zülfü livaneli huzur / Huzursuzluk (Zülfü Livaneli) - Fiyat & Satın Al | D&R

Zülfü Livaneli Huzur

zülfü livaneli huzur

Zülfü Livaneli'nin 'Huzursuzluk' romanının afişlerine 'OHAL' kısıtlaması!

Zülfü Livaneli'nin 'Huzursuzluk' isimli yeni romanının reklam afişlerinin OHAL nedeniyle metrolara asılmasına izin verilmediği ortaya çıktı. 3 günde binlik ilk baskısının tükendiği belirtilirken Livaneli, gündeme ilişkin olarak "Anayasa, hepimizi bağlayan ve bir arada yaşamamızı sağlayan toplumsal sözleşme olması gerekirken, bir bilek güreşine dönüştürüldü. Bir taraf, öbür tarafa adeta, 'Nasıl geçirdik ama!' diye bağırıyor. Topluma huzur böyle mi gelecek? Osmanlı’da Meşrutiyet ilan edildiği zaman, Manastır’da Selanik’te, imparatorluğun bütün şehirlerinde zafer geçitleri düzenleniyor, bütün imparatorluk halkı bayram ediyordu. Bir de şimdiki halimize bak" diye konuştu. 

Zülfü Livaneli'nin Hürriyet'ten Ayşe Arman'a verdiği söyleşi şöyle:

- Yine muhteşem bir roman! İnsanın ruhuna değen bir roman

Teşekkür ederim. Romanın muhteşem olup olmadığının takdiri bana düşmez ama evet, ‘içe işleyen’ bir roman. Pek çok kişi, uzun zamandır ‘Serenad’ kadar etkileyeci bir kitap beklediklerini söylüyordu. O amaçla yola çıkmadım ama bu kitap, yazarken beni en az onun kadar etkiledi

- Adı ‘Huzursuzluk’. İçinde bulunduğumuz ruh halini bundan iyi tanımlayan bir kelime olamazdı. Bu ismi özellikle mi seçtiniz?

Başlangıçta kitabın adı böyle değildi, bitirdikten sonra ‘Huzursuzluk’ demek uygun geldi. Haklısın, hepimizin içinde derin bir tedirginlik ve huzursuzluk var. İçinde bulunduğumuz gemi, fırtınaya yakalanmış, oradan oraya savrulurken, hiç kimsenin, “Ama benim kamaram iyi!” deme lüksü yok! Kaptan’dan miçoya kadar, hepimizin başı dönüyor ve huzursuzuz Cennet de biziz, cehennem de

- Siz ne kadar huzursuzsunuz?

Ben zaten huzursuz bir insanım! Yaşananları etinde kemiğinde hisseden hiçbir yazar, huzurlu değildir. Atatürk, ‘’Sanatçı, alnında ışığı ilk hissedendir’’ der. Doğru, ama aynı zamanda ‘’Yüreği en çok kanayan da odur!” Yine fırtına örneğine dönecek olursam, sanatçı, sallanan gemideki yolcudan da daha kötü durumdadır, çünkü toplum denizinin içindeki her akıntıyı hisseden balık gibidir

- Ne güzel anlattınız Peki insanın yaşadığı coğrafyada huzursuz olup, iç dünyasında huzurlu olması mümkün mü?

Bu soruyu ben de çok sordum kendime. Voltaire’in ‘Candide’ romanında, dünyayı dolaşarak gerçeği arayan kahramanın yolu İstanbul’a düşer ve bu soruyu yönelttiği bilge bir bahçıvan ona der ki: “Sen bahçeni yetiştir!” Kitap böyle biter. Derin bir sözdür bu. Zaten bizler de -sen, ben, hepimiz- kendi bahçemizi yetiştirmeye, bunu en iyi biçimde yapmaya çabalıyoruz. Ama dediğim gibi, gemi, fırtınada savruluyor

- Sizin önerebileceğiniz bir huzur formülünüz var mı?

Sanat Benim kendimi tedavi etme yöntemim sanat. Yalnız yazmak, bestelemek değil, okumak, hep okumak, dünyanın büyük beyinlerine sırtımı yaslamak

- Siz, “Bu yaşananlar bir parantez, eninde sonunda kapanacak ve her şey, yine eskisi gibi olacak!” demiş, bize umut vermiştiniz Gerçi ondan sonra da birtakım korkunç gelişmeler yaşandı. Anayasa değişikliğinin konuşulduğu bu günlerde hâlâ umutlu halinizi koruyabiliyor musunuz?

İnsanlık, uzun vadede geriye gitmez! Her canlı organizma, içgüdüsel olarak ölüme değil, yaşama dönüktür. Bu yüzden ileri gider ama doğrusal bir gidiş olmayabilir bu. Zikzaklar yapan bir ilerleyiş de olabilir. Kısa ve orta dönemde geri de gidebilir. ’lar Almanya’sı, ’dan daha gerideydi kuşkusuz. Geriledi ama sonra tekrar kendini topladı. Bugün, birçoğumuzun hayranlıkla gezdiği Barselona’nın sokakları cesetten geçilmiyordu bir zamanlar. Biliyorsun, yıllardan beri İbn-i Haldun’un o müthiş, ‘’Coğrafya kaderdir’’ sözünü çok sık kullanırım. Şimdi bunun doğru ama eksik bir söz olduğunu düşünüyorum

- Nasıl yani?

“Coğrafya ve dönem kaderdir’’ demek daha doğru. Mesela 2. Dünya Savaşı’nda Avrupa korkunç durumdaydı, biz ise daha huzurluyduk. Coğrafyamız değil, dönemimiz kader olmuştu. Sonra değişti

- Yani bu dönem böyle ama Türkiye atlatacak bu günleri

Aynen öyle! Emin olun atlatacak! Ama insan ömrüyle ülkelerin ömrü arasındaki ölçek farkı bizi tedirgin ediyor. Her şey, bir an önce olup bitsin istiyoruz, haklıyız da Çünkü zamanımız sınırlı. Ama ne yazık ki, dünyanın zamanı, bir ateşböceği gibi yanıp sönüveren bizlere ayarlı değil

"Orta Doğu'nun kaderi harese"

- Bu roman neyse ki bizi, bir an olsun bu kötü havadan uzaklaştırıyor. Başkahramanı bir Ezidi. Neden bir gizem halesi var Ezidilerin etrafında? Sebebi ne? Kimdir Ezidiler?

Romanda Ezidi bir kadın, “Biz, insanlık ağacının kırık dalıyız!’’ diyor. Gerçekten de öyle. Çok eski, antik bir Ortadoğu inancına bağlılar, en büyük melekleri tavuskuşu. Ama nedense bu, bütün tektanrılı dinler tarafından yanlış yorumlanmış. Şeytana taptıkları sanılmış. Bu yüzden de sürekli olarak soykırıma uğramışlar. Oysa, büyük bir yalan bu. Öyle masum bir inanç ki, marulu günah sayıyorlar, mavi renkten korkuyorlar, Melek Tavus’u kutsuyorlar, yalan söylemiyorlar hiç

- Bu kitabın mekânı, müthiş şehir Mardin. Mardin, inançların birbiriyle kaynaştığı kadim bir kent

Mardin, insanı sarhoş ediyor gerçekten! Romanda da dediğim gibi, zaman sanki geriye akıyor orada. Binlerce yıllık Mezopotamya toprağının nabız atışları duyulmakta, en büyük camiini bir Hıristiyan usta yapmış, kadim manastırlar, antik güneş tapınakları Ay ve güneş bile farklı sanki orada. Bir yandan da şiddet var. Masalla gerçek, hoşgörüyle şiddet, acıyla sevinç iç içe geçmiş bu şehirde

- Ama şimdilerde, genel olarak inanç ve yaşam biçimi üzerinden bir ayrışma yaşıyoruz. Kadim Mardin gibi her tür inancı hoşgörüyle kucaklamayı tekrar ne zaman öğreneceğiz?

Dökmekten zevk aldığımızın kendi kanımız olduğunu anladığımız zaman!

- ‘Harese’ kavramını nefis anlatıyorsunuz kitapta. Ortadoğu’nun durumunu da bu terimle açıklıyorsunuz. ‘Harese’ nedir?

Roman, aslında ‘harese’ üstüne. Zaten bu yüzden kitabın başına da aldım. İstersen oradan aktarayım: “Harese nedir bilir misin oğlum? Arapça eski bir kelimedir. Bildiğin o hırs, haris, ihtiras, muhteris sözleri buradan türemiştir. Harese şudur evladım. Develere çöl gemileri derler bilirsin, bu mübarek hayvan üç hafta yemeden içmeden, aç susuz çölde yürür de yürür; o kadar dayanıklıdır yani. Ama bunların çölde çok sevdikleri bir diken vardır. Gördükleri yerde o dikeni koparır çiğnemeye başlarlar. Keskin diken devenin ağzında yaralar açar, o yaralardan kan akmaya başlar. Tuzlu kan dikenle karışınca bu tat devenin daha çok hoşuna gider. Böylece yedikçe kanar, kanadıkça yer, bir türlü kendi kanına doyamaz ve engel olunmazsa kan kaybından ölür deve. Bunun adı haresedir. Demin de söyledim, hırs, ihtiras, haris gibi kelimeler buradan gelir. Bütün Ortadoğu’nun âdeti budur oğlum, tarih boyunca birbirini öldürür ama aslında kendini öldürdüğünü anlamaz. Kendi kanının tadından sarhoş olur”

"İnsanlık en hastalıklı dönemlerinden birini yaşıyor"

Kapitalizmin para tanrısına tapanlar, insanlığımızı ve dünyamızı yok ediyorlar. Biz Türkçe’de ‘’para yemek’’ deriz. Başka dillerde yoktur bu. Gerçekten de dünyayı bitiren, kana boğan, çevreyi mahveden bu kapitalistler bir gün o paraları ağızlarına sokup çiğneyerek mi hayatta kalacaklar? İnan bana, insanlık, en büyük hastalık dönemlerinden birini geçiriyor. Davos’un vs. konuşması gereken en acil mesele bu ama nerdeee

"Topluma huzur, bilek greşiyle mi gelecek?"

- Ülkemizde, yüzyıllarca sonsuz bir hoşgörü içinde yaşayan inançların, kültürlerin, giderek birbirine düşman olması nasıl açıklanabilir?

Bizim, ‘’Böl ve yönet’’ dediğimiz şeye, Azeriler çok güzel bir şekilde, ‘’Ayır, buyur’’ diyorlar. İşin aslı bu. Bir bölgeyi, bir ülkeyi yıkmanın en kolay yolu, onu etnik ve dini unsurlarına bölmek. Maalesef, bu tuzağa ikinci kez düşüyoruz. yılında, ülkemizin sınırları Adriyatik’ten Basra Körfezi’ne kadar uzanıyordu. Sonra herkesi birbirine düşürdüler, araya kan davası soktular ve hooop Koskoca imparatorluk gidiverdi! Sonunda Mustafa Kemal ve vatansever arkadaşlarıyla kendimize yeni bir yuva oluşturduk. Şimdi gözümüzün önündeki tuzağa bir kez daha düşüyoruz.  O zamanki düvel-i muazzama, yine işbaşında. Bütün Ortadoğu’yu ve bizi Sünni-Şii-Kürt diye bölüyorlar. Niye akıllanmıyoruz bilmem ki?

- Siz bu gidişatı nasıl değerlendiriyorsunuz?

Yıllardır Türkiye’de siyasi mücadele değil, rejim mücadelesi olduğunu yazıp çiziyorum ama dinletemiyorum tabii. Bir takım çevreler, “Bu ülkeyi yıkıp yeniden kuralım” diyorlar. Bunu adı siyaset değil. Toplum da bu yönde dönüştürülüyor. Baksanıza duruma: Anayasa, hepimizi bağlayan ve bir arada yaşamamızı sağlayan toplumsal sözleşme olması gerekirken, bir bilek güreşine dönüştürüldü. Bir taraf, öbür tarafa adeta, ‘’Nasıl geçirdik ama!’’ diye bağırıyor. Topluma huzur böyle mi gelecek? Osmanlı’da Meşrutiyet ilan edildiği zaman, Manastır’da Selanik’te, imparatorluğun bütün şehirlerinde zafer geçitleri düzenleniyor, bütün imparatorluk halkı bayram ediyordu. Bir de şimdiki halimize bak

"Leyla ile Mecnun, Romeo ile Juliette'ten çok daha derin ve şiddetlidir"

- Ortadoğu’da bütün duygular daha kuvvetli yaşanıyor sanki. Aşk da Yanılıyor muyum?

- Hayır tam da bu! Daha sarsıcı, daha yakıcı, daha şiddetli yaşanıyor. Bu topraklarda aşk da bir şiddet. Mesela Leyla ile Mecnun, Romeo ve Juliette’ten çok daha derin ve şiddetlidir. Çölün dili başka oluyor galiba. Baksanıza bütün dünya, Ortadoğu’dan çıkmış dinler ve onların kitaplarıyla, sözleriyle dönüyor. Niye dünyanın başka bölgeleri değil de Ortadoğu? Çünkü sözün en güçlü olduğu yer. Goethe, ‘’Elbette ki, Doğu’nun şairleri, bizlerden üstündür’’ der. Kutsal Kitap’ta da, ‘’Önce söz vardı’’ denilmez mi? ‘Huzursuzluk’ta bu konu epey işleniyor zaten..

"Yalancılığın şıklaştırıldığı dünyada merhem, adalettir"

- Romanı okuyunca şöyle bir his geçti kalbimden: “Bu kitabı okuyan hiç kimse, artık göçmenlere önyargıyla bakamaz.” Yanılıyor muyum?

Öyle olmasını umarım

- Göçmenlik nasıl bir psikolojidir?

Bir kitabımda, göçmenliği, ‘uzun ve ağır bir hastalık’ olarak nitelemiştim. Ben de siyasi göçmendim o sıralarda. Yurdundan uzak kalmanın acısını çok iyi bilirim. Ama ’te Stockholm’de yazılmış olan o kitabın (Bir Kedi, Bir Adam, Bir Ölüm) sonunda şöyle bir bölüm var: “Açlık çeken ülkelerden insanlar, sallara, köhne motorlara binecek ve Avrupa kıyılarını zorlayacaklar. Afrika ve Asya kıtalarının insanları, Avrupa’ya, Amerika’ya akacak. Bir süre sonra kimse başa çıkamayacak bu göçle!’’ Kırk yıl önce yazılmış bu satırlar, kehanet gibi, değil mi? Ama sadece  8 insanın parasının, dünyanın yarısından fazla olduğu bir ‘kudurmuş kapitalizm’ döneminde başka ne beklenebilir ki?

- Çözüm ne peki? Merhamet mi?

Bence değil! Merhamet de ikiyüzlü bir şey. ‘Huzursuzluk’ romanının mottosu şu: “Merhamet, zulmün merhemi olamaz!”

- Peki ne merhem olur?

Adalet! Gerçeğin bu kadar eğilip büküldüğü, kafaların iğfal edildiği, hatta düpedüz yalancılığın, sahtekârlığın bile ‘post-truth dönem’ diye adlandırılarak şıklaştırılmaya çalışıldığı bir dünyada huzur bulunamaz! Çünkü kapitalizmin tek bir tanrısı var: Para. Para, yeni tanrı artık!

Dünya Bizim Kültür Portalı

Romanları kırk dilde yayımlanan, eserlerinin birçoğu tiyatro ve sinemaya uyarlanan Zülfü Livaneli, “Huzursuzluk” eserinde okuyucuyu aşk ve acının iç içe geçtiği Ortadoğu gerçeğiyle buluşturuyor. Mardin’de başlayıp Amerika’da sona eren Hüseyin ve Ezidi kız Meleknaz’ın hayat hikâyesini merak eden bir gazetecinin Mardin’e yolculuğunu ve oradaki insanlık dramını tüm gerçekliğiyle ele alıyor.

Mülteci kamplarından sınırlara, özgürlüğe koşmak isteyen bu insanlar, başından geçen olayları öğrendiğinde kendilerine merhamet göstermek isteyenlere, “Merhamet, zulmün merhemi olmaz.” diyor. Roman, günümüzde hâlen devam etmekte olan mültecilik ve Orta Doğu krizine, yalnızca insan olmanın önemli olduğu bir pencereden bakıyor.

Her sabah olduğu gibi toplantıda haber seçerken karşılaştığı bir haber, Gazeteci İbrahim’in dikkatini çeker. Mardin’de beraber büyüdükleri çocukluk arkadaşı Hüseyin’in Amerika’da öldürüldüğü haberidir bu. Arkadaşının cenazesi için kadim şehir Mardin’e giden İbrahim, Hüseyin hakkında duydukları karşısında meraklanır ve onun Mardin’de başlayıp Amerika’da sona eren yaşamını araştırmaya koyulur. Mardinli Hüseyin gibi IŞİD zulmünden kaçan Meleknaz’ın ve diğerlerinin hikâyesi, İbrahim’i âdeta bir girdabın içine çeker.

Kitap özetinden bölümler:

Kızıl Yel

Hüseyin’in ailesiyle görüşmek ve Meleknaz ile diğer gençlerin hikâyesini öğrenmek için Mardin’e gittiğimde tıpkı çocukluğumdaki gibi kızıl bir toz içindeydi şehir. Suriye çöllerinden gelen kızıl yel boyardı hepimizi. Hüseyin’in gittiği gün de yine böyle kızıl bir günmüş, kardeşi Aysel’in söylediğine göre. Merakım giderek artıyordu. Neler olmuştu da Hüseyin, Mardin’de vurularak yaralandıktan iki ay sonra Amerika’da ölmüştü? Hüseyin’in annesi tülbent ile gözyaşlarını silerken kendi kendine şu sözleri tekrar edip durdu: “Beni alıp yeniden karnına koysan bile koruyamazsın anne!” Annesi ve kız kardeşi Aysel’den ayrılırken Hüseyin’in son sözleriymiş tekrar ettiği.

Cenazeyi Amerika’dan Mardin’e getiren abisinin anlattığına göre Hüseyin’in hastanede can verirken ağzından çıkan son sözler, “Ben yalnızca bir insandım.” olmuş. Birkaç kere aynı şeyleri tekrar edince Hint asıllı doktorun dikkatini çekmiş ve cep telefonuna kaydetmiş. Hırıltılı sesiyle “Ben yalnızca bir insandım.” diyormuş. Ölüm raporunda Hüseyin’in karın bölgesine ve böbreklerine aldığı bıçak darbeleri sonucunda öldüğü yazılıymış.

Mardin’e girdiğimden beri çocukluğum geri dönmüş gibiydi. Çelik çomak oynadığımız arsa, Hüseyin ve diğerleri Mehmet, Raif, Fikret, Münir ve Tahir gözümün önündeydi. Oyunlar oynar, bilek güreşi yapardık. Hüseyin, bilek güreşi yapmaz, yenileceğini bilirdi. Farklıydı bizden, Peygamberimizden ve ölümden bahseder içimizde Kur’an’ı en güzel okuyan o olurdu. Öyle merhametliydi ki Ebrehe ordusunu taşlayan kuşların soyu olabileceğini düşünerek bizim gibi sapanla kuş bile vurmazdı.

Hüseyin’in büyümüş hâlini gözümün önüne getiremediğim için annesinden fotoğraf istediğimde geri vermem şartıyla bir albüm veriyor. Diğer kızın, Meleknaz’ın resmi de var mı, diye sorduğumda “Önce gözlerini oydum sonra da yaktım o şeytanın fotoğrafını, ruhu bile evimize giremesin diye her yere üzerlik ve marul astım.” diyor. O an anlıyorum, geldiğimden beri evin her yerinde gördüğüm şeylerin marul olduğunu. Neden orada olduklarını soruyorum ama küçükken bakmaya doyamadığım badem gözleriyle Aysel, sonra anlatacağını işaret ediyor. Daha sonra görüştüğümüzde o marul sayesinde Meleknaz denilen kızın şeytan olduğunu anladıklarını söylüyor. Gittikçe daha da meraklanıyorum burada neler olduğunu anlamak için. Hüseyin, Suriyeli bir mülteci olan Meleknaz ile sığınma kamplarında tanışmış. Öylesine kapılmış ki ona nişanlısından ayrılarak Meleknaz ile evlenmek için uğraşıyormuş. Bütün detaylarıyla anlatmasını istiyorum Aysel’den ama “Cenazeden sonra konuşuruz.” diyerek erteliyor. Sokaklarda geziyorum o akşam. Hüseyin’in macerasını bilen başka kimler olabileceğini, düşünüyorum. Çocukluk arkadaşlarımdan birilerini bulabilirim herhalde, diye geçiyor aklımdan. Biraz gezip otele gidiyorum.

Salim abisi getirdi, Amerika’dan cenazeyi. Annem, babam ve babaannem de bu mezarlıkta yattığı için sabah da mezarlığa gelip onları ziyaret ettim. Mezarlıkta, çocukluğumda olduğu gibi ağıtçı kadınlar var. Uzun boylu, bıyıklı bir adamın yanına sokularak, “Hâlâ ağıtçılar olduğunu bilmiyordum.” diyorum. Eski âdetleri yaşatanlar olduğunu söylüyor. “Dedem öldüğünde de vardı Mehmet” deyince dönüp yüzüme bakıyor ve tanıyor beni çocukluk arkadaşım Mehmet. Cenazede olduğumuz için sarılamıyor, sadece kollarımıza dokunuyoruz kimseye belli etmeden. Herkes toprak atarken Aysel, beline kadar uzanan saçından kestiği iki saç örgüsünü atıyor abisinin mezarına.

Kanlı Topraklar

Akşam Mehmet’le buluşup sohbet ediyoruz bunca yıldan sonra beni burada gördüğüne çok şaşırdığını söylüyor. Onlar burada babalarının ve dedelerinin hayatını sürdürürken ben ise çok uzaklaşmıştım. Arkadaşlarımızı bir bir anlatıyor. Raif ölmüş, Muharrem oto tamircisi olmuş. Hüseyin ise Mardin’de Sağlık Yüksek Okulu’nu bitirmiş. İnsanlara yardım etmeye meraklı olması, onu böyle bir bölüm okumaya itmiş olmalıydı. Uzun uzun anlatıyor Mehmet: Kendini hastalara ve fakir fukaraya yardım etmeye adadığını söylüyor. “Sınır Tanımayan Doktorlar” derneğine katılıp yardıma ihtiyacı olan hastalara koşmuş. Buralarda çok sayıda Suriyeli göçmen var ve zor şartlarda çadırlarda yaşamaya çalışıyorlar. Suriye’de olanlardan dolayı ölümden kaçmak için yollara düşmüş insanlar.

Çoğu IŞİD’den kaçsa da hükümetten ve El Nusra’dan kaçanların sayısı da az değil. On yaşından büyük erkekler öldürülmüş, kızlar ise tecavüz edilip satılmışlar. Küçük erkek çocuklarını da militan olarak yetiştiriyormuş, IŞİD. Yezidilerin kanı helalmiş onlara göre. Zulümden kaçabilenler Lalêş’e sığınmış. Kürtlerden çekindiği için oraya gelememiş, IŞİD. En çok Yezidilerin çektiklerinden etkilenmiş Hüseyin, bu sebeple o kamplara çok gider olmuş. Meleknaz’ı da orada tanımış. Nişanlısı Safiye’den ayrılacak kadar tutulmuş ona. Buna anlam veremeyenler, büyü olduğunu düşünmüşler. Bir de tecavüzden mi olmuş kim bilir, kör bir bebeği varmış Meleknaz’ın. Hüseyin tedavi ettirebilmek için çok uğraşmış ama bir sonuç alamamış. Kızı, bebeğiyle birlikte annesinin evine getirip “Gelinin olacak” deyince düşüp bayılmış annesi. Uysal Hüseyin’in, sert tavrının şeytan işi olduğuna inanmış ve seslerini çıkarmamışlar. Mehmet de konuşmuş Hüseyin’le, “Yapma, etme! Herkesi kurtarmaya gücün yetmez. Hepimiz yardımcı olalım bu kıza ama sen nişanlın Safiye’ye yazık etme.” dese de nafileymiş. Bilmediği şeyler olduğunu söyleyip gitmiş yanından. Bir daha da görmemiş. Daha sonra Aysel’den öğrenmişler kızın Yezidi olduğunu, nasıl anladıklarını. Evde misafir varken mutfakta sofra hazırlıyorlarmış. Aysel, salata için marul çıkarınca Meleknaz bağıra çağıra evden dışarı atmış kendisini. Herkes, ne olduğunu anlamaya çalışırken büyük amca gelmiş mutfağa, ne olduğunu sormuş. Salata yaptıklarını söylemiş Aysel. “Eyvahlar olsun bu kız Yezidi. Onlar için marula dokunmak, yemek, adını dahi anmak büyük günah.” demiş amca. Eski topraklar bilir böyle şeyleri, ancak Hüseyin’e kim ne anlattı ne öğüt verdiyse kâr etmemiş.

Mehmet’in babası, Fuat Amca’yı hatırlıyor ve görmek istiyorum onu. Çocukluğumuzdaki gibi onlarda kalmamı teklif ediyor ama ben oteli tercih ediyorum. Ertesi gün öğlen buluşmak üzere ayrılıyoruz. Evlerini ve çocukluğumuzun Mardin’ini düşünüyorum yürürken. Fuat Amca çok iyi karşılıyor beni. Televizyonda yaptığım bir haberde görmüş beni. Mardin’de bir düğünü basıp kırk dört kişiyi öldürdükleri haberiydi yaptığım. “Bizim buralardan kan hiç eksilmez, hele namus meselesi olunca silahtan başka bir şey bilmezler.” diyerek birkaç tane köy cinayetinden bahsediyor. Anlattıkça anlatıyor “Buralardan giderek iyi yaptın. Bela hiç eksik olmaz bizim topraklardan. IŞİD de bir bela, kanlı bela. Hüseyin’i de onlar vurdu. Her şeyi anlatayım sana. O kızı, şeytana tapan Yezidileri anlatayım. Daha doğrusu Ezidileri. Bende Arapça kitap çok ama Mehmet gibi sen de okuyamazsın.” diyor. Yezidilerin günde üç defa güneşe dönüp dua ettiklerini söylüyor. Bizim buradaki Deyrülzafaran’ın altındaki dört bin yıllık Güneş Tapınağı’na giderlermiş. İnançlarında Tanrı yani “Ezd” ve yedi melek varmış. Cennetten kovulunca şeytan sandıkları Melek Tavus’u pişman olup affedilince baş melek kabul ederek kutsal saymışlar. Tavus kuşu şeklinde, hem iyi hem kötüdür baş melek. İyi insandır Ezidiler ama şeytana taptıkları sanılarak çok zulüm görürler. “İnsanlık ağacının kırılmış dalıyız.” derler kendilerine. IŞİD gelince daha da zulüm gördüler. Kaçabilenler kendileri için kutsal olan Şengal Dağı’na kaçıp oradan Türkiye’ye gelmişler. Meleknaz da gelenlerden biriymiş. Hüseyin’e “Hiçbir dine göre evlenmenize imkân yok, IŞİD onu da seni de yaşatmaz” dediyseler de dinletememişler. Meleknaz, marulu gördüğünden beri ortada yokmuş ama Hüseyin onu aramaktan vazgeçmemiş.

Güneş Tapınağı

Hüseyin’in Meleknaz’ı nasıl bulduğunu Aysel’e soruyorum. Onu aradığını duyan IŞİD’çi bir grup, yolunu kesip tehdit etmiş Hüseyin’i. Kendileri de arıyormuş Meleknaz’ı ve evlenirlerse gördükleri yerde ikisini de öldüreceklermiş. Hüseyin ise onlardan önce Güneş Tapınağı’nda bulmuş kızı. Bunları öğrendiğimde manastırın yolunu tutup Süryani rahibi Gabriel’den oraya girmek için izin alıyorum. Dört bin yıllık mahzen gibi bir yerde olmak ürpertiyor beni. Meleknaz’dan izler arıyorum sanki. Buradayken neler düşündüğünü anlamaya çalışıyorum. Ezidiler hakkında pek bir şey bilmezdim. Sadece üniversitedeyken Müslüman bir erkek ve Ezidi kızla ilgili bir izlediğim bir oyundan Ezidilerin etrafına bir daire çizilirse oradan çıkamayacaklarını öğrenmiştim. Bu yapıdaki mistik hava başımı döndürüyor. Maddi dünyadan kopuyorum sanki her ne kadar böyle şeylere inanmasam da. Yere oturuyorum sırtımı duvara yaslayarak. Meleknaz’ı düşünüyorum. Duvarın dibinde bir şey değiyor elime, bir mendil. Üzerine kadın kokusu sinmiş, gözyaşlarından ıslanmış bir mendil. Uyduruyorum belki de bunları ama mendilin köşesine işlenmiş Melek Tavus’u görünce Meleknaz ve Melek Tavus birleşiyor kafamda. “İnsanlık ağacının kırılmış dalı olan bir kadın ağlıyor.” diye düşünerek ağlamak istiyorum ama şehre çöken masal havasına kaptırma kendini İbrahim, diyorum.

Manastırda Süryani rahibi Gabriel ile görüşüyorum. Beni gazeteden tanıdığını ve şehrimizden böyle başarılı biri çıktığı için mutluluk duyduğunu söylüyor. Ardından anlatmaya başlıyor. Bina yapılırken harcına safran karıştırıldığı için safran sarısı renginde olmuş bu bina. Hristiyanlığın en eski inancı; Süryani manastırının bir Pagan tapınağının üzerine yapılması oldukça ilginç geliyor. Güneş Tapınağı, üzerine manastır yapıldığında çok eski ve anlamını kaybetmiş bir hâldeymiş. Kapılardaki yazıların anlamını söylüyor Rahip Gabriel, Aramice ,“Allah’ın inayeti üzerlerine olsun.” yazıyor. Onların da “Allah” demelerine şaşıyorum. Yaratıcının isimlerinden Allah, Eli, Eloi, İlah. Hepsinin aynı olduğunu ve Manastırda İncil’in dili olan Aramice konuştuklarını ama kalbinde inancı olan herkesi, yaratıcının kulu olarak gördüklerini söylüyor.

“Yezidilerin farkı ise yaratıcının bu isimlerinden hiçbirini kullanmıyor olmaları.” diyor. Onlar tanrıya değil, Melek Tavus’a inanıyor bu nedenle Hristiyanlık, İslâm ve Yahudiliğe göre de sapkın olarak görülüyorlarmış. Tarih boyunca çokça zulüm görmelerine rağmen inançlarından vazgeçmemişler.

“Meleknaz, Yezidi kız. Arkadaşlarımızdan biri buldu onu tapınakta. Aç ve susuz olduğu belliydi, sürekli ağlıyordu. Kim olduğunu anlamaya çalıştık, Arapça ve Kürtçe konuşunca anladı bizi ve adının Meleknaz olduğunu söyledi.” diyor Rahip Gabriel. Meleknaz’ı yanlarına alarak Hüseyin gelip bulana kadar doyurup misafir etmişler. Zayıf gibi gözükse de güçlü bir kız olduğu belliymiş. Hüseyin geldiğinde kızın başından geçenleri anlatmış, Rahip Gabriel bu işe karışmamasını söylemesine rağmen dinlememiş, Hüseyin. Meleknaz’ı alıp gitmiş.

Yeniden şehre dönüyorum. Aysel, ısrarlarıma dayanamayıp ertesi gün beni Hüseyin’in eski nişanlısı Safiye’ye götürüyor. Eski Mardin taş binalarında ailesiyle birlikte yaşıyor Safiye. Üzüntüden çok terk edilmiş olmanın öfkesi var yüzünde. Hüseyin’i suçluyor; nankör olduğunu, onu ve ailesini küçük düşürdüğünü söylüyor. Peş peşe sıralıyor sitemlerini, beddualarını. Aysel onu yatıştırmaya çalıştığında Safiye, birden kontrolünü kaybediyor, “Ben, onu sevmiştim. Hem çok öfkeliyim ona hem de öldüğünü kabullenemiyorum. Beddualarım mı aldı onu bizden?” diye ağlamaya başlıyor.

Sonuç

Zülfü Livaneli, “Huzursuzluk” isimli romanında sevda ile acının iç içe geçtiği Orta Doğu gerçeğini okuyucuyla buluşturuyor. Mardin’de başlayıp Amerika’da sona eren Hüseyin ve Ezidi kız Meleknaz’ın hayat hikâyesini merak eden bir gazetecinin Mardin’e yolculuğunu ve oradaki insanlık dramını tüm gerçekliğiyle ele alıyor.

Mülteci kamplarından sınırlara, özgürlüğe koşmak isteyen bu insanlar, başından geçen olayları öğrendiğinde kendilerine merhamet göstermek isteyenlere, “Merhamet, zulmün merhemi olmaz.” diyor. Roman, günümüzde hâlen devam etmekte olan mültecilik ve Orta Doğu krizine, yalnızca insan olmanın önemli olduğu bir pencereden bakıyor.



Devamını okumak ve dinlemek için HAP KİTAP uygulamasını ücretsiz indirebilirsiniz.

Yorumunuz Onaylanmak Üzere Gönderildi

nest...

çamaşır makinesi ses çıkarması topuz modelleri kapalı huawei hoparlör cızırtı hususi otomobil fiat doblo kurbağalıdere parkı ecele sitem melih gokcek jelibon 9 sınıf 2 dönem 2 yazılı almanca 150 rakı fiyatı 2020 parkour 2d en iyi uçlu kalem markası hangisi doğduğun gün ayın görüntüsü hey ram vasundhara das istanbul anadolu 20 icra dairesi iletişim silifke anamur otobüs grinin 50 tonu türkçe altyazılı bir peri masalı 6. bölüm izle sarayönü imsakiye hamile birinin ruyada bebek emzirdigini gormek eşkiya dünyaya hükümdar olmaz 29 bölüm atv emirgan sahili bordo bereli vs sat akbulut inşaat pendik satılık daire atlas park avm mağazalar bursa erenler hava durumu galleria avm kuaför bandırma edirne arası kaç km prof dr ali akyüz kimdir venom zehirli öfke türkçe dublaj izle 2018 indir a101 cafex kahve beyazlatıcı rize 3 asliye hukuk mahkemesi münazara hakkında bilgi 120 milyon doz diyanet mahrem açıklaması honda cr v modifiye aksesuarları ören örtur evleri iyi akşamlar elle abiye ayakkabı ekmek paparası nasıl yapılır tekirdağ çerkezköy 3 zırhlı tugay dört elle sarılmak anlamı sarayhan çiftehan otel bolu ocakbaşı iletişim kumaş ne ile yapışır başak kar maydonoz destesiyem mp3 indir eklips 3 in 1 fırça seti prof cüneyt özek istanbul kütahya yol güzergahı aski memnu soundtrack selçuk psikoloji taban puanları senfonilerle ilahiler adana mut otobüs gülben ergen hürrem rüyada sakız görmek diyanet pupui petek dinçöz mat ruj tenvin harfleri istanbul kocaeli haritası kolay starbucks kurabiyesi 10 sınıf polinom test pdf arçelik tezgah üstü su arıtma cihazı fiyatları şafi mezhebi cuma namazı nasıl kılınır ruhsal bozukluk için dua pvc iç kapı fiyatları işcep kartsız para çekme vga scart çevirici duyarsızlık sözleri samsung whatsapp konuşarak yazma palio şanzıman arızası