yalvarmış, Baha Veledin göçe kararlı olduğunu görünce de hiç olmazsa, büyük bir nümayiş olmaması için gizlice hareket etmesini rica etmişti. Kendi yüzünden kimsenin incinmesini istemeyen Baha Veled, bir Cuma sabahı, namazdan sonra, küçük kervanını hazırlatarak, kitaplarını ve bazı lüzumlu eşyasını yanına aldı ve yola düştü. Belhde yalnız süt annesi ihtiyar Nesibe Hatun kalmış, ailesi ile birlikte, sevdiği müridlerini de beraberine almıştı. Bu sırada oğlu Mevlâna Celâleddin birçok kaynakların ifade ettiği gibi, üç veya altı yaşlarında bir çocuk değil, yaşı onun üzerinde, fakat yaşından beklenmeyen bir olgunluk içinde genç bir bilgin olarak, babasına refakat ediyordu.
Belh, vahdet işareti gibi görünen minareleri ile gerilerde kalmış, kervan güneye doğru yönelmişti.
Öyle bir kervan ki, yükü ne altın, ne gümüş, ne dünya nimetlerini, ne Hindin amberini, ne Çinin ipeklisini taşıyordu. Bir kervan ki, kitap yüklü, ilim yüklü, ne muhafızı, ne kılıcı, hattâ ne de kılavuzu vardı. Muhafızı Allah, kılıcı imân, kılavuzu ilim. Bir kervan ki, dağlan, bayırları, korkusuzca aşıyor, yollarda takım takım insanlar, kervanın geçtiği topraklara yüz sürüyor, Baha Veledin eline, eteğine sarılıp öpüyor, bu ak sakallı, nur yüzlü, özü sözü Allah olan ihtiyarın hayır duasını niyaz ediyorlar. Onun Belhten ayrılırken son sözü şu oluyor:
— Ben artık gidiyorum. Benim ardımdan çekirge gibi dünyaya yayılan Tatar askerleri, Horasan ülkesini zaptedecek, Belh ahalisine, ne yazık ki, ölümün acı içkisini tattıracaktır.
Nitekim, Baha Veledin, Belhten göçüşünden kısa bir süre sonra, Belh, yılında, Cengizin hışımlı orduları tarafından kuşatılmış, şehir baştan başa yağma edilmiş, yıkılmış, yakılmış, masum halkı aman verilmeden kılıçtan geçirilmişti
Baha Veled, bu tehlikeyi önceden sezmiş, Belhten göçüşünün en büyük sebeplerinden biri de bu olmuş, fikirlerini kolayca yayabileceği huzur içinde bir ortam aramıştı.
Yollar, menzil menzil duruluyor, nereye varsalar, oranın din ve dünya büyükleri karşı çıkıyor, Baha Veled ve yanındakilerini, evlerinde, saraylarında misafir etmek istiyorlar, fakat Baha Veled, kendisine gösterilen bu derin ve içten saygıyı, yine saygı ile karşılıyor, medreseden başka hiçbir yerde konaklamıyordu.
Bu yolun sonu nereye çıkardı? Kafile hiçbir şey sormuyor, tevekkülle, Baha Veledin işaret ettiği menzillere ulaşıyordu, ilk büyük menzil Nişapur olmuştu.
Devrin büyük bir ilim ve kültür merkezi olan Nişapurda tanınmış mutasavvıf Ferideddin Attar oturuyordu. Necmeddin Kübra ve Mecdeddin-i Bağdadî gibi büyük bilginlerin yetiştirdiği Ferideddin Attar, Kübreviye tarikatının ulularından sayılır ve saygı görürdü.
Büyük bilgin Ferideddin Attar da. Sultan ül-Ûlema Bahaeddin Veledi gözlüyordu. Daha bir şehre varmadan diğer şehir kafileyi haber alıyordu. Nişapurda iki İslâm kutbu, birbirleriyle kucaklaştılar. Uzun uzun sohbetler yapıldı. Hikmet incilerinin saçıldığı bu ilmî sohbetlere, o sıralarda oniki yaşlarında olduğu sanılan genç Mevlâna Celâleddin de katılmıştı. Şeyh Ferideddin Attar, bu genç fakat yaşına bakılırsa çok olgun Celâleddini takdir etmiş, o günlerde yazdığı Esrarnâme adlı eserinin bir nüshasını da armağan etmişti.
Sonraları, Mevlâna Celâleddin özellikle Mesnevinde bu eserden çok faydalanacak, sırası düştükçe Şeyh Attarı övecekti. Bir sohbette babası Baha Velede şöyle demişti:
— Umarım ki, senin bu oğlun, âlemde yanacak gönülleri, yakın zamanda ateşleyecektir.
Nişapurda kaç gün kalındığı bilinmez ama, bilinen şey, Baha Veledin burada da uzun zaman durmadığıdır. Kervan yine düzülmüş, yola koyulmuştu. Şeyh Attarın yaşlı gözlerle kervanı uğurladığı ve babasının arkasından yürüyen Mevlânayı kastederek:
— Hayret! Bir ırmak, koca bir ummanı peşine takmış, sürükleyip gidiyor, dediği rivayet edilir. Bu sözün Baha Veledi küçültmek değil, bir ırmağın icabında koca bir umman meydana getirebileceğini ifade için söylendiğini düşünmek lâzım. Yoksa, Bahaeddin Veled de ayrı bir okyanustur.
Kervan Bağdada doğru yol alıyordu. Günler ve haftalar geçti. Uzaktan Bağdadın kubbe ve minareleri görünmüştü. Tam bu sırada, şehrin muhafızları dört nal kafileye doğru at sürmüş, kafileyi durdurmuştu. İçlerinden bir muhafız:
— Nereden gelip, nereye gidiyorsunuz? diye sordu. Baha Veled başını mahfesinden (devenin sırtına konan çadırlı oturak) çıkararak şu cevabı verdi:
— Allahdan geldik. Allaha gidiyoruz. Allahdan başka kimsede kuvvet ve kudret yoktur ki. bizi durdursun. Biz mekânsızlıktan gelip mekânsızlığa gidiyoruz.
Bu cevap, Arap muhafızları şaşırtmıştı. Dört nal geri dönerek durumu ve işittiklerini Halifeye bildirdiler. Halife, Bağdadın tanınmış bilginlerinden Şeyh Şehabeddin Sühreverdîyi sarayına davetle, bu sözün hikmetini sordu. Sühreverdî:
— Bu sözleri, ancak Belhli Bahaeddin Veled söyleyebilir, çünkü bu asırda ondan başka biri, ne bu çeşit söz söyler, ne de bu tarz da bir dil kullanabilir. cevabını vererek, hemen müridleri ile birlikte Baha Veledi karşılamak üzere şehrin dışına çıktı. Karşılaştıkları zaman Sühreverdî, Baha Veledin dizini öpmüş ve kendi konağına davet etmişti. Baha Veled:
— İmamlara medrese daha münasiptir, diye bu daveti kabul etmemiş, bir medreseye inmiştir. Herkes hizmetine koşuyor, ziyaretlerin bir türlü sonu gelmiyordu. Nihayet, Bağdadın büyük camilerinden birinde bir vaaz vermek suretiyle Baha Veled, halkın arzusuna cevap verebildi.
Bir Cuma günü, başta halife olmak üzere, bütün Bağdad halkı camii doldurmuş, omuz omuza namaz kılınmıştı. Kürsüye gelen Bahaeddin Veled, halkın gözyaşları arasında saatlerce konuşmuş, hikmetli sözleriyle cemaati coşturmuştu.
Derler ki, halife, Baha Veledin Bağdada geldiği gün hoş geldin hediyesi olarak bir tabak içinde üç bin altın göndermiş, Baha Veled:
— Halifenin malı haram ve şüphelidir. Kendini zevk ve eğlenceye veren bir adamın hediyesini kabul edemem
diyerek iade etmiştir. Ayrıca Cuma vaazında halifeye ağır sözler söylemiş:
— Moğol askerleri etrafı yakıp yıkarak geliyorlar. Seni de işkence ile öldürecekler. Vaktine hazır ol. gaflet perdesini gönül gözünden aldırarak Allaha dönmeye çalış demişti. Gerçekten de, birkaç ay sonra, Belhin Cengizin askerleri tarafından işgal edildiği, halkın kılıçtan geçirildiği, kütüphanelerin yakıldığı haberi Bağdada ulaşmıştı.
Belhten göçün isabeti bir kere daha anlaşılmıştı. Bir süre sonra da Bağdad aynı akıbete uğrayacak, halife, Moğolların elinde can verecekti.
Baha Veled, Bağdadta da çok durmadı. Mekkeye (Beytullaha) gidip ihrama bürünmek üzere yola düştü.
Bizim Durağımız Konya Şehridir
Kervan ağır ağır Küfeye, oradan Mekkeye hareket etmişti. Her mümine, bülûğuyla ihtiyarlığı arasında bir kere farz olan Hac borcu eda edilecekti. Baha Veledle Mevlâna, baba ve oğul Mekkeye varmış, derin bir huşu içinde Kabeyi tavaf etmişler, tekrar yola koyulmuşlardı. Şimdi, yol kuzeye doğru uzanıyordu.
Mekkeden Medineye, burada Resulullahın türbesini ziyaretten sonra, kona göçe Kudüse geldiler. Yolculuk aylarca sürmüş, kızgın çölleri sabır ve sükûnet içerisinde asarak Şama yönelmişlerdi.
Şam halkı, Baha Veledi şehrin dışında karşıladı ve şehirlerinde konaklamasını rica ettiler. Baha Veled:
— Allah yurdumuzun Rûm (Anadolu) topraklarında olmasını buyuruyor. Bizim durağımız Konya şehri olacaktıfunduszeue.info belde bizi çekiyor, diyerek kabul etmedi. Anadoluya: Selçuklu Devletinin sınırlarına girdi. Halep Oradan Malatya. Hiç bir konakta bir iki günden fazla durulmuyordu. Kervan, Erzincana doğru yöneldi. O zaman Erzincan Mengücüklerin elinde bulunuyordu. Erzincan ve Mengücüklerin şöhretli sultanı Fahreddin Behramşah ve karısı İsmeti Hatun, Baha Veledin kendi diyarlarına doğru gelmekte olduğunu öğrenince, karşılamak üzere, Erzincan yakınlarındaki Akşehir kasabasına kadar geldiler, kafileyi burada karşıladılar. Baha Veled, burada da bir medreseye inerek, bir süre oturdu. Daha sonra, bu civarın da sınır olması dolayısiyle, huzursuzluğunu bahane ederek, Sivas, Kayseri, Niğde yolu ile Lârende (Karaman)ye geldiler
Baha Veledin Lârendeye gelmekte olduğu haberi, birkaç gün önceden duyulmuştu. Selçukluların emiri ve Lârende şehri valisi Emir Musa Bey, şehrin ileri gelenleri ile birlikte, yaya olarak şehrin dışında çıktı, Baha Veledi karşıladı ve sarayına davet etti:
Hiç bir şehirde, hiç bir kimseye yük olmak istemeyen ve medreseden başka bir yere inmeyen Baha Veled, burada da Emir Musa Beyin teklifini reddetti ve bir medresede yer gösterilmesini rica etti. Onun bu isteğini canla başla kabul eden Musa Bey, Baha Veled için derhal bir medrese yapılmasını emretmiş, şehrin ortasında münasip bir arsa seçilmişti. Kısa bir zaman sonra yapılan medreseye, Baha Veled, ailesi ve müridleri ile birlikte yerleşti, orada ders ve vaazlarına başladı.
Bu sırada Mevlâna Celâleddin, genç ve bilgin bir delikanlı olarak babasının derslerine devam ediyor, gece gündüz çalışıyor, araştırıyordu.
Baha Veledle birlikte, Belh şehrinden göçen, onun has bir müridi olan Semerkandlı Serefeddin Lalanın, Gevher Hatun adında güzellikte eşi bulunmayan, melek huylu bir kızı vardı. Mevlâna ile birlikte büyümüş, yedi yaşına kadar Baha Veledin rahlesi önünde diz çökmüşlerdi, Baha Veled, sevgili müridinden, bu kızı, oğlu Mevlâna Celâleddin için istemiş, ihtiyar Lala, bunu bir mutluluk sayarak hemen kabul etmişti. yılı baharında, mütevazı bir düğünle, her ikisinin nikâhları kıyıldı. Bu mutlu evlenmeden kısa bir süre sonra, Baha Veledin tek zevcesi Mümine Hatun vefat etti. Onu, Mevlânanın ağabeyi Muhammed Alâeddin takip etti. Baha Veled, biri vefakâr eşi, diğeri sevgili oğlu olan iki kıymetli varlığını. Karaman topraklarına böylece armağan bıraktı
Bu iki büyük kayıp Baha Veledi can evinden yaralamıştı. Serefeddin Lâlânın eşi ve Mevlânanın ebesi de kısa bir süre sonra, bu iki mezarın yanında yer aldı.
Bunları alan Allah, vermesini de biliyordu. Bugünlerde Mevlânanın ilk çocuğu Sultan Veled, daha sonra da ikinci oğlu Alâeddin Çelebi, birer teselli güneşi gibi dünyaya geldiler. Mevlâna ilk oğluna babasının, ikinci oğluna da çok sevdiği ağabeyinin adlarını vermişti. Bu iki sevimli yavru, acılan unutturmuştu. Büyük babalan Baha Veledin şefkat dolu kucağında büyüyor. Lârende bahçelerinde gezip oynuyorlardı.
Günler geçtikçe Baha Veledin şöhreti yayılıyor, medresesi gönül sahipleriyle dolup taşıyordu.
O günlerde Anadoluya Selçuklu Devleti hâkimdi ve devletin en parlak ve göz kamaştırıcı devresi idi. yılında kardeşi Sultan Keykâvus Iin yerine geçen Alâeddin Keykûbad I iyi bir asker olduğu kadar, dine ve ilme karşı derin ilgisi ve sevgisi ile tanınmış zarif, fikir ve dâva adamı bir hükümdardı. Devletin başşehri olan Konya, sanat eserleri ve ilim müesseseleri ile donatılıyor, Selçuklu saray ve medreseleri, devrin ilim adamları ile dolup taşıyordu.
Alâeddin Keykûbad I. Konyadan sonra. Kayseri, Sivas gibi birçok şehirleri sağlam surlarla çevirtmiş, doğuda beliren Moğol tehlikeleri için önceden tedbirler almış, güneyde önemli bir liman olan Kalonoros kalesini fethettikten sonra, adını Alâiye koymuştu. O, bir yönden devletin sınırlarını genişletir ve emniyet altına alırken, diğer yönden yazlık ve kışlık saraylar yaptırmış, bunları devrin en ünlü nakkaş ve ressamlarına süsletmişti. Beyşehir Gölünün batı sahillerinde kurduğu Kubâd-âbâd, Kayseri yakınlarındaki Kûbadiye yazlık saraylarından ayrı olarak, Alâiyede bir kışlık saray yaptırmıştı.
Bu çağlarda, din ve mezhep meselelerindeki didişme ve çekişmeler, bu arada Moğol akınlarından doğan huzursuzluk halkın moralini bozmuş, dünyasından bezdirmişti. Anadoluya, doğudan sürekli göçler oluyordu. Gelenler arasında bilginler, şeyhler, dervişler vardı. Bunlar ebedi huzurun bu dünyada değil, ölümden sonra var olacağı telkinini yayıyorlardı. Bezgin halk. kolayca bunların etkisi altında kalıyor, bu düşüncelerin çevresinde halka oluyorlardı. Böylelikle tasavvuf! fikir akımı, Anadoluda kök salmış, yayılmak için uygun bir ortam bulmuştu. Halkın tasavvufa olan bu eğilimi, bir kısım zahit hocaların direnmelerine rağmen, sultanları, vezirleri ve beyleri de bu inanca doğru sürüklüyordu. Sultan Alâeddin Keykûbad, tahta oturduktan sonra rnu-tasavvuf Şeyh Sehabeddin Sühreverdî, Abbasi Halifesi tarafından Konyaya yollandı; padişaha at ve imame gönderildi. Sultan, Şeyhi Aksarayda karşılamış, dönüşte de uzak mesafelerden uğurlamıştı. Ayrıca Mirsad-ül-İbâd adlı eserin sahibi mutasavvıf Necmeddin Dâye, Muhid-din İbn ul-Arabî, Sadreddin Konevî gibi bilginler, Konya şehrinde saraydan ve halktan büyük itibar görüyorlardı. Konya bir ilim ve kültür merkezi olarak, bilginlere, şeyhlere, dervişlere, kapılarını ardına kadar açmıştı. Nerede bir bilgin, bir şeyh, bir şair, bir sanatçı adı duyulursa, onum Konyaya davete edilmesi olağandı. Şimdi Sultanül-Ûlema Bahaeddin Veled gibi, halk tarafından sevilen, sayılan bir bilginin Konyaya davet edilmemesi düşünülemezdi.
Baha Veled ise, Konyanın yakınındaki Lârende şehrinde oturuyor, dersleri, vaazları ile halkı aydınlatıyordu. Emir Musa hizmetindeydi. Bu saf, temiz yürekli insan, Baha Veledin derslerini büyük bir heyecan içinde dinliyor, onun sözlerinin neşesi içinde kendinden geçiyordu.
Fakat çekemeyenleri vardı. Birkaç fesatçı Emir Musayı gözden düşürmek amacıyla Sultana şu haberi ulaştırdılar:
— Belhli Baha Veled, Rûm diyarına geldi, bu vilâyeti velilik nurlarıyla aydınlattı. Devrin kıtalara hükmeden padişahı ise onun gelişinden habersiz kaldı. Çünkü Sultan hazretlerinin Lârendedeki valisi, Baha Veledin yolunu kesmiş ve müridi olmuş. Onu Lârendede alıkoymuş, üstelik bir de medrese yaptırarak emrine vermiş. Emir Musa, bu cüret ve cesareti nasıl gösterebilir? Sultan buna ne diyecektir?
Kervan Konyaya Doğru Ağır Ağır İlerliyordu
Sultan Alâeddin Keykûbad, bu haber karşısında. Emir Musaya kırılmış, böyle bir bilginin Lârende şehrinde alıkonmasma içerlemişti. Emir Musa, Sultanın en sadık adamlanndandı. Bunu yapmaması gerekirdi. Sultan, adamları ile dokunaklı bir haber gönderdi:
— O ulu kişinin halinden bir parça olsun bize bildirmedin. Bu derece unutkanlık ve gafleti niçin gösterdin? diyor, âdeta tehdit ediyordu. Emir Musa ne yapacağını şaşırmış durumdaydı. Baha Veledin ellerine kapanarak, Sultanın gönderdiği haberi anlattı.
Baha Veled:
— Kalk, Konyaya git. Çekinmeden Sultanın huzuruna gir. Ne olup, bitmişse olduğu gibi ona anlat, diyerek teskin etti, Konyaya gönderdi.
Emir Musa, Konyaya gelir gelmez, doğruca saraya gitti. Baha Veledin kendi arzusu ile Lârendeye yerleştiğini, yedi yıldır da oturmakta olduğunu, kendisinin bu işte suçsuz bulunduğunu, uzun uzun anlattı. Sultan:
— Eğer bizim başkentimize zahmet eder, gelir de Konya şehrini kendi evlâdının makamı yaparsa, bundan çok memnun olurum Kulu ve müridi olur, izini izlerim. Konya şehri, Sultanı ve emirleriyle onu beklemektedir.
Emir Musaya hediyeler verildi, tekrar Lârendeye gönderildi.
Baha Veled Sultanın davetini, bir ilâhî emir saymıştı. Fazla düşünmedi. Hemen yol hazırlıklarının yapılmasını söyledi.
yılının ılık bir bahar günüydü. Lârende halkı, üzüntülerini gönüllerine akıta akıta yollara dökülmüştü. Baha Veled, Lârendede toprağa verdiği aziz sevgililerinin mezarlarını bir kere daha ziyaret etti. Ruhlarına Fatihalar yolladı. Genç Mevlâna, bir saygı sembolü gibi, yine babasının peşindeydi. Bu sefer kucağında biri Sultan Veled, diğeri Alâeddin Çelebi olmak üzere iki yavru taşıyordu. Yedi yıllık bir konaklamadan sonra, kervan yine hazırlanmış, son menziline doğru ağır ağır ilerliyordu.
Konya şehri, ağızdan ağıza yayılan ve kısa zamanda bütün şehri saran bir haberle çalkalandı. Büyük bilgin Belhli Baha Veled, Konyaya, kendi şehirlerine geliyordu.
O gün Konya sarayında da olağanüstü bir durum vardı. Şehrin ileri gelen bütün bilginleri, şeyhleri, kadıları davet edilmiş, padişahın atı eğerlenmişti. Bahaeddin Veled, şehrin dışında karşılanacaktı. Halk, kafile kafile şehir dışına. Filobâd denen Karaman yolu üzerindeki çayırlığa dökülüyordu.
Beş-on kişiyi geçmeyen küçük kervan uzaklardan göründü. Baha Veled önde, atının üzerinde bir haşmet âbidesi gibi dimdik duruyor, gerisinde Mevlâna Celâleddin, onun ardından da kadınlar, dervişler geliyordu. En gerideki birkaç deveye kitaplar yüklenmişti. Kervan şehre yaklaştığı zaman, Sultan Alâeddin atından inip, koşarak Baha Veledin atının dizginlerini tuttu, inmesine yardım etti. Koca Sultan birdenbire küçülüvermişti o gün. Önce Baha Veledin elini öpmek istemişti. Fakat el yerine bir asa uzanmış, Sultan, yanmdakilerin hayret dolu bakışları arasında, uzanan asayı saygıyla öpmüştü. Maneviyat Sultanı, dünya sultanına böylece ilk dersi vermiş, onun dünyevî gururunu bir anda kırmıştı. Sultan Alâeddin, Baha Veledin heybetinden ve keskin bakışlarından titremeye başlamıştı.
Manzara görülmeye değerdi. Anadolunun büyük fâtihi, keskin kılıcı ile küf farı defalarca dize getiren ünlü sultanı I. Alâeddin Keykûbad önde ve yaya olarak Baha Veledin atının dizginlerini çekiyor, arkada, atı üzerinde Baha Veled, sağa sola selâm veriyordu. Birisi iklimler, diğeri bilginler sultanı idi. Konyaya böyle girildi.
Halk hayretler içindeydi. Sultanın şimdiye kadar alışık olmadıkları bu tevazuu halk üzerinde iyi bir tesir yapmıştı. Sultan, atın dizginini saraya çekmek istedi. Baha Veled:
— Ey kudretli sultan! Maksadınızı anlıyorum. Fakat imamlara medrese, şeyhlere hankâh, emirlere saray, tüccarlara han, başıboşlara zaviye, gariplere kervansaraylar münasiptir. Müsaade buyurunuz da biz medreseye inelim, dedi Sultan, bu arzuya uydu ve fazla ısrar etmedi. Şehrin en büyük medresesi, Altun-Abâ hazırlanarak, oraya misafir edildiler.
Baha Veled, saraydan gönderilen hediyeleri de geri çevirdi:
— Bizim, dünya malında gözümüz yoktur, daha ecdadımızın gaza suretiyle elde ettikleri dünyalığımız duruyor. Onlar bize yeter. Sultan, zahmet edip, hakkımız olmayan malları bize göndermesin.
Zaten hiç kimseden, hiçbir şey kabul etmez, hele gelen hediyelere haram karışıktır şüphesiyle asla el sürmezdi. Yalnız yazıyla verdiği fetvalar için küçük bir ücret alırdı, o kadar Konya şehrinin ortasındaki Altun-Abâ Medresesinin birkaç hücresini işgal etmiş, oğlu ve torunları ile birlikte yerleşmişti. Kısa zamanda Konyada derslerine ve vaazlarına başladı, etrafına birçok talebeler toplandı. Ders ve vaazlarında, Kuran-ı Kerimden âyetler okuyor, bunları gayet açık ve veciz bir şekilde şerhediyordu.
Gönlü yalnız Allahla dolu olan bu gerçek Allah adamı, bu Horasandan Diyâr-ı Rûma göçmüş büyük Sûfî, Allah sevgisini bir aşk ilmi haline getirmiş, insanlardaki zulmü ve kötülüğü giderecek tek düşüncenin, tek inancın bu olduğuna inanmıştı:
— Gönül yaprağından bir sahife ezber etmeye gayret et ki, onun mânası, ebediyete kadar senin ruhunla bağdaşsın. Öldükten sonra elini tutan ancak aşk ilmidir. diyordu.
O bir tarikat kurucusu değildi. Onun yolu, gerçek yolu, Hak yolu idi. Şeriata tam mânâsiyle riayet eder, bu arada bâtın ilmini ve Hak sevgisini esas tutar, felsefeden hoşlanmazdı. Kuvvetli seziş ve görüşleri, hitabet kaabiliyeti ile bazen toplulukları coşturur, heyecana getirir, kendisine bağlardı. O Horasan erlerinin bir ulusu olarak Konyaya gelmiş ve bu şehirde yerleşmişti.
Birkaç gün sonra Sultan Alâeddin Keykûbad, büyük bir tören hazırlattı. Bu törene, Baha Veledle birlikte; şehrin ileri gelen bütün bilginlerini, fütüvvet erbabını, emirleri ve vezirleri davet etti. Selçuklu sarayı hınca hınç doluydu.
Sultan, Baha Veledi, sarayın kapısında karşıladı, büyük salona götürdü. Salonda herkes, saygı duruşunda Baha Veledi selâmlıyor, birer birer gelerek ellerini öpüyorlardı. Sultan Alâeddin, sesini yükselterek:
— Ey din padişahı! Düşündüm ve karar verdim. Bugünden itibaren dedelerimden bana miras kalan bu tahtı size terkediyorum. Siz sultan, ben kul. Zira bütün zahir ve bâtın sultanlığı sizindir, dedi ve davetlilerin önünde, Baha Velede saltanat tacını uzattı.
Baha Veled, Sultanın bu sözleri karşısında ayağa kalkarak onu kucakladı, gözlerinden öptü ve:
— Ey melek huylu, mülk sahibi hükümdar! Dünya ve âhiret mülkünü kendine mal ettin. Bunda şek ve şüphe yok Tahtında rahatça otur. Biz dünya malına gözlerimizi çoktan kapamışız. Şimdi Allaha kulluk ediyor, Onun emirlerini yerine getirmeye çalışıyoruz. diyerek karşılık verdi. Bu sözler meclistekileri ağlattı, cümle davetliler, Baha Veledin has müridi oldular.
Baha Veled, her ne kadar Altun Aba Medresesine yerleşmişti ama; içi rahat değildi. Medresede başka müderrisler de oturuyordu. Üstelik kendisi için ayrılan bölüm çok küçüktü. Mevlâna Celâleddin, delikanlılık çağına girmiş, evlenmiş, çoluk çocuğu olmuştu. Ayrıca, bazı yoksul müridler de medreseye yerleştirilmişti. Sultana söylense, şüphesiz, derhal yeni bir medrese yaptırırdı ama, böyle bir teklifin, Sultan veya emirleri tarafından yapılmış olması gerekirdi. Elbet bir zuhurat olacaktı. Nitekim oldu da Şöyle ki: Bir gün, Cuma Mescidi denilen Alâeddin Camiinde vaazediyordu. Cami, mahşer gibi kalabalıktı. Sultan mahfilinde, Sultanla birlikte emirler de vardı. Herkes can kulağı ile dinliyor, Baha Veled, her âyetin iniş sebeplerini, onun tahkikini bütün incelikleri ve teferruatıyla tefsir ediyordu. Sultanın lalası Emîr Bedreddin Gevhertaş da dersi dinliyor, Baha Veledin belagat dolu sözlerine hayran oluyordu. İçinden Mâaşallah, Hazretin ne parlak bir zihni, ne kuvvetli bir hafızası ve ne geniş bir mütalâası var ki, bu kadar güzel konuşuyor. Acaba önceden hazırlanıyor mu? diye geçirdi.
Yeni Bir Medrese Yapılıyor
Bu sırada, Baha Veled, bunları işitmiş gibi, minberden haykırdı:
— Emir Bedreddin, bir aşîr oku!
Emir Bedreddin, bu âni hitaptan irkilmiş, yerinden doğrulmuştu. Hemen aklına gelen bir âşiri okudu. Baha Veled, bu sefer okunan âşîrin de her âyetini ayrı ayrı tefsir etti: Bedreddin hayretler içinde kaldı. Vaazın sonunda gidip Baha Veledin ellerini, kürsüsünün ayaklarını öptü. O günden itibaren, bu halin şükranesi olarak, Baha Veled ve kaldırılmış, Mevlânaya daha az yüksek, mermer ve üzeri puşideli ayrı bir sanduka yaptırılmıştır. Ziyaretçilerin Oğlunun, ilmine, yüceliğine hürmeten babasının sandukası ayakta diyerek efsaneleştirdiği sanduka aslında Mevlânaya aittir.
Baha Veled, can ve bekâ yurduna göçmüştü, ama geride kendisinden daha parlak bir yıldız bırakmıştı: Mevlâna Celâleddin.. Kutup yıldızı gibi ışıldayan bu ilim ve irfan cevherinin yanında, daha sonra nice yıldızlar sönük kalacaktı.
Şimdi hikâyemizin asıl yıldızına, âşıklar ve gönüller sultanı Mevlânaya dönelim.
Mevlâna Celâleddin
Bilginler Sultanı Bahaeddin Veledin kendisinden sonra kürsüsüne varis olarak bıraktığı sevgili oğlu Mevlâna Celâleddinin doğum tarihi, birçok araştırıcıları düşündürmüştür. Tarihçi Willy Durant, Mevlânanın doğumunun , Maurice Barres ise olarak kabul eder. XIV. Yüzyılda Mevlânaya ait menkıbeleri toplayan Mevlevî bilgini Eflâkî Ahmed Dedenin (Menâkıb-ül-Ârifîn) adlı eserinde, Mevlânanın 6 Rebîül-evvel (30 Eylül ) tarihinde doğduğu yazılıdır. Son yıllarda, bu konuda geniş araştırmalar yapanlar, Mevlânanın yılından çok önce doğduğu tezini ortaya koymuşlardır. Şöyle ki, MevlânaFîhi-Mâfih adlı eserinin bir yerinde, Semerkandın Harezmşahiar tarafından kuşatılmasına dair bir hatırasını anlatırken, Semerkandta idik ve Harezmşah, Semerkandı muhasara etmiş, asker çekmiş savaşıyordu demektedir. Anlatılan tarihî olayın yılında olduğu düşünülecek olursa, Mevlânanın bu tarihlerde hatıralarını unutmayacak bir yaşta, hiç olmazsa yaşlarında olması ihtimali vardır. Şu hale göre, onun doğum tarihinin. yılından çok önceye, en azından yılına alınması lâzım gelir. Bu böyle olunca, birçok kaynakların bildirdiği gibi, Mevlâna, babası ile birlikte Belhten göçtüğü sıralarda, bir çocuk değil, çocukluk yıllarını aşarak delikanlılık çağına basmış bir genç olmalıdır. Mevlânayı, Konya topraklarına ayak bastığı yıllarda da en azından 24 yaşlarında, babası Bahaeddin Veledin kendisine miras bıraktığı kürsüde, herkesin saygısını ve güvenini üzerinde toplayan genç, heyecanlı, fakat olgun bir bilgin olarak görmekteyiz.
Onun Belhteki çocukluk günleri, yetişkin dervişlerin ilâhî nağmeleri arasında geçmişti. Mevlânanın hayatını yazan Myriam Harry o günleri söyle tasvir eder:
Belhte. Baha Veledin dervişleri sık sık ilâhî meclislerinde toplanıyorlardı Mevlânanın annesi, küçük oğlunun bu meclislere girmesinden çok hoşlanıyordu. Küçük Celâleddin, elinde ipek mendili, basında elmaslarla süslü kırmızı takkesi, başı sağ omuzuna düşük, yanakları al al uzun kirpikli ışıklı gözleri süzgün, kendisini ilâhilerin âhengine kaptırıyor, durmadan semâ ediyordu
Babasının derslerine devam eden. olgun müridlerin terbiyesi altında yetişen Mevlâna, babası ile birlikte, bütün göç yollarını izlemiş, bu yollarda devrin tanınmış bilgin sûfileriyle tanışmıştı. Bahaeddin Veledin vefatından sonra, durağın Konya şehri olduğuna, Onıın mübarek cesedinin bulunduğu bu topraklarda kesin olarak yerleşmek gerektiğine artık inanmıştı. Konyayı seviyor ve şöyle diyordu:
— Bundan sonra Konyaya Velîler şehri deyiniz. Zira, Konyada doğan çocuk veli olur. Sultanül Ulemanın mübarek cesedi, evlât ve ahfadı bu şehirde kaldığı müddetçe, burada harp olmaz, düşmanlar galip gelemez. Nihayet helak olurlar. Konya âhir zaman âfetlerinden de mahfuz kalır Zira maddî ve manevî varlığımız artık Konyadadır.
Mevlâna. eşi ve çocukları ile birlikte. Emir Eedreddin Gevhertaşın yaptırdığı medresenin mütevazi birkaç hücresine yerleşmişti-. Babasının ölümünden sonra, Onun müridi ve talebeleri, bu sefer kendi etrafını çevirdiler. Veledin bıraktığı kürsünün tek varisi olarak görüyorlar, ondan feyz almak istiyorlardı. Fakat Mevlâna, kendisini babasının yerine lâyık göremiyor, bu kürsüye oturmanın henüz zamanının gelmediğine inanıyordu. Baha Veled, sevgili oğluna bütün bilgileri kademe kademe vermiş, hakikat yollarını birer birer açmıştı. Bilgiye ve durmaksızın okumaya susamış Mevlâna, babasının ölümünden sonra, yalnız kaldığını, onsuz hiçbir şey yapamayacağını sanıyordu. Bu sıkıntılı günlerde, yeni bir irfan güneşinin Anadoluya gelmekte olduğu haberi geldi. Bu. Tirmizli Seyyid Burhaneddindi.
Babasının Vefatından Sonra Burhaneddin Konyaya Geldi
Eski kitaplarda Seyyid-i Sırdan, Muhakkik. Fahrül Meczubin gibi unvanlarla tanınan Seyyid Burhaneddin. Belh şehrinde iken Sultanül-Ulema Bahaeddin Veledin müridleri arasına girmiş, Mevlânanın terbiyesini üzerine almıştı. Bir süre sonra, coşkunluğu ve cezbesi yüzünden. Mecnûn misali, başını alıp çöllere düşmüş, birkaç yıl dolaştıktan sonra sükûn bularak Tirmiz şehrine gelmiş, orada inzivaya çekilmişti. Baha Veled, Belhten Anadoluya göçtükten sonra, mürşidinin Konyaya yerleştiğini öğrenmiş, Moğol akınları yüzünden huzuru kaçan birçok insanlar gibi. o da Anadoluya yönelmişti. Bu yönelişin sebepleri üzerine şöyle söylenir:
Birgün Seyyid Burhaneddin, Tirmizde bir toplulukta ayağa fırlamış.-
— Eyvah! Eyvah! Şeyhim Baha Veled, bu fâni âlemden öte âleme göçtü. Haydi namazını kılalım.
Diye bağırmış, o gün Konyada vefat eden Baha Veledin cenaze namazını aynı gün, Tirmizde kılmış, sonra da:
— Benim Şeyhimin oğlu Celâleddin Muhammed yalnız kaldı, beni beklemekte Diyar-ı Rûma (Anadoluya) göçmek, yüzümü şeyhimin temiz toprağına sürmek ve Onun emaneti olan Celâleddini teslim almak borcumdur
Diyerek yollara düşmüştü.
Seyyid Burhaneddin, Konyaya ulaştığı zaman Mevlâna, annesinin ve kardeşinin mezarı bulunan Lârende (Karaman) şehrinde idi. Seyyid, şeyhi Baha Veledin mezarını ziyaret etmiş, acele Konyaya dönmesi için de Mevlânaya haber salmıştı. Hemen o gün Konyaya dönen Mevlâna, Seyyid Burhaneddini bularak elini öptü. Kendi medresesinde misafir etti. O günden sonra, Mevlâna, tekrar, Seyyidin manevî terbiyesi altına girdi. Babasından boşalan kürsüye, kendi eliyle oturtarak, önünde saygı ile diz çöktü.
Seyyid Burhaneddin, Mevlânanın bilgi ve görgüsünü yoklamak için, onu şöyle bir imtihan etti. Bazı eksiklikleri olmasına rağmen mükemmeldi:
— Bilgide eşin yok. Din ve yakıyn ilminde babanı hayli geçmişsin. Oysa babanın hem hâl ilmi tamamdı, hem de o, kaal (söz) ilmini tamamen biliyordu. İstiyorum ki. hâl ilmine sûfîlik yoluyla başlayasın, şeyhimden bana erişen o mânayı sen de benden alasın. Bugünden sonra senin hâl ilmine girmen gerek. Bu, Peygamberlerin, velilerin ilmidir. O ilme, (Ledün ilmi-Gerçeği bilme) derler. Buna çalış da güneş gibi âlemleri aydınlat diye nasihatta bulundu. O günden sonra, Seyyid Burhaneddin şeyh, Mevlâna da müridi olmuştu artık. Önce, kırk gün bir odaya kilitlemiş, Mevlânaya halvet çıkartmıştı. Her gün yeni bir şey öğretiyor. Allah gerçeğinin sırlarını birer birer Mevlânanın önüne seriyordu.
Onun zahir ilimerini de öğrenmesini istemişti. Zamanın en yüksek medreseleri Halepte ve Şamda idi. Mevlâna. bu şehirlere gitmeli, bir -iki yıl tahsil etmeliydi. Kararını Mevlânaya açtı. Hemen yol hazırlıklarına başlanarak Mevlânayı birkaç dervişle birlikte Halepe yolcu etti. Kendisi de kısa bir süre için Kayseri şehrine giderek istirahata çekildi.
Mevlâna, Halep yoluna düşmüştü. Dağarcığında birkaç kitaptan başka hiçbir şeyi yoktu. Ama gönlü Gönlü öğrenme, bilme, okuma aşkıyla kaynıyordu. Halepe geldi.
Halepte devrin tanınmış Hanefî fakihlerinden Kemaleddin ibn-ül-Adîmin müderrisi olduğu (Halâviyye Medresesine yerleşti. Müderris Kemaleddin, Mevlânanın babasını tanıyordu. Ona özel bir muamelede bulundu. Kısa zamanda, Mevlânanın zekâ ve kaabiliyetinden çok memnun olmuştu.
Mevlâna Halepte ancak bir iki yıl kalmıştı. Niyeti Şama gitmekti. Sam, Moğol akınlarından kaçan bilginlerin sığınağı olmuştu. Üstelik burada, devrin ünlü bilgini Muhyiddin-i Arabî de vardı. Tekrar yola düştü, Şama gelerek (Mukaddemiye Medresesi)ne indi.
Gece gündüz okuyor, öğreniyor, ilim dağarcığını her gün biraz daha dolduruyordu. Sanki ilim bir okyanustu da Mevlâna küçücük yelkenlisiyle, bu okyanusta sahil sahil dolaşıyordu. Mesafe, her gün biraz daha kısalmakta. Okumak, öğrenmek, sormak, araştırmak için günler birer birer geçip gitmekte, yıllar birbiri peşisıra uzanmakta. Sık sık devrin bilginlerini, sûfilerini ziyaret ediyor, onlarla konuşuyor, sorularına cevap arıyordu. Bu arada Fıkıhta Hidâye kitabını, Muhyiddin Arabinin eserlerini, tahlil ede ede okumuştu.
Şamda geniş bir muhit yapmıştı. Bilginler, sûfiler Ona saygı gösteriyor, zekâsı ve irfanına hayran kalıyorlardı. Şamda 4 yıldan fazla oturdu. Artık Konyaya dönmeliydi. Bu düşünceler içindeyken bir olay onun dönüşünü çabuklaştırdı.
Günlerden bir gün, Şamın kalabalık bir pazar yerinde, dalgın dalgın dolaşıyordu. Burada dünyanın dört bucağından gelmiş, çeşit çeşit insanlar vardı. Dilleri gibi, renkleri ve giyimleri de başka başkaydı. Kimi seyyah, kimi tüccar, kimi derviş olan bu kalabalığın içinde, garip kılıklı bir adam kolunu çekti. Mevlâna. ansızın irkilerek dönüp baktı. Hiç tanımıyordu. Derken adam. Mevlânanın elini tuttu, saygıyla öptü. Mevlâna—Kimsin? demeye kalmadan:
— Ey dünya sarrafı Mevlâna beni anla
Diyerek, kalabalığa karışıverdi. Çağırmak, arkasından koşmak istedi. Olmadı. Adam, kalabalıkta kayboluvermişti.
Mevlâna, yıllar sonra öğrenecekti ki, bu belirsiz kişi. en büyük can dostu Şemseddin Tebrizîdir.
Artık, bu olaydan sonra, Şamda çok durmadı. Anadoluya döndü. Önce, Kayseriye uğrayarak şeyhi Seyyid Burhaneddini ziyaret etti. Sonra da, onunla birlikte Konyaya geldi.
Seyyid memnundu. İstediği olmuştu. Ona, ledün yolunda mürşidlik ediyor, onu her bakımdan tam bir insan-ı kâmil yapmak için çaba gösteriyordu.
Seyyidin Maarif adlı eserinden öğreniyoruz ki, o da Bahaeddin Veledin yolundan gitmede ve izini izlemede. Bu eserde (Maarif-i Baha Veled) de olduğu gibi filozoflar, hâkimler kınanmakta. Allah dostu, âşık ve ârif erenler övülmektedir. Bunlar, (Varlık levhinden EneHak sözünü) okumuş bilgin kişilerdi. Seyyid Burhaneddin, Baha Veledin Maarifini pekçok kere okumuş, Mevlânaya da okutmuştu.
Mevlâna artık Seyyide bağlanmış, sülük devresini sabırla geçirmekte, çileden çileye gererek Kemale ermektedir. Günlerce süren riyâzat oruçları Mevlânanın rengini soldurmuş, nâzik bedeni büsbütün zayıflamıştı.
Seyyid, riyâzata çok önem veriyor ve müridlerine şöyle diyordu:
— Eğer Allaha hiçbir ibâdette bulunamıyorsanız, hiç olmazsa orucu ihmâl etmeyiniz. Kamınızı aç tutunuz ve açlık acısına önem veriniz. Oruç hikmet hazinelerinin anahtarıdır. Peygamberlerin ve velilerin, son derece anlayışlı ve sezişli olan bâtınlarından hikmet pınarları, açlık ve oruç bereketi ile fışkırtmıştı. Oruç tutmaktan daha iyi ibâdet yoktur.
Söylendiğine göre, Seyyid Burhaneddinin onbeş gün, ağzına lokma koymadığı aylar olurmuş. Nefsinin isteği arttığı zaman, onu öldürmek, isteğini körletmek için, kalkar, aşçı dükkânına gider, köpekler için hazırlanmış bulaşık sularının başında durarak:
— Ey kör nefis, ben bundan fazlasını bulamam, beni özürlü bil, beni fazla üzme Eğer içmek istersen işte önünde, şu yalakta der, içmez, nefsiyle böylece savaşırmış.
Mevlâna,böyle bir hocanın, böyle bir terbiyecinin elinde en çekin oruçlara katlanıyor, Seyyidin kızgın potasında yana yana pişiyordu.
Seyyidin Manevi Vazifesi Bitiyordu
Böylece, aylar, yıllar geçti. Her geçen yıl Mevlânayı bir kat daha olgunlaştırdı. Oruç ve çile günleri atlatıldı. Seyyide pek çetin bir imtihan verildi. Seyyid de çok memnundu. Mevlânayı istediği gibi yetiştirmişti. Vazifesinin bittiğine kanî olunca, Konyadan ayrılmak. Kayseri şehrine giderek, ömrünün son yıllarını inzivade geçirmek istiyordu. Fakat Mevlâna bırakır mı? Bir kere Seyyidin eteğinden tutmuş, dokuz yıl onun sözünü dinlemiş, onun önünde diz çökmüş, her biri hakikat incisi olan sözlerini teşbih gibi çekmiş, tekrarlamıştı. Bu alışkanlıktan sonra. Mevlâna elbette çok yalnız kalacaktı. Seyyid ise. mutlaka ayrılmak istiyor, açıkça bu fikrini Mevlânaya söyleyemiyordu. Bir gün katıra binmiş. Konya bağlarını seyre çıkmıştı. Yolda, içinden, Buradan doğruca Kayseriye gitsem diye geçirdi, o anda katır, birden bire sıçrayarak Seyyidi yere attı ve ayağını kırdı. Yanındakiler, Seyyidi kucaklayarak tekrar katıra bindirdiler ve geri döndüler. Mevlâna haberi işitince koştu, hocasının ayaklarından çizmesini çıkardı. Bir de ne görsün? Bütün kemikler hurdahaş olmuş Seyyid, Mevlânanın yüzüne bakarak sitemli:
—Aferin, ne de güzel mürid. şeyhinin ayağını kırıyor!. dedi. Mevlâna, ses çıkarmadı, kırıkları sararak bir kaç ay içinde tedavi etti.
Hâdiseden sonra, Mevlâna. ısrarın doğru olmayacağına inanmıştı. Bir gün baş başa sohbet ediyorlardı. Mevlâna sordu:
— Niçin gitmek istiyorsun?
Seyyid. aylardan beri söylemek istediğini söyledi.
— Sen artık yetiştin oğlum.. Nakli, aklî, kisbî ve keşfi bütün ilimlerde eşi. benzeri bulunmayan bir arslan oldun. Ben de kendimce bir arslanım. İki arslan bir sahrada oturmaz. Onun için gitmek istiyorum. Hem benden sonra senin yanına büyük bir dost gelecek. Birbirinizin aynası olacaksınız. O. seni iç âlemin en mahrem noktalarına kadar çekecek, sen de, ona. aynı âlemi yaşatacaksın. Birbirinizi tamamlayacak ve yeryüzünün en büyük iki dostu olacaksınız
Seyyid, sözlerinin burasında susmuştu. Mevlâna gözleri dolu dolu dinliyordu. Bu konuşmada Seyyid: Şemseddin Tebrizînin zuhurunu haber vermişti. Sözlerine söyle devam etti:
— Dünya ve ahirette Allaha hamdolsun ki. zayıf ve nahif olan bu kul. senin esi bulunmaz bir er olduğunu görmek saadetine erişti. Haydi, yürü de insanların ruhunu taze bir hayat ve ölçülemeyecek bir rahmete boğ. Bu suret âleminin ölülerini kendi mânâ ve aşkınla dirilt
yılının tatlı bir bahar günü. Mevlâna. Şeyhinin mübarek ellerini doya doya öptükten sonra, birkaç müridle birlikte onu Kayseriye yolcu etti.
Seyyid Burhaneddin Kayseriye geldiği zaman, şehrin valisi Vezir Sahip Şemseddin İsfahanî tarafından saygıyla karşılandı, bir zaviyede misafir edildi. Şehrin ileri gelenleri, Seyyîdin huzuruna gelerek tazimde bulunuyor, beraberlerinde getirdikleri hediyeleri veriyorlardı. Seyyid, bu hediyelerin hiçbirine el sürmeden, fakirlere, meczuplara dağıtılmasını emretti. O, artık inzivaya çekilmişti. Bu sırada, Mevlâna, birkaç defa Kayseriye gelerek Şeyhinin gönlünü aldı. Kayseri halkı, Seyyide büyük bir saygı gösteriyor, bir dediğini iki etmiyorlardı. Hattâ bir keresinde, Seyyidi camiye imam yapmışlardı. Fakat Seyyid, namaz kıldırırken, bazen saatlerce ayakta kalır, rükû ve secdeye vardığı zaman da, gene saatlerce yerinden doğrulamazdı. Cemaat, Onun bu hareketlerinden âciz kalmıştı. Seyyid:
— Mazur görün beni.. Ben heyecanlı bir adamım.. Allahın huzurunda kendimden geçiyor, sizleri unutuyorum. Ben imamlık edemem. Siz temkinli bir imâm bulun diyerek bu vazifeden affını istemiş, tekrar hücresine çekilmişti. Bir süre sonra Bağdaddan mutasavvıf Şeyh Şihabeddin Ömer Sûhreverdînin Kayseriye geleceğini, kendisini ziyaret edeceğini haber verdiler. Bir iki gün sonra, Sûhreverdî Kayseriye geldi, Seyyidi zaviyesinin önündeki bir toprak yığını üstünde bularak yanıbaşına çömeliverdi. Saatler geçtiği halde ne Seyyid, ne Sûhreverdî, tek kelime konuşmamışlardı.
Nihayet Sûhreverdî, Seyyidin yanından ayrıldı, bu garip ziyareti şaşkın şaşkın seyreden müridleri, Seyyide:
— Bu nasıl görüşme böyle. Aranızda hiçbir sual ve cevap vakî olmadı. Tek kelime konuşmadınız. Buna sebep nedir? diye sordular. Seyyid şu cevabı verdi:
— Hâl ehli yanında kaal dili değil, hâl dili lâzım. Kuran-ı Kerimde Susunuz hitabı varid oldu. Hakikati görenin huzurunda susmak gerekir. Zira hâl olmaksızın kaal ile gönül müşkülleri çözülemez.
Seyyid, Kayseriye geleli bir yıl bile olmamıştı. Ömrünün son günlerini yaşamakta olduğunu hissediyordu. Bir gün hizmetçisine bir testi sıcak su hazırlamasını emretti.
İstediği su hazırlanınca, kalkıp abdest aldı. Sonra da hizmetçisine:
— Git kapıyı muhkemce kapa ve dışarıda: Garip Seyyid dünyadan göçtü diye sâla ver! dedi. Odasının bir kösesine çekilerek son duasını şöylece yaptı: Ey Büyük Allah, ey dost, beni kabul et ve canımı al.. Beni mesteyle ve bu dünyadan al götür.. Sensiz, her ne ile gönlüm rahatsa, onu benden al diyerek ruhunu teslim etti
Hizmetçi çığlıklar atarak. Sahip Semseddine koşmuştu. Seyyidin ölüm haberi Kayseride kısa zamanda duyulmuş, büyük bir kalabalık, hücresinin önünde toplanmıştı. Sahip Şemseddin, cenaze merasimini hazırlarken, Mevlânaya da haber ulaştırdı. Cenaze, dua ve tekbirlerle musallaya götürülmüştü, namazı kılındı, hatimler indirildi.
Mevlâna, şeyhin ölüm haberini alınca derin bir üzüntü içinde hemen Kayseriye gelmiş, mezarı başında saatlerce niyazda bulunmuştu. Sahip Şemseddin, Mevlânaya kitaplarını teslim etti ve Mevlâna, hocasının kitaplarıyla birlikte Konyaya döndü. Bu kitaplar arasında Seyyidin Maarif adlı meşhur eseri de vardı.
Mevlânanın Hayatında Parlayan Güneş: Tebrizli Şemseddin
Selçuklu Devletinin başşehri Konya, bir ikindi güneşinde pırıl pırıldı. Mevlâna Celâleddin, Altun-Abâ Medresesinde dersini vermiş, evine dönüyordu. Bindiği katırı iki molla çekiyor, Mevlâna başı önünde tevazu ve hiçlik duygusundan iki büklüm, ağır aheste gidiyordu. Yolun yarısında ve caddenin tam ortasında, birdenbire iki çıplak kol. katırın dizginlerine yapıştı. Mevlâna katırın birdenbire silkinerek durması üzerine, daldığı tefekkür âleminden sıyrılarak, başını kaldırdı. Esmer, yanık benizli, hiç tanımadığı bir adam, yolunu kesmiş, katırın dizginlerine sımsıkı sarılmış, ateşli, keskin bakışlarıyla Mevlânayı süzüyordu. Mevlâna irkildi. Bu saçı sakalı karmakarışık, ihtiyarca, derviş adamın birer kıvılcım gibi şimşeklenen bakışları altında ezilmişti. Ömründe böyle büyüleyici, yakıcı gözleri ilk defa görüyordu. O anda bir kıvılcım çakarak, ikisini de ateşlemiş gibiydi. Kısa, fakat korkunç sükûtu, adamın tunç, ağır, tane tane sözleri dağıttı. Adam ciddî, yüksek bir tonla soruyordu:
— Sen Belhli Sultanül-Ûlema oğlu Mevlâna Muhammed Celâleddinsin değil mi?
— Evet.
— Bir müşkülüm var, söyle bana. Hazreti Muhammed mi büyüktür. Beyazıd-ı Bestâmi mi? Ne dersin?..
Mevlâna böyle cadde ortasında, etrafına toplanan halkın şaşkın bakışları arasında ansızın sorulan bu soruyla, tekrar irkildi. Sorunun taşıdığı geniş mânâyı hemen kavramış, adamın hiç de yabana atılır bir kişi olmadığını anlamıştı. Cevap verdi:
— Bu nasıl soru? Elbette Hazreti Muhammed büyük
Adamın bakışları tatlılaştı. Dudaklarında, bir tebessüm halesi dolaştı.
Bu sefer de şöyle sordu:
— İyi ama. Hazreti Muhammed, Yarabbi. Seni tebcil ederim, biz seni lâyık olduğun veçhile bilemedik buyurur. Halbuki Beyazıd-ı Bestâmî Ben kendimi tebcil ederim, benim şanım çok yücedir. Zira cesedimin her zerresinde Allahtan başka varlık yok demekte. Buna ne buyrulur?
Mevlâna, sualin bu mecraya döküleceğini önceden anlamıştı. Hemen cevap verdi:
— Çünkü Hazreti Muhammed, günde sayısız makamlar aşıyor, her makam ve mertebeye varışında, evvelki bilgi ve hayalinden istiğfar ediyordu. Böylece Peygamber, hiçbir makamda ve hükümde kalmayarak ebediyyen tenzih edilmesi gereken Rabbi. Onu bütün tecelli cilveleri içinde dahi, tecrid ve tenzih edebilmenin mukavemetine malik bulunuyordu. Mutasavvıf Beyazıd-ı Bestâmî ise, vardığı ilk makamın sarhoşluğuna kapıldı ve kendinden geçdi. O makamda kaldı ve hemen bu sözü söyledi.
Adam, cevabın azameti karşısında dayanamadı, sendeledi, bir çığlık atarak yere düştü. Mevlâna da heyecanlanmıştı. Katırından inerek dervişi kucakladı, kaldırdı.
Sanki iki umman, burada birbirine kavuşuvermişti. Derviş, kendine gelir gelmez, biri diğerini ezelden tanıyan iki dost gibi kucaklaşıverdiler. Mevlâna. dervişin koluna girdi. Hiçbir şey konuşmadan eve, Mevlânanın Medresesine doğru yöneldiler.
Bu durumu, hayret ve endişe içinde seyreden talebeler ve halk şaşırıp kalmış, olup bitenlere bir mânâ verememişlerdi. Birbirini kucaklayan, birlikte yürüyüp giden iki adamın ardından bakakaldılar.
Mevlânayı Mevlâna Yapan Tebrizli Şems
Kimdi bu adam. Mevlânanın hem de cadde ortasında yolunu kesen, sorduğu bir çift suale aldığı cevap karşısında kendisinden geçen, derviş kılıklı, bu esrarengiz ihtiyar kim olabilirdi?
Mevlânayı böyle cadde ortasında durduran, attığı okla kendisi vurulan derviş. Tebrizli Muhammed Şemseddindi. Mevlâna gibi bilgin, temkinli bir sûfiyi uçsuz bucaksız âşk denizine salıveren, onu pişiren, potasında yakan, kavuran kısacası Mevlânayı Mevlâna yapan Tebrizli Şems..
Dediklerine göre Azeri Türklerinden Melikdad oğlu Ali adlı birinin oğlu.. Tebrizde doğmuş, orada büyümüş. Küçük yaşından beri değişik halleri, üstün yaratılışı ile dikkati çekmekte. Daha çocukken babası ile birlikte bir dere kenarına varmışlar. Bir tavuğun altındaki yumurtalardan çıkmış ördek yavruları, dereye dalıp yüze yüze karşı sahile geçtikleri halde, tavuk karada çırpınıp duruyor. Bu manzarayı gören, küçük ve mağrur Şemseddin, babasına şöyle demiş:
— Şu hale bak baba!.. Tıpkı, seninle benim aramızdaki hale benziyor. Tavuk karada çırpınıp durduğu halde, yavruları suya dalıp karşıya geçti. Meslekler meşrepler nasıl da ayrıldı, gördün değil mi?
Birçok Mevlevi kaynakları, Şemseddini Necmeddin Kübranın halifelerinden Baba Kemalin veya Halvetiye silsilesinden Kudbeddin Ebherin halifesinin dervişi olarak kaydederler. Halbuki Şems, bizzat Makalât adlı eserinde, Benim, Tebrizde Ebubekir adlı bir şeyhim vardı. Sepet örer, onunla geçinirdi. Ondan pek çok bilgiler öğrendim. Fakat bende bir şey vardı ki, onu şeyhim göremiyordu. Zaten hiç kimse de görmemişti. İşte onu, Hüdavendigârım Mevlâna gördü.. demekte, ilk şeyhinin (Selebaf-Sepet Ören) Ebubekir olduğunu ifade etmektedir.
Bir süre sonra şeyhini bırakan, Tebrizden ayrılarak diyar diyar gezen Şems artık, bundan sonra kimseye yâr olmamış, hiçbir şeyhe bağlanamamıştı. Kendine inanmış, kimseyi beğenmeyen bir tavrı vardı. Birisinden bahsedilirse:
— Dün anasının karnından çıkmış, bugün hiçliğini idrâk etmesi gerekirken, Allahlık taslıyor. Allah mukallidlerinden bıktım, usandım Bir adam tanıyorum ki, filân şeyhin adını, sanını duyup uzun bir sefere katlanıyor; onu görmeye geliyor. Şeyh ona, niçin geldiğini sorunca, Allahı aramak gayesiyle geldiğini söylüyor. Şeyh ona Allahın semâlarda hüküm sürmekte ve gemilerini yürütmekte olduğunu söyleyince, biçare yolcu kalkıp gidiyor ve şeyhi daha fazla denemeye lüzum görmüyor, diyor, bu sözlerle kendisini kasdettiği anaşılıyordu. Yine diyordu ki:
— Herkes kendisinden, kendi şeyhinden bahseder, ona nisbet iddia ederek hakikat yolunda kendisine bir bağ kurar. Halbuki bize, bizzat Allah Resulü, mânâ âleminde hırka giydirdi. Bu hırka, öyle iki günde eskiyip yıpranan, yırtılıp çürüyen, külhanlara atılan cinsten değil. Bu hırka, sohbet ve hakikat hırkasıdır. Öyle bir sohbet ve hakikat ki, zaman ve mekânın üstünde.. Ne dünü var, ne bugünü, ne de yarını.. Aşkın, zamanla, mekânla ne işi var..
Tanınmaktan Korkuyor, Yokluğa Yol Alıyordu
Bununla Şems aslı astarı olmayan söylentilerle, bir şeyhi tarif edenleri kastediyor, aslında bu söylentilerin, gerçekten çok ipe sapa gelmez lâflar olduğunu ifade etmek istiyordu. Gerçeğe lâfla, hattâ ilimle varılamazdı. İlâhi visal, ancak şeriata uymak, ölçülere başkesmek, olgun bir mürşidin, bir yol göstericinin tapusuna girmek, aşkla, muhabbetle yol almakla mümkündü. Bunun içindir ki, felsefecileri kınardi:
— Filozofcuk, on akıl vardır, bunlar kâinatı kaplamıştır, der. Sonra da. hiçbir aklın gerçeği bulamaması karşısında sersem sersem başını kaşır, yine de ders almaz.
Şems, bilgilerin bilgisi olan ilâhî bilginin, binlerce yıl tahsil edilse dahi, öğrenilemeyeceğini, hiçbir bilginin bir kerecik Allah vuslatı ile elde edilen feyze denk olamayacağını söyler, bu hikmet ve gerçeğin kaynağını da gönülde, arınmış temiz gönüllerde arardı. Derdi ki:
— Herşey insana fedadır, insan ise kendisine, kendi hakikatına fedâ.. Allah, insanoğlunu ululadığını söylediği halde, gökleri ve arşı ululadığını buyurmadı. Arşa varsan da, onun üstüne çıksan da fayda yok.. Keza, yedi kat yerin dibini geçsen de faydasız. Gönüle girmek, gönül sahibine yâr olmak lâzım. Bütün peygamberlerin, gayesi gönüldür. Ve insan kendisini bilince herşeyi bildi, demektir.
Şemse göre, kulluk, gönül kulluğudur. Hizmet, gönül hizmetidir. O da, insanın Tannsında istiğrakıdır. Şeriat, bu istiğrakın temel taşıdır. Bunsuz olmaz. Bir an düşünmek, murakabeye varmak, gönüle eğilmek, altmış yıllık ibâdetten hayırlıdır hâdisindeki düşünmekten maksat da, sadık dervişin gönül huzurudur. Hakka dönüş, Hakka teslim oluştur.
Şems, bir hakikat ehli. bir gönül eri arayıp durmada, bunun için uzun yolculuklar yapmadaydı. Gittiği yerlerde hanlarda, kervansaraylarda konaklıyordu. Bazı memleketlerde bir süre oturduğu da oluyordu. Fakat çabuk tanınıyor, etrafını, bir sürü mürid sarıveriyordu. O zaman, durmanın, tehlikeli olduğunu anlıyor, bir fırsatını bulup kaçıyor, başka bir memlekete göçüyordu. Çoğu zaman, Şama uğrardı. Şamda bir hana iner, hücresini sıkıca kilitler, günlerce yalnız başına kalır, kimseyi içeri almaz, kimseyle görüşmezdi. Daima riyâzat yapar, bir somun, bir testi suyla günler geçirirdi. Şamdayken bir ahçı dükkânına gitmişti. Ahçı, eski müşterisini hemen tanımış, biraz iltimas olsun diye yağlıca bir baş suyu ile sıcak bir somunu eline tutuşturmuştu. Şems, kendisinin tanındığını anlayınca, kâseyi yere koymuş, ellerini yıkamak bahanesiyle dükkândan çıkmış, o gün Şamı terketmişti. Bir defasında da Erzuruma yerleşmiş, mektep hocalığı ile meşgul olmuştu. Fakat kısa bir zamanda halk onu tanımış, etrafını çevirmişti. Oradan da uzaklaştı.
Tebrizli Şemseddin, ulaştığı makam ve mertebelerde durmuyor, daha derin, daha hakikat ehli bir şeyh, daha yüksek bir makam arıyordu. Kendisini makamlara ulaştıracak bir mürşidin sohbetine girebilmek için yıllarca dolaşmıştı. Ona, bu halinden dolayı Şems-i perende-Uçan Şems, demişlerdi. Durmaksızın geziyor, arıyor, soruyor, şeyhim diyenleri imtihan ediyor, aradığını bulamayınca da uzaklaşıyordu. Diyordu ki:
— Büyük şehirlerde oturmak, bir mürşidin tapusunda kayıtlı olmaktır. Hele bu mürşidin kuvvet ve sohbeti eksik olursa, bu mıhlanıp kalmanın felâketini siz hayal edin
Bir zaman, yolu Bağdada uğramıştı. Tanınmış sûfilerden Şeyh Evhadüddin Kirmanîyi ziyaret etti. ne âlemde olduğunu sordu. Şeyh Evhadilddin Güzellerde Cemâl-i Mutlak-ı görüyorum mânâsını kastederek:
— Ayı leğendeki suda seyrediyorum, dedi. Bu cevap üzerine Şems:
— Ense kökünde çıban yoksa, başını kaldır da göğe bak! O zaman Ayı leğende değil, kendi zatında seyretmiş olursun. Bu iş varken ne diye leğenlere abanıp, kendini aradığın şeyin aslından mahrum edersin? deyince, Evhadüddin, Şemsin ellerine sarıldı, müridi olmak istedi. Şems:
— Bizim sohbetimize dayanamazsın cevabını verdi. Evhadüddin ısrar edince, bu sefer Şems sordu:
— Pekâlâ, bir şartla. Bağdad pazarında, halkın karşısında şarap içebilir misin?
— Estağfurullah, bunu yapamam.
— Peki, bundan vazgeçtim, pazardan şarap alır, ben içerken, benimle sohbet edebilir misin?
— Bunu da yapamam..
— O halde uzaklaş erenlerin yanından! Benimle arkadaşlık edemezsin sen.. Şunu da bil ki, ben mürid değil şeyh arıyorum. Hem de rastgele değil Gerçekten, gerçekleri bilen, olgun bir şeyh, bir mürşid.. Bunu şöyle anlatır:
— Ben kendi diyarımdan, gerçek bir mürşid bulmak amacıyla çıktım, ama ne gezer. Nereye gittim ve kime rastladımsa, hepsi bomboş.. Vardır elbet, âlem bu kadar boş değildir ya. diye düşündüm, ama bulamadım. Bir yerde bir şey söylüyorlardı: Bir şeyh varmış, insana haberi olmadan hırka giydirirmiş, devlet ve saltanat ihsan edermiş. Vefat etmiş ama ben görmedim. İşte hep bu boş sözler Kâmilce bir şeyh hakkında, sırası gelmişken bir ölçü vermek isterim İnsana, aleyhinde bir söz nakletseler, katiyyen incinmemeli, ona gücenmemeli. Böylesine bile rastlayalamadım. Kaldı ki. bu kadar küçük bir kemâl ile. hakiki kemâl arasında daha nice mesafeler var. Hasılı ben şeyhliğe lâyık kimseyi bulamamıştım.
Bunu şu misalle anlatır:
Bir adam balığı anlatmada, büyüklüğünü tarif etmedeydi.
Birisi:
— Sen balık nedir bilir misin ki, anlatıyorsun? dedi. Adam:
— Nasıl bilmem!.. Yıllarca deniz seferlerinde bulundum.
— Anlat bakalım, nasıl? Adam anlatmaya başladı:
— Balığın deve gibi iki boynuzu vardır..
— Sus, yeter artık. Sen evvelâ öküzle devenin farkını bilmiyorsun. Kaldı ki balığı tarif edeceksin.
Belliydi ki Şems, bir tekke sahibi sözüm ona şeyhlerden olmak istemiyordu. Birçok şeyhleri denemiş, onların şeyh değil, mürid bile olamayacaklarını görmüştü. Şöhretin, malın, mülkün, kâr değil, zarar getireceğini .dünyaya çivileyip kalacağını biliyordu. Halk, devamlı harpler, yağmalar yüzünden dünyasından bezmişti. Bu dünyada bulamadığı huzuru hiç olmazsa öte âlemde aramak için maneviyata yönelmiş, tasavvufa meyli artmıştı. Onun bu temiz duygularını istismar edenlerden, ben böyleyim, ben şöyleyim diyenlerden nefret ediyor, memleket memleket dolaşıyor, gerçek bir şeyh, bir mürşid arama yolunda, yıllardan beri koşuyordu.
Yaşı altmışa ulaşmış, siyah sakalını beyaz teller bezemişti. Sırtında keçeden bir cübbe, elinde bir alem, başında da kalpağa benzer bir külah vardı. Bazı hallerde işçilik yapar, sırtında taş çeker, birkaç mangır alır, maişetini temin ederdi. Kimseden bir şey talep etmez, kimseye yük olmazdı. Çoğu zaman aç kalır, nefsiyle alay ederdi.
Şems. Anadoluyu bu halle geziyor, birer ikişer gün şehir ve kasabalarda konaklıyordu.
Bir seyahati sırasında yolu Konya yakınlarındaki Aksaraya uğramıştı. Münasip bir han bulamadığı için mescidde gecelemeye karar verdi. Mescide gelip bir köşeye büzüldü. Yatsı namazından sonra, müezzin kapıyı kilitleyeceği zaman Şemsi gördü, sert bir dille çıkıştı:
— Hey, kimsin sen? Çık buradan, git başka bir yerde pinekle.. Şems:
— Beni bu gecelik mazur gör. Garip bir yolcuyum. Yatacak yerim yok, sizden hiçbir şey istemem. Müsaade et de şuracıkta geceyi geçireyim, dedi.
Müezzin büsbütün kızdı. Bağırıp çağırmaya, acı sözler söylemeye başladı. Şems incinmişti, dayanamadı:
— İnşallah dilin şişer! diyerek uzaklaştı. O anda müezzinin dili şişmeye, boğazını tıkamaya başlamıştı. Hırıltılara, imam yetişti:
— Ne var, ne oluyor? diye sordu. Müezzin, eliyle uzaklaşmakta olan Şemsi göstererek güçlükle:
— Beni bu hale getiren O.. Koş Ondan af dile. İmam koştu. Şemsi yolda yakalayarak:
— Aman efendim, o miskin müezzin, sizin kim olduğunuzu bilememiş, kusuruna bakmayın, onu kurtarın diye yalvarmaya başladı.
— İş işten geçti artık. Hüküm Allahındır, ben birşey yapamam. Yalnız, onun imânla ölmesi, âhiret azabını görmemesi için dua ederim..
Ve yoluna devam etti. İmam geri döndüğü zaman müezzin çoktan ölmüştü.
Şems Konyaya doğru gidiyordu.
Onun Konyaya gelişi sebepsiz değildi. Her gittiği yerde kendisine Mevlânadan bahsedilmiş, onun Konyaya yerleştiği söylenmişti. Bir defasında:
— Allahım beni dostlarımla buluştur, görüştür, diye sabahlaradek niyazda bulunmuş, bu hal ile uyuyakalmıştı. Rüyasında bu arzusunun yerine getirildiği, ancak Anadolu illerine gitmesi gerektiği bildirilmiş, buna karşılık kendisinin ne bağışlayabileceği sorulmuştu. Şems:
— Başımı!..
diye cevap vermiş, uyanınca, hemen yola düşmüştü. Anadoluyu gezdikçe, Mevlânanın adını, şöhretini duyuyordu. Kararını verdi. Konyaya gidecekti. Eğer aradığını bulursa mesele tamamdı. Bu niyetle yola düştü.
Şems yılının Kasım ayında Konyaya gelmişti. O, Konya minarelerini tâ uzaklardan gördüğü zaman heyecanlanmıştı. Ne ulu, ne büyük şehirdi Konya.. Etrafını kalın bir sur kuşatıyor, altın yaldızlı kulelerden çeşit çeşit heykeller, arslanlar sarkıyordu. Kalanın etrafına derin hendekler açılmış, oniki kapısından hendekler üzerine asma köprüler kurulmuştu. Büyük bir kapıdan şehre girdi. Akşam yaklaşıyordu. Bir han sordu. Şekerciler Hanını tarif ettiler. Hanın bir odasına yerleşti. İstirahat etti.
Ertesi gün Kasım ayının 25ci günüydü.
Şems, o gün han kapısı önünde taşlığa oturmuş, gelip geçenleri seyre dalmıştı. İkindiye doğru, ana cadde üzerinde müderris olduğu halinden belli birisinin, sağında solunda talebeler olduğu halde, bir katırla geçtiğini görmüştü. Herkes:
— Mevlâna Celâleddin geliyor?
diye ayağa kalkıyor, hürmetle selâmlıyorlardı. Demek yıllardır adını işittiği, bir defasında da Şamda gördüğü Mevlâna buydu. Şu katır üzerindeki kısa siyah sakallı, yanık buğday benizli, mütebessim insan.. Hoşuna gitti hali, tavrı..
Yerinden kalktı, kalabalığı yara yara ilerledi. Tam karşılaştıkları zaman katırın dizginlerini sımsıkı tuttu. Biraz sert ve kısa, daha önce bahsettiğimiz, soruları sordu. Aldığı cevaplarla o kadar heyecana düşmüştü ki, dayanamadı, düşüp bayıldı.
Şemsle Mevlânanın ilk defa buluşup görüştükleri bu yere mevlevîler sonradan Kuran-ı Kerîm Rahman sûresinin 19 âyetinden alınan ve iki denizin karıştığı yer anlamına gelen (Meracel Bahreyn) adını vermişler ve bir çevrikle işaretlemişlerdi. Selçuklular devrinde, Şekerfuruş Hanının önüne isabet eden bu yer, evvelce bir parmaklıkla çevrilmiş ve ziyaretgâh haline getirilmişti.
Mevlâna. Şemsle bu şekilde karşılaştıktan sonra, onu yerden kaldırmış, yıllardan beri birbirlerini tanıyan, birbirini arayan iki dost gibi, hasret ve heyecanla kucaklaşmışlar, birlikte Mevlânanın Medresesine gitmişlerdi. Gidiş o gidiş olmuş, Mevlâna ve Şems, artık mânâ âleminin sırlanmış hücresinde, aylarca sürecek sohbetlere başlamışlardı.
Mevlâna Şems İle Başbaşa
Mevlâna daha ilk gün:
— Ey Şemseddin Tebrizî, ey mânâ âleminin incisi, gerçi evim sana lâyık değil ama, sadık bir bendenim şimdi. Kulun nesi varsa efendisinindir. Bundan böyle bu ev senin; çocuklarım, oğulların ve kızlarındır, demiş, hizmetine koşmuştu.
Şems, Mevlânayı bir kere daha denemek istiyordu. Bir zamanlar Evhadüddin-i Kirmâniye yaptığı gibi Mevlânaya da şarap getirmesini söylemiş, Mevlâna herkesin hayret ve dehşet nazarları arasında Şemsin bu arzusuna boyun eğmiş. O zaman Şems:
— Biz seni tecrübe ettik, sen bizim tahminimizin de üstünde bir ermişsin. Meğer sen hiçbir ferdin taşıyamayacağı yükü. kılın titremeden omuzlayabilecek kâmil insanmışsın. Şende bu kudret ve tahammül varken, sana bu dünyada kimse denk olamaz. diyerek şarabı döktürmüş, Mevlânaya sarılmıştı. Mevlâna ise birkaç günlük bir sohbetten sonra. Şemsin eşi bulunmaz bir mürşid olduğuna kanaat getirmiş, onda mutlak kemâlin varlığını, cemâlinde Allah nurlarını görmüştü.
Mevlânanın ev olarak kullandığı küçücük medresesi sırlanmış, aşk ve mânâ ile dolmuştu.
O güne dek, talebelerine ders veren bir müderris, camilerde vaazlariyle sevilen bir hatip, fetvalariyle şeri müşkülleri halleden bir halk müftüsü olan Mevlâna Celâleddin, şimdi herkesten, herşeyden uzak, Şemsin sohbetiyle donanan aşk sofrasına bağdaş kurmuş, kana kana içiyordu.
— Doğu olsam, batı olsam, göklere çıksam, senden bir nişane bulmadıkça, dirilikten bir nişane bile yok bana. Ülkenin zahidiydim, minbere sahiptim, kürsüm vardı. Şimdi ise gönül kazası, sana karşı ellerini çırpan bir âşık haline getirdi beni!.. diyordu.
Şems, önce Mevlânayı mütalâadan, kitaplarından sıyırmıştı. Derler ki, bir gün medresedeki havuzun başına oturmuş, Mevlânanın kitaplarını birer birer suya atmaya başlamıştı. Bu sırada Mevlâna içeri girivermişti. Baktı ki. yıllarca göz nuru döktüğü kitapları birer birer havuza atılmış, havuz mürekkep deryası haline gelmişti. Bu kitapların arasında Belhten göçtükleri sırada. Nişapurda Feriddün-i Attarın hediye ettiği Esrarnâme adlı eseri de vardı. Şöyle ki: Sulanül Ulema Bahaedin Veled, beraberinde henüz çocuk yaşında olan oğlu Mevlâna Celâleddin ve ailesi olduğu halde, Belhten göçerlerken Nişapurda konaklamışlar,burada devrin büyük mutasavvıflarından Feridüddin-i Attarla görüşmüşlerdi. Feriddüddin-i Attar. küçük Mevlânanın zekâ ve bilgisine hayran olmuş. Esrarnâme adlı eserinden bir nüsha hediye etmişti. Mevlâna. bu eseri defalarca okumuştu. Şemsin onu da havuzdaki suya atmasına gönlü razı olmadı. Şems bunu hisseder hissetmez, elini havuza daldırmış:
— Al istediğin kitap bu kitap değil mi? diye Mevlânaya uzatmıştı.
Hayret. Esrarnâme tozuyla duruyordu. Sanki bir havuz dolusu su içinden değil de, kütüphane rafından alınmıştı. Şems:
— Aşk ilmi medresede öğrenilmez, diyor, Mevlânayı okumaktan menediyordu. Hattâ babası Baha Veledin Maârifini bile okumasına müsaade etmiyordu.
Hele Mevlânanın çok sevdiği Mütenebbi Divânına kızıyordu.
— Mütenebbî de kim oluyor? O, senin atına seyislik bile edemez! diyordu.
Mevlâna. Şems ne derse onu yapıyor, her hareketinde Şemse uyuyordu. Oğlu Sultan Veled, onun bu halini şöyle tarif eder:
— Ansızın Şemseddin çıkageldi. Ona ulaştı. Mevlânanın gölgesi Onun ışığında yok oldu. Aşk âleminin ötesinden defsiz, sessiz bir sedadır erişti. Şems ona, maşuk halinden bahsetti. Mevlâna bilgisiyle nihayete ulaşmıştı. Şimdi ise yeni baştan başladı. Evvelce Mevlânaya uyulurdu. Bu sefer O, Şemse uydu. Şems maşuk erenlerindendi.
Onu da o âlemde mâşukluk cihanına davet etmiş, bu cihanda her ikisi de yanıp kavrulmuştu. Onsuz huzur bulamayan, neşesi kaçan Mevlâna, can gözüyle âlemi görmeye başlamış, aylarca başbaşa sohbet etmişlerdi.
Şems, Mevlânaya semânın zevkini tattırmış, Onu bu yolda irşada başlamıştı. Semâ varlıktan sıyrılıp kendinden geçerek, mutlak fânilik içinde beka zevki almaktı. Semâ, âşığın gıdasıydı. Zira semâda sevgiliye kavuşmanın tatlı hayâli vardı. Bu vuslatın zevkini alan âşık. artık zaman ve mekân kayıtlarından kurtulmaktadır. Mesnevide zamandan, zaman kaybından kurtuldun mu, keyfiyet kalmaz. Keyfiyetsiz Allaha mahrem olursun deniliyordu.
Şems, Mevlânayı, semâ etmesi için teşvik ediyor ve diyor ki:
— Semâ ediniz, Hakkı isteyen ve Ona âşık olanlar, semâ ettikleri zaman aşkları ve mânevi halleri çoğalır..
Çok eskiden beri, filozofların, mutasavvıfların, hattâ peygamber ve velilerin semâ ettikleri, semâda Hakkı zikrettikleri biliniyordu.
— Semâ ediniz. Hakkı isteyen ve Ona âşık olanlar, semâ ettikleri zaman aşkları da yoktu. Âşık ve maşuk vardı. Yol eri, kendisine yol gösterene temiz bir itimatla bağlanır, onun izini izlerdi .Bu yolda bazan, âşıkla, maşukun hangisi olduğu dahi ayırt edilemez, ilâhî irşad karşılıklı olur, bu aşk remizlerle ifade edilirdi. İşte bu ilâhi aşk ve cezbe. Allah sevgisi, Mevlânayı da. Şemsi de kendilerinden geçirmişti. Bu cezbeyle semâ ediyorlardı. Feleklerin onlarla beraber her zerrenin güneş etrafında ilâhi bir cezbeyle döndüğü gibi. kendilerinden geçerek semâ ediyor, yalnız Allahı zikrediyorlardı. Şems:
— Allahın tecellisi. Allah erlerine semâda daha çok vakî olur. Onlar kendi varlık âleminden çıkmışlardır. Semâ onları maddî âlemden sıyırır. Hakkın likasına ulaştırır,
diyordu.
Semâ esnasında her hareketin bir ilâhî mânâ ve ifadesi vardı. Semâda çark atmak, ani dönmek. Allahı her yönde görmeyi ve her yönden feyz almayı, ifade eder. Ayak vurmak, nefsini ayaklar altında ezmek ve ona galebe çalmak demekti. Kollan yana açmak, kemâle yöneliştir. Semâda secde, kulluğun ta kendisidir.
Düne kadar, ardına dek açık olan Mevlânanın evi. bugün iki can dostun üstüne kapanmış duruyor, arasıra Hakk nidaları, dost! haykırışları, rebâp ve ney sesleri duyuluyordu.
Şems geleli üç-dört gün olmuştu. Bu üç-dört gün içinde odalarına yalnız Sultan Veled girmiş, yalnız o hizmetlerini görmüştü. İki dost. tek sözle Hakkın kapısında. Hakka yönelmiş sohbet ediyor, bu soh bete kulak misafiri olan Sultan Veled, bazen kendini tutamayarak ağlıyor, inliyordu.
Medresenin küçük odası sanki bir arş evi idi. Bu arş evinin mânâ yükü ağırdı. Kimse bu sohbete dayanamaz, bu mânâyı kavrayamazdı. Bu bir âşk potası idi. yanan, yakılan bir pota
Bu potada Mevlâna, ŞemsIe birlikte yanıyorlardı.
Şems irşadlarına devam ediyordu.
— Arif o kişidir ki, dostun zikrinden geri kalmaz, onun dostluğuna doymaz. Rıza sofrasında, yakin ağzına giren zikirden daha tatlı bir yemek yoktur.
Şems, mânevi ilimler bahsinde şunları söylüyordu:
— Mânevi ilim, üç şeyle elde edilir. Zikreden dil, şükreden kalb. sabreden ten. İlimsiz bir vücud. susuz bir şehre benzer. Nihayet kuru bir kalıptır. Vücudu, perhizle , ahlâkla, cehid ve gayretle sulandırmalı ve bezemelidir
Mânevi cömertlik için de diyor ki:
— Zahidlere mahsus olan mal cömertliği, cihad edenlere mahsus olan ten cömertliği, gazilere mahsus olan da can cömertliğidir. Ariflere mahsus olan cömertlik ise gönül cömertliğidir. Gönül alçaklığından daha iyi bir şey görmedim. Elinizde bulunanla kanaat ediniz, başkalarının elinde bulunan şeyden de ümidinizi kesiniz.
Peygamberlerin izzeti peygamberlikte, bilginlerin izzeti tevazuda, velilerin izzeti ilimde, fakirlerin izzeti kanaatte, zenginlerin izzeti cömertlikte, ibadet edenlerin izzeti de halvettedir. Dini iki şeyle koruyun: Cömertlik ve iyi huylulukla.
Dostluk için de şöyle buyuruyordu:
— Hakiki dost Allah gibi mahrem olmalıdır. Dostun çirkinliklerine, hoşa gitmeyen hallerine tahammül etmeli, hatasından incinmemelidir. Dosttan yüz çevirmemelidir, dosta itiraz etmemelidir. Nitekim rahmeti bol olan Allah kullarının ayıplarından, günahlarından, noksanlarından dolayı onlardan yüz çevirmez. Tam bir inayet ve şefkatle, onlara rızkını verir. İşte garazsız, ivazsız dostluk budur.
Şems, bir taraftan irşadlarına devam ediyor, diğer taraftan günlerce devam eden riyazatlarla Mevlânayı pişiriyordu. Zaten bu gelişmeye hazır olan Mevlâna, Şemsle tanıştıktan sonra Şemsi bile geçmişti. Şems bunun farkındaydı. Mevlâna bir gazelinde şöyle diyordu:
— Seher çağı. gökyüzünde bir ay göründü, gökten indi de gözünü bize dikti, bakmaya başladı. Ay zamanında bir kuş vurmuş doğan gibi. Ay, beni kaptı, gökyüzüne uçuverdi.. Kendime baktım göremedim. Çünkü o ayın lütfuyla bedenim can kesildi. Can âlemine gittim. Orada da o aydan başka bir şey göremedim. Hasılı ezelî tecelli sırları, tamamiyle anlaşıldı.
Yine bir gazelinde Mevlâna, bu değişikliği şu beyitlerle terennüm eder:
— Âşkın sarhoş etti beni, ellerimi çırpmaya koyuldum sarhoşum, kendimden geçmişim, ne bilirim ne yaptığımı. Koruktum, üzüm oldum şimdi. Artık kendimi ekşi yüzlü gösteremem ki. Halk, Böyle olmamak gerek diyor. Böyle değilim ben de, beni, o böyle yaptı. Ve yine:
— Çöp atlayamazdım. zahittim, dağ gibi ayağımı diremiştim. Fakat, hangi dağ var ki, senin anısın, onu saman çöpü gibi kapıp gitmesin. Seni övmek gerçekten de adamın kendisini övmesidir. Çünkü, güneşi öven kendini övüyor demektir
Bir gün Mevlâna, hane halkına Şemsin büyüklüğünden, onun Allaha olan yakınlığından ve sayısız kerametlerinden uzun uzadıya bahsetmiş, hürmette kusur etmemelerini, arasıra gidip gönlünü almalarını tenbih eylemişti. Bu sözler üzerine oğlu Sultan Veled, Şemsin hücresine giderek elini öpmüş, hizmetinde bulunmuştu. Şems ansızın yapılan bu ziyarete bir mânâ veremeyerek:
— Veled ne oldu sana böyle? Fazla lûtufta bulunuyor, gönlümü almak için sevgiler gösteriyorsun demişti.
Sultan Veled:
— Efendim, babam büyüklüğünüz hakkında o kadar söz söyledi ki hepimiz deli olduk. Eğer bin sene ömrüm olsa ve başımın üzerinde döne döne size kulluk etsem ve hizmetlerin hepsi de kabul edilse, yine bu muhlis kulunuzun kalbinde lâyıkıyla hizmet edememekten dolayı bir ukde kalır.
— Mevlâna teveccüh buyurmuşlar. Yüzbinlerce benim gibi Şems-i Terbizî, onun büyüklük burcunda bir zerreden başka bir şey değildir. Ben mükâşefelere nail olduğum, sülük padişahlarını seyrettiğim, ilahî nurlara yakınlaştığım, birçok Hak erleriyle düşüp kalktığım, gayb âlemlerini gördüğüm halde, Mevlânaya ulaşamadım. Artık, Onun hakikatına kim erişebilir?..
Şems ve Mevlâna her ikiside büyüklük burcunda birbirlerine hayran, birbirlerini seyrediyorlar, karşılıklı irşad günlerce devam ediyordu.
Onlar böyle bir hücrede, bir âlemi aydınlatır, susuz gönüllere pınarlar akıtırken, öte yandan, ruhsuz bir dünya için için kaynıyordu.
Konya halkı tarafından çok sevilen, vaazı, dersi dinlenen Mevlânanın böyle birden bire ortadan kayboluşu, medreseyi, talebelerini terkedisi, müridlerine yüz çevirişi, önce herkesi şaşırtmıştı. Mevlânayı bir müddet kendi haline bırakmışlar, fakat aradan birkaç ay geçince, dedikodular başlamıştı. Mutaassıp zümre, bunca yıldır hembezm oldukları Mevlânanın, Şems gibi ne olduğu henüz lâyıkıyla bilinmeyen bir dervişe uyarak, her şeyden elini eteğini çekişine bir mânâ veremiyorlardı. Mevlânaya karşı duydukları aşırı sevgi, onları kıskançlığa sevketmişti:
— Bu ne haldir? Mevlânayı bütün eski dostlarından, yüce durağından çekip alan, kendisi ile meşgul eden bu adam kimdi? Nereden geldi, ne yapmak istiyor? diyor, hattâ bazen çok ileri gidiyorlardı:
Şems denen bu derviş geldi. Mevlânamızı bizden alıp başka âleme sürükledi. Bu Şems dedikleri adam kimdir ki, Mevlânayı bunca yıllık müridlerinden soğutsun, onu mütalaadan, kitaplardan ayırsın. Olacak şey mi bu? Büyücü mü bu adam, sihir mi yaptı da bizden ayırdı. Halkı vaazından, talebeyi medresesinden mahrum etti.
Mevlânanın Cezbe Devresi
Zaman geçtikçe, dedikodu ve kıskançlık artıyordu. Bu acı sözler Mevlânaya ulaştırılınca, dudaklarında acı bir tebessüm belirdi, gözleri dolu dolu olmuştu. Şöyle dedi:
— Sizin, Şems hakkındaki hükümleriniz, onu sevmemenizdendir. Eğer onu, siz de benim gibi sevmiş olsaydınız, onda tamah edilecek bir şey ve söylediklerinizin hiç birisinin olmadığını, hoşa gitmeyecek bir hali bulunmadığını görürdünüz.
Şems. Konyaya geleli aylar olmuş, bu müddet içinde Mevlâna, bir gün olsun medresesine uğramamış, müridlerine görünmemişti. Üstelik Şems, Mevlânayı hiç kimse ile temas ettirmemeye başlamıştı:
— Allahın dostları, Allahın velileridir. Mevlâna da gerçek bir Allah velisidir. Hiç şüphe yok ki, onun yüzü Mevlânaya karşıdır. Çünkü Mevlânanın yüzü ona karşı diyor, yüzünü Mevlânanın yüzünden ayırmıyordu. Biliyor ki, Mevlâna, gelişiyle hayat seyrini değiştirmişti. Ne var ki, onu bir gün hicran potası içinde de pişirmek, tam olgunluğa ulaştırmak istiyordu. Bunun için hayatını bile verebilirdi,
Şemsin Mevlâna üzerindeki tasarrufu, türlü kıskançlıklara, hasedlere yol açmıştı. Birgün Şems, Mevlânanın kapısı önünde oturmuş, bekliyordu. Bu sırada mödreseye gelen bir talebe. Mevlânayı görmek istediğini söyledi. Şems:
— Ne getirdin, şükrane olarak ne vereceksin ki, onu sana göstereyim? demişti. Bunu işiten talebe kızmış, şöyle demişti:
— Sen ne getirdin ki, bizden istiyorsun? Şems:
— Ben kendimi getirdim, başımı onun yoluna feda ettim, az mı? cevabını vermişti. Bu sözler, talebeleri büsbütün kışkırtmış. Şems aleyhine şiddetli bir cereyan başlamıştı. Artık, açıktan açığa, hem de Şemsin yüzüne karşı konuşuyorlar, Şemsi gördükçe kılıçlarına el atıyorlardı. Şems, Konyaya geleli onaltı ay olmuştu. Onun hiçbir tarafta bu kadar uzun süre kaldığı görülmemişti.
Hele bir gün vezir Nusratüddinin hanıkâhımda bir tören yapılmıştı da Mevlâna ile Şems, birlikte gitmiş bir köşeye oturmuşlardı. Salonu dolduran bilginler, sûfîler herbiri bir geçmiş bilginin sözünü nakletmeye veya bir evliyanın kerametini sayıp dökmeye başlamıştı. Bütün bunları sessiz sedasız dinleyen Şems, birara dayanamamış, yerinden fırlayarak haykırmıştı:
— Ne zamana dek, şunun bunun sözüyle vakit geçirip duracaksınız? Ne zaman kalbim Rabbimden rivayet etti diyeceksiniz? Neden başkalarının asasıyla yürüyorsunuz? Hani sizin sözleriniz, hani sizin eserleriniz?
Herkes başını önüne eğmiş, tek lâf edememişti ama. Şemse karşı duyulan kin ve hasedi de körüklemişlerdi.
İşin çığrından çıktığı, olayların tehlikeli bir şekilde kendi aleyhine döndüğü bir sırada, yılının Mart ayı başlarında Şems, ansızın Konyadan kayboluvermişti.
Onun Konyaya geldiğini kimse görmemişti, gittiğini de gören olmadı.
Mevlâna, Şemsin boş kalan hücresine girdiği zaman içinin boşaldığını, yüreğinin tâ derinliklerinden birşeyin koptuğunu duydu. Bir süre, hiçbir şey söylemeden durakladı. Şems yoktu, kaybolmuştu. Kaybolacaktı. Bu kaderin ilâhi hükmüydü.
Şemsin kayboluşu Mevlânayı can evinden yaralamıştı. Onun gitmeşine sebep olanlara kırgındı. Hücresine kapanmış, hicranının ateşinde yanıp yakılıyordu. İçindeki volkanın alevi ile Gel. gel diye inliyor, aşkla dolu en içli gazellerini yazıyordu. Bu mukadderdi, Mevlânanın Mevlâna olabilmesi için bu lâzımdı. Bu gaybubet onu coşturuyor, pişiriyor, verimli bir hale getiriyordu. Azgın sellerden sonra, köpürerek çağlayan ırmaklar, dereler gibiydi, şimdi Mevlâna. Birbiri ardına yazdığı gazeller, divânlar dolduruyor, okuyanları büyülüyor, elden ele dolaşıyordu. Bu gazellerin içinde: Ey münâdi, nerede bir topluluk görürsen bağır, ey Müslümanlar, hiç kaçmış bir kul gördünüz mü diye? Ondan bir nişane bildirene, ondan bir nükte söyleyene, müjde olarak canımı vereceğim diye inliyor, yahut:
Gel, gel ki, ayrılığınla ne akıl kaldı bende, ne din. Şu yoksul gönülden, karar da gitti, sabırda.. Yüzümün sararmasını, gönlümün derdini, canevimdeki yanışı sorma.
Çünkü, anlatmaya sığacak şey değil bunlar, gel de gözünle gör.
Senin sıcaklığınla pişmiş, bir somun gibi al oldu yüzüm. Simdi bayat ekmek gibi ufalanmış, yerlere saçılmışım, gel de yollardaki topraklardan topla beni,
Ayna gibi yüzünden hayaller toplardım. Şimdi ise, bak da gör yüzüm, nasıl sapsarı, nasıl bumburuşuk diye içli gözyaşları döküyordu. Yine bir gazeli Onun bu halini şu içli beyitlerle süslüyor:
Aşk padişahı, her zaman binlerce saltanat, binlerce ülke bağışlamada. Fakat, cemâlinden başka bir dileğim yok ondan, yüzünden başka bir şey istemiyorum.
Sevgisinin kemeri, aşkının külahı iki âlemde de yeter bana. Külahım düşerse ne çıkar, kemerim olmasa ne gam.
Sevgili bir seher çağı, hasta gönlümü öyle bir yere götürdü ki. geceden de geçtim, gündüzden de. Seherden de yok bir haberim artık
Aşk delidir ama, biz delinin de delisiyiz. Nefis kötülükler emreder ama, biz onu çoktan buyruğumuz altına almışız. Ey Tebrizli Şems! Bu seferden dön, gel Allahaşkına Biz bir tek aşka, senin aşkına tutulmuşuz. O aşkla oyalanmadayız,.
Mevlânanın coşkun devresi Aşk ve cezbeyle yüklü olduğu devre. Onu dalga dalga coşturmak için. Şemsin bir anlık olsun kaybolması yetrnis. Mevlâna aşkla birlik, aşkın ta kendisi olmuştu:
Aşk geldi; adetâ damarımda derimde kan kesildi, beni kendimden aldı, sevgiliyle doldurdu. Bedenimin bütün cüz lerini sevgili kapladı. Benden kalan bir ad. Ondan ötesi hep odiyordu.
Onun iniltilerinden, oğlu sultan Veled de perişandı. Şemsin nereye gittiği bilinmiş olsaydı, herhalde oraya gider, yalvarır, yakarır, tekrar Konyaya getirirdi. Oysa, nereye, nasıl gittiği öğrenilememişti.
Mevlânanın sınırsız üzüntüsü, evvelce. Şemse karşı olanları da açındırmış, birer birer gelerek Mevlânadan özür dilemişlerdi. Mevlâna, çoğu eski müridleri ve talebeleri olan bu kalabalığa, hiç bir dargınlık göstermeden affetmişti:
— Kadere rıza göstermek lâzım Sizin gerçekten de suçunuz yok. Allah böyle istedi. Onun dediği olur demişti.
Tebrizli Şemseddinin doğduğu ve büyüdüğü Tebriz şehrine gittiği söyleniyordu. Mevlâna bu habere de sevindi, haberciler gönderdi, en içli gazellerini yazdı.
Bize Tebrizden bir habercik salarsan,
Sana kalk bu yana gel, kalk gel derim
Kalk gel derim seni doğuran, büyüten toprağa diyordu. Bir süre sonra, bu söylentilerin de doğru olmadığını anlıyor:
Nerede hani o canım sözlerin şimdi?
Nerede hani o sırları çözen akıl?
Nerede hani o gül bahçesine giden ayak,
Elimizi tutan el nerede hani? diye inliyordu.
Şemsi aramak için birkaç kere Şama gitmişti. Bu aramalar bir teselliydi.. Bulamayacağını biliyor ve diyor du ki:
Biz Şamın âşıkı ve delisiyiz. Biz, Şama canımızı vermiş, gönlümüzü bağlamışız. Üçüncü kez, Rûmdan Şama koşuyoruz. Çünkü biz, Şamın gece gibi karanlık zülfünden kokular sürünmüşüz. Hak güneşi Tebrizli Şemseddin, eğer oralarda ise, biz Şamın efendisiyiz, hem de ne efendisi..
Mevlâna Şamda Şemsi görememiş, bulamamıştı ama, manen onu varlığını gönlünde görmüş, bulmuştu. İster Onu gör, ister beni. Ey arayan kişi! Ben Oyum, O da ben.. diyordu.
Bir rubaisinde de:
Olduğun yerlere uğrayamam korkumdan
Kıskanırlar sana âşıklık edenler birden
Gece gündüz yaşıyan gönlüm içinde sensin
Seni görmek diledikçe bakarım gönlüme ben diye sesleniyordu.
Sultan Velede göre Şama bir keklik gibi giden Mevlâna, Konyaya alıcı bir doğan gibi dönmüştü. Eğer Mevlâna Şemsi bulmuş olsaydı, bu onun için bir kayıp olacak, coşkunluğundan eser kalmayacaktı. Ya şimdi?.. Şimdi, daha coşkun ve cezbeliydi. Sultan Veled, Onun bu halini şöyle ifade ediyordu:
Damlaydı, coşup deniz aldı. Yüceydi aşkla daha da yüceldi. Aradığı kendinde göründü. Naralar atıyor, feryatlar ederek coştukça coşuyor, aşk denizi köpürüp çağlıyordu. Ayrılık derdiyle karar kılmıyor, herkes de ona uyup, genç ihtiyar yıldızlar gibi o aşk güneşinin karşısında canla başka semâ ediyordu..
Şamda bulunduğu sıralarda Konya halkı endişeli günler geçirmişti.
Ya Mevlâna olup bitenlere gücenerek Konyaya bir daha dönmez. Şamda yerleşir kalırsa?.. O zaman, Mevlânasız tadı-tuzu olmazdı bu şehrin. Koca başkent. Onsuz pek yavan, pek sönük kalırdı. Bu endişelerini Konyalılar, saraya kadar duyurdular. Mektuplar yazıldı, ricalar edildi.
Mevlâna, Konyaya dönmekte asla tereddüt göstermedi. Kısa bir süre sonra. Konyaya gelerek gönül hücresine gömüldü.
Mevlâna Mektuplar Yazıyordu
Birkaç ay sonra, Şemsten ilk haber alınmıştı. Onu, Şamda görenler vardı. Bu haber Mevlânayı çok sevindirmiş, hemen o gün manzum ilk mektubunu yazmıştı:
Ey gönlümün nuru, gel!
Ey dileğim, ey maksadım, gel!
Ey seven, ey sevilen
Bilirsin ki yaşamamız senin elinde
Sıkıntı etmeden nolurgel.
İnat etmeden gel..
Gel ey hüthütlere sahip Süleyman
Gel ey el-aman!
Lûtfeyle, bize gel
Ey uefalar gösteren,
Ey seven, sevilen dost
Kerem eyle, gel..
Ayrılığın bitirdi bizi, Sözünde dur, lütuf sahibi, Kusuru ört, iyilik et Gel! Araplar, taal der, farslar biyâ Gel demektir bunlar. İşte gel! Gelirsen, murada erer, açılır, gülerim, Gelmezsen perişanım, mahvolurum. Gel, ey candan, gönülden gel dediğim Gel artık, durma, gel.
Ey Tebrizli Şems
Gel, çabuk gel, n olur
Dur! Hayır deme,
Sana evet-hayır demek yaraşmaz
Gelmek yaraşır.
Mektup özel bir ulakla gönderilmiş, fakat aylar geçtiği halde, hiçbir cevap alınamamıştı.
Şemsin de aradığı, istediği buydu zaten.. Mevlâna yalvaracak, o direnecekti. Böyle bir ayrılık, Mevlânayı çok daha pişirecek, kavuracaktı.. Cevap vermemişti ilk mektuba..
Bir süre sonra, Mevlâna ikinci mektubu yazdı: Ey dünyanın zarifi, selâm sana.. Şüphe etme, sağlığım da, hastalığım da senin elinde.. Derde düşenin ilâcı nedir söyle?.. diye başlayan, gözyaşları ve yakarışlarla dolu bir mektup.. Taş olsa çatlar, dillenir, ses verirdi bu mektuba.. Cevap yok.. Yollar, haberciler gözlendiği halde cevap gelmiyordu. Mevlâna mum gibi erimiş, sararıp solmuştu.
Üçüncü mektup, kınk-dökük bir gönlün hıçkırıklarıyla bezendi: O yüce efendinin ömrü uzun olsun.. Allah Onun koruyucusu olsun.. diye niyazlarla başlıyor, onun ikbâl ve devletine dua ediliyordu.
Ohh.. Şükürler olsun Allaha, hesapsız şükürler.. Şemsten ilk haber gelmiş, mektubu alınmıştı. O da aynı coşkunluk, aynı özleyişle cevap veriyordu. Mevlâna sevinç içindeydi:
yürüyün ey erler, cananı getirin
Bizden kaçan o müstesnayı getirin diye gazeller yazıyor, divânlar dolduruyordu.
Mevlâna; Şemsin mektubunu alır almaz, oğlu Sultan Veledi çağırarak:
— Durma Şama git, şeyhimizi al getir!
Emrini vermiş, dördüncü mektubunu yazmıştı. Bu mektubunda şöyle diyordu:
Siz buradan ayrıldıktan sonra, mumun baldan ayrılması gibi, ben de lezzetten cüda kaldım. Bütün gece, mum gibi, muhabbetinizle yanıyorum. Ateşle enis, baldan tatlı sohbetinizden mahrumum. Cemalinizin ayrılığıyla cismimiz, viran. Canımız ise baykuş gibi viranede. Artık, dizgini; bu tarafa çeviriniz, neşe ve zevk filinin hortumunu uzatınız.
Ah, sensiz huzurum olmadan semâ helâl değildir. Neşe ve eğlence şeytan gibi taşlanıp sürüldü..
Sultan Veled, para-pul, hediyeler ve yirmi kadar müridiyle Şama hareket etmişti. Babası kadar, Şemsi seven Veled bu zahmetli yolculuğa canla başla katılmış, durup dinlenmeden yol almışlardı. Biran evvel Şama varabilmek, Şemsi bulup Konyaya getirebilmek için çırpınıyordu, yirmi kişi. Yollarda, hemen hemen hiç konaklanmamış, dağlar bayırlar gece gündüz demeden aşılmıştı.
Nihayet Şam şehri görünmüştü. Şamın Cebel-i Salihiye denen bir semtindeki handa Şemsi biriyle sakin sakin santraç oynarken bulmuşlardı. Anadolunun ortasında yüzlerce fersah uzakta, bir yanardağ gibi için için kaynayan; lâvlanyla hem kendini, hem çevresindekilerini yakan Mevlânadan sanki haber yokmuş veya bu halden memnunmuş gibi, bir hali vardı. Sultan Veledi görünce sadece tebessüm etmişti, o kadar. Veled Şemsin ellerine koynunda taşıdığı, babasının mektubunu uzatmıştı. Sonra da Konyadaki arkadaşların başkoyup tövbe ettiklerini, hadsiz hesapsız istiğfarda bulunduklarını, yaptıklarına çok pişman olduklarını ve bundan böyle saygısızlık yapmayacaklarını, kıskanmayacaklarını, hepsinin Onun gelmesini beklediklerini söylemiş, beraberinde getirdiği hediyeleri ayaklarına sermişti. Şems:
— Bizi altın ve gümüş elde edemez.. Muhammed huylu Mevlânamızın daveti kâfidir. Onun kelâm ve emrinden harice çıkmak mümkün müdür? diyerek, varını yoğunu fakirlere dağıtmış, sefer hazırlıklarına başlamıştı.
Birkaç gün sonra. Sultan Veled, atını binek taşına çekmiş ve Şemsi bindirmişti. Kendisi de özengisinin yanında yürüyordu. Şems, kendisinin de bir ata binmesi için ricalarda bulunmuşsa da Veled:
— Padişah atlı, kul atlı, bu hiç yakışmaz. Sen efendimsin. ben ise kul, sen cansın, ben seninle diriyim. Benim yaya gitmem, senin maiyetinde başımı ayak yapıp yürümem gerek. diye reddetmiş, yolculuk boyunca yaya yürümüştü.
Yaya yürümek de bir şey değil.. Şemsin üzerine titriyorlardı. Yollardayken, kervansaray ve medreselerde konaklıyorlardı. Başta Sultan Veled olmak üzere yirmi kişi Şemsin istirahatini temin hususunda, birbiriyle yarış etmişlerdi.
Kervan Konya civarındaki Zincirli Hana gelmiş, konaklamıştı. Bu sırada Sultan Veled adamlarından birini, dörtnal Konyaya göndermiş, Mevlânaya Şemsin gelmekte olduğu haberini tezce ulaştırmıştı.
Altun Tenlim, Gümüş Bedenlim, Dilim, Dilberim Geldi
yılı Mayıs ayının sekizinci günü, Konyada baharın en güzel günleri.. Herkes şen-şatır, herkesin yüzü güleç. Ama asıl şenlik, asıl bahar Mevlânanın Medresesinde. Şems geliyor! Aylardır gözlenen, taa içten özlenen Tebrizli Şems bu!..
Mevlâna, üstünde başında ne varsa müjdeciye vermişti:
— Daha ne varsa verin! diyor ve en güzel gazellerinden biriyle şöyle sesleniyordu:
Yollara sular dökün.
Bahçelere müjdeler verin..
Bahar kokuları geliyor,
O geliyor, O!..
Ay parçamız, canımız, yârimiz geliyor.
Yol verin, açılın, savulun,
Beri durun, beri!
Yüzü apaydınlık, akpak
Bastığı yerleri aydınlatarak,
O geliyor, O!
Her ağızdan tek ses: O geliyor! Bu söz. sarı benizlerde pembe hareli akisler yapıyor. Tellâllar, caddelere dökülmüş bağırıyor: Şems geliyor!, Ve Şems geldi. Mevlâna kükremiş aslan gibi sesleniyor yine
Geldi, dostlar,
Güneşim, Ayım geldi.
O gümüş bedenlim
Gözüm, kulağım, canım geldi,
Başım sarhoş
İçim bir hoş bugün..
Sabahlara dek öldüğüm,
Bir demet gül gibi yoluna döküldüğüm,
Servi hıramanım geldi.
Bak Allahaşkına!
Bak şu baharın şevkine
Ey güneş, dökül saçıl serapa
Sevgilim gibi cömert,
Bir tohum gibi fışkıracak,
Bedenimdeki kuvvet,
Kükremenin tam çağı,
Arslanırn geldi.
Dert dindi, acılar unutuldu, birer birer,
Şu er,
Şu güle benzeyen!.
Ni bileyim şekere, bala benzeyen,
Cananım geldi.
Ey Tebrizli Şems!.
Ey gözümdeki nur.
Beni benden aldılar bugün,
Kurulsun dernek düğün,
Altun tenlim,
Gümüş bedenlim.
Dilim, dilberim geldi.
çamaşır makinesi ses çıkarması topuz modelleri kapalı huawei hoparlör cızırtı hususi otomobil fiat doblo kurbağalıdere parkı ecele sitem melih gokcek jelibon 9 sınıf 2 dönem 2 yazılı almanca 150 rakı fiyatı 2020 parkour 2d en iyi uçlu kalem markası hangisi doğduğun gün ayın görüntüsü hey ram vasundhara das istanbul anadolu 20 icra dairesi iletişim silifke anamur otobüs grinin 50 tonu türkçe altyazılı bir peri masalı 6. bölüm izle sarayönü imsakiye hamile birinin ruyada bebek emzirdigini gormek eşkiya dünyaya hükümdar olmaz 29 bölüm atv emirgan sahili bordo bereli vs sat akbulut inşaat pendik satılık daire atlas park avm mağazalar bursa erenler hava durumu galleria avm kuaför bandırma edirne arası kaç km prof dr ali akyüz kimdir venom zehirli öfke türkçe dublaj izle 2018 indir a101 cafex kahve beyazlatıcı rize 3 asliye hukuk mahkemesi münazara hakkında bilgi 120 milyon doz diyanet mahrem açıklaması honda cr v modifiye aksesuarları ören örtur evleri iyi akşamlar elle abiye ayakkabı ekmek paparası nasıl yapılır tekirdağ çerkezköy 3 zırhlı tugay dört elle sarılmak anlamı sarayhan çiftehan otel bolu ocakbaşı iletişim kumaş ne ile yapışır başak kar maydonoz destesiyem mp3 indir eklips 3 in 1 fırça seti prof cüneyt özek istanbul kütahya yol güzergahı aski memnu soundtrack selçuk psikoloji taban puanları senfonilerle ilahiler adana mut otobüs gülben ergen hürrem rüyada sakız görmek diyanet pupui petek dinçöz mat ruj tenvin harfleri istanbul kocaeli haritası kolay starbucks kurabiyesi 10 sınıf polinom test pdf arçelik tezgah üstü su arıtma cihazı fiyatları şafi mezhebi cuma namazı nasıl kılınır ruhsal bozukluk için dua pvc iç kapı fiyatları işcep kartsız para çekme vga scart çevirici duyarsızlık sözleri samsung whatsapp konuşarak yazma palio şanzıman arızası