lozan antlaşmasi maddeleri ve önemi pdf / (PDF) Lozan Antlaşması’nın Anlam ve Önemi | Prof. Dr. Yaşar Özüçetin - monash.pw

Lozan Antlaşmasi Maddeleri Ve Önemi Pdf

lozan antlaşmasi maddeleri ve önemi pdf

kaynağı değiştir]

yazına gelindiğinde I. Dünya Savaşı'nın galipleri mağluplar ile hesaplaşmalarını bitirmiş, savaşı kaybeden ülkelere barış antlaşmalarının kabul ettirilmesi süreci tamamlanmıştı. İttifak devletlerinden Almanya'yla 28 Haziran 'da Versay'da, Avusturya'yla 10 Eylül 'da Saint-Germain'de, Bulgaristan'la 27 Kasım 'da Neuilly'de, Macaristan'la 4 Haziran 'de Trianon'da barış anlaşmaları imzalatılmıştır. Osmanlı İmparatorluğu ile ise 10 Ağustos 'de Sevr'de Fransa'nın başkenti Paris'in 3 km batısındaki Sevr banliyösünde bulunan Seramik Müzesi'nde antlaşma imzalanmıştır.

İtilaf Devletleri, I. Dünya Savaşı esnasında senesinde Sykes-Picot projesi doğrultusunda Osmanlı İmparatorluğu'nu bölme planları yapmışlardı. Fakat 'de Alman yanlısı Yunanistan Kralı'nın devrilmesi ve Müttefiklerin desteği ile Venizelos'un yönetime gelmesi ve Yunanistan'ın İngilizlerin yanında I. Dünya Savaşı'na girmesi, sonrasında Rusya'daki Bolşevik İhtilali ve Rusya'nın Müttefik Devletlerden ayrılması, daha sonra Ocak ayında ABD başkanı Woodrow Wilson'ın açıkladığı galip devletlerin mağlup devletlerden toprak talep etmeyeceklerine dair ilkeleri ile Anadolu'nun parçalanmasına izin vermemesi, yine bu doğrultuda İngilizlerin Ocak ayında Hindistanlıları kendi yanlarında savaşa ikna etmek için Türklere, başkent İstanbul'a ve hilafete dokunulmayacağına dair söz vermesiyle asker edinmeleri gibi gelişmeler, ayrıca 15 Mayıs 'daki İzmir işgaline İngiliz kabinesindeki Edwin Montagu, Arthur Balfour, Lord Curzon, Winston Churchill gibi bakanların karşı çıkması ve Hindistan Hükûmeti'nden gelen delegasyonun Paris'teki Dörtlü Konsey önünde Müslümanların huzursuzluğunu ortaya koyduğu ciddi argümanlar Anadolu'nun bölünmesi planlarının askıya alınmasına neden oldu.[1][2][3][4]

Diğer taraftan I. Dünya Savaşı'nda Bulgaristan'ın Selanik Cephesi'nde yenilmesi ve Suriye-Filistin Cephesi'nin çökmesi üzerine Osmanlı İmparatorluğu savaşta mağlup olunca Sadrazam Talat Paşa ve Harbiye NazırıEnver Paşa hükûmeti 8 Ekim 'de düşmüştü.[5]Mustafa Kemal Paşa'nın isteğiyle 14 Ekim 'de Ahmet İzzet Paşa kabinesi kurulmuş, yeni kabinenin Bahriye Nazırı olan Rauf Orbay'ın imzaladığı Mondros Mütarekesi ile 30 Ekim 'de Osmanlı İmparatorluğu savaştan çekilmişti.[6] Savaş sonrası 18 Ocak 'da Paris Barış Konferansı başladı. Konferansta Yunan Başbakan Venizelos'un, İzmir'de Yunan nüfusunun çoğunlukta olduğunu iddia ederek Wilson prensipleri gereği bölgeyi ilhak talebi İtalyanları kızdırdı.[7] 16 Mart 'da ise Konstantinopolis Ortodoks Patriği, Antalya'nın Ortodoks Yunan Devletine ilhakını talep etti.[8] Bunun üzerine İtalyanlar, İngilizlerin reddetmesine rağmen, konferans kararlarını beklemeden bütün sorumluluğu üstlenerek 23 Mart'ta resmî bir karar aldılar ve Yunanistan'ın bölgeyi ilhak etmesini engellemek için Antalya, Konya ve Muğla'yı işgal ettiler.[7] Ardından, zaten Yugoslavya'nın bir parçası olan Fiume'nin İtalya tarafından keyfi olarak ele geçirilmesi geldi. İtalya, Adriyatik Denizi'nin tamamını ele geçirme niyetindeydi.[6][9] Olay Barış Konferansı'nda harareti yükseltti. ABD Başkanı Woodrow Wilson İtalyanları açgözlü davranmakla suçlayınca İtalya 24 Nisan ’da görüşmelerden ayrıldı. İngiliz Başbakan Lloyd George ise İtalyanları cezalandırmak, Anadolu'daki İtalyan etkisini sınırlamak, İtalyanların İzmir'i de işgal etmesini önlemek ve Yunan nüfusu korumak için Yunan birliklerinin 5 Mayıs'ta İzmir'e gönderilmesini teklif etti. Lloyd George, İtalyanlar işgale girdikten sonra onları bölgeden çıkarmanın zor olacağını belirtti. Karar, mümkünse, İtalyanlar 7 Mayıs'ta Paris'e dönmeden önce alınmalıydı. Bunun üzerine Fransız Başbakan Clemenceau ve ABD Başkanı Wilson, 6 Mayıs'ta, Yunan birliklerinin İzmir'e çıkarılması teklifine onay verdi. Karar, danışmanlarla uygun şekilde istişare edilmeden büyük bir gizlilik içinde verildi.[5][6][7][8][10]

İzmir işgali, gerçekte, Anadolu'daki İtalyan etkisini sınırlamak için tasarlanmıştı fakat bu teklif, İngiltere'de büyük bir infiale neden oldu. Askeri ve diplomatik çevrelerde ve İngiliz kabinesinde büyük endişeyle karşılandı. Montagu, Curzon ve Balfour'dan istifa tehditleri geldi.[1][11] Savaş Bakanı Winston Churchill ve Genelkurmay Başkanı Mareşal Wilson kararı sert şekilde eleştirdi: "Müslüman dünyasında öylesine yoğun ve haklı bir infiale yol açacaktı ki, İngiliz İmparatorluğu askeri olarak bunu gerçekleştirmek mümkün olsa bile, buna rıza göstermeyi göze alamazdı." İslam dünyasının lideri olan Türkiye'yi bölmek, Hindistan da dahil olmak üzere Müslüman dünyayla “ebedi savaş” anlamına geliyordu. Ayrıca İzmir işgali, bir Türk-Yunan savaşı demekti. İngiliz Dışişleri ve Savaş Bakanlığı işgale karşıydı.[1][11][12][13]

Curzon ve Churchill, Lloyd George'u Yunan çıkartmasına izin vermemesi konusunda uyarmışlardı.[15] İngiliz kabinesi ikiye bölünmüştü. Başbakanlık Yunan taraftarı olsa da, Savaş Bakanlığı, Dışişleri Bakanlığı ve Hindistan Bakanlığı, Türkiye ile dost olmaktan yanaydı. Dışişleri bakanı Lord Curzon ve İngiliz kabinesinin dehşete düşmüş diğer bakanları, Paris'teki İngiliz barış delegasyonu ile görüşmeler yapmak için 18 Mayıs 'da Londra'dan Paris'e geldiler.[16][17]

İngiliz egemenliğindeki Hindistan'da ise Müslümanlar, Sultan'ın dünya Müslümanları üzerindeki manevi liderliğinin sonunun gelebileceği ihtimâlinden mutsuzdu. Hindistan'daki camiler, sıklıkla halife için dua ettiler. Küçük bir azınlık açıkça Osmanlı'nın yanında yer aldı ve bu yüzden hapse atıldı veya idam edildi; diğerleri, bunun oluşturduğu korku ortamı ile sessiz kaldı. 'da İtilafların, Osmanlı İmparatorluğu'nu bölmeyi, padişahı tahttan indirmeyi ve hilâfeti kaldırmayı planladıklarına dair söylentiler Hindistan'a ulaştığında, Müslüman gazeteler, İngilizlerden padişahı korumalarını isteyen makaleler yayınladılar ve yerel ileri gelenler hilâfet komiteleri kurdular. ABD Başkanı Woodrow Wilson'ın halifeliği korumak için söz verdiğine dair çok sayıda dilekçe İngiliz makamlarına ulaştı. Hilâfet ve İslam birliği adına kurulan Hint Hilâfet Hareketi adı altındaki oluşum kısa sürede büyüdü. İngiliz murahhas heyetleri, görünüşte önemsiz bir mesele gibi görünen halifeliğin kaldırılmasının, aniden Hindistan'da başlıca sorun hâline gelmesiyle alarma geçti.[18]

İngiliz istihbarat subayı Yarbay Smith, 13 Mayıs 'da şöyle bir rapor sundu: "Eğer Yunanlar tarafından bir işgal yapılacaksa bu, ancak, her şeyden önce, Fransız veya İngiliz kuvvetleri tarafından bölgenin kontrolü ve polisliğinin üstlenilmesi ile yönetimin kontrol altına alınması ve daha sonra geri çekilen birliklerin yerini aşamalı olarak Yunan birliklerine devretmesiyle gerçekleştirilebilir." İtilâfların vesayeti ve koruması altında bir Yunan çıkartması ve işgali gerçekleşmesi planlanıyordu. Böylece herhangi bir Türk-Yunan çatışmasının önüne geçilecekti. Fakat bu yapılmadı ve böylece İzmir'deki Yunan varlığı son derece elverişsiz koşullar altında başlayıp Anadolu'da bir Türk direnişi oluşmasına sebep oldu.[19] Yunanların bu işgaliyle bütün Türkiye ayağa kalktı: “Başka milletlere katlanabilirdik ama Yunanlara asla.” Mustafa Kemal'in bir kurtarıcı olmasını sağlayan şeyin, İngilizlerin yaptığı bu yanlış hareket olduğunda şüphe yoktur. İzmir gerçekten İngiliz veya Fransız birlikleri tarafından işgal edilmiş olsaydı Mustafa Kemal asla böyle bir etkiye sahip olamayacaktı. Şimdi ise yalnızca kabaran öfke dalgalarını güçlü bir ırmağın kanalına yönlendirmesi yeterliydi.[20] Türkler, güçlü ve muzaffer bir İngiliz ordusunun yasadışı işgaline bile dayanabilirdi ama eski bir tebaa olan Yunanlar tarafından yapılan işgal, neredeyse kabul edilemez bir rezaletti. Yunan istilası, İstanbul'un her yerinde kitlesel gösteriler ve ayaklanmalar meydana getirdi. İzmir işgali, düşman süngü çemberi içinde yarı koma halindeki harap, morali bozuk bir milleti öfkeli bir uyanıklık durumuna sokmuştu.[21]

Daha sonra ise İngilizlerin; İtalya ve Fransa'yı tamamen bölgeden uzaklaştırarak Anadolu'nun parçalanmasını engellemek ve Rus yayılmacılığına karşı önlem almak için Ermenistan, Türkiye, İstanbul ve Boğazlar boyunca bölge üzerinde bir Amerikan mandası teklif etmesi[22] ve ABD'nin bunu değerlendirme sürecinin uzaması sonucu Osmanlı İmparatorluğu ile yapılacak sulh antlaşmasının imzalanması epey gecikmişti.[23] İngiliz kabinesi, Lord Curzon'un önerisi üzerine, 19 Mayıs 'daki kabine toplantısında tüm Türkiye üzerinde bir ABD mandası teklif edilmesine karar verdi.[24] Bu teklif, antlaşmanın 6 ay gecikmesine neden oldu. Bu süre Mustafa Kemal Paşa'nın Anadolu'da gerçek bir milli direniş oluşturabilmesi ve İstanbul Hükûmetini devirebilmesi için tam da ihtiyacı olan süreydi.[25]

Lord Kinross: “Curzon'un öteden beri sezdiği gibi Mustafa Kemal'in tam da bu kadar bir süreye ihtiyacı vardı.”[26]

Fransız Başbakan Clemenceau ve ABD Başkanı Wilson ile 21 Mayıs 'da görüşen İngiliz Başbakan Lloyd George, Lord Curzon'un isteği üzerine İstanbul ve Boğazlar, Ermenistan ve tüm Anadolu üzerinde bir ABD mandası teklif etti. Ermenistan, İstanbul ve İzmir hariç tüm Anadolu'nun Amerikan mandası altında Türklere bırakılacağını vurguladı. ABD eğer Anadolu mandası almazsa Türklerin Anadolu'da yalnız bırakılması gerektiğini savundu.[27] Karara sinirlenen Fransa Başbakanı Clemenceau, “Bu, Lord Curzon'un işi olmalı. Fransa'yı Türkiye'den kesin olarak dışlıyorsunuz. Kaldı ki Fransa, Avrupa'da, Türkiye ile iktisadi ve mali bağları en fazla olan memlekettir” dedi.[22][28]

27 Haziran 'da Paris Konferans Heyeti, İngilizlerin teklifi ile, Amerika Birleşik Devletleri Hükûmeti Türkiye'nin herhangi bir bölgesi için manda alıp almayacağına karar verene kadar, Türkiye ile Barış Antlaşması'nın askıya alınmasına karar verdi.[29] Böylece Lord Curzon, Türkiye ile ilgili barış müzakerelerinin 12 Şubat 'de başlayan Londra Konferansı'na kadar ertelenmesini sağladı. Halbuki "çok erken yapılacak bir barış", Türk-Yunan çatışmasını önlemek için tek çareydi. Aynı zamanda Yunan Başbakan Venizelos, Yunanistan'ın Anadolu'daki varlığını çok uzun süre finanse edemeyecek olması nedeniyle zamanın kısıtlı olduğunu düşünüyordu. Zaman Venizelos'un aleyhine ve Mustafa Kemal'in lehine işliyordu. Sonuçta yılından beri savaşlar sürüyordu. Çözüm ne kadar uzatılırsa Yunanistan gibi küçük bir ülke için finansal zorluk o ölçüde artacaktı.[30]

Diğer taraftan Lord Curzon, İngiliz kabinesine daha önce verdiği memorandumda, Türkiye üzerinde bir ABD mandası teklif edilse bile ABD'nin bu öneriyi kabul etmesinin pek mümkün görünmediğini kendisi de belirtmişti.[31] ABD Başkanı Wilson, ABD'nin bölgede bir manda almak için en isteksiz konumda olduğunu söylemişti.[32] Yine Lord Curzon, Türklerle imzalanacak kapsamlı bir antlaşmanın geciktirilmesinin de büyük bir hata olacağını söylemişti.[33] Paris Barış Konferansı'ndaki dört aylık ihmal zaten durumda ciddi bir bozulmaya yol açmıştı. Nisan 'da Curzon, gecikme sebebiyle neredeyse çıldırmıştı, “İslam'ın kurtarılması için zaman veriliyor.[34][35] Fransızların, Bolşeviklere karşı, Ukrayna ve Kırım'daki yenilgisi, İngilizlerin Kafkasya ve Hazar'dan çekilmesi, İzmir'deki pozisyon ve İngilizlere karşı Türk hakimiyetini yeniden tesis etmek için çıkan Mısır'daki isyan; Türkiye'de ortaya çıkabilecek ciddi bir krizle baş edilmesinden korkulmasına neden olmaktaydı.[36][37][Not 1] Bu nedenlerle Curzon, 19 Mayıs'a kadar, "Türklerin işini bitirdiğini varsaymanın tehlikeli olduğu ve kapsamlı bir antlaşmayı geciktirmenin aptallık olacağı" görüşünü savunuyordu[33] ve Anadolu'da herhangi bir mandaya karşıydı. Curzon, ayrıca, 19 Mayıs'a kadar Boğazlar ve İstanbul'da da tek bir güç yerine uluslararası bir komisyon kurulmasını istiyordu. “Genel olarak bakıldığında, kendisine teklif edilse bile Amerika'nın İstanbul'da bir mandayı kabul etmesi pek olası görünmüyor. Türk'ü başkent İstanbul'da tutmanın dışında, tek olası alternatif, bir tür uluslararası otoritedir.”[31] Fakat Curzon, 19 Mayıs'ta Boğazlar ve İstanbul'da uluslararası bir komisyon yerine sadece Amerikan mandasını savundu.[24][31][33][36][37][38][35][39][Not 2]

Lord Curzon'un bölgede ABD mandası önerisi üzerine antlaşmanın imzalanmasının aylarca ertelenmesi sonucu İstanbul Hükûmeti'nin ülke içindeki kontrolü çok hızlı bir şekilde azalırken Anadolu süratle milliyetçilerin kontrolü altına girmeye başladı. Milliyetçi hareketi ortaya çıkaran şey İzmir'in işgal kararıydı. İzmir işgali, Mustafa Kemal için bir talihti. Lord Curzon'un da tahmin ettiği gibi, tüm Türkiye ayağa kalkmak için hazırdı ve gecikmenin her anı Türklerin lehineydi. Bernard Lewis şöyle dedi: “Her şey hazırdı, sadece lider bekleniyordu.” Mustafa Kemal'in Anadolu'ya gitmesini sağlayan ise asayişi yeniden temin etmek için Samsun'a bir subay gönderilmesinde ısrar eden İngilizlerdi. Yunanların İzmir'e ayak basmasının ertesi günü, İngilizlerden aldığı bir vize ile İstanbul'dan ayrılan Mustafa Kemal, tüm Anadolu'ya geniş yetkilerle atanmıştı.[23][40]

«&#;Türkiye'nin parçalanmış ve tükenmiş ordularını yeniden organize etme konusunda Anadolu'daki faaliyetleri hakkında hiçbir bilgi alamadım. Askeri istihbaratımız hiç bu kadar akılsız olmamıştı.[41]&#;»

(İngiliz Başbakan David Lloyd George)

Fakat ABD'nin kararından önce İtilâf, Amerikan başkanlık kampanyasının sonuçlarını ve Amerikan Senatosunun kararını beklemek zorundaydılar. Bu gecikme, Türkiye ile hızlı bir barışın sonuçlanmasına yeni engeller ekledi. Curzon'un sekreteri, Türkiye'de erken bir barış olasılığının en düşük düzeyde olduğunu vurguladı.[30] ABD'nin bölgede incelemeler yapmak üzere gönderdiği, Sivas Kongresi'nde de gözlemci olarak bulunan ve Mustafa Kemal ile görüşen General Harbord, raporunda, Türklerin amacının tercihen Amerikan mandası altında İmparatorluğun toprak bütünlüğünü korumak olduğunu ifade ediyordu.[42] Mustafa Kemal, Amerikan Hükûmetinden ülkenin koşullarını araştırmak için bir komisyon gönderilmesini istedi. Fakat Washington'daki Senato, Türkiye üzerinde bir manda ile hiç ilgilenmedi.[43] Değerlendirme sürecinin sonunda ABD başkanı Woodrow Wilson, bölgede bir manda almak yerine sadece Türk-Ermeni sınırını çizmek üzere hakem olmakla yetindi.[30][44]

Anadolu'daki Türk milliyetçiliğinde böylesine önemli bir büyüme meydana gelirken ABD'nin kararını beklemek, İngiliz diplomasisindeki büyük bir gaf olduğunu kanıtladı.[45]Curzon'un 19 Mayıs 'da Türk hükûmeti ile yapılacak olan antlaşmanın imzalanmasını geciktirmesi Mustafa Kemal için harika bir fırsata dönüştü.[24][25][40][46] Gecikmenin her anında Mustafa Kemal daha da güçleniyordu.[40] Bu dönemde Anadolu'da artan Türk direnişi, Paris'teki barış şartları için giderek daha ciddi bir tehdit oluşturuyordu. İstanbul'daki İngiliz Yüksek Komisyonundan gelen ciddi raporların ise Londra'daki Dışişleri Bakanı Lord Curzon tarafından genellikle göz ardı edilmesi, Türkiye ile başarılı bir barış için iyiye işaret değildi.[45] Bunun yerine Curzon, en doğru tercihin Mustafa Kemal'in başında olduğu yeni bir Türkiye'nin ortaya çıkmasına izin vermek olabileceği sonucuna varıyordu. Fakat Lloyd George'u ikna edemedi.[47]Lloyd George, barışı kendi istediği gibi yönetmeye kararlıydı. Mümkün olan her yerde Curzon'u görmezden geldi.[48] Curzon'un sürekli bir çatışma içinde olduğu Lloyd George'un farklı fikirleri vardı. Ancak Lloyd George, Ortadoğu'da ve Türkiye'de olup bitenlerden habersizdi.[49]

Versay antlaşmasını müzakere eden Lloyd George, Avrupa ve Rusya'daki işlerin kontrolünü büyük ölçüde elinde tutarken Curzon ise dünyanın geri kalanı ve Türkiye ile ilgileniyordu. Curzon, benzersiz bir Asya tecrübesine sahip bir dışişleri bakanıydı.[50] Türkiye hakkında Paris Barış Konferansı'ndaki herkesten daha çok bilgiye sahipti ve Türkiye'deki tüm gelişmeleri küçük ayrıntılarına kadar takip ediyordu.[51][52] Curzon, Türkiye için hafif barış şartlarını savundu, fakat Lloyd George ile uğraşmak zorunda kaldı.[53]

Diğer taraftan, İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Curzon, merkez-i hilafet ve Türkiye'nin başkenti olan İstanbul'un Türklerden alınmasını ve yeni Türkiye'nin Asya merkezli bir devlet olmasını isteyerek başkentin Anadolu'da bir yere taşınmasında ısrar ediyordu. Anadolu'nun dağlık bölgelerinde güvenli bir şekilde kurulmuş bir Türk başkentiyle, “İstanbul nüfusunun yalnızca yüzde kırkını oluşturan” Türklerin çoğu, Boğazlar boyunca yeni yuvalar aramaya sevk edilmeliydi.[54][55][56][Not 3] Curzon'a göre yeni başkent Bursa, Konya veya Ankara olabilirdi.[7][57] Çünkü İstanbul siyasi gücün sembolüydü. Türklerin İstanbul'daki varlığı, hakimiyetlerinin dışarıya yönelik belirgin ve görünür bir işaretiydi.[24][55] İstanbul'daki Sultan, halife olarak İngiliz İmparatorluğundaki Müslüman nüfus için tek gerçek ve gizli tehdit olan Panislamizm anlayışının temsilcisiydi ve İngiliz egemenliğindeki Hindistan'da büyük bir prestije sahipti.[56][58] Curzon şöyle dedi: “Sultan İstanbul'da kaldığı sürece, İslam dünyası onu hiçbir zaman gerçekten mağlup ettiğimize inanmayacak ve derhal bizim için hem gelecekteki reaksiyonların hem de tüm sorunların merkezi haline gelecektir. Konstantinopolis'in geleceğini Hindistan açısından değil, tüm dünyanın geleceği açısından çözmeye çalışmalıyız.[56][59][60] Dünyadaki tüm Müslümanlar tarafından, savaşta tamamen mağlup olan Türkiye'nin, artık İslam'ın muzaffer ordusu olarak görülemeyeceğinin anlaşılması için bu yapılmalıydı. Böylece Türkiye'nin İslam dünyasındaki itibârı yok edilecekti.[55][56][60][61] Curzon ayrıca şöyle dedi: “İstanbul, Türkiye'nin Avrupa'daki bir ileri karakoludur.[24] Orada oldukları sürece, Balkanlar'da ve tüm komşuları arasında sürekli olarak oyun kurucu oldular. Bu, Türk'ü, kendisini bir süper güç olarak görmeye teşvik etti. Onu, bir gücü diğerine karşı kullanabilecek bir konuma getirdi.”[61][24] Başkentin taşınması, tek büyük Müslüman güç olan Türkiye'nin İslam dünyası üzerindeki yüksek prestijini ortadan kaldıracak, nüfusu Türk olmayan bölgelerin Türk İmparatorluğu'ndan kolaylıkla kopartılmasını sağlayacak ve ayrıca Türk'ün Avrupa'daki nüfuzunu elinden alacaktı.[58][60][62] Yahut başkent taşınırken, halife olan Sultan, bir 'Vatikan' usulü, saltanatı elinden alınarak sadece halife sıfatıyla sembolik olarak Boğazlar'da kalmaya devam edebilirdi.[24][55][58][59][60][61][62][63][64][65]

«&#;Yapmamamız gereken bir şey var ki bu bizim politikamızın bir gereğidir, hilafet meselesine doğrudan dokunmamalıyız. Hilafet elbette bizi endişelendirecek. Fakat bu kararı etkilemek için görünürde hiçbir adım atmamalıyız.[67]&#;»

(George Nathaniel Curzon - 16 Aralık )

Konstantinopolis'i elinde tutan güce muazzam bir stratejik ve siyasi önem verilir. Tarih bunu kanıtlamıştır. Asırlar boyunca Türkiye'nin dünyanın en büyük güçlerinden biri olduğu izlenimini veren İstanbul'daki Türk varlığıydı. Onun Avrupa'daki varlığının, İslam'ın dünya çapındaki itibarını ve gücünü artırmada ve Pan-İslam inancını teşvik etmede çok büyük bir etkisi oldu.

Türk İstanbul'dan çıkarılırsa bana göre hilafet sorunu sonsuza kadar çözülür. Osmanlı hânedânı asırlar boyunca hilafeti nasıl elinde tutabildi? Bunun iki temel sebebi var. Birincisi, Kutsal Topraklar, Sultan'a, tüm dünyadaki Müslümanlar üzerinde büyük bir manevi ayrıcalık ve yetki verdi. İkincisi, İstanbul, Türkiye'nin büyük bir İslami güç olarak görünmesini sağladı. Türkiye, Kutsal Yerler'den sonra Konstantinopolis'i de kaybederse, bana öyle geliyor ki, hilafeti elinde tutma şansı yok olacaktır. İslam dünyası, İstanbul, Mekke ve Medine'den çıkarılan ve Asya'nın dağlık bölgelerine sürülen bir Sultan'ı halife olarak kabul etmeyecektir.[68]

—&#;Lord Curzon - 23 Aralık
'ten 'e kadar kesintisiz 9 yıl İngiliz kabinesinde yer alan ve Aralık 'dan itibaren I. Dünya Savaşı'nda İngiliz savaş politikasını yöneten beş bakandan biri. İngiliz Savaş Kabinesinin Türkiye politikasından sorumlu Doğu Komitesi Başkanı (Mart - Ocak ). İngiliz İmparatorluğuDışişleri Bakanı (Ocak - Ocak ) ve Lozan Konferansı İngiliz heyet başkanı George Nathaniel Marquess Curzon of Kedleston, bilinen adıyla Lord Curzon.
Türklerin İstanbul'daki varlığı Avrupa için sorunların ve entrikanın kaynağı oldu. Eğer onları Anadolu'ya çekebilseydik hepimiz Avrupa atmosferinden bir tür istenmeyen havanın kaybolduğunu hissedebiliriz.[69]
—&#;Lord Curzon - 23 Aralık
Türk'ün İstanbul'daki varlığı, Balkan halklarının tam kurtuluşunun önünde aşılmaz bir engel oldu. Orantısız askeri harcamaları kendi halkının düzgün ya da iyi yönetimini eşit derecede engelledi. Türk'ün tüm gücü elinden alındığında saygın olmasa da zararsız bir hale gelecektir ve bizimle ilişkileri tekrar başladığında, Avrupa'nın ihtirasları ile, İstanbul'dan çıkarılmasının İslam dünyasında oluşturacağı büyük öfkeye karşı iyi niyetli bir tampon bile sağlayabilir.[31][61]
—&#;Lord Curzon - 2 Ocak
Türklerin İstanbul'dan çıkarılmasının güçlü bir savunucusuyum; ve diğer birçok politikacının dışında, benim için belirleyici görünen sebep şudur:

Sultan'ın İslam dünyasının her yerindeki gücü ve itibarı, iki esas temele dayanıyor;
birincisi, Kutsal Topraklara sahip olması ve ikincisi konumu, İstanbul.
Sultan, halife olarak Doğu dünyasının tarihi başkentinde, kendisini çevreleyen hiyeratik prestij hâlesiyle kaldığı sürece, dünya müslümanları onu sadece manevi liderleri olarak görmekle kalmayacak, aynı zamanda yenilmemiş olarak da görecekler. Böylece Türkiye, gelecekte uluslararası durumda rahatsız edici, endişe verici bir güç olmaya devam edecektir.
Türk Hükûmeti orada kaldığı sürece İstanbul, dünyadaki tüm Müslümanların yöneldiği merkez ve etrafında döndükleri eksen olacak ve İslam dünyasının desteğini alan Türkler, bu sayede, Avrupa'nın rekabetleri ve kıskançlıkları üzerine oyun kurmaya devam edecekler.
Konstantinopolis'ten çıkarıldıktan sonra, Türkiye, İran veya Afganistan ile hemen hemen aynı temelde bir Asya devleti olacak ve Türkler, dünya milletleri arasında, en azından, ikinci veya üçüncü sıraya düşeceklerdir.
Dahası, Müslüman dünyası Türk'ün Konstantinopolis'te kalmasını bir zafer işareti ve kovulmasını yenilginin en büyük kanıtı olarak görecektir, çünkü Avrupa'dan çıkarılmasının Müttefiklerin savaş hedeflerinden biri olduğu iyi biliniyor.[70]

—&#;Lord Curzon - 5 Mart
Sultan, halife olarak kaldığı ve İstanbul'da durduğu sürece, dünyanın Müslüman ülkeleri ona, gerçekten de, şimdi bile, sadece manevi liderleri olarak değil, aynı zamanda büyük, güçlü ve yenilmez bir devletin başkanı olarak bakıyorlar.

Bu koşullarda, Türk'ün Avrupa'dan çıkarılması elzemdir. Bu karar alınırsa derhal onun yerine ne tür bir idarenin kurulması gerektiği sorusu gündeme gelir. Türk'ün ortadan kaybolmasından sonra Konstantinopolis'te bir büyük gücün kurulması halinde hırsları ya tatmin olmayan ya da sadece yarı tatmin olan Balkanlar'daki bütün küçük Devletler, Konstantinopolis'teki egemen güç etrafında toplanacak ve ajitasyon ve entrika kariyerlerine devam edecekler. Bu, Doğu sorununun kapanması değil, yeniden açılması olacaktır.
Diğer taraftan Rusya'nın etrafını saracak birçok küçük devletin doğasındaki zayıflığa bakılırsa gelecekte kaçınılmaz olarak sınırlarını genişletmek ve eski egemenliğini mümkün olduğunca geri kazanmak için ısrar edecek güçlü ve canlanmış bir Rusya ortaya çıkacaktır. Böyle bir Devletin hırsları İstanbul'a yönelebilir ve böyle bir durumda Rusya ile İstanbul'da kurulan büyük güç arasında ortaya çıkacak çatışmada en ciddi öneme sahip yeni bir uluslararası sorun ortaya çıkabilir. Tek alternatif Boğazlar'da bir tek güç yerine Uluslararası bir yönetimin kurulmasıdır.[71]

—&#;Lord Curzon - 12 Mart
Görkemli bir barışı kutlamaya hazırlanan herkes için büyük bir şok etkisi oluşturacak bazı olaylara karşı tetikte olmalıyız. Herkes Almanya'nın muhtemel tavrını tartışırken Türkiye'de neler olabileceğine dair kimsenin kafa yormadığı görülüyor.[37]
—&#;Lord Curzon - 25 Mart
Türklerin İstanbul'dan çıkarılmalarına ilişkin kararı, Anadolu'da isyanlar ve katliamlar ve Doğu Müslüman dünyasında büyük kargaşaların izleyecek olması çok muhtemeldir.

Türklerin İstanbul'dan çıkarılması, bence, her ne kadar savaştaki yenilgilerinin en önemli kanıtı olarak kaçınılmaz ve arzu edilir olsa da, Türklerin mülteci durumuna düşürüleceği, pratikte hiçbir Türk İmparatorluğu ve muhtemelen hiçbir hilafet artık olmadığı anlaşıldığında, Doğu dünyasındaki Müslüman tutkulara ve bu asık suratlı hıncı kolayca vahşi bir çılgınlığa dönüştürebilecek en tehlikeli ve en gereksiz teşvikleri vereceğimize inanıyorum.[72]
Anadolu, bölünmemelidir. Savaşın herhangi bir aşamasında Müttefiklerden herhangi birinin bildirisinde, bizi yalnızca Türk'ün tüm gücünü elinden almaya değil, aynı zamanda Anadolu'yu bölüp el koymaya zorlayan herhangi bir duyuru bulamıyorum. Anadolu bir bütün olarak kalmayı tercih edecektir.

Neredeyse çok geç olmadan bir şeyler yapmalıyız. İslam'ın kurtarılması için zaman veriliyor. Zaman Türklerden yana ve bunu biliyorlar. Geçen her hafta, her bölgede yeni sorunlar ortaya çıkarır. Hindistan'da, tüm İslam coğrafyasında, hatta Londra'da bile. Türklerin başkent İstanbul'dan çıkarılmasına, Ayasofya'ya ve hilafete Hristiyan müdahalesine karşı aktif olarak ajitasyon yapılan her yerde. Türk, acil bir barıştan ne bekleyebilir? O, gecikmenin her anını bir kazanç olarak sayıyor. Paris'te herhangi bir çözüme ulaşılamaması ve İtilafların artan anlaşmazlıkları, onu, her gün kendisine dayatılacak koşullara direnmek için daha iyi bir konuma getiriyor ve hatta sonunda intikamını almasını bile sağlayabilir.[73]

—&#;Lord Curzon - 18 Nisan
Türkleri İstanbul'dan göndermeliyiz. Onları tüm dış vilayetlerinden, yani Arabistan, Irak, Filistin, Suriye ve Ermenistan'dan mahrum bırakmalıyız. Bununla birlikte, ülkenin bölünmesi, kesinlikle bizim için ölümcül olacaktır.

Doğu dünyasına olan güveni yeniden tesis edeceksek işgallere son verip Anadolu'yu Türklere bırakmalıyız. Eğer mümkün olursa Yunanları tekrar İzmir'den çıkarmalıyız. İtalyan iddialarına gelince, Anadolu'yu İtalyanlardan bütün bütün kurtarmalıyız. Tüm güçlerin, Türklere, kendilerine ait bir egemenlik bırakmak için, iddialarından genel bir feragat temelinde, Türkiye sorununu ele almaları mümkün olmaz mı?[74]

—&#;Lord Curzon - 19 Mayıs
Hem Yunan hem İtalyan ilerlemesi ne kadar devam ederse onları tekrar Anadolu'dan çıkarmak o ölçüde zorlaşacaktır. Dışişleri Bakanlığında bu işgalleri savunan veya memnuniyetle karşılayan hiçbir kimseyi bulamıyorum.[75]
—&#;Lord Curzon - 20 Haziran

Hilafeti, dünyadaki en büyük Müslüman gücüne sahip olan İngiliz siyaseti için gerçek bir tehdit olarak gören Curzon[56][58], Türkiye'nin asla parçalanmaması gerektiğini savunarak bunun yerine İslam dünyası üzerindeki nüfuzundan ve iddialarından vazgeçmiş, kendi içine kapanık ve böylece İngiltere için bir daha asla sorun haline gelemeyecek bir Türkiye istiyordu.[24][76][77] Türkiye Anadolu'ya sıkıştırılmalı, saf Asyatik bir ülke olmalı ancak bölünmemeliydi.[36][55] Curzon'un hedefleri, Türkiye'yi, İngiltere'nin Ortadoğu ve Hindistan'daki emperyal güvenliğine ölümcül bir tehdit olmaktan çıkarmak, Türkiye'nin İslami bir güç olarak görünmesini engellemek ve onu İslam dünyasının gözünden düşürmekti.[56][78] Curzon'un endişesi, İslam dünyasının lideri olan Türkiye'nin tüm müslümanları İngiltere'ye karşı bir araya getirebilme tehlikesiydi.[59][79] Fakat saltanat ve hilâfetin kaldırılıp başkentin Anadolu'ya taşınmasına, ülkenin parçalanması da ilâve edilmemeliydi.[36][72][80][81][82] Lord Curzon, bu tür değişikliklerin Müslümanların radikal duygularını alevlendireceğinden endişeleniyordu.[36][72] Böylece Türklerde milliyetçilik duygusunun patlamasının önüne geçilecekti.[49] Lord Curzon, 'Türklere iyi bir dönüş yapmak isteyen son adam' olmakla birlikte, Anadolu'da barış istediğini söyledi: “Yunanlar içeride yürüyorsa bu imkansız bir hedef.[83]İngiliz İmparatorluğunun eski Hindistan Genel Valisi olan Curzon, ayrıca, Hindistan'daki Müslüman ile Afganistan, Mısır ve Arabistan'daki diğer Müslümanlardan endişeleniyordu.[84] İngiliz çıkarları gereği işgallere son vermek ve Anadolu'yu Türklere bırakmak şarttı.[24] Yunanistan Trakya'ya karşılık olarak Anadolu'yu tahliye etmeliydi.[Not 4] İzmir işgali yanlış bir karardı. Fransızlar ve İtalyanlar da bölgeyi boşaltmalıydılar.[24] Ancak bu yeni Türkiye; Arabistan, Irak, Suriye, Filistin ve Ermenistan ile ilişiğini kesmeli ve onlardan ayrıştırılmalıydı.[24] Türk'ün, iki kutsal şehir olan Mekke ile İstanbul'u kaybetmesi ve diğer milletler üzerindeki hakimiyetinin elinden alınması yeteri kadar sert bir darbe olacaktı.[24] Yine zaferin bir sembolü olarak Ayasofya Türklerden alınmalı ve dini kullanımı olmayan uluslararası bir anıt haline getirilmeliydi.[77] Curzon, I. Dünya Savaşı'ndan sonra, Almanya ve Avusturya-Macaristan'da olduğu gibi Türkiye'de de cumhuriyetin ilan edilmesi gerektiği fikrindeydi.[36][72] Böylece imparatorluk yıkılacak ve Türkiye Pan-islamcı, Pan-turancı veya yayılmacı bir politikadan vazgeçerek bir ulus-devlet haline gelecekti.[24][72][76][77][78][83][84][85]

«&#;Türk'ün Boğazlar üzerindeki hakimiyetini elinden alacağız. Türkiye'yi, birtakım görsel düzenlemelerle, Suriye, Filistin, Arabistan ve Irak'tan ayrıştıracağız. Akabe'den Şam'a, Mekke'den Basra Körfezi'ne kadar tüm bölgelerde Türk bayrağının herhangi bir biçimde yeniden ortaya çıkmasının, gerçekten de, sonuçları vahim olacaktır.
Tüm bu bölgelerin herhangi bir şekil veya biçimde Türk otoritesinden kalıcı olarak dışlanmasını içermeyen hiçbir şartı kabul edemeyiz.[86]&#;»

(George Nathaniel Curzon)

İngiliz ile Fransız murahhas heyetleri, ABD'nin bölgede herhangi bir manda yönetimi üstlenmemesi sonrası yapılan 22 Aralık 'daki ikili görüşmelerde, başkentin İstanbul'dan Anadolu'ya taşınması üzerinde anlaşmaya vardılar. İtalyanların ve Yunanların çekilmeleri ile Anadolu, herhangi bir manda yönetimi olmadan Türklerin eline bırakılacaktı. Toplantıda, Boğazlar'da kurulacak uluslararası komisyonun detayları belirlendi. Ayasofya için ise, dini ibadet amacıyla kullanılmaması gereken eski bir anıt olması kararlaştırıldı.[61][79][87][88][Not 5]

İngiliz kabinesi, Hindistan'dan sorumlu bakan Edwin Montagu'nun da etkisiyle, hilafete ve başkent İstanbul'a dokunulmayacağına dair Ocak 'de Hint Müslümanlarına verilen söz nedeniyle İslam dünyasının tepkisini çekebileceğini, askerî masrafların artacağını ve Sultan'ı İstanbul'da gözetim altında tutmanın İngiliz politikası için daha doğru olacağını öne sürerek başkentin taşınması kararını 6 Ocak 'de oy çokluğu ile veto etti.[89][90] Yine de başkentin taşınması kararı alınırsa Bursa, Ankara veya Konya şehirlerinden biri Sultan'ın ikamet edeceği başkent yapılacaktı.[91] Derin bir şok geçiren Curzon, “Bu, Avrupa'nın yaklaşık beş asırdır beklediği ve belki bir daha asla tekrarlanmayabilecek bir fırsat” dedi ve İstanbul'daki bir hükûmetin doğru hesaplanmış bir karar olmadığını, üretildiği zaman sürprizlere sebep olacağını ima etti. Çılgına dönen Curzon, protestosunu kabinedeki tüm bakanlara dağıttı.[61][80][92][93][94]

«&#;İstanbul'daki Türk, Konya'daki Türk'ten çok farklı bir ölçüye sahiptir. O, salt gösterişli bir egemenliği elinde tutacaktır.[92]&#;»

(George Nathaniel Curzon)

Ryan ve meslektaşı Forbes Adam da, Curzon'u desteklediler: “Özellikle Hindistan'daki Müslüman huzursuzluğunun ve Orta Asya'daki Bolşevik saldırı tehlikesinin, dengeyi, Sultan ve Hükûmetini, bir tür uluslararası kontrol altında, İstanbul'da tutma lehine çevirdiği anlaşılmaktadır. Fakat bu kararın yol açtığı başlıca dezavantaj şudur ki: Pan-İslamizm ve Pan-Turanizm güçlerinin İngiltere için taşıdığı tehlike, Türkiye'nin prestijinin korunmasına bağlıdır. Türkiye'nin prestiji, Sultan olan bir halifenin, İstanbul'da durmasına bağlıdır. İstanbul, bir imparatorluk şehridir ve Türk-İslam gücünün Avrupa'ya karşı zaferinin sembolüdür. Sultan ve Hükûmeti İstanbul'da durduğu sürece her iki fikir yaşamaya devam edecek ve uzun vadede İngiliz İmparatorluğu için Yakın Doğu'da sorunlar artarak çoğalacaktır.[93][95][96] Amiral De Robeck: “Türk Meclisi'nin Anadolu'da toplanması halinde, görkemli unvanları, akdetmeyi uygun gördüğü herhangi bir antlaşmanın ilk iki sayfasını dolduran Türk İmparatoru, şüpheli bir hilâfet ile küçük bir eyalet hükümdarı statüsüne indirilecektir.[97]

«&#;Walter Edward Guinness: Biz Anadolu'yu hiç fethetmedik. Çok zor ve masraflı bir sefer olmadan da fethedemeyiz. Özellikle de Barış şartlarının açıklanmasındaki gecikme nedeniyle İstanbul Hükûmeti'nin kontrolü çok hızlı bir şekilde azalıyor ve Anadolu yavaş yavaş bir devlet haline geliyor. Fakat Türkleri İstanbul'dan çıkarmanın ve onları Anadolu'ya göndermenin etkisi, neredeyse kesinlikle İstanbul Hükûmeti'ni düşürüp tamamen Mustafa Kemal'i iktidara getirmek olacaktır.[99]&#;»
Hükûmetin, Sultan'ın İstanbul'da kalması politikasını ifade ettiğini duymaktan çok memnun oldum. Hem Hindistan Müslümanları hem de Afganistan Müslümanları olan Müslümanlar arasında çok yaşadım. Hive, Buhara ve Orta Asya'dan gelenleri tanıyorum. Asya'daki ve özellikle Orta Asya'daki bu Müslümanların tamamı, Sultan ve Halîfelerinin bağımsız bir hükümdar olması gerektiğini dinlerinin temel bir ilkesi olarak görüyorlar.[]
—&#;Albay Charles Edward Yate

ABD'nin bölgede bir manda yönetimi üstlenmeyeceği anlaşılınca 12 Şubat 'deki Londra Konferansı'nda barış müzakereleri yeniden başladı. Türklerin Konstantinopolis'i elinde tutmasına ve Boğazlar'ın bir uluslararası komisyon tarafından yönetilmesine karar verildi. Venizelos İzmir'i ilhak etmek istese de Curzon, 'Türk özerk egemenliğini' önerdi.[] İtalyanlar ise Anadolu'daki varlıklarının çok maliyetli bir girişim olduğunu kendileri de anlamışlardı. İtalya'nın yaşadığı ekonomik ve sosyal kriz, barışın önemini vurguladı. İtalyan toplumu hala derin bir kriz yaşıyordu. Neredeyse tüm İtalyan işçileri greve gitmiş, trenleri, posta hizmetlerini, endüstriyel ve tarımsal üretimi durdurmuştu.[] İngilizler ve Fransızlar, İtalya'nın Anadolu'yu tamamen tahliye etmesini istediler. Fakat İtalya, Anadolu'yu boşaltmak için, İngilizlerin ve Fransızların kendisine Suriye ve Irak mandaları karşılığı tazminat vermelerini istedi. Bu nedenle İngilizler ve Fransızlar, Londra Paktı'nda İtalyanlara bırakılması öngörülen fakat Sevr'de verilmeyen Güneybatı Anadolu'da sadece İtalyan şirketlerinin faaliyet yürüteceğini İtalyanlara garanti ederek Türkiye'deki tüm İtalyan askerlerinin çekilmesini ve işgalin sonlandırılmasını talep ettiler. Aynı şekilde Kilikya bölgesinde de Fransız ekonomik çıkarları tanınırken, hem İtalya hem de Fransa Sevr Antlaşması'nın yürürlüğe girmesi durumunda Anadolu'daki ve etki alanlarındaki tüm askerlerini çekmeyi ve Anadolu'yu Türklere bırakmayı kabul ettiler.[][][]

Mart 'de Londra'ya giden Yunan Başbakan Venizelos, burada Yunanistan'a karşı olumsuz bir hava ile karşılaştı. Winston Churchill, Mareşal Wilson ve Lord Curzon Anadolu'daki Yunan varlığına ilişkin taban tabana zıt görüşlerini Yunanistan Başbakanı'na iletti. Mareşal Wilson, 19 Mart 'de Venizelos ile yaptığı görüşmeye dair günlüğüne şöyle yazdı: "Ne insan ne de para olarak, ne Trakya'da ne de İzmir'de Yunanlara yardım etmeyeceğimizi Venizelos'a açıkça belirttik. Ona ülkesini mahvedeceğini, Türkiye ve Bulgaristan ile yıllarca savaşacağını, insanî ve malî kaybının Yunanistan için çok fazla olacağını söyledik." Churchill de, Venizelos'a, İngiltere'nin ne Trakya'da ne de Anadolu'da Yunan birliklerine yardım edemeyeceğini, yardımın sadece cephane ve mühimmat şeklinde olacağını açıkça belirtti. Venizelos ise, Kemalist güçlerin tehlikesini ana hatlarıyla belirtti ve saldırı için izin istedi. Saldırıdan sonra Venizelos, Yunan birliklerinin tekrar pozisyonlarına çekilebileceklerini söyledi. Fakat bu önerisi İngilizler tarafından reddedildi. Aynı zamanda Venizelos İtilâf tarafından yerine getirilmesi gereken bir görev olan Türk terhisinin yavaşlığından şikayetçiydi: "Toplam kişilik bir kuvvetin yakında savaş durumuna gelmesi muhtemeldir ve 'olacak' dedi. Böyle bir orduya yetecek miktarda malzeme ve mühimmat ellerinde var."[]

Diğer taraftan Lord Curzon, öngörüsünde haklı çıktı. 11 Mart 'de Curzon, Lordlar Kamarasında, 'İstanbul'da hiçe sayıldıkları bir duruma daha fazla boyun eğemeyeceklerini' ilan etti. 16 Mart 'de işgal gerçekleşti. Mustafa Kemal Paşa, Kasım 'da yeni meclisin Bursa'da açılmasını istemişti, böylece başkent pratik olarak Bursa'ya devredilmiş olacaktı. Ancak İstanbul Hükûmeti, Meclis-i Mebusan'ın İstanbul'da toplanması kararını alınca 18 Aralık 'da yapılan seçimler sonucu Meclis 12 Ocak ’de İstanbul'da açılmıştı. Böylece 28 Ocak 'deki Misak-ı Milli kararları sonrası yapılan 16 Mart 'de İstanbul'un işgali ile yeni meclis 23 Nisan 'de Ankara'da açılmış ve Yunanistan'ın karşısında millî bir hareket çoktan şekillenmişti. Önce İzmir'in İngiliz birlikleri yerine doğrudan Yunan birlikleri tarafından işgali, sonra barış antlaşmasının imzalanmasındaki gecikme ve son olarak da İstanbul'un işgali ile Mustafa Kemal, Türkiye'de iktidara gelmişti. İngilizler üçüncü defa Mustafa Kemal'e büyük bir siyasi bağışta bulunmuşlardı. Müzakerelerdeki gecikme tamamen Venizelos'un aleyhine ve Mustafa Kemal'in lehine olmuştu.[97][][][]

18 Nisan 'deki San Remo Konferansı'nda ise David Lloyd George ve Elefterios Venizelos önderliğinde Sevr'in taslağı hazırlandı. Yunan Başbakan Venizelos, antlaşmayı Türklere kabul ettireceğini taahhüt etti.[]

Fransız cephesinde ise Başbakan Georges Clemenceau, Yunan ilerleyişine tepki göstererek Yunan birliklerinin İzmir'e çıkarma emrine meydan okudu. Fransız siyaseti, Clemenceau hükûmetinin düşmesinden ve Alexandre Millerand'ın Başbakanlığı üstlenmesinden sonra daha fazla Türk yanlısı hale geldi. Haziran 'de, Antlaşma imzalanmadan önce, Fransız Dışişleri Bakanlığı Genel Sekreteri, Paris'teki İngiliz büyükelçisine, Anadolu'daki Yunan varlığından rahatsız olan Fransız Ulusal Meclisi'nin imzalanacak barış anlaşmasını onaylayıp onaylayamayacağından şüphe duyduğunu vurguladı.[] Fransızlar Türklerin Anadolu'ya silah taşımasına göz yummaya başlamışlardı. Yunanlarla çekişme halinde olan İtalyanlar, daha baştan beri Türkleri tutmakta ve birliklerini çekmeye hazırlandıkları şu sırada Türklere silah satmaktaydılar. İngilizlere gelince, onlar da en baştan beri Türklerin silahsızlandırılmasına pek önem vermemişlerdi. Türklerin silahlanması böylece sürüp gidiyordu.[] Şubat 'nin başlarında Türkler, Müttefiklerin ateşkes hükümlerine göre tüfek, silah ve cephane bulundurdukları Gelibolu'daki kışlaya saldırdığında Lord Curzon, Gelibolu olayından sonra Yunanistan'dan mevcut askeri konumlarını korumalarını istemişti.[] Bu sırada Versay merkezli Müttefik Devletler Yüksek Savaş Konseyi'nin, Yakın Doğu'da, emrinde, Yunanlar dışında başka bir askerî gücü bulunmuyordu.[][][][Not 6]

«&#;İtilaf o sırada Anadolu'daki mayanın çok iyi farkındaydı. Milliyetçi güç ve özgüven, İngiliz askeri güçlerinin geri çekilmesiyle doğru orantılı olarak büyüyordu. Aralık 'a gelindiğinde, İngiliz General Milne'nin Karadeniz Ordusu kişiydi. Kilikya'da Fransızlar askere komuta etti ve bunların çoğunluğu Ermeni idi. Antalya'daki İtalyan birliklerinin gücü 'i geçmedi. Anadolu'daki tek büyük İtilaf kuvveti, İzmir'deki Yunan askerinden oluşuyordu. İngiliz yüksek komiseri yazdı, "Barış koşullarının ertelendiği her hafta, Türkiye'nin bu koşulların getirebileceği herhangi bir aşağılamaya karşı çıkmak istediği direniş gücünü daha da kazandığı görülüyor."[]&#;»

(Howard Morley Sachar)

Bu projeyi vücuda getirmeye memur edilen Ermeni kuvveti üç zayıf tümenden ibârettir. Binâenaleyh imhâ politikasını Doğuda tatbik ettirecek bir kuvvet yoktur. Batıda ise bütün kuvvetini sarf etmiş olan Yunan ordusu bize aman dedirtmek için yeni bir vâsıtaya mâlik değildir. Bundan sonra işleyecek zamanlar hep bizim lehimizde cereyan edecektir.

İtilâf devletlerinin memleketlerinde daha büyük orduları ve teşkilâtları vardır. Fakat bugün buraya tahsis ettikleri kuvvetlerin azlığı ve bizim aleyhimizdeki projeyi yalnız Ermeni ve Yunan ordularından bekledikleri, kuvvetli esbâb ve istihbârâta müstenittir.[]

—&#;Erkânı Harbiye-i Umumiye Vekili İsmet Bey (İnönü), 29 Mayıs
Sevr'in, Türkiye'ye, izledikleri yoldan dolayı verilen bir ceza olduğuna inanamıyorum. Cezanın etkili olabilmesi için caydırıcı olması gerekir. Bu ise caydırıcı olmaktan son derece uzak. Korkarım ki bu, sadece, yakında pek çok eli silahlı kimseyi görmemize neden olacak.[]
—&#;İngiliz Kraliyet Donanma Komutanı Lord Rosslyn Wester Wemyss, 4 Ağustos

Dagobert Von Mikusch: “En şaşırtıcı olan şey, İtilâf Devletlerinin, Mustafa Kemal'e, kendi barış antlaşmalarını etkisiz kılacak olan hazırlıkları yapması için yeterli zamanı tanımasıydı.”[46]

Ankara'da TBMM'nin Sevr Antlaşması'na tepkisi çok sert oldu. Ankara İstiklâl Mahkemesinin 1 numaralı kararı ile anlaşmaya imza koyan 3 kişiyi ve Sadrazam Damat Ferit Paşa'yı idama mahkûm etti ve vatan haini ilan etti. Fakat öte yandan antlaşmanın imzalanmasından sadece 2 ay sonra Ekim 'de yeni Yunan kralı Aleksandros bir maymun ısırığı sonucu aniden öldü ve Yunanistan'da seçimlere gidildi.[] Kasım 'de yapılan seçimlerde "Yunanistan'ın kurtarıcısı" ilân edilen İngiliz dostu Başbakan Venizelos sandalyeden sadece 'ini aldı. Kendisi milletvekili bile seçilemedi ve Venizelos hükûmeti düştü. 17 Kasım'da Venizelos, aktif siyâsetten emekli olduğunu açıkladı ve Fransa'ya gitti.[] İngilizlerin 'de devirip sürgüne gönderdiği ve aynı zamanda Müttefiklerin, özellikle de Fransızların baş düşmanı olan eski kral I. Konstantin'in, Dimitrios Gounaris liderliğindeki yeni hükûmet tarafından yapılan referandumda %99 oy alarak tahtına geri dönüşü ile kriz doruk noktasına ulaştı. Alman imparatoru'nun damadı olan Kral Konstantin, I. Dünya Savaşı sırasında İttifak Devletlerini desteklemekle suçlanıyordu.[][][]

İngiltere, Fransa ve İtalya; tahtına geri dönen Konstantin'i devlet başkanı olarak tanımayı reddettiler.[][] Bu ani değişim sonucu Yunanistan bir anda kendisini uluslararası sahnede izole buldu. Müttefikler, Yunanistan'a yapılan tüm desteklerini ve yapılması planlanan altın frank tutarındaki krediyi kestiler. Bu sırada bütçesinin yaklaşık 3'te 2'sini Müttefik devletlerin sağladığı krediye borçlu olan Yunanistan, uygulanan ambargo sonucu birdenbire askeri ve ekonomik olarak zayıflamaya başladı.[][]

Bu hadise, İtilafı bir arada tutan zayıf bağları kırdı. Fransızlar artık Yunanistan'a hiçbir şey borçlu olmayacaklarını ve bu fırsatı Türk yanlısı bir politika izlemek için kullanabileceklerini hissettiler. Böyle bir politika Sevr'in revize edilmesini içeriyordu. İtalyanlar da benzer şekilde özgürleşmiş hissettiler. Birçok İngiliz politikacı, Sevr'in revizyonunun artık gerekli olduğu konusunda hemfikirdi.[][] Özellikle de İngiliz Dışişleri, Hindistan ve Savaş Bakanlıklarındaki üst düzey kişiler, Yunanistan'daki hükûmet değişikliğini, İngiltere'yi istikrarsız bir güce tehlikeli bir bağımlılıktan kurtarmak için ileri görüşlü bir fırsat olarak karşıladılar. Birçoğu her zaman Türkiye ile daha yumuşak bir anlaşmayı savunmuş ve İngiltere'nin, aksi takdirde, Müslüman tebaasını yabancılaştıracağından ve bu durumun İslam dünyasında genişleyen İngiliz İmparatorluğunun temelini baltalayacağından endişelenmişti.[] Sadece İngiliz Başbakan Lloyd George, diplomatik düzeyde de olsa Yunanistan'ı desteklemeye devam etti. Muhafazakar parti lideri Bonar Law, bu ani değişiklik üzerine "Türklere karşı eski korumacı sevgisine geri dönerken" Savaş Bakanı Churchill'e göre ise "Antlaşmanın yararına yapıldığı Yunanistan" ortadan kaybolmuştu ve bir an önce Türklerle anlaşılması gerekiyordu: “Geçmişte baktığımız zaman, Rusya düşmanımızken Türk dostumuzdu. Türkiye düşmanımız iken Rusya dostumuzdu. Şimdi ise elimizde sadece Alman yanlısı bir Yunanistan var. Ve biz dünyanın en büyük Müslüman gücüyüz.” Hindistan'dan sorumlu Bakan Edwin Montagu, İslam dünyasından ve Hilâfet savunucularından gelen yoğun baskılar sebebiyle Trakya'nın bile Türkiye'ye geri verilmesi gerektiğini savunuyordu. Dışişleri Bakanı Lord Curzon ise, Türklerin Yunanları İzmir'de yenmesine izin vermeleri gerektiğini ve sonra da Türkler tarafından başarılmış gerçeğe boyun eğmeleri gerektiğini söylüyordu. Böylece olanlardan İngilizlerin hiçbir sorumluluğu kalmayacak şekilde Türkler galip getirilmiş olacaktı. Kasım 'ye gelindiğinde, Sevr'in, Lloyd George'dan başka hiçbir siyasi destekçisi kalmamıştı. Winston Churchill 16 Aralık 'de şöyle dedi: “Lord Curzon'un önerdiği şey, bizi İzmir'de bir Türk zaferiyle karşı karşıya bırakacak ve Türklerle olan pazarlık gücümüzün büyük bir bölümünü yok edecek.[][][]

Çileden çıkmış bir maymun ısırığı tarihin seyrini değiştirdi. Trajediyi ise Konstantin'e karşı eski duyguların yeniden canlanması izledi.
—&#;David Lloyd George[]

Winston Churchill: “Yunanistan seçimlerinin sonuçlarını açıklayan telgraf geldiğinde ben tesadüfen kabine odasında Başbakan Lloyd George ile birlikteydim. Şok geçiriyordu ve Büyük Savaş sırasında yaşananları göz önünde bulundurarak dedi ki: "Artık Yunanistan'ı destekleyen sadece ben kaldım." Tek bir ana gemi olan Goeben'in kaçışının, Avrupa'nın güneydoğusuna ve Anadolu'ya hesapsız bir yıkım getirdiğini daha önce görmüştük. Bu maymunun ısırığından çeyrek milyon insanın öldüğünü söylemek belki de abartı olmaz. Konstantin'in dönüşü, İtilaf'ın Yunanistan'a olan tüm bağlılıklarını sona erdirdi ve tüm yasal yükümlülükleri iptal etti. Artık İtilaf için Türk karşıtı bir politika izlemeye gerek yoktu. Yeni Yunan Hükûmeti, tüm Venizelist bürokratları her türlü kamu istihdamından kovmakla meşguldü. Bundan böyle, kendi içinde parçalanan Yunanistan, tehlikeleriyle tek başına yüzleşecekti. Şimdi, İngiliz desteğinden yoksun, İtalyan rekâbeti ve Fransız düşmanlığı ile karşı karşıya kalan Konstantin, şaşırtıcı bir şekilde Anadolu'yu tahliye etmek yerine Venizelos'tan daha yayılmacı bir ruh haline büründü.[]

Tüm Müttefik desteğini kaybeden ve Küçük Asya Harekâtında tamamen yalnız kalan Yunanistan'da aynı zamanda, Konstantin'in dönüşü ile ordudaki I. Dünya Savaşı ve Anadolu'daki ilerlemeden sorumlu olan tecrübeli pek çok Venizelist kumandanlar görevden alınırken[], yerlerine daha önce ordudan atılmış olan yaklaşık tecrübesiz subay ataması yapıldı. Başkumandan Leonidas Paraskevopulos'un yerine de Konstantin'e çok yakın bir kişi olan General Anastasios Papulas getirildi.[] Bir yandan Yunan ordusu Kralcılar ve Venizelistler olarak içinden bölünürken diğer yandan İtalya ile Fransa ise kesin bir dış politika değişikliğine gittiler ve Yunanistan'a karşı açık şekilde Türkiye'yi destekleme kararı alarak derhal Sevr antlaşmasının gözden geçirilmesinde ısrar ettiler.[][][]

Fransızların talep ettiği şey, eski düşman Konstantin'in dönüşü üzerine yeni rejimi kınamak ve Yunanistan'a müttefik desteğini geri çekmek için ortak bir bildiriydi.[] Fransa Cumhurbaşkanı Alexandre Millerand, Türklere karşı politikayı değiştirmenin zamanının geldiğini fark etti ve İtalya Dışişleri Bakanı Kont Carlo Sforza'yı kendisini ziyaret etmeye davet etti. 28 Kasım 'de Sforza, Elysée'de Millerand ile buluşmak için Roma'dan ayrıldı. Söyleşi, Türk Sorunu üzerine odaklandı. Millerand, bölgeyi istikrara kavuşturmak için gelecekte Yunanistan'a güvenmenin imkansız olduğunu söyledi. Sonuçta, Müttefiklerin askerî müdahale şansı yoktu. Geriye tek çözüm kalıyordu, 'Türklere destek vermek!'. Sforza, açık şekilde Millerand ile anlaştı.[]

Fransa Yunanlara karşı, bilhassa Konstantin döndükten sonra daima Yunana düşman ve bizim lehimize hareket etti.
—&#;Dışişleri Bakanı Yusuf Kemal Tengirşenk[]

Yunan kralı Konstantin'in tahtına geri dönüşü sonrası 24 Ocak 'de, Paris'te bir İtilâf toplantısı düzenlendi. Fransa Başbakanı ve Dışişleri Bakanı Aristide Briand toplantıda Konstantin'in Yunanistan'a dönüşünden sonra İtilâfların artık karârlarını yeniden gözden geçirmek zorunda olduklarını vurguladı. Briand, Sevr'in revizyonu için Yunanistan'a baskı yapmaya hazır olduğunu söyledi. Fransız kamuoyu, Konstantin yönetimindeki Yunan Hükûmeti'ni reddetme konusunda hemfikirdi. İtalya Dışişleri Bakanı Sforza, Briand'ın görüşlerini tamamen tasdik etti. Lloyd George, hâlâ bir şekilde Yunan çıkarlarından yanaydı. Lord Curzon ise Venizelos döneminde alınan İtilaf kredilerinin neredeyse tükenmek üzere olduğunu ve Konstantin'in herhangi bir yeni kredi alamadığını hatırlattı. Yunan ekonomisi ciddi şekilde bozulmaya başlamıştı. Er ya da geç, en fazla birkaç ay içerisinde bir mali çöküş kaçınılmazdı. Kalıcı barış için her siyasi görüşün onayını almak önemliydi. Curzon, Sevr'de revizyona gidilmesini teklif etti. Curzon; İstanbul ve Ankara'dan gelen Türklerin, Yunanların ve İtilaf Devletleri temsilcilerinin katılacağı bir konferans yapılmasını önerdi. Böylece Lord Curzon, Ankara'nın resmi olarak tanınmasını sağladı. Lloyd George, Ankara'nın İstanbul hükûmetine dahil olarak gelmesinin daha doğru olacağını söylese de Sforza Ankara'yı resmi olarak davet etti.[][]

Londra'ya gitmeden önce Fransa'da hukuk okumuş olan dönemin Yunan Başbakanı Nikolaos Kalogeropoulos, 16 Şubat 'de Fransız Cumhurbaşkanı Millerand ve Başbakan Briand ile görüşmek için Paris'e uğradı. Burada Fransa'nın çıkarlarının Ankara ile olduğunu ve Yunanistan'ın herhangi bir yardım almayacağını öğrendi. Kalogeropoulos, 18 Şubat 'de Londra'ya vardığında ve Lloyd George ile görüştüğünde, durumun çok ciddi olduğunu fark etti ve Gounaris'i acilen Londra'ya gelmesi için aradı. Ona yüksek sesle şunu söylemişti: "Edindiğim bilgi, Türklerin bizim sadece Anadolu'dan değil, Doğu Trakya'dan da ayrılmamızı talep edecekleridir."

21 Şubat'ta başlayan ve 12 Mart 'de sona eren konferansta, Fransa ve İtalya'nın, padişahı tamamen görmezden gelerek Kemalist Türkiye'nin yanında yer aldığı ortaya çıktı. Fransa, Kilikya'dan çekildi ve Türklere Sakarya Savaşı'nda kullandıkları büyük miktarda askerî teçhizat bıraktı, İtalyanlar ise Doğu Trakya ve İzmir'in topraklarının Türkiye'ye verilmesini destekleme sözü verdi. Nihai sonuç şuydu: Sevr Antlaşması'nın uygulanması ve geçerli olabilmesi için, Yunanistan, Türkiye ile savaşı sürdürmek ve onları yenmek ya da İzmir'den ayrılmak ve Doğu Trakya'ya çekilmek zorundaydı. Atina'ya dönen Gounaris, savaşmaya karar verdi. Ve Eskişehir, Kütahya ve Afyon savaşlarının yapıldığı bahar taarruzu başladı.

—&#;MUHTEŞEM BELGELER - "Küçük Asya'da Yıkım", DIM. FOTIADIS, ATİNA, []

Lord Curzon, Şubat 'de, Türklere olan İtalyan ve Fransız desteği ile kendi Başbakanının Yunan sevdalısı tutumları arasında orta yolu bulmaya çalışırken kendisini utanç verici bir konumda bulmuştu.[]Lord Curzon'un en önemli adamlarından Harold Nicolson da 2 Mart 'de şöyle diyordu: 'Yunanistan ambargomuzun sadece devamı ile Mustafa Kemal'e verilen muazzam teşvik, kısa bir süre içinde Türkiye ile Yunanistan arasında, İtalya'nın desteğiyle Türkiye'nin galip geleceği bir savaşa yol açacaktır.'[]

Yunan kralı Konstantin'in tahtına geri dönüşü sonrası, İtalya ve Fransa'nın Türk yanlısı talepleri doğrultusunda 21 Şubat 'de başlayan Londra Konferansı'nda, İtalyanlar ve Fransızlar, İzmir ve Doğu Trakya'nın Türkiye'ye verilmesini şart koştular: İtalyan temsilci Kont Sforza şöyle dedi, "Ankara'yı ayakta tutan tek şey özellikle İzmir'in işgaliydi. Bu sorun çözüldüğü an Ankara destekçilerini kaybedecek ve diğer sorunlar da kendiliğinden çözülecekti." Bu tarihlerde Fransız basını da İzmir ve Doğu Trakya'nın Türkiye'ye verilmesi gerektiğini yazıyordu. Fransa Başbakanı Aristide Briand, İzmir ve Doğu Trakya için bir soruşturma komisyonu kurulmasını talep etti. Briand ve Sforza, bu öneride Yunanları İzmir'den çıkarmanın bir yolunu gördüler. Böylece bundan sonra diğer sorunları çözmek kolaylaşacaktı. Böyle bir soruşturmayı Türk heyeti şartlı olarak kabul etse de Yunan heyeti soruşturmayı reddetti.[][][][] Lloyd George, Sevr'in zayıflamasına karşı çıkarken Lord Curzon'un ise konferanstaki revizyon teklifi şuydu: İzmir bölgesi Türk egemenliği altında kalacak, ancak Hristiyan bir valiyle yerel özerkliğe sahip olacaktı. İstanbul tahliye edilecek ve Türkiye'de 'kalıcı Boğazlar Komisyonu Başkanlığı' kurulacaktı. Ancak bu teklifi Atina da Ankara da kabul etmedi.[]

Yunan heyeti, konferansta Lloyd George'a özel olarak danışabildi. Lloyd George, Yunanistan Dışişleri Bakanı Baltazzis'e özel olarak bilgi verdi ve ona uluslararası ve yerel dinamikleri açıkladı. Sadece Fransızlarla değil, aynı zamanda İngiliz Dışişleri Bakanı Curzon'a karşı da mücadele etmesi gerektiğini söyledi. Böylece Başbakan, yabancı bir hükûmete, kendi Dışişleri Bakanlığının taleplerine en iyi nasıl direneceği konusunda tavsiyede bulundu.[]

Yunanlar, İzmir konusunda taviz verecek durumda olmadıklarını kesin bir dille belirttiler. Yunan ordusu zaten hazırdı. Yunan albay Sariyannis, kendilerine izin verilirse Ankara'ya kadar ilerleyeceklerini söylemişti. Yunan Hükûmeti her an bu harekâtı başlatmaya hazırdı. İzmir'in işgalinden bu yana geçen her gün Yunanistan'ın aleyhineydi. İtilâf Devletlerinin uyguladığı ambargo sebebiyle Yunan ekonomisi günden güne eriyordu. Türkler ise bu sırada Rusya ile bir antlaşma imzalamışlardı. Fransızlar da taraflarını belli etmişlerdi. Kilikya'daki Türk kuvvetleri Sakarya Muharebesi'nden hemen önce Batı cephesine kaydırılacaktı. İtalyanlar zaten en baştan beri Türklere destek veriyordu. Yunanların bu en iyi şanslarını kaçırmamak adına kaybedecek bir anları bile yoktu. Ayrıca Lord Curzon, konferansın ilk günü, henüz Türk heyeti gelmeden, Yunanlardan, mevcut askerî güçlerinin ve ayrıntılı savaş planlarının öğrenilmesini istemiş ve tüm Yunan stratejisinin ortaya çıkmasını sağlamıştı. Yunan heyeti son derece art niyetsiz olarak İtilâflara ayrıntılarıyla Yunan Ordusu’nun analizini yapmış ve cephedeki taarruz planlarını anlatmışlardı. “Kim Türklerin Fransızlar ve İtalyanlardan bunları öğrenmediklerinin teminatını verebilirdi?” Lloyd George, konferansın son günü, gerçek adil ve tarafsız bir savaş olması için, Türkler güçlenmeye devam ederken Yunanistan'ın da İtilâf Devletleri tarafından kısıtlanmaması gerektiğini söyledi.[][][][]

13 Mart'ta İtalya, Türk heyeti ile yaptığı antlaşmada Doğu Trakya ve İzmir'in Türkiye'ye iadesine ilişkin tüm talepleri etkin bir şekilde desteklemeyi taahhüt etti. Ayrıca şu anda Osmanlı topraklarında bulunan tüm İtalyan birliklerini geri çekeceğine dair resmi bir güvence verdi.[] Fransız Hükûmeti de Türklerle bir uzlaşmaya vardı. 10 Mart'ta Mösyö Briand, Türk heyetiyle, derhal esir değişimi, yeni bir Suriye sınırı ve Kilikya'nın Fransız askeri tahliyesini sağlayan bir ateşkes imzalamıştı.[] Alman yanlısı bir Yunanistan'ı bölgede asla istemeyen İtalya ve Fransa'nın sert şekilde Türk yanlısı politika göstermeleri üzerine Mart 'de savaş kararı alan Yunan kralı Konstantin'i, TBMM hükûmeti; Rusya, İtalya ve Fransa'nın yardımlarıyla mağlup etti. Lloyd George'un konferansta Yunanlara tavsiyeler vermesi, yanlışlıkla, Yunan Hükûmeti tarafından, Türklere yapılacak bir saldırı durumunda İngilizlerin kendilerini desteklemeye devam edeceği izlenimine kapılmalarına neden oldu. Yunanlar, Fransızların ve İtalyanların veya İngiliz hükûmetinin tutumu ne olursa olsun, 'Lloyd George ihtiyacımız olan hayati yardımı bize getirecek' diye düşündüler. Fakat Yunanistan'a hiçbir ekonomik yardım yapılmadı. Londra Konferansı, en azından, Türklere güçlerini arttırmaları ve daha fazla silah toplamaları için zaman kazandırmıştı.[][]

İngiliz politikacılar, Yunanların derhal geri çekilmesi için bastırmanın, Türkleri daha da talepkâr hale getirebileceği endişesiyle Türk-Yunan savaşında daha çok tarafsız gibi görünmeye çalıştılar. Mayıs 'de tarafsızlıklarını resmen ilan eden İngilizler, Yunan taarruzu başlamadan önce, Haziran 'de, Yunanlara bir arabuluculuk teklif ettiler. Fakat Türkleri yeneceklerinden umutlu olan Yunanların kendilerini İngilizlerin eline bırakmayı ve bu öneriyi reddetmesi Londra'da hoş karşılanmadı.[] Temmuz 'deki büyük Yunan taarruzu başlamadan hemen önce, İstanbul'daki İtilâf birlikleri başkumandanı İngiliz General Harington'ın emriyle İnebolu'ya gelen İngiliz subaylar Türklere verilmek üzere askeri malzeme ve cephane getirdiler.[]

13 Haziran 'de bir motörle İnebolu'ya Hanri ve Şturton isminde iki İngiliz binbaşısı gelir. Bunlar İstanbul'daki itilâf orduları Başkumandanı İngiliz generali Harington'un yakınlarındandırlar. Beraberlerinde bize teslim edilmek üzere bir miktar cephâne getirmişler ve bu gibi sevkiyâta adamları vâsıtası ile devam edeceklerini söylemişlerdir.[]
—&#;Yusuf Hikmet Bayur

Liberal partiye bağlı olan İngiliz Başbakan Lloyd George hâlâ bir şekilde Yunan çıkarlarından yana olsa da, İngiliz Savaş Bakanlığı ve Hindistan Bakanlığı Türkler ile dost olmaktan yanaydı. Yunanların İzmir'den çıkarılmasında kararlı olan ve Yunanistan'ın tüm yardım taleplerini reddeden Muhafazakar partili İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Curzon ise Yunan mağlubiyetinden dolayı hiçbir sorumluluk almayacakları şekilde Türklerin galip geleceği bir politika takip edilmesi gerektiği görüşündeydi.[][][] Lloyd George, tek başına, dolambaçlı ve makyavelci bir Yunan politikası yürütürken Lord Curzon ise cesaretli bir şekilde bunu engellemeye çalıştı. Curzon, Yunanistan'ı izole etmeye ve gözden geçirilmiş yeni bir antlaşmayı imzalamaya zorladı.[]

İngilizler bol bol silâh satıyorlar. Yüzlerce makineli tüfek ve binlerce tüfek satılıyor. Şimdi bize teklif ediyorlar. Size istediğiniz noktada teslim edelim, diyorlar. İnebolu'ya, güzelce İngiliz gemisiyle almışlar.[]
—&#;Rıza Nur - 2 Ağustos

Sakarya Muharebesi'nden sonra para, gıda ve cephane sıkıntısı çeken ve çok zor durumda olan Yunan Hükûmeti, İngiliz diplomatik müdahalesi için yalvarıyordu. Curzon ise Yunanistan'ın İzmir'den çıkarılması konusunda kararlıydı ve tüm yardım taleplerini reddetti. Başbakan Gounaris, Yunanistan'ın derhal ve tam bir geri çekilme emri vermesi gerektiği sonucuna vardı. Fakat Curzon Anadolu'nun şimdilik tahliye edilmemesini istedi. Venizelos, Anadolu'daki yerel Hristiyan nüfusun akıbetiyle ilgili endişelerini dile getirdi ve bölgenin yerel örgütlerin silahlandırılması ile korunabileceğini söyledi. Ancak Lord Curzon, Venizelos'un planını da reddetti. Bu tür çözümleri 'oldukça yanıltıcı' buldu. Yunanistan'da 22 Mayıs ’de kurulan yeni koalisyon hükûmeti son çare olarak İstanbul'un işgal edilmesini kararlaştırdı. Yunanların ekonomik ve askerî olarak altı ay dayanacak hali bile kalmamıştı. Temmuz 'de Anadolu'dan Tekirdağ'a gönderilen asker ile, Trakya’da bulunan Yunan kuvvetleri askere ulaştı. Fakat bu işgal planı İtilâf devletleri tarafından bir "hakaret" olarak değerlendirildi. Bu sırada Türk dostu olarak bilinen İngiliz General Townshend Konya'ya geldi ve 24 Temmuz 'de Mustafa Kemal ile görüştü. İngiliz General Townshend ile görüştükten sonra 27/28 Temmuz gecesi Mustafa Kemal Paşa, İsmet Paşa ve Fevzi Paşa taarruz kararı aldılar. 6 Ağustos 'de Türk ordusu taarruz hazırlıklarına başladı. 26 Ağustos'ta başlayan Türk taarruzu ile Anadolu'yu tahliye etmeye hazırlanan Yunan ordusu bozguna uğratıldı. 9 Eylül 'de Türk ordusu İzmir'e girdi.[][][][][Not 7]

Ayrıca bakınız: Türk Kurtuluş Savaşı Batı Cephesi

Ermenistan cephesinde ise, bölgede ve Ermeniler üzerinde bir Amerikan veya İngiliz nüfuzu, Rusların en son istediği şeydi. Bu doğrultuda Türkiye ve Rusya gibi iki büyük devlete karşı iki ateş arasında kalan ve ordusunun bir kısmı Rus cephesinde bir kısmı Türk cephesinde bölünmüş olan Ermenistan teslim olmak zorunda kaldı. 2 Aralık 'de Sovyet hâkimiyetini kabul etti. Ermenistan sovyetleştirildi ve 3 Aralık 'de Gümrü Antlaşması ile Doğu Anadolu'daki toprak iddiasından vazgeçti. 4 Aralık'ta ise Rus orduları Erivan'a girdi.[][]

Ayrıca bakınız: Türk Kurtuluş Savaşı Doğu Cephesi

Sonuç olarak, Ermenilerin ve Yunanların yenilmesiyle Sevr, hiçbir ülkenin onaylamadığı ölü bir mektup olarak kaldı. Yunan ordusu, mağlubiyetten sonra, 27 Eylül 'de kral Konstantin'i tahttan indirdi ve Yunanistan'da hükûmet yeniden değişti. Hiç şüphe yok ki bu beklenmedik gelişme, Helensever Lloyd George'a yeni bir umut verdi. Venizelos'un ilhamı altında hızlı bir Yunan canlanmasının desteklenebileceğini düşünüyordu. Lloyd George; Dışişleri Bakanı Lord Curzon, İngiliz Genelkurmay Başkanlığı ve hatta Müttefik Yüksek Komutanı Ferdinand Foch tarafından Yunanları desteklememesi konusunda uyarıldı, ancak onları görmezden geldi ve Türkiye'yi, savaş ilânıyla tehdit eden bir bildiri yayınladı. Fakat koalisyon hükûmetindeki çoğunlukta olan muhafazakar isimler ise geleneksel olarak Rus yayılmacı politikasına karşı Türk yanlısıydı ve savaşı reddettiler. Lord Curzon, Lloyd George'un, Türklerle savaşma planını onaylamadı. Curzon, Mustafa Kemal'in İngilizlere saldırmaya kalkışmayacağı kanaatindeydi. Derhal devreye girerek Mudanya Mütarekesi'nin imzalanmasını sağladı ve Başbakan'a rağmen olası bir savaşı engelledi. İngilizlerin, Türklere destek veren İtalya ve Fransa gibi iki önemli müttefikinden ayrılamayacağı bir gerçekti. Curzon korkularını Chamberlain'e yazdı: "Yunanların güvenilmez ve bence değersiz ittifakını aramak sadece bu hükûmetin düşmesine neden olur. Ayrıca, tüm İtilâf birliğimizi de bir darbede yok edecektir." Curzon, dört yıl boyunca Başbakanın Dışişlerine karışmasına ve bunların bazen yol açtığı aşağılamalara boyun eğmişti. Çanak krizinden hemen sonra, 14 Ekim 'de Lloyd George, Manchester'da Türkleri kınayan şiddetli bir konuşma yaptı. Bu kadarı artık fazlaydı. 19 Ekim'deki Carlton Club toplantısında yapılan bir oylamada Curzon, hükûmeti istifaya zorladı ve Mustafa Kemal ile savaşmak isteyen Lloyd George'u devirdi.[][][][][Not 8]

Türkler bize saldırmak için fazlasıyla donanımsızlardı ve eğer bunu yapsalardı yenileceklerdi. Türkler yorgun ve zayıflardı, büyük silahlardan ve ağır savaş donanımlarından yoksunlardı. Yunan ordusu ise yok edilmemişti. Kesinlikle kazanmamız gerektiğinden emindim. Fakat İngiliz kamuoyu buna hazırlıklı değildi. Bir İngiliz yeterince savaşmıştı. Muhafazakar kesimde eski Türk dostluğu yeniden canlandı. Böylece koalisyon hükûmeti düştü.[]
—&#;David Lloyd George

Birleşik Krallık'taki koalisyon hükûmetinde, Liberaller, milletvekili, Muhafazakarlar ise milletvekiline sahipti. Muhafazakarlar, 14 Aralık 'deki seçimlerden sonra, koalisyonda mutlak çoğunlukta olmalarına rağmen, I. Dünya Savaşı'nın muzaffer Başbakanı olduğu için Liberal partiye bağlı olan Lloyd George'un Başbakan olarak devam etmesinde bir sakınca görmemişlerdi. Fakat muhafazakar partinin muhalefetine rağmen, Lloyd George'un Yunan yanlısı politikası, İngilizleri, neredeyse hiçbir müttefikinin onu desteklemeye istekli olmadığı bir savaşa sürüklemişti. Buna ilâve olarak Çanak Krizi'ni sert şekilde ele alması ise tam bir facia idi. Büyük savaşın muzaffer Başbakanının karizması kısa sürede ortadan kayboldu. Tüm bu gelişmelerden ve Türkiye üzerindeki yanlış politikalarından sonra Ekim 'de Andrew Bonar Law ile Lord Curzon'un başını çektiği Muhafazakar partinin çekilmesiyle koalisyon hükûmeti düştü. Muhafazakar parti lideri Bonar Law yeni Başbakan oldu, Curzon ise Dışişleri Bakanı olarak devam etti. Türk düşmanı Lloyd George'un düşmesi ve geleneksel Türk yanlısı muhafazakarların doğrudan iktidara gelişiyle, yapılacak barış antlaşmasının önündeki tüm engeller ortadan kalkmıştı. Bu doğrultuda Lord Curzon, Fransa Başbakanı Raymond Poincaré ile anlaşarak 28 Ekim 'de Ankara'yı Lozan Konferansı'na davet etti. Bu sefer Curzon, konunun ayrıntılarını tamamen kendi tarzında çözmekte özgürdü.[][]

Bununla birlikte, İzmir'in Kurtuluşu ile Lozan Antlaşması'na giden süreçte Birleşik Krallık, Başbakan Lloyd George'un isteğiyle içinde 2 uçak gemisinin de bulunduğu donanmayı[] İstanbul'a göndermiştir. Aynı süreçte ABD de 13 yeni savaş gemisini[] Türkiye sularına göndermiştir. Ayrıca, Amiral Bristol komutasındaki USS Scorpion gemisinin istihbarat görevi de yapmak suretiyle arası sürekli olarak İstanbul'da bulunduğu bilinmektedir.[]

İlk görüşmeler[değiştir

Son yıllarda nereye dönsek şöyle bir iddiayla karşılaşıyoruz: &#;Lozan Antlaşması yıl süreli yapılmıştır. Antlaşmaya ekli gizli maddelerde, Türkiye&#;nin bor ve petrol başta olmak üzere madenlerini çıkarması yasaklandığı için biz bunlardan yararlanamıyoruz. Antlaşmanın süresi yılında dolacak, dolayısıyla &#;den itibaren madenlerimizi yer üstüne çıkarıp kullanarak ve ihraç ederek hızla gelişmiş ülke statüsüne geçeceğiz.&#;

Bu iddia doğru mu yoksa bir şehir efsanesi mi? Eğer doğruysa bugüne kadar çıkaramadığımız madenlerimizi çıkararak &#;den sonra zengin olacağız demektir. Eğer bu bir şehir efsanesiyse o zaman bunu kanıtlayalım ve tarihin çöplüğüne atalım.  


Lozan Antlaşması Yıllık Geçici Bir Antlaşma mı?

Lozan Antlaşması metnine aşağıdaki linkler aracılığıyla ulaşılabilir:

monash.pw 

Metni baştan sona incelediğimizde Lozan Antlaşmasının süreli olmadığını, Türkiye&#;nin bor ve petrol başta olmak üzere yer altı zenginliklerinin çıkarılmasını engelleyici herhangi bir madde veya düzenleme içermediğini görmek mümkün. Lozan Antlaşması&#;na ekli gizli maddeler veya antlaşma ekleri olup olmadığı konusunda bugüne kadar ortaya herhangi bir şey çıkmadı. O nedenle madenlerimizi çıkarmamızı engelleyen gizli düzenlemeler olup olmadığı konusunun gerçek olup olmadığını en kritik konumdaki üç kaynağın (bor, ham petrol ve doğal gaz) çıkarılıp çıkarılmadığını inceleyerek anlayabiliriz.

Madenlerimizi Çıkaramıyor muyuz?

Türkiye&#;nin madenlerini çıkarıp çıkaramadığı konusunu incelerken üzerinde en çok durulan üç kaynağa ilişkin verileri ele alacağız: Bor, ham petrol ve doğal gaz.

Bor madeni

Bor madeni, cam ve seramik ürünleri üretiminde, demir &#; çelik sektöründe (kompakt yapıda cüruf elde etmek için), temizlik malzemeleri sektöründe (deterjan vb temizleyiciler üretiminde), tarım sektöründe (gübre üretiminde) ve daha birçok alanda kullanılan önemli bir madendir.

Bor madeni ile ilgili veriler ve bilgiler için aşağıda linki verilen Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı, Eti Maden İşletmeleri Bor Sektör Raporu &#;e bakılabilir: 

monash.pw?path=ROOT%2f1%2fDocuments%2fSekt%C3%B6r+Raporu%2fET%C4%B0+MADEN++Sekt%C3%B6r+monash.pw

Dünyadaki bor rezervi yılı itibariyle 1,3 trilyon ton olarak hesaplanmaktadır. Bu rezervin yüzde 73,2&#;si Türkiye&#;de, yüzde 6,1&#;i ABD&#;de, yüzde 3,6&#;sı Çin&#;dedir. Görüleceği gibi Türkiye bor rezervinde dünyada açık ara ilk sıradadır. Aynı yılda dünya bor üretimi 4,2 milyon tondur. Bu üretimde Türkiye yüzde 48 ile birinci sırada, ABD yüzde 29 ile ikinci sırada ve Güney Amerika ülkeleri (Arjantin, Şili, Peru ve Bolivya) yüzde 12 ile üçüncü sırada yer almaktadır.

Türkiye, bor madeni ihtiyacında kendi iç talebini karşıladıktan sonra ihracat da yapmaktadır. Türkiye&#;de bor madeni üretimini üstlenmiş olan Eti Maden İşletmelerinin yılı bor madeni satış gelirleri toplamı milyon Dolar olup bunun milyon Doları ihracat geliridir. 

Petrol, yaşamımızda her alanda kullanılan önemli bir kaynaktır. Ham petrol, arıtılarak enerji hammaddesi olarak kullanılmasının yanı sıra birçok türevi de farklı sektörlerde girdi olarak kullanılmaktadır. Doğal gaz, özellikle üretim ve ısınmada enerji kaynağı olarak kullanılan hayati bir kaynaktır.

Ham petrol ve doğalgaz

Ham petrol ve doğal gaz ile ilgili veriler ve bilgiler için aşağıda linki verilen Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı, Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı Ham Petrol ve Doğal Gaz Sektör Raporu &#;ya bakılabilir: 

monash.pw?path=ROOT%2f1%2fDocuments%2fSekt%C3%B6r+Raporu%2fTP_HAM_PETROL-DOGAL_GAZ_SEKTOR_RAPORU__pdf

Dünya petrol rezervi (konvansiyonel olmayan petrol hariç) 1,7 trilyon varil, doğal gaz rezervleri ,1 trilyon m3&#;dür. Türkiye&#;nin yılı itibariyle saptanmış ham petrol rezervi ,5 milyon varil, doğalgaz rezervi ise 3,7 milyar m3&#;dür.  Dünyada petrol üretimi günlük olarak 91 milyon varil, doğal gaz üretimi yıllık olarak 3,5 trilyon m3&#;dür. yılında Türkiye, günlük ortalama olarak tükettiği bin varil ham petrolün 51 bin varilini kendi kaynaklarından (yüzde 10) üretmiş, kalan miktarını ithal etmiştir. Aynı yılda Türkiye, yıllık olarak tükettiği toplam 48,8 milyar m3 doğal gazın milyon m3&#;ünü kendisi üretmiş (yüzde 0,8) kalan kısmını ithal etmiştir.

Madenleri arama ve kullanma faaliyetlerimiz engelleniyor mu?

Buraya kadar yaptığımız inceleme bize Türkiye&#;de bor, ham petrol ve doğal gazın bulunduğunu ve herhangi bir engelle karşılaşmaksızın çıkarılıp üretildiğini ve satıldığını gösteriyor. Acaba iddia edildiği gibi Lozan Antlaşmasına bağlı gizli maddeler veya eklerde doğal kaynaklarımızı aramamızı, bunlara ilişkin rezervleri saptamamızı engelleyen düzenlemeler var mıdır? Bu sorunun yanıtını vermek için var olup olmadığını veya var ise nerede olduğunu bilmediğimiz gizli düzenlemelere bakamayacağımıza göre elimizde sadece arama faaliyetlerine bakma seçeneği kalıyor.

Yukarıda değindiğimiz Bor Sektör Raporundaki veriler Türkiye&#;nin dünyada en büyük rezerve ve üretime sahip olduğunu ortaya koyduğuna göre Türkiye&#;nin bor rezervlerini belirleme, arama ve üretme konusunda herhangi bir engelle karşılaşmadığı açıkça ortaya çıkıyor. Yine yukarıda değindiğimiz Ham Petrol ve Doğal Gaz Sektör Raporu&#;na göre son on yılda Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı tarafından açılan sondaj kuyusu sayısı adettir. Mart itibariyle Avrupa&#;nın en fazla sondaj yapan ülkesi Türkiye&#;dir. Türkiye&#;de bu tarih itibariyle açılan aktif sondaj kulesi sayısı 28&#;dir. Türkiye&#;yi 19 kule ile Norveç ve 10 kule ile İngiltere izlemektedir. Petrol ve doğal gaz aramaları Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığının yanı sıra yerli ve yabancı şirketler tarafından yoğun biçimde yapılmaktadır. Bu bilgi ve veriler bize Türkiye&#;nin ham petrol ve doğal gaz arama, saptama ve çıkarma konusunda herhangi bir engelle karşılaşmadığını gösteriyor.

Sonuç

Lozan Antlaşması&#;nın, doğal kaynaklarımızı aramayı engelleyici gizli maddeleri olduğu ve antlaşmanın yıl süreli olması nedeniyle &#;de yürürlükten kalkacağı, ondan sonra bizim bu kaynakları çıkararak hızla gelişmiş ülke konumuna geçeceğimiz biçimindeki iddiayı ele aldık ve inceledik. Lozan Antlaşması metnine ilişkin incelememizde; antlaşmanın süreli olduğuna ilişkin hiçbir düzenleme olmadığını gördük. Ardından antlaşma metninde yer almayan ve doğal kaynaklarımızı çıkarmamızı engelleyen gizli düzenlemeler olup olmadığını araştırmaya geçtik. Burada elimizde gizli metin vb olmadığı için doğal kaynaklarımızı arayıp aramadığımızı analiz etmeye giriştik. En kritik üç kaynak olan bor, ham petrol ve doğal gazı örnek olarak seçip devletin resmi raporlarından konuyu araştırdık. Bu araştırmalarımızda gördük ki doğal kaynaklarımızı yeterince arıyoruz ve bulduklarımızı devreye sokabiliyoruz. Yani bunları aramamıza engel olan hiçbir düzenleme veya başka bir engel söz konusu değil. 


Ve sonuçta bu iddianın sadece bir şehir efsanesinden ibaret olduğunu kanıtlamış ve tarihin çöplüğüne atmış olduk.  

nest...

oksabron ne için kullanılır patates yardımı başvurusu adana yüzme ihtisas spor kulübü izmit doğantepe satılık arsa bir örümceğin kaç bacağı vardır