zahide yetiş ibrahim saraçoğlu topuk dikeni / İbrahim Saracoglu haberleri

Zahide Yetiş Ibrahim Saraçoğlu Topuk Dikeni

zahide yetiş ibrahim saraçoğlu topuk dikeni

Zahide Yetiş son bölüm full izle tek parça

Ünlü program sunucusu Zahide Yetiş şimdilerde Kanal D'de yeni bir programla hayranlarının karşısına çıkıyor. Zahide Yetiş'le Gelin Görün isimli program Kanal D ekranlarında hayranlarının karşısına çıkıyor. Hafta içi her gün 'de ekranlara gelen program bu sezon da yine dolu dolu geçiyor. Zahide Yetiş'le Gelin Görün Bölüm full izleme linki haberin en altında.

Zahide Yetiş'le Gelin Görün Bölüm izle full tek parça:

Zahide Yetiş'le Gelin Görün 5. Bölüm full tek parça izel:

ZAHİDE YETİŞ ESKİ PROGRAMLARI

Zahide Yetiş 7 Nisan Salı günü yeni konular ve konuklarla seyircinin karşısına çıkıyor. Türkiye ve dünya gündeminin bir numaralı konusu olan koronavirüs konusunda uzman görüşleri ve yorumları programın önemli kısmını oluşturuyor. 

Zahide Yetiş'le 17 Mart Salı Show TV'de hayranlarının karşısına çıktı. Programın bugünkü etabında bir kez dünyayı kasıp kavuran virüs salgını ele alındı. Programa konuk olarak ise Caner Taslaman ve Mustafa Karataş alındı. Konuklar, virüs salgını kapsamında Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından alınan kararlar hakkında yorumlarda bulundu.

Ayrıca, balık ustası Kenan Usta ve Elif Korkmazel, 'Tepside Kolay Profiterol' tarifi veriyor.

12 Mart Perşembe; Dr. Servet Yetkin, kolonoskopi ile ilgili bir çok sorunun yanıtını verdi. Ayrıca Hemoroid ile ilgili detaylı bilgilere yer verildi. Hemoroid tedavisi hakkında konuşulan Zahide Yetiş programında sağlık ile ilgili konulara açıklık getirildi. Ayrıca, Prof. Dr. Osman Erk Zahide Yetiş Canlı yayınında 'Güne Kahvaltı ile Başlamak' konusunda detaylı bilgiler verdi. Farklı bir bakış açısı ile kahvaltıyı masaya yatıran Erk, aç değilsek illa kahvaltı yapmak için kahvaltı yapmayalım dedi. Haftada bir gün serpme kahvaltı yapılabilir dedi.

17 Şubat Pazartesi; Divle Obruk peynirinin sırrının paylaşıldığı program sağlıklı bilgiler sunmaya devam ediyor. Merak edenler için mağarada olgunlaşan Divle Obruk peyniri ile ilgi detaylar Zahide Yetiş izleyicisi ile paylaşılıyor. Ayrıca yüsek tansiyon için doğal ev yapımı bir kür tarifi veriliyor. Ayrıca Dr. Feridun Kunak 'Buhar ile virüs Savar' nasıl hazırlanır izleyici ile paylaşıyor. 

13 Şubat Perşembe Günü; Uz. Dr. Feridun Kunak bugün bel ağrılarından kurtulmak için evde yapılabilecek basit harketleri gösteriyor. Nefes alma tekniklerinin de önemli olduğunu söyleyen Kunak, hergün bu hareketlerin 10 defa tekrarlanması gerektiğini söylüyor.

07 Şubat Cuma günü; ekranlardaki yerini aldı. Bugün günün sorusu; Hayatınızdaki kimin hangi huyunu değiştirmek istersiniz, neden? Zahide Yetiş Mustafa KArataş ile ekranlarda. İnternette dolaşan son günlerde yaşananların kıyamet alameti olduğuna dair sohbet videoları yayılmasının ardından başlayan tartışmalar Mustafa Karataş hocaya soruldu. Başına her takke geçiren sakal bırakan hoca değildir Karataş bu tür hoca geçinenlere verdi veriştirdi. Ayrıca bugün Hacamat nedir, nasıl yapılır gibi konular da Zahide Yetiş'te

Ayrıca internette tartışılan videolardan biri de cübbeli bir hocanın şut çekip çocukların kalede olduğu görüntüler. Zahide Yetiş Mustafa Karataş'la ekranlarda

06 Şubat Perşembe günü; Bugün Adana Kebap ustası birbirinden farkıl pizza tarifleri ile Zahide Yetiş'te. Tam çeşit pizza yapılıyor.  Her dilden konuşan adam Kadir Demir bugün Zahide Yetiş'in konuğu olacak. Dr. Zafer Akıncı canlı yayında, kayınvalideler ile anlaşamayan gelinler için önerilerde bulundu. Çok basit hareket küçük püf noktaları ile kayınvalide ile mutlu geçinmenin yolları Zahide Yetiş'te

05 Şubat Çarşamba günü; Zahide Yetiş bugün birbirinden uzman konukları ağırlayacak. Sağlıklı bir yaşam için Zahide Yetiş programını kaçırmayın. Zahide Yetiş izleyicileri bugün ekranlarda tasarruf Ustası Fatih Ustayı konuk edecek. Fatih usta faturaları düşürmenin yollarını tek tek anlatacak. Ev ekonomisine katkı sağlamak isteyen hanımların mutlaka bugün Zahide Yetiş izlemesi gerekiyor. Fatura fiyatlarını düşürecek yöntemler ekranlarda.

Elif Korkmazel, bugün şeffaf tatlı tarifi verecek. 

Bugün Zahide Yetiş'in seyircileri sorusu evin bütçesini kim hazırlıyor oldu.

Tatlı krizini aşamayanlar için meyve salatası, kış kahvaltısında neler olmalı? Hepsi uzman konuklar tarafından izleyicilerle paylaşılacak.

04 Şubat Salı günü; kilo problemi olanlar için zayıflatan çorba tarifi verecek. Peki zayıflatan çorbanın içinde neler var. Bugün Uz. Dr. Ender Saraç Zahide Yetiş'in konuğu olacak. Virüslerin kol gezdiği son günlerde boğaz enfeksiyonu da sık görülmeye başladı peki boğaz enfeksiyonuna karşı nasıl önlemler alınmalı? Boğaz enfeksiyonu geçiren karışım tarifi Zahide Yetiş'te

 29 Ocak Çarşamba günü; Girişimsel Fizik Tedavi Uzmanı Dr. Aşkın Nasırcılar, bugünkü programda kök hücre tedavisi konusunda önemli bilgiler verdi. Programın bugünkü etabında çocuk yetiştirirken yapılan hatalar masaya yatırıldı. Ayrıca mutfak tasarımları konusunda da önemli bilgiler verildi.

28 Ocak Salı günü; Zahide Yetiş'in Cuma programında Mustafa Karataş ile sohbetler yapıldı, Rize'de yıllar önce kaybolan bir Fransız'ın kemiklerinin Müslüman mezarlığına gömülmesi konusu ele alındı.

 23 Ocak Perşembe Feridun Kunak bugünkü programda evleri ziyaret ederek, fiziksel tedaviye ihtiyacı olan ev hanımlarına önerilerde bulundu. Kunak, bel ağrılarından kurtulmanın yollarını ev hanımlarına göstererek, evde yapılabilecek egzersizleri anlattı.

Zahide Yetiş'in bugünkü programı programında "Sebzeli Dana Bonfile Sarması" tarifi uygulamalı bir şekilde verildi. Tarifi veren ise Fırat Can oldu.

21 Ocak programında ise öncelikle Elif Korkmazel'in enfes yemeklerinin tarifleri ve uygulamalı yapılışları ekrana gelirken; daha sonra da hepimizi yakından ilgilendiren konular ele alındı. Örneğin, sahte peynirlerin nasıl anlaşılacağı gibi hayati bir konu ele alındı. Programın bugünkü etabına Fizik Tedavi Uzmanı Doç. Dr. Ahmet İnanır konuk oldu. İnanır fıtık konusunda önemli bilgiler verdi.

Programda bugün ayrıca meşhur Divle Obruk Peyniri konu alındı. Karaman'da bulunan Divle köyünde obruklarda saklanarak yemeye hazır hale getirilen koyun peynirinin sırrı programda ele alındı.

Zahide Yetiş'le 20 Ocak Pazartesi günü itibariyle yeni konu ve konuklarıyla bir kez daha Show TV'de saat  itibariyle ekranlara geliyor. Programın dünkü etabında ilginç bir denemeye yapılmak istendi. Canlı yayında 2,5 metrelik kebap denemesi yapıldı. Öte yandan Tasarruf Uzmanı Fatih Usta'nın verdiği değerli bilgilerle evde yapılabilecek birçok tasarruf konusunda önemli bilgiler verildi. Örneğin evdeki kombiyi daha ekonomik kullanmak son derece mümkün. Evde kullanılan çamaşır ve bulaşık makinelerinin neden olduğu israf da yine bugünkü programda ele alındı.

Zahide Yetiş 19 Aralık Perşembe günü Feridun Kunak Kadınlar Pazarı'na giderek sağlıklı beslenme konularında önemli bilgiler verdi. Elif Korkmazel bugünkü programda mutfakta paçanın nasıl kullanılması gerektiğini anlattı. Elif hanım Beşamel soslu yufka kebabının nasıl yapıldığını anlattı. Öte yandan programın bugünkü etabında, memleketinizdeki düğün adetleri, ilginç gelenekler konuşuldu. 

Zahide Yetiş'te bugün neler konuşuldu, neler oldu, kimler misafir oldu, misafirler neler anlattı? Zahide Yetiş'le bugünkü programda Elif Korkmazel Şişte Balık, Soğan Salatası, Sufle ve Yumurtalı Kızarmış Balık tarifini verdi. Yumurtalı Kızarmış Balık için gerekli malzemeler ise şöyle: Yarım kilo kılçıkçısız hamsiz, bir yumurta, bir şişe soda, bir su bardağı un, tuz, bir su bardağı mısır unu ve kızartmak için sıvı yağ. Ayrıca Elif Korkmazel Zahide Yetiş 22 KAsım Cuma günü yayınlanan canlı yayınında tam ölçülü şekerpare tarifi verdi.

Programın bugünkü etabında Karadeniz mutafığının usta isimleri misafir edildi, lezzetli yemeklerin tarifi alındı. Önceki programda ise Prof. Dr. Bülent Tıraş kanda akyuvarların çoğalmasını sağlayan maddedinin ambriyonun vücutta tutulmasını sağladığını söyledi. Anne olma ümidi ile tedavi olan kadın hastalarda yüzde yirmi oranında başarı sağlandığını söyledi. Kişinin kan hücrelerinden elde edilen serumun enjekte edilmesi ile tedavi yapıldığını söyleyen Prof. dr. Tıraş, başarının yadsınamaz düzeyde olduğunu söyledi.

Zahide Yetiş'in bugünkü programına konuk olan isimlerden biri Şanlıurfalı Kebap Ustası Hacı bey, ailesiyle birlikte lezzetli yemeklerin tariflerini verdi, uygulamalı "Peynirli Helva"nın nasıl yapıldığını anlattı. 

Öte yandan programın bugünkü etabına konuk olan Fizyoterapist Zafer Aksungur, bir kez daha önemli bilgiler verdi. İnsan kaburgası ve kaslarındaki rahatsızlıklardan dolayı insanların yaşadıkları huzursuzluğa değinen Aksungur, ağrısı olan insanlarda kasların buruşmuş bir çarşaf gibi olduğunu, ancak kasları ütülenmiş bir çarşaf gibi olan insanların ise hiçbir zaman ağrı çekmediğini söyledi.

Zahide Yetiş'le 18 Kasım Pazartesi canlı izleyenler de yine dolu dolu bir program seyretmiş olacak.

Zahide Yetiş'in 14 Kasım Perşembe günkü programı da yine diğer programlar gibi hem eğlenceli hem bilgilendirici oluyor. Zahide Yetiş'te dün Elif Korkmazel, Diyarbakır'ın meşhur "Duvaklı Pilavı"nın tarifini verdi. Duvaklı pilav için gerekli olan malzemeler ise, 2 su bardağı pirinç, 4 çorba kaşığı tereyağı, gram yağsız dana kıyma, 2 adet kırmızı biber ve 3 adet sivri biber.

Programın bugünkü konukları arasında MasterChef'ten hatırladığımız Şef Mehmet Sur vardı. Şef Mehmet bugün canlı yayında "Kuzu Kaburga Dolma" yemeğinin yapılışını uygulamalı şekilde anlattı. Ayrıca bugünkü programda İstanbul'da yaşanan ıspanarak zehirlenmesi vakaları ele alındı.

Ispanak konusunuda ise Prof. Dr. İbrahim Saraçoğlu bugün Zahide Yetiş'e konuk oldu. Prof. Saraçoğlu, ıspanak konusunda önemli uyarılarda bulundu. Özellikle ıspanak alırken kökünde kırmızılık olup olmadığına bakılması gerektiği, sağlıklı ıspanakta kırımzılık olması gerektiğini söyledi.

Zahide Yetiş'le geçen hafta Çi börek tarifi uygulamalı olarak canlı yayında anlatıldı. Programın bugünkü etabında Op. Dr. Bora Şerifhan Alpaydın, ortopedik konularda önemli bilgiler paylaştı. Diz protez kullanan hastalara ipuçları sundu. Dr. Feridun Kunak ise "Topuk Dikeni" hastalığı konusunda birbirinden ilginç bilgileri seyircilerle paylaştı. Kunak, topuktan tansiyon ölçme yöntemini de anlatarak yeni bilgilerle hastaları aydınlattı. 

Hafta içi her gün sabah saat 'te Show TV ekranlarından hayranlarıyla buluşan Zahide Yetiş, sağlıktan spora, tıptan gıda sağlığına kadar pekçok konuda vatandaşı aydınlatan bilgilerin paylaşımına vesile oluyor. Her hafta alanında uzman isimler vatandaşı bilgilendiriyor. Programıda yöresel yemeklerin tarifleri de uygulamalı şekilde yer alıyor. Öte yandan bazen de birbirinden ilginç sürpriz konuklar olabiliyor. Zahide Yetiş'e 30 Ekim Çarşamba günü konuk olan Prof. Dr. Osman Erk, sağlıklı hayat konusunda önemli ipuçları verdi.

Zahide Yetiş'in dünkü programında uzun ömürlü olmalarıyla ünlü olan Hunza Türkleri'nin milli içeceği Hunza Çayı'nın tarifi verildi. 

Hunza Çayı'nın tarifi şöyle: 

adet kakule

2 tatlı kaşığı tarçın

10 adet taze nane 

10 adet limon yaprağı

3 çorba kaşığı esmer şeker

3 çorba kaşı taze zencefil 

Örneğin geçen hafta Doç Dr. Hayati Akbaş Zahide Yetiş Canlı yayında vücutta oluşan sarkmaların sebeplerini anlattı. Dr. Feridun Kunak ise burun tıkanıklığı doğal yollardan nasıl giderilir bir bir anlattı. 

Ayrıca tüp bebek tedavisinde merak edilen tüm sorular Zahide Yetiş son bölümde cevap buldu. 

Zahide Yetiş 23 Ekim Çarşamba programında Sahte balı ile gerçek balın anlaşılması için çok basit bir yöntem anlatıldı. Dünkü programda ise Tokatlı hanımlar maharetlerini ortaya koydu. Tokat'a özgü Bat yemeğinin incelikleri hanımlar tarafından uygulamalı anlatılırken, bugünkü programa mıknatıs adam Ethem bey de konuk oldu. Çatal kaşığı vücuduna yapıştıran Ethem bey görenleri şaşırttı. Öte yandan Uzman Doktor, Oytun Erbaş bugünkü programa da katılarak sağlıklı hayat konusunda önemli incelikler anlattı. Özellikle de okul okuyan çocukların sabah kahvaltısı yapmaları konusunda önemli uyarılarda bulundu. 

Programın bugünkü etabında sahte bal ile gerçek balın nasıl anlaşıldığı uygulamalı şekilde anlatıldı. Buna göre sahte her iki baldan birer kaşık balı birer tabağa koymak gerekiyor. Daha sonra üzerine yarımşar bardak su koyulmalı. Sonrasında ise tabağı dairesel şekilde çalkalamak gerekiyor. Sahte bal suyla birlikte dağılırken, gerçek bal ise petek petek şekiller oluşturuyor. Petek petek şekiller oluşturan gerçek baldır.

Zahide Yetiş  itibari ile Show TV ekranlarında sevenlerinin karşısına çıkıyor. Zahide Yetiş 22 Ekim Salı günü Tokatlı kadınları misafir etti. Tokatlı kadınlar kendi yörelerine has bat yemeğini uygulamalı bir şekilde gösterdi. Programın bugünkü etabına ilginç bir misafir de alındı. Ethem bey isimli misafir metal cisimleri vücuduna yapıştırarak herkesi şaşırtmayı başarıyor. Vücudunda mıknatıs özelliği olduğunu ileri süren Ethem beyin sırrı ise anlaşılamadı. Öte yandan Doktor Oytun Erbaş bugün de sağlıklı hayat konularında Zahide Yetiş'te önemli açıklamalarda bulundu. 

Tokat'a özgü bat yemeği için gerekli olan malzemeler ise şöyle: 

İki su bardağı haşlanmış yeşil mercimek, 2 su bardağı ince köftelik bulgur, iki yemek kaşığı biber salçası ve bir yemek kaşığı domates salçası. 

Programın bugünkü etabı İstanbul'un Çatalca ilçesinde geçiyor. Programa köylü kadınlar, ev yapımı pancarlı eriştenin yapımını anlatarak katılıyor. Programın bugünkü etabına misafir olarak katılan Uzman Doktor Aydın Duygu, sağlıklı hayat ve sağlıkla beslenme konularında önemli bilgiler verdi. Özellikle de ıspanak tüketimindeki yanlış bilgiler konusunda aydınlatıcı detaylar veren Uzman Doktor Duygu, ıspanağın yumurtalı şekilde daha faydalı olacağını söyledi. Duygu, yoğurt tüketimine ağırlık verilmesi gerektiğini belirterek, özellikle katkısız yoğurtların tercih edilmesini istedi. Uzman Doktor Duygu, market yoğurtlarının da tüketilmesinden çekinilmemesi gerektiğini söyledi. Yumurta konusunda da bilgiler veren Duygu, yumurtanın en harika gıdalar arasında yer aldığını belirterek tüketilmesi konusunda ısrarlı olunmasını istedi.

Zahide Yetiş'e dün damgasını vuran misafir ise Ali Dede oldu. Ali Dede, yaşında olduğunu belirterek hiçbir rahatsızlığının olmadığını ifade etti. Ali Dedenin bu sağlıklı hayatının kaynağının ise fındık olduğu belirtiliyor. Yaşlı amcanın sabah erkenden kalktığı, evinin her türlü işine koştuğu vurgulanıyor. Ali Dedenin şu ana kadar üç evlilik yaptığı öğrenildi. Yaşlı adamın sağlıklı hayatıyla ilgili konuşan Dr. Fevzi Özgönül ise fındığın çok önemli bir besin kaynağı olduğunu belirterek, "Büyüklerin anne sütü" olarak nitelendirilmesi gerektiğini ifade etti.

Programın dünkü etabında kilo sorunu masaya yatırıldı. Eşler arasındaki kilo sorunlarına çözümler üretilmeye çalışıldı. Öte yandan bugün Gerdan Çorbası'nın tarifi ve malzemeleri verildi. Zahide Yetiş'in bugünkü programında yine birbirinden dikkat çeken konuklar ve konular ele alandı. Op. Dr. Esra Çabuk Cömert, doğurganlık konularında bilgiler verdi. Öte yandan zayıflık ve sağlıklı beslenme konularında ise Op. Dr. Oytun Erbaş misafir olarak birçok önemli bilgi verdi. Oytun Erbaş, uzun yaşamak için zayıf kalınması gerektiği ancak az yenmemesi gerektiğini söyledi. 

Zahide Yetiş 15 Ekim Salı günkü programında ayrıca Tik Tik Mantısı'nın nasıl açılacağı köyül kadınlarla birlikte uygulamaları bir şekilde anlatıldı.

Zahide Yetiş'in dünkü programında karaciğerini verdiği eşi tarafından aldatılan genç bir kadının feryatları damgasını vurdu. Genç kadın, eşine verdiği karaciğerini geri istediğini söfunduszeue.info Yetiş'in bugünkü programına konuk olan Dr. Murat Topoğlu, sağlıklı bir hayat için gerekli olan birçok konuda bilgiler verdi. Özellikle de sağlıklı beslenme konusunda önemli noktalara değinene Topoğlu, vücuttaki yağların tehlikesine değindi. Zahide Yetiş son bölümünde Elif Korkmazel leziz ir kara lahana dolması tarifi veriyor. Ayrıca yüzündeki tüylerden muzdarip olan yşe Zahide Yetiş'te derdine derman arıyor.

Bel ağrılarından kurtulmak için doğal tarifler verilecek programa Tüp bebek uzmanı Prof. Dr. Bülent Tırşa konuk olacak.

Öte taraftan Zahide Yetiş'te diz ağrılarına iyi gelecek doğal krem tarifi verilecek

Zahide Yetiş Cuma günleri Mustafa Karataş hoca ile birlikte Cuma sohbeti ile ekranlarda. Mustafa KArataş hoca hacamat insan sağlığı için gerekli mi sorusunun cevaplarını anlatıyor.

Bugün Mustafa Karataş hoca ile birlikte Cuma sohbeti ekranlarda. Şifa  duasını canlı yayında okuyup ekranlara getiren Mustafa Karataş hoca aynı zamanda hacamatın insan sağlığına faydalarını anlattı. 

Canlı yayında hacamat uygulaması yapıldı.

Zahide Yetiş Mustafa Karataş'da okunan şifa ayetler:

Zahide Yetiş geçen gün günün sorusu bebeğin cinsiyetini erkek mi kadın mı belirler oldu. Bugün yine izleyicilerine faydalı bilgiler verecek olan ekranların en çok izlenen programı Zahide Yetiş izleyicileri için ekranlarda.

Dr. Fevzi Özgönül eve mutlaka bir trambolin alınması gerektiğini ve kilo kaybına aşırı derecede faydası olduğunu söyledi. Kilo problemi olan insanlarda tatlı isteğini nasıl bastırmak gerektiğinin yollarını da söyleyen Özgönül, aşırı tatlı isteği vücutta hala yolunda gitmeyen bişeyler olduğunun göstergesi dedi.

Tatlı isteğini bastırmak için:

  • bir avuç kuruyemiş
  • probiyotik yoğurt 
  • bağırsağı güçlendirmek

 

Dün yayınlanan programda günde 1 kilo şeker yiyen Zeliha teyzenin hayatı konu alındı. yaşındaki Zeliha anne bu yaşına kadar hiç doktora gitmediğini ve ağrısı sancısının olmadığını söyledi. Stüdyoda top oynayan Zeliha anne herkesin şaşkın bakışları arasında kaleye gol attı. Ayrıca tek yumurta ikizleri Hale ve Jale'nin hayatına dokunan Zahide Yetiş umutlarını gerçekleştirecek. Ayrıca Murat Topoğlu mutluluk veren yiyecekleri tanıttı.

Zahide Yetiş'te bugün günde bir kilo şeker yiyen Zeliha annenin dramı konu alınıyor. Yine birbirinden faydalı konularla ekranlardaki yerini alan Zahide Yetiş izleyicilerin beğenisini toplamaya devam ediyor. Bugün Elif Korkmazel Zahide Yetiş'te ev yapımı sucuk tarifi veriyor.

Hikayesi ile tüm Türkiye'yi ağlatan Leyla'nın yürek yakan hikayesi ve tedavi umudu Zahide Yetiş'le programında. Leyla küçükken yüzü yanan bir genç kız. İyileşme umudu ile Zahide Yetiş programına katıldı. Yüz nakli olmayı bekleyen Leyla'nın iyileşme umudu Zahide Yetiş'te

Ayrıca Leyla ve Nejla kardeşlerin zayıflama isteklerine de şifa aranıyor. 

Zahide Yetiş'ten imdat bekleyenlerden biride temizlik hastası ekmeği bile sabunla yıkayan Ayşe Hanımın dramı ve tedavi isteği konu alınıyor. Sürekli eldivenle gezen ekmeği bile sabunla yıkayan, parayı yıkayan kadının dramı izleyicileri şaşırttı.

Birbirinden değerli konukları ile yeni sezona canlı bir başlangıç yapacak olan program yine insanlara umut olmaya devam ediyor. 

Ayrıca Elif Korkmazel de yine yeni sezonda yine birbirinden lezzetli tatlar ile Zahide Yetiş'te. Muharrem ayı olması sebebi ile tam kıvamında aşure tarifi verilecek.

Bugünkü programı Prof. Dr. İbrahim Saraçoğlu  konuk olarak birbirinden faydalı kür tarifleri verecek. İbrahim Saraçoğlu saçkıran ile mücadele edebilmek için çok etkili bir kür tarifi verdi.

Zahide'nin Soğan Böreği tarifinin verildiği program faydalı bilgilerle dolu.

Zahide'nin Soğan Böreği

Malzemeler

taze yufka

büyük soğan

2 su bardağı ceviz

1 çay bardağı sıvı yağ

tuz

karabiber

1 tatlı kaşığı toz şeker

Sosu için;

1 su bardağı süt

1 su bardağı su

1 çay bardağı sıvı yağ

Üzeri İçin;

1 yumurta

1 tatlı kaşığı zerdeçal

2 çorba kaşığı süt

Yine birbirinden dolu ve değerli konuklarla ekranlara gelecek olan Zahide Yetiş yeni sezona bomba gibi bir giriş yapıyor. Kah ağlatıp kah güldüren ve umutlandıran ve insanlara faydalı olan program izleyicilerin büyük beğenisi ile ekranlarda. Zahide Yetiş'le programında bugün Muharrem ayı olması sebebi ile aşure tarifi verilecek. Mustafa Karataş hoca telefon bağlantısı yaparak hep birlikte dua edildi. Ayrıca Elif Korkmazel

Çocuklar için alt ıslatma probleminin nasıl çözümlenebileceği konusu konuşuluyor. 

Elif Korkmazel fırında patates püreli köfte tarifi veriyor.

ZAHİDE YETİŞ'LE 21 MAYIS SALI

Zahide Yetiş'le bugün tüp bebek tedavisinin detayları konuşulacak. Sevgican Hanımın hamile olduğu müjdesi canlı yayında verildi. 

Arı sütünün faydalarının konuşulan porgram birbirinden faydalı bilgilerle dolu. Ayrıca Elif Korkmazel tavuklu hünkar beğendi tarifi veriyor. Ayrıca tatlı olarak taş kadayıfı yapılacak.

Ayrıca hem diyet yapıp hem de diyet yapan kişilere sağlıklı öneriler var. aç kalınca sinirlenenler için tavsiyeler verilecek. 

Zahide Yetiş'le bugün tulumba tatlısı tarifi veriliyor. Arı sütü kolestrolü düşürmeye yardımcı olur mu sorusunun cevabının da aranacağı program yine birbirinden faydalı bilgilerle dolu.

Elif Korkmazel tulumba tatlısı tarifi ve püf noktalarını veriyor. Ayrıca arı sütünün faydalarının konuşulacağı programda tüp bebek uzman U lun Uluğ da çok önemli bilgiler verecek.

Dr. Feridun Kunak egzamadan kurtulmanın yollarını anlatıyor. Ayrıca uzmanında zayıflamaya yardımcı sahurda içilecek soğan çorbası tarifi veriliyor. Zahide Yetiş'le programında bugün egzama nedenleri ve tedavi yolları konuşuluyor.

Yemek blog yazarı Elif Korkmazel Sandal Böreği tarifi veriyor.

Op. Dr. Bora Şerifhan Alpaydın diz protezi aynı anda iki dizde uygulanabilir mi sorusunun cevabını veriyor. Elif Korkmazel bugün duvaklı pilav yapıyor. Ayrıca Oytun hoca hangi hastalığı olanlar oruç tutarsa iyi gelir sorusunun cevabı aranacak. Op. Dr. Bora Şerifhan Alpaydın diz ağrıları çeken kişileri ilgilendiren çok önemli açıklamalar yapıyor. 

Duvaklı Pilav Malzemeleri

  • 2 su bardağı prinç
  • 3 yemek kaşığı tereyağ
  • 5 yemek kaşığı zeytinyağ
  • 4 su bardağı sıcak su
  • Tuz
  • 1 adet kesme şeker
  • yarım limon

Zahide Yetiş'le Ramazan'ın ilk gününde Ramazan ayının faziletleri konuşuluyor. Ayrıca Elif Korkmazel hergüne bir iftar menüsü veriyor. Bugünkü ana yemek tarifi Sebzeli Dizme Köfte. Tatlı olarak cevizli Güllaç tarifi veriliyor. Ayrıca Prof. Dr. Timur Gürgan, çocuk sahibi olmak isteyenler ekran başına.

Ramazanda Kabızlık  Çekmemek için lif deposu Kase tarifi:

  • 4 yemek kaşığı yoğurt
  • 2 yemek kaşığı yulaf
  • 1 yemek kaşığı keten tohumu
  • 2 adet ayva
  • 1 yemek kaşığı kara üzüm

 Yemek yazarı Elif Korkmazel'den her güne bir iftar menüsü veriyor. Bugünkü iftar menüsünün ana yemeği patates oturtma. Ayrıca Ramazan ayında kabızlık çekmemek için ne yapmak gerekir cevabı konuşuluyor.

Şems Arslan hızlı saç uzamasını sağlayacak karışım tarifi veriyor.

Hızlı Saç Uzaması ve saçkırana karşı leylak yağı malzemeleri

  • gr.. kavanoz
  • 1 su bardağı kurutulmuş leylak 
  • 1 çay bardağı meyan kökü
  • gr. kantaron yağı

Zahide Yetiş'le bugün Şems Arslan hızlı saç uzaması ve saçkırana karşı karışım tarifi veriliyor.

ZAHİDE YETİŞ'LE BÖLÜM

Zahide Yetiş'le bugün zayıflayan ancak gıdılarından bir türlü kurtulamayan bayanlar için çözüm önerileri veriliyor. 
Zahide Yetiş'in bugünkü konuklarından biri Prof. Dr. İbrahim Saraçoğlu. Sperm azlığının neden kaynaklandığı ve arttırmak için bitkisel tedavi yöntemleri sunacak.

Zahide Yetiş'le bugün Prof. Dr. İbrahim Saraçoğlu konuk oldu. Sperm sayısını arttıracak bitkisel kür önerileri sunan Saraçoğlu. Bu konuda sıkıntı yaşayan kişilere önerilerde bulundu. 

Cilt lekeleri ile ilgili sorun yaşayan kişiler için de önerilerde bulunulacak. Arıca Şems Arslan hızlı saç uzatma ile ilgili önerilerde bulunacak.

Zaahide Yetiş'le 25 Nisan Perşembe programında ağız sağlığından, damar sertliğine kadar pek çok rahatsızlığa faydalı olduğunu bildiğimiz sakız ağacının daha bir çok bilinmeyen faydası incelenecip izleyici ile paylaşılacak. Zahide Yetiş'le programında bugün pastırma yapmanın püf noktaları anlatılacak. Pastırma yaparken hangi et seçilmeli ve seçilen et ne kadar süre ile bekletilmeli? Pastırma yapmanın tüm detayları Zahide Yetiş'le programında. Doç. Dr. Oytun Erbaş Çeşmeye giderek sakız ağacını inceleyerek Zahide Yetiş'le izleyicilerine bilgiler aktardı.

ZAHİDE YETİŞ'LE BÖLÜM CANLI İZLE - 23 NİSAN SALI

Zahide Yetiş izleyicisini yine ekrana funduszeue.info vücuda nasıl bir etkiye gösteriyor. Sumak DNA tamir eden maddeleri içerdiğini öğreniyoruz. Kapsayisin nedir, ne işe yarar izleyici ile paylaşılıyor. Kanser savıcı maddelerin nasıl muhafaza edileceği gibi çok önemli bilgilere yer veriliyor.

Bu bölümde Prof. Dr. Bülent Tıraş konuk oldu. Bebeklerde gen ayırma ile ilgili tüm bilinmeyenler konuşuldu. Zahide Yetiş'le bugün göz ve kaş arasındaki boşluğun ne anlama geldiği konuşuluyor. Ayrıca bir ay boyunca çiğnen sakızın vücuda nasıl bir etkisi olduğu konuşuluyor. Ayrıca Zahide Yetiş'e katılan uzman kanserojen gıdlar ve kansere etkenleri de detaylı bir şekilde izleyiciye aktarılıyor. Ayrıca Antep Kebabı tarifi verilen program yine bilgilerle doluydu.

Zahide Yetiş'le izleyicileri bugün kumlu pasta nasıl yapılır ve püf noktaları nelerdir sorularının cevaplarını da bulacak.

Zahide Yetiş'le programında insülin direncine karşı ne yapmak gerektiği konuşulacak. İnsülin direncine karşı ne yapmak gerekiyor? Stresle başa çıkmanın yolları nelerdir? Sağlıklı yaşam için 3 altın kural ne? gibi soruların cevaplarının bulunacağı programda ayrıca baş ağrısının ne zaman tehlikeli bir hal aldığı da konuşuluyor.

Zahide Yetiş'le ekibi en lezzetli köy ekmeğinin peşine düştü.

ZAHİDE YETİŞ'LE BÖLÜM 17 NİSAN ÇARŞAMBA FULL HD İZLE

Bugün pratik rulo pasta yapılacak. Ayrıca yaşındaki ok atan, atvye binen süper dedenin sağlık sırlarına yer verilecek.  Dr. Fevzi Özgünel kabızlık sorununa çare olacak tavsiyelerde bulunuyor. 

ZAHİDE YETİŞ'LE BÖLÜM 15 NİSAN FULL HD İZLE

Bugün Uzman Dr. Ender Saraç konuk oluyor. Ender Saraç 1 günde ödem atmanın yollarını anlatacak. Zahide Yetiş izlemek isteyenler aşağıdaki linkten izleyebilirsiniz.

Beynimizi daha etkili nasıl kullanırız sorusunun cevabının da aranacak olan Zahide Yetiş bugün yine dopdolu. Amino asit eksikliği vücutta tahmin edilemeyecek sıkıntılara yol açıyor. Sebepleri izlemek için takipte kalın.

ZAHİDE YETİŞ'LE BÖLÜM 4 NİSAN PERŞEMBE FULL HD İZLE

Dün yayınlanan Zahide Yetiş'le programında Doç Dr. Oytun Erbaş konuk oldu ve sağlıklı beslenme konusunda çok önemli uyarılarda bulundu. Kahve telvesinin ne gibi faydaları var kadınlar için çok önemli bilgiler yer alan program izleyiciler tarafından beğeni ile takip edildi. Fitoterapinin kanser üzerine etkileri de bugün Zahide Yetiş'le de konuşuldu.

Hanımlar için güzellik sırları paylaşılan programın tamamını buradan izleyebilirsiniz.

Bugün 4 Nisan Perşembe Zahide Yetiş'le Bölüm izileyiciler için ekranlara geldi. 

ZAHİDE YETİŞ SON BÖLÜM FULL İZLE

Show Tv Canlı İzleZahide YetişleZahide Yetişle izleZahide Yetiş izleZahide YetişZahide Yetiş Canlı

Kıbrıs Türkçesinin Etimolojik Sözlüğü

TR: Diller; kültürel, ekonomik, siyasi etkenler başta olmak üzere genel sebeplerle ya da daha özelde, bölgesel ve bireysel temaslar sonucunda etkileşim içerisinde bulunup birbirlerini çeşitli düzeylerde etkilerler. Yeryüzünde, başka dillerle etkileşime girmemiş, tamamen izole durumda, "saf" bir dil düşünülemez; sadece etkileşimlerin yönü, sınırı ve boyutları değişiklik gösterir. Önceleri, sadece yakın bölgeler arasında sınırlı şekilde gerçekleşen temasların aksine, zaman içerisinde ulaşım olanaklarının gelişmesi ve yirminci yüzyılla beraber radyo, televizyon, telefon, internet gibi bölgeler üstü-kıtalar arası iletişim araçlarının ortaya çıkmasıyla, günümüzde dil etkileşimi alanları oldukça genişlemiş, birbirinden farklı yapılara sahip uzak diller arasındaki etkileşimler dahi artış göstermiş ve evrensel boyuta ulaşmıştır. Dil etkileşimleri, temas hâlindeki dilleri sesbilgisinden sözdizimine kadar pek çok boyutta etkiler. Bu etkilenmenin yönü ise dil konuşurlarının kültürel, ekonomik ve siyasi üstünlüklerine/baskınlıklarına göre değişir. Genel olarak, anılan alanlarda üstün/baskın durumdaki toplumların dilleri verici (etkileyen, baskın, kaynak), etkiledikleri toplumların dilleri ise alıcı (etkilenen, zayıf, hedef) konumundadır. Yönü ne olursa olsun, dil etkileşimlerinin belki de en önemli sonuçları, söz varlığı ve anlam boyutunda görülür. Etkileşime giren diller arasında ortaya çıkan sözcük ödünçlemeleri ya da daha doğru bir ifadeyle söz varlığı düzeyinde yapılan kopyalamalar, bunun somut göstergeleri durumundadır. Bu kopyalamalar (a) ses, anlam ve biçim düzeyinde bire bir yapılan kopyalamalar, (b) alıcı dilin ses özelliklerine uyarlanarak yapılan kopyalamalar ve (c) sadece anlam kopyalamaları şeklinde olabilir. Verici dildeki söz varlığı ögelerinin alıcı dildeki hem ses hem de anlamca benzer ögelerle eşleştirilmesi durumu, yani ses-anlam eşlemeleri ise, bugüne kadar üzerinde yeterince durulmamış bir kopyalama türü olarak karşımıza çıkmakta ve söz varlığı kopyalarının dördüncü (d) türünü oluşturmaktadır. Bu çalışmada, dil etkileşimlerinin söz varlığı, biçimbilgisi ve sesbilgisi boyutunu aynı anda ilgilendiren ses-anlam eşlemeleri tanıtılacak ve "gizli/kamufle edilmiş alıntı" olarak da tanımlanan bu kopyalama türünün Türkçedeki örnekleri üzerinde durulacaktır. EN: Languages contact and affect each other at various levels due to some general factors like culture, economy, policies, and the other specific ones like areal convergences and personal relations. One cannot say that there is an isolated, "pure" language that has not been contacted to another language yet. Only the directions, limits and dimensions of contact can change. Besides, at the beginning, language contacts were limited only to areal relations in the means of the aforementioned factors. However in the course of time, owing to the developments on transportation and communication, and intercontinental mass communication devices like radio, television, telephone and internet by twentieth century, the contact areas have been expanded and contacts between asunder languages which are evaluated in different language families and different from each other have been increased and universally extended. Linguistic contacts affect the languages in contact on their phonology to syntax and the direction of this influence changes according to cultural, economic and political dominance of the speakers of corresponding languages. The languages of the societies dominant on mentioned fields can be evaluated as superstratum (influential, dominant, source) languages and the languages of the societies which these language affect as substratum (weak, target) languages. Regardless of its direction, probably the most important outcomes of language contact can be seen on words and their semantics which is related to lexicon. Borrowed words or rather copyings related to lexicon that can be found in languages contact each other are concrete proofs of this situation. This copyings may (a) one for one copyings both on phonetics, semantics and morphology, (b) copyings adapted to target language's phonetics, and (c) only semantic copyings. In addition, the case of matching lexical items from source language with items which are both phonetically and semantically similar in the target language, in other words phono-semantic matching, can be evaluated as a different dimension (d) of language contact. This dimension is not well studied hitherto. In our article, this copying type and its outcomes that can be named hidden/camouflaged copyings", related to both lexicon, morphology as well as phonetics will be introduced and exemplified from Turkish.

Arda’nın Mutfağı 16 ocak

Ana Ocağı Yarışma Programı trt 1 eşlğinde ekranlarımızda olup hem eğlenceli hemde öğretici bilgiler veriyor. Gerek tarım gerek ev işleri Yemek tarifleri , el işleri gibi vs konularda da halkımıza gösteriler sunuyorlar. Kanazananlara Ana Ocağı Beşibiryerdeyi kim kazandı ,yada bilezikleri kim kazandı gibi ödüllerde veriliyor
Kaybedenin Olmadığı Tek Yarışma Ana Ocağı

Yaptığı farklı projelerle Türk televizyonculuk tarihinde ilklere imza atan TRT, hafta içi her gün öğle kuşağında yayınlanan Ana Ocağı programının yeni sezonuyla sizlerle buluşmaya hazırlanıyor.

Ana Ocağı ikinci sezonuna yeniliklerle başlıyor. Elli dönüm arazi içine kurulu, Sakarya Serdivan’ın Beşevler köyü’ndeki Ana Ocağı, bu sene oldukça renkli olacak. Baştan aşağı yenilediğimiz Ana Ocağı’nda bu sezon sadece acemi genç kızları değil, yeni evlileri ve çiçeği burnunda çiftleri de ağırlayacağız. Üstelik ödüllerimiz de çok değişti. Geçen sene 10 gün süren maratonda toplamda 10 altın bilezik ve bir beşi bir yerde armağan ederken, bu sene sadece 5 gün yarışacak çiftlerimiz 15 altın bilezik ve bir beşi bir yerde kazanma şansına sahip olacak. Hem kazanacaklar, hem de annelerimizin zorlu ama bir o kadar da keyifli görevlerinde eğlenecekler.

Ana Ocağı hepimizin özlem duyduğu köy hayatını ekranlara taşırken, bir yandan da genç çiftlerimize unutulan örf ve adetlerimizi hatırlatarak kültürümüzü yaşatmamızı sağlıyor. Evlerinden çok uzakta ayakta kalmaya çalışan yarışmacılarımız köy yaşamını deneyimlerken, gündelik hayatlarını kolaylaştıracak pratik bilgiler öğrenmekten de geri kalmıyorlar.

Ana Ocağı Programının Alanında Uzman Anneleri

Zorlu mücadelerle dolu bu 5 günlük maratonda çiftlerimize yol gösteren üç eğitmen annemiz de Ana Ocağı’nda onlarla birlikte yaşıyor. Ana Ocağı’nın misafirlerine kendi çocukları gibi şefkatle yaklaşan annelerimiz, kimi zaman gözyaşı dökecekleri bir omuz, kimi zaman da yüreklerini açacakları bir sığınak oluyor misafirlerimiz için.

Annelerimiz demişken, bu sezon Ana Ocağı sultanlarında da bazı değişiklikler var. Zehra Anne ve Meltem Anne, tecrübeleri ve zengin bilgi dağarcıklarıyla Ana Ocağı’na yepyeni bir soluk getirmek için bizimle birlikte olacaklar.

Şimdi gelin Ana Ocağı’nın otoritelerini, yani meşhur annelerimizi tanıyalım.

İlk annemiz geçen sezon da aramızda olan Ümmiye Koçak. Ahırın patronu… Tarlaların çalışkan annesi… Gerçek bir doğa aşığı… Geçen sezon Mersin’in köyünden kalkıp Ana Ocağı’na gelen Ümmiye anne, bu sezon da bizleri yalnız bırakmadı. Birbirinden zorlu görevlerle Ana Ocağı’na renk katan Ümmiye anne, çiçeği burnunda çiftlerimiz için de oldukça hazırlıklı…

İkinci annemiz Meltem Açıkel.. Ev işlerinin ustası… Pratik yaşamın yeni adı… Püf noktalarının gizemli dünyasını aralayacak bir kapı… Kısacası evle ilgili aklınıza gelen herşey Meltem annemizin işi. Temizlik, bulaşık, çamaşır, daha neler neler… Meltem anne Ana Ocağı için İstanbul’daki evinin kapısına kilit vurup Sakarya Serdivan’a geldi. Bakmayın biraz sert mizaçlı göründüğüne, aslında yumuşacık bir kalbi var… Meltem annemiz çiftlerimiz için kelimenin tam manasıyla bir yol gösterici…

Üçüncü ve en hamarat annemiz ise Zehra Şener… Ana Ocağı mutfağının güler yüzlü kraliçesi… Kelimenin tam manasıyla bir yemek aşığı… Baharat kokularında mutluluğu bulan kadın… Ana Ocağı için Bursa’dan Sakarya Serdivan’a gelen Zehra annemiz, aslında emekli fen öğretmeni… Çocukluğundan beri mutfakla haşır neşir olan Zehra anne, envai çeşit yemek tarifi ve çok özel mutfak sırlarıyla çiçeği burnunda çiftlerimizin ufkunu genişletecek.

5 Günlük Maraton Süresince Büyük Ödüller

Ana Ocağı son bölüm izle,Ana Ocağı bugünkü bölüm izle,Ana Ocağı bölüm özeti,Ana Ocağı izle,Ana Ocağı 25 ocak,Ana Ocağı 25 ocak izle

Ana Ocağı 25 Ocak yazısı ilk önce Bugünkü Programı Son bölüm izle üzerinde ortaya çıktı.

Ayetlerden Sorular konusunda en çok merak edilenler

1 Hasbiyallahu lâ ilâhe illâ Hû, aleyhi tevekkeltu ve Huve rabbül arşıl azîm, ayetini yedi defa okuyanın her istediğinin olacağı doğru mudur?

Cevap 1:

İlgili ayetin meali:

“Resulüm! Eğer -büyük bir şefkat ve samimiyetle kendilerine ders vermek istediğin- adamlar, yine de aldırmaz, senden yüz çevirirlerse, de ki: Allah bana yeter, O’ndan başka ilah yoktur. Ben yalnız O’na dayanırım. Çünkü O, büyük Arş’ın, muazzam hükümranlığın sahibidir.'” (Tevbe, 9/).

Bu ayette, bütün dünyaya karşı meydan okuyan Hz. Muhammed (a.s.m)’i, hadsiz düşmanları karşısında zaafa düşmemesini tavsiye eden, onun koruyucusunun Allah olduğunu ders veren, ona dayanmasını, güvenmesini söyleyerek teselli eden bir muhteva söz konusudur.

- “Eğri doğru ne isteği varsa Allah kabul eder.” ifadesi, bir temenniden ibarettir. Yoksa, “Allah, şu duayı mutlaka kabul eder” demek, isabetli bir hüküm değildir. Çünkü, hiç kimse, Allah’ın yerine hüküm verme yetkisine sahip değildir. Kur’an’da “Her duaya icabet var” denilmekte, “her duanızı kabul ederim” ifadesine yer verilmemektedir. İcabet etmek, dua eden kulun sesini işitmek, çağrısını duymak, arzusuyla yakından ilgilenmek anlamına gelir. Arzulanan şeyi verip vermemek Allah’ın hikmetinin uygun görüp görmemesine bağlıdır.

Bir hasta, bazen midesini tahriş eden bir ilaç isteyebilir, ama uzman doktor bunu vermez.. Allah da şöyle buyuruyor:

“Olur ki, hoşlanmadığınız bir şey sizin için hayırlı olur, olur ki, hoşlanıp arzu ettiğiniz bir şey de sizin için şerli / kötü olur. Gerçeği Allah bilir, siz bilemezsiniz.” (Bakara, 2/).

Cevap 2:

Ebu Davud'un süneninde rivayet olunduğuna göre; Ebu'd-Derdâ Hazretleri demiştir ki, "Her kim sabah ve akşam yedi kere bu ayeti okursa, Allah Teâlâ o kulun önemsediği şeylere kifâyet eder." (bk. Ebu Davud, Edeb, ; Suyuti, ed-Dürrü'l-mensur, 4/; Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini, ilgili ayetlerin tefsiri)

Yedi defa okunmasının sırrına gelince; Ayetin merkezinde oturan cümle “hasbiyellah”dır.

a. “Allah bana yeter” mealindeki “hasbiyellah” cümlesine kadar yedi kelime kullanılmıştır. Buna bir tevafuk düşünülmüş olabilir.

b. Okunmayan vasıl elifi hariç, “hasbiyellah” cümlesinin yedi harfi vardır. Bu sayı göz önünde bulundurulmuş olabilir.

İlave bilgi için tıklayınız: 

- Okunan dualara verilen sevaplarla ilgili rivayetler

- Yedi, sayısının hikmeti nedir?

2 "Her nefis ölümü tadacaktır." ifadesi ayet midir, yoksa hadis-i şerif midir?

"Külli nefsin zâikatü'l-mevt", yani "Her nefis ölümü tadacaktır."

 meâlindeki âyet Kur'ân'da üç sûrede geçmektedir. (bk. Âl-i İmran, 3/; Enbiyâ, 21/35; Ankebut, 29/57) Bu âyetlerde "nefis", insanın ruhunu ifade etmektedir. Çünkü insan bedeni ölür, ama ruh ölmez. Beden mürekkeptir, yani birçok zerrelerden, moleküllerden, hücrelerden, organlardan vs. yaratılmıştır. Bu sebeple değişmeye ve sonunda bozulmaya mahkûmdur. Ama ruh ise basittir; birleşik değildir. Bu yüzden de çürümeye, bozulmaya maruz kalmaz. Ruh âdeta beden evininin misafiri konumundadır. Ev yıkıldığında misafir de kendisine başka bir yer bulur. Orası ise ruhlar âlemidir. Buna göre ölüm, ruhun bedenden ayrılmasını ifade ediyor. 

Ayrılık bazen acıdır, bazen de tatlıdır. İnsan eğer bir mekândan ayrılıp başka bir yere taşınırken sevdiği kişilerin yanına gittiğini düşünürse, bu ayrılık onu acısıyla yakmaz, tam aksine sevindirir. Çünkü bu gerçekten bir ayrılık değil, bir kavuşmadır, visaldir. O halde ruh ayrılığın tadını tadar. Eğer ölümün bir visal, bir kavuşma olduğunu düşünürse, bu ona tatlı, ölümün ebedî bir ayrılık olduğunu düşünüyorsa bu ona çok acı gelir.

Râzî de; "Her nefis ölümü tadıcıdır." âyetini tefsir ederken, bedenin fânî, ruhun bâkî olduğuna dikkat çekmektedir. Çünkü bir şeyi tadanın onu tadarken var olması gerekmektedir. (Razi, Tefsiru Kebir, VII/) 

Sonuç olarak bütün ruhların ölümü tadacaklarını ihtar eden âyetler, bir açıdan insanı insan yapan unsurun, insanın bedeni değil ruhu olduğu gerçeğinin vurgulanmasıdır. Bu anlamda ölen, yani fonksiyonunu icra edemez hale gelen bedendir; ruh ise devamlıdır, bâkîdir ve ölümü tadandır. Zaten ölüm denilen şey ruhun bedenden ayrılması, mekân yenilemesi, hayat görevinden paydos ve bâkî bir hayatın başlangıcından başka bir şey değildir.

Her nefis (canlı) ölümü tadacaktır, ayetiyle ilgili Hamdi Yazır'ın açıklamaları şöyledir:

Her nefis (canlı) ölümü tadacaktır. (Yani herkes ölecektir)Nefs, zat ve ruh mânâlarına geldiği için, bundan bazı kimseler ruhun ebedî olduğu mânâsını anlamışlardır. Çünkü tatmak, bir hayat eseridir. Ve zevk anında tadıcının bakî (ebedî) olduğunu anlatır, yoksa zevk tasavvur olunamaz. O halde mânâ: "Her nefis bedeninin ölümünü tadacaktır." demek olur. Bu da nefsin, bedenden başka olduğunu ve bedenin ölümüyle onun ölmeyeceğini anlatır. Şu halde ölüm zorunluluğu cismânî hayata mahsus olup, mücerred (soyut) ruhların yok olmadığını söylerler. Ve ahiret meselesini bu şekilde ruhun ebedî oluşuna dayanan ruhanî (ruhlara ait) bir hayat tasavvur etmişlerdir. Fakat diğer taraftan bir çok tefsirciler ve bilginler demişlerdir ki, bu şekil yorum, bir zorlamadır. Zaikatü'l-mevt demek, ölecektir demek olduğu açıktır. Belli ki tadan kim ise, ölen o olacaktır. Evet, bedenin ölmesiyle nefis ve ruhun büsbütün yok oluvermeyip bir müddet kalabileceği diğer delillerden açıkça anlaşılıyor ise de, genelde ruhların ölmedikleri davası ne aklen, ne de naklen zorunlu olarak sabit değildir. Önce "zaikatü'l-mevt", herhalde, tadan nefsin ölümünü ifade etmektedir. Rivâyetler de bu mânâyı göstermektedir. 

Rivâyet olunuyor ki, ne zaman 

"Yeryüzündeki her canlı yok olacak." (Rahman, 55/26)

âyeti indi melekler, yeryüzündekiler öldü dediler. Sonra "Küllü nefsin zaikatül mevt" indiği zaman biz de öldük dediler. "Küllü nefsin zaikatül mevt" Ruhların ölümünü de ifade etmeseydi, meleklerin ölümünü de anlatmazdı ve melekler için ölüm ve yok olma düşünülünce, beşer ruhları için de düşünülmesi gerekir. Ancak "Küllü nefsin zaikatül mevt" genel hükmünün de umumi üzere cereyan edemeyeceği de hatırlatmaya değer görülmüştür. Çünkü,

"Allah'ın diledikleri hariç olmak üzere, göklerde ve yerde kim varsa hepsi düşüp ölmüş olacak." (Zümer, 39/68)

âyetinde Allah Teâlâ'nın diledikleri, bu genelden hariç tutulmuşlardır. Buna göre göklere ait olsun, yere ait olsun, gerek melekler ve gerek bütün nefisler yanında ebediyete kadar ölmeyecek olanlar da bulunabilecektir.

İşte İslâm âlimlerinin çoğunluğunun görüşleri budur. Özetle ruhun ebedî oluşu inkar edilemez. Ve fakat umum için zorunlu değildir. Dinin ve ahiretin imkanının, mutlak olarak, ruhların ebedîliği nazariye (teori)sine dayanması da zorunlu değildir. "Kıyamet" kelimesi de tamamen yok oluşu ve ondan sonra kıyam (öldükten sonra dirilme), neşr ve haşr (dağılıp, toplanmay)ı ifade eder ki, ölüm ve öldükten sonra dirilme, özetle ahiret inancı, bir ebedî olma inancıdır. Fakat bu ebedîlik, ilk oluşum değil, ikinci oluşumdur. 

Evet her nefis ölümü tadacak; dünyanın ne üzüntüsü, ne sevinci hiç biri kalmayacak, ve sevaplarınızın size tam olarak ödenmesi de ancak kıyamette olacaktır. Dünyada iyi veya kötü bütün çalışmaların sevap veya cezasını yine dünyada elde etmek mümkün değildir. Mesela şehidlerin kanlarıyla kazanılan savaşların başarı meyvelerinden o şehidlerin dünyada istifade etmelerini düşünmek tenakuz (çelişki) olur ki, bütün faziletler de böyledir. Gerçi dünyada hiçbir ücret verilmez de değildir. Burada da bazı çalışmaların karşılığının alındığı da vardır. Fakat bu dünyada sonuç, ölüm ve yok olmak muhakkak bulunduğu için; gelen herhangi bir menfaat ve tad, kesilme ve sona erme korkusuyla karışık ve muhakkak gam ve kederle sarılıdır. Gamsız sevinç, korkusuz eminlik, ıstırapsız lezzet, kesintisiz ebedi saadet kıyamet gününde hasıl olur.

(Elmalılı M. Hamdi YAZIR, Kur'an-ı Kerim Tefsiri)

3 Ahzab suresi ayetleri açıklar mısınız?

- Söz konusu ayetlerden ayette; Hz. Peygamber (asm)'in evlenebileceği bazı kadınların -amca kızı, dayı kızı gibi- özellikleri sayılmıştır. Ayrıca, o gün bütün dünyaca bir sistem olarak kabul edilen, İslam’dan çok öncesinden devam edip gelen (ve İslam’ın her fırsatta bunun kaldırılması için Müslümanlara telkinde bulunduğu, ancak evrensel bir mahiyet arz ettiği için o gün kaldıramadığı) bir teamül çerçevesinde savaş esirlerinden olan cariyelerle de evlenebileceği vurgulanmıştır.

Bırakın diğer kadınların köle gibi muamele görmesi, köle / cariye kadınlar dahi İslam nizamında ve Hz. Peygamber (asm)’in yuvasında birer hanım efendi statüsüne girmiş ve bütün müminlerin annesi sayılmıştır. Efendimizin İbrahim adındaki oğlu, Müslüman olan ve Peygamber Efendimiz (asm) tarafından azat edilen Hz. Mariye’dendir. Bundan daha büyük şeref mi vardır?

- ayette vurgulanan şey şudur: İslam’da birden fazla eşli olanların vaktini onlara eşit olarak paylaşması farzdır. Hz. Peygamber (asm) ise böyle bir zorunluluktan muaf tutulmuştur.  Hem maddî hem manevî bir devlet reisi olarak ailesine karşı olduğu gibi topluma karşı da çok büyük görevleri vardı. Böyle yoğun bir çalışma temposu içerinde bulunan elçisine -imkân bulamadığı takdirde, ailesine ayırdığı vaktini eşit bir şekilde taksim etmek zorunda olmadığına dair tolerans tanımasının garipsenecek hangi tarafı vardır? Bu toleransı Hz. Peygamber (asm) kendi kendine tanımıyor, Allah ona tanıyor. Üstelik, tanınan bu ruhsata rağmen, Hz. Peygamber (asm) kendi tercihini yine de “vaktini eşleri arasında eşit ayırma” yönünde kullanmış ve bu tavrı eşlerini daha da sevindirmiştir. Nitekim Hz. Aişe (funduszeue.info) şöyle demiştir: Hz. Peygamber (asm), eşleri arasında vakit taksimatını eşit bir şekilde uygular ve şöyle dua ederdi:

“Ya Rabbî! Ben elimden geleni yapıyorum. Öyleyse elimde olmayıp yalnız senin kudretinde bulunan bir şeyi yapamadığımdan dolayı beni sorumlu tutma.”

Allah’a ve Resulullah (asm)’a iman eden kimsenin bundan rahatsızlık duyulacak bir şey algılaması söz konusu olmaz. Bu konuya itiraz edenler Hz. Peygamber (asm)’e iman etmemiş kimselerdir.

- Surenin ayetinde ise, Hz. Peygamber (asm)’in bundan böyle evlenmesinin uygun görülmediği hususu seslendirilmiştir. Bu husus tek başına Hz. Peygamber (asm)'in Allah’ın hak resulü olduğunu, O’nun emirlerinden bir santim bile dışarı çıkmadığını, bütün hayatını ona göre tanzim ettiğini, aleyhinde olsa bile Allah’ın hükümlerini açıkça herkese bildirdiğini gösteren bir risalet belgesidir.

- Küfür ve iman mücadelesi, Hz. Âdem (as)’den beri devam etmektedir ve kıyamete kadar sürecektir.

Bu mücadelede; hakla batılı, doğruyla yanlışı karıştıran ve hakikatleri ters yüz ederek insanları saptırmaya çalışanlara; İslam literatüründe “deccaliyet vasfı sahipleri” denmektedir. Bu manada deccal gibi adamlar İslam'a, Kur'an’a, Peygamber Efendimize (asm), mukaddesatımıza iftiralar etmektedir. Hakkı batıl, batılı da hak olarak göstermeye çalışmktadır. Nitekim, bir  hadis-i şerifte Peygamberimiz (asm) şöyle buyurmuştur:

“Ümmetim için en çok korktuğum, dili güçlü, iki yüzlü olan kimselerdir.” (Kenzu’l-Ummal, h. No: ).

Yani cerbeze yapacak kadar bilgi sahibi, başkasını kandırabilecek kadar ifade gücüne sahip iki yüzlü/münafıkların, İslam ümmetine zararı çok fazladır.

Napolyon’un meşhur bir sözü vardır: “Bana öyle bir söz söyleyin ki, -başka bir şeye ihtimali olmasın- onunla sizi idam edeyim.” Bunun anlamı şudur: Her sözü farklı yorumlamak mümkündür. Cerbezenin özelliği budur. En güzel şeylerin bir ucundan tutup onu çirkin göstermek En çirkin bir şeyi de çok güzel olarak lanse etmeye çalışmak

Sekkakî’nin çok güzel bir söz vardır: “Eğer her havlayan köpeğe bir taş atmaya kalkarsan, yerde taş kalmaz.”

Bir insan düşünün ki, elçisi dahil, bütün insanların hayatlarını tanzim etmek üzere vahyedilen bir kitabı, barındırdığı bu konulardan ötürü onu uydurma sayabiliyor. Örneğin Hz. Muhammed (asm)’in kaynaklarda onlarca hikmeti belirtilmiş olan çok evliliğini seslendiren Ahzab suresinin ayetlerini, bir uydurma ve Hz. Peygamber (asm)’in arzularını pekiştirmeye yönelik olduğunu söylüyor. Güya inandığı bir Kur’an var da, Muhammed (asm) tarafından içine konulmuş bazı ayetler de varmış gibi, “bu ayeti Kur’an’a soktu” gibi herzeler savuruyor. Oysa, öyle adamlar, A’dan Z’eye Kur’an’ın Allah kelamı olduğuna inanmadığı gibi, hiç bir peygambere, hatta Allah’a da inanmayanlardır.

Hz. Peygamber (asm) devrindeki en şiddetli kâfirlerin bile söylemedikleri çirkin sözleri ve iftiraları söylemekten çekinmeyen bu tür insanların cehaletini ve karaktersizliklerini ifşa eden Allah’ın şu ayetini okuyacağız:

“Biz cehennem için cinlerden ve insanlardan öyle kimseler yarattık ki, onların kalpleri vardır, ama bu kalplerle idrak etmezler, gözleri vardır onlarla (hakikati) görmezler, kulakları vardır onlarla işitmezler (gerçekleri duymazlıktan gelirler). Hasılı onlar hayvanlar gibidir, hatta (bakış açısı ve hayat felsefesi bakımından) onlardan da şaşkındırlar. İşte asıl gâfil olan onlardır.”(A'raf, 7/).

Ayette geçen özelliklerin bu gibi heriflere nasıl tıpa tıp uyduğunu göstermek için, bir misal olarak, Ahzap suresinin ayetini çarpık yorumlarla yorumlarken kendi tuzağına düştüğü gafletin boyutunu göstermektedir.

Ahzab Suresi, Ayet,

" Ey peygamber! Biz bilhassa sana şunları helâl kıldık: Mehirlerini vermiş olduğun eşlerini, Allah'ın sana ganimet olarak ihsan buyurduklarından sahip olduğun cariyeleri, amcalarının kızlarından, halalarının kızlarından, dayılarının kızlarından, teyzelerinin kızlarından seninle beraber hicret etmiş olanları, bir de mümin bir kadın kendini peygambere hibe ederse, peygamber nikâh etmek istediği takdirde, onu başka müminlere değil de sadece sana mahsus olmak üzere helâl kıldık. Onlara eşleri ve cariyeleri hakkında neyi farz kıldığımızı biliyoruz. Bunlar sana hiçbir darlık olmaması içindir. Allah, çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir."

" Onlardan dilediğini geri bırakır, dilediğini yanına alırsın. Sırasını geri bıraktığın kadınlardan dilediğini yanına almanda da sana bir günah yoktur. Onların gözleri aydın olup üzülmemelerine ve kendilerine verdiğin ile hepsinin hoşnut olmalarına en elverişli olan budur. Allah kalblerinizdekini bilir. Allah her şeyi bilir ve yumuşak davranır."

" Bundan başka kadınlar sana helâl olmaz. Bunları başka eşlerle değiştirmek de olmaz. İsterse güzellikleri hoşuna gitsin. Ancak sahip olduğun cariyen başka. Allah her şeye gözcü bulunuyor."

AÇIKLAMA:

Ey Peygamber! Biz sana özellikle şunları helal kıldık. Bu âyette, peygambere, layık ve faziletli olan hanımlar zikredilmiş ve beyan buyurulmuştur. Çünkü; 

   1. "Ecir"lerini yani, mehirlerini verdiğin hanımların. Şüphesiz mehıri verilmiş olan hanımın gönlü verilmeyenden daha hoştur.

   2. Bir kimsenin bizzat kendisinin katıldığı savaşta ganimet olarak sahip olduğu cariye, elbette satın aldığı cariyeden daha temiz ve daha şüphesizdir.

   3. Kendisi ile birlikte hicret eden akrabaları da hicret etmeyenlerinden daha şereflidir. Bununla birlikte bazılarının dediği gibi, mehrin önce verilmesi peygamberin özelliklerinden olması da ihtimal dahilindedir. Nitekim amca kızlarının, dayı kızlarının, hala kızlarının ve teyze kızlarının helal olmasında "seninle birlikte hicret edenler,.." diye kayıtlanmasında Peygamber (asm)'in özelliğinin olması ağır basmaktadır.

Bunu şu rivayet de destekler: Ebu Talib'in kızı Ümmühanî şöyle demiştir: "Resulullah (s.a.v.) önceleri, benimle evlenmek istemişti, ben özür diledim; o da özürümü kabul etti. Sonra da Allah Teâlâ bu âyeti indirdi; ben ona helal olmadım. Çünkü ben onunla hicret etmemiştim. Ben Tuleka'dan, yani serbest bırakılanlardandım." Bunun gibi "Ve kendisini Peygambere hibe eden mümin bir kadın,.." yani kendisinin mehirsiz olarak Peygambere nikahlanmasına razı olan kadın, fakat bu mutlak değil, "Peygamber O'nu nikah etmek istediği takdirde," böyle mehirsiz olarak nikah da Peygamberin özelliklerindendir. Bazıları Meymune binti Haris, Zeyneb binti Huzeymetel-Ensariye, Ümmü Şerike binti Câbir ve Havle binti Hakîm, bu şekilde kendilerini bağışlamışlardı demiş ise de, İbnü Abbas bunun gerçekten meydana gelmediğini, yani Peygamberin bu şekilde hiçbir kadın ile evlenmediğini söylemiştir. "Bütün bunlar sırf sana mahsus olmak üzere helal kılındı, müminlere değil.", çünkü zikrolunan kayıtlarla hepsinin helal olması diğer müminler hakkında gerçekleşmiş değildir. Sayıca da, şekilce de fark vardır.

"Onlara hanımları ve "mülk-i yeminleri" olan cariyeleri hakkında farz kıldığımız, takdir buyurup karara bağladığımız hükümleri gerçekten bilmişizdir." Yani onlara layık olanı menfaat ve yararlarını bilerek takdir etmişiz ve bildirmişizdir ki, Nisa Sûresi'nde geçtiği üzere dörde kadardır, onun için bu beyan olunanları diğer müminlere değil, sadece sana helal kıldık. "Şunun için ki sana hiçbir zorluk, bir darlık olmasın." Olmasın da kalbin huzur içinde ilahî vahyin ortaya çıktığı yer olsun.()

Onlardan dilediğini geriye bırakırsın. Dilediğini de yanına alırsın. Birden çok hanımı olanlara sıra ile bir nöbet izlemek vaciptir. Buna "Kasm" denilir. Fakat Peygamberin özelliklerinden olmak üzere ona "Kasm" vacip kılınmayıp kendi dilemesine bırakılıyor. "Azlettiğin, yani bıraktığın yahut boşadığından arzu ettiğine dönmen durumunda da üstüne bir günah yoktur. Bu hüküm," yani tertib üzere nöbetle "Kasm" sana vacip kılınmayıp böyle senin arzu ve dilemene bırakılması, "onların gözlerinin aydın olmasına ve gözleri aydın olup da üzülmemelerine ve senin kendilerine verdiğin ile yaptığın davranış ve ihsan ile hepsinin hoşnud olmalarına daha elverişlidir." Çünkü o, bir kere hepsinin eşit oldukları bir hükümdür, sonra sen aralarını eşit tutar "Kasm" yaparsan, onu senin bir ihsanın bilerek sevineceklerdir. Ve eğer bazısını tercih edecek olursan, onu da Allah'ın bir hükmüyle yaptığını bilecekler, yine gönülleri hoş olacaktır. bundan anlaşılır ki hanımları sevindirmek, gönüllerini hoş etmek de şeriatın gözettiği maksatlardandır.

"Kalblerinizdekini Allah bilir." Hatırınızdan neler geçiyor, gönüller neler istiyor, ne duyguda, ne niyette bulunuyor hepsini bilir. Onun için kalplerinizi de güzel tutmaya çalışın. "Allah her şeyi bilir ve yumuşak davranır." ALÎM, mübalağa ile alîm, çok, pek çok bilir; onun için gizli açık neyiniz varsa bilir. Fakat halimdir, ceza vermekte acele edivermez, mühlet verir, ihmal etmez; o halde cezanın geri bırakılmasından dolayı aldanmamalı ve çok titizlik etmemelidir.

"Sana bundan öte kadınlar helal olmaz." Muhayyer kılınıp da seni tercih eden dokuz hanımından başka kadınla evlenmek caiz olmaz. Bu hanımlar, Aişe binti Ebi Bekr, Hafsa binti Ömer, Ümmü Habibe binti Ebî Süfyan, Sevde binti Zem'a, Ümmü Seleme binti Ebi Ümeyye, Safiyye binti Huyeyyi'l-Hayberiye, Meymune binti'l-Harisi'l-Lilâliye, Zeyneb binti Cahşi'l-Esediye, Cüveyriye binti'l-Hârisi'l-Mustalikıyyedir. Allah hepsinden razı olsun. "Onları başka hanımlara değiştirmen de olmaz." Yani bunları boşayıp yerlerine başka kadınlarla evlenmen de caiz olmaz. Onlar Allah ve Resulü'nü seçtikleri için Allah Teâlâ da onlara böyle ikram ve lutufda bulunmuş, Resulullah (s.a.v.) de vefatına kadar sadece bu hanımlarla evli kalmış vefatında da onlar müminlerin anaları olarak kalmışlardı. "Güzellikleri hoşuna gitse bile." Alacağın kadınların güzellikleri, senin takdirine layık olmaları varsayılsa bile helal olmaz. İbni Atiyye tefsirinde der ki: Bu ifade, bir adamın evlenmek istediği kadına bakmasının caiz olduğuna delildir. Nitekim Mugire b. Şu'be ve Muhammed b. Mesleme hadisleriyle Sünen'de de varid olmuştur. "Ancak elinin altında bulunan cariyeler hariç." Çünkü onlar helal, "Bununla birlikte Allah her şeyi gözetliyor." Onun için O'ndan korkmalı, koyduğu sınırları aşmamalı, helalden harama geçmemeli. Yukardaki ayetin eki mahiyetinde olan bu son cümle, yukarsını tamama erdirirken aşağısına bir ön giriş oluyor.

(bk. Elmalılı M. Hamdi YAZIR, Hak Dini Kur'an Dili)

4 Fetih suresinin fazileti nelerdir?

1. Kur'an okumanın faziletiyle ilgili bütün rivayetler Kur'an'ın her suresi ve ayeti için geçerlidir.

2. Fetih suresiyle ilgili Peygamber Efendimiz (asm) şöyle buyurmuştur:

"Bu gece bana bir sure indirildi. O benim için, Güneş'in üzerine doğduğu her şeyden daha se­vimlidir." Sonra Resulullah Fetih suresini okudu. (Buhari, IV / , , ; Tirmizi, V / ; Muvatta, I / )

3. Kur'an'ın diğer sure ve ayetlerinde olduğu gibi Fetih suresinin de namazlarda, namazlardan sonra, cami ve mescidlerde, geceleri, Ramazan Ay'ında, Mübarek gecelerde okunması daha faziletlidir. Ancak belli bir zamanı beklemek ve mekan aramak için Kur'an okumayı geciktirmek doğru olmaz. Bu açıdan her zaman okunabilir.

4. Kur'an'ın sure ve ayetlerini ne kadar çok okursak o kadar iyidir. Ancak"şu kadar okunması gerekir" diye bir kayıt koymak doğru olmaz. Sorunuzda geçen, belli rakamlarda Fetih suresinin okunmasıyla ilgili bilgiler bulamadık.

İlave bilgi için tıklayınız:

Kur'an okumanın ve ezberlemenin sevaplığı ile ilgili ayet ve hadisler nelerdir?

Kur'an-ı Kerim'de geçen surelerin faziletleri hakkında bilgi verir misiniz?

5 "Allah'ın kulları için çıkardığı süslü ve temiz rızıkları kim haram etmiş?" ayetini açıklar mısınız?

"De ki: 'Allah’ın kulları için yaratıp ortaya çıkardığı zineti, temiz ve hoş rızıkları haram kılmak kimin haddine?' De ki: 'Onlar, dünya hayatında iman etmeyenlerle birlikte, iman edenlerindir. Kıyamet günü ise yalnız müminlere mahsustur. İşte biz, bilip anlayan kimseler için, ayetleri bu şekilde açıklıyoruz.'" (A’raf, 7/32)

Bu ayetin açıkça gösterdiği gibi Allah dünyadaki bütün nimetleri kullarının istifadesi için yaratmıştır. Şükrünü yerine getirerek meşru olan her şeyden yararlanmak mümkündür.

Müfessirler, bu ayette zikredilen "temiz rızıklar"dan neyin kastedildiği hususunda iki görüş zikretmişlerdir.

a. Bazılarına göre burada zikredilen "temiz rızıklar"dan maksat, et, iç yağı, süt vb. şeylerdir. Çünkü cahiliye dönemindeki müşrikler, hac yapmak için ihrama girdikten sonra et vb. şeyleri kendilerine haram kılıyorlardı. Allah Teâlâ bu gibi insanlara, bu nimetleri kendilerine haram kılmaya hakları olmadığını bildirdi.

Hasan-ı Basri bu ayet-i kerimeyi delil göstererek, israf ederek yeyip içen ve çeşitli süs eşyasına önem veren insanları yeriyor ve bu hallerin, şeytanların dostlarına yakışacağını söylüyor. (Taberi, A'raf Suresi ayetin tefsiri)

"Eşyada asıl olan mubah olmasıdır." Buna göre ölçüsüz dindarlık duygusu, şahsî tercihler, ortalıkta görülen kötülüklerle mücadele arzusu gibi -iyi niyetli de olsa- kişisel hassasiyetlerin etkisiyle dinin izin verdiği alan içinde kalan tutum ve davranışları, yiyecek, içecek, giyecek gibi nesneleri haram, sakıncalı ve günah olarak nitelendirmek bu âyetin hükmüne aykırı ve yanlış­tır. Hatta müfessirler, âyetin "De ki: O nimetler dünya hayatında müminlere yaraşır." mealindeki kısmından hareketle, bunların esas itibariyle müminlere lütuf olmak üzere yaratıldığını, fakat kâfirlerin de onlar sayesinde bu nimetlerden yararlan­malarına imkân verildiğini belirtirler.

De ki: Allah'ın kulları için çıkardığı zineti (mesela pamuk, keten gibi bitkilerden, yün ve ipek gibi hayvanlardan, zırh vb. gibi madenlerden çıkan ve insanları süsleyen giysiler gibi Allah zinetlerini) ve rızık türünden temiz ve lezzetli şeyleri: (kısmet olup lezzet ve iştahla faydalanılacak, hoş hoş, temiz temiz çeşitli yiyecek ve içecekleri) kim haram kılmış? Bu bir inkarî istifhamdır. Yani Allah'ın çıkardığı bu zinetleri ve tertemiz şeyleri haram kılmak kimsenin haddi değildir.

Şu halde bu âyet yenecek ve giyilecek ve çeşitli süs eşyalarında aslolanın mubahlık olduğuna delildir. İbnü Abbas ve birçok tefsir bilgini zineti, giyilecek şeyler ile tefsir etmişlerdir. Fakat diğer bir görüşe göre israf olmamak üzere çeşitli zinetlerin hepsini içine almaktadır ki, zahiri de budur. Şu halde her yönden bedeni temizleme, hayvanlar ve diğerlerinden üzerine binilen binitler ve zinet eşyalarının her çeşidi, zinet deyimi altında dahildir. Çünkü hepsi zinettir.

Zinet ve temiz şeyler bu dünya hayatında iman edenler için kıyamet gününde halis olarak vardır. Yani o zinetler, o temiz şeyler, esas itibariyle, müminler içindir. Çıkarılmasının hikmeti müminlerin faydalanmasıdır. Fakat bu, dünya hayatında kâfirler de ona, tâbi olmak sûretiyle de olsa, iştirak ederler. Fakat kıyamet gününde onlar yalnız bu dünyadaki müminlere mahsus olacak, kâfirler asla ortak olamayacaklardır.

b. İkinci olarako zinet ve temiz şeyler, bu dünyada, her ne olursa olsun eksiklikten, tatsızlıktan, karışıklıktan, kederden uzak kalmaz. Kıyamet gününde ise her türlü kederlerden uzak olarak vardır. O zaman o özel zinet, ancak bu dünya hayatında iman etmiş olanların olacak, kâfirlere de sadece mahrumiyet ve acı kalacaktır. İşte bilecek olan bir topluma âyetleri biz böyle açıklarız. (Elmalılı Hamdi Yazır, A'raf Suresi ayetin tefsiri)

Eğer nebevî hadiste erkek için altın ve ipeğin haram olması hakkında özellikle nass(dînî delil) gelmemiş olsaydı bunlar da bu genele dahil olurdu.

Birtakım giyim ve süs eşyaları vardır ki, bazı hikmet ve sebeplerden dolayı kullanılmaları ve giyilmeleri erkekler için caiz görülmemiştir. Fakat yaradılışları icabı ziyneti ve süsü seven kadınlar için helâldir. Bunlardan birisi ipekten yapılmış giyim eşyaları, diğeri de altındır.

Bu husustaki hadis-i şerif gayet açıktır. Hazret-i Ali’nin rivayetine göre, bir defasında Peygamberimiz (a.s.m.) ipek bir kumaşı sol eline, bir parça altını da sağ eline aldı. Sonra bunları elleriyle yukarı kaldırdı, orada bulunanlara gösterdi ve şöyle buyurdu:

“Şu iki şey ümmetimin erkeklerine haram, kadınlarına helâldir” (İbni Mâce, Libas: 19)

İslâmiyet'in haram kıldığı meselelerde şüphesiz, birçok hikmetler vardır. Ancak haramlığın hikmet ciheti, illet yerine geçmez. Yani bir şeyin haram kılınışında asıl sebep, Allah’ın onu yasaklamış olmasıdır. Yasaklanış hikmetleri için, Allah yasakladığı için o haramdan sakınmamız gerekir. Hikmetlerin araştırılması bu temel prensibin anlaşılmasından sonra gelmelidir. Bu çerçevede, altın yüzüğün erkeklere haram oluşunun bir hikmeti şu olabilir:

Altın ticarî bir madendir. Piyasada tedavülde olan en mühim bir maldır. Eğer altın yüzük takmakta bir beis olmayıp sünnet olsaydı, bugün hemen hemen her Müslüman erkek takmaya gayret gösterecekti. Bu da iktisadî hayatın önemli bir parçası olan altının büyük bir kısmının tedavülden kalkıp faydasız olarak insanların parmağında âtıl kalmasını netice verecek ki, iktisadî hayata menfî yönde tesir edecekti. Nitekim Peygamberimizin (asm) bizzat altın yüzüğü parmağından çıkararak atması, iktisadî yönden müsbet gelişmeleri netice vermiştir.

Ayrıca, altın kadına ait süs eşyası olduğundan, erkeğin şahsiyeti üzerinde menfî tesiri düşünülebilir. Nasıl ki kadının erkek elbisesi giymesiyle kadınlık şahsiyetinde menfî değişmeler oluyorsa, erkeğin de kadınlara ait kıyafet ve süs eşyalarını giyip takmasıyla da erkeklik şahsiyetinde menfî tesir bıraktığı psikolojik bir gerçektir.

Peygamberimizin dini bir mesele de hüküm vermesi müminler için bağlayıcıdır. İslâm âlimlerinin hepsi, Kur’ân’ı açıklamada Peygamber (a.s.m.) sünnetini birinci kaynak olarak görmüşlerdir.

“Allah ve Resulü bir meselede hükmünü verdiği zaman, bir mümin erkeğin yahut bir mümin kadının artık işlerinde başka bir yolu seçme hakkı yoktur. Kim Allah’a ve Resulüne isyan ederse, apaçık bir sapıklığa düşmüştür.”(Ahzab, 33/36)

“Peygambere itaat eden Allah’a itaat etmiş olur. Kim bundan yüz çevirirse, seni öylelerinin üzerine muhâfız olarak göndermedik; sen ancak doğru yolu gösterip tebliğ etmekle mükellefsin.” (Nisa, 4/80)

“Peygamber size ne emretmişse alın, neyi yasaklamışsa ondan da kaçının. Allah’tan korkun. Muhakkak ki Allah’ın azâbı pek şiddetlidir.” (Haşir, 59/7)

“De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir.”(Âl-i İmran, 3/31)

Efendimizin (asm) görevleri arasında, âyetleri açıklamak da vardır.

Meselâ, “Allah alışverişi helâl, faizi ise haram kıldı.” (Bakara, 2/) buyuruyor. Bu âyet-i kerîmeye göre her şeyin alışverişi helâldir. Ama Peygamberimiz (asm) buna bir sınır getirerek domuzun ve içkinin alışverişini yasaklamıştır. Demek meşru alışverişin sınırlarını bu şekilde açıklamış oluyor.

6 Besmelenin (Bismillahirrahmanirrahim) anlamını detaylı olarak açıklar mısınız?

Besmele, dilimize genellikle "Rahman ve Rahîm olan Allah adıyla" şeklinde çevrilmektedir. Bu cümlede zikredilmeyen fakat her besmele, okuyanın başlayaca­ğı işe göre niyetinde bulunan "okuyorum, başlıyorum, yapıyorum, yiyorum,.." gi­bi bir yüklem vardır. "Allah'ın adıyla yemek, okumak" ifadesinden Türkçe'de "yenen ve okunanın Allah'ın adıyla birlikte yenildiği veya okunduğu" anlaşılır. Bu mana kastedilmediğine göre maksadı doğru anlatabilmek için besmeleyi "Rah­man ve rahîm olan Allah adına, adını anarak, Allah'tan yardım dileyerek" şekillerinde çevirmek de uygun olur.

Kul, herhangi bir davranışta bulunurken, önemli bir işe teşebbüs ederken ön­ce "eûzü" çekerek muhtemel olumsuz etkileri defetmekte, sonra da besmeleyi okuya­rak "kendinin tek başına yeterli olmadığını, basan ve gücün ancak Allah'tan gele­bileceğini, Allah'ın yeryüzünde halife kıldığı bir varlık olarak O'nun mülkünde, O'nun adına tasarrufta bulunduğunu, asıl mâlik ve hâkim olan Allah'ın koyduğu sınırları aşarsa emanete hıyanet etmiş olacağım" peşinen kabul etmekte ve bun­dan güç almaktadır.

Burada tevhid cümlesinin mânası da üstü kapalı olarak mev­cuttur. Zira nasıl ki tevhid cümlesinde "lâ ilahe" denilerek önce bütün sahte tanrı­lar zihinlerden siliniyor, sonra da "illallah" ifadesiyle hakiki, tek, eşi ve benzeri bulunmayan Tanrı (Allah) kalbe ve zihne yerleştiriliyorsa, eûzü besmele çekildi­ğinde de önce kulluk ilişkisine engel olan kirli çevre temizleniyor, sonra da bu İliş­kinin en uygun anahtarı kullanılmış, doğru kapılar açılmış, sağlıklı bağ kurulmuş oluyor.

Allah yerine "tanrı", rahman yerine "esirgeyen", rahîm yerine de "bağışla­yan" kelimelerinin kullanılması bu isimlerin anlamlarını tam olarak karşılamaz. Çünkü Allah ismi, bu isme hakkıyla layık olan "tek, eşsiz, benzersiz, bütün kemal sıfatlarına sahip ve eksikliklerden uzak, varlığı zaruri (olmazsa olmaz), yokluğu düşünülemez" olan yüce zâta mahsustur; bu sıfatları taşımayan hiçbir varlığa Al­lah denemez.

Halbuki insanların uydurdukları, kendilerine göre bazı nitelikler yükledikleri mâbudlara tanrı denebilir, Başka bîr deyişle tanrı kelimesi Allah için de kullanılabilir, halbuki Allah ismi ondan başka hiçbir varlık için kullanılamaz ve Arap dilinde de kullanılmamıştır.

Kur'an dilinde Rahman sıfat-ismi de Allah'a mahsustur, başka hiçbir varlık İçin kullanılmamıştır. Rahman"en uzak geçmişe doğru bütün yaratılmışlara son­suz ve sınırsız lütuf, ihsan, rahmet bahşeden" demektir. Rahman, rahmetiyle mu­amele ederken buna mazhar olan varlığın hak etmesine, lâyık olmasına bakmaz, bu sıfatın tecellisi yağmur gibi her şeyin üzerine yağar, güneş gibi her şeyi ısıtır ve aydınlatır.

Rahim"çok merhametli, rahmeti bol" demek olup bu sıfatla kullar da nite­lenebilir. Allah'ın rahîm sıfat-ismi onun, daha ziyade kullarının gelecekte elde etmek üzere hak ettikleri, layık oldukları sınırsız rahmetini, lütuf ve merhametini ifade etmektedir. "Esirgemek" ve "bağışlamak" bu sonsuz, engin ve etkisi çeşitli rahmetin ancak bir parçası, etkilerinin yalnızca bir çeşididir.

(Diyanet İşleri Başkanlığı, Kur’an Yolu:I, )

İlave bilgi için tıklayınız:

- BESMELE.

- ER-RAHMÂN / ER-RAHÎM.

7 "Allah'ın indirdiği ile hükmetmeyenler, kâfirlerin ta kendileridir." (Maide, 5/44) ayetini açıklar mısınız?

İslam'ın sosyal hayata bakan yönlerini yanlış değerlendiren bazı kişiler, o yüce dinin bir kısım hüküm ve meselelerine sathi olarak baktıklarından hataya düşmekten kendilerini alamıyorlar. Açmış oldukları bu yanlış çığıra başkalarını da sürüklediklerinden hata genişliyor, neticede zihinlerin karışmasına sebep oluyorlar. İşte bu meselelerden birisi de

"Kim Allah'ın indirdiği hükümlerle hükmetmezse, işte onlar kâfirlerin ta kendileridir."(l)

mealindeki ayet-i kerimeden çıkarılan hükümdür. Bu ayetin mealinden hareket edenler, İlahi hükümleri tatbik etmeyen kişilerin "kâfir" olduklarını, dolayısıyla bunların Müslüman sayılmayacağını söylemektedirler.

Gariptir ki, bu ayet-i kerime İslam'ın ilk yıllarında da tartışmaya konu teşkil etmiş, Hariciye ve İbadiye gibi sapık mezhepler, günah işleyen Müslümanları küfürle itham etmişlerdir. Hatta Hariciler bu ayete dayanarak "Hakem Hadisesinden" dolayı Hz. Ali'yi tekfir etme cüretini bile göstermişlerdir. Halbuki ümmetin cumhuru, imam ve müçtehidleri, onların bu iddialarını çürütmüş ve bir Müslümanın günah işlemesiyle kâfir olmayacağını açıklamışlardır.(2)

Bu ayetin tefsirinde "Camiu'l-Beyan" isimli 30 ciltlik tefsirin müellifi İmam Cerir et-Taberi, ayette geçen"küfr"ün İslam'dan çıkma manasında değil, Allah'ın nimetini inkâr, yani nankörlük manasında" olduğunu ve bid'at ehli olan İbadiye grubunun bu ayeti, yönetimi elinde bulunduranların küfrüne delil gösterdiklerini izah eder ve ibni Abbas'tan (r.a.) şöyle bir rivayette bulunur:

"Kasden inkâr ederek Allah'ın hükümleriyle hükmetmeyen kimseler kâfirlerdir. (Allah'ın hükümlerini) Kabul ettiği hâlde onunla hükmetmezse zalim veya fasık olur."

Nitekim, hemen bundan sonraki ayetlerde Allah'ın hükmüyle hükmetmeyenlerin zalim ve fasıklar olduğuna dikkat çekilmektedir. Aynı rivayeti İbni Abbas'tan (r.a.) İmam Nesefi de nakletmektedir. İmam Fahrüddin Razi de 32 ciltlik "Tefsir-i Kebir" isimli eserinde bu ayetin tefsirini yapmakta, Haricilerin bu husustaki görüşlerinin yanlış olduğuna işaret ederek şöyle demektedir:

"Bir kimse Allah'ın hükümleriyle hükmetmezse dahi, kalbiyle o hükümlerin doğruluğuna inanırsa kâfir olmaz. Zira küfür, hak olan hükümleri kalbiyle inkâr ve lisanıyla reddetmektir . Fasık, kalbiyle tasdik ettiği için mü'mindir. İmanla beraber Allah'ın hükümlerinin aksi ile hüküm vermek diğer günahlar kabilindendir. En doğru olan görüş budur." (3)

Kadı Beyzavi ise Allah'ın hükümlerini inkâr edip onlara hakaret edenlerin kâfir olacaklarını açıklamaktadır.(4) İbni Kesir, bu ayetin Yahudiler hakkında nazil olduğunu ifade ederken,(5) Osmanlı devletinin şeyhülislamlarından olan Ebu's-Suud Efendi, ayette geçen hükmetmemeyi inkâr manasında almakta ve"Allah'ın hükümlerini hakir ve basit görerek inkâr eden kimse, kim olursa olsun dinden çıkar." demektedir.(6) Diğer çağdaş müfessirler de ayette geçen "hükmetmeyenler" ifadesinin,"inkâr edenler," yani "tasdik etmeyenler" manasına geldiğini söylemektedirler.

Konyalı Vehbi Efendi: "Eğer ayetten maksat bu olmasa Kur'an'ın hilafında bir şey irtikap edenlerin (işleyenlerin) kâfir olmaları lazım gelirdi. Halbuki, hak olduğuna imanla beraber hilafını irtikap küfür değildir ve olamaz." der. "Çünkü, bilumum günahlar Kur'an'ın hilafıdır. Günahtan hali (hiç günahı olmayan) bir fert tasavvur olunamaz. Eğer her günahı irtikap eden kâfir olsa, alemde mü'min bulunmamak gerektir."(7)

Vehbi Efendi, Ebu's-Suud Efendiye ve Fethul Beyan'a atıfta bulunarak, "Allah'ın inzal ettiği ahkamla [Allah'ın indirdiği hükümlerle] hükmetmemek" hususunda, "istihfaf veya istihlal veya inkâr tarıklariyle (bu hükümleri küçük görmek yahut helal saymak veya inkâr etmek suretiyle) hilafında hükmün (İlahi hükümlerin aksine hüküm vermenin) küfür olduğunu, ancak bu ahkamın (Allah'ın indirdiği hükümlerin) hak olduğunu tasdik ve ikrarla beraber hilafında hükmün küfür olmadığını" belirtir.(8)

Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, ayetteki "hükmetmeme"nin, "Onun hakimiyetini tanımamak" durumunda küfre gireceğine işaret eder.(9) Ömer Nasuhi Bilmen de şu izahı getirir:

"Bir kimse hükm-ü İlahiyi kalben kabul etmez, onu bile bile lisanen inkâr ederse o takdirde kâfir olur. Fakat onu kalben tasdik ettiği hâlde terk eylerse kâfir olmaz, günahkâr olur."(10)

Bilmen, büyük İslam alimi İkrime'den de şu iktibası yapar:

"Her kim Allah Teala'nın hükmettiği ile, onu bilerek inkâr ettiği hâlde hükmetmezse kâfir olur. Fakat her kim onu ikrar ettiği hâlde onunla hükmetmezse, o fasıktır, zalimdir, yoksa kâfir değildir." (11)

Görüldüğü gibi, bütün müfessirler ayetin tefsirinde görüş birliği içindedir. Hepsi, bir kimse Allah'ın hükümlerini inkâr etmediği, onlara hakarette bulunmadığı müddetçe kâfir olmayacağı görüşündedir. Nitekim, Bediüzzaman da Münazarat isimli eserinde, bazı kimselerin Kanun-u Esasiyi ve hürriyetin ilanından dolayı idarecileri tekfir ettiklerini belirtmekte ve onların "Allah'ın hükmüyle hükmetmeyenler" ifadesinin "Allah'ın hükmünü tasdik etmeyenler" manasında olduğunu bilmediklerini beyan etmektedir.(12)

O hâlde, mü'min olarak Ehl-i Sünnet ve Cemaat görüşüne sımsıkı sarılmamız, bid'at ehline iltifat etmememiz gerekir.Büyük imam ve müçtehidlerin tefsir ve izahlarına dikkat edip onlardan istifade etmemiz şarttır. Her hususta olduğu gibi, tekfir meselesinde de bu imamların görüşlerini esas almalıyız. İmam Suyuti'nin "Tekfire yeltenmek, kendini beğenen cahil kişilerin işidir." ikazını da unutmamalıyız.(13)

Kaynaklar:

1. Maide Sûresi,
2. et-Tefsirû'l-Kebir
3. et-Tefsirü'l-Kebir,
4. Tefsir-i Beydavi,
5. İbni Kesir,
6. Tefsir-i Ebu's-Suûd,
7. Hülasatü'l-Beyan,
8. a g. e.
9. Hak Dini Kur'an Dili,
Kur'an-ı Kerimin Türkçe MeaH Alisi ve Tefsiri,
a. g. e.
Münazarat, s.
İ'cazü'l-Kur'an, /7.

8 "Dinde zorlama yoktur. Artık doğrulukla eğrilik birbirinden ayrılmıştır. O halde …" (Bakara, 2/) Bu ayeti nasıl anlamalıyız?

İlgili ayetin meali ve açıklaması:

"Dinde zorlama yoktur. Çünkü doğruluk, sapıklıktan ayırd edilmiştir. Artık her kim tâğutu inkar edip, Allah'a inanırsa, sağlam bir kulpa yapışmıştır ki, o hiçbir zaman kopmaz. Allah, her şeyi işitir ve bilir." (Bakara, 2/)

Tefsiri:

Fakat dinde zorlama yoktur. Allah onu zorla kimseye vermez. Dini, kişinin kendi tercihi ile dilemesi gerekir. Dinde zorlama kanunu yoktur. Bunu böyle anlamalıdır. Çünkü "fi'd-dîn" (dinde) ifadesi, "ikrah"a müteallik değil (zorlama ile ilgili değil) haberdir. Mânânın aslı "zorlama, dinde yoktur" demek olur. Yani sadece dinde değil, her neye olursa olsun, zorlama cinsinden hiçbir şey, hak din olan İslâm dininde yoktur.

Din çerçevesinde zorlama kaldırılmıştır. Dinin konusu, zorunlu fiiller, davranışlar değil; isteğe bağlı fiiller ve davranışlardır. Bunun için isteğe bağlı hareketlerden birisi olan zorlama dinde yasaklanmıştır. Kısaca kaldırılan veya yasaklanan zorlama, yalnız dinde zorlama değil; herhangi bir şeye olursa olsun, zorlama türünün hepsidir. Yoksa dinde dine zorlama yoktur, ama dünyaya zorlama olabilir demek değildir. Belki dünyada zorlama bulunabilir; ama dinde, dinin hükmünde, dinin dairesinde olmaz veya olmamalıdır. Dinin özelliği, zorlamak değil, bilakis zorlamadan korumaktır. Bundan dolayı İslâm dininin gerçekten hakim olduğu yerde zorlama bulunmaz veya bulunmamalıdır.

Zorbalık ve zorlama olursa onun dışında olur. Şu halde din, "zorlayınız" demez, zorlama meşru ve muteber olmaz. Zorlama ile yapılan amelde dinin vaad ettiği sevab bulunmaz, rıza ve iyi niyet bulunmayınca hiçbir amel ibadet olmaz. "Ameller, ancak niyetlere göredir." Dinin isteklerinin hepsi, zorlamasız, iyi niyet ve rıza ile yapılmalıdır. Zorlama ile itikat (iman) mümkün değildir. Zorlama ile gösterilen iman, gerçek iman değil, zorlama ile kılınan namaz, namaz değildir. Oruç da öyle, hac da öyle, cihad da öyledir

Bundan başka bir kimsenin, diğerine saldırıp da her hangi bir işi zorlama ile yaptırması da caiz değildir. Kısaca İslâm'ın hükmü altında herkes görevini isteyerek yapmalı, zorlama olmadan yapmalıdır. Cihad da bu hikmetle meşrudur.  (Fî) de zarflık değil, sebeblik mânâsı düşünülürse, mânâ şu olur: Zorlama, din için yoktur, yahut zorlama, din için, dine sokmak için yapılmaz. Çünkü zorlama, bir kimseye hoşlanmadığı bir işi fiili bir tehditle zorunlu olarak yaptırmaktır. Halbuki din, hoşlanılmayacak bir şey değildir. Dinin aslı olan imanın kökü tasdik ve kalbden inanmaktır. Bu ise sırf bir rıza ve seçenek işidir.

Bunu "Dilediğini yapar."(Bakara, 2/; Hac, 22/14) olan Allah'tan başka kimse zorunlu hale getiremez. Allah'ın iradesiyle iman ve hatta iman ile salih amel, zorlamaya değil, güzel bir seçime ve gönül rızasına bağlı bulunduğundan din için zorlama mümkün olmaz. Ancak tebliğ ve teklif edilir. "Eğer Rabbin dileseydi, yer yüzünde bulunanların hepsi iman ederdi. Öyle ise sen, iman etmeleri için insanları zorluyor musun?"(Yunus, 10/99) Şu halde dine girmesi için kimseye zorlama yapılmamalıdır. Çünkü zorlanan kimsenin açığa vuracağı iman, Allah yanında gerçek iman olmaz. Zorlama ile gerçek bir dindar kazanılmaz.

Bununla beraber kalbe Allah'tan başkasının bakışı, geçerli olmayacağından ve bu zorlama hâlinde olsun iman edene de, "Sen zorlama ile iman açıklıyorsun, yine kâfirsin." denilemez, kâfir muamelesi edilemez. Durumu ortaya çıkıp, şüphe ortadan kalkıncaya kadar bakılır. Çünkü o imanı açığa vurması da az çok bir irade eseridir. Hiç istemeseydi onu da yapmazdı. Demek ki imanın zevkinden bir zerre olsun tatmıştır. Bu bakımdan: Zeccac'ın dediği gibi savaşla Müslüman olduğunu açıklayan, "kerahete" nisbet edilmez demek olabilir ki bu, ikrahın (zorlamanın) bir sözlük mânâsıdır.

Zorlamaya ne hacet? Zorlama beklemekte mânâ nedir? Akılların hepsinin, dine sarılması gerekmez mi?Çünkü doğru yolda bulunmak, azgınlıktan; doğruluk, sapıklıktan iyice ayrılmıştır. Bu kadar peygamberlerden ilim ve amel ile ilgili bu kadar delilller ve nihayet ilâhî saltanatın, bu kadar büyük tecellisinden (ortaya çıkışından) sonra, iman ve dinin insanlara kurtuluş ve mutluluk sebebi, inkâr ve dinsizliğin ise azab ve felaket sebebi olduğu kesin olarak ortaya çıkmış; hak batıldan, hayır şerden ayrılmıştır. Belli ki din ehli, muhakkak mutlu olacak, küfür (inkâr) ehli de muhakkak ceza ve azab görecektir. Bunlar her nereden gelse kendi istekleriyle, kendi kazançlarıyla olacak ve o zaman bu mecburiyet, bir zorlama mânâsını içermeyecektir. Bu özellikle şunu gösteriyor ki, "dinde zorlama yoktur" deyince, hiç kimseye sorumluluk, ceza ve azab yoktur, demek şeklinde anlaşılmasın;elbette doğruluğun sapıklıktan kesin olarak ayrılmış bulunması, dine aykırı hareketlerde muhakkak bir azabın ortaya çıkmış olmasındandır.

Bilinmektedir ki zorlama, fiilden önce gelir de o fiil için iradeyi kaldırır veya bozar ve o fiil, böyle rızasız yapıldığı için fiilî sonucu, hayır veya şer, yapanın kazanılmış bir hakkı olmaz. Sorumluluğu, zorlayana ait olur, zorlayanın elinde zorlanan, bir alet olur. Artık kazanç, maksat zorlananın değil, zorlayanındır. Fakat zorlama olmadan yapılmış olan inkâr ve zulmün, fasıklık ve isyanın, isteyerek kazanılmış müktesep bir fiil olduğunda da şüphe yoktur. Artık bu yapıldıktan sonra onun gerekli bir sonucu olan ceza ve azab da yapanın kendi kazancı, kendi hakkıdır ki, bunda zorlama mânâsı düşünülemez, o kendi kendine zulmetmiş olur.

Allah Teâlâ ise rahmetinin genişliğinden dolayı kullarının ne kendilerine, ne de başkalarına zulüm ve tecavüz etmelerine razı olmadığından, onları korumak için sınırlar tayin etmiş, din ve hükümlerini bildirmiş, "Dinde zorlama yoktur." buyurmuştur. Bu delil gereğince zorlama, ehliyetin engellerindendir. İslâm yurdunda zorlama yasaklanmıştır. Hatta hiçbir kimseye İslâm dinine girmek için bile zor kullanılamaz, herkes dininde serbest ve seçme hakkına sahiptir. İslâm hükümleri altında müşrik, kitap ehli, (Yahudi, Hristiyan), hepsi, din hürriyetleriyle yaşayabilirler. Mesela bir müşrik, dilerse Yahudi veya Hristiyan olabilir; hiçbirine Müslüman ol, diye zor kullanılmaz, ahdinde durmak ve vergisini vermek şartıyla dininde bırakılır. Fakat her kim olursa olsun, ahdinde (sözünde) durmayanlar da suçuna göre cezasını görür. Kendi rızasıyla İslâm'ı kabul ettikten, Allah'a ve Peygamberine söz verdikten sonra döner, irtidad eder (dinden çıkar) da tövbe etmezse cezalandırılır ki, bu bir zorlama değil, verdiği sözden caymanın zorunlu bir sonucudur

Bu noktada İmam Şâfiî gibi bazı âlimler, Müslüman olmaya söz vermiş bulunan Mecusi veya Hristiyanlardan birisi, eski dininde kalmayıp da mesela Yahudi olacak olsa, ben onu: "Ya eski dinine dön veya Müslüman ol, diye zorlarım." demiştir. Fakat Hanefiler ve diğerleri demişlerdir ki, "Küfür, bir tek millettir." ifadesi gereğince o şekilde din değiştirmede, verilmiş bir sözü bozma mânâsı yoktur. Buna göre, "Ya dön veya Müslüman ol!" diye zor kullanılmaz.

Ancak İslâm dinine girdikten sonra dönen, ahdini bozmuş olur ve yalnız bu, tövbe etmezse cezası verilir. Bundan başka ibadet ve diğer muameleler gibi rıza şart olan amel dallarında da zorlama geçerli değildir. Fiilin geçerliliğine engeldir. Ancak fiil, şer'î bir fiil olmayıp, hisse bağlı bir fiil olursa o başka. Ve herhalde zorlama bir saldırıdır, derecesine göre cezayı hak ettirir. İşte hak dinde vicdan hürriyeti, ahd (söz verme), andlaşma ve hukuk bu kadar yüksektir. Hatta bundan dolayıdır ki, cihad ilanında bile düşmana ya hak dini kabul etmesi veya mağlubiyeti kabul ederek dininde kalıp, hakları saklı olmak üzere İslâm uyruğunda vergi vermesi arasında kendi arzusuna bırakılan bir teklif yapılır. Bunlardan birini kabul ederse, andlaşma ile ahdine riayet edilir; kabul etmediği ve savaş yoluyla mağlub olduğu takdirde de yine din değiştirmeye zorlanmayıp, adalet ölçüleri içersinde bir vergiye, bir intizama mecbur tutulur.

Demek cihad, din değiştirmek için zorlayıcı bir vasıta değil, hak dinin yüceliğini fiilen ispat eden hak bir delildir. Çünkü zorlama ile din olmaz. Fakat aklî ve ilmî delilleri dinlemeyen kâfirlerin ve zalimlerin saldırıları da böyle fiilî bir delil olmadan durdurulmaz, herkes her türlü haksızlık ve zorlama ile karşı karşıya gelir. Bununla beraber cihad ve savaş, bir zorlama değil, bir yarıştır. Hangi tarafın tehdidini yerine getireceği bilinmeyen bir imtihandır. Bir de cihad, dinin hükmü geçerli olan İslâm yurdunun dışında cereyan edeceğinden zorlamanın kaldırılmış olduğu din çevresinden dışardadır. Dâr-ı harb (kâfir yurdu) zaten zorlama yurdudur. Böyle iken yukarıdan beri Allah'ın beyanı dikkatle incelenirse anlaşılır ki, "Dinde zorlama yoktur." açık ifadesi, cihad emrinin gayesini tesbit etmektedir.

Yani cihadın hikmeti, insanları zorlamadan korumak, zorlama kabul etmeyen dini hakim kılarak Allah'ın kelâmını yükseltmek, yani herkesi mensub olduğu inançtan zorla çıkarmaya çalışmayıp, hakkın isteyerek kabul edilip yayılmasına set çekmek isteyen ve gücünün yettiğince zor kullanan hak düşmanlarının savulması ve engellerin kaldırılması ile sağlam bir kalb ve güçlü bir akıl için açıkça ortaya çıkmış bulunan doğruluk yolunu, hakkın egemenliğini herkese arz ve ilân etmek ve böylece Muhammed ümmetini, peygamberler cemaati arasındaki Hz. Muhammed (sav)'in makâmı ile uyumlu olarak çeşitli milletlerden teşekkül eden sosyal bir toplum üzerinde genel barışı üstlenen, kamunun kalbi gibi egemen ve orta yolu tutmuş bir ümmet yapmak ve peygamberlerin hiç birini ayırmayıp hepsine derecelerine göre iman etmekle Allah'ın birliğine dayanan İslâm dinini, bütün dinlerin genel bağlantısı ve ilerleme hedefi olan genel bir din olarak savunup açıklamaktır. Bunun için İslâm'da savaşın gayesi, intikam, öldürmek, din değiştirmeye zorlama değil; hasmı mağlub etmek ve zorlayıcı gücünü alıp, dininde serbest olarak hakkın hükmüne tabi tutmaktır ki, Allah'ın kelâmını yükseltmek bundadır. Bu sebeple her ne zaman müslümanlara bir zayıflık gelir, hak din savunulmazsa fitneler kopacak, zorlama çoğalacak, bütün insanlık allak bullak olacaktır.

Fakat bu açıklamadan sonra bir soru kaldı. Yukarıda, "Fitne ortadan kalkıncaya ve din yalnız Allah'ın dini oluncaya kadar onlarla savaşın." (Bakara, 2/) âyetinde görüldüğü üzere, Mekke ve hatta Arap yarımadası müşriklerine kitap ehli gibi din hürriyeti verilmemiş, bunlar hakkında, "Bana, Lâilâhe illallah (Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur) deyinceye kadar insanlarla savaşmam emredildi. Bu sözü söyledikleri zaman canlarını ve mallarını benden korumuş olurlar." hadisiyle ya İslâm, ya ölüm ilan edilmiştir. Bu ise,"Dinde zorlama yoktur." hükmüne ters değil midir? Bunun cevabı şudur: Eğer bunlar birbirine zıt ise, iki âyet, birbirini nesh veya tahsis eder, onların buraya dahil olmadığı anlaşılır. Bununla beraber şu da bilinmelidir ki, onlara din hürriyeti verilmemesi özellikle, "Dinde zorlama yoktur." hükmünün tatbiki içindir.

Bu münasebetle tefsircilerden birkaç görüş vardır:

1. Bu "Lâ ikrâhe" âyetinin önceden genel bir şekilde indiği, daha sonra cihad ve savaş âyetleriyle neshedilmiş bulunduğu Zeyd b. Eslem'den rivayet edilmiştir. Fakat bu görüş genel olarak doğru görülmemiştir. Aslında "Doğruluk, sapıklıktan ayırd edilmiştir." âyeti, bunun inişinin, dinin tam olarak ayırd edilmesinden sonra olduğunu göstermekte ve böyle bir düşünceye engel görünmektedir. Bir de, görüldüğü üzere cihad meselesi aslında buraya dahil değildir ki, onunla nesih bahis konusu olsun. Fakat şunu bilmek gerekir ki, her nesih, neshedicinin alış derecesine göredir. Şu halde bu, cihad ile neshedilmiştir demek, diğer durumlarda muhkem (neshedilmemiş, hükmü açık) demektir. Ve bu sebeple zorlamanın, cihadı da içine aldığı görüşüne sahip olabilecekler için bu rivayet önemlidir. Demek oluyor ki bu âyette böyle bir ihtimal olursa, bu ihtimal neshedilmiştir. Ve nesih rivayeti ancak bu yöne mahsustur. Yoksa cihad âyetleriyle geri kalan kısmın neshedilmiş olmasına imkân yoktur. Âmm (genel hüküm), nesihten sonra geri kalan kısımda yine kesindir. Kısaca nesih âyetin tamamiyle ilgili değil, kısmîdir.

2. Bu âyet kitap ehli hakkında inmiştir. Dolayısıyla müşrikler, bunun genel hükmünden hariçtir. Gerçi "şu peygamberler" âyetinden başlayan sözlerin gelişi, bunu teyid ettiği gibi, iniş sebebi hakkındaki rivayetler de bunu desteklemektedir. Rivayet ediliyor ki Hz. Muhammed (sav)'in peygamberliğinden önce Ensar'dan bazıları, çocuklarını Yahudiliğe veya Hristiyanlığa sokmuşlardı. İslâm dini gelince bunlara zor kullanmak istediler. İslâm'dan önce Ensar'dan bir kadının çocuğu yaşamadığı durumlarda, şayet çocuğu yaşarsa onu kitap ehli ile beraber ve onların dini üzere bulundurmayı adardı. Bu sebeple Ensar çocuklarının bir kısmı kitap ehlinin dininde bulunuyorlardı. Dolayısıyla İslâm'a geldikleri zaman dediler ki:"Biz vaktiyle bunların dinlerini, bizim dinimizden daha üstün görürdük ve çocuklarımızı onun için o yola sevkederdik, mademki İslâm dini geldi, her halde biz bunları zorlarız." dediler.

Bu cümleden olarak Salim b. Avf oğullarında Husayn adında Ensar'dan birinin iki oğlu vardı. Önceleri Şam tüccarlarının telkinleriyle Hristiyan olmuş gitmişlerdi. Hz. Muhammed (sav)'in peygamberliğinden sonra Medine'ye geldiklerinde babaları bunlara: "Vallahi sizi bırakmam, mutlaka Müslüman olmalısınız." diye sataştı. Onlar da çekindiler, üçü birlikte Resulullah (sav)'a müracaat ettiler. Bunun üzerine bu âyet indi, babaları da onları bıraktı. Bu olaylar, gerek cihada izinden önce olsun ve gerekse sonra, her iki takdirde nüzul sebebi, müşrikleri içine almamaktadır.

O halde hükmünün genelliği de kitap ehline aittir ve neshedilmiş değil, muhkemdir (hükmü açık ve geçerlidir). Bu güzel! Fakat sebebin özel oluşu, hükmün genel oluşuna mani değildir. "Dinde zorlama yoktur." hükmü ise daha geneldir. Sonra bu hüküm yalnız kitap ehline mahsus olsaydı, dâr-ı İslâm'da (İslâm yurdunda) kitap ehlinden başkasına taahhüd ve güvence (emân) verilmemesi gerekirdi. Halbuki Arap yarımadası müşriklerinden başkasına bu muamele yapılmamıştır. Şu halde bu âyet, mutlak olarak neshedilmiş olmadığı gibi, genel hükmü kitap ehline de mahsus olmamalıdır. Nitekim Hz. Enes: "Nüzul (iniş) sebebi, Resulullah (sav), birisine 'Müslüman ol' buyurmuştu. O da 'kendimi hoşlanmaz buluyorum' demişti. Bu âyet bunun hakkında inmiştir." diye rivayet etmiştir ki, bu sebep daha mutlak olmakla hükmün genel oluşunda daha açıktır.

3. Bilinmektedir ki Arap müşrikleri hakkındaki muamele, "Fitne ortadan kalkıncaya ve din yalnız Allah'ın dini oluncaya kadar onlarla savaşın." (Bakara, 2/) emrine dayanmaktadır. "Dinde zorlama yoktur." hükmünün ise "Arapların Müslüman oluşundan sonra dinde zorlama yoktur, vergi yeterlidir." meâlinde olduğu Tefsir-i Kebîr'-de açıklanır.

Demek ki doğruluğun sapıklıktan ayırd edilmesi o zamandır. Ve bu hüküm, daha öncesini kapsamaz, bu mânâca bu âyet, "Fitne ortadan kalkıncaya kadar onlarla savaşın" âyetinden sonra inmiş demek olur. Önce inen, sonra ineni ne nesih, ne de tahsis edemeyeceğinden "Lâ ikrâha = zorlama yoktur" hükmü genelliği üzere kalır. Bu durumda aralarında bir yönden çelişki varsa, sonradan inen, önce ineni neshetmiş olacaktır. Halbuki bunun, öncekini neshettiğine dair hiçbir görüş yoktur ve olamaz. Çünkü bunun tarih itibariyle sonradan indiği açıkça belli değildir. Yukarıda görüldü ki, aksine rivayet bile vardır. Bu bakımdan usûl itibariyle birbirlerine yakın olarak yorumlanması gerekir. Böyle olunca da birbirlerini karşılıklı olarak tefsir (izah) ve tahsis edebilirler.

Şu halde İslâm'ın doğruluğunun ortaya çıkıp ayırdedilmesini Araba ve zorlamanın olmayışını ondan sonraya tahsis de doğru olamaz. Önce İslâm'ın başlangıcında zorlama değil, misliyle karşılık bile verilmediği bilinmektedir. Şimdi Arapların Müslüman oluşundan sonra da zorlama olmadığı kabul edilmiş, bu arada Müslümanlar arasında bulunan Arap müşriklerine de bu olaya kadar hiç bir zorlama yapılmadığı bilinmektedir. O halde, âyetinin bütün kapsamıyla mânâsı, "İslâm dininin, hüküm dairesinde zorlama yoktur."demek olur. Savaş ve savaş hâlinde bulunan düşman meselesi, bu hükümden esas itibariyle hariç olduğu gibi, zorlamaya karşılık vermek ve suça ceza da bunun dışındadır.

Ancak bu, "Fitne ortadan kalkıncaya ve din de yalnız Allah'ın dini oluncaya kadar onlarla savaşın." (Bakara, 2/) âyetiyle beraber düşünmek lazımdır. Buna göre âyetin sonunun da delâlet edeceği üzere İslâm dininin hüküm dairesinde zorlama bulunmaması, tahsis yoluyla iki kayıt ile bağlanmıştır ki; biri fitne bulunmaması, biri de İslâm yurdunda diğer dinlere mensup olanların tebalığı (uyruğu) bozmamalıdır. Âmm (genellik ifade eden hüküm) ise tahsisten sonra zan ifade eder. Burada fitneden maksat da şirkti. Fakat genel mânâsıyla alınması da caizdir. Bu şekilde ikinci kaydı da içine alacağından, bu bir kayıt, diğerinden müstağni kalır (ona ihtiyaç duyurmaz). Demek ki kısaca mânâ şu olur: "Fitne yoksa dinde zorlama yoktur, çünkü doğruluk, sapıklıktan iyice ayrıldı. Bunları karıştıranlar, belalarını bulurlar."

Bundan dolayı, her kim tağuta, azgınlara veya azgınlıklara küfredip (inkâr edip), Allah'a iman ederse, yani samimi bir kalb ile "Allah'tan başka hiçbir ilah yoktur." diyerek önce o tağutları kökünden siler, sonra da bütün varlığıyla Allah'a iman eder ve dolayısıyla Allah'ın gönderdiği peygamberleri, Hakk'ın indirdiklerini tasdik ederse, o mutlaka en sağlam kulpa yapışmıştır ki, kopmak onun için değil. Bu sağlam ipin kulpu, o tutamak ne kopar, ne kırılır. Ancak bırakılırsa fena düşülür.

Bu ilmî ve amelî delillerden, hak ve batılın bu ortaya çıkışından sonra akıl ve doğruluğun gereği artık bugün var, yarın yok, gelip geçici olan fani, batıl, koyu gölge kırılıp dökülecek, nihayet kendine tutunanı düşürüp bırakıp gidecek olan tağutların, Firavunlar, Nemrudlar, sihirbazlar, kâhinler, şeytanlar gibi azgın, sahte mabudların çürük kulplarına yapışmak değil, "Ezelden sonsuza kadar diri olan, her şeyin yöneticisi" şaşmaz, yanılmaz, uyumaz, göklerin ve yerin hükümranlığının sahibi, izni olmadan huzuruna yanaşılmaz, şefaate cesaret gösterilmez, büyüklük sahibi, gizli açık, cüz'î (kısmî), genel her şeyi bilen, her şeyden haberdar, ilminin gerçek mahiyetine erilmez, o bildirmedikçe bir şey bilinmez, büyüklük kürsisi yerleri, gökleri tutmuş, yerler, gökler kudret avucunda bir hiç kalmış o yüksek, pek yüksek kudretinin yüceliği, şanı, büyüklüğü sonsuz, kendisinden başka hiçbir ilâh bulunmayan Allah Teâlâ'nın kopmaz, kırılmaz, sağlam kulpuna iki eliyle seve seve canı gibi koruyup yapışmak, yani misal olarak o ilâhî kürsiden uzatılmış, kopmaz, kırılmaz sağlam bir ipin kulpuna, tutamağına benzeyen ve dinin başı olan Hakk'ın tevhidine (birliğine) güzelce inanmak, inanıp gereğince amel etmek ve onu hiç bırakmamaktır. İşte, bu imanı yapan, böyle bir kulpa yapışmış olur. Fakat bu iman ve itikat, yalnız sözde ve yalnız kalbde kalmamalı, ağız, gönül bir, iç ve dış bir olmalıdır. Çünkü Allah her şeyi işiten ve bilendir. Hem sözleri işitir, hem de niyetleri bilir. Ağzından deyip, içinde inkâr saklayan münafıkların ve aksine içinden hakkı bilip, ağzından küfür ve inkâr savuran kâfirlerin yaptıklarından Allah gafil ve habersiz değildir.

TAĞUT: "Tuğyan" (azgınlık) kökünden mübalâğa kipiyle bir cins ismidir ki, aslı "ceberût = zorbalık" gibi "tağavut" olup, yer değiştirmekle "tavagut" yapılarak "vâv", "elif"e çevrilmiştir; tekile, çoğula, erkeğe, dişiye söylenir. Tuğyanın (azgınlığın) kendisi kesilmiş, isyankâr, azgın, azman, azıtgan demek gibidir.

İbnü Cerîr et-Taberî'nin tarif ettiği gibi, Allah'a karşı isyankâr olup zorla, zorlama ile veya gönül rızasıyla kendisine tapınılıp mabud tutulan, gerek insan, gerek şeytan, gerek put, gerek dikili taş ve gerekse diğer herhangi bir şey demektir. Bunun tefsirinde "şeytan veya sihirbaz, yahut kâhin ya da insanların ve cinlerin, inad edip büyüklük taslayanları veya Allah'a karşı mabut tanınıp buna razı olan Firavun ve Nemrud gibiler veya putlar" diye çeşitli rivayetlere rastlanır.

Ebu Hayyan der ki: "Bunların birer örnekle açıklanması gerektir. Çünkü tağut bunların her birine hasredilmiş (mahsur)tir.." Yukarıdaki tarif, bunların hepsini içine almaktadır. Bununla birlikte Kâdî Beydavî bu hususa: "Allah yolundan menedenler" fıkrasını da ilave etmiştir ki, daha genel bir tarifi içerir. Çünkü bunu yapanlar, mabud tanınmış olmayabilir. Şu kadar ki, bu da "Heva ve hevesini ilâh edinen kimseyi gördün mü?" (Câsiye, 45/23) âyeti gereğince, kendi hevasına uyup kendi kendine mabut rütbesi vermiş sayılabileceği düşünülürse, önceki tarife dahil olacaktır. Bu açıklamadan birkaç fayda elde edeceğiz:

Önce, tağutun çeşitli tefsirleri (açıklamaları) örnek veya çeşitlerini gösterebileceği gibi "şeytan, sihirbaz, kahin, batıl mabud, insanların ve cinlerin büyüklük taslayıp inad edenleri" kelimelerinin her biri tağut kelimesiyle tarife benzer ve uygun düşecek bir tarzda ifade edildiğine göre bunların, mânâ itibarıyla tam eş anlamlı değilseler bile pek yakın veya birbirini gerektiren şeyler olarak kullanıldıklarına da işaret edebilir.

İkinci olarak demek oluyor ki, tağutun açığı da, gizlisi de, görünürü de, görünmezi de vardır.

Üçüncü olarak, tuğyan (isyan, azgınlık) kavramından anlaşılıyor ki, putlar ikinci derecede tağutlardır. Bakılırsa akıl sahibi olmayan putların ve dikili taşların tağutlardan bile sayılmaması gerekirdi. Çünkü bunların kendileri Allah'a karşı bir azgınlığa sahip olamazlar ve azgınlığa rıza gösteremezler. Fakat red de edemezler. Bu sebeple nihayet bir azgınlık sebebi olabilirler. Bu sebebi de azgınlar bulurlar. Putlar, aslında erkek veya dişi tağutların hayalleri ve azgınların azmanlarıdır. Gizli veya açık azgınlar, bunlarla kendi azgınlıklarını ileri sürerler. Bu yönüyle putlar, asıl tağut değil, tağutların temsilcileridirler.

Böyle "Kim tağutu inkar ederse" ifadesi şunu bildirmiş oluyor ki, tevhid emrinde ilk iş, putlardan önce ona sevk eden azgın isyankârlara küfretmek (onları inkar etmek)tir.

Dördüncü olarak, Allah'a karşı isyankâr olmayan ve şirke razı olma ihtimali bulunmayan ve bununla beraber birtakım isyankârlar tarafından ilâh diye kabul edilen Hz. İsa (as) ve Üzeyr (as) gibi büyük insanların kendileri tağutun tarifinden ve kendilerine tağut denilenlerden hariçtirler. Tevhid emrinde, "başka hiçbir ilâh yok" derken bunların ilâhlığını da olumsuz kılıp inkar etmek, ibadet etmemek farz olduğu halde, diğer taraftan bunları inkâr caiz olmayacak, bilakis Allah'a imanın gereklerinden olarak peygamberlere iman ve saygı da imanın şartlarına dahil bulunacaktır.

Bu çok önemli nükteye işaret edilerek "kim tağutu inkâr ederse" buyurulmuş da diğerlerini inkâr şart koşulmamıştır. Demek ki tevhidin şartı Allah'tan başkalarını inkâr etmek değil, Allah'tan başkalarından ilâhlık vasfını kaldırmak ve bu arada tağutları inkar etmek, yani onları hiç tanımamak, diğerlerinin de ilâhlık altındaki derecelerine göre haklarını tanımaktır. Çünkü hak Allah'ındır. Nihayet şunu da kesinlikle ifade ediyor ki, Allah'ın birliğine inanan bir mümin olmak için, Allah'a imandan önce küfre tövbe etmek şarttır. Ve bu tövbenin şartı da tağutları asla tanımamaya kesin karar vermektir. Bu durumda, "kim tağutu inkar eder de Allah'a iman ederse" ifadesi, "Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur." kelime-i tevhidinin bir tefsiri demektir. İşte böyle içi ve dışı ile iman eden mutlaka sağlam kulpa yapışmış olur ki, buna tutunanların Allah'ın Kürsisine, cennetin en yüksek tabakalarına doğru çekilip, götürülecekleri ve giderken bırakıverenlerin de dehşetli bir şekilde düşecekleri kelâmın mânâsından anlaşılıyor.

(bk. Elmalılı Muhammed Hamdi YAZIR, Hak Dini, ilgili ayetin tefsiri)

İlave bilgi için tıklayınız:

- Dinde zorlama var mı? Namaz kılmayan kişiye ceza verilir mi?..

9 Kur'an-ı Kerim'de bulunan şifa ayetleri nelerdir?

- Kur'ân'ı şifa için okuyabilir miyiz?

Kur'an'ın her ayeti birer şifadır. Her ayet her hastalık için okunabilir.

a. Kur'an surelerinin ve ayetlerinin her birini şifa, dua niyetine ve isteklerinizi niyet ederek okuyabilirsiniz.

b. Özel olarak Fatiha, İhlas, Nas, Felak, Yasin, Tebareke surelerini Ayet el-Kürsi, Amenarrasülü ve Haşr suresinin son üç ayetini okuyabilirsiniz.

Kur'ân iki şifadan söz eder: Birisi bal, diğeri de Kur'ân'ın kendisi. Bal, maddi bir şifa kaynağı iken, Kur'ân hem maddi hem manevi bir şifa kaynağıdır:

"Ey insanlar! Size Rabbinizden bir öğüt, gönüllerdekine bir şifa, müminler için bir hidayet ve rahmet gelmiştir." (Yunus, 10/57)

"Sonra meyvelerin her birinden ye ve Rabbinin sana kolaylaştırdığı yaylım yollarına gir, diye ilham etti. Onların karınlarından renkleri çeşitli bir şerbet (bal) çıkar ki, onda insanlar için şifa vardır. Elbette bunda düşünen bir kavim için büyük bir ibret vardır."(Nahl, 16/69)

"Biz, Kur'an'dan öyle bir şey indiriyoruz ki o, müminler için şifa ve rahmettir; zalimlerin ise yalnızca ziyanını artırır." (İsra, 17/82)

"Eğer biz onu, yabancı dilden bir Kur'an kılsaydık, diyeceklerdi ki: 'Ayetleri tafsilatlı şekilde açıklanmalı değil miydi? Arab'a yabancı dilden (kitap) olur mu?' De ki: O, inananlar için doğru yolu gösteren bir kılavuzdur ve şifadır. İnanmayanlara gelince, onların kulaklarında bir ağırlık vardır ve Kur'an onlara kapalıdır. (Sanki) onlara uzak bir yerden bağırılıyor (da Kur'an'da ne söylendiğini anlamıyorlar.)" (Fussılet, 41/44)

- Kur'ân'ın sunduğu bu şifa nasıl bir şifadır?

Kur'an küfre, şirke, imansızlığa, zulme ve vicdansızlığa karşı bir şifadır. Bu zaten açıkça ortada Kur'ân'ın davetine uyanlar bu şifayı tadıyorlar, anlıyorlar ve yaşıyorlar. Çünkü Kur'an bu özelliğiyle insanlığın en büyük yaralarını tedavi ediyor.

İman ederek Rabbini tanıyan insan sahibini, malikini ve mabudunu buluyor, vahşetten, dehşetten ve bütün korkulardan kurtuluyor.

- Acaba Kur'ân bildiğimiz psikolojik ve bedeni hastalıklarımızın tedavisinde nasıl kullanılır, nasıl kullanılmış?

Kur'ân'dan istifade etmede örnek ve rehber olan Peygamberimiz (asm) bu konuda da bir öncülük ediyor, yol gösteriyor, bizzat kendi uygulamalarıyla ders veriyor. Peygamberimiz (asm) bazı sureleri özellikle kendi hastalığına karşı okuduğu gibi, aile fertlerinden birisi hasta olunca da okurdu.

Peygamberimizin (asm) hanımı Hz. Aişe (r.a.) diyor ki:

"Ailesinden birisi hastalandığı zaman Resulullah (a.s.m.) Muavvizatı (Felak ve Nâs Sûrelerini) okuyarak onun üzerine üflerdi. Vefatıyla sonuçlanan hastalığa yakalandığında bu sureleri okuyup onun üzerine üflemeye ve kendi eliyle meshetmeye başladım. Çünkü onun elinin bereketi benim elimden daha fazlaydı." (Müslim, Selam, 50)

Yine Hz. Aişe (ra)'nin anlattığına göre, Peygamberimiz (asm) her gece istirahate çekileceği zaman İhlâs ve Muavvizeteyn sûrelerini okuyup avuçlarına üfler, sonra ellerinin yetişebildiği yere kadar vücudunun her tarafını meshederdi. Hadisin devamında, "Sonra Resulullah hastalanınca ona böyle yapmamı bana emrederdi." diyor. (Buharı, Tıb 39)

Peygamberimizin (asm) sözünü ettiği bir diğer şifa suresi, hepimizin bildiği Fâtiha'dır.

"Fatiha her türlü hastalığa şifadır."(Dârimî, Fadlu'l-Kur'ân 12)

buyuran Allah Resulü (asm) maddi / manevi bütün hastalıklara karşı Fatiha'nın okunması gerektiğini tavsiye eder.

Bu arada Kur'ân-ı Kerim'de "Rabbenâ" ve "Rabbi" ile başlayan pek çok dua âyetleri vardır. Bu âyetleri maddi hastalıkların tedavisi için okuyabileceğimiz gibi, manevi, psikolojik hastalıklar için okumamız da pekâla mümkündür.

Hz. İbrahim (as), "Hastalandığım zaman bana şifayı veren O'dur." (Şuarâ, 26/80) derken, şifayı doğrudan doğruya Allah'tan istiyor.

Hz. Eyyup (as) ise seneler süren ağır hastalığına karşı o meşhur duasını okur, Rabbinden yardım ister; Cenab-ı Hak duasını kabul eder, ayağını yere vurmasını emreder. Hz. Eyyup (as) da ayağını yere vurur vurmaz yerden şu fışkırır, bu sudan hem içer, hem de bütün vücudun yıkar, sağlığına kavuşur.

Kur'ân'daki şifa dualarını okumak, ilaç tedavisini ve tıbbın gerekli gördüğü diğer müdahaleleri terk etmek anlamına gelmemelidir.

Doktora gitmek, ilaç kullanmak, ameliyat olmak, perhiz yapmak da birer fiili duadır ve şifayı Allah'tan istemektir. Yoksa ne ilaç şifa verir, ne de doktor. Gerçek Şâfi, şifâ verici Allah'tır.

10 Kur'an-ı Kerim'de yer alan dört ırmağın (süt, su, şarap, bal ırmakları) isimlerini ve cennet bahçelerinin isimlerini yazar mısınız?

Şunu belirtmeliyiz ki, cennetteki ırmakların özel isimlerine dair bilgilerimiz azdır. Tirmizî’nin rivayet ettiği bir hadiste Hz. Peygamber (asv); “Kevserin cennetteki bir ırmak olduğunu” söylemiştir. Diğer ırmaklar vasıflarıyla zikredilmiştir. Konuyu bu açıdan değerlendirdiğimizde bu ırmakları şöyle adlandırabiliriz:

a. Dört ırmağın vasıfları:

“Takvâ sahibi / Allah’a karşı gelmekten sakınanlara vâd edilen cennetin durumu şudur: “Orada  bozulmayan su ırmakları, tadı değişmeyen süt ırmakları, içenlere zevk veren şarap ırmakları ve süzme bal ırmakları vardır. Ayrıca onlar için orada, her çeşit meyveden ile Rableri tarafından bir mağfiret vardır”(Muhammed, 47/15).

Görüldüğü gibi, ayette “su, süt, şarap, bal, ırmağı” denilmiyor, çoğul olarak ırmakları denilmektedir. Bu ise, bu dört çeşit içeceklerden her birisinin değişik kaynaklardan aktığını göstermektedir.
Süt ve bal ırmakları bu ayetten başka bir yerde geçmemektedir. Aslında  süt ve balın başka bir karışımı olmadığı, oradakilerin en kaliteli bir seviyede oldukları için ayrı isimler almalarına ihtiyaç da yoktur. Su ile şarabın değişik karışımı, değişik kokusu ve farklı tatları olduğundan ayrı isimlerle anılmaları uygundur.

b. Su kaynakları:

Kevser Irmağı: (Kevser Suresi, 1; Razî, 32/ilgili ayetin tefsiri).

Tesnim kaynağı:

“İçeçeğin bir karışımı da Tesnimdir. Bu Allah’a yakın olanların içecekleri bir kaynaktır.” (Mutaffifin, 83/).

Kâfur Kaynağı:

“İyi insanlar, Kâfur suyu ile hazırlanmış içecek kâselerini yudumlarlar. Bu Allah’ın has kullarının içip, istedikleri yere akıttıkları bir kaynaktır.” (İnsan, 76/)

Selsebil Kaynağı:

“Onlara karışımında zencefil bulunan kadehler ikram edilir. Bu içecekler, adı Selsebil olan pınardandır.” (İnsan, 76/)

c. Şarap ve meşrubat kaynakaları:

Maîn Kaynağı:

“Etraflarında, cennet (Maîn)şarabından dolu testiler, sürahiler, kadehlerle, ebedîliğe ermiş çocuklar dolaşıp hizmet ederler.” (Vakıa, 56/18)

“Kaynağından taze doldurulmuş, berrak, içenlere pek hoş gelen, içinde zararlı ve sersemletici şey olmayan, sarhoş da etmeyen şaraplar, dolu dolu kadehlerle etraflarında fır dönen hizmetçiler tarafından ikram edilir.” (Saffat, 37/; ayrıca bk. Tur, 52/23;).

Hamr / Şarap Irmağı:

“İçenlere zevk veren şarap ırmakları” (Muhammed, 47/15).

Cennet Bahçeleri:

Sözlükte "bahçe, bitki ve sık ağaçlarla örtülü yer" anlamına gelen cennet, terim olarak "çeşitli nimetlerle bezenmiş olan ve müminlerin içinde ebedî olarak kalacakları ahiret yurdu"na denir. Cennet ve oradaki hayat sonsuzdur.

Kur'an'da cennet (cennet bahçeleri) için çeşitli isimler kullanılmıştır. Cennetin tabakaları olması ihtimali de bulunan bu isimleri şöyle sıralayabiliriz:

Cennet,  Me'va,  Adn,  Darü'l-huld; Ebedîlik yurdu, Firdevs; Her şeyi kapsayan cennet bahçesi, Darü's-selam; Esenlik yurdu, Darü'l-mukame; Ebedî kalınacak yer, Naîm; Nimetlerle dolu cennetler / bahçeler

İlave bilgi için tıklayınız:

Cennetin tabakaları hakkında bilgi verir misiniz?

11 Yasin kelimesinin anlamı nedir?

- “Yasin” sözcüğü, diğer yirmi sekiz surenin başında bulunan mukattaat harflerindendir. Bu harfler “müteşabih”(manaları kapalı, değişik anlamlara gelebilecek) harflerdir. Bu sebeple, diğer harfler için olduğu gibi, “Ya Sin” harfleri için de muhtemel manalar doğrultusunda yorumlar yapılmıştır.

- Bu yorumlardan birisi de “Ey İnsan!” dır. Bu yorumu yapanlar şunu düşünmüş olmalılar: Yasin harflerinden sonra Hz. Muhammed (a.s.m)’e bir hitap vardır: “Kur’an-ı Hakime yemin olsun ki, sen gönderilmiş peygamberlerdensin”. Kur’an’ın bu ifadesi, kendisinden önce gelen “Ya-Sin” kelimesinin bir “nidâ = çağrı” olduğunu gerektirir. Bu harfler de (ya; çağrı edatı, sin ise, insan kelimesinin “Sin” harfini çağrıştırdığı için) böyle bir manaya uygundur. O halde, bütün insanların peygamberi ve onların temsilcisi olan Hz. Muhammed (a.s.m)’e “Ey İnsan!” diye hitap edilmiştir. Bu pek çok yorumlardan sadece biridir.

- Yasin kelimesi için şu yorumlar da yapılmıştır:

Habeş dilinde “ya insan!” anlamına gelir. “ya Recül! = Ey erkek” manasına gelir. Bu bir kasem/yemin üslubudur; bu kelime Allah’ın bir ismidir. Kur’an’ın bir ismidir. Allah’ın, kelamının girişi için kullandığı bir şifre anahtardır.(bk. Taberî, ilgili ayetin tefsiri).

Bazılarına göre, Yasin, Hz. Peygamber’e hitaben; “Ya Seyyid = Efendi!” manasına gelir.(İbn Aşur).

- Aslında “Y” harfi, Meryem Suresi'nin başında da geçmiştir; “Kâf-Ha-Ya-Ayn-Sad". “Y” harfinin burada bir nida edatı olmadığı kesindir.

- Unutmayalım ki, Kur’an’ın ifadeleri çok geniş kapsamlıdır, aynı lafızla pek çok manaya işaret edilmiştir. Çünkü Kur’an Allah’ın sonsuz ilmini yansıtmaktadır. Bu açıdan bakıldığında, yirmi sekiz surenin başında bulunan şifreli(esrarlı) harflerin bir çok manayı ifade etmesi, bu esrarlı üslubun bir gereğidir. Bu cümleden olarak, heca harflerinin ismi olarak kullanıldığında, Arapça şekliyle “YÂ=(Y-elif- hemze)nin ebced değeri; on iki’dir, "sin” harfinin ebced değeri ise, yüz yirmi’dir. Bunun toplamı; yüz otuz iki olup, Hem “Muhammed” kelimesinin, hem de “Kalb” kelimesinin ebced değeridir. Bu tevafuk, bu harflerin Hz. Muhammed’e baktığını söyleyen alimlerin görüşlerini desteklediği gibi, “Yasin Suresi Kur’an’ın kalbidir” hadisi şerifinde geçtği üzere, “kalb” ile olan ilişkisine ışık tutmaktadır.

12 Ayette, başörtüsü emrinin olmadığı söyleniyor, açıklar mısınız?

Cevap 1: 

Allah ve Elçisi'nin bir emrine uymak farzdır. Ona uymamak ise haramdır. Allah ve Elçisi'ne isyan edenlerin cezalandırılacağını bildiren yüzlerce ayet vardır.

Allah’ın ve Elçisi'nin emirlerine ve yasaklarına uymaya itaat, emir ve yasaklarına aykırı hareket etmeye de isyan denilmektedir. Bu nedenle emir ve yasaklara uymayanlar, Allah ve Elçisi'ne isyan etmiş, sınırı aşmış olurlar. Çünkü itaat edenlere mükafat, isyan edenlere ise ceza verileceğini bildiren ayetler ve hadisler vardır. Ayetlerden bazıları şunlardır:

“Allah’a ve Resulüne itaat edin ki merhamete nail olasınız.” (Al-i İmran, 3/)

"Ey iman edenler! Allah'a itaat edin, Peygambere ve sizden olan ulû'lemre (buyruk sahiplerine) itaat ediniz. Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz -Allah'a ve ahiret gününe inanıyorsanız- onu Allah'a ve Rasule götürün. Bu, hem daha hayırlı hem de neticede daha iyidir." (Nisâ, 4/59).

Başka bir ayet-i celilede, mirasla ilgili hükümler sayıldıktan sonra:

"Bunlar Allah'ın sınırlarıdır. Kim Allah'a ve onun Peygamberine itaat ederse, Allah onu, içinden ırmaklar akan cennetlere koyacaktır; orada devamlı kalıcıdırlar. İşte büyük kurtuluş budur." (Nisâ, 4/13) buyurulur.

"Kim Resule itaat ederse Allah'a itaat etmiş olur"(Nisâ, 4/80) buyurulur.

"Yüzleri ateşte evrilip çevrildiği gün; 'Keşke Allah'a itaat etseydik, peygambere de itaat etseydik.' derler."(Ahzab, 33/66).

Yine, Allah ve Elçisi'nin emir ve yasaklarına uymayanlar için de ceza verileceği bildirilmektedir:

"Sizi yarattık, sonra size biçim verdik, sonra da meleklere: 'Âdem'e secde edin!' dedik, hepsi secde ettiler, yalnız İblis etmedi, o secde edenlerden olmadı (isyankârlardan oldu)." (A'raf, 7/13).

"Allah ve Resulu, bir işte hüküm verdiği zaman, artık inanmış bir erkek ve kadına, o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah'a ve Resulu'ne karşı gelir (isyan edip asi olursa), apaçık bir sapıklığa düşmüştür." (Ahzâb, 33/36).

Kur'an-ı Kerîm'de birçok âyette zikredilen "isyan, asi" kelimeleri Allah'ın emirlerine karşı gelen, ona itaat etmeyen anlamlarında kullanılmıştır. Hadis-i şeriflerde de Kur'an ayetlerine paralel olarak aynı manalarda kullanılır.

"Babacığım, şeytana tapma, çünkü şeytan, Rahman'a isyan edip asi olmuştur." (Meryem, 19/44).

Ayrıca şu ayet, Allah’ın emrine aykırı hareket edenlerin ve Peygamberimizin (sav) ve müminlerin yolundan ayrılanların cehenneme gireceğini açıkça göstermektedir:

"Kendisine doğru yol açıkça belli olduktan sonra, Peygamber'den ayrılıp mü'minlerin yolundan başkasına uyan kimseyi, yöneldiğine döndürürüz ve onu cehenneme yaslandırırız. Orası ne kötü bir dönüş yeridir. " (Nisâ, 4/).

Özetle söylemek gerekirse, Allah ve Elçisi'nin her emir ve yasağına uymak farz olduğu ve kişiyi cennete götürdüğü gibi; Allah ve Elçisi'nin her emir ve yasağına uymamak haram olduğu ve kişiyi cehenneme götürdüğü, bu ayetlerden açıkça anlaşılmaktadır. Elbette kulun tövbe etmesi ve Allah’ın affetmesi durumu hariç. Af kapısı ölünceye kadar açıktır.

Cevap 2:

Tesettür konusu, ümmetin bin dört yüz yıllık zaman sürecinde uyguladığı ve İslam âlimlerinin ittifakla onayladığı bir konudur. Bununla beraber, baş örtüsü ile ilgili Kur’an’ın hükmünü bir kez daha gözler önüne sermekte fayda vardır; ilgili ayetin meali şöyledir:

“Resulüm! Mümin kadınlara da söyle ki; bakışlarını kıssınlar ve edep yerlerini günahtan korusunlar, -mecburen görünen yerler hariç- zinetlerini teşhir etmesinler. Başörtülerini yakalarının üzerini kapatacak şekilde örtsünler.” (Nur, 24/31).

Arapça’da emir kipi iki şekilde yapılır.

Birincisi: İkinci tekil ve çoğul şahıslar için yapılan özel bir emir kipi biçimi. Ayette şayet doğrudan kadınlara “Siz başınızı örtün” denilseydi, bu kip kullanılacak ve Arapça metin, “Idribne bi humürikünne” şeklinde olacaktı.

İkincisi: -özellikle- üçüncü tekil ve çoğul şahıslar için kullanılan bir emir kipidir. Bu ise, muzari fiilin başına emir lamı getirilerek yapılır. Kur’an’da “Resulüm! Mümin kadınlara da söyle” mealindeki bir ifadeyle başladığından, ister istemez, emre muhatap olanlar için bu emir kipi kullanılacaktır. Ve bu yüzdendir ki Kur’an’da bu ifadeden sonra “funduszeue.infoşörtülerini -yakalarının üzerini kapatacak şekilde- örtsünler” mealinde olan “vel yadribne” emir kipine yer verilmiştir. İnsan merak ediyor, hala bunu bir emir olarak görmeyenler, emir olması için nasıl bir emir üslubunu bekliyorlar?

- Hz. Peygamber (a.s.m) bu ilahî ifadeyi, bir emir olarak telakki etmiş ve bunu uygulamaya koymuştur. Sahabeler, bunu bir emir olarak telakki etmişler ve öyle uygulamışlar. Genel olarak on dört asır boyunca bütün İslam alimleri tarafından, Kur’an’ın bu ifadesi bir emir olarak değerlendirilmiş ve bütün tefsir ve fıkıh kitaplarında bu doğrultudaki beyanlara yer verilmiştir.

Demek ki, Allah’ın ve Elçisi'nin emrine, Müslümanların uygulamasına aykırı düşünenlere, değer vermemek gerekir.

Cevap 3:

Cahiliye devrinde başörtüsü vardı. Ancak enselerine bağlar ve arkaya bırakırlardı. Yakaları önden açılır, gerdanları ve boyunları görünürdü. İşte bu durumu düzeltmek için ayeti kerime, “Başörtülerini yakalarının üzerine vursunlar.” buyurmuştur. Bu örtünün şekli ve biçimi ise önce açık yer kalmayacak şekilde başı, boyun ve gerdanlığı örtmektir. Sonra da ince ve çekici olmayan bir örtüyü kullanmaktır. Mutlaka "şu ölçüde ve şöyle olmalıdır" demek doğru değildir. (bk. Hamdi YAZIR, Hak Dini, Nur Suresi Ayetin Tefsiri.)

Buna göre başörtüsünü yakaların üzerinden örtmenin hikmeti; boyun, gerdan ve göğsün örtülmesini sağlamaktır. Bu zamandaki kadın giyiminde başörtüsü, pardesünün veya üst elbisenin içine konduğunda boyun ve gerdan örtülmüş olmaktadır. Bu örtünme sağlandığına göre başörtüsünü bu şekilde bağlamak caizdir. Önemli olan, İslam'a uygun olarak tesettürün sağlanmasıdır.

Cevap 4:

Nur suresi ayette geçen "humur" kelimesi "başörtüsü" anlamına mı gelmektedir?

13 Nur suresi ayette geçen, "Temiz kadınlar temiz erkeklere, kötü kadınlar kötü erkeklere yakışır." ifadesi ile ne anlatılmaktadır?

Cevap 1:

“Kötü kadınlar kötü erkeklere; kötü erkekler de kötü kadınlara; temiz kadınlar, temiz erkeklere; temiz erkekler de temiz kadınlara yakışır. Bu temiz kimseler, o iftiracıların söylediklerinden uzaktırlar. Kendileri için bir bağışlanma ve cömertçe bir rızık vardır.”

mealindeki Nur suresinin ayetindeki ifadeler hususidir. Hz. Aişe ile ilgili İFK olayına karışanların yalancı olduklarını göstermeye yöneliktir.

Buna göre, bu ayetlerde geçen karşılaştırmanın varmak istediği netice şudur: Hz. Aişe (ra), Hz. Peygamber (a.s.m)’e yakışan, iffetli bir hanımefendidir.

İbn Abbas’a göre, ise bu ayette geçen karşılaştırmalar“yalanın yalancılara, kötülüğün kötü kimselere yakıştığını" göstermeye yöneliktir. Buna göre, ayetin manası şöyledir:

“Kötü sözler kötü erkeklere; kötü erkekler de kötü sözlere yakışır. Temiz sözler, temiz erkeklere; temiz erkekler de temiz sözlere yakışır. Bu temiz kimseler (Hz. Peygamber, Hz. Aişe ve Hz. Safvan) o iftiracıların söylediklerinden uzaktırlar.” (bk. İbn Kesir, ilgili ayetin tefsiri)

Normalde evlilikte denklik konusu daha çok ahlakî değerlere bakar. Fakat bu husus her zaman gerçekleşmeyebilir. Kader’in çok sırlı hikmetleri vardır. Günahlarından tövbe etmiş bir kimseye güzel bir karşılık olarak güzel bir kocanın verilmesi de bu hikmetlerden biri olabilir.

Cevap 2:

Dileyen dilediği yolu seçebilir. Dileyen dilediğini tercih edebilir.

Allah’ın istediği temizliği tercih edenler temiz olur, Allah’ın değer yargılarına göre pisliği tercih edenler de pis olabilirler. Allah bu dünyada kimseyi zorlamıyor. Eğer Rabbimiz zorla "benim dediğim gibi olacaksınız" deseydi hepimizi temiz yaratırdı, hattâ cinsel organlarımızı yaratmazdı, melekler gibi, ya da şu taşlar gibi hiç birimizi günâh işleyemez bir biçimde yaratırdı olur biterdi. Ama Allah böyle istememiş. Bizleri hem tayyip hem de habis olabilme özelliğinde, ikisinden birini tercih edebilme iradesinde, özgürlüğünde yaratmış ve haydi dileyen dilediğini tercih etsin buyurmuştur. Ve işte bunun kaderini de şöylece belirliyor Rabbimiz:

Habis kadınlar habis erkekler içindir. Kötü kadınlar kötü erkekler içindir. Habis erkekler de habis kadınlar içindir. İffet ve hayasız kadınlar iffet ve hayasız erkekler içindir, namussuz erkekler de namussuz kadınlar içindir. İffet ve hayalı kadınlar iffet ve hayalı tertemiz erkekler içindir, iffet ve hayalarını Allah’a göre ayarlayan tertemiz erkekler de iffet ve hayalı tertemiz kadınlar içindir. Evet demek ki temiz erkeklere temiz kadınlar, temiz kadınlara temiz erkeler yaraşır, onlar kendilerine ancak onları lâyık görürler. Kötü erkekler de aynen kendileri gibi kötü kadınları eş seçerler, kötü kadınlar da kendileri gibi kötü erkeklerden hoşlanırlar.

Veya kötülük, kötü söz, çirkin söz kötü erkekler hakkındadır, kötü erkeklere de kötü söz yakışır. İyi söz, tayyip söz iyi ve temiz erkeklere aittir, güzel sözler iyi erkeklere, temiz erkeklere yakışır. Kötüler, kötü sözlere dalarlar, iyilerin o kötü sözlerle asla bir ilgisi olamaz.

Evet burada bir hususa dikkat çekelim. Bir delikanlı düşünün ki Allah’ın ortaya koyduğu temizlik anlayışından uzak bir hayat yaşıyor. İstediği yerlerde istediği kimselerle düşüp kalkıyor. Toplumun yasallaştırdığı pis yerlere gidip geliyor. Namussuz ve iffetsiz bir hayat yaşıyor. Sonra nihâyet evlenme vakti geldiği zaman da iffetli ve namuslu bir kadın arıyor kendisine eş olarak. Peki kadın için de aynı şey mümkün mü? Elbette hayır. Bırakın nikâh dışı bir ilişkide bulunarak bir günâh işlemeyi, sözlüsünden ayrılan, kocasından boşanan bir kadın bile sanki ebedîyen suçlu görülmektedir. Ama erkek delikanlılık döneminde istediği gibi yaşayacak, istediği şeyleri yapacak ama evlenirken tertemiz bir kız arayacak ve onunla evlenecek.

Tabii evlendikten sonra da yine aynı pislikleri yapmaya devam edecek, ama evdekinin tertemiz kendisini beklemesini isteyecek. İşte Rabbimizin bu âyetlerinde böyle bir anlayışa yer yok. Hanımının temiz olmasını isteyen erkek kendisi de temiz olmak zorundadır. Kocasının temiz olmasını isteyen kadın kendisi de temiz olmak zorundadır. Öyle değil mi? Sen Allah’a ihanet et, sen kendine ihanet et, sen azalarına ihanet et, sen karşındaki kocana / hanımına ihanet et sonrada da karşındakinin tertemiz olması konusunda çaba harca. Olacak şey mi bu?

Öyleyse hanımımız hakkında istediğimizi kendimiz için de isteyeceğiz. Kocamız hakkında istediğimizi kendimiz hakkında da isteyeceğiz. Biz tertemiz olalım ki tertemiz kadınlar bize gelsin. Biz tertemiz olalım ki hanımlarımız da tertemiz hayatlarını devam ettirsin. Allah’a hainlik yapan, Allah’a karşı gelerek bir hayat yaşayan ne erkeğin, ne de kadının tertemiz insanların kanına girmeye hakkı yoktur. Öyle değil mi? Eğer sen Allah tanımaz, temizlik tanımaz, pislik içinde bir hayattan hoşlanıyorsan, o zaman git keyfine göre yaşayan, Allah tanımaz kimselerle evlen. Niye temiz bir Müslümanın kanına girmeye çalışıyorsun?

Eğer namusluluktan, temizlikten hoşlandığın için temiz bir kadın arıyorsan sen de namuslu ol. Niye Müslümanların tertemiz kızlarına, tertemiz erkeklerine ihanet ediyorsunuz? Niye kendi değer yargılarınızla başkalarının değer yargılarını sıfırlamaya çalışıyorsunuz? Ne hakkınız var buna? Allah diyor ki bakın:

"Ey adam, eğer benim değer yargıma göre habissen, pissen git dünyada benim değer yargılarıma göre yaşamayan bir çok insan var onlardan biriyle evlen. Git dilediğin gibi yaşa, ama benim tertemiz kullarıma ilişme, bulaşma ve onları kötülüğe doğru çekip götürme, onların kanlarına girme." diyor Rabbimiz.

14 Gayri müslimlerin (Ehl-i kitabın) kestiği hayvanların etleri Müslümanlara helal mıdır?

Dünya bir köy haline geliyor artık. Müslüman sadece kendi ülkesinin sınırları içinde kalmıyor, gayri müslim ülkelerinde de kendi ülkesi gibi işci olarak, öğrenci olarak, ticaretçi olarak bulunabiliyor.

Buralarda da hayatını İslam'a uygun şekilde yaşamak istiyor. Ancak bazı konularda zorluklarla karşılaşıyor. Kasaplardan et alma konusu da bu zorluklardan birini teşkil ediyor. Kimileri, "Hristiyan kasaplardan et alınmaz." diyor, özel et kesimine yöneliyorlar. Ancak bunu herkes göze alamıyor. Zaten özel et kesimine sıcak da bakmıyorlar. Bu sebeple buralarda et ihtiyacını karşılamada aile zor durumlara maruz kalabiliyor, bize sorularını da şöyle soruyorlar:

- Yabancı ülkelerde bulunan Müslümanlar, Hristiyan ve Yahudi kasaptan et alamazlar mı?
- Alırlarsa yiyemezler mi? Buralarda satılan et peşin bir hükümle Müslüman'a haram mı?
- Yoksa bir çıkış yolu, bir izah tarzı var mı? Buralarda da İslam kolayca yaşanabilir mi?

Bu konuda ilgili fıkıh kitaplarının verdiği bilgiye bakınca, yabancı ülkelerde bulunan Müslümanları zorda bırakacak bir hüküm görmüyoruz. Bulundukları ülkenin kasaplarından et alamayacakları yolunda bir yasak yoktur. Gördüğümüz temel hüküm şudur:

- Ehl-i kitabın kestiği yenir!..

Ehl-i kitap'tan da, Allah'ın gönderdiği kitaplardan İncil'e inanmış Hristiyan ile Tevrat'a inanmış Yahudileri anlıyoruz.

Buna göre, Hristiyan, yahut da Yahudi kasaptan et alınmaz, alınırsa yenmez, diye bir anlayış söz konusu olmamalıdır.

Zaten, eti satanın değil kesenin inancı mühimdir. Kesen ilahi kitaba inanmış biri ise, yani Ehl-i kitapsa (ki, Hristiyan ülkelerde akla gelen Ehl-i kitabın kesmiş olacağıdır) kasaptan et de alınır, Ehl-i kitabın hazırladığı yemeği de yenir.

Müslümanlar, bulundukları Hristiyan ülkelerde bu sebeple zor durumda kalmazlar. Çünkü Ehl-i kitap olan Hristiyan'ın, Yahudi'nin kestiğinin yeneceğinde tereddüt yoktur Keserken Allah adını anma konusuna gelince:

Allah'ın adını unutarak söylemeyenin kestiği yenir. İhmalinden değil de inkârından dolayı Allah adını söylemeyenin kestiği ise yenmez Zaten böyle inkârcı birinin Ehl-i kitap'tan olduğu da söylenemez.

Kasaptaki etleri kimin kestiğini nasıl bileceğiz? Bilgimiz yoksa ne yaparız? Kaldı ki, umumiyetle bilgimiz de olmaz.. Aksine bilginin bulunmadığı sürece, kestiği yenecek kimse tarafından kesilmiştir diye düşünürüz. Şüphe ile haramlık sabit olmayacağından, söylentilere bakarak haramdır, yenmez diyemeyiz Bu da umumi olarak rahatlatıcı bir hüküm

Bir başka tereddüt konusu: Kasaplık hayvanı okla, şokla sakinleştirerek kolay kesime hazır hale getirmek mahzurlu değildir. Burada mühim olan, hayvanın ölümü okla, şokla değil de, kesimle gerçekleşmesidir. Okla, ya da şokla hayvan ölür de, kesim ölümden sonra meydana gelirse bu kesim ölmüş hayvanın etini yenir hale getirmez. Çünkü ölüm, kesimle değil, kesim öncesi yapılan ok, ya da şokla gerçekleştirilmiş, canlı değil ölü hayvan kesilmiştir.

Arz ettiğim bu kolaylıklardan sonra konuya takva anlayışı içinde bakanlar da çıkabilir. Onlar daha dikkatli ve titiz olabilirler. Kendilerine göre şüpheli buldukları kasaplardan et almayabilirler, kesenini bilmedikleri eti yemeyebilirler.. Bunlar tenkit değil takdir de edilirler. Ancak, takvaları tamim edilmez, herkesten aynı titizlik istenilmez. Kendinde bu arzuyu duyanlar tercih ederler takvayı

Aslında yabancı ülkelerde dikkat edilecek en mühim konu, domuz etidir. Ne türlü kesimle kesilirse kesilsin, hangi temizlik maddesiyle temizlenmiş olursa olsun domuz eti hiçbir suretle temizlik kabul etmez, tümüyle pistir, alınmaz, satılmaz, yenilmez. Tek kelimeyle dışkı hükmünde kabul edilir bulunduğu zeminde. Bulaştığı şeyleri de pis eder. Ancak bulaşarak kirlettiği düşünülen şeyler yıkanarak temizlenebilir. Bu konudaki haramlık hükmü kesindir. Şu, ya da bu yeni yorumlarla domuzun haramlığı tartışılır hale bile getirilemez.

Öyle ümit ediyorum ki, özellikle Tanzanya, Almanya ve Kanada'dan soran okuyucularım, arz ettiğim bu bilgilerle kendilerini zora sokan söylentilerin etkisinden kurtulacak, aile ve çocuklarının et gibi ihtiyaçlarını bulundukları yerlerde karşılayarak İslami hayatı kolayca yaşayabileceklerdir

Bilerek ve kasden besmeleyi çekmeden kesilen hayvanların eti yenmez.Yahudi ve Hristiyanların kesdikleri bile yenilmektedir. Bir müslüman unutarak besmeleyi çekmese de kesdiği yenilir. Biz müslüman ülkesindeyiz. Burada kesilen her hayvanın islami usüllere göre kesildiği anlayışı olduğundan gelen etleri yiyebilirsiniz.

Not: Haram etlerle helal etlerin aynı yerde satıldığı kasaplardan et ve et mamülleri alırken dikkatli olmak gerekir. Böyle bir yerde domuz eti gibi haram etlerle, sığır eti gibi helal etler iç içe satıldığından karışma ihtimali olabilir. Bir parça haram et veya yağ gibi bir şey karışmış olursa, helal eti de haram eder. Bu açıdan Müslümanların güvenli yerlerden et almalarını tavsiye ederiz.

15 Bakara Suresi ayeti açıklar mısınız? "Anneler, çocuklarını iki tam yıl emzirsinler. "

"Anneler, çocuklarını iki tam yıl emzirsinler. Bu, emzirmeyi mükemmel şekliyle uygulamak isteyenler içindir. Annelerin, münasip şekilde yiyeceğini giyeceğini sağlamak, babanın görevidir. Hiçbir kimse takatinin dışında bir görevle yükümlü tutulmaz. Çocuk yüzünden ne annesi, ne de babası zarar görmemelidir. Babanın varisine de aynı vazife yaptırılır. Fakat anne baba aralarında görüşüp anlaşmaya vararak, iki yıldan önce, çocuklarını sütten kesmek isterlerse, kendilerine bir vebal yoktur. Şayet çocuklarınızı başkalarına emzirtmek isterseniz, kendilerine vereceğiniz ücreti münasip tarzda ödemek şartı ile, bunda da size vebal yoktur. Bununla beraber Allah’a karşı gelmekten sakının ve bilin ki Allah yaptığınız her şeyi görmektedir." (Bakara, 2/)

Nikâh altında olsun, boşanmış olsun bütün anneler çocuklarını tam iki sene emzirirler, emzirmeleri gerekir, ilâhî hükme göre annelerin durumu budur. Bu hüküm, emzirmeyi tamamlamak isteyen içindir. Şu halde tam iki sene emzirme süresi, en çoğu olup, âyette açıklanacağı üzere bu sürenin azaltılması caizdir. "Mevludünleh" yani çocuk kendisi için doğmuş ve onun doğmasına sebeb ve nesebine sahip bulunmuş olan baba üzerine de, o annelerin ücretleri başta olmak üzere yiyecekleri ve giyecekleri onlara vaciptir. Fakat kayıtsız ve şartsız değil, mar'uf kadar, yani babanın imkanına göre, iki tarafın durumuna uygun olarak bir hakimin uygun görebileceği ölçüde vaciptir. Çünkü hiçbir kimse, gücünün yettiğinden başkasıyla yükümlü olmaz, "teklîfi mâlâ yutak", insanı gücünün yetmediği şeylerle yükümlü kılmak mümkün olsa da yapılmaz.

Ne çocuğu yüzünden anneye, ne de çocuğu yüzünden babaya zarar verilmeye kalkışılmaz. Zarar vermeye kalkışılmasın, hiçbirine zarar verilmesin. "Zarara, zararla karşılık vermek yoktur."

Baba yaşıyorsa rızık ve elbise böyle, ölmesi durumunda, varis üzerine de onun gibidir. Bu varis ya babanın varisi veya çocuğun varisidir. Önce ölen babasına varis olan çocuğa, yeterli mal kalmış ise, o rızık ve nafaka ona; kalmadığı takdirde de o çocuğa o sırada varis olabilecek durumda bulunan "zi-rahim-i mahrem" yakınına (kendisine nikahı haram olacak derecede yakın olan akrabasına) veya asabesine (baba tarafından yakınlarına) vacip olur.

Şimdi ana ile baba iki seneden önce memeden kesmek isterlerse ikisinin biri düşünüp, görüş alışverişinde bulunup hoşnut olmaları şartıyla, ikisine de bunda bir günah yoktur. Ana ile baba birlikte görüş alışverişinde bulunurlarken her halde yavrularının yararını gözetirler. Böyle ikisinin görüş ve düşünceleri birleşip de hoşnut oldular mı, artık hata ihtimali pek az olur. Olsa bile, iyi niyetle işin ehlinden ve yerinde meydana gelen içtihattaki hata bağışlanmıştır. Fakat taraflar birbirleriyle görüş alışverişinde bulunmazlar veya birinin rızası olmadan yapılmış olursa, günah olur. İşte yukarda "emzirmeyi tamam yapmak isteyen kimse", bu görüş alışverişinde emzirmeyi kesmeye razı olmayandır.

Ey babalar! Bir de siz çocuğunuzu süt ana tutup emzirtmek isterseniz, vermek istediğiniz ücreti veya İbnü Kesir kırâetinde medsiz (uzatmadan) okunduğuna göre İhsanı (ikramı) örfe uygun ve şer'an güzel görülen bir tarzda güzelce teslim ettiğiniz takdirde, size bir günah yoktur. Demek ki baba, çocuğuna süt ana tutup gerçek anneyi emzirmekten alıkoyabilecektir. Fakat süt anayı memnun etmelidir ki çocuğa iyi baksın. Dikkat ediniz, ve Allah'tan korkunuz ve biliniz ki her ne yaparsanız Allah onu mutlaka bilir. Dolayısıyla size ona göre ceza veya mükafat verir.

(bk. Elmalılı M. Hamdi YAZIR, Kur'an-ı Kerim Tefsiri)

Not: Konuyla ilgili olarak aşağıdaki makaleyi ve UNICEF (Birleşmiş Milletler çocuklara Yardım Fonu)’in açıklamalarını da okumanızı tavsiye ederiz.

Niçin İki Yıl

En yeni araştırmaların ışığı altında anne sütünün üstünlüklerinden kısaca bahsedeceğiz. Klâsik tıp kitaplarına göre anne sütünün bebeğe altı ay verilmesi kâfidir. Daha sonra bu süre dokuz aya çıkarıldı (1) . En son yayınlarda ise bu sürenin iki yıla çıkarıldığını görüyoruz. Manuel of Pediatric Therapeuties'in son sayılarında bebeğin anne sütü ile iki sene emzirilmesi icâbettiği ifade ediliyor.

Son yayınlar muvâcehesinde anne sütüne şöyle bir göz atalım(2): Anne sütünde "serbest taurine" inek sütünden kırk defa fazladır. Bunun beyin gelişiminde rolü vardır. Yani çocuğun zeki olmasında önemli bir faktör; çocuğun uzun süreli emzirilmesidir.

Anne sütü en kuvvetli bir mikrop öldürücü olarak kabul edilir. Sepsiste (yani vücudun yaygın olarak mikropla istilâsında) kan verilme tedavisi ne ise, süt verme de aynen öyledir. Çocuk o anki hâlinde süt emmemektedir. Burundan fasılalarla mideye az miktarlarda süt verilmesi, en kuvvetli mikrop öldürücülerin işini yapmaktadır. Anneden temiz şekilde alınan süt çocuğuna verilir. Bu mevzuda hatalı bir anlayış da, ishalli çocuğa süt emzirtmemektir. Halbuki günümüzde süt, ishâlli çocuğa gıda olarak vermenin yanında ishalli tedavi için de veriliyor. Bir araştırmaya göre, ishâlden ölüm ve hipematreminin (kanda sodyum fazlalığı) anne sütü verilenlerde daha az olduğu görülmüştür (3) . İngiltere ve Galler'deki seri çalışmalar bunu destekler mâhiyettedir.

Anne sütünde bol miktarda bulunan sekretuar Ig A (bir çeşit antikor molekülü) ile laktoferrin ve ligand mikropların üremesini engeller. Anne sütünde bulunan lizozim, bakterileri öldürücü vasfa hâizdir. Yeni doğum servislerinde çok kısa zamanda anne sütü verilerek bu servisin korkutucu mikrobu olan klebsialla'nin önüne geçiliyor ve karın şişmesi, gaitada kan ile seyreden ağır bir hastalık olan "nekrotizan enterokolit" önleniyor.

Anne sütü virüslere karşı koruyucu maddeler ihtiva eder. Geniş tesirli virüs öldürücü faktörler anne sütünde önemli bir yer işgal ederler. Bilhassa geri kalmış ülkelerde anne sütü ile beslenen bebeklerde ölüm oranı azdır.

Anne sütü alanlar ileride, yaşlıların rahatsızlığı olan damar sertliği ve şişmanlığa karşı korunurlar. Çünkü anne sütünde daha yüksek kolesterol muhtevası, kolesterol katabolizması için lüzumlu enzim yapımına sebep olur (4) .

Lloyd ve Falkner'in yayınlarında şişmanlığın anne sütü ile beslenenlerde az görüldüğüne temas ediliyor.(5)  Troid bezi denen organın kifayetsiz çalışması olan hipotroidi hastalığı, anne sütünü yeteri kadar almış olanlarda daha az görülüyor. Anne sütü ile beslenenlerde inek sütü allerjisi ve süte tahammülsüzlük de görülmez.

Stevenson, ikinci altı aylık sürede solunum yolu infeksiyonunun da anne sütü alanlarda daha az olduğunu, anne sütünde Ig A antikor nispetinin fazlalığını belirtir.

Kabakulak, grip, suçiçeği, Japon B ansefalit (beyin iltihabı) virüslerinin büyümesi insan sütündeki maddeler tarafından engellendiği, sütteki antikorun hazım sisteminin mukavemetini artırdığı, bilhassa E. coli denen mikrop çeşitlerine direnç sağladığı belirtiliyor.

Anne sütünü uzun süre vermek anneye de büyük avantaj sağlar. Bir yayında süt veren annelerde meme kanserinin az olduğu belirtilmekte, ayrıca 18 yaşından önce doğum yapanlarda da meme kanserinin 1/3 oranında azalma gösterdiğine işaret edilmektedir.(7) Bir makalede de 25 yaşma kadar doğum yapanlarda meme kanserinin engellendiği belirtiliyor.(8)

Anne sütü yanında bebeğe ilâve gıda verilmesi artık geciktirilmeye başlandı. Yayınlar bu zamanı altı ay olarak belirtiyorlar. Anne sütü ile beslenen bebeklerde demir eksikliğinin ilk dokuz ay içerisinde çok seyrek görülmesinin sebebi, anne sütünden alınan demirin günlük ihtiyacı karşılayabilmesidir. Ek besinlere geçildiği zaman gerek bu besinler içerisinde düşük nispette demir bulunması, gerekse katı besinlerin anne sütündeki demirin emilmesini azaltmaları ( % 80 nispetinde azaltabilirler) sebebi ile bu çocuklar demir eksikliği açısından riskli bir duruma girmektedirler. Dokuz aya kadar anne sütü dışında herhangi bir ek besin almayan bebeklerde kansızlık (anemi) olmadığı görülmüştür.

Demir eksikliğine bağlı kansızlık üzerinde yapılan bir araştırmada, demir eksikliği anemisi gösteren grubun % 50 sinde taze inek sütüne bağlı olarak mide-bağırsak sisteminden günde 7 cm3 kan kaybının olduğu görülmüştür. İnek sütündeki demir azlığının yanında uzun süreli kan kaybına yol açması demir eksikliği anemisinin gelişmesinde unutulmaması gereken bir husustur. İnek sütünde, müzminleşmiş kan kaybına yol açan faktörün, barsağa tesir eden büyük moleküllü laktalbümin olduğu düşünülmektedir. Açık ifadeyle anne sütünü kesip, diğer gıdalara çabuk geçmek çocuk üzerinde menfi bir durum icra etmektedir.Çocuğu sütten erken kesmek, çocuk ruhu üzerinde aksi tesir yap maktadır. Prof. Adasal(10) ,

"Vakitsiz meme kesimi ileride daima serzeniş ve güç beğenme davranışını doğurur. Ani memeden kesmeyle duygu bozukluğu olabilir."

demektedir. Prof. Köknel (11) ise

"Yemek, içki düşkünlüğü, sigara, uyuşturucu madde kullanma alışkanlığı, oral dönemle (çocuğun süt emme dönemleri) alâkalı inkıta neticesi olur." der.

Çocuğun sütten erkenden kesilmesi, ruhunda menfi durumlar meydana getiriyor. 24 günlük iken 7 kobay çok az besin verilmek suretiyle bir besin mahrumiyetine tâbi tutuldu. Yedi ayrı kobay da kontrol olarak kullanıldı ve bunlar besin mahrumiyetine tâbi tutulmadı. Sekiz gün sonra her iki grup kobay da aynı şekilde muameleye tâbi tutulmaya başlandı. Ve normal bir beslenme tarzı ile yetişkin hayata gelmeleri beklendi. Tecrübeden beş ay sonra, önceden besin mahrumiyetine tâbi tutulan kobaylar ile tutulmayan kobaylar arasında fizikî gelişme ve davranışlar bakımından önemli fark yoktu. Ancak kobaylar bu sefer toptan bir mahrumiyete tâbi tutulunca yavru hâlde aç bırakılan kobaylar, aç bırakılmayan kobaylara nazaran üç misli fazla yemek saklamak, istifçilik, biriktirme, oburluk durumu gösterdiler. O hâlde bunlara çocuklukta yapılan bir tesir yetişkin hayatta da devam ediyor. Bu bakımdan kobayların yavru hâlde geçirmiş oldukları bir hayat onların şahsiyetlerine mâl olmuştur. Açık ifadeyle çocuğun sütten erken kesilmesi ileride bir şahsiyet bozukluğuna yol açabilir.

Sosyolog Mead araştırmasında, çocukluğunda az şefkat gören, gıda açısından cimri bir şekilde beslenenlerin ileride saldırgan, kavgacı, güvensiz kimseler olarak yetiştiklerini tesbit etmiştir. Çocuk iki yıl emzirildiğinde hem gıda problemi, hem de şefkat problemi hâlloluyor. Çünkü emzirmek için kucağa almak, aynı zamanda bir şefkat gösterisidir.

Prof. Harlov, anne varlığının yalnız fizikî destek için değil, çocuğun zevklerinin doyurulması için de önemini ispatlamıştır: İçinde bir yavru maymun bulunan tel kafese sadece telden yapılmış ve karnında biberon bulunan bir maymun maketi ile onun yanına da üstü maymun postuyla, kaplı fakat biberonsuz diğer bir anne maymun maketi yerleştirmiştir. Uzun tecrübelerin neticesi şöyle hülâsa edilebilir: Yavru maymun sadece tel maket anneden emmekte, fakat uyumak için kıllı, postlu anne yanına gitmektedir. Korkutulunca da yavru maymun, postlu olan anneye sarılmaktadır. Yavruda kıllı deriyi tutmak için Önceden bir meyil vardır. Böylece sakinleşmektedir. Anne kucağında emzirilen insan yavrusu da hem beslenmekte, hem de güven ortamı bulmaktadır. Prof. Cebiroğlu'nun dediği gibi "Anne çocuğunun açlığını, ıslaklığını, soğukluğunu giderir. Bunlarla birlikte çocuk her defasında annesinin sesini, kokusunu, temasını hisseder. Bebek de anne yüzüne bakar, iki aydan sonra gülümser, ağlar, kucağa uygun gevşek durum alır. İşte bundan ötürü meme ile beslemek biberonla beslemeye, kucakta biberon vermek de ayrı yatırıp vermeye üstündür." Yine Prof. Cebiroğlu "Çocuk doyduktan sonra da memeyi emmekten hoşlanır. Erken emmekten kesilirse çocuğun zevkini tatmin etmek için parmağını emdiği görülür" demektedir.

Çocuğun annesi tarafından kucakta emzirilerek beslenmesi çocukta, duyduğu huzursuzluğu (sıkıntı, korku ve güvensizlik) giderici, onda huzur sağlayıcı (gevşemek ve güven duygusu) tesirdedir. Çccuk emzirilirken kucakta olması çocuğa güven veriyor. Bowlby anne bedenine değinenin güven duygusu yerleşmesine tesirinin önemli olduğunu bulmuştur. Messerman, annenin çocuğa sarılmasının mühim bir hâdise olduğunu belirtir.

Uzun süre çocuğu emzirmek ileride kendine güvenen istikrarlı bir ruh haleti ortaya çıkarır. Memeden erken kesmede problemli ruh meydana gelir. Nitekim Prof. Yörükoğlu, süt çocukluğu döneminde bu problemin, ileride oburluk, şişmanlık, içkiye ve uyuşturucuya düşkünlük, rûhî çöküntüye sebep olduğunu söylüyor.

Her şeyde "yapan bilir", öyle ise ancak "bilen konuşur". Biz de her şeyin yaratıcısının bu konudaki kelâmına kulak vermeliyiz ve onu tatbik etmeliyiz.

"Çocuklarını tam iki yıl emzirsinler."(Bakara, 2/)

"Sütten kesilmesi de iki sene içindededir." (Lokman, 31/14)

Kaynaklar:

1) Nelson "Textbook of Pedratrics", ; 2) Acta Pedratarica, ; 3) Acta Scandinavica , ; 4) Current Pedratrics, ; 5) Lloyd ve Falkner. ; 6) Açta Pedratrica Scandinavica, ; 7) Macmalson "Cancer"; 8) Vorherr "Human Breast Cancer"; 9) Psikiyatri; 10) Ruh sağlığı ve hastalıkları; 11) Kişilik.

Anne Sütü Önemlidir!

Anne sütü ile emzirme, bebeklerin sağlıklı büyümesi ve gelişmesi için bilinen en iyi beslenme yöntemi. Oysa yılında yapılan “Türkiye Nüfus ve Sağlık Araştırması”nda ilk altı ayda sadece anne sütü ile beslenen bebeklerin oranı yüzde olarak belirtilmiştir. Bu oranı sadece Türkiye’de değil tüm dünyada arttırmayı hedefleyen UNICEF anne sütüyle ilgili merak edilenleri bu yazıda sizlerle paylaşıyor.

Anne sütü ile emzirme, bebeklerin sağlıklı büyümesi ve gelişmesi için bilinen en iyi beslenme yöntemi. Bebeklerin ilk altı ay boyunca hiçbir ek besine gerek duymadan tüm besin gereksinimleri karşılayabilecek bileşime sahip olan anne sütü, her zaman hazır ve bedava olması sebebiyle her annenin rahatça ulaşabileceği bir besin kaynağıdır. Oysa yılında yapılan “Türkiye Nüfus ve Sağlık Araştırması”nda ilk altı ayda sadece anne sütü ile beslenen bebeklerin oranı % olarak belirtilmiştir. Yine aynı araştırmada, beş yaşın altındaki çocukların %25’inde beslenme eksikliği tespit edilmiş ve her yıl çocuğun önlenebilir hastalıklardan dolayı hayatını kaybettiği belirlenmiştir.

Bu ölümlerin sayısını azaltmak ve bebeklerin sağlıklı yaşamasını sağlamak amacıyla, Dünya Sağlık Örgütü ve Unicef gibi organizasyonlar, Türkiye’de ve dünyanın birçok ülkesinde anne sütünün kullanımı konusunda anneleri bilgilendiriyor ve onları teşvik ediyor.

Anne Sütünün Bebeğe Yararları:

- Anne sütü hijyeniktir.

- Bebeği bulaşıcı hastalıklara karşı korur.

- Bebeğin su ihtiyacını tam olarak karşılar, ayrıca su verilmesine gerek yoktur.

- Sindirimi kolay olduğundan, ishal, kabızlık ve gaz sancıları daha az görülür.

- Anne sütündeki demir ve kalsiyum, bebeğin bağırsaklarında daha iyi emilir, bu nedenle raşitizm ve kansızlık daha az görülür.

- Anne sütü alerjik madde içermez.

- Anneyle bebek arasında psikolojik bir bağ oluşturur.

- Anne sütü alan bebeklerde zeka katsayısı daha yüksektir.

Emzirmenin Anneye Yararları:

- Anne sütü ekonomiktir, dolayısıyla maddi durumu ne olursa olsun her anne bu emzirme yöntemini kullanabilir.

- Doğumdan sonra rahmin eski haline dönmesini kolaylaştırır.

- Fazla kiloların yakılmasına yardımcı olur.

- Emziren kadınlarda meme ve yumurtalık kanseri daha az görülür.

Anne Sütü Verilmeyen Bebeklerde Görülen Riskler Nelerdir?

Anne sütü ile beslenmeyen çocuklarda ölüm oranları, beslenenlere göre kat daha fazla. Dünya Sağlık Örgütü’ne göre emziren kadın oranları yüksek olsaydı yılda milyon bebeğin yaşamı kurtulacaktı.

Bebekler Ne Kadar Süre Anne Sütü ile Beslenmeli?

Dünya Sağlık Örgütü ve UNICEF, anne sütü ile beslenmenin doğumdan hemen sonra başlanmasını, ilk altı ayda sadece anne sütü verilmesini ve emzirmenin altı aydan sonra uygun besin takviyeleriyle iki yaş ve üzerine kadar devam etmesini öneriyor.

Kaynak: UNICEF

16 Nur suresi ayetteki "humur" kelimesi başörtüsü mü demektir?

"Mümin kadınlara da bakışlarını kısmalarını ve edep yerlerini günahtan korumalarını söyle! Yine söyle ki mecburen görünen kısımları müstesna olmak üzere, zinetlerini teşhir etmesinler. Başörtülerini yakalarının üzerini kapatacak şekilde örtsünler. Zinet takılan yerlerini kocaları, babaları, kocalarının babaları, oğulları, üvey oğulları, erkek kardeşleri, erkek kardeşlerinin oğulları, kız kardeşlerinin oğulları, mümin kadınlar, ellerinin altında bulunanlar (köleler), erkeklikten kesilip kadınlara ihtiyaç duymayan hizmetçileri veya henüz kadınların mahrem yerlerini anlamayan çocukları dışında kimseye göstermesinler. Saklı zinetlerine dikkat çekmek için, ayaklarını da vurmasınlar. Ey müminler! Hepiniz toptan Allah’a tövbe ediniz ki felaha eresiniz."(Nur, 24/31)

Ayetteki "humur (başörtüleri)" sözcüğünün tekili "hımar" olup, sözlükte; kadının kendisi ile başını örttüğü şey, demektir. Saîd b. Cübeyr (Ö. 95/), başörtüsünün kadının boyun ve göğüs kısımlarını örtecek ve bunlardan hiçbir şey göstermeyecek nitelikte olması gerektiğini söylemiştir.[bk. el-Kurtubî, XII, ; İbn Kesir, Muhtasar Tefsir, thk. M. Ali es-Sabünî, 7. baskı, Beyrut /, II, ; Elmalılı, Hak Dini, İst. (t.y.), VI, ]

Müminelere de yani mümin kadınlara da söyle: Gözlerini indirsinler, helal olmayan erkeklere bakmaktan sakınsınlar, zira bakmak, zinanın postacısıdır, derler. Ve avret yerlerini korusunlar, tamamiyle örtüp, zinadan korunsunlar. Ve zinetlerini teşhir etmesinler. Kadının zineti denince örfte, taç küpe, gerdanlık, bilezik ve benzeri takılar, sürme, kına ve benzerleri ve elbise süsleri gibi şeyler akla geliverir. A'râf Sûresi'nde

"Ey Âdemoğulları! Her mescide gidişinizde zinetli elbiseler giyin."(A'râf, 7/31)

âyetinde zinetin elbise demek olduğu da geçmişti. O hâlde bu zinetleri açmak bile yasaklanmış olunca, bunların mahalli olan vücudu açmak öncelikle yasaklanmış olur. Yani vücudlarını açmak şöyle dursun, üzerlerindeki zinetleri bile açmasınlar. Bununla birlikte bir kısım âlimler, burada zinetten maksadın, zinetin takıldığı, kullanıldığı yer olduğu fikrini kabul etmişlerdir ki, yüz, sürme ve allık yeri; baş, taç yeri; saç, örgü ve büklüm yeri; kulaklar, küpe yeri; boyun ve göğüs, gerdanlık yeri; el, yüzük ve kına yeri; bilekler, bilezik yeri; pazular, pazubent yeri; baldırlar; halhal yeri; ayaklar da, eller gibi kına yeridir. Bunlardan başka vücudun kısımları da aslında açılmaz.

Bu âlimlerden bazıları muzaafın hazfi veya zikr-i hâl, irade-i mahal ile "ziynet yeri" takdirinde bir mecaz gözetmiştir. Buna delil olarak da, kadının vücudundan ayrı olduğu zaman o zinetlere normal olarak bakmak ve alıp satmak ittifakla caiz ve mübah olduğunu ifade ve kabul etmişlerdir. Bazıları da yine bu delil ile, kadının asıl zineti, vücudunun güzel yaratılışı, zinet yapmaktan gaye de vücudun süslenmesi olduğunu kabul ederek bu zinetten maksadın, yalnız vücut olduğunu kabul etmişler ve kadınların birçoğu yapmacık zinetten uzak bulunmakla zaten zinetli oldukları halde, yaratılış zinetinin zaten hepsinde bulunması ve her kadın bedeninin özünde bir zinet olması hükmün genelliği hakkını yerine getirme noktasından bu tahsisin bir destekleyicisi olduğunu söylemişler ve buna göre şu mânâyı vermişlerdir: Kadınlar yaratılıştan zinetleri demek olan vücudlarının hiçbir tarafını açmasınlar.

Doğrusu, doğal olan güzelliklere, zinet denilmekten çok "cemal" denilmesi daha yaygın ve zinet tabiri yapma şeylerle süslenen takılarda meşhur ise de

"Kadınlardan, oğullardan, yığın yığın biriktirilmiş altın ve gümüştenaşırı sevgi ile bağlanılan bu gibi şeyler insanlar için bezenip süslendi." (Âl-i İmrân, 3/14)

âyetinin delaletiyle zinet kavramının yaratılıştan olana da sonradan yapmaya da şâmil olduğunda şüpheye yer yoktur. Zinet ve güzelliğin hakkı da meydana çıkarılmasını kendi sahiplerine tahsis edip başkalarından gizlenmektir.

Ancak görünen kısımları müstesna, O zinetlerden dışa gelen örtülse bile görünmesi doğal olanı, bu hükümden müstesna ve başka bir hükme tabidir ki, bunlar örtünün dış tarafıyla el ve yüz zinetleridir. Çünkü örtünün kendisi de kadının bir zinetidir. Tabiîdir ki, bunun dışı görünecektir. El ve yüzün de namazda görünmesi adettir. Ebu Davud'un Müsned'inde rivayet edildiği üzere, Peygamber (s.a.v) Hz. Esma'ya

"Ya Esma, kadın bülûğa erince ondan görülebilecek olan ancak şudur." (Ebû Dâvûd, Libâs, 31)

buyurmuş ve kendi mübarek yüzüne ve avuç içlerine işaret etmişlerdir. İş yaparken, gerekli eşyayı tutarken ve hatta örteceğini örterken bile elin açılması gerekli olduğu gibi, zarurî olan bakma ve nefes alma sebebiyle yüzün diğerleri gibi örtülmesinde zorluk vardır. Bir de şahitlikte, mahkemede, bir de nikahta yüzün açılmasına ihtiyaç vardır. Bundan dolayı zaruretler kendi miktarınca takdir olunmak üzere bunların açılmasında sakınca yoktur. Fakat bunlardan geriye kalanlarının açılması, görülmesi, bakılması haramdır ve nâmahremden örtülmesi gerektir.

Buyuruluyor ki ve başörtülerini yakalarının üzerine vursunlar, başlarını, saçlarını, kulaklarını, boyunlarını, gerdanlarını, göğüslerini açık tutmayıp bu şekilde sımsıkı örtünsünler ve o halde bu emri yerine getirebileck başörtüsü kullansınlar. Tefsircilerin nakline göre cahiliye kadınları da hiç başörtüsü kullanmaz değillerdi. Fakat yalnız enselerine bağlar veya arkalarına bırakırlar, yakaları önden açılır, gerdanları ve gerdanlıkları açığa çıkardı, zinetleri görünürdü. Demek ki, son zamanlarda asrîlik sayılan açık saçıklık böyle eski bir cahiliye âdeti idi. İslâm böyle açıklığı yasaklayıp başörtülerinin yakalar üzerine örtülmesini emir ile tesettürü farz kılmıştır.

Görülüyor ki, bu emirde tesettürün yalnız vacib oluşu değil, özel bir şekli de gösterilmiştir ki, kadın edeb ve temizliğinin en güzel ifadesi budur. Görülüyor ki bu emir ev içinde veya dışında diye kayıtlanmamıştır. Bu bakımdan mutlaktır. Ancak görünen istisna edildiği gibi, gizlenen zinetlere bakmanın helal olanları da istisna ile bu tesettürün, yani örtünmenin vacib oluşunun, nâmahreme karşı olduğunu anlatmak için bu vücubun kuvvetini ve önemini göstermek üzere bir daha tekid ile buyurulmuştur ki, öyle örtsünler ve zinetlerini açmasınlar, açık bırakmasınlar ancak kocalarına veya kendi atalarına, yani babalarına, dedelerine ki amca ile dayı da nikah düşmeyeceğinden bunlara dahildir veya kocalarının atalarına veya kendi oğullarına veya kocalarının oğullarına veya kendi erkek kardeşlerine veya erkek kardeşlerinin oğullarına veya kız kardeşlerinin oğullarına veya kendi kadınlarına; müminlerin kadınları, yani Müslüman kadınlar veya hizmet veya sohbetlerinde özel yeri bulunan kadınlardır.

Demek ki, özelliğini bilip tanımadıkları yabancı kadınlara da açılmaları caiz olmayacaktır. Önceki müfessirlerin çoğunluğu demişlerdir ki; müminlerin kendi kadınları demek, kendi dinlerinde olan Müslüman kadınlar demektir. Bundan dolayı Müslüman kadınları Müslüman olmayan kadınlara açılmamalıdırlar. Fakat bazıları da bunu istihsane hamlederek müminlerin kadınları, hizmet veya sohbetlerinde bulunan gerek Müslüman, gerek Müslüman olmayan kadın cinsi demek olduğunu söylemiştir ki, Fahreddin Râzî buna "mezhep budur" demiştir. Önceki daha ihtiyatlı, bu ise daha uygundur.

İlave bilgi için tıklayınız:

- Başörtüsünün hükmü nedir? Başı açık gezmek insanı nasıl bir tehlikeye götürür?

17 Kur'an-ı Kerim'de Allah Teala'nın, "Biz yarattık, biz yaptık." gibi ifadeleri kullanması hakkında bilgi verir misiniz?

Önce bir hususu belirtelim: Cenab-ı Hak Kur'ân-ı Kerim'de, her zaman "ben" yerine "biz" diye hitap etmiyor. Âyetler hep bu şekilde sıralanmıyor. Yerine göre "Ben", mevzuunun gelişine, meselenin anlatılışına göre hitap tarzları da değişiyor.

Nitekim meallerini vereceğimiz şu âyet-i kerimelere dikkat edilirse bu husus açıkça görülür:

"Ey İsrailoğulları! Size ihsan ettiğim nimetlerimi hatırlayın ve son peygambere iman edeceğinize dair bana verdiğiniz sözü yerine getirin ki, ben de size verdiğim sözü yerine getirip mükâfatınızı vereyim. Ve sadece benden korkun." (Bakara, 2/)

"Kullarım senden beni sordukları vakit de ki, muhakkak ben çok yakınım. Bana dua ettiği zaman, dua edenin duasına cevap veririm. Öyle ise onlar da benim davetime uysunlar. Bana iman etsinler ki, doğru yolu bulmuş olsunlar." (Bakara, 2/)

"Bana dua edin, icabet edeyim."(Mü'minûn, 23/60)

"Ben cinleri ve insanları ancak bana ibadet etsinler diye yarattım." (Zâriyat, 51/56)

Evet, sadece birkaç misal olması bakımından meallerini verdiğimiz bu âyetler gibi daha pek çok âyet-i kerimelerde Yüce Rabbimiz, kendi zâtından "Ben" mânâsına gelen zamirlerle ifade etmektedir. Bu âyetlere dikkat edilirse, "Bana verdiğiniz sözü", "Kabul ederim", "Beni sordukları vakit", "Benden korkun" gibi ifadelerin, doğrudan Cenab-ı Hakk'ın zâtıyla ilgili olduğu ve arada hiçbir vasıta kabul etmeyeceği görülür.

İşte Allah'ın"Ben"diye hitap ettiği âyetlerin büyük ekseriyeti hep zâtıyla ilgilidir; "Biz" diye hitap edilen âyet-i kerimelerde ise, umumiyetle arada bir vasıta vardır.

Mesela, Kur'ân'ın indirildiğini haber veren bütün âyet-i kerimelerde "Biz indirdik" buyurulur. Bütün âyetler vahiy kanalıyla indirildiğine göre, burada Allah ile Peygamber (a.s.m.) arasındaki vasıta, bir melek olan Cebrail (as)'dir.

Yine "Bulutla gölge yaptık." (Bakara, 2/57) gibi âyetlerde işi yaptıran Allah, işi yapan "Allah'ın memurları" mesâbesindeki meleklerdir. Ancak burada, meleklerin "memur" olarak vasıflandırılmasını, insanların işlerini kolaylaştırmak için kullanma zorunda kaldıkları memurlarla kıyaslamaktan kaçınmak lâzımdır. İnsanlar acizliklerinden dolayı memur tutuyorlar; Cenab-ı Hak ise kâinatta hükmeden kudretinin icraatını ilân etmek, onlar vasıtasıyla azametini bildirmek için melekleri istihdam ediyor.

Zaten birçok müfessirimiz, bu çeşit âyet-i kerimelerde Cenab-ı Hakk'ın kendi azamet ve kudreti, ulûhiyet ve kibriyâsı ile hitap ettiğini bildirirler. Yâni Cenab-ı Hak, esmâ-i hüsnâsı ve sıfatlarıyla birlikte hitap ederek, kendi büyüklüğünü ve celâlini bildirmektedir. Meselâ;

"Kur'ân'ı kesinlikle biz indirdik, elbette onu yine biz koruyacağız." (Hicr, 15/9)

mealindeki âyet-i kerimenin metninde "biz" mânâsına gelen dört kelime vardır. Burada hem Cenab-ı Hakk'ın kibriya ve azametinin ifadesi bahis mevzuudur, hem de meselenin ehemmiyeti zamirlerle kuvvetlendirilmektedir.

Müfessir Ebu's-Suûd Efendi, bu âyetin tefsirinde, "Biz azamet-i şânımız ve uluvv-i cenabımızla Kur'ân'ı indirdik." der.

Kevser Sûresinde geçen "Biz" mânâsına gelen "İnnâ"nın tefsirinde ise Fahrüddin Râzi, "Buradaki 'Biz'den murad, Cenab-ı Hakk'ın azametini göstermektir" der. "Çünkü Kevser'i Peygamber Efendimize (a.s.m.) hediye olarak veren, yerin ve göğün sahibi olan Cenab-ı Hak'tır. Hediye edilen şey de verenin büyüklüğüne göre bir kıymet ve azamet kazanır."

Bediüzzaman, Bakara Sûresinin âyetinin tefsirinde"Ben"mânâsına gelen"İnnî" ve "Biz dedik" mânâsına gelen "Kulnâ" kelimelerini ele alır ve şöyle der:

"Cenab-ı Hakk'ın halk ve îcat fiilinde vasıtanın bulunmadığına, kelâm ve hitabında vasıtanın bulunduğuna işarettir."

Devamında ise Nisa sûresinin âyetindeki "Biz" mânâsına gelen "nâ" zamirinin tefsirinde şu hususları dikkate verir:

"Bu âyette azamete delalet eden 'nâ' zamir-i cem'i vahiyde vasıtanın bulunduğuna işaret olduğu gibi, 'Allah'ın sana gösterdiği' mealindeki cümlede müfred hükmünde olan lafz-ı celâl mânâları ilham etmekte vasıtanın bulunmadığına işarettir."(İşaratü'l-îcaz, s. )

O halde, Allah'ın bazı âyetlerde "Biz" diye hitap etmesinden, -hâşâ- Cenab-ı Hakk'ın birden fazla olduğu akla gelmemelidir. Zaten gelmez de.

Bazan biz de kendi yaptığımız bir işten bahsederken bile "Biz yaptık" demez miyiz?

İlave bilgi için tıklayınız:

- Neden `Biz`?
- İlah Kur'an-ı Kerim'in bazı ayetlerinde "Ben" veya "Biz" yerine "O" ifadsesinin üçüncü tekili kullanılıyor; Bunun nedeni nedir?..

18 Bakara sûresinde "Ey iman edenler râinâ demeyin unzurna deyin." diye âyet geçiyor. Râinâ ve uzurna ne demektir?

"Ey iman edenler! 'râine' demeyin, 'unzurna' deyin ve iyi dinleyin, kâfirler için elemli bir azap vardır."(Bakara, 2/)

Kur'ân'da seksen sekiz yerde müminlere "Ey iman edenler!" diye hitap buyurulmuştur.

Ey iman şerefiyle şereflenmiş olanlar "râinâ" demeyiniz de "unzurnâ" deyiniz, ve kulak veriniz, dinleyiniz! Rainâ "bize mürâat et" demektir.

Mürâât: Müfâale babından ra'y ve riayette mübalağa veya müşareket ifade eder. Ra'y ve riayet, bir kimsenin, başkasının işlerini çekip çevirmesi, yönetip tedbir etmesi, onun lehine olacak şeyleri tedarik edip, ona fayda sağlaması ve korunmasına özen göstermesi demektir ki, hayvanat hakkında gütmek, insanlar hakkında da siyaset adı verilen yönetmek anlamına gelir. Nitekim siyaset ilmine, "ilmü'r-riaye" yani yönetim ilmi adı da verilir. Mürâât da, riayet de mübalağa veya karşılıklı riayet demek olur. Bir insanın haline müraat etmek, ne yapacağını, halinin nereye varacağını gözetmek, murâkabe etmek, saygı ile dikkate almak mânâsına da gelir ki, bizim dilimizde riayet bu anlamda kullanılır.

Başlangıçta Peygamber Efendimiz (asm) tarafından bir şey tebliğ ve tâlim buyurulduğu zaman, ara sıra Müslümanlardan bazıları yani "Bize riayet et ey Allah'ın resulü." derlerdi ve bununla "Bizi gözet, acele etme, müsaade buyur ki anlayalım." demek isterlerdi. Cenab-ı Allah, böyle demeyi, bu "râinâ" tabirini kullanmayı yasaklayarak demeyiniz, bu tabiri kullanmayınız da "unzurnâ"bize bak, bizi gözet, deyiniz ve söze de iyi kulak veriniz, dikkatle dinleyiniz, iyi belleyip akılda tutunuz, buyuruyor ki, bunda çok ince ve mühim bir edep öğretimi vardır.

Gerek ilim öğrenmede, gerek diğer nasihat ve tâlimatları anlama hususlarında Resulullah (asm) ile ümmeti arasındaki sosyal durumu ve buna göre İslâm'daki velayet-i âmme (genel velayet) ilişkisinin özünü ve hakikatini ve resmiyetteki teşrifât (protokol)ın asıl mahiyetini de ifade etmektedir. (Râinâ) demeyiniz. Acaba niçin?

Birincisi: Yahudiler arasında birbirlerine sövmek için kullandıkları meşhur bir kelime vardı, "râînâ" derlerdi, bu tabir Arapça "bizim çoban" demek olduğu gibi, İbrânî ve Süryanî dillerinde "Dinle a dinlenmeyesi, dinle a sözü dinlenmez herif!" gibi hakaret ve alaya alma mânâsı ifade eden bir kelimeymiş. Müslümanların Hz. Peygamber'e karşı böyle diye hitap etmelerini, Yahudiler fırsat bilerek ve kendi dillerindeki kelimesini andıracak şekilde ağızlarını eğerek, bükerek, sövmek ve hakaret kastiyle "râînâ" demeye başlamışlardı. Sa'd b. Muaz Hazretleri, bunu işitmiş, "Ey Allah'ın düşmanları, lanet olsun size, vallahi hanginizin, Resulullah'a karşı bunu söylediğini bir daha işitirsem boynunu vururum." demiş, onlar da buna karşı "Siz böyle söylemiyor musunuz?" diye kaçamak bir cevap vermişlerdi. Bunun üzerine işte bu âyetin inmiş olduğu rivayet edilmiştir.

Nisa Sûresi'nde,

"Yahudilerden bir kısmı kelimeleri yerlerinden değiştirerek, dillerini eğerek, bükerek ve dine saldırarak, peygambere karşı da, "işittik ve isyan ettik, dinle ey dinlenmez olası, râinâ', derler." (Nisa, 4/46)

âyeti bu hadiseyi açıkça göstermektedir.

İkincisi: (Râinâ) emri, ahmaklık ve kabalık mânâsına "ruûnet" masdarından sıfatına da lafız olarak benzer bir kelimedir. Bundan dolayı da bir çirkin cinâs vardır. Bu ise edebe aykırıdır. Her iki sebeple nehiy, kelimenin çirkin olan ikinci bir anlamından dolayı sırf lafzî anlamda bir edebe dayanmaktadır. Riayetle nazaret arasındaki mânâ farkından dolayı değildir

Üçüncüsü: "Mürâât" riayetten müfâale vezninde olduğu ve iki kişi arasında müşareket ifade ettiği için, taraflar arasında müsâvat, yani eşitlik var zannettirir. Bunu söyleyenler, sanki, "Sen bize riayet et, sözümüze kulak ver ki, biz de sana riayet edelim, biz de senin sözünü dinleyelim." demiş gibi olurlar. Böylece Resulullah'dan karşılıklı bir riâyet ve gözetim talep etmiş olurlar. Halbuki Resulullah ile ümmet arasındaki ilişki, öğretmen ile öğrenci, usta ile çırak, yöneticiler ile halk arasındaki karşılıklı taahhütlere ve nisbeten eşit şartlara dayalı bir ilişki değildir. O ilişkiyi karşılıklı şartlara dayalı böyle sosyal ilişkiler cinsinden bir ilişki sanmak, peygamberlik makamının kadrini ve kıymetini bilmemek, ayrıca toplum hayatının değişmez, zararlı ve terakkiye engel birtakım esaslara dayandığını zannetmek demek olur. Nitekim

"Sen onların heva ve heveslerine uyma!" (Maide, 5/48) ve

"Sakın o Resulü, kendi aranızda birbirinizi çağırdığınız gibi çağırmayın!" (Nûr, 24/63)

buyurulmuştur. Şu hâlde imandan sonra müminlerin sosyal durumlarını belirlemenin ve kendilerini imanın hedeflediği maksatlara ve başarılı işlere, güzel hizmetlere sevkedecek bir öndere uymanın en mühim vazifeleri olduğu; fakat bunu mürâât mânâsıyle değil, nezâret mânâsıyle alıp, ona göre güzel sosyal edep ve terbiye kuralları altında takip edip gerçekleştirmek gerektiği beyan buyurulmuştur.

Demek ki, Resulullah'a ait olan vazife mürâat değil, nazârettir. Mürâatın ise onun ümmetine düşen bir vazife olması gerekir. Bunun için ümmet, lafzî ve manevi her türlü kötü vehme düşmekten sakınmak için "râinâ" dememeli, "unzurnâ" demelidir: Öğretilen ilme, tebliğ olunan hükümlere, emirlere ve yasaklara iyi kulak verip dinlemelidir. Nezâret eden de nezâret görevinin gereklerini iyi bilmeli, ona da ümmet tarafından bu vazife ihtar olunacağı zaman, "bizi gözet" diye ihtar edilmelidir.

Dördüncüsü:Mürââtın aslı olan ra'y ve riayette hayvanî bir gözetme anlamı vardır. Nazâret ise katıksız bir insanî kavramdır. Şu halde Müslüman ümmeti, hayvanî kavramlardan uzak durmalı ve sakınmalı, insanî kavramları kabul edip, uygulamalıdır. Bunu yapmak da ümmetin kabiliyetine bağlıdır. Nitekim "Siz nasıl olursanız öyle yönetilirsiniz." buyurulmuştur.

Âyetten çıkan sonuca göre; söz konusu nazâreti talep etmek ve söz dinlemek ümmetin görevidir. Müminler başıboş, terkedilmiş, nazâretsiz bırakılmaya razı olmamalı, kendilerine nazaret edecek bir başkana, bir imama tabi olmalıdır. Bu suretle bir ümmet teşkil etmeliler, fakat "râinâ" diye müraat isteğinde bulunmamalılar, kendilerinin sürü yerine konulmasına razı olmamalılar.

Aslında âyet mutlak anlamda olduğu için, hem Asr-ı saadet'e, hem de bütün asırlara şamil olan bir hüküm taşır. Ümmetin bizzat Resulullah'a karşı "unzurnâ" demeye izinli, hatta görevli ve mecbur olduğuna bakılırsa, bu hak veya vazifenin diğer yöneticilere karşı uygulanması öncelikle istenmekte demektir. Bu mesele akâid kitaplarında imamet bahsi adıyle ve farz-ı kifaye olmak üzere söz konusu edilmiştir. Görülüyor ki, müminlere imandan sonra ilk emir bu oluyor.

19 Nebe Suresi 33’de "Göğüsleri tomurcuklanmış yaşıt kızları" bazıları kabul etmiyorlar ve kevaib kelimesinin üzüm tanesi olduğunu söylüyorlar, bu doğru mudur?

Tefsir kaynaklarının hemen hepsi, “yaşıt” manasına gelen “etrab” kelimesini kızlar için kullanmışlardır. Bu kelime şu ayetlerde geçmektedir:

“Şüphesiz Allah’a karşı gelmekten sakınanlar için büyük başarı ve mutluluk vardır. Onlara bahçeler, üzüm bağları, turunç göğüslü genç yaşıt dilberler, dolu dolu kadehler var.” (Nebe, 78/)

“Onların beraberinde, gözleri kocalarından başkasını görmeyen yumuşak bakışlı, aynı yaşta güzeller vardır.” (Sad, 38/52).

“Ve onlar yükseltilmiş döşekler / mobilyalar üzerindedirler. Biz oradaki kadınları, yepyeni bir yaratılışla yaratıp, sûret ve sîretlerini son derece güzelleştirdik. Böylece onları, ashab-ı yemin için bakire kızlar, kocalarına âşık yaşıtlar kıldık.” (Vakıa, 56/).

Bu kelimenin kadınlar / kızlar için kullanılmasında anlaşılmayan bir taraf yoktur. Bu yorumlar, değişik hadislerde yer alan “Cennet halkının hepsi 33 yaşlarında olur.” mealindeki ifadeye de uygundur.

Ancak bazı tefsirlerde erkeklerin yaşı otuz üç, kadınların yaşı on altı olacağı bilgisine yer verilmiştir.(bk. Alusî, Nebe suresi, ilgili ayetin tefsiri).

Kadınların / kızların yaşının cennette on altı-yirmi civarında olması, Nebe suresinde yer alan “Kevaib” kavramına daha uygundur. Çünkü “Kevaib” Kaib veya Kaibet’in çoğuludur. Bu kelime hem kalıbı hem de manası itibariyle “Nahid/Nahidet/Nevahid” kelimesiyle aynıdır. Erkek için “NAHİD” denildiği zaman, onun ergenlik çağına giren bir delikanlı olduğuna işaret edilmiş olur. Kadın için “NAHİDET”  denildiğinde ise, onun göğüslerinin tomurcuklandığı anlamına gelir (bk. Taberî, Razî, İbn Kesir, Şevkanî, Alusî).

Kaynaklardan bazıları Kevaib kelimesinin Kaib’in çoğulu olduğunu söylemişlerdir. Bu kelimenin erkekler için kullanılmadığını düşündüğümüzde, bunun yalnız kadınlara mahsus bir kalıp olacağından dişilik ekin olan ta harfini almasına gerek olmayabilir. Nitekim, hayız halindeki bir kadın için de “Haiz” kelimesi kullanılmaktadır. Çünkü erkek hayız görmez, bir karışıklık söz konusu değildir.

Dahhak da “Kevaib” kelimesinin bakire kızlar manasına geldiğini belirtmiştir (Lubab, İlgili ayetin tefsiri).

İmam Maverdi’ye göre, “Kevaib” iki manaya gelir. Birincisi İbn Abbas’a ait olup “Nevahid = Erginlik çağına girmiş kızlar” manasına;  diğeri Dahhak’a ait olup “Azârâ = bakire kızlar” manasına gelir(bk. Maverdi, ilgili ayetin tefsiri).

Bu açıklamalardan anlaşılıyor ki, Nebe suresindeki ayette “göğüsleri tomurcuklu” şeklinde tercüme edilen “kevaib”in asıl manası erginlik çağına ermiş, bakire genç kızlar demektir. Erginlik çağına girmiş kızların bu erginlik çağının ilk belirtisi göğüslerinin tomurcuklanması olduğu için, kaynaklarda daha çok bu mana verilmiştir. Halbuki asıl mana “ergenlik yaşına ermek” tir; “göğüslerin tomurcuklanması” ise asıl mana değil, lazım-ı manadır. Nitekim İbn Aşur’a göre de “Kevaib”, Kaib’in çoğuludur, on beş ve civarındaki yaşa girmiş (erginlik çağına girmiş) kızlar içi kullanılır. Çünkü o çağa ayak basmış kızların göğüsleri tomurcuklanır (bk. İbn Aşur, ilgili ayetin tefsiri).

Bu sebeple ve de özellikle hissiyatı mülevves olan bu asırda kelimenin asıl manasını ön plana almak ve ilgili ayeti “ergenlik çağına girmiş genç yaşıt kızlar” şeklinde meallendirmek daha uygundur.

Bizim kanaatimize göre de, ayette “göğüslerin tomurcuklu” vasfına değil, “kızların erginlik çağına” işaret edilmiştir. Bu mana Kur’an’ın belagatına, edebiyatına ve edeb-i nezihanesine daha uygun görünmektedir. Eski zamandaki hissiyatın safiyeti / duyguların safveti yanında, erkeklerin reculiyet hissiyatının bâlâ-pervâzâneleri de bu lazım-ı mananın ön plana çıkarılmasında büyük rol oynamıştır. Yani temiz ve safiyane duygularının duygusallığı sebebiyle, “Kevaib”in asıl manası olan “ergenlik çağı” ifadesi yerine, ikinci derecede bir mana olan ve asıl mananın bir gereği olan “tomurcuklu göğüsler” ifadesi tercih edilmiştir.

İlave bilgi için tıklayınız:

- Nebe Suresi 33 ve ayette geçen yaşıt kızlar ve dolu kadehler ifadesini açıklar mısınız?

20 "Müşrikleri gördüğünüz yerde öldürün." ayetini nasıl anlamalıyız?

"O halde, hürmetli aylar çıkınca artık öbür müşrikleri nerede bulursanız öldürün, onları yakalayıp esir edin, onların geçebileceği bütün geçit başlarını tutun. Eğer tövbe eder, namaz kılar, zekât verirlerse onları serbest bırakın. Çünkü Allah gafurdur, rahîmdir." (Tevbe, 9/5)

Bu ayeti kerime, o günkü müşriklerle savaşmayı emretmektedir. Ancak günümüzde de İslam toplumuna saldıran olursa, o bölge halkının kendilerine savaş açan kâfirlerle savaşması farzdır.

Âyette sayılan önlemlerin kendi içinde tutarlı olabilmesi için "öl­dürme" son çare olarak düşünülecektir. Zira önce öldürme cihetine gidildiğinde diğer önlemlerin bir anlamı kalmamaktadır. Düşmanı öldürme, zaten savaş sürecinin tabii sonuçlarından olduğuna göre, burada öldürmenin özellikle tasrih edilmesi ise -muhtemelen- diğer önlemler göz ardı edilerek bu yola gidilmemesini hatırlatmak içindir. Nitekim müteakip âyette hemen tövbe edip İslâm'a girmemekle beraber İslâm'ı Müslümanların içinde görüp öğrenmek, üzerinde düşünmek için fırsat ve bunu sağlayacak bir güvence verilmesini isteyen müşriklere bu imkânın tanınma­sı istenmiştir. Bu anlayış Kur'an'ın öldürme konusundaki diğer ifadelerine de uy­gun düşmektedir.

Haram aylardan sonra artık onlarla aranızda savaş durumu başlamıştır. Şu halde onların saldırılarını beklemeksizin hemen onlara savaş açınız, haram ve helâl farkı gözetmeden onları nerede bulursanız ve nasıl öldürebilirseniz öylece öldürünüz.

Bununla beraber sünnette müsle yapmaktan, yani burun ve kulak gibi organları kesmekten ve bir kimseyi durdurup, elini kolunu bağlayarak ok ve benzeri aletlerle yavaş yavaş ve işkence ile öldürmekten menedilmiştir. Bundan başka Hz. Peygamber (asm) buyurmuştur ki,

"Öldürme yönünden insanların en iffetlisi iman ehlidir." Ve yine "Öldürdüğünüz vakit güzellikle öldürün." diye buyurmuştur. İşin böyle olması gerektiğini şu âyetler de ima yollu anlatır:

Ve onları tutunuz, yakalayıp esir ediniz. Demek oluyor ki, tutup esir almak mümkün iken hemen öldürmeye kalkmamalıdır ve onları hasrediniz, bulundukları yerden çıkıp serbestçe dolaşmalarına, şuraya buraya gitmelerine izin vermeyiniz, onlar için her mersada oturunuz yani kaçırmamak, geçirmemek için evine, işine veya ticaret için sefere gidecek her geçidi tutup onları gözaltında bulundurunuz. Kâbe çevresinin müşrik varlığı ve egemenliğinden ebedî olarak arındırılması için lüzumlu her tedbir alınacaktı. (Kuran Yolu, Diyanet, ilgili ayetin tefsiri)

"Artık tövbe ederlerse, yani şirkten vazgeçip imana gelirlerse, namazı kılıp zekâtı verirlerse, yani namaz ve zekâtı kabul ederek Müslüman olurlarsa, hemen yollarını açınız, koymuş olduğunuz engelleri kaldırınız, yukarıda söz konusu edilenlerden hiçbirini yapmayınız, onları kendi hallerine bırakınız. Çünkü Allah gafurdur, rahîmdir. İmana girmelerinden dolayı, daha önce yapmış oldukları şeyleri, şirk, küfür ve haksızlıkları bağışlar, üstelik iman ve taatlerine ecir ve sevap da verir."

"Demek ki, o müşriklere ya ölüm ve esaret veya İslâm'a girmekten başka bir şey bırakılmamıştır. İleride de geleceği üzere, onlardan, Ehl-i kitapta olduğu gibi, cizye dahi kabul edilmeyecektir. Hasan Basri rivayet etmiştir ki; esirlerden biri, Hz. Peygamber (asm)'e işittirecek şekilde 'Allah'a tövbe ederim, Muhammed'e tövbe etmem.' diye üç kere bağırmış, Peygamber Efendimiz (asm) de 'Bırakınız, hakkı ehline tanıdı.' buyurmuştur."(Elmalılı Hamdi Yazır, ilgili ayetin tefsiri)

İlave bilgi için tıklayınız:

Yanlış yorumlanan bir ayet: "Onları bulduğunuz yerde öldürün."

21 Meryem suresinin ayeti kerimesinde cehennem için "içinizden oraya girmeyecek kimse kalmayacak" buyruluyor. Müminler dahi girecek mi?

İlgili ayetler ve açıklaması şöyledir:

Rabbine andolsun ki biz onları (öldükten sonra dirilmeyi inkâr eden kâfirleri) şeytanları ile beraber elbette ve elbette mahşerde toplayacağız. Sonra onları muhakkak cehennemin etrafında dizleri üstü hazır bulunduracağız (ki cennetlikleri görüp hasret çeksinler.)

Sonra her zümreden Rahmân'a karşı en ziyade isyankâr hangileri ise, muhakkak ayırıp atacağız.

Sonra o cehenneme atılmaya layık olanların kimler bulunduğunu elbette biz daha iyi biliriz.

İçinizden hiçbiri istisna edilmemek üzere, mutlaka herkes cehenneme varacaktır. Bu, Rabbinin katında kesinleşmiş bir hükümdür.

Sonra Allah'dan korkup, sakınanları kurtaracağız ve zalimleri de toptan cehennemde bırakacağız."

"İçinizden, oraya (cehenneme) varmayacak hiçbir kimse yoktur" mealinde­ki âyette geçen cümle ile devamı üç türlü yorumlanabilir:

a)
Bunlardan mak­sat sırattan geçenlerdir. Mümin olsun kâfir olsun bütün insanlar aynı zamanda ce­hennemin üstünde kurulmuş olan sırattan geçmek zorunda oldukları için oraya uğ­ramış olurlar. Ancak âyete göre "kötülükten sakınanlar" cehennemden esirge­nirken "zalimler diz üstü çökmüş olarak" orada bırakılacaktır.

b) Maksat kâfirler­dir ve bunlar cehenneme gireceklerdir.

c)
Potansiyel olarak her insan ameline gö­re cennete olduğu kadar cehenneme de girebilecek durumdadır. (Diyanet İşleri Başkanlığı, Kur'an Tefsiri, III / )

Besâiru'l Kur'an Tefsirinde ise şu açıklama vardır:

Evet herkes cehenneme uğrayacak, herkes cehenneme sunulacak, bu Rabbimizin kesinleşmiş bir hükmüdür. Sizin Ona uğramanız kaçınılmazdır, diyor Rabbimiz. Vazgeçilmez bir yasadır, bir hükümdür. Herkes oraya uğrayacak, ama Rabbimiz muttakileri oradan çekip kurtaracağız buyuruyor. Zâlimleri de orada diz üstü çökmüş olarak bırakacağız.

Burada anlatılan sırat köprüsünün cehennem üzerine kurulmuş olması ve herkesin oradan geçmesi anlamınadır. İmam Ahmet İbni Mes’ud, Efendimizden rivâyet ettiği bir hadislerinde şöyle buyurur:

“Bütün insanlar oraya gelir. Ondan sonra da herkes ameline göre oradan ayrılır."

Yine İbni Mesud'un rivâyet ettiği başka bir hadislerinde de şöyle buyurur:

“Orada insanlar ateşin etrafında ayakta dururlar. Daha sonra amellerine göre kimisi şimşek gibi, kimisi rüzgar gibi, kimisi kuş gibi, kimisi de en hızlı giden deve gibi hızlı geçip gider. Kimisi koşar, nihâyet onlardan en son gelecek kişinin ışığı baş parmaklarının ucunun bulunduğu yere varacaktır. İnsanlar oradan geçerken sırat sağa sola meyledecektir. Sırat oldukça kaygan ve kaydırıcı bir zemindir. Onun üstünde deve dikeni gibi dikenler vardır. Etrafında da melekler durmaktadır. Bu meleklerin yanında ateşten kancalar vardır. Melekler onlarla, onları yakalarlar.”

Evet, herkes oraya uğrayacak ama müminler, muttakiler Allah’ın izniyle cennete uçarlarken kâfirler de diz üstü cehenneme yuvarlanacaklardır.

Hadislerin ortaya koyduklarına bakılırsa yine insanlardan, Müslümanlardan kimileri günahlarının cezasını çektikten sonra tekrar cehennemden çıkarılacaktır. Hadisler konuyu böylece ortaya koymaktadır. Değilse mesele ne Mürcie’nin dediği gibidir, ne de Mutezilenin anladığı gibi. Mürcie kebire sahipleri, yâni büyük günah işleyen kimseler asla cezalandırılmayacaklar, İslâm’la beraber mâsiyet kişiye hiçbir zarar vermez. Binaenaleyh kişi müminse ne kadar günahkâr da olsa direkt cennete gidecektir derken, Mutezile de onların tamamen aksine kebire işleyenler cehennemde ebedîyen kalacaktır der. Biz böyle inanmıyoruz. Biz hadislerin delâletiyle günahkâr müminlerin cehennemde ebedî kalmayacaklarına, belli bir azabı çektikten sonra oradan çıkarılacaklarına inanıyoruz. (bk. Besâiru'l Kur'an, ilgili ayetlerin tefsiri)

İlave bilgi için tıklayınız:

Halk arasında bir düşünce var: Yalnızca Peygamberler direk Cennete gidecek, diğer herkes Cehenneme girdikten sonra Cennete girecek mutlaka her kul önce Cehenneme girecek." Bu ne derece doğru?

22 Sünnet olmak / hitan, hangi ayetlerde anlatılmıştır?

Sünnet olmak Kur’an’da yer almamıştır. Ancak Hz. Peygamber (a.s.m)’in sünnetinde / hadislerinde yer almıştır.

Hz. İbrahim, seksen yaşında iken sünnet olduğuna dair -Buharî, Müslim gibi en sahih kaynaklardan gelen- rivayetler vardır (bk. Neylu’l-evtar, 1/).

İslam’da da, “fıtrattan olduğu” ifadesiyle daha önceki peygamberlerin prensibi olarak zikredilen hususlardan biri de sünnet olmaktır.

Hanefî ve Malikî mezhebine göre sünnet olmak sünnettir, Şafiî ve Hanbeli mezhebine göre vacip / farzdır, çünkü bu İslam’ın / Müslüman olmanın bir simgesidir. (bk. V. Zuhaylî, el-Fıkhu’l-İslamî, 1/, )

Sünnet olmak, İslam’ın bir şiarıdır. Bu sebeple, şiarlar / simgeler sünnet kabilinden de olsa, farzlar gibi önemlidir. Bu sebeple, sünnet olmayı “sünnet” olarak kabul eden âlimlerin görüşlerini de bu çerçevede değerlendirmek gerekir. İslam ümmeti hayatı boyunca bu işe böyle bakmıştır.

İslam’da onlarca, farzlar veya haramlar vardır ki, Kur’an’da değil, Kur’an’ın gerçek bir tefsiri olan Hz. Peygamber (a.s.m)’in hadislerinde yer almıştır. Örneğin, namazın rekat sayısı, diğer bazı şartları, orucun, haccın, zekâtın önemli şartları Kur’an’da değil, hadislerde beyan edilmiştir. Bu konunun hikmetini idrak etmek için çok “temel usul” bilgilerine sahip olmak gerekir. İlgili kaynaklardan bunlar öğrenilebilir.

Unutmamak gerekir ki, hadis, İslam’da teşriin ikinci kaynağıdır.

“Peygamber size ne verirse onu alın, o sizi neden men ederse ondan sakının.” (Haşr, 59/7)

mealindeki ayet, hadisin teşri kayanağı olduğuna dair İslam alimleri için şaşmaz bir rehber olmuştur.

İlave bilgiler için tıklayınız:

SÜNNET (Hitan).

Sünnetin bağlayıcılığı ve, örnek alınması ve

23 Üç talakla boşanan kadınla tekrar evlenilir mi?

"Eğer koca, eşini ikinci talaktan sonra üçüncü defa boşarsa, artık başka bir kocaya varıp ondan boşanmadıkça, o kadın ilk kocasına helal olmaz. Ama bu ikinci kocası kendi rızasıyla onu boşar ve kadın ile ilk kocası Allah’ın koyduğu evlilik hukukunu yerine getireceklerine inanırlarsa, nikâhla bir araya gelmelerinde bir günah yoktur. İşte bunlar Allah’ın belirlediği hudutlardır ki bilmek isteyenler için o bunları beyan buyurmaktadır."(Bakara, 2/)

İslam dinine göre, bir erkek hanımını üç talak ile boşarsa, bu insanın tekrar hanımıyla beraber olması belirli şartlara bağlıdır. Bu şart ise, kadının başka birisi ile evlenip normal bir şekilde boşanmaları veya kocanın ölmesi sonucu eski kocasına varabilir.

İslam'ın her hükmünde sonsuz hikmetler olduğu gibi, bu hükmün hikmeti de sonsuz denecek kadar çoktur. Bir hikmeti şu olmak gerektir ki, insanlar boşamaya ve üç talak ile hanımlarını dışarıda bırakmaya kolay kolay yeltenip, karar vermesinler diye bu kanun konulmuştur. Yani bir erkek hanımına normal bir şeyden dolayı kızıp hemen “seni boşadım” demesin diye bu hüküm konmuş olabilir. Adam anlayacak ki, bu hanımı boşadım mı, o zaman sonucuna katlanmam gerekir.

Ayrıca bu durumda "hulle" dediğimiz, boşanmış bir hanımı anlaşma ile alıp, tekrar boşama da caiz değildir. Peygamberimiz (sav) bu gibi insanları lanetlemiştir.

Bir kimse karısını üç talâk ile boşadıktan sonra pişman olup tekrar onu almak ister, fakat üç talâk ile boşadığı için başka bir kocaya varmadan onunla evlenmek caiz olmadığından hülle -kısa bir zamanda boşamak şartıyla bir diğeriyle evlenme- usulüne başvurur, böyle bir şeyin İslâm'da yeri var mıdır?

"Hülle" denilen usulün İslâm dininde yeri yoktur. Bu usûlü tatbik eden de ettiren de melundur. Peygamber (sav) şöyle buyuruyor:

"Allah helal kılıcı -muvakkat koca- ve kendisi için hülle yapılan -eski koca- kimselere lanet etmiştir."(1).

Peygamber (sav) ile sahabe arasında şöyle bir muhavere cereyan etti:

Peygamber (sav):  Emanet tekeyi size haber vereyim mi?

Sahabeler: Evet.

Peygamber (sav): helal kılıcı kimsedir. Allah hem helal kılıcı, hem kendisi için helal kılınan kimselere lanet etmiştir.(2).

İbn Mesud'dan da şöyle rivayet edilmiştir: Peygamber (sav) helal kılıcı ve kendisi için helal kılınan kimselere lanet etmiştir. İslâm dini hülle meselesini lanetlediği halde bazı din düşmanları İslâm'ı lekelemek için ona mal etmek isterler. Yüce dinimize göre bir kimse zevcesini üç talâk ile boşarsa tekrar onunla evlenemez. Ancak boşanan kadın normal olarak başka bir kimse ile evlenir, ikinci kocası da ya vefat eder veya anlaşmazlık neticesinde birbirinden normal usule göre ayrılırlarsa, eski kocasıyla anlaşma sağladıkları takdirde, birbiriyle yeniden evlenebilirler. Fakat Allah'ın ve Resûlüllah'ın lanetlediği hülle usulünde olduğu gibi pazarlık yoluyla bu işi yapmak caiz değildir. Kur'ân-ı Kerîm şöyle buyuruyor:

"(Üç talâk ile) boşamış ise başka bir koca ile evlenmeden kendisi için helal olmaz"(3).

Dipnotlar:

1. Müsned Ahmed bin Hanbel.
2. İbn Mâce.
3. Bakara, 2/

(Halil Gönenç, Günümüz Meselelerine Fetvalar, s. )

24 Oruçla alakalı olan Bakara suresi ayeti açıklar mısınız?

Bakara suresi, Ayet:

"Oruç gecesi kadınlarınıza yaklaşmanız, size helâl kılındı. Onlar, sizin için bir örtü, siz de onlar için bir örtü durumundasınız. Allah, nefsinize güvenemeyeceğinizi bildiği için müracaatınızı kabul buyurdu ve sizi bağışladı. Şimdi onlara yaklaşın ve Allah'ın sizler için yazdığını isteyin. Ta fecrin beyaz ipliği siyah iplikden size seçilinceye kadar yiyin, için. Sonra da ertesi geceye kadar orucu tam tutun. Bununla beraber siz mescitlerde îtikaf halinde iken onlara yaklaşmayın. Bunlar, Allah'ın sınırlarıdır, sakın onlara yaklaşmayın. Allah, âyetlerini insanlara böyle açıklıyor ki sakınıp korunsunlar."

AÇIKLAMA

Ey müminler Oruç gecesi kadınlarınıza yaklaşmak, size helâl kılındı. Gecenin hangi saatinde olursa olsun herkes eşiyle karı koca ilişkisinde bulunabilir. Önceden olduğu gibi yatsıdan veya uykudan sonra geceleyin cinsî temas oruca engel olmaz. Buna aykırı olarak"Sizden öncekilere farz kılındığı gibi."(Bakara, 2/) ifadesinden çıkarılan geçmiş şeriatlerin hükmü, yine ilk oruçta Peygamberin sünnetinden alınmış olan eski hüküm bundan sonra kaldırılmıştır. Böylece Ramazan orucu, önceki oruçları kaldırmıştır ki bundan kitabın, sünnetin hükmünü kaldırmasının caiz olduğu da anlaşılır.

REFES: Çirkin söz, yani kinaye olarak söylenmesi gereken şeyi açık söylemektir ki kinaye olarak "cinsî birleşme"ye de denir. Burada bu mânâda olduğu üzerinde ittifak edilmiştir. Yani sözlü refes değil, fiilî refestir.

Cenab-ı Allah, Muhammed ümmetine kolaylık dilediğinden orucun vaktini kısaltmış, geceleri neshetmiş, cinsi birleşmeyi helal kılmıştır. Çünkü onlar sizin elbiseniz, örtünüz, siz de onların elbisesi, örtüsüsünüz.

Bu açık bir istiaredir. Açıklanacak olursa mânâ şu olur. İki noktadan böyle birbirinizin elbisesi durumundasınız:

a) Bir taraftan elbise gibi birbirinize sarılır, sarmalaşırsınız,

b) Diğer taraftan elbisenin ayıpları örtmesi, soğuk ve sıcaktan koruması gibi, her biriniz, diğerinin hâlini gizleyip örter, namusunu muhafaza edip, günahlardan korur. Aranızda böyle bir beraberlik ve ilişki vardır. Allah bilmektedir ki, bundan önce muhakkak siz, kendinize hiyanet ediyordunuz. O beraberlik dolayısiyle sabredemiyor, nefislerinizi, sevabın eksiltilmesine ve azaba maruz kılarak kendinize haksızlık ediyordunuz. Bundan dolayı Allah, sizin yüzünüze baktı, tövbenizi kabul ve sizden oruç gecesi cinsî münasebet günahını af edip sildi. Şimdi onlara yaklaşın ve Allah'ın sizin için ezelde yazdığı, takdir ettiği, Levh-i Mahfuz'a nakşettiği nesli isteyin. Diğer bir mânâ ile Allah'ın meşru kıldığı üreme yolunu arayın. Üçüncü bir mânâ ile Kadir Gecesi'ni arayın.

MÜBÂŞERET: Beşere, beşereye gelmek, yani çıplak deri, deriye dokunmaktır. Bu münasebetle cinsî ilişkide mübâşeret denir ki burada maksadın bu olduğu üzerinde ittifak edilmiştir. Bu "Mübaşeret ediniz, yaklaşınız!" emrinin, "yiyiniz" gibi ibâha (mübahlık bildirmek) üzerinde de ittifak edilmiştir. Yani, "Mübaşerette bulununuz." demek, "Cinsî münasebette bulunabilirsiniz, yasak değildir." demektir. Bunun arkasında "Allah 'ın sizin için yazdığı nesli isteyin." ifadesi, şunu gösteriyor ki birleşmeden maksat çocuk olmalı, yalnızca şehevî arzuyu tatmin peşine düşülmemelidir. Çünkü şehvetin yaratılmasının ve nikahın meşru kılınmasının hikmeti, üreme ve cinsin devamıdır. Sadece şehveti tatmin değildir. Bu "isteyin" emrinin, azli yasaklamak olduğu da söylenmiş ise de "ibtiğa" fiilinin mef'ulü olan açık olmadığından kesin değildir. Ancak hadislerden de anlaşıldığı üzere mekruh olduğuna işaretten de uzak kalamaz.

Kısaca oruç gecesi, o şekilde cinsî münasebette bulunun ve yiyin, için ta siyah iplikten beyaz iplik size seçilinceye kadar bunlar helal ve mübahtır. Fakat yanlış anlamayınız, hangi beyaz iplik bilir misiniz? Fecirden olan, fecr-i sadıktan bir parça bulunan beyaz iplik. Yani sabahleyin şafak sökünceye, tan yeri iplik gibi ağarıncaya kadar, bütün gece bunlara izin vardır. İmsak vakti, sabahın bu beyaz ipliğin ortaya çıkacağı andır. Burada "Hatta" kelimesinin sonrası, öncesine; ıstılahî tabiri ile gaye mugayyâda dahil olmadığı için, beyaz iplik seçildiği zaman imsakın da başlamış bulunması farzdır. Şüpheli olursa yememek müstehabdır. Yenirse kaza lazım gelmez. Çünkü seçilip ortaya çıkmak kesin bilgi demektir.

Bu "fecirden ibaret" kaydının, sonradan nazil olduğu rivayet edilmiştir. Şöyle ki:

Bundan önce bazı kimseler biri beyaz, biri siyah iki iplik alır; bunlar birbirinden seçilinceye kadar imsak yapmazlarmış. Bu hadise üzerine "fecirden ibaret" açıklaması nazil olarak, kastedilen mânâ açıklanmış; beyaz iplik hakikat olmayıp, bilinen bir mecaz olan fecrin başlangıcı olduğu ve şer'î günün buradan başladığı anlaşılmıştır.

Bunun için usûl ilminde bu beyanın, ihtiyaç vaktinden sonra olup olmadığı münakaşa edilir ki doğrusu değiştirme beyanının, ihtiyaç vaktinden geri bırakılması caiz değildir. Bu rivayete göre ihtimalin kalkması, değişme beyanı değil; tebdil beyanı, yani nesih sayılması gerekir. İmsakın hakikati, fecr-i sadık (doğru fecir)tır. Fecr-i kâzibe ancak "kâzib, yalancı"kaydıyla fecir denir. Bunun için günün başlangıcının ve imsakın vacib oluşunun, fecr-i sadıkın başından başladığına dair icma (ittifak) vardır. Böyle olmakla birlikte buna şöyle bir soru yönetilmiştir:

- Beyaz ipliğe benzeyen sabah beyazlığı, fecr-i kâzibin beyazlığı olmalıdır. Çünkü bu, dik ve uzun olduğundan ipliğe benzer. Fecr-i sadıkın beyazı ise ufukta daire şeklinde olur. Bu yüzden imsakın, fecr-i kâzibden başlaması lazım gelmez mi?

Cevab: Lazım gelmez. Çünkü yemenin haramlığını gösterecek olan beyazlık miktarı, fecr-i sadıkın başlangıcı ve ilk anıdır. Fecr-i sadık, ilkin yayılmadan önce küçük ve ince olur. Ufukta daire şeklinde olması, ipliğe benzetilmesine engel değildir. Hatta fecr-i kâzib ile fecr-i sadık arasında şöyle bir fark vardır: Fecr-i kâzib incecik doğar, fecr-i sadık önce incecik görülür ve uzayarak yükselir. Beyaz iplik burada bilinmektedir. Bundan dolayı öyle bir soruya asla yer yoktur.

Ebu Hüreyre Hazretleriyle Hasen b. Salih b. Cinnî, cünüb olup da gusletmeden sabahlayanın orucunun sahih olmayacağı görüşüne sahip olmuşlardır. Fakat bu âyette fecrin açılmasına kadar cinsî münasebet caiz kılınmış olunca, guslün sabaha ertelenmesi de zaruri olarak caiz kılınmış olacağından âlimlerin çoğunluğuna göre vaktinde imsak eden kimsenin cünüb de olsa orucu sahih olur.

İşte bu izin içinde fecrin, beyaz iplik gibi doğu ufkunda görülmeye başladığı anı aşmamak şartıyla gecenin sonuna kadar yiyip içiniz, cinsî münasebette bulununuz, sonra o andan itibaren tutup, ertesi geceye kadar orucu tamamlayınız, orucu tam olarak tutmuş bulununuz. Yani yalnız yiyip içmekten ve cinsî münasebetten değil, bunlara ilave olmak üzere, bedeninizin iç kısmına herhangi bir şeyin girmesinden oruç niyetiyle kendinizi menediniz. İşte meşru olan oruç, böyle niyetle fecrin başlangıcından günün sonuna kadar, tam olarak kendini oruca mani olacak şeylerden alıkoymaktan ibarettir. Orucun şer'î mânâsı, bu tafsilat ve buna bağlı açıklamalar çerçevesinde sözlük mânâsına ilave edilen kayıtlar ve şer'î sınırlarla sözlükteki imsaktan, özel bir türdür. Bu kayıtlar da imsak vaktinin ölçüleridir. "Orucu tamamlayınız" sözü, oruç niyetini gerektirdiği gibi "sonra" sözü de bu niyetin, gündüzün de olabileceğini gösterir. İbadetler, isteğe bağlı birer fiil olmaları bakımından istemek demek olan niyetle beraber olmaları, mahiyetlerinin gereğinden bulunduğu gibi, "Ameller ancak niyetlere göredir." hadis-i şerifi gereğince, şeriatin genel kaidelerinden olduğu da bilinmektedir.

Bu bakımdan orucun farzları üçtür:

a) Vakit,
b) Niyet,
c)
İmsak.

Bu âyet gereğince orucun vakti, fecrin doğuşundan güneşin batışına kadar olan şer'î gündür. Güneşin doğuşundan batışına kadar olan örfî veya astronomik gün değildir. Niyetin de günün çoğuna eklenmiş olması gerekir. Fakat kendini oruca mani şeylerden çekme işinin, günün başından sonuna kadar bütün günde tamamen bulunması farzdır.

Beyaz ipliğin görülmesinden itibaren tutulmazsa oruç sahih olmaz. Gecenin başından sonuna kadar hiçbir bölümü, orucun vakti değildir. Bunda orucu bozan şeylerin hepsi mübahtır. Bazı kimseler, fecirden güneşin doğuşuna kadar sabah vaktinin, şer'î güne dahil olmasına dayanarak, güneşin batışından kızıllığa kadar, yani akşam vaktinin de kıyasen gündüzden sayılması lazım geleceği ve hatta yıldızlar doğuncaya kadar orucun devam etmesi gerekeceği görüşüne sahip olmuşlarsa da bu kıyas fasiddir. Çünkü günün başında "fecirden" buyurulmuş, sonra tamamlamaya: "geceye kadar" ile son verilmiştir. Güneşin batmasından sonra, doğu tarafından karanlık ortaya çıkar çıkmaz da akşam olmuş, örfî gece girmiştir. Burada gayenin mugayyaya dahil olmasının ihtimali yoktur. Bunu sabaha kıyas etmek nassı değiştirmek demektir. Zaten nüzul sebebinden anlaşıldığı üzere akşamdan yatsıya kadar olan zaman, gecelerin oruca dahil olduğu geçmiş zamanda bile dahil değildi.

Bununla beraber Caferiye mezhebinde bulunan Acemler, yıldızı görmeden iftar etmezler."Sonra orucu geceye kadar tamamlayınız."emrine dikkat edilir ve orucun sözlük mânâsının da kendini çekip tutmak demek olduğu düşünülürse; şer'î orucun, sözlükteki tutmak mânâsından hiçbir eksiği olmaması, sırt ve karın bütün organların oruç üzere bulunmasının gereği anlaşılır. Mesela, dilin orucu, yalandan, dedikodudan, gereksiz sözlerden onu tutmak; gözün orucu, şüpheli yerlere bakmaktan onu alıkoymak; kulağın orucu, çalgı ve oyun aletleri gibi şeyleri dinlemekten uzak durmak olduğu gibi; nefsin orucu, şehvet ve arzulara karşı kendini tutmak; kalbin orucu, dünya sevgisinden uzak durmak; ruhun orucu, nimetlerden ve ahiret lezzetlerinden kendini tutmak; sırrın orucu, Allah'tan başkasını görmekten kendini uzak tutmaktır.

Tamamlama emri, bütün bunlara delalet ederse de hepsinin vücub yoluyla olduğu iddia edilemez. Öncesinde özellikle yeme, içme ve cinsî münasebetten söz edilmiş olması karinesiyle farz olan imsak, bunlardan ve bunlara ait olan şeylerden bedenin içi hükmünü taşıyan iç kısmını tutup alıkoymaktır ki bu da gusülde yıkanmayan yerlerdir. Bunun dışındakiler mendub ve fazilet cinsindendir, orucun adabındandır. Bu şekilde İslâmî oruçta geceler, vakitten hariç tutulmuş ve başka zaman helâl ve mübah olan şeyler, oruç gecelerinde de helâl kılınmış olduğundan, ey müslümanlar! gündüzleri oruç tutmakla beraber, geceleri bunları yapabilirsiniz. Fakat siz mescitlerde itikaf halindeyken ne gece, ne de gündüz kadınlarınızla asla cinsî temasta bulunmayınız.

Sözlükteitikaf, bir yerde kendini hapsederek durup beklemektir. Dinî açıdan bir mescitte itikaf niyetiyle durmaktır. Buradaki mescit kaydı, işte bu dinî mânâyı tayin eder. Başka bir kayıt bulunmadığı için bu bekleyiş, bir saat bile olsa, şer'î itikaf bulunabilecek gibi görünür. İmam Muhammed'in zahir rivayeti de böyledir. Bu durumda itikafta orucun şart olmaması lazım gelir. Buna nafile itikaf denir ki oruçlu oruçsuz sahih olur. Fakat âyetin gelişine bakılırsa itikafın, orucu gerektirdiği anlaşılır. Zira,"Onlarla cinsi münasebette bulunmayınız."yasağı, oruç gecelerindeki cinsî münasebetin mübah olduğu hükmünü tahsis yerinde olmakla, itikafta orucun şart olduğuna ve bundan dolayı itikaf müddetinin bir günden daha az olamayacağına delalet eder ki bu da asıl şer'î itikaftır. "Oruç olmadıkça itikaf yoktur." hadisi de bunu teyid eder.

İmam-ı Azam'dan bunun ancak büyük bir camide olabileceği ve en azından beş vakit namaz kılınan bir mescitten başkasında sahih olamayacağı rivayet edilmiştir. "Câmi bir mescitten başkasında itikaf olmaz." hadis-i şerifi gereğince mescit, mükemmeline yorumlanmış demektir. Ancak kadınlar için evlerindeki mescitten başkasında itikaf caiz olmaz. Peygamber (s.a.v.) bunu yasaklamıştır. İtikaf, şarta bağlı veya kesin adakla vacib olur. Ramazanın son on günü içinde, yani yirmisinden sonraki günlerde müekked sünnet, diğerleri müstehabdır. Çünkü Buharî ve Müslim'de de rivayet edildiği üzere Peygamber (s.a.v.) Efendimiz, Medine'yi teşriflerinden vefatına kadar Ramazanın son on gününde itikafa devam etmiştir. Ancak bir defasında temiz eşlerinden Hz. Aişe, Hz. Hafsa ve Hz. Zeyneb'in de sonradan gelip Mescid-i Şerif'te birer çadır kurarak itikafa girmeleri üzerine bunları menetmiş ve kendisi de o sene Ramazanda itikafı terk edip ta Şevval'in ilk on gününde itikafa girmiştir. Bu ise hiç terketmemeye denktir. Bunun için Zührî demiştir ki: "Acaba insanlar itikafı nasıl terk ediyorlar? Halbuki Resulullah, bazı şeyleri yapar, terkederdi. İtikafı ise vefatına kadar terketmedi." Bu kadar devamın, vacib olduğuna delil olması lazım gelirdi. Fakat ashabdan itikaf yapmayanlar da bulunuyordu ve Resulullah, bunlara bir şey demiyordu. Onların bu hâlini reddetmemekle beraber devam etmek ise vücub delili değil, sünnet delili olur. Bununla beraber bir Ramazanda bırakmış olması da vacib olmadığına delalet edebilir. Fakat Şevvalde yine yapmış olması da itikafsız hiçbir sene geçirmediğini ispat eder. Bundan dolayı yapmayanları hoş görmesi yönü olmasaydı, hiç olmazsa senede bir itikaf vacib olurdu.

İtikaf,eski şeriatlerdendir. Katâde'den rivayet edilmiştir ki önceleri bir adam itikafa girerdi ve arada çıkar, eşiyle yatar, yine dönerdi. Bu nass ile bu durum yasaklanmıştır. Bu yüzden İslâm şeriatinde kadınlarla cinsî münasebette bulunmak itikafı bozar. Önceki gibi burada geçen "mübaşeret" kelimesinden maksat da cinsî münasebettir. Fakat İmam Şafiî Hazretlerinden bir rivayette bu ikincisi, cinsi münasebetten daha geneldir ve iki cildin birleşmesi mânâsınadır ki buna göre şehvetle kadına dokunmak da itikafı bozar. İşte anılan hükümler, Allah'ın koyduğu kanunlardır, yahut yasak sınırlardır.Bu yüzden onları aşmak öyle dursun, onlara yaklaşmayın bile.

Nitekim bir hadis-i şerifte de: "Her hükümdarın bir korusu vardır. Allah'ın korusu da yasakladığı, haram kıldığı şeylerdir. Koru etrafında otlayanlar da içine düşme tehlikesiyle karşı karşıyadır." buyurulmuştur. Böylece haram ve yasaklara yaklaşmaktan sakındırılmıştır ki fıkıh ilminde bundan sedd-i zerîa (zararı önleme) kaideleri çıkarılmıştır. Görüyorsunuz ya Allah insanlara, koyduğu hükümleri gösterecek âyetlerini böyle edebî bir beyan ile açıklıyor. Ki korunabilsinler, emir ve yasaklarına aykırı davranmaktan sakınıp, Allah'ın korumasına kavuşmuş olsunlar.

Şimdi ey müminler! Bu sayılı günlerin oruçlarını ikmal edip tamamladıktan ve Allah'ın yasak sınırlarına yaklaşmama terbiyesini aldıktan sonra siz yine, "yiyiniz" iznine dönerek, bayram yaparak yiyip içeceksiniz

(Elmalılı M. Hamdi YAZIR, Hak Dini Kur'an Dili)

25 Duha suresinin açıklaması ve iniş sebebi nedir?

"1. Güneşin yükselip en parlak halini aldığı kuşluk vaktine,
2. Sükûnete erdiği dem geceye yemin olsun ki:
3. Ey Resulüm! Rabbin seni terk etmedi, sana darılmadı da.
4. Elbette senin için her zaman, işin sonu, başından daha hayırlıdır.
5. Elbette Rabbin sana ileride öyle ihsan edecek, ta ki sen de ondan ve verdiğinden razı olacaksın.
6. Seni yetim bulup barındırmadı mı?
7. Seni dinin hükümlerinden habersiz bulup seçerek dosdoğru yola koymadı mı?
8. Seni muhtaç bulup ihtiyacını gidermedi mi?
9. Öyle ise, sakın yetimi güçsüz bulup hakkını yeme, sakın onu küçümseyip üzme.
İsteyene de kaba davranma, onu azarlama.
Rabbinin nimetlerini ise durmayıp söyle!"
(Duha, 93/)

Rivâyetler; Rasûlullah (asm)'e, gelen vahyin bir müddet kesildiğini, Cibrîl (as)'in bu süre zarfında görünmediğini, bunun üzerine müşriklerden bazılarının, "Rabbi Muhammed'e küstü, onu terk etti."iddiasında bulunduklarını, bazılarının ise -vahyin şeytandan geldiğine inandıklarından;"Şeytanı onu terk etti." dediklerini naklederler. (el-Vâhidî, "Esbâbü'n-Nüzûl ", Sûretu ve'd-Duhâ; Buharî, Kitâbü't-Tefsîr, Sûretu ve'd-Duhâ)

Teblîğ görevine başladığından beri müşriklerin sert tepkileriyle karşılasan Rasûlullah (asm), bu defa onların alaylarına muhatap oluyordu. Haliyle bu durum onu çok üzüyor, âdetâ dünyayı kendisine zindan ediyordu. Ancak, O (asm) bir peygamberdi ve her ne pahasına olursa olsun görevini eksiksiz yerine getirmesi gerekiyordu. Onun en büyük yardımcısı ve koruyucusu da hiç şüphesiz Rabbi idi. Rabbinden kendisine gelen vahiy, ona bir taraftan bu meşakkatli yolda nasıl hareket etmesi gerektiğini bildiriyor, diğer yandan güç ve huzur veriyordu. Vahiy onun için, âdetâ uzun bir yola çıkmış yolcunun hem azığı hem de can yoldaşı durumundaydı. Vahyin kesilmesi onu bu azıktan ve kendisiyle teselli olacak dosttan mahrum bırakmıştı.

Peygamber (asm)'e huzur ve güven veren, içine düştüğü sıkıntıyı gideren bu sûre, iste böyle bir zamanda nazil oldu. Bu sebepledir ki, asıl konuyu, Rasûlullah (asm)'ı teselli etmek ve bundan sonraki mücadelelerinde, karsılaşabileceği her türlü engelin üstesinden gelebilmesi için ona manevî güç kazandırmak teşkil eder.

Sûre mealen şöyle başlıyor:

"Andolsun kuşluk vaktine! Sükuna vardığında geceye (ki), Rabbin seni ne terk etti ne de darıldı."()

Yüce Rabbimiz, kuşluk vaktine ve sükûna vardığı zaman geceye yemin ederek başlıyor. Böylece bu iki ânın önemine dikkatleri çekiyor. Kâinat hadiseleriyle rûhî duyguları birbirine bağlıyor. Âdetâ Resûlüne, sûrenin basından itibaren çevresini dost varlıklarla doldurduğunu imâ ediyor, yalnız başına ve kimsesiz olmadığını hatırlatıyor. Peygamber (asm)'i üzmek, onu ye'se düşürmek ve savunduğu davadan vazgeçirmek için müşriklerin:

"Rabbi onu terketti." demelerine cevap olarak; "Rabbin seni ne terk etti ne de darıldı."(3) buyurmaktadır.

Onların iddia ettikleri gibi Rabbin seni asla terk etmez. Sen onun sevgili kulu ve Rasûlüsün, sen yüce bir dâvânın tebliğcisisin, sen onun tarafından yetiştirilip korunmaktasın, nasıl terk etsin seni? "Âhiret elbette senin için dünyadan daha hayırlıdır. "(4)

Rabbin, sana bu dünyada da verecek. Ancak senin için öbür dünyada, bu dünyadakilerden daha güzel, çok daha mükemmel mükâfatlar hazırlamıştır:

"Şüphesiz Rabbin sana verecek ve sen hoşnut olacaksın. "(5)

Rabbin, senin için, hoşlanacağın her şeyi hazırlamıştır. Bu dünyada davanı başarıya ulaştıracak, yolundaki engelleri kaldıracak, savunduğun düzeni galip getirecek, seni ve davanı üstün kılacaktır. Bundan hiç şüphen olmasın. Nitekim:

"O, seni öksüzken barındırmadı mı? Sen bilmezken doğru yola eriştirmedi mi? Fakirken zenginleştirmedi mi?"()

Evet, Cenâb-ı Allah, sevgili Peygamberine (asm), geçmişine söyle bir bakmasını tavsiye ediyor. Kimsesiz iken onu korumuş, şaşkın bir durumdayken hidâyete erdirmiş ve fakir iken sonsuz ihsanı ile onu herkesten zengin kılmıştır. Henüz küçücük bir yavru iken de, annesini kaybederek hem ana hem de babadan yetim ve öksüz kalan sevgili Peygamberini (asm) korumuş, sapık bir cahiliyye ortamında yetiştiği halde onu sirkten korumuştur. Ne şirk pisliğine bulaştırmış, ne de muharref dinlerden Yahudilik ve Hristiyanlığa meyletmesine müsaade etmiştir.

Peygamberlik görevini yaparken, kendisini engellemek isteyen müşriklere karşı, amcası Ebu Tâlib'i kendisine yardımcı kılmış, mal bakımından fakir olmasına rağmen gönülce zenginlerin en zengini yapmıştır.

Sûrenin buraya kadar olan kısmı, müşriklerin, "Rabbi Muhammed'e küstü, O'nu terk etti." gibi iftiralarına bir cevap ve vahyin yalnızca Allah'tan olduğunu beyan eder mahiyettedir. Ayrıca sevgili Resûlü’ne ihsan ettiği nimetleri de hatırlatmakta, buna bir şükran olarak kendisinden nasıl davranması lazım geliyorsa öylece davranmasını istemektedir:

"O halde yetime zulm etme. Dilenciyi de azarlama. Sadece Rabbinin nimetini (hatırla ve) anlat. "()

Rabbi onu yetimken koruduğunu, kararsız iken onu hidayete erdirdiğini, fakir iken zenginleştirdiğini belirtmişken, hem kendisini hem de pesinden giden ümmetini, her yetimi korumaya, her muhtaca destek olmaya ve Allah’ın üzerlerindeki nimetini hatırlamaya yöneltiyor.

Yetime zulmetmekten nehyettiği gibi, ikram edilmesini de emrediyor. İkram ederken, ona verirken de gönlünü kırmadan, horlamadan, haysiyetini zedelemeden vermeyi emrediyor.

26 Allah Kur'an'da neden, "biz onların kalplerini ve gözlerini" diyerek çoğul kullanıyor da, "kulağına" diyerek kulağı tekil kullanıyor?

Ayetin meali şöyledir:

“Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir, gözlerinde de kalın bir perde bulunmaktadır ve onlar için büyük bir azap vardır.” (Bakara, 2/7)

Ayetin kısa bir açıklamasını verdikten sonra, kelimelerin tahlilini aktarmaya çalışacağız:

Ayet, önceki ayette bildirilen belli kâfirlerin iman etmemelerinin sebebini ve onu gerektiren durumu beyan eder.

Aslında kalplerinde bir mühür ve gözlerinde bir perde yoktur. Bundan murat, küfür ve günahı hoş gösteren, iman ve taatı da çirkin gösteren bir durumun nefislerinde meydana gelmesidir.

Bu durum,
- Yoldan sapmaları,
- Taklidde kalmaları,
- Sağlıklı bir bakıştan yüz çevirmeleri sebebiyledir.

Böylece artık onların kalplerine hak nüfuz etmez, kulakları mühürlenir, öğüt alamazlar. Afak ve enfüste dikilen ayetler (bk. Fussılet, 41/53), bunlardan ibret alanlara çok manalar ifade ederken, bunlara fayda vermez. Böylece sanki perdelenmiş gibi olur, görmeleri engellenir.

Cenab-ı Hakk'ın böyle "mühür" ve "perde" ile anlatması, istiare yoluyla bir anlatımdır. (bk. Beydavi, Tefsir, ilgili ayetin tefsiri)

İstiare, bir kelimenin mânasını geçici olarak başka mânada kullanmak veya herhangi bir varlığa ya da mefhuma asıl adını değil de, benzediği başka bir varlığın adını verme san’atıdır. “Adam sevinçten uçuyordu.” dediğimizde, “uçuyordu” kelimesinde istiare vardır. Kuşa ait olan bu özellik, mecazi anlamda çok sevinçli kimse hakkında kullanılmıştır. Onun gibi, kâfirlerin kalplerinde bir mühür ve gözlerinde bir perde olmamakla beraber, bu kelimeler kullanılmak sûretiyle iman etmemeleri ve gerçekleri görmemeleri çok daha etkili bir şekilde anlatılmıştır.

Kur'ân-ı Kerîm'de insanların doğru yoldan sapmaları (dalâlet) veya doğru yolu bulmaları (hidayet), iyilik veya kötülük yapmaları, bunlardan birini tercih etmeleri (irade, meşîet); hakikate his, düşünce ve idrak kapılarını kapamaları (mühürleme, perdeleme) sonucunu doğuran fiiller, birçok âyette Allah'a nispet edilmekte, Allah'ın onlara böyle yaptığı, yaptırdığı ifade edilmektedir.

Allah Teâlâ ilim, hikmet ve adalet sahibi olduğuna göre hem kullarına, onların irade ve etkileri olmadan günah isletmesi, onları doğru yoldan saptırması, kalplerini mühürlemesi hem de bunlardan dolayı kullarını ayıplaması, cezalandırması düşünülemez.

Ayrıca pek çok âyet ve hadiste kulların iradelerinden, belli alanlarda hürriyete sahip olduklarından ve serbest tercihleriyle yapıp ettiklerinin iyi veya kötü sonucunu elde edeceklerinden söz edilmektedir.

Aklın hükmünü ve naklin (vahiy) rehberliğini birlikte değerlendiren Ehl-i sünnet âlimleri şöyle bir sonuç çıkarmışlardır: Kader Allah'ın ezeldeki bilgisi ve hükmü, kaza ise yaratılmışlar âleminde kaderin icrasıdır, yerini bulması ve uygulanmasıdır. Kulların hür ve serbest bulundukları alanda ne yapacaklarını, neyi tercih edeceklerini ezelde bilen Allah Teâlâ, o alanda kader ve kazâsını bu hür tercihe uygun kılmıştır. Bu düzeni kuran güç ve irade, varlıklara mahiyet ve özelliklerini veren yaratıcıdır.

Bu noktadan bakıldığında kulun serbest iradesiyle yaptığı fiiller de dahil olmak üzere, her şey O'nun ilim ve iradesine uygun olarak oluşmakta ve gerçekleşmektedir. O istemeseydi kul irade ve tercih sahibi olamazdı; hayrı veya şerri, doğruyu veya yanlışı, küfrü veya imanı tercih edemezdi; kulağını hak davetine açamaz veya tıkayamazdı. Bu anlamda "hidayete erdiren, saptıran, mühürleyen, hayrı veya şerri işleten Allah'tır."

Bu makro düzeyden mikro düzeye inilerek kulun hayatı, idrak ve şuuru içinde olup biten davranışlara bakıldığında, kula ait hürriyet, irade ve tercih ortaya çıkmakta, etkili olmaktadır. Davranışları değerlendirmeye, aidiyeti tespite böyle yaklaşıldığında, doğru veya yanlış yola giren, hayır veya şer işleyen, mümin veya kâfir olan, idrakini sınırlayıp karartanın kulun kendisi olduğu anlaşılmaktadır.

Ayet ve hadisler farklı üslûplarla bu iki bakış açısını da dile getirmekte, gerçeğin her iki yönden de görünüşünü vermektedir. Nitekim Nisa sûresinin âyetinde kâfirlerin kalplerinin kılıflanması veya mühürlenmesi, onların irade ve tercihlerini bu yönde kullanmış olmalarına bağlanmıştır. Yûsuf sûresinin âyetinde de kâfirlerin "yer ve göklerde mevcut olup Allah'ın varlık ve birliğini gösteren nice delili (âyet) görmemek için yüzlerini çevirip geçtikleri" ifade edilmiş, böylece "kalplerin kılıflanması ve mühürlenmesi"nin mânasına, sebebine ve bu oluşta kulun tesirine ışık tutulmuştur.

Şu hadîs-i şerif de konuya bir başka yönden açıklık getirmektedir:

"Mümin bir günah işlediğinde onun kalbinde bir nokta oluşturur. Kul tövbe eder, günahı terk eder ve pişmanlık duyarsa kalbinden o lekeyi siler; aksine günaha devam eder ve arttırırsa leke de artar, sonunda bütün kalbini kaplar ve kilitler. Allah'ın 'Hayır! Doğrusu şudur ki, yapıp ettikleri kalplerini kaplayıp karartmıştır.' (Mutaffîfîn 83/14) buyruğundaki 'karartma'dan maksat budur."(Tirmizî, Tefsir, 5; İbn Mace, Zühd, 29; bk. Kuran Yolu, Heyet, ilgili ayetin tefsiri)

Ayette geçen kelimelerin tahliline gelince:

"Mühürledi."

Onların iman etmeyeceklerini bildiren ayetten sonra kalbin mühürlenmesinin bildirilmesi, kötü bir amele cezanın terettüp etmesi gibidir. Sanki ayet şöyle der: "Onlar cüz'i ihtiyarilerini kötüye kullanıp iman etmeyince, kalbin mühürlenmesiyle ve kapatılmasıyla cezalandırıldılar."

Mühürlemeyi bildiren bu lafız, temsili bir üsluba ima eden mürekkep bir istiareye işaret eder. Bu temsili üslup onların dalaletlerini tasvir eder.

Çünkü bunun manası, hakkın kalbe nüfuzunun men edilmesidir. “Mühürlemek” tabiri şunu tasvir etmektedir:

Allah, kalbi mücevherat hazinesi olsun diye bina etmiştir. Sonra insan iradesini kötüye kullanınca bu kalp bozulmuş, kokuşmuş, içindekiler zehir haline gelmiştir. Sakınılması için kapatılmış ve mühürlenmiştir.

"Allah"

Burada tekellümden gayba bir iltifat vardır. Önceki ayetin sonunda “onlar iman etmezler” yani Allah’a inanmazlar, denilmişti. Bu ayetteki “Allah” lafzının o ayette niyette bulunan “Allah” lafzıyla münasebeti düşünülünce şöyle bir letafete işaret eder:“Marifetullah nuru onlara geldiğinde, kalp kapılarını açmadılar. Allah da onlara gadap edip yüz çevirdi ve kapıyı üzerlerine kilitledi, mühürledi.”

Mühürlemeyi anlatan fiil geçişli olmakla beraber, harf-i cerle kullanılması, bu mühürlemenin damgalamayı tazammun etmesindendir. Sanki şöyle demektedir:“Allah o mührü kalbe bir damga ve alâmet kıldı. Melekler onu bir işaret olarak bilir, görür.”

Keza, dünyaya bakan maddi ve süfli kalp kapısının değil, ulvi olanın kapısının kapatıldığına bir ima vardır.

"Onların kalplerini"

Kâfirlere ilahi ceza anlatılırken kalbin kulak ve gözden önce gelmesi, imanın mahalli olduğu içindir.

Keza, Saniin ilk delilleri, kalbin nefsiyle müşaveresinden ve vicdanın fıtrata müracaatından tecelli eder.

Keza, insan nefsine müracaat ettiğinde şedid bir acz hisseder, bu acz onu bir nokta-i istinad bulmaya zorlar. Ayrıca ümitlerini nemalandırmak için şiddetli bir ihtiyaç duyar. Bu da onu nokta-i istimdad aramaya mecbur eder. İstinad ve istimdad ise, ancak imanla gerçekleşir.

Kalpten murad latîfe-i Rabbaniyedir. Bu Rabbani latîfenin hislerinin zuhur yeri vicdan, fikirlerinin yansıdığı yer ise dimağdır, yoksa çam kozalağına benzeyen maddi kalp değildir.

Öyleyse buna da kalp denilmesinde, cesed için maddi kalp ne ise, insanın manevi hayatında da bu Rabbani latîfenin öyle olduğuna bir remz vardır. Maddi kalp bedenin her tarafına âbıhayat neşreder, tıkandığında ve durduğunda cesed cansız hale gelir. Onun gibi bu latîfe de kişinin maneviyatına, hallerine, emellerine hakikatin nur-u hayatını neşreder. Kendisiyle kâinata meydan okuyabileceği o kalp -Allah korusun- iman nuru yok olduğunda, hareketsiz bir hâle gelir, sahibini karanlıklar içinde bırakır.

"Ve işitmelerini de."

Burada “ala” harf-i cerri tekrar edilmiştir. Bunda, kalp ve kulağın delillerinin müstakil olduğuna bir işaret vardır. Kalbin delilleri aklî ve vicdanî delillerdir, kulağınki ise, naklî ve hârici delillerdir.

Keza bunda kulağın mühürlenmesinin kalbin mühürlenmesi cinsinden olmadığına bir remiz vardır.

Kulaktan önce zikredilen kalp ve sonra zikredilen göz çoğul olmakla beraber kulağın tekil gelmesine gelince:

Burada kalp ve gözlerin çoğul, kulağın tekil olarak kullanılmasının hikmetlerinden biri şudur: Kalp ile gözün misyonlarını icra ettikleri alanlar çeşitlidir, yolları farklıdır, delilleri değişiktir, talim ve telkin edicileri türlü türlüdür. Üstlendikleri görevleri itibariyle çok farklı yönleri bulunan kalp ile gözün çoğul olarak kullanılması, lafzın manaya uygunluğu açısından güzel bir belagat örneğidir. İşitme organı olan kulak ise, göz ve kalbin hilafına çalışma alanı bir birlik ifade etmektedir. Yani, kulak bir anda çok sesleri birden işitip de anlayamaz. Kulak için bir anda farklı yönlerden kaynaklanan farklı bir işitme söz konusu değildir. Altı cihetten gelen sesleri aynı şekilde işitebilir. Kalp gibi manen, göz gibi maddeten sağa-sola yönelmeye muhtaç değildir.

Ayrıca kulak için kullanılan “SEM' / İŞİTME” kelimesi bir mastardır. Mastar ise, -tekil olmasına rağmen- çoğulluğu da ifade etmektedir. Keza mastar gramer bakımından bütün farklı ve çeşitli kalıpların kaynağı olduğu gibi, buradaki mastar olan "sem" kelimesi de tekil olmasına rağmen bütün farklı yönlerden gelen sesleri işiten, tekil veya çoğul olan bir yönden gelen sesleri aynı şekilde işitebilir. Bir cemaatin / çoğulun işittikleri de ferttir / tekildir, bir ferdin işittikleri de ferttir. Bu açıdan işitme olayını ifade eden sözcüğün tekil olması son derece güzel düşmüştür.

Kur’an’ın hakikatlerini ispat ve tespit etmeye yönelik -enfusî ve âfakî- delilleri araştırmaya koyulan farklı insanların gözleri ve kalpleri çok farklı dersler, farklı ibretler alabilir, farklı deliller çıkarabilirler. Aynı insanların işittikleri gerçekleri, kulakların farklı  işitmeleri söz konusu değildir. Bu da bütün kulakların aynı işitme ortak paydasında bir tek kulak haline getirmektedir. (bk. İşaratu’l-i’caz ve İbn Aşur,  ilgili ayetin tefsiri).

Diğer taraftan, kalpten sonra kulağın gelmesi ise şundandır: Kulak, insanın melekelerinin babasıdır, ona daha yakındır. Kalbin altı cihetten etkilenmesi gibi, o da her taraftan gelen seslerden etkilenir.

“Ve gözlerinde bir perde vardır.”

Burada üslup değişmiştir. Kalbin ve kulağın mühürlenmesi fiil cümlesiyle ifade edilmişken, “ve gözlerinde bir perde vardır” denilerek isim cümlesi gelmiştir. Bunda, gözün kendisinden deliller topladığı bahçelerin, kalp ve kulağın bahçelerinden farklı olarak sabit ve daimi olduğuna işaret vardır. Onların bahçeleri ise değişkendir, daima yenilenir.

Kalp ve gözün mühürlenmesi Allah’a isnad edilirken, gözlerdeki perde isnad edilmemiştir. Çünkü mühürlemek onların kesbine bir cezadır, gözlerindeki perde ise kendi meksublarıdır. Yani, gözlerini kapayınca görmemeleri gibi, kendi iradeleriyle böyle bir perde meydana getirmişlerdir.

Keza işitmede ve kalbî temayüllerin başlangıcı irade ile olur, görmenin başlangıcında ise ızdırar vardır. İradenin mahalli, görmezlikten gelme perdesidir.

“Perde” ünvanında göz için bir cihet olduğuna işaret vardır. Yani, göz sadece önünü görür. Bu perdenin elif-lâmsız ifade edilişi, bilinmez bir perde oluşuna işarettir. Yani, kafirin görmezden gelmesi, alışılmamış bir perdedir. Bundan dolayı ondan sakınması kolay değildir.

"Onların kalplerini" ifadesinin “perde”den önce gelişi gözleri gözlere çevirtmek içindir. Çünkü göz, kalbin sırlarına bir aynadır.

“Onlar için büyük bir azap vardır."

Ayetin önceki kelimeleriyle mel'un küfür ağacının dünyadaki acı meyvelerine işaret ettiği gibi, bununla da bu ağacın ahirete uzanan acı meyvesine, yani cehennem zakkumuna işaret etmiştir.

Burada üslubun seyri onlara çok şiddetli bir cezayı bildirmeyi iktiza ederken, her biri nimette kullanılan kelimelerle “onlar için büyük bir azap vardır" denilmesi onlara bir nevi kınayıcı, tarizli bir tehekkümdür. Sanki şöyle der: "Menfaatleri, lezzetleri, büyük nimetleri bu azaptan başkası olmadı."

Belağatte “onların birbirine selâmları tekme ve tokattır” örneğiyle anlatılan bu tehekküm üslübu, Kur’anda geçen “Elim bir azapla onları müjdele”(Âl-i İmran, 3/21) gibi ayetlerde de söz konusudur.

"Onlar için"

Buradaki “lam” harfi, amelin akıbeti ve faydası içindir. Sanki onlara şunu okur: “Alın bakalım amelinizin ücretini.”

Onlar dünyada günahlarla lezzet peşinde koşmuş, tatlı şeyler aramıştı. Çünkü “azab” kelimesinde bir nevi tatlılık dahi olmasından gizli bir remizle onlara dünyadaki hallerini hatırlatıyor, sanki “tatlı şeylerinizin acısını tadın bakalım”diyor.

“Azîm / büyük” ifadesinde, onlara cennette büyük nimet sahiplerinin halini hatırlatmaya gizli bir işaret vardır. Sanki onlara şunu telkin eder: “Nefislerinizi mahrum bıraktığınız şu büyük nimetlere bakın! Bir de, düştüğünüz bu elîm eleme…” (bk. Nursi, İşaratü’l-icaz, ilgili ayetin tefsiri)

Demek ki, insanlara ceza ve azap görmelerini gerektiren günahları işleten, onları buna mecbur bırakan Allah değildir. Onlara irade, tercih, güç gibi imkânları ve kabiliyetleri veren Allah'tır. Bunları O'nun rızâsı veya gazabı yönünde kullanan, sarfeden -ki, bu sarfa "kesb" denilmiştir- insandır. Dünyadan göçüp giderken insanın elinde ya cennetin anahtarı ya da cehennemin ateşi vardır. Bunları o kesbetmiştir. Dünya hayatı, sermayesi ömür olan bir ticarettir, bunlar da kulun elde ettiği kazanç veya uğradığı zarardır.

İlave bilgi için tıklayınız:

- Zira Allah onların kalblerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Gözlerinde de perde vardır ve büyük azab onlar içindir.(Bakara Suesi, 2/7), ayetine göre,

27 Bakara suresi ayette geçen, kadınlar sizin tarlanızdır, ifadesini açıklar mısınız?

"Eşleriniz sizin nesil yetiştiren tarlanızdır. Tarlanıza dilediğiniz şekilde varın. Kendiniz için ilerisini düşünerek hazırlık yapın. Allah’ın haram kıldığı şeylerden korunun ve O’nun huzuruna varacağınızı iyi bilin. (Ey Resulüm)! Mü’minleri müjdele!" (Bakara, 2/)

Rivayet olunduğuna göre Yahudiler, "Bir kimse karısının önüne arkasından yaklaşarak cinsel birleşmede bulunursa, doğacak çocuğu şaşı olur."derler ve bunun Tevrat'ta olduğunu söylerlermiş, Resulullah (asm)'a bu aktarılmış, "Yahudiler yalan söylüyorlar." buyurmuş ve şu âyet inmiş: "Ey erkekler kadınlarınız sizin tarlanızdır"

HARS: Aslında ziraat gibi ekin ekmek demek olup ekin yeri, ekilecek tarla anlamına isim de olur ki burada bu manadadır. Bu ifade ile kadının kadınlık organı bir yere, erkeğin spermi tohuma, doğacak çocuk da bitecek ürüne benzetilerek bir istiâre yapılmış ve bununla Allah'ın emrettiği ekin yeri açıklanmıştır ki anlam şu olur:

Kadınlar sizin ekinliğinizdir, siz onlara insan ve Müslüman tohumları ekip ürün olarak nesil, döl yetiştireceksiniz. Öyle ise tarlanıza (tarla anlamı unutulmamak ve ekin yerinden olmak şartıyla) dilediğiniz taraftan, hangi pozisyonda isterseniz gidiniz. Ve bununla birlikte kendiniz için ilerisini gözetip ona göre ihtiyatlı bulununuz, sadece şehvetinizi söndürmekle meşgul olmayıp geleceğiniz için salih ameller ile hazırlık görünüz. Ve Allah'a isyandan sakınınız da eğri yola gitmeyiniz. Ve biliniz ki, siz mutlaka Allah'a kavuşacak, O'nun huzuruna çıkacaksınız. Dolayısıyla yüzünüzü güldürecek şeyler kazanın da rezil olacağınız şeylerden kaçının. (bk. Elmalılı Hamdi Yazır, İlgili Ayetin Tefsiri)

28 Tevbe sûresi, 5. ayette; "O müşrikleri nerede bulursanız öldürün." hükmü var mıdır? Bu ayeti nasıl açıklarsınız?

nest...

çamaşır makinesi ses çıkarması topuz modelleri kapalı huawei hoparlör cızırtı hususi otomobil fiat doblo kurbağalıdere parkı ecele sitem melih gokcek jelibon 9 sınıf 2 dönem 2 yazılı almanca 150 rakı fiyatı 2020 parkour 2d en iyi uçlu kalem markası hangisi doğduğun gün ayın görüntüsü hey ram vasundhara das istanbul anadolu 20 icra dairesi iletişim silifke anamur otobüs grinin 50 tonu türkçe altyazılı bir peri masalı 6. bölüm izle sarayönü imsakiye hamile birinin ruyada bebek emzirdigini gormek eşkiya dünyaya hükümdar olmaz 29 bölüm atv emirgan sahili bordo bereli vs sat akbulut inşaat pendik satılık daire atlas park avm mağazalar bursa erenler hava durumu galleria avm kuaför bandırma edirne arası kaç km prof dr ali akyüz kimdir venom zehirli öfke türkçe dublaj izle 2018 indir a101 cafex kahve beyazlatıcı rize 3 asliye hukuk mahkemesi münazara hakkında bilgi 120 milyon doz diyanet mahrem açıklaması honda cr v modifiye aksesuarları ören örtur evleri iyi akşamlar elle abiye ayakkabı ekmek paparası nasıl yapılır tekirdağ çerkezköy 3 zırhlı tugay dört elle sarılmak anlamı sarayhan çiftehan otel bolu ocakbaşı iletişim kumaş ne ile yapışır başak kar maydonoz destesiyem mp3 indir eklips 3 in 1 fırça seti prof cüneyt özek istanbul kütahya yol güzergahı aski memnu soundtrack selçuk psikoloji taban puanları senfonilerle ilahiler adana mut otobüs gülben ergen hürrem rüyada sakız görmek diyanet pupui petek dinçöz mat ruj tenvin harfleri istanbul kocaeli haritası kolay starbucks kurabiyesi 10 sınıf polinom test pdf arçelik tezgah üstü su arıtma cihazı fiyatları şafi mezhebi cuma namazı nasıl kılınır ruhsal bozukluk için dua pvc iç kapı fiyatları işcep kartsız para çekme vga scart çevirici duyarsızlık sözleri samsung whatsapp konuşarak yazma palio şanzıman arızası