osmanlıda sultan ünvanını kullanan ilk padişah / Sultan Unvanını Kullanan İlk Türk Hükümdarı Kimdir, Adı Nedir? - En Son Haberler - Milliyet

Osmanlıda Sultan Ünvanını Kullanan Ilk Padişah

osmanlıda sultan ünvanını kullanan ilk padişah

Osmanlı Sultanlarının Kullandıkları Unvan ve Lakapların Türk Devlet ve Toplum Anlayışıyla Münasebeti

  • Osmanlı hanedanı, Osmanlı tarihinin, kültür ve medeniyetinin eseridir. Ahmet Cevdet Paşa’ya göre, bir “nesl-i necl-i pâk-i âli-baht-ı Osmanî”dir. Osmanlı sultanları, Maveraünnehir ve İran’da büyük bir devlet kurmuş olan Emir Timur’un, kendisini Anadolu topraklarında İlhanlıların meşru vârisi gördükten ve Osmanlıları sadece bir gazi-uç beyi saymasından sonradır ki, kendilerini efsanevî Türk hükümdarı Oğuzhan’a bağlamak gereğini duydular. Bir dizi danışmadan ve tartışmadan sonra, Türklüklerinin farkına vardılar. Orta Asya Türk hanlık, devlet ve toplum anlayışı ile klasik Ortadoğu İslâm saltanat anlayışını kendilerinde birleştirdiler. “Han” unvanı, Osmanlı sultanlarının hemen hemen tamamınca isimlerinden sonra kullanılmıştır. ’ta, Dandanakan zaferinden sonra, Tuğrul Bey nasıl Selçuklu sultanı olarak belirlendiyse, Gazi Osman Bey ve bunun oğlu Gazi Sultan Orhan Bey de öylece belirlenmişlerdir.

         

                    Gazi Osman Bey’in fethedilmesini dilediği Bizans kentlerinden biri de İznik idi. İznik yalnız Ortodoks Hristiyanlar için önemli bir merkez ve İstanbul’un Latin Hristiyanlarca işgalinden sonra imparatorluğun payitahtı olduğu için değil, aynı zamanda Türkiye Selçuklu Devleti’nin de ilk başkenti idi. Burayı alırlarsa, Selçuklu Devleti’nin yegâne meşru vârisi olduklarını çağdaşlarına anlatabilirlerdi. İznik, Gazi Sultan Orhan Bey tarafından fethedilmiş gerekli hürmeti ve umranı görmüştür. İlk Osmanlı medresesinin burada açılması tesadüfî değildir. Fetihten hemen sonra İznik’in dul hanımlarının Osmanlı gazileri ve fatihleri ile nikâhlarının kıyılarak evlendirilmesi başlı başına büyük bir hadisedir. Hem gazi hem şehit Osmanlı sultanı Birinci Murad, “Hudavendigâr” unvanını kullanmıştır ki, bunun Arapçadaki karşılığı “Sultanü’l-A’zam” idi. Daha önce Gazneli ve Selçuklu sultanları tarafından ve bilahare İlhanlılarca kullanıldığı biliniyor.[1] Bu kelimenin, hâkim, bey, âmir, hükümdar hatta Tanrı anlamlarına geldiği, bunun ilk hâli olan “Hudayegân”ın “Hudayegân-ı mülûk-ı zemin ve fatih-i Kostantıniyye” olarak Fatih Sultan Mehmed Han için kullanıldığı görülmektedir;[2] Hudavendigâr karşılığı Anadolu’da Hazret-i Mevlana Celaleddin Al-Rûmî için de kullanılmıştır. Büyük hükümdar anlamına gelen hudavendigârın bu tarihlerden sonra kullanımı yaygınlaşmıştır. Hudavendigârın Bursa şehri için de kullanılması, bu şehrin şehzade Murad’a sancak olarak verilmesiyle ve Sultan Birinci Murad Hudavendigâr’ın Bursa ile aynı unvanı paylaşmasıyla ilgilidir.[3]

         

                    Yıldırım Bayezid Han, Osmanlı Beyliği’ni, Fırat’tan Tuna’ya kadar uzanan büyük bir sahada, bütün kurumlarıyla tesis eden Osmanlı sultanıdır. O, hem “Sultanü’r-Rûm” unvanını kullanmış, hem de o vakitler Mısır’da yaşayan Abbasi Halifesi’nden de bu unvanının tasdikini istemiş, bu isteği kabul edilmiştir. Daha önce Selçuklu sultanlarının kullandıkları Sultanü’r-Rûm unvanının anlamı, eski Doğu Roma topraklarının, güneş ülke Anadolu’nun hâkimi demektir. Onun “yıldırım”lığı bütün hareketlerinde zaman ve mekân unsurlarını mükemmelen kullanmasından dolayıdır. Osmanlı tarihinin, kültür ve medeniyetinin ürünü olan Osmanlı sultanının kişiliği ile kullandığı unvan ve lakapları arasında büyük oranda bir ayniyetin bulunduğu görülmektedir. Karahanlılarda, Selçuklularda ve nihayet Osmanlılarda devlet ve toplum hayatının biçimlenmesinde birinci derecede kaynaklık eden Türk töresi ve İslâm hukuku, hem teorik hem de pratik olarak, genelde sicil ve asker bürokratların, özelde sultanların eğitim ve öğretiminde olduğu kadar, devlet yönetiminde yüklendikleri sorumluluk dönemlerinde de belirleyici olmuştur. Şeyhülislâmlığa bu gözle bakmak lâzımdır. Tanzimat devrine gelinceye değin bu kurumun ve temsil eden şahsın divan-ı hümayun dışında tutulması, fakat protokolde yani teşrifatta Osmanlı sultanından hemen sonra yer almış olması, şaşırtıcı değildir.

         

                    Osmanlı sultanlarının büyük çoğunluğunun kullandığı “Gâzilik” unvanı üzerinde durmak yararlıdır. Hemen hatırlatalım ki, Selçuklu Türkleri ’den sonra Anadolu’da, güneydoğudan kuzeybatıya uzanan bir kavis üzerinde gâzi devletler kurdular. Bu devletlerin kurucuları “Gâzi” unvanını taşıyorlardı. Selçuklu Türkleri, zaferden 10 yıl sonra Karadeniz, Marmara, Adalar Denizi ve Akdeniz kıyılarına indiler. Boğaz’ın yakınında, payitahtı İznik olan Türkiye Selçuklu Devleti’ni kurdular ki, bunun kurucusu da gâzi unvanını taşıyordu. Kelimenin sözlük anlamından çok, bunun delalet ettiği anlamı önemlidir. Dikkat çekicidir ki, Anadolu’da Türkler tarafından kurulan Türkiye Selçuklu Devleti’nin, Osmanlı Devleti’nin ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kurucuları hep gâzi unvanını taşımışlardır. Sultan Birinci Murad Han, “Sultanü’l-guzât ve’l-mücahidîn” idi[4]. 19 Eylül ’de “Sakarya Melhame-i Kübrası”nı zaferle taçlandıran ve Türk milletinin iman ve ümidini tazelendiren Mustafa Kemal Paşa’ya da Türk milleti, Büyük Millet Meclisi marifetiyle, gâzilik unvanını müşirlik rütbesiyle birlikte ve oy birliği ile vermişti. Topkapı Sarayı’nın dış avlusunda, bir çınar ağacının gölgelediği kitabede, Sohumi kale kitabesinin Ruslardan geri alınması ile ilgili olarak, devrin hükümdarı Sultan İkinci Abdülhamid Han’ın da, “Es-Sultanü’l-Gâzi” unvanını kullanması; ayrıca, “93 Harbi” de denilen Osmanlı-Rus Savaşı’nda yararlıkları ve kahramanlıkları görülen Osman, Ahmed Muhtar ve Edhem Paşalara “Gâzilik” unvanı tevcih etmesi, bunun Osmanlı-Türk geleneğindeki yerini ve önemini göstermesi bakımından çok önemlidir. Fatih Sultan Mehmed Han, Trabzon’un fethine giderken, kendisini yolda karşılayan ve esasen oğlu Uzun Hasan padişahın elçisi makamında bulunan Sare Hatun’un “Ey oğul! Bunca meşakkate değer mi?” sualine şöyle cevap vermiştir: “Bunca meşakkat hep Allah aşkınadır. İslâm’ın kılıcı elimizdedir. Şayet bu meşakkatlere katlanmayı şiar edinmemiş olsaydık, gaziler olarak adlandırılmaya değer bulunmayacaktık. Kıyamet gününde Allah’ın huzurunda olmaktan utanacaktık.” diye cevap vermiştir. Fatih Sultan Mehmed, Hz. Peygamber’in müjdesine nail olmuş bir hükümdardı ve “nizam-ı âlem, intizam-ı devlet ve hükûmet” için en yüksek fedakârlıklarda bulunmuştur. Kendisinin “Kayzer-i Rûm” unvanını kullanması, Yıldırım Bayezid Han’ın “Sultan-ı Rûm”undan daha şümullü idi. Onun fetih şehri İstanbul’u payitaht edinmekle yetinmeyerek bu şehri cihanşümul bir devletin başkenti yapmak için üç semavî dinin temsilcilerini burada toplamak projesi, aynı zamanda onun toplum ve devlet anlayışının bir tezahürü idi. Osmanlı Devleti bir Müslüman devlet olmakla beraber, aynı zamanda Katoliklere karşı Ortodoksların, Ortodokslara karşı da Katoliklerin hamiliğini yapmaktan geri durmamıştı. Daha önce ifade ettiğimiz gibi, Orta Asya Türk hanlık ve Ortadoğu İslâmî sultanlık anlayışının bileşkesi her hâlde bu olmalıdır.

         

                    Yavuz Sultan Selim Han devri, Osmanlı sultanlığının statüsünde köklü bir değişikliğin olduğu zamandır. Osmanlı hükümdarları Suriye, Mısır ve Arabistan’ın ilhakından sonra, bir taraftan gâziliğin anlamını genişlettiler, diğer taraftan da “hâdimü’l-haremeyni’ş-şerifeyn” unvanını ihraz ettiler. Bunun anlamı, “Mekke’nin ve Medine’nin hizmetkârı” olan demektir ki, Osmanlı sultanlarının duyarlılıklarının önemli bir kanıtıdır. Daha önce Memluklu Sultanlığı’na ait olan hac yollarının bekçiliği, hacıların güvenlik içinde ödevlerini yapabilmelerini sağlama görevleri de Osmanlılara geçmiş oldu. Osmanlılar, ’de Kahire’den İstanbul’a getirdikleri “Emanet-i Mukaddese”yi bütün saltanatları boyunca hürmetle muhafaza etmişler, Hırka-i Şerif dairesinde 24 saat müddetle ve çok sayıda hâfız tarafından Kur’an-ı Kerim tilavet ve hatm-i şerif ettirmişlerdir. Burada tartışmalı bir konuya atıfta bulunmak doğru olur.

         

                    “Halifelik” makamının ve “Halife” unvanının Abbasilerden Osmanlılara geçtiğine dair rivayetler yüzyıla aittir. Yavuz Sultan Selim Han’ın, Mısır’dan İstanbul’a dönerken, kutsal emanetlerle beraber Abbasi Halifesi’ni de İstanbul’a getirdiği doğrudur; ancak, halifeliğin Osmanlılara devir ve teslimine dair çağdaş kaynakların hiçbirinde bilgi bulunmamaktadır. Halifeliğin, devlet başkanına delalet ettiğini, hükûmet merkezleri için “Dârü’l-Hilafe” denildiğini biliyoruz. Daha Fatih Sultan Mehmed Han zamanında bile İstanbul için böyle deniliyordu. Halife, kelime olarak bir öncekinden sonra geleni ifade eder. Bu tanımdan hareketle, Hz. Peygamber’in vefatından sonra İslâm devletinin başkanlığına seçilen ve “Emirü’l-Mü’minîn” diye adlandırılan, sırasıyla Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali ve çok kısa bir süre de Hz. Hasan’ın dönemi için “Hulefa-yı Râşidîn” denilmiştir. Bu dönemde “seçim” sistemi hemen hemen kullanılmış olmakla beraber, makam genellikle kanlı olarak el değiştirmiştir. Halifeliği cebren ele geçirmiş olan Ümeyye oğulları, tarihinde Abbas oğulları tarafından kanlı bir ihtilalle saltanattan uzaklaştırıldılar ve bürokrasiden tasfiye edildiler. Kendileri gitmiş, “saltanat”ları kalmış, Abbas oğulları da saltanatla beraber “hilafet”i de benimsemişler ve ruhanî ve cismanî egemenliği şahıslarında toplamışlardır. Selçuklu sultanı Tuğrul Bey, ’te Bağdat’a geldiğinde, halife hapiste idi. Onu hapisten çıkaran, onu hapse atan Büveyh oğulları iktidarına son veren Sultan Tuğrul Bey kendisiyle bir anlaşma yaparak, “cismanî” yani dünyevî egemenliğin kendisine ait olduğunu gösteren “sultanü’l-mağrib ve’l-maşrık” unvanını almış ve kendisini sadece dinî konularla ilgili kılmıştır. Abbasi halifeleri, egemenliklerinin taksimini ve dünyevî olanının Selçuklulara devrini içlerine sindirememişlerdir. Diğer taraftan, Selçuklu sultanlarından hiçbiri de “halife” unvanını kullanmamışlardır. ’de Moğollar, Hülagü komutasında, Irak’a girip, Bağdat’ı ele geçirdiklerinde, Abbasi hanedanının hukukî ve fizikî varlığına son verdiler. Her nasılsa aileden iki çocuk ki biri yolda ölmüştür, Mısır’a kaçmıştır. Bu çocuktan türeyenler, halife unvanını kullanagelmişlerdir. İlginçtir, Selçuklu hükümdarları gibi, Memluklu sultanlarından hiçbiri de halife unvanını kullanmamışlardır. Yavuz Sultan Selim Han’ın beraberinde getirdiği Halife III. Mütevekkil 'Alallah’ İstanbul’a geldiğinde de, Kanunî Sultan Süleyman Han zamanında, izinle Mısır’a gittiğinde de halife sanını taşıyordu. Yavuz Sultan Selim Han için gâzilik, Mekke ve Medine’nin hizmetkârlığı ve hac yollarının bekçiliği unvanları halife unvanından daha önemli idi.

         

                    Kanunî Sultan Süleyman Han, “Müslümanların halifesi” unvanını kullandığı zaman, bununla kastettiği husus, İslâm’ın hâmiliği ve Müslüman hükümdarlar arasında üstünlüğünü vurgulamak idi. Sultan İkinci Bayezid Han devrinde, ’da Portekizliler Kızıldeniz’de, Çavul’da bir Memluklu donanmasını yakmışlardı. Memluklu sultanı Osmanlılardan yardım talebinde bulunduğunda, Sultan İkinci Bayezid Han kendisiyle Ortadoğu’da, Çukurova’da rekâbet etmekte olan Memluklulara, hiçbir şey yokmuş gibi, ivazsız yardım göndermişlerdir. “Düşmanımın düşmanı dostumdur.” dememişlerdir. İslâm dünyasına, İslâmiyet hakkındaki samimiyetlerini, ön şartsız olduklarını göstermişlerdir. Yavuz Sultan Selim Han henüz Mısır’da iken, ’de bir Portekiz donanması Cidde ve Mekke’ye saldırmak için Kızıldeniz’e girmiş, pılını pırtısını toplayan Mekke şerifi Ebu Nümey tepelere kaçmak için hazırlık yapmış, Hicaz ahalisi, temsilcileri aracılığıyla Osmanlı kaptan-ı deryası Selman Reis’e başvurarak, kendilerini bırakmaması ricasında bulunmuşlardır. Selman Reis, Portekizlileri Kızıldeniz’den çıkarmış ve Yemen ülkesini tedricen Osmanlı mülküne katmıştır. Portekiz, Avrupa’nın ilk kâşif ve sömürgeci ülkesidir. Afrika’nın güneyini dolaşarak ilkin Hind Okyanusu’na ve bağlantılarına girenler bunlardır. Hatırlatmakta yarar vardır ki, “büyük coğrafî keşifler”, Akdeniz dünyasına koyu bir bulut gibi çökmüştür. Sadece İtalyan denizci devletleri değil, Devlet-i Aliyye de bundan olumsuz olarak etkilenmiştir. Ekonomideki zafiyet, diğer bütün kurumlara sirayet etmiştir. Hicaz ahalisinin yaptığının benzerlerini Güneydoğu Asya ve Orta Asya Müslümanları da yapmışlardır. İndonezya ve Hindistan’ın Müslüman hâkimleri, Portekiz’e karşı Osmanlı sultanından yardım talep ederlerken, ondan “İslâm’ın koruyucusu” diye bahsetmişlerdir. Türkistan hanlarının rica mektuplarında da aynı ifade bulunmaktadır. Onlar da Rusların hac yollarını kesmelerini engellemesini Osmanlı sultanından istemişlerdir. Kanunî Sultan Süleyman Han, her iki kıtanın Müslüman hükümdarları ve hanları tarafından vaki olan davete icabetle buralara seferler düzenlemiştir. Onun gönderdiği denizciler şimdi Açe’de yatmaktadırlar.

         

                    Osmanlı sultanları arasında halifeliği siyasal bir araç olarak kullanan ve siyaset ilkesi hâline getiren, Sultan İkinci Abdülhamid Han’dır. Nitekim tarihli Kanun-i Esasî’nin 3. maddesi; “Saltanat-ı seniyye-i Osmaniye hilafet-i kübra-yı İslâmiyeyi haiz olarak, sülale-i âl-i Osman’dan, usul-i kadimesi vechile ekber evlada aittir.” biçimindeyken, 4. maddesi de; “Zat-ı hazret-i padişahî, hasbe’l-hilafe, din-i İslâm’ın hâmisi ve bi’l-cümle teb’a-yı Osmaniye’nin hükümdar ve padişahıdır.” mealindedir. Böylece Osmanlı sultanı aynı zamanda yeryüzü Müslümanlarının da halifesi olduğunu anayasasında bütün dünyaya ilan etmiş olmaktaydı. Sultan İkinci Abdülhamid, saltanatı süresince hilafet kurumuna bir kişilik kazandırmış ve halife sanını yazışmalarında kullanmıştır. Onun hal’inden sonra padişah olan Sultan V. Mehmed Reşad, Birinci Dünya Savaşı’na girmemiz münasebetiyle, halifelik sanını ihraz ettiği hâlde, yayınladığı “cihad-ı mukaddes” çağrısına, şartların Osmanlılar aleyhine olmasına rağmen, yine de İslâm dünyasınca olumlu tepki verilmiştir. Nihayet 1 Kasım ’de Büyük Millet Meclisi tarafından hilafetle saltanatın ayrılmasına, saltanatın kaldırılmasına, Misâk-ı Millî hudutları içerisinde yeni Türkiye Devleti’nin Osmanlı Devleti’nin tek meşru vârisi olduğuna karar verildikten sonra, her hâlde böyle bir kurumun millî bir devletle imtizacının mümkün olamayacağı kanaatine varılmış olmalı ki, 3 Mart ’te halifelik de kaldırılmıştır.

         

                    Osmanlı sultanları “padişah-ı âlem-penâh” unvanını taşıdıkları hâlde, asla mutlak hükümdar gibi hareket etmemişlerdir. Nasıl teb’aları kendilerine karşı sorumlu ise, onlar da Allah’a karşı sorumlu olduklarının bilincindeydiler. Gerçekten tarihî Türk kültürünün birer samimi temsilcisi idiler. Dünyanın herhangi bir yerinde bir topluluğa yönelik saldırı, baskı, cebir vs. olduğunda veya doğal bir afete maruz kaldıklarında, çağrıyı beklemeksizin, onların yardımına koşmuşlardır. Bunu ivazsız yapmışlardır. Neticede onların yaptıkları iyilikler çok zaman sonra da olsa Türk milletine bir sempati, bir minnet ve şükran olarak dönüş yapmaktadır.

         

                    İslâm hukukunda ümmetler gibi peygamberler de sorumlu tutulmuşlardır.[5] Buna nazaran adına emirü’l-mü’minin, halife, sultan, her ne denilirse denilsin, hükümdarlar sorumluluktan kurtulmuş değildir. Sorumluluk makamın büyüklüğü oranında ağırdır. Hükümdar sorumluluğun her türlüsü ile siyasal, yargısal ve hukukî bakımlardan sorumludur. Halka zulmetmek, onların zenginliklerini çekip zevk ü sefa âlemine dalmak için değil, teb’anın dinî ve dünyevî işlerini koruma, kollama, adaleti yerine getirme, toplumsal birliği sağlama ve İslâmiyet’in haşmetini yüceltmek ile görevli ve yetkilidirler. Selçuklularda ve Osmanlılarda sarayın en önemli kısmı şüphesiz divan-ı hümayun’dur. Burası aynı zamanda adaletin dağıtıldığı da yerdir. Edirne ve Topkapı saraylarının divan-ı hümayunları kapısında iki tane dikili taş vardır. Birincisi, şikâyet dilekçelerinin bırakıldığı taştır. İkincisi ise, zalimlerin başlarının teşhir edildiği taştır. Bu ikincisine “seng-i ibret” denilmiştir. Hükümdar, yükümlülüklerini yerine getiremediği takdirde bir fetva-yı şer’î ile “millet tarafından hal” edilirdi ki, siyasî sorumluluğun önemli alametidir. Ayrıca, haksız olarak birini öldüren hükümdara kısas uygulanması da bir cezaî sorumluluktur. Mesela, hükümdardan alacağı olan kimsenin mahkemeye başvurarak hakkını istemesi, mahkemenin de onun hakkını ödetmesi hukukî bir sorumluluktur. “Kıyamet günü insanlardan azabın en şiddetlisine maruz kalacak olan, zalim hükümdardır”.[6]

                   

                    Kanun-ı Esasî’nin 5. maddesinde yer alan, “Zat-ı hazret-i padişahînin nesl-i hümayunu mukaddes ve gayr-i mes’uldür.”[7] ifadesi, bu anayasayı hazırlayanlarca Avrupa kanun-ı esasîlerinden aynen iktibas edilmekle, bunu İslâm hukuku ve ahlakıyla uyuşturmak mümkün değildir. Bursa Ulu Cami’de bulunan hüsn-i hatlardan birinde şöyle yazılıdır: “Es-Sultan zıllullahi fi’l-ardi ye’vi ileyhi küllü mazlûmin”. Bunun anlamı, “İktidarı elinde tutan sultan, Allah’ın yeryüzündeki gölgesidir, her mazlum o gölgeye sığınır.”[8] mealindedir. Muallim Naci Bey’in sözlüğünde “Dergâh-ı sultan me’va-yı mazlûmândır”, yani sultanın kapısı haksızlığa uğramışların sığınağıdır diye güzel bir ibare vardır ki, edebiyatımıza mâlolmuştur. Bu örnekler, Selçuklu ve Osmanlı hükümdarının sorumluluğuna dair en muteber deliller arasında sayılabilir. Mesela, “Bâb-ı devlet dost düşman için meftûhtur.” ifadesi cihan padişahı Kanunî Sultan Süleyman Han’a aittir.[9] Bir topluluğa olan muhabbetimiz veya nefretimiz asla adaletten sapmamıza sebep olmamalıdır. Bunun içindir ki, Osmanlı sarayının kapısı dost ve düşman herkese açık tutulmuştur. Ahlak ve siyaset kitaplarında sıkça atıfta bulunulan “Elâ! küllüküm râin ve küllüküm mes’ûlün an raiyyetiküm fe’l-imamü alennasi râin ve hüve mes’ûlün an raiyyetihi”. İslâm hükümdarının sorumsuz olmadığına ancak Allah’a karşı sorumlu olduğuna dair önemli bir gerekçe teşkil eden bu ibarenin anlamı şöyledir: “Dikkat ediniz! Her biriniz çobansınız ve güttüklerinizden sorumlusunuz. Hükümdar da insanlar üzerinde çobandır ve onların haklarını koruyamamaktan, savunamamaktan sorumludur”.[10]

         

                    Osmanlı hanedanının ve devletinin kurucusu olan Gâzi Osman Bey’in, Kayı boy beyi hatta beylerbeyi olduğuna dair, muahhar dönemlere ait olsa da tarihçiler arasında bir fikir birliği vardır. Selçuklu öncesinde ve Selçuklularda da kullanılan bu unvan, en eski Türk unvanlarındandır. Beyliğin alameti cömertliktir, maiyyetindekileri refah ve mutluluk içinde yaşatmaktır. Türk ailesinde koca için bey denilmesi de önemlidir.[11] Arapça’daki “emir”in karşılığı olarak kabul edilen bey kelimesi, Selçuklu ve sonrasındaki Türk devletlerinde de kullanılmıştır.[12] Yıldırım Bayezid Han hakkında bilgi veren Memluklu kaynaklarında onun adına bey de ilave edilmektedir.[13] Türk tarihinin genelinde ve Osmanlı tarihinde çok sık kullanılan han unvanının eski şekli “kağan”dır. Bu unvanı ilk benimseyen Osmanlı sultanı Birinci Murad Hudavendigâr’dır.[14] Yıldırım Bayezid’den itibaren kestirilen sikkelerde, ilgili sultanın adına “han” unvanı da eklenmiştir ki bu, saltanatın kaldırıldığı tarihe kadar devam etmiştir.[15]

         

                    Sultan unvanı Gaznelilerden beri mevcuttur. “Şah”tan ayrı bir kavramdır. “Sultan”, sünnî İslâm hükümdarına; “şah” ise, şiî İslâm hükümdarına delalet etmektedir. Selçuklular, saltanatı Gaznelilerden zorla almışlardır. Osmanlılarda, Gâzi Sultan Orhan Bey’den başlayarak son hükümdar Vahdeddin’e değin bu unvan hükümdarların alamet-i farikası olmuştur. Bu unvanın şehzadelere, ailenin analarına ve kızlarına teşmil edilmesi, iktidarın paylaşımı gibi bir anlam taşımamaktadır. Gerçek anlamda “sultan” unvanının başka birince kullanılması, saltanata ortaklık anlamına gelmektedir ki, bunu yapanın kanı helal, malı haram sayılmıştır. Osmanlı sultanlarının kullandığı unvanlardan biri de “hünkâr”dır. Padişah ve sultanın eş anlamlısı gibidir. “Mesut ve bahtiyar anlamlarını da içeren bu kelimenin Orta Asya devletlerine kadar götürüldüğü, “ünkâr”ın Oğuzca’da kullanılan şekli olduğu söylenmektedir.[16] Bu kelimenin veliler için de kullanıldığı, buna göre Mevlana Celaleddin Al-Rumî ve Hacı Bektaş Veli için de kullanıldığı kayıtlardan anlaşılmaktadır. 

         

                    “Padişah”a gelince, tamamıyla Osmanlı tarih ve medeniyetinin ürünüdür. Sınırları, Allah tarafından korunmuş çok geniş topraklara sahip olan Müslüman hükümdara denir. Bu unvan, Osmanlı hükümdarlarının örfî sıfatlarını ifade etmek maksadıyla, devletin kuruluş yıllarından itibaren benimsenmiştir. İlerleyen yıllarda bu unvan Avrupa’nın Hristiyan büyük hükümdarları için kullanılan “imparator”a mukabil olarak kullanılmıştır. Biçimsel olarak padişah-ı âlem-penâh bu anlamdadır.[17] Fatih Sultan Mehmed Han, İstanbul’un fâtihi ve müjdelenmiş hükümdar olarak hem “fâtih” lakabını hem de cihan hükümdarı anlamına gelen padişah unvanını kullanmak suretiyle bu uygulamanın öncüsü olmuştur. “Ebu’l-Feth Sultan Mehemmed Han”, fethin sahibi Sultan Mehmed Han demektir[18].

         

                    “Çelebi”ye gelince; Yunus Emre, Âşık Paşa ve emsalinin eserlerinde sıkça görülen “Çalab” kelimesinden yapıldığı muhtemel olup, bir yönüyle “Allah dostu”, “Allah bağlısı” anlamlarına geldiği, bir yönüyle de “efendi”, “beyzade” yerine kullanıldığı, bunun erken dönemde bütün şehzadeler için kullanıldığı, hatta Sultan Birinci Mehmed’in bu unvanı saltanatının sonuna kadar takındığı, o döneme dair bilgi veren eserlerden anlaşılmaktadır.[19]

         

                    Gâzi Sultan Orhan Bey’in, Sakarya Bilecik arasında yer alan Mekece’de azatlı kölesi Tavaşi Şerefeddin’e verdiği bir vakfiyede geçen, “Ben Şücaeddin Orhan bin Fahreddin Osman” ifadesinden, ilk Osmanlı sultanlarının hem “Şücaeddin”i, hem de “fahreddin”i lakap olarak benimsedikleri anlaşılıyor ki, bu lakapların daha önce Selçuklu sultanları tarafından da kullanıldığını hatırlatmak lazımdır.[20] Osmanlı sultanlarının kullandıkları unvanları ve takındıkları lakapları hakkıyla benimsedikleri ve bunların Osmanlı sultanlarının özel ve resmî hayatlarıyla mütenasip olduğu hakkında kaynaklar hemfikirdir. Gâzi Osman Bey’in fahreddinliği, onun teb’asının hukukunu koruması, geçimini kendi gelirlerinden sağlaması, cömertliği, teb’asının refah ve mutluluğu için “gece uyumaması, gündüz oturmaması” ile ilgilidir.[21] “İhtiyareddin”, dinin tercih ettiği, dinin râzı olduğu anlamlarına gelmekte, Selçuklulardan beri kullanılmaktadır. Mesela Faslı seyyah İbn Batuta, Gâzi Sultan Orhan Bey için “Bursa’nın hâkimi, Osmancık oğlu İhtiyareddin Sultan Orhan Bey’dir.” diyor. Gâzi Sultan Orhan Bey’in başta İznik ve Bursa olmak üzere, fethedilmiş yerlerde cami, medrese, imaret, zaviye, aşevi, kervansaray gibi dinî, sosyal, kültürel ve ekonomik amaçlı tesisler kurması, bu lakabı hak ettiğini göstermektedir.[22]

         

                    Osmanlı sultanlarının kullandığı lakaplardan biri de “seyfeddin”dir. Seyfeddin, ünlü İslâm kumandanlarından, Suriye ve Şam ülkesinin fâtihi Halid bin Velid’in alemi olup, daha sonraları Müslüman hükümdarlar tarafından da kullanılmıştır. Hama’da bir ulu caminin dâhilinde medfun bulunan Hz. Halid bin Velid’in kitabesinde, “Seyfullah ve Seyfü Rasulillah” yazılıdır. Allah’ın ve elçisinin kılıcı demektir. Hakikatte, Selçuklu ve Osmanlı sultanlarının mühim bir kısmının hayatları hep gaza ve cihad ile geçmiştir.[23] Onlar hakkında “hem gâzi hem şehit” denilmiştir. “Şehabeddin” lakabı dinin, İslâmın cesaretlisi, atılganı anlamına olup, hem gâzi, hem şehit Osmanlı sultanı Birinci Murad Hudavendigâr tarafından kullanılmıştır.[24] Sırasıyla Murad Hudavendigâr, Yıldırım Bayezid Han ve Çelebi Sultan Mehmed “Gıyasü’d-dünya ve’d-din” lakabını kullanmışlardır. Selçuklu sultanları tarafından da kullanılan, hatta daha çok bu lakapla tanındıkları gıyasü’d-dünya ve’d-dinin anlamı, insanların her türlü sıkıntısını gideren, İslâmiyetin yayılmasına yardımcı olan demektir ki bu, Selçuklu ve Osmanlı sultanlarının dinî, millî ve ahlakî salabete sahip olduklarını göstermektedir.

         

                    Osmanlı sultanları sultanü’l-âdil; Yavuz, sultanü’l-guzât ve’l-müdahidin, celalü’d-din, ebu’l-hayrat, sultan-ı iklim-i rûm; Yıldırım, veli, sofu, kayzer-i rûm, genç; Kanunî, sahip-kıran, avcı, derviş, sarı, hâdimü’l-haremeyni’ş-şerifeyn, halife-i müslimin lakaplarını da kullanmışlardır. Osmanlı sultanı Yavuz Sultan Selim Han ’de,  Mısır’a giderken, Halep’te Ulu Cami’de Cuma namazı esnasında hutbeyi dinlerken, hatibin kendisi için “hâkimü’l-haremeyni’ş-şerifeyn” yani Mekke ve Medine’nin hâkimi diye bahsetmesi üzerine, yerinden kalkıp, hatibe karşı “Benim için hâdimü’l-haremeyni’ş-şerifeyn deyiniz.” ikazında bulunması çok önemlidir. Tek başına bu ikaz bile Osmanlı sultanlarının devlet ve toplum anlayışını, devletin halka hizmet için olduğunu göstermektedir. Bütün tarihleri boyunca Türk hükümdarları kendilerini “yurtta ve dünyada barışın” temsilcisi, yansız adaletli olarak teb’anın hizmetkârı olarak görmüşlerdir. Teb’alarını, bugünkü ifadesiyle toplumlarını, Allah’ın emaneti olarak görüp kabul etmişlerdir. “Emanete hıyanet olmaz.” kibar ve anlamlı, aynı zamanda hikmetli sözün bütün icaplarına riayetkâr olmuşlardır. İnsanların tercih şansları olmadığı dillerinin, dinlerinin ve renklerinin ayrılığını Allah’ın iradesi ve varlığının en mükemmel kanıtı olarak gördüklerinden dolayıdır ki, bunlar arasında asla bir ayırım gözetmemişlerdir. Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Köktürk, Selçuklu ve Osmanlı geleneğinin, müktesebatının vârisi olmakla, bugün dünyanın neresinde olursa olsun, bir toplumun başına tabii veya yapay bir musibet geldiğinde veya dünyanın herhangi bir yerinde bir yangın çıktığında, o musibetleri gidermek ve o yangını söndürmek için ivazsız olarak bütün imkânlarını seferber etmektedir. Devlet ve hükûmet başkanlarımızın gittikleri ülkelerde, emsalinden çok daha fazla teveccüh ve itibara nail olmaları, tarihteki samimi ve maddi bir karşılık beklemeksizin, tamamen insanî hareketlerin bir neticesidir. Her sistemin, her kavramın onu benimseyen toplumlardaki tezahürü farklı farklıdır. İnanıyorum ki, Türk milleti ve içinden çıkan ve onun mukadderatına yön veren hükümdarlar “dünya düzeninin, devlet ve hükûmet sisteminin” temini uğruna, ayrıca insanlığın barış ve esenliği için her türlü özveriyi sergilemişlerdir ve sergilemektedirler de.   

         

               

         


        


        

        [1] Atilla Çetin, “Hüdavendigâr”, TDV İslâm Ansiklopedisi, C: 18, s. Aydın Taneri, Osmanlı Devleti’nin Kuruluş Döneminde Hükümdarlık Kurumunun Gelişmesi ve Saray Hayatı Teşkilâtı, DTCF Yayını, Ankara, , s.


        

        [2] Nişancı Mehmed Paşa, Hâdisât, Hazırlayan: Enver Yaşarbaş, Kamer Yayınları, İstanbul, , s.


        

        [3] J. H. Kramers, Hüdavendigar, İslâm Ansiklopedisi, C: 5, İstanbul, , s.


        

        [4] Mehmed Neşrî, Kitab-ı Cihannüma, C: 1, TTK Yayını, Ankara, , s.


        

        [5]Kur’an-ı Kerim, Cüz: 9, Sure: 7, Ayet: . “And olsun ki, kendilerine peygamber gönderilenlere soracağız, peygamberlere de soracağız”.


        

        [6] Ahmed Hamdi Akseki, Ahlâk Dersleri, Üçdal Neşriyat, İstanbul, , s.


        

        [7] Suna Kili, A.Şeref Gözübüyük, Türk Anayasa Metinleri , Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayını, Ankara, , s.


        

        [8] Zafer İhtiyar, Bir Hüsn-i Hat Sergisi: Bursa Ulu Camii, Kaynak Yayınları, İstanbul, , s.


        

        [9] Remzi Kılıç, XVI ve XVII. Yüzyıllarda Osmanlı-İran Siyasî Antlaşmaları, Ter Yayınları, İstanbul, , s.


        

        [10] funduszeue.info Akseki, a.g.e., s.  


        

        [11] M. Fuad Köprülü, “Bey”, İslâm Ansiklopedisi, C: 2, İstanbul, , s. M. Altay Köymen, Alp Arslan ve Zamanı II, DTCF Yayını, Ankara, , s.


        

        [12] M. Fuad Köprülü, “Bey”, TDV İslâm Ansiklopedisi, C: 6, İstanbul, , s.


        

        [13] M. Halil Yınanç, “Bayezid I”, İslam Ansiklopedisi, C: 2, İstanbul, s.


        

        [14] Halil İnalcık, The Ottoman Empire, Londra, , s.


        

        [15] Aydın Taneri, a.g.e., s.


        

        [16] M. Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, C: I, İstanbul, , s.


        

        [17] Halil İnalcık, “Padişah”, İslam Ansiklopedisi, C: 9, s. Aydın Taneri; a.g.e., s. M. Zeki Pakalın, a.g.e., s. Mithat Sertoğlu, Osmanlı Tarih Lügatı, Enderun Kitabevi, İstanbul, , s.


        

        [18] Gelibolulu Mustafa Âli, Kitab-ı Tarih-i Künhü’l-Ahbar, C: I, Kısım 2, Hazırlayanlar: Ahmet Uğur, Mustafa Çuhadar, Ahmet Gül, İbrahim Çuhadar, Erciyes Ünivesitesi Yayını, Kayseri, , s.


        

        [19] W. Barthold, “Çelebi”, İslam Ansiklopedisi, C: 3, s. Mehmet İpşirli, “Çelebi”, TDV İslam Ansiklopedisi, C: 8, s. M. Zeki Pakalın, a.g.e., s.


        

        [20] İsmail Hakkı Uzunçarşılı, “Gazi Orhan Bey Vakfiyesi”, Belleten, C: 5, TTK Yayını, Ankara, , s.


        

        [21] funduszeue.infoı Uzunçarşılı, a.g.m., s. M. Tayyib Gökbilgin, “Orhan”, İslam Ansiklopedisi, C: 9, s.


        

        [22] M. Tayyib Gökbilgin, a.g.m., s.


        

        [23] Halil İnalcık, a.g.m., s.


        

        [24] funduszeue.infoı Uzunçarşılı, “Murat I”, İslam Ansiklopedisi, C: 8, s.  

kaynağı değiştir]

Güney Asya[değiştir

nest...

çamaşır makinesi ses çıkarması topuz modelleri kapalı huawei hoparlör cızırtı hususi otomobil fiat doblo kurbağalıdere parkı ecele sitem melih gokcek jelibon 9 sınıf 2 dönem 2 yazılı almanca 150 rakı fiyatı 2020 parkour 2d en iyi uçlu kalem markası hangisi doğduğun gün ayın görüntüsü hey ram vasundhara das istanbul anadolu 20 icra dairesi iletişim silifke anamur otobüs grinin 50 tonu türkçe altyazılı bir peri masalı 6. bölüm izle sarayönü imsakiye hamile birinin ruyada bebek emzirdigini gormek eşkiya dünyaya hükümdar olmaz 29 bölüm atv emirgan sahili bordo bereli vs sat akbulut inşaat pendik satılık daire atlas park avm mağazalar bursa erenler hava durumu galleria avm kuaför bandırma edirne arası kaç km prof dr ali akyüz kimdir venom zehirli öfke türkçe dublaj izle 2018 indir a101 cafex kahve beyazlatıcı rize 3 asliye hukuk mahkemesi münazara hakkında bilgi 120 milyon doz diyanet mahrem açıklaması honda cr v modifiye aksesuarları ören örtur evleri iyi akşamlar elle abiye ayakkabı ekmek paparası nasıl yapılır tekirdağ çerkezköy 3 zırhlı tugay dört elle sarılmak anlamı sarayhan çiftehan otel bolu ocakbaşı iletişim kumaş ne ile yapışır başak kar maydonoz destesiyem mp3 indir eklips 3 in 1 fırça seti prof cüneyt özek istanbul kütahya yol güzergahı aski memnu soundtrack selçuk psikoloji taban puanları senfonilerle ilahiler adana mut otobüs gülben ergen hürrem rüyada sakız görmek diyanet pupui petek dinçöz mat ruj tenvin harfleri istanbul kocaeli haritası kolay starbucks kurabiyesi 10 sınıf polinom test pdf arçelik tezgah üstü su arıtma cihazı fiyatları şafi mezhebi cuma namazı nasıl kılınır ruhsal bozukluk için dua pvc iç kapı fiyatları işcep kartsız para çekme vga scart çevirici duyarsızlık sözleri samsung whatsapp konuşarak yazma palio şanzıman arızası