Rad suresi 11 ayet
Kuranı Kerim Rad suresi Rad 11 ayet
﴿لَهُ مُعَقِّبَاتٌ مِّن بَيْنِ يَدَيْهِ وَمِنْ خَلْفِهِ يَحْفَظُونَهُ مِنْ أَمْرِ اللَّهِ ۗ إِنَّ اللَّهَ لَا يُغَيِّرُ مَا بِقَوْمٍ حَتَّىٰ يُغَيِّرُوا مَا بِأَنفُسِهِمْ ۗ وَإِذَا أَرَادَ اللَّهُ بِقَوْمٍ سُوءًا فَلَا مَرَدَّ لَهُ ۚ وَمَا لَهُم مِّن دُونِهِ مِن وَالٍ﴾
[ الرعد: 11]
Allah -Subhânehu ve Teâlâ-`nın insanlar için ardı ardına gönderdiği melekleri vardır. Bazısı gece, bazısı da gündüz gelir. Allah`ın emri ile insanları, yüce Allah`ın onlar hakkında yazıp, takdir ettiği şeylerden korurlar. Aslında bu şeylerin onlara zarar vermemesini yüce Allah takdir etmiştir. Kulların söz ve amellerini yazarlar. Şüphesiz ki Yüce Allah, bir topluluğun içinde bulunduğu güzel durumu, şükredilecek bir durumdan kendilerini değiştirmedikleri sürece değiştirip, hoşlanmayacakları bir hale çevirmez. Eğer Allah -Subhânehu ve Teâlâ- bir kavmin helak olmasını dilerse O`nun bu isteğini geri çevirecek yoktur. -Ey İnsanlar!- Sizin için işlerinizi çekip çeviren Allah`tan başkası yoktur. Size isabet eden musibetleri defetmesi için O`na sığınırsınız.
Her insan için, önünden ve arkasından takip eden Melekler vardır; onu Allah’ın emriyle korurlar. Muhakkak ki Allah bir topluma verdiği nimeti, onlar, kendilerindeki iyi hali fenalığa çevirmedikçe bozmaz. Bir topluma da Allah bir kötülük diledi mi, artık onun geri çevrilmesine hiç bir çare yoktur. O toplum için (kendilerine yardım edecek) Allah’dan başka bir yardımcı da yoktur
For each one are successive [angels] before and behind him who protect him by the decree of Allah. Indeed, Allah will not change the condition of a people until they change what is in themselves. And when Allah intends for a people ill, there is no repelling it. And there is not for them besides Him any patron.
Rad suresi okuHerkesin önünde, ardında, birbiri ardınca gelip giden melekler var, onu, Allah'ın emriyle koruyup gözetirler. Şüphe yok ki bir topluluk, ahlakını değiştirmedikçe Allah o topluluğu değiştirmez. Allah, bir topluluğun kötülüğünü dilerse o kötülüğü geriye atmaya imkan yoktur ve onlara, ondan başka bir yardımcı da bulunamaz.
(İnsan üçün) onu öndən və arxadan tə’qib edənlər (mələklər) vardır. Onu (insanı) Allahın əmri ilə qoruyurlar. Hər hansı bir tayfa öz tövrünü (nəfsində olanları) dəyişmədikcə (pozmadıqca), Allah da onun tövrünü (onda olanları, onun əhvalını) dəyişməz. Əgər Allah hər hansı bir qövmə bir pislik yetirmək istəsə, onun qarşısı heç cür alına biməz və Ondan başqa onların heç bir hamisi də olmaz.
Onun önünde ve arkasında Allah'ın emriyle onu koruyan takipçiler (melekler) vardır. Bir toplum kendilerindeki özellikleri değiştirinceye kadar Allah, onlarda bulunanı değiştirmez. Allah bir topluma kötülük diledi mi, artık onun için geri çevrilme diye bir şey yoktur. Onların Allah'tan başka yardımcıları da yoktur.
Rad Suresi mp3 : Rad suresini dinlemek ve indirmek için okuyucuyu seçin Yüksek kalitede tamamlayın
Ahmed Al Ajmy
Bandar Balila
Khalid Al Jalil
Saad Al Ghamdi
Saud Al Shuraim
Abdul Basit
Abdul Rashid Sufi
Abdullah Basfar
Abdullah Al Juhani
Fares Abbad
Maher Al Muaiqly
Al Minshawi
Al Hosary
Mishari Al-afasi
Yasser Al Dosari
desteğin için teşekkürler
Kuran Suresi sitesi, sevgili kitabı ve arındırılmış Sünnet'i hizmet etmek, Kuran ve Sünnet müfredatında şeriat bilimlerini kolaylaştırmak, bilginin öğrencilerine önem vermek ve şeriat bilimlerini kolaylaştırmak amacıyla mütevazı bir girişim olarak kurulmuştur ve bize desteğinizden memnunuz ve Yüce Allah'tan bizi şerefli bir şekilde kabul etmesini ve amellerimizi kabul etmesini diliyoruz. .
Hamd yalnız ve yalnız âlemlerin Rabbi olan Allaha mahsustur. Salât ve selâm Allahın Resûlüne ve Onun pak aile halkına ve ashabına olsun. Rabbi-miz bizden kabul buyur. Çünkü sen her şeyi işitensin, her şeyi bilensin.
Adını Gök gürültüsü anlamına gelen sûre içindeki âyette geçen Er Rad kelimesinden alan sûre Mekkede nâzil olmuş 43 âyetlik bir sûredir. Bu isim sûrenin sembolik bir ismidir. Değilse sûre ne gökyüzünden, ne de gökyüzü cisimlerinden söz etmektedir. Sadece içinde geçen bu kelimeden ötürü kendisine bu isim verilmiştir.
Sûre Resûlullah efendimizin Mekkedeki sıkıntı içinde geçen döneminin sonlarına doğru Yunus ve Hûd sûrelerinin indiği dönemlerde nâzil olmuştur. Sûrenin muhtevası Resûlullah Efendimizin mesajını sunmasından epey bir zaman geçtiğini göstermektedir. Bir taraftan İslâm düşmanları onun mesajının önünü kesebilmek için farklı metotlara baş vururken, diğer taraftan onun mesajına gönül vermiş, ama müşriklerin dayanılmaz baskı ve zulümlerinden bıkmış müslü-manlar da ondan harikulâde mûcizeler beklemektedirler. Ey Allahın Resûlü öyle bir mûcize getir ki, bu müşrikler pes edip müslüman olsunlar ve biz de bu çektiğimiz işkencelerden kurtulalım demektedirler.
Onların bu arzularına cevap olarak Rabbimiz bu sûrede şöyle buyurur: Ey müminler vazgeçin bu isteklerinizden. Bunaltmayın elçimi. Elçimin böyle bir fonksiyonu ve yetkisi yoktur. Onun insanlara hidâyet etme gücü ve sorumluluğu yoktur. Bu yetki bana aittir. Sakın peygamberimi benimle karıştırmaya kalkışmayın. İnsanlar hidâyete talip olmuyorlar diye sakın üzülüp morallerinizi bozmayın. Onların bu inatları ne Rabbinizin gönderdiği âyetlerin azlığından, yetersizliğindendir, ne de elçinin görevini eksik yapışındandır. Onlar boş bir kibir ve inat içindedirler. Allah dilerse ölüleri mezarlarından diriltip onlarla konuşturabilir. Daha farklı görsel âyetler gönderebilir. Bu âyetler onları zoraki imana sevk etse bile, Allah bu zoraki imana iman demez. Böyle zoraki bir iman asla Allahın istediği iman değildir.
Benim elçimin benden onlara ilettiği mesaj hakkın, hakikatin ta kendisidir. Ama kâfirler gün kadar açık olan bu mesajı reddediyorlar. Mesajın temel unsurları olan tevhid, âhiret ve risâlet, nübüvvet haktır. Elçimin getirdiği bu mesaja iman edenler kendi menfaatleri gereği iman etmiş, inkâr edenler de kendi menfaatlerine zarar vermektedirler diyen sûre yine de bu gerçekler konusunda deliller ileri sürerek kalpleri ikna etmektedir. İşte bu minval üzere devam eden sûrenin âyetlerini tek tek tanımaya çalışalım inşallah.
Sûre huruf-ı mukatta ile başlamaktadır.
1.Elif, Lâm, Mîm, Râ. Bunlar Kitabın âyetleridir. Sana Rabbinden indirilen kitap haktır; fakat insanların çoğu inanmazlar.
Kuran konusunda söz söyleme makamında bulunan âlimlerimiz sûre başlarında gelen bu âyetler Kurana dikkat çekmedir demişler. Rabbimiz o güne kadar insanların, Kuranın muhataplarının alışık olmadıkları bir ifadeyle söze başlayarak onların dikkatlerini kitap üzerine çekmek istemiştir. Allah buyuruyor ki sanki bu âyetleriyle: Kullarım! Dinleyin şu anda Allah konuşuyor! Bu sözü kendi sözlerinize benzetmeyin! İçinizden bir insan konuşuyor zannetmeyin! Şu anda içinizden birisi konuşmuyor! Şu anda Peygamber de konuşmuyor! Bu benim sözümdür! Şu anda Rabbiniz konuşuyor! Gelin bunu benim sözüm olarak dinleyin! buyurarak kitabına ve kitabının önemine dikkat çekiyor.
Gelin ey insanlar, ey kullarım şu anda Allah konuşuyor! Bu söz insan sözüne benzemez! Âlim sözü, fazıl sözü, filozof sözü, psikolog sözü, sosyolog sözü, amir sözü, müdür sözü, baba ana sözü gibi dinlemeyin bunu! Sakın ha benim sözümü içinizden birinin sözüne benzetmeyin! İçinizden birinin sözünü dinleyip de çöpe attığınız gibi, ya da kulak ardı yaptığınız gibi benim sözümü de öylesine dinlemeye kalkışmayın! Şu anda ben konuşuyorum! Bu söz Allah sözüdür! İşte insanlar bu söze daha bir ciddi kulak versinler, daha bir ciddi dinlesinler diye böyle bir dikkat çekmedir denmiş.
İşte bunlar kitabın âyetleridir. Azîz olan, Alîm olan, ilim kendisinden olan, ilmin kaynağı olan, Rahîm olan, rahmeti sonsuz olan, sizi sizden çok seven, sizi sizden çok düşünen, sizin menfaatlerinizi, maslahatlarınızı sizden daha iyi bilen Rabbinizin size hayat programı olarak gönderdiği kitabının âyetleridir bunlar. Çünkü bu kitap hayatın sahibi ve hayatı programlayan bir makamdan gelmektedir. Bilgi kendisinden olan, bilginin kaynağı olan Allahtan gelme bir kitaptır bu. İşte böyle sözü söz olan, dediği dedik olan ve hayata hakim olan bir kitaptır; bu kitap.
Aynı zamanda zaman içinde değeri, hükümleri, yasaları pör-süyüp, eskiyip, aşınıp değerini kaybetmeyecek bir kitaptır bu kitap. Çünkü bu kitabın yasaları zaman ve mekânla sınırlı değildir. Zamanın kendisini eskitemeyeceği, üzerinden yağmurlar, karlar, boralar geçse de, tek yasasına, tek harfine bile halel getiremeyeceği, asla hiçbir gücün ezip bozamayacağı kalpte olan, kabulde olan, Levh-i Mahfuzdan dünya âlemine yansıyan bir yazgının âyetleridir bunlar. Kıyâmete kadar eskimeden tüm insanlığın tüm problemlerini çözebilecek bir kitabın âyetleridir bunlar. Okunması, anlaşılması, üzerinde düşünülüp akıl yorulması ve hayatın kendisiyle düzenlenmesi gereken bir kitabın âyetleridir bunlar.
Bu kitap sana Rabbinden hak olarak indirilmiştir. Kitabın indirilişi hak, kitabın kendisi hak, içindekiler haktır ama insanların pek çoğu bunu böylece bilip iman etmezler. İnsanlar ister kabullensinler, ister kabullenmesinler fark etmez, bu kitap hak bir kitaptır.
Allah kitabı hak ile indirmiştir. Allah kitabını haklı olarak indirmiştir. Her konuda hak odur. Rabbimiz kitabını hakkın ortaya çıması için, hakkın bâtıla galip gelmesi için indirmiştir. Veya insanların üzerinde ihtilâf ettikleri, çözüme kavuşturamadıkları, karar verip son sözü söyleyemedikleri her konuda son sözü söyleyecek olan, son hükmü verecek olan, hak olan, hukuk olan bir kitaptır bu. Hak kelimesi kitabımızda çok geçer. Rabbimiz hak, kitabı hak, peygamberi hak, cennet hak, cehennem hak, Sırat hak, terazi hak, Mizan hak, hepsi haktır. Ama insanlardan pek çoğu buna böylece inanmazlar. Kitabın hak oluşuna inanmayan kâfirler bir tarafa, bakıyorsunuz Müslümanlar bile bugün hak problemini gündeme getiriyorlar, lâkin problemi bu Hakka göre çözme konusunda kimse doğru dürüst iki kelime bile söyle-miyor.
Meselâ insan haklarını gündeme getiren Müslümanlar öncelikle Allahın haklarını gündeme getirmek zorundadırlar. Öncelikle Allahın hakkını gündeme getiremeyen Müslümanlar, kesinlikle hiç bir zaman kullarının hakkını gündeme getiremeyeceklerdir. Kaldı ki kulların hakkını değerlendirebilmek için de hak bir kitaba, hak bir mizana muhtaç olacaklardır, hak bir peygambere kulak vermek zorunda olacaklardır. İşte tüm problemlerin çözümü buradadır. Yâni bu kitaba gö-re bizim hakkımız nedir? Bunu bilmek zorundayız. Bulunduğunuz her bir ortamda hangi hak gündeme gelirse gelsin, kadın hakkı mı? Erkek hakkı mı? İşçi hakkı mı? İşveren hakkı mı? Öğretmen, öğrenci hakkı mı? Ana hakkı, baba hakkı mı? Allah hakkı mı? Kulların hakkı mı? Bunu ancak bu kitap çözecektir. Bunun dışında bunları çözeceğine inandığımız başka bir kaynak bilmiyoruz. Çünkü bakın Rabbimiz buyurur ki:
"Haktan başka sadece dalâlet vardır."
(Yunus 32)
Eğer problemlerinizin çözümünü bu kitabın dışında ararsanız, kitabın ötesinde başka yerlerde ararsanız mutlaka bâtıla düşmek zorunda kalacaksınız. Başka değil, Hak sadece Rabbinden gelendir. Kâbe konusunda, kıble konusunda, hukuk konusunda, kadın erkek hakları konusunda, ekonomi konusunda, kılık-kıyafet konusunda, si-yasal yapılanma konusunda eğitim konusunda da olsa, hangi konu olursa olsun bilelim ki hak Allahtan gelendir. Hangi konu olursa olsun hak Rabbinden gelendir. Hak Avrupadan gelen değil, hak A.B.D nin dediği değil, hak Avrupanın yaptığı değil, hak babamın dediği değil, hak hocamın dediği değil, hak bizim cemaatin dediği değil, hak Allahtan gelendir. Hukuk Allahın hukukudur, yasa Allahın yasasıdır. İnsanların çoğu değil, hiçbirisi bunun böyle olduğuna inanmasa da biz böylece iman etmeliyiz ki mümin olabilelim.
Evet hak olan, hukuk olan, tek yasa olan kitabını indirerek bi-ze emirlerini, yasaklarını bildiren, bizden istediği kulluğu, bizden istediği hayat programını gönderen Rabbimizin buna lâyık olduğunu, buna ehil olduğunu söylüyor. Onun gücünü, kudretini anlamak ister-seniz etrafınıza bir bakın. Etrafınızdaki Rabbinizin âyetleri üzerinde bir gezinti yaparak düşünün diyerek bundan sonraki âyetinde Rab-bimiz rubûbiyetinin delillerini sunmaya başlayacak. Bakın ikinci âyet şöyle:
2. Gökleri, gördüğünüz gibi, direksiz yükselten, sonra arşa hükmeden; her biri belli bir süreye kadar hareket edecek olan güneş ve ayı buyruğu altına alan, işleri yürüten, âyetleri uzun uzun açıklayan Allah'tır; ola ki Rabbinize kavuşacağınıza kesin olarak inanırsınız.
Evet Allah semavatı direksiz yükseltmiştir. Şu semavata bir bakın ki o ve ondaki tüm gök cisimleri hiç bir imadı, hiçbir direği, payandası olmadan duruyor. Görünürde onları tutan hiçbir şey yok. Sadece Allahın kuvvet ve kudreti var. Siz bunun böyle olduğunu gözlerinizle görmektesiniz. Öyleyse gördüğünüz şeye delil getirmeye ne gerek var?
Âyetin bir başka mânâsı da: Sizin görebildiğiniz hiçbir direk olmadan Allah semavatı yükseltmiş ve onlardakileri tutmaktadır. Yâni aslında semadaki gök cisimlerini orada tutan cazibe denen bir kısım direkler vardır ama siz onları görmüyorsunuz. Düşünebiliyor musu-nuz? Dünyamızdan milyarlarca daha büyük fiziki kütleye sahip olan şu güneşi, şu ayı, şu yıldızları, şu galaksileri, nebülözleri, bildiğimiz bilmediğimiz bu gök cisimlerini orada tutmak kolay değildir. Ama mutlak güç ve kudret sahibi Rabbimiz için hiç de zor değildir bu. Mahiyetini anlayamasak da Rabbimiz tutuyor onları orada. Onları ve bizi hik-met ve kudretiyle konumlarımızda tutan Allahtır. İmtihan döneminin sona erip de kıyâmetin kopup, hesap kitap döneminin başlayacağı ana kadar da Rabbimiz onları yerli yerinde tutmaya devam edecek.
Hak olan kitabımızın başka âyetlerinden öğreniyoruz ki kâinat imtihan konumundan hesap konumuna geçme komutunu alır almaz Rabbimiz şu andaki tutuşunu bırakıverecek. Her şeyin zimamını, ge-mini salıverecek ve işte o zaman güneşin defteri dürülecek, yıldızlar yerlerinden sökülüp imamesi kopmuş tesbih taneleri gibi sağa sola düşmeye, her şey birbirine vurmaya, her şey birbirine çarpmaya başlayacak ve Kaaria gerçekleşecek.
Veya en büyük olay, en büyük felâket gerçekleşecek. Kapıları çalan, akılları zayi eden, kalpleri yerinden oynatıp yürekleri hoplatan felâket gerçekleşecek. Korkunç dehşetiyle insanların kalplerini ve kulaklarını çarptığı için, insanların beyinlerinde patladığı bu isim verilmiştir. İnsanların kalplerine ve kulaklarına çarpacak, yürekleri yerinden oynatıp, kalpleri parça parça edecek, gökleri yarıp parça parça edecek, dağları ufalayıp tuz buz edecek, yıldızları yerlerinden söküp sağa sola atacak, güneşin ve ayın defterini dürecek, insanları hedefini şaşırmış ne yapacaklarını, nereye gideceklerini bilmez bir vaziyette kelebekler gibi sağa sola uçuracak kıyâmet hadisesi gerçekleşecek.
Evet şu anda bu cisimleri kudretiyle yaratan, var eden ve ye-rinde tutan Allahtır.
Allah gökleri yerleri yaratmış, gökleri direksiz olarak yükselt-miş, ama sadece yaratmakla kalmamış arşı istivâ ederek yarattığı tüm varlıkları egemenliği altına da almıştır. Tüm kâinatı, tüm mevcudatı, tüm mülkünü hâkimiyeti altına, egemenliği altına almıştır. Canlı ve cansız tüm mevcudatı kendi saltanatı altına almıştır.
Rabbimizin arşı istivâ etmesi konusu Kuranın başka yerlerinde de geçer. Rabbimizin bu âyetleri müteşabih ayetlerdendir. Öyley-se Rabbimizin arşı istivâ etmesi konusunda fazla bir bilgimiz yoktur. Arş; sakf mânâsına bir yerin en yükseği, en üstü, en zirvesidir. Veya arş; kralların oturduğu tahtın lazımı olan mülk ve saltanattan kinayedir. Hani şu tabir kullanılır:
Selle arşuhu
Onun arşı (mülkü) yıkıldı. Mülkü yerinde olduğu ve hâkimiyeti devam ettiği zaman da:
İsteva ala arşihi
denir.
Arş bir kralın tahtına oturması demektir, ama böyle cismâni bir oturuş değil hükümdarlık sıfatıyla muttasıf olması demektir. Yâni hükümdarlığın taht sayesinde değil, tahtın hükümdar sayesinde ikâ-mesi anlatılır. Yâni
İsteva maal arş
Değil
İsteva alel arş
Yâni Allah arşla beraber oldu değil, Arştan üstün oldu, arşa hükmetti anlamınadır. Çünkü İsteva karar kılmak, tek düze ol-mak, yüksek olmak, yüce olmak, istila etmek, hâkimiyeti altına almak ve kaplamak anlamınadır.
Rabbimiz zaman ve mekândan münezzeh iken acaba bu âye-tiyle neyi kast ediyor. Burada imanımız gereği diyebileceğimiz en doğru ve en güzel söz şudur: Rabbimiz bu âyetiyle neyi kast ettiyse odur. Bu konuda tevile gerek de yoktur, imkânımız da yoktur. Çünkü bu tür âyetler müteşabih âyetlerdir ve bizim bu konularda bilgimiz olmadığı için aynen inanıyoruz. İnanıyoruz ki Rabbimiz arşı istivâ etmiştir. Ama bu istivânın ne demek olduğunu, keyfiyetinin ne olduğunu bilmiyoruz.
Birisi İmam Mâlik efendimize istivâdan sormuş, keyfe demiş. İmam Mâlik efendimiz bir müddet sustuktan sonra vücudundan müthiş bir ter boşanır ve der ki:
İstivâ malum, keyf ise gayri makuldür. Buna iman vacip, sual ise bidattir
Allah haydir. Allah tüm kâinata hükmedendir. Allah tüm kâinatta sözü geçendir. Hıristiyanların dedikleri gibi Allah gökleri yeryüzünü yarattı da sonra yorulup dinlenmeye çekilmiş değildir. Aristonun ve Aristo yolunun yolcularının, demokratik kafaların dedikleri gibi dünyayı yaratmış sonra da ne haliniz varsa görün, nasıl isterseniz öylece yaşayın, ben dünyayla ilgilenmiyorum diyerek köşesine çekilmiş, dünya işini bize bırakmış değildir Allah. Hayata karışandır Allah. Hayata hükmedendir Allah. Tüm kâinatta hükmü geçendir Allah. Çünkü yaratılış bitmemiştir. Kün emriyle her an yaratılış devam etmektedir. Şu anda yaratılanlar Allah tarafından yaratılmakta, şu anda da tüm eylemlerimizi yaratan Allahtır.
Güneşi ve ayı da Rabbimiz kendi emrine almıştır. Şu anda görebildiğiniz gök cisimlerinin en büyüğü olan güneşi ve ayı Allah kendi emrine almıştır. Her ikisi de Rablerine boyun büküp emrine teslim olmuşlardır. Öyleyse ey insanlar, sizden ve dünyanızdan mil-yarlarca kere daha büyük olan bu semavat bile Rabbine teslim olup boyun bükmüşken siz kime teslim oluyorsunuz? Semavat Rabbini dinlerken siz kimleri dinlemeye? kimlere kulluk etmeye, kimlerin yasalarını uygulayıp kimleri razı etmeye çalışıyorsunuz?
Bu tür gündüzden, geceden, semadan ve arzdan, çevreden ve insandan, yaratılıştan söz eden, yâni bizim duyu organlarımızla ulaşabildiğimiz bilgi alanlarından söz eden âyetler, Cenâb-ı Hakkın tek Rab olmasını ve tek İlâh oluşunu anlatan âyetlerdir. Bakın ey kullarım, Rabbinizin ilmi ve kudreti işte budur! Bunları yapan, yaratan Allahtır diyen âyetlerdir. Cenâb-ı Hakkın rubûbiyetini ortaya koyan âyetlerdir. Eğer bütün bunları yapan, yaratan Allahsa, Allah'ın bütün bunlara gücü yetiyorsa, elbette size de gücü yeter. Sizi de yeniden öldürmeye, diriltmeye gücü yeter.
Veya eğer bu konuları idareye bilgisi yetiyorsa sizin de ha-yatınızı düzenlemeye bilgisi yeter mânâsına gelen âyetlerdir. Bütün bunları bilen, beceren Allah sizin hayat programınızı bilmez mi? Sizin hukukunuzu, sizin nasıl bir hayat yaşayacağınızı bilmez mi? Diyen âyetlerdir bunlar.
Tüm bu Rabbinizin yarattığı varlıklar, gördüğünüz, görmediğiniz, bildiğiniz, bilmediğiniz tüm bu varlıklar Allahın kendilerine belirlediği yörüngelerinde programlarında yine Allahın takdir buyurduğu bir süreye kadar, kıyâmet gününe kadar yüzüp gitmekte akıp gitmektedirler. Müzzemmil sûresinde de haber verildiğine göre peygamberin karada böyle bir yüzüşünden söz ediliyor. Ne demek bu? Anlayabildiğimiz kadarıyla bunun mânâsı tüm varlıklar için kendilerine tahsis edilen programın devamının icrası demektir. Allahın belirlediği hayat programının icrası demektir. Allah güneşe, aya, yıldızlara bir yol, bir yörünge, bir program tahsis etmiştir ki onlar Rableri tarafından kendilerine tahsis edilen, çizilen bu programı icra edip yüzüp giderler.
Yâni tüm bu varlıklar Rablerinin kendileri için belirlediği yörüngenin içinde hareket ederler. İşte tıpkı onlar gibi insan da kendisine gece hazırlayacağı program içinde gündüz yüzüp gidecektir.
Gece okunan âyetler, gece ilgi kurulan vahiy ona bir program çizecek ve gündüz o bu vahyin kendisi için çizdiği program dahilinde yüzüp gidecek, yâni bu programı icra edecektir diğer varlıklar gibi.
Allah işlerin tümünü tedbir ediyor, idare ediyor, ayarlıyor, düzene koyuyor. Kullarına şah damarlarından daha yakın olarak Rabbi-miz, kulları neredeyse onlarla birlikte olarak hayatlarını düzenliyor. Yâni sadece gökleri yaratan, sadece göklere egemen olan ve dünya işlerini bize bırakan değildir Allah.
Ve sizler âhiret konusunda, diriliş ve hesap kitap konusunda yakîne ulaşasınız diye, âhiret konusunda yüzde yüzden de öte kesin bir bilgiye ulaşasınız diye, böylece bu âyetler üzerinde kafa yorup, iman edip, bu âyetlerle yol bulup bir gün Allaha kavuşacağınız konusunda kesin bilgiye ulaşasınız, hesaba çekileceğinize kesin iman edesiniz diye Allah âyetlerini tafsil edip size açıklıyor. Artık insanların Allaha karşı arkasına saklanacakları bir mâzeretleri, ileri sürecekleri bir delilleri kalmasın diye Allah âyetlerini açık açık ortaya koyuyor.
Yâni, ya Rabbi! Madem ki Rabbimiz olarak sen vardın! Ma-dem ki bizi sen yaratmıştın! Madem ki hayatımızı sana borçluyduk! Madem ki Rab olarak, İlâh ve Mâbud olarak sadece seni dinleyecektik! Senden başkalarına asla minnetimiz ve kulluğumuz olmayacaktı! Madem ki bizi yaşadığımız bu hayatın sonunda hesaba çekecek olan sendin! Madem ki hesabı sadece sana ödeyecektik! Madem ki öbür tarafta cennetin vardı, cehennemin vardı! Madem ki bizden kulluk istiyordun! Eh öyle de bize bunları niye bildirmedin? Niye bize önceden haber vermedin? Bize niye kitaplar ve elçiler göndermedin? Madem ki bu kadar güzel bir cennetin vardı da neden bizi önceden bilgilendirmedin? Madem bu kadar dayanılmaz bir cehennemin vardı da niye önceden bizi onunla uyarmadın? diyerek Allaha karşı delil getirmeye hiç kimsenin hakkı kalmasın diye âyetlerini tafsilatlı bir şekilde ortaya koyuyor Rabbimiz.
3. Yeri düzleyen, orada dağlar, nehirler var eden, her türlü üründen çift çift yetiştiren, gündüzü geceyle bürüyen de O'dur. Doğrusu bunlarda, düşünen kimseler için ibretler vardır.
O Allah ki yeryüzünü yayan, uzatan bizim istifademize su-nandır. Evet semavatı anlattıktan sonra şimdi de arzdan, yaşadığımız yeryüzünden rubûbiyetine deliller anlatıyor Rabbimiz. Bir beşik gibi, bir döşek gibi arzı bizim altımıza yaymış, sermiş, geniş kılmış. Sonra:
O yeryüzünde dağlar ve nehirler var etmiştir Rabbimiz. Evet o Allah ki yerin üstünde sabit dağlar yaratmıştır. Yâni dağları arzın üstüne baskılar yaptı. Çiviler, kazıklar yaptı dağları. Kuranın başka yerlerinde Rabbimizin yeryüzünü bu dağlarla dengelediği anlatılır. Yâni semada, fezada, boşlukta dönüp duran dünyanın dengesini sağlamak için dağları böyle kazıklar olarak çakıvermiştir Rabbimiz. Sonra bu dağların arasından nehirler akıtıvermiş. Evet işte bunu yapan Allahtır. Bu dünyanızı böyle boşlukta tutan Allahtır. Bu konuda işleyen kanunların tamamının arkasında işleyen el Rabbinizin elidir.
Evet ekinlerinizi ekip dikmeniz için nehirleri akıttı da onunla her tür meyveden, her tür üründen çifter, çifter yetiştiriverdi. Evet yaratıp düzenlediği, yaydığı arzda nehirlerle Rabbimiz bereketler meydana getirdi. Yeryüzünde hayra ve hayata vesile olacak sular, madenler, hava ve diğer elementler gibi hiç bitip tükenmeyen bereketler yarattı, kullarının rızıklarını da takdir buyurdu. Rabbimiz binlerce yıldır üzerinde hayat sürenler için, insanlar ve diğer varlıklar için bitip tükenmeyen bereketler var etti. Bitmez tükenmez rızıklar yarattı. Tüm canlıların üzerinde hayatlarını sürdürebilmeleri için gerekli olan bütün ihtiyaçlarını yaratmıştır orada Rabbimiz.
Üstelik üreme ve çoğalma için her şeyden de çift yaratmıştır. Erkek-kadın gibi meyve ve sebzelerde de erkek ve dişi organlar vardır. Bu organların döllenmesi sayesinde meyveler oluşmaktadır. Bazı ağaçlarda hem erkek hem de dişi organ, bazılarında sadece erkek, ya da dişi organ vardır. Bu telkih sonucu tadı, rengi, kokusu farklı, her bireri değişik güzellikte meyveler sunulmaktadır bize. Sonra:
Allah geceyi gündüzün üzerine geçirmek, gündüzü de gecenin üzerine kapatmak sûretiyle, geceden gündüzü, gündüzden geceyi yarıp çıkarmak sûretiyle sizin hayatınızın devamını sağlamaktadır.
Evet gece ve gündüz Allahın iki ayrı âyetidir. Sadece Allahın egemen olduğu, sadece üzerlerinde Allahın sözünün geçtiği, başka hiç kimsenin sözünün geçmediği iki âyet. Egemenlik bizdedir diyen, hâkimiyet bizdedir diyen yeryüzü tanrılarının, yeryüzü tanrı ve sahte tanrıçalarının zerre kadar söz geçiremeyecekleri iki âyet. Bu iki âyetini bize tanıtırken buyuruyor ki Rabbimiz. Ey kullarım, sizin hiç müdahale edip değiştiremediğiniz gece ve gündüz benim âyetlerimdir. Onlar sadece bana teslim olup, bana boyun bükmüşlerdir. Gece ve gündüzü peş peşe getiren Benim. Geceye ve gündüze ferman eden, bu kâinat çarkını hiç durmadan çeviren, döndüren Benim. Öyleyse Rab ve İlâh Benim, sadece Bana kulluk edin buyurmaktadır.
Yâni ey kullarım unutmayın ki Ben, bütün bunları size coğ-rafya bilgisi vermek için, botanik konusunda sizi bilgilendirmek için, veya sizi eğlendirip hoş vakitler geçirmeniz için anlatmıyorum. Etrafınıza bir daha bakmanızı, çevrenizdeki âyetlerimi bir daha gözden geçirmenizi, Benim rubûbiyet ve ulûhiyetime delil olarak size arz ettiğim bu âyetlerim üzerinde ibretle ve tefekkürle kafa yorarak gücümü, kudretimi ve hikmetimi anlamanız, kavramanız ve Bana kul olmanız, teslim olmanız için anlatıyorum.
Şu altınıza bir döşek gibi yaydığım yeryüzüne, şu ona denge unsuru olarak çaktığım dağlara, o dağların eteklerindeki ekime dikime elverişli olsun diye düzenlediğim ovalara, şu dağların eteklerinden ovaları sulamak için akıttığım nehirlere, şu yiyip içtiklerinize bir bakın. Bakın da bunları Benden başka becerebilecek birileri var mı yok mu bir düşünün? Kimin ekmeğini yiyip de kimin kılıcını salladığınızı bir düşünün? Ama işte bütün bu anlatılanlarda, bütün bu âyetlerde:
Düşünen kimseler için ibret alınacak âyetler vardır. Tabii dü-şünen, kafa yoran, aklını kullanan insanlar için bu âyetler bir değer ifade eder. Lâkin bütün bu âyetler düşünmeyen, akıllarını kullanmayan insanlar için hiçbir şey ifade etmeyecektir.
Bütün bu âyetleriyle rubûbiyetini gündeme getiren Rabbimiz bize diyor ki: Kullarım! Ben mülk elinde olanım! Ben mülke sahip ola-nım! Göklerin ve yerin mülkü Benimdir! Sizler de sahip olduklarınız da dünyanız da, arzınız da, semanız da, ayınız güneşiniz de, havanız, suyunuz da, yediğiniz içtiğiniz de hepsi Benimdir! Ben mülkün sahibiyim! Hayatın sahibi Benim! Ben bereket kaynağıyım! Sizi yaratan, sizi yoktan var eden, şu anda size sunduğum nimetlerimle sizin hayatınızı devam ettiren benim! Varlığınızı Bana borçlusunuz! Yiyeceğinizi, içeceğinizi, suyunuzu, semanızı, arzınızı her şeyinizi yaratan Benim! Unutmayın ki şu anda üstünde yaşadığınız arzı yaratan ve size boyun eğdiren, sizin emrinize âmâde kılan, onu sizin için zelûl kılan, onu sizin için bir döşek, bir firaş kılan, yayan, seren Benim!
Ama unutmayın ki Ben istediğim için arz size boyun bükmektedir. Ben istediğim için gece ve gündüz sizin emrinizdedir. Ben istediğim için bu dağlar, bu nehirler, bu meyveler ve sebzeler size sunulmaktadır. Bütün bunları sizin emrinize âmâde kılanın Ben olduğumu, Benim sayemde bunlara ulaştığınızı unutmayın. Beni böylece bilin, böylece tanıyın ve Bana böylece inanın. Beni arza hakim tanıyın. Beni arza etkin bilin. Beni arza galip bilin. Beni göklere ve yerlere egemen olarak tanıyın. Yerken, içerken, gezerken, dolaşırken, yatarken, kalkarken, binerken, kullanırken hep bu niyet içinde olun. Bana kul olduğunuzu unutmadan yaşayın diyor Rabbimiz.
4. Yeryüzünde, hepsi de aynı su ile sulanan, bir-birine komşu toprak parçaları, tek ve çok köklü üzüm bağları, ekinler, hurma ağaçları vardır. Fakat onları şekil ve lezzetçe birbirinden farklı kılmışızdır. Düşünen kimseler için bunda ibretler vardır.
Evet arzda, yeryüzünde birbirine komşu kıtalar vardır. Birbi-rine bitişik, birbirine komşu ama birbirinden farklı fiziki özelliklere, bitki örtülerine sahip kıtalar, toprak parçaları vardır. Rabbimiz onların arasını denizlerle, okyanuslarla ayırmış. Bütün bunlarda insanlar için çok büyük menfaatler vardır.
Ve hepsinde aynı suyla sulanan sınvan, gayrı sınvan üzüm bağları, ekinler, hurma ağaçları vardır. Buradaki sınvan, gayri sınvan Allahu âlem tek gövde üzerinde duran, tek gövde üzerinde çatallanan anlamınadır. Aynı bitim yerinde; ama faklı gövdelere ayrılan anlamınadır. Tek bir gövde üzerinde yükselen ağaçlar ve çatallanan ağaçlar. Ekinler de tek gövde üzerinde yükselirler. Bunlar aynı sudan sulandıkları halde, aynı topraktan gıda aldıkları halde şekil ve lezzet bakımından birbirlerinden farklı kıldık diyor Rabbimiz.
Su aynı su, toprak aynı toprak, hava aynı hava, güneş aynı güneş ama bakıyoruz meyvelerin renkleri farklı, şekilleri farklı, tatları farklı, kokuları birbirinden farklıdır. Kimisi tatlı, kimisi tuzlu, kimisi ekşi, kimisi acı, kimisi yağlı, kimisi beyaz, kimisi siyah, kimisi sarı, kimisi kırmızı
Meselâ elma ile armut aynı suyla sulandıkları, aynı toprakla beslendikleri halde birbirlerine benzemedikleri gibi elmanın kırk çeşidi de birbirlerinden farklıdır. Hangi fabrikada imal ediliyor bunlar? Hiç düşünmüyor musunuz? Lâkin bunlara ne kadar muhtaçsınız değil mi? Bunlarsız yaşayamazsınız değil mi? Hayatınızın devamı bunların varlığına bağlı değil mi? Şu insanların yaptıkları ve gururla insanlığa takdim ettikleri bu teknolojik şeylerin hiç birisi bunların yerini tutup karın doyurmuyor değil mi? Peki acaba bunlardan bir tanesini siz kendiniz yaratabilir misiniz?
Veya sizlerin şu anda güçlü gördükleriniz, hâkimiyeti kendilerine verip yasalarına tabi olduklarınız insanlar yapabilirler mi? yaratabilirler mi bunlardan bir tanesini? Güçleri yeter mi buna onların? Bir de meselenin bir başka boyutuna dikkatlerinizi çekerek şöyle sorayım. Acaba sizlerin şu anda bedava yiyip içtiğiniz tüm bu nimetler Allahtan değil de insanlardan olsaydı, tüm bu nimetlerin sahibi insanlar olsaydı, acaba bu kadar rahat bu nimetlerden istifade imkânı bulabilir miydiniz? Onları bu kadar rahat alabilir miydiniz insanların ellerinden? Eğer bu dünya, bu nimetler insanların elinde olsaydı, insanların mülkünde olsaydı, bu kadar cömertçe onu insanlara sunabilir miydi? onu da bir düşünün.
İşte ey Allahın kulları unutmayın ki sizin böyle cömert bir Rabbiniz var. Kimin ekmeğini yiyip kimin kılıcını salladığınızı bir dü-şünün. Kimin nimetlerinden istifade edip de kimlere kulluk ettiğinizi bir düşünün.
Demek ki bizi yaratan ama yarattığı gibi öyle başı boş bırakmayan, kendi halimize terk etmeyen ve hayatımızın devamı için dünyada yaşam şartlarımızı da ayarlayan bir Rab'le karşı karşıyayız. Dünyayı bizim için yaşam yeri olarak hazırlayıvermiş Rabbimiz. Ama elbette:
Bütün bunlarda akıl eden, aklını kullanan, akıl yoran insanlar için âyetler, ibretler vardır. Zaten tüm bunları düşünmeyen, tüm bunların kim tarafından ve ne için verildiği üzerinde ciddi ciddi kafa yormaya yanaşmayan insana insan demek mümkün müdür? siz söyleyin. Şu kupkuru üzüm çubuğunun içini şeker usaresiyle dolduran kimdir? Şu gördüğümüz her bir ağacın her bir dalında yüzlerce fabrika kurup yediğimiz ayrı ayrı renklerde, ayrı ayrı tatlarda bu meyveleri yaratan kimdir? Bütün bunları düşünen anlayan bir kavim için, bir toplum için biz bu âyetlerimizi açıklıyoruz anlatıyoruz diyor Rabbimiz. Ama tüm bunları kendi güçlerine, kendi becerilerine, ya da işte kör tabiat güçlerine veren kimseler için bu âyetler hiç bir mânâ ifade etmeyecektir.
5. Şaşacaksan, onların: Biz toprak olunca mı yeniden yaratılacağız? demelerine şaşmak gerekir. İşte onlar Rablerini inkâr edenlerdir. İşte onlar boyunlarına de-mir halkalar vurulanlardır. İşte onlar cehennemliklerdir, orada temelli kalacaklardır.
Eğer bunlar nasıl böyle oluyor? Bütün bu nimetler, bütün bu âyetler nasıl var ediliyor? diye hayret ediyorsan, asıl hayret edilecek, asıl şaşılıp taaccüp edilecek konu bunca âyetleriyle Rablerinin gücünü, kudretini tanıyamamış kâfirlerin şu sözleridir: Nasıl, nasıl? Bizler toprak olduktan sonra mı? Bizler öldükten, toprak bizim etlerimizi yiyip, kemiklerimizi çürüttükten sonra mı yeniden diriltileceğiz? Bu kesinlikle mümkün değildir. Sen onu bizim külahımıza anlat diyenlerin sözleridir. Bunlar Rablerine küfreden, Rablerini tanımayan, Allahın gücünden, kudretinden, Allahın âyetlerinden habersiz olan insanlardır. Bunlar Rablerini örten, örtbas eden, Rablerinin âyetleriyle ilgi kurmadan bir hayat yaşayan insanlardır.
Aslında öldükten sonra hesap kitap için tekrar diriliş hayret edilecek, şaşılacak bir şey değildir. Asıl hayret edilip şaşılacak şey bu hayatın sonunda bir dirilişin olmamasıdır. Asıl şaşılacak şey yaşa-dığımız bu hayatın sonunda bir hesap kitabın olmaması, herkesin yaptığının yanına kar kalmasıdır. Eğer bu hayatın sonunda bir diriliş yoksa, yaptıklarımızın hesabını ödemek yoksa o zaman gerçekten bu hayatın hiçbir anlamı kalmaz. O zaman zalimlerin, kâfirlerin yaptıkları yanlarına kar kalırken müminlerin, âdillerin, mazlumların yaptıkları da boşa gidecek, onlar tamamı enayi sayılacaklardır. Evet asıl hayret edilecek şey öldükten sonra tekrar diriliş değil, bilâkis dirilişin olmamasıdır.
Yâni bu kâfirler ölüm sonrası tekrar dirilişin gerçekleşeceğine taaccüp mü ediyorlar? Hayret edilecek bir şey mi kabul ediyorlar bunu? Niye şaşıyorlar da buna? İlk yaratılışları neydi bu adamların? İlk defa nasıl yaratılmışlardı bu adamlar? Onları ilk defa yaratan Allah ikinci defa yaratamaz mı? Nasıl düşünüyorlar bu adamlar? Toprak olduktan sonra bir daha diriltilemeyeceklerini mi söylüyorlar? Çok mu hayret edilecek bir husustur bu? Halbuki anamızın-babamızın yedikleri yeryüzünün değişik meyvelerinden oluşan, meniden meydana gelmedik mi bizler?
Böylece bizi ilk defa topraktan toplayıp yaratan Allah ölümümüzden sonra aynı topraktan tekrar toplayıp diriltmeye kadir değil mi? Ama bu kâfirler, bu ölüm ötesi hayatı ve o hayatın hesabını ki-tabını reddedenler Rablerini örten, Rablerinin âyetlerini, Rablerinin gücünü kudretini örtbas eden, Rablerine karşı nankörlük eden kim-selerdir. Rablerinin bunca nimetlerine karşı nankörlük etmektedirler. Ama bakın âyetin devamında Rabbimiz onların bu nankörlüklerinin karşılığını ödeyeceklerini şöylece anlatıyor:
Onların boyunlarında ağlâl vardır. Allah onların boyunlarına boyunduruklar, tomruklar, zincirler, bukağılar vuracaktır. Ve onlar cehennem ashabıdırlar. Cehennemin sohbetçisidirler onlar. Ebedîyen, hiç çıkmamacasına orada azabın içinde unutulacaktır onlar. Hal böyleyken bu kâfirler:
6. Puta tapanlar senden, iyilikten önce kötülük isterler, oysa onlardan önce nice ibret alınacak cezalar verilmiştir. Doğrusu Rabbinin, insanların zulümlerine rağmen onlara mağfireti vardır. Rabbinin cezalandırması çetindir.
Evet onlar iyilikten önce kötülüğü istiyorlar. Kendileri için iyilikten önce kötülüğe acele ediyorlar. Kötülüğü çabuklaştırmak istiyorlar. Hemen kendilerine vaat edilen azabın gelmesini istiyorlar. Hani nerde kaldı şu sözünü ettiğiniz azap? Bir an evvel gelse de görsek ya! Di-yorlar. Ey peygamber! Ve ey peygamber yolunun yolcuları! Şu bizi tehdit edip durduğunuz azap nerde kaldı? Hani niye gelmiyor ya? diyerek alay ediyorlar. Halbuki ölüm bize her şeyden daha yakındır. Gerçi şu anda bundan gafil olan insanlar ölümün, âhiretin, hesabın, kitabın değil de başka şeylerin acelecisidirler. Paranın, pulun, makamın, mansıbın, hattâ kimi günâha batmış kimseler yaşadıkları hayatın karşılığı olarak kendilerini bekleyen azabın, ateşin acelecisidirler.
Yaşadıkları hayatla sanki; gelsin bakalım, ne gelecekse gelsin de görelim diyorlar. Ey peygamber! Ve ey peygamber yolunun yol-cuları! Haydi ne getirecekseniz getirin de bir görelim! diyerek alaylı bir biçimde azaplarını acele istemektedirler. Akılsızlar gariptir ki Allahtan istenmesi ve beklenmesi gereken şeyleri Allah elçilerinden ve onların yolunun yolcusu Müslümanlardan istiyorlar. Haydi ey peygamber şu bize vaat edip durduğun azap neyse getir de görelim bakalım diyorlar. Veya bugün kâfirler bunu şu andaki Müslümanlardan istiyorlar.
Tabii hainler ne peygamberlerin ne de onların yolcularının böyle bir azabı acilen kendilerine getiremeyeceklerini bildikleri için de bu konuda cesur davranabiliyorlar. Güya Müslümanlara delil getirmiş ve galip gelmiş sayıyorlar kendilerini ve işledikleri suçlara devama kılıf bulduklarını zannediyorlar. Tabii bunlar yeni değil, geçmiş toplumlar da peygamberlerinden aynı şeyleri istemişlerdi. Kuran bunu detayıyla anlatır.
Evet bu beyinsizlerin bu isteklerine karşılık Rabbimiz buyurur ki bakın:
Halbuki bu beyinsizler bilmiyorlar, kendilerinden önce nice ibret alınacak cezalar verilmiştir. Kendilerinden önce niceleri de aynen bunlar gibi tavır takındılar da Allah onları yerin dibine batırmıştır. Öncekilerin başlarına gelenleri bilmiyorlar bu hainler. Ve bir de:
Doğrusu Rabbin gece-gündüz günâh işleyen, kendilerini Allaha kulluk ortamının dışında tutarak hem Allaha karşı, hem kendilerine, hem de çevrelerine karşı zulmeden kimselere karşı merhametle muamele etmektedir. Halbuki Allahın yakalaması, Rabbinin cezalandırması pek çetindir.
Yâni eğer Allah insanlar için onların işledikleri suçlar yüzünden hak ettikleri şerri acele etseydi, yâni bu insanların amellerinin karşılığını dünyada hemen gönderme konusunda acele etseydi, nasıl? Onların hayra, hayır konusuna acele edip istedikleri gibi, yâni paraya, pula, mala mülke, dünyaya, dünyalıklara acele edip onları istedikleri gibi, onların dünyalık oldukları, maddeci kesildikleri gibi Allah da onlar için amellerinin karşılığı olan cezalarını, azaplarını gönderme konusunda acele etseydi onların ecelleri hemen acele gelir ve defterleri dürülürdü. Ama böyle yapmıyor Rabbimiz. Mühlet veriyor, imkân tanıyor belki dönerler diye. Belki pişman olurlar da bana kulluğu karar verirler diye. Yâni Allah aslında bu hainler cahillikleri sebebiyle kendileri hakkında şerri acele isteseler de Allahın onlara imkân tanıması kendilerinin hayrınadır da bunlar farkında değiller.
Alçaklar bakmıyorlar öncekilerin başlarına gelenlere. Önceki toplumlar da peygamberlerinden azap istemişlerdi de Âd kavmi, Se-mûd toplumu, Nuh kavmi, Lût kavmi aynı tavrı sergilemişlerdi de, is-tedikleri azap kendilerini kuşatıvermişti. Ama merhametlilerin en mer-hametlisi olan Rabbimiz onlara acıdığı için onların bu zulümlerine, bu küfürlerine, bu şirklerine ve bu cüretlerine karşılık hak ettikleri azabı hemen gönderip defterlerini dürüvermiyor. Mühlet tanıyor ki acaba küfürlerini, zulümlerini bir gün anlayıp dönerler mi diye. Ama eğer bu alçaklar akıllarını başlarına alıp adam olmazlarsa kesin bilsinler ki Allah Şediydülikâptır. Yakalaması ve azap etmesi çok şedittir. Buna rağmen bakın kâfirler dediler ki:
7. İnkâr edenler: Rabbinden Muhammed'e bir mûcize indirilmeli değil miydi? derler. Sen ancak bir uyarıcısın. Her milletin bir yol göstereni vardır.
Evet kâfirler diyorlar ki o peygambere bir âyet inseydi ya! Ona bir âyet inmeli değil miydi? Rabbinden bir mûcize gelse ya bu peygambere! Alçaklar peygamberden âyet istiyorlar. Sanki Allah peygamberine hiç âyet göndermemiş. Sanki yol bulabilmek için, iman edebilmek için, amele yönelebilmek için âyete ihtiyaçları var da Allah onları bundan mahrum bırakmış. Yeni ve farklı âyet istiyorlar. Âyet mi istiyorsunuz? Şu elinizdeki Allahın âyetleri yetmiyor mu size? Şu elinizdeki kitabın âyetleri, şu kâinatta Allahın serpiştirdiği meşhut âyetler yetmiyor mu? Allahtan âyet istiyorlar, halbuki Allahın âyetlerinden habersizler alçaklar. Allahın kendileriyle konuşmasını istiyorlar, halbuki şu elimdeki kitabın âyetleriyle Allahın kendileriyle konuştuğunun farkında değiller. Anlıyorlar aslında da; yamukluk yapıyorlar.
Peygamberim, sen ancak bir uyarıcısın. Onlara bir âyet getirmek veya onların bu tür herzelerine cevap vermek gibi bir sorumluluğun yoktur senin. Sen sadece Rabbinden gelen âyetleri onlara duyurmak, bu âyetlerle onları uyarmak zorundasın. Bunun ötesinde senin herhangi bir görevin yoktur. Âyet gönderme yetkisi Allaha aittir. Peygambere verilen âyetler ne onun muhataplarının isteklerine, ne de peygamberin arzularına göre tespit edilmez. Ve bu iş sadece sana ait de değildir. Her topluma bir Hâdî, bir peygamber gönderilmiştir, onların hepsi için aynı yasa geçerlidir.
Öyleyse ey peygamberim ve ey peygamber yolunun yolcuları bunu asla unutmayın. Size ancak sözü dinleyenler, söze kulak verenler, sözü işiten ve onu anlayan kimseler icabet edeceklerdir. Alıcı cihazları çalışan, fıtratları diri ve faal olan kimseler ancak icabet edecektir. Fıtratları bozulmuş olanlar, yaratılış melekelerini kaybetmiş, duymaz, işitmez hale gelmiş, doğruya yönelme istidatlarını kaybetmiş, ölü olanlara gelince bilesiniz ki onları ancak Allah diriltecektir. Bu duruma gelmiş insanlar için ne peygamberlerin ne de başka birilerinin yapabilecekleri bir şey yoktur.
Zira Allahın duyurmadığına kimse bir şey duyuramaz. Allahın söyletmediğine kimse bir şey söyletemez. Allahın göstermediğine kimse bir şey gösteremez. Allahın şaşırttığını kimse yola getiremez. Bunlar kabirdekiler gibi değillerdir. Bunlar vahye karşı kapılarını pencerelerini kapamış, duymayan duygulanmayan, düşünmeyen, idrak etmeyen hayattayken ölmüş insanlardır. Bu tür insanlara ne tür âyet getirirseniz getirin kesinlikle inanmayacaklardır. Öyleyse boşuna ken-dinizi zorlayıp üzülmeyin. Siz sadece Rabbinizin âyetlerini duyurun, gerisini Allaha bırakın diyor Rabbimiz.
8. Allah her dişinin rahminde taşıdığını, rahimlerin düşürdüğünü ve alıkoyduğunu bilir. O'nun katında her şey bir ölçüye göredir.
Rahîmlerin taşıdığını, her dişinin taşıdığını, her hamilenin hamlini bilen Allahtır. Rahîmlerin çoğaltıp eksilttiklerini de bilen Allahtır. Rahîmlerin neleri ziyadeleştirip neleri noksanlaştırdıklarını bilen Allahtır.
Evet Rabbimiz insanlara, kullarına o kadar yakındır ki, kullarına o kadar vakıftır ki rahîmlerdekini, her dişinin taşıdığı erkek mi, dişi mi? Mümin mi, kâfir mi? Saîd mi, şaki mi? Güzel mi, çirkin mi? Uzun mu, kısa mı? Hilkati tam mı, noksan mı? En ince teferruatına kadar bildiği gibi, ayrıca onun rızkını, ecelini, şeklini, şemailini, ana rahmindeki gelişimini, organlarını, gücünü, kuvvetini, ne azalmakta ve ne çoğalmakta olduğunu tam bilen, en bilen, eksiksiz bilen ve tek bilen Allahtır. Veya eksilen çoğalandan kasıt rahîmlerdeki çocuk adedi de olabilir. Zira rahîmlerde bir, iki, üç, dört olabileceği gibi, bazen de dü-şük de olabilmektedir. İşte Allah bunları bilendir. Rahîmlerdekinin doğum ve hamilelik süresini de Allah bilir. Bazen dokuz ay, bazen de daha aşağı olabilir. Bunu bilen de Allahtır.
Ve Allah yanında, Allah katında her şey bir miktar, her şey bir ölçü ve kaderledir. Her varlığın ana karnında gelişip büyümesi, şe-killenmesi, ana karnında kalma zamanı, doğması, yaşaması, ölmesi, rızkı, eceli Allahın takdirine bağlı bir ölçü, bir takdir, bir kader iledir. Çünkü:
9, Görüleni de görülmeyeni de bilen, yücelerin yücesi büyük Allah'a göre, aranızdan sözü gizleyen ile, açığa vuran ve geceye bürünerek gizlenip gündüzün ortaya çıkan arasında fark yoktur.
Gaybı da, şehadeti de, görüleni de, görülmeyeni de, bildik-lerinizi de, bilmediklerinizi de, dünü de, bugünü de, yarını da ayrıntılarıyla bilen, Müteâl olan, en yüce olan, her şeyin üzerinde en Ulu olan, her şeye ve herkese egemen olan Allahtır.
Evet, bu sıfatlar sadece Ona aittir.
Sizden sözü gizleyen ile açığa vuran, gecenin karanlıklarına gizlenip saklanan ve gündüz açığa çıkan arasında Onun bilmesi konusunda hiçbir fark yoktur. O Allah gece gizlice yaptıklarınızdan da, gündüzün yaptıklarınızdan da haberdardır. Hiçbir bakış, hiçbir düşünüş, hiçbir hareket onun ilminin dışında değildir. O Allah ki tüm gözlerin, tüm gönüllerin, tüm bedenlerin, tüm zihinlerin, tüm beyinlerin, tüm akılların düşüncelerini, taşıdıkları niyetleri bilmektedir. Herkesin, her varlığın iç dünyasına kadar bilen ve haberdar olandır. Varlıkların en ince noktalarına kadar, kalplerinin içine kadar nüfuz eder. Yerin derinliklerine kadar göğün zirvelerine kadar her yere ve her şeye nüfuz eder.
Yâni Allah her şeyden haberdardır. Onun bilgisinin dışında bir yaprak bile düşmez, bir damla bile inmez. Onun bilgisinin dışında hiçbir meyve tomurcuğundan çıkmaz, Onun bilgisi olmadan hiçbir dişi gebe kalmaz, ve Onun haberi olmadan hiçbir dişi de bir şey doğurmaz. Düşen bir yaprak bile onun ilmi dahilinde, onun programı dahilinde düşmektedir.
Hal böyleyken, yâni tüm kâinatta tek program yapıcısı ve her şeyi bilen Allah iken Onun hayat programını bırakarak yerde ken-dilerine bir kısın program yapıcılar bularak onları Allaha ortak koşmaya çalışanlara, bir takım bilgiçler bularak onların bilgilerine sığınmaya çalışan, Allah berisinde birilerini hayata etkin zannederek ken-dilerine sığınmaya çalışanlara yuh olsun.
Ardında ve önünde insanoğlunu takip edenler vardır; Allah'ın emriyle onu gözetirler. Bir millet kendini bozmadıkça Allah onların durumunu değiştirmez Allah bir milletin fenalığını dileyince artık onun önüne geçilmez. Onlar için Allahtan başka hami de bulunmaz.
İnsanların önlerinde, arkalarında adım adım onları takip eden Allahın takipçileri, görevlileri vardır. Allah emrinde insanları gözetirler ve şerlerden, kötülüklerden, şeytanlardan onları korurlar.
Bunlar hadisin beyanıyla hafaza melekleridir ki kulları onlara gelebilecek kötülüklerden muhafaza ederler. Bir de Kiramen Katibîn melekleri vardır. İnsan yaşadığı sürece ne yapmışsa, ne söylemişse, ne yapmayı ve ne söylemeyi niyet edip içinden geçirmişse tamamını yazıp kaydetmekle görevli meleklerdir. Gaf sûresi de bunu anlatır:
"İnsan hiç bir söz söylemez ki yanı başında onu zapteden bir melek bulunmasın." (Gaf 18)
İnfitârda da şöyle buyurulur:
"Muhakkak ki üzerinizde koruyucu melekler vardır. Şerefli yazıcılar her yaptığınızı bilmektedirler."
(İnfitâr 10,12)
İşte bütün bunlar Allahın sizin üzerinizde hâkimiyetini, Kah-hâr oluşunu, sizi kendi halinize bırakmayıp sürekli sizinle diyalog halinde oluşunu, sizin hayatınıza karıştığını ve sizin her anınızı kontrol ettiğini gösterir. Hiç kimse bir tek saniye bile kendi başına değildir. İnsanın her hareketini kontrol eden, her nefesini sayan melekler vardır yanında. Zaten İslâmdaki melek inancının odak noktası da budur işte. Yâni öyle bir Allaha inanacağız ki melekleri vasıtasıyla sürekli bizimle diyalog halinde olan bir Allah. Yâni böyle kimilerinin iddia ettikleri gibi dünyayı yaratmış, yorulmuş, köşesine çekilmiş, dünyayla ilgilenmeyen ve ne haliniz varsa görün, bildiğiniz gibi yaşayın diyen bir Allah değil.
Öyleyse anlıyoruz ki insan her şeyiyle Allahın hâkimiyeti altındadır. İnsan her şeyiyle Allahın hâkimiyetine mahkumdur. Alıp verdiği nefesler bile Onun kontrolü, izni ve hâkimiyetine tabidir. Her şey Onun gücü ve tasarrufu altındadır. Her şey Ona boyun eğmiştir. Ve O Kahhâr olan, mutlak güç ve kuvvet sahibi olan Allah sizin üzerinize koruyucular göndermektedir. Sizlerin yeryüzünde yaşadığınız sürece işlediğiniz tüm amelleri tespit etsinler diye, sizi görüp gözetsinler, sizin amellerinizi yazıp muhafaza etsinler diye ve de sizleri korusunlar diye meleklerini göndermektedir. Hadisin ifadesiyle söyleyecek olursak, bir an bile bu melekler sizin üzerinizdeki korumalarını kaldırıverse şeytanlar tarafından kapılırdınız diyor Allahın Resûlü.
Âyetin bu bölümünde de Rabbimiz, bize değişimin; bireysel ve toplumsal değişimin yasasını anlatıyor. İnsanlar ve toplumlar kendi kendilerini değiştirmedikçe, kendi içlerinde olanı değiştirip kendi kendilerini iyiliğe doğru götürmedikleri sürece Allah onları değiştirecek değildir. Öyleyse eğer Rabbimizin bizi değiştirmesini, bizi iyiye, doğruya, Hakka yönlendirmesini istiyorsak, biz önce kendimizi değiştirmek, kendimiz iyiye, doğruya, Hakka, hidâyete yönelmek zorundayız. Kendimizi ıslah etmek zorundayız.
Evet Allahın bizim durumlarımızı değiştirmesini mi istiyoruz? İnsanların durumlarını, çevremizdekilerin, çocuklarımızın, hanımlarımızın, arkadaşlarımızın, dostlarımızın, toplumumuzun mevcut hayatlarını beğenmedik de Allahın değiştirmesini mi istiyoruz? Veya bu insanların bu toplumun hayatlarını bir kademe ileriye götürmek, bir kademe daha güzelleştirmek, Müslümanlaştırmak mı istiyoruz? Kur-an ve sünnete uygun bir bireysel ve toplumsal yapıya kavuşmak mı istiyoruz? Önce kendimizin ve toplumun hayatını değiştirmeye, Allahın istediği bir hayata yönelmeye mecburuz. Müslümanlığımızı güzelleştirme yoluna girmeye mecburuz. Biz böyle bir adım atarsak, biz kendimizi değiştirmeye karar verirsek Allah da bizi değiştirecektir. Bir kimse kendisini değiştirmeyi istemedikçe Allah onu değiştirmiyor. Bir toplum kendisini değiştirme yoluna girmedikçe Allah o toplumu değiştirmiyor. Bu Allahın değişmez bir yasasıdır. Yattığımız yerden Allahın bizi değiştirmesini beklememeliyiz. Bu sünnetullaha terstir.
Mala bakışı bozuk olan, dünyayla ilişkisini Allahın istediği bi-çimde ayarlayamayan, bireysel, toplumsal, ekonomik ve siyasal hayatını Allahın istediği biçimde dengede tutamayan, evinde karısını ve çocuklarını Allahın istediği biçimde eğitemeyen, evinde Allahın, Pey-gamberin, kitabın, sünnetin isminin dahi geçmediği, Allahın kitabından ve Resûlünün sünnetinden habersiz bir hayat yaşayan bir ferdi, bir aileyi, bir toplumu Allah asla değiştirmez. İnsanlar alıştıkları İslâm dışı yerleşik hayatlarından rahatsız olup mevcut hayatlarından farklı Allah ve Resûlünün istediği bir hayat programına geçmeye karar ve-rip bu yola girmedikçe Allah onları asla değiştirmez. Biz önce kendimiz değişikliğe talip olacağız, Allah da bizi değiştirecektir. Biz önce Allahın kitabıyla Resûlünün sünnetiyle tanışacak, tüm hayatımızı on-larla yargılayarak Allahın istediği bir hayata gireceğiz ki Allah da bizi düzeltsin. Okudukça hayatımız değişmelidir.
İşte İslâmî değişimin yasası budur. Küfrün ve şirkin de değişim anlayışları vardır. Bakın insanlara, hep değişim istiyorlar, değişmeden yanalar değil mi? Yeterli bulmuyorlar, tatmin olmuyorlar hep değişmeden ve değiştirmeden yanalar da onun için moda denen şeyi icad ediyorlar. Arabasını değiştiriyor adam, evini değiştiriyor, modelini değiştiriyor, evindeki eşyasını değiştiriyor, değiştiriyorlar. Bu da küfrün değişim modelidir.
Allah bir toplumun fenalığını dileyince, bir topluma kötülük ulaştırmayı murad edince artık onun önüne geçilmez. Hiç kimse bunu engelleyemez. Onun takdirinin önüne hiç kimse geçemez. Onun isyankarlara yazdığı azabı hiç kimse engelleyemez. Dünyada insan-lara sınırlı bir özgürlük verir, ne yaparsanız yapın imtihan gereği size dokunmuyorum der, ama bir kere de onlara bir kötülük dokundurmayı diledi mi artık onun önüne kimse geçemez. Onlar için Allahtan başka hâmî de bulunmaz.
Korku ve ümide düşürmek için size şimşeği gösteren, yağmurla yüklü bulutları meydana getiren O'dur.
Rabbimiz bu ve bundan sonraki âyetlerinde kâinattaki egemenliği altındaki âyetlerinden bazılarını bize tanıtarak rubûbiyetini, gücünü, kudretini ortaya koyacak. Kâinatta işleyen sünnetullaha dikkat çekecek. Evet korku ve ümitle, havf ve tamahla Rabbimiz biz kul-larına şimşeği gösterir. Şimşek kimileri için bir korku sebebi, kimileri içi de bir ümit, bir rahmet vesilesidir. Kimileri için bir rahmet muştusu, bir yağmur habercisi, bir bereket müjdecisi, yağmurun yağacağına bir alâmet, ama kimileri için de isyanları, günâhları yüzünden toplumları helâk eden bir azap kamçısı, bir felâket habercisidir. Bundan dolayıdır ki insanlar şimşeği gördükleri zaman hem korkarlar hem de sevinirler. Yâni kimilerinin ödü koparken kimileri sevinir. Çünkü tarih içinde nice toplumlar savaikle, yıldırımlar ve şimşeklerle yok olup gitmişlerdir.
Yağmur yüklü bulutları yaratan, oluşturan, meydana getiren, inşa eden de Allahtır. Bulutların yasasını koyan, onları hareket ettiren de Allahtır. Yağmur yüklü bulutları inşa edip onlardan hayatbahş olan yağmurları indiren de Rabbimizdir.
Bulut da böyledir. Bulut Allahın emriyle bazen insanlara rah-met getirir, bazen de dolu getirir, azap getirir. Rüzgar, da bulut da, şimşek de Allahın askeridir. Rüzgar Allahın ordusudur, bulut Allahın ordusudur, sular Allahın ordusudur, ateş Allahın ordusudur, bulutlar, kuşlar, dağlar taşlar ve tüm varlıklar Allahın ordusudur. Tüm varlıkların varlık yasalarını koyan Allahtır. Rüzgara, suya, buluta, şimşeğe, ateşe insanlar için hayat kaynağı olun! Kullarım için rahmet kaynağı olun! buyurduğu andan itibaren tüm bu varlıklar Rablerinin emriyle insanlar için hayat kaynağı olurlar. Ama bu varlıklarının yasalarını değiştirip onlar için azap olun dediği anda tüm bu varlıklar insanlar için birer azap kaynağı oluverirler. İnsanlara rahmet getiren bulutlar ve rüzgarlar Rablerinin emriyle birden bire tufana dönüşür ve toplumları helâk ediverir.
O'nu, gök gürlemesi hamd ile, melekler de korkularından tesbih eder. Onlar pek kuvvetli olan Allah hakkında çekişirken, O, yıldırımları gönderir de onlarla dilediğini çarpar.
Evet Rad Onu hamd eder. Gök gürlemesi, gök gürültüsü de Allahı hamd eder. Gök gürlemesi hamd ile Allahın yüceliğini, azametini, rubûbiyetini gündeme getirerek Rablerine boyun bükerler. Rad şimşekten sonra gökyüzünde meydana gelen ve Rabbimizin azamet ve kibriyasını ilân eden gökleri ve yeri şiddetle sarsan gürültüdür. İşte bu göklerin tesbihi, göklerin hamdidir ki tüm kâinata ilân edilir.
Melekler de korkudan dolayı, Rablerinden haşyetlerinden ötürü Onu tesbih ederler. Evet melekler Rablerini tesbih ediyorlar. Yâni melekler Allahın Müslümanlardan istediği bir görevi yerine getiriyorlar. Sübhanallah diyorlar. Ya Rabbi Seni tesbih ederiz diyorlar. Ya Rabbi Sen Seni nasıl tanıttıysan Seni öylece kabul ediyoruz, Sen Seni hangi sıfatlarla muttasıf olarak bildirmişsen, hangi sıfatlardan münezzeh olarak anlatmışsan Sana öylece iman ediyoruz diyorlar.
Ya Rabbi Seni Senin sıfatlarınla tanıyor, Sana lâyık olmayan, Sana yakışmayan noksan sıfatlardan Seni tenzih ederiz diyorlar. Seni sıfatların konusunda tam ve mükemmel kabul ediyoruz diyorlar. Sana ait olan sıfatları asla başkalarına vermeyiz, Senin sıfatlarını parçalamayız diyorlar. Senin sıfatlarından bazılarını Senden başkalarına dağıtarak sana şirk koşmayız diyorlar. Ya Rabbi üstünlük Sendedir, güç kuvvet Sendedir, egemenlik Sendedir, ceberut azamet Sendedir, kulluk, itaat, ibadet Sanadır diyorlar. Biz asla Senden başkalarını dinlemeyiz. Asla Senden başkalarına ibadet ve itaat etmeyiz diyorlar.
Evet şimşek, bulut, gök gürlemesi, melekler gece, gündüz, ay güneş ve tüm varlıklar Allahın âyetleri, Allahın kullarıdır, Allahın yaratıklarıdır. Bunlar Allahın varlığına, ulûhiyet ve rubûbiyetine deliller, alâmetler, işaretler, âyetler ve nişanelerdir. Hepsi de Rablerini tesbih etmekte, Rablerine hamd etmekte ve Rablerine kulluk etmektedirler.
Öyleyse ey insanlar sizler bu yaratılmışlara değil de onların tümünün yaratıcısına kulluk etmeli değil misiniz? Bu varlıklara değil de onları yaratan Allaha secde etmeli, Ona itaat etmeli, sadece Onu dinlemeli, sadece Onun yasalarına boyun bükmeli değil misiniz? Zira görüyorsunuz ki bunların hepsi Allahın kullarıdırlar. Ay da, güneş de, arz da, sema da bulutlar da, şimşek de, gök gürlemesi de, melekler de diğer tüm varlıklar da Allaha boyun bükmüş, Rablerinin emirlerine teslim olmuş varlıklardır. Bu varlıkların tamamının şu anda Allahın kendilerine çizdiği hayat programının dışına çıkmadan, Allahın kendileri için takdir buyurduğu yörünge istikâmetinde hareket etmeleri, bu yörünge istikâmetinde görevlerini ve fonksiyonlarını icra etmeleri hepsinin de Rablerinin koyduğu sisteme boyun büktüklerini hepsinin de Rablerine kul olduklarını göstermektedir.
Öyleyse sizden milyarlarca kere daha büyük olan bu varlıklar bile Rablerine boyun bükmüşken siz kime boyun büküyorsunuz? Sizden milyarlarca kere daha büyük olan bu varlıklar Rablerinin emirlerine teslim olmuşlarken siz kimin emirlerine, siz kimin kanunlarına teslim oluyorsunuz? Tüm bu varlıklar hayat programlarını Allahtan alırlarken, Rablerinin kendileri için çizdiği yörünge istikâmetinde hareket ederlerken, sizler hayat programlarınızı kimlerden almaya çalışıyorsunuz? Kimin hayat programına teslim oluyorsunuz? Siz kime kulluk etmeye, kime secde etmeye, kimi hamd etmeye, kimi tesbih etmeye, kimin programlarını gündemlerinize almaya çalışıyorsunuz? Tüm bu varlıklar Allaha kulluk ederek, Allaha secde ederek onun emirlerine boyun bükerlerken, sizler bu varlıkların kulluk yaptıkları Allahı bırakıp da bu varlıkların kendilerine mi secde etmeye çalışıyorsunuz? Yaratıcıyı bırakıp da yaratılmışlara mı kulluk etmeye kalkışıyorsunuz?
Bu varlıkların hepsi de Allahı en büyük olarak tanırlarken, Allah karşısında hiçliklerini itiraf edip dururlarken, hepsi de Allaha kul olduklarını itiraf edip dururlarken, şimdi sizler bunların kulluk yap-tıkları Allahı bırakıp da bu kendileri kul olan varlıklara mı kulluk yapmaya çalışıyorsunuz? Yaratıcıyı bırakıp da yaratılmışlara mı kulluk yapmaya çalışıyorsunuz? Allahı bırakıp da Allahın kullarına kulluk yapmaya çalışan, Allahı bırakıp da kendilerini bile yaratmaktan âciz olan Allah kullarının kanunlarına itaat eden, onların programlarını uygulamaya çalışan, onların arzu ve istekleri önünde secde etmeye çalışan müşriklerin ne kadar mantıksız olduklarını, ne kadar akılsız olduklarını anlatıyor Rabbimiz. Bunlar hem Allaha secde ettiklerini, hem Allaha kulluk ettiklerini iddia ediyorlar hem de güneşe, aya, yıldızlara, putlara, meleklere, liderlere, insanlara, kurumlara kulluk ettiklerini söylüyorlardı.
Evet geçmiş toplumlarda kimileri gök gürültüsünden, şimşekten, yıldırımlardan ve benzeri gök cisimlerinden korkup ürktükleri için, onları kendi üzerlerinde etkin büyük varlıklar gördükleri için onların gazaplarından emin olabilmek için onlara tapınmışlar, onları tanrı makamına oturtmuşlardır. Meselâ melekleri Allahın kızları bilmişler, cinlerle Allah arasında nesep bağı kurmuşlar ve onlara tapınmaya kalkışmışlardır.
Halbuki işte Rabbimiz anlatıyor, bunlar başka değil sadece Allahın kullarıdırlar. Hem de herkesten çok Rablerine teslim olmuş, boyun bükmüş Allahın has kullarıdırlar. Kendileri Allaha kulluk ederlerken bu varlıkları putlaştırmak ne büyük aptallıktır değil mi? Gök gürlediği zaman kâfirlerin, müşriklerin yaptıkları gibi Allahın kulu olan ve mahza Allahı hamd ile tesbih eden, Allaha kulluğunu ilân eden bu gök gürlemesini büyüterek, ona onda olmayan Rabbinin sıfatlarını, Rabbinin azametini yükleyerek ihtirama yönelmek ne büyük aptallıktır? Bunlar Allahın kullarıdır. Allahın kullarını Allah yerine koymamalıyız. Bakın âyetin sonunda Rabbimiz böyle yapanlar için şöyle buyuruyor:
Onlar pek kuvvetli olan Allah hakkında çekişirken, O, yıldırımları gönderir de onlarla dilediğini çarpıp işini bitiriverir. Evet böyle kulları Allah yerine koyanların üzerlerine Rabbimiz yıldırımlarını gönderiverir de, ordularını gönderiverir de defterlerini dürüverir.
Allah bu kadar büyük olduğu halde, göklere, yerlere, gök gürültüsüne, bulutlara, yıldırımlara, şimşeklere, meleklere ve her şeye egemen olduğu halde, hepsi Onun kulu ve kölesi olduğu halde, her şeyin ve herkesin boynundaki kulluk ipinin ucu elinde olduğu halde bu insanlar hâlâ Allah konusunda mücâdele ediyorlar ha? Hâlâ bu insanlar Allahın âyetleriyle, Allahın yasalarıyla, Allahın diniyle, Allahın ha-yat programıyla savaşa kalkışıyorlar öyle mi? Neye güveniyorlar bu insanlar? Hangi güçleriyle Rablerine kafa tutmaya çalışıyorlar? Allahın kulları olan gök gürültüsünden korkan, şimşekten ödleri patlayan, Allahın meleklerinden ürken ve Allahın bu âciz varlıklarını büyütüp onlardan gelebilecek tehlikelerden korunmak için onlara kulluk yapmaya çalışan bu zavallılar korktukları bu varlıkların tümünün sahibi olan, onların tamamına egemen olan, tüm bu orduların ipleri elinde olan Allahtan hiç korkmuyorlar mı?
Önceki toplumların başına gelenlerden ibret almıyorlar mı bu adamlar? Tarihi hiç okumuyorlar mı? Öncekilerden ne ayrıcalıkları var bunların? Daha önce Allahla, Allahın âyetleriyle, Allahın yasalarıyla savaşa tutuşanların, Allah yerine Allah kullarını tanrılaştıranların tamamı helâk oldu da bunlar mı kurtulacaklar? Bunların torpilleri nereden geliyor? Kime güveniyor bu adamlar da bu bozuk tavırlarını sürdürebiliyorlar? Ama elbette Allahı tanımayan, Allahtan habersiz bir hayat yaşayan insanlar her şeyden korkacaktır. Allahtan korkmayan her şeyden korkacaktır. Allahın yakalaması çok şedittir. Rabbimiz kullarına karşı çok merhametlidir, çok Ğafûr ve Rahîmdir, ama kulları akıllarını başlarına almazlarsa o zaman da cezalandırması çok fecidir Allah korusun.
Gerçek dua ve ibadet ancak Onadır. O'ndan başka çağırdıkları putlar kendilerine hiç bir cevap vere-mezler. Durumları suyun ağzına gelmesi için avuçlarını ona açmış bekleyen adamın durumu gibidir. Hiçbir zaman suya kavuşamaz. İşte kâfirlerin yalvarışı da böyle, boşunadır.
Gerçek çağrı, gerçek dua, gerçek ibadet, gerçek kulluk Allahadır, Allaha yapılır, Allahın hakkıdır. Çünkü kulluğa, itaate, ibadete lâyık sadece Odur. Çünkü çağrıya, duaya icabet edecek olan sadece Odur. Onun berisinde çağrılanlar, kendilerine dua edilenler asla duymazlar, asla çağrılarına icabet edemezler. Allahı bırakıp da Onun berisinde başkalarını çağıranlar, başkalarına dua edenler, Allahtan başkalarını çağrıştıranlar, hayat problemini Allahtan başkalarına arz edip onların çözüm önerilerine başvuranlar, Allah berisinde bir kısım yapay tanrıların ve tanrıçaların kapısında çözüm dilenenlerin durumu aynen şuna benzer: Ağızlarına suyun gelmesi için avuçlarını ona doğru açmış bekleyen kimsenin durumu gibidir. Onlar bu durumda hiçbir zaman suya ulaşamazlar. İşte kâfirlerin duaları, yalvarıp yakarmaları aynen böyle boşunadır, beyhudedir.
Kuran-ı Kerîmin pek çok yerinde bu konu anlatılır. Yeryüzün-de hiçbir şey yaratmaya güç yetiremeyen, kendi varlıkları konusunda bile Allaha muhtaç olan, yoku var etmeye, varı yok etmeye, fayda sağlamaya ve zararı def etmeye kadir olmayan bir kısım âciz varlıklara dua eden, onları imdada çağıran, onlara kulluk eden kimselerden daha akılsız ve daha zalim bir kimse düşünülemez. Allahı bırakıp da böyle dualarını bile duyamayacak, kendilerine icabet edemeyecek, kendilerinin imdadına yetişemeyecek varlıklara dua eden kimselerden daha şaşkın, daha sapık kim olabilir? Çünkü bu varlıklar onların dualarından, çığırtkanlıklarından gafildirler. Onlar ne hakkıyla işitebilirler ne de icabet edebilirler. Çünkü her şeyi hakkıyla işiten ve bilen sadece Allahtır.
Peki ne demektir hakkıyla işitmek? Ne demektir çağıranın çağrısına icabet etmek? Hakkıyla işitmek demek, işittiğine icabet edebilmek demektir. Hakkıyla işitmek işittiğinin derdine derman olabilmek onun imdadına yetişmek, onun problemini çözümlemek demektir. Allah, işittiklerine icabet etmek üzere işitir. Çağıranın elinden tutup onun derdine derman olmak üzere işitir. Allahtan başka hiç kimse işittiklerinin imdadına yetişemez.
Bu kâfirlerin Allahı bırakıp da Onun berisinde kıyâmete kadar kapılarını dövdükleri bu âciz varlıkların onlara hidâyet sunmaları, onlara yol göstermeleri, onlara reçeteler sunmaları, onların dertlerine derman olmaları, problemlerini çözümlemeleri mümkün değildir. Kıyâmete kadar onları Hakka ulaştırmaları mümkün değildir. İstedikleri kadar bu zalimler onların önünde eğilip onlardan yardım beklesinler. İstedikleri kadar onları Rab bilip onlardan hayat programı istesinler. Aman bizi kurtarın! Aman bize güzel yasalar yapıp bizi sahil-i selâmete çıkarın! Bizim ekonomik problemlerimizi çözüverin! Bizim eğitim sorunlarımızı hallediverin! diyerek istedikleri kadar onlara yalvarıp yakarsınlar. Kıyâmete kadar bir fayda sağlamaları mümkün olmayacaktır. Çünkü isteyenler de zayıf isteneler de âcizdir. İsteyenler de kul, istenenler de kul. Bu durumda onların Hakka ulaşmaları asla mümkün olmayacaktır.
Öyle değil mi? Hani şu ana kadar bu âciz insanlardan han-gisinin insanlığa sunduğu sistem, hangisinin insanlığa sunduğu re-çete insanları huzur ve sükuna kavuşturabilmiştir? Dünya açısından bu böyle olduğu gibi âhiret açısından da böyledir. Dünyada bir fayda sağlayamadıkları gibi âhirette de insanları Allahın azabından kurtaramayacaklardır bu varlıklar. İşte görüyoruz bu âcizlerin elinde dünyamız kan gölüne döndürülmüştür.
Tarih boyunca, dün ve bugün kâfirlerin, müşriklerin Allahı bı-rakıp da kendilerine dua ettikleri varlıklar üç kısımdır.
Birincisi ruhsuz, şuursuz, cansız, putlardır. Taştan, tunçtan yapılmış cansız camitlere dua edip yalvarırlar.
İkincisi daha önceki dönemlerde yaşamış Allahın kutlu elçileri ve Allahın sâlih kullarıdır.
Üçüncüsü de yine geçmişte yaşamış, sapmış, sapıtmış ve sapıklığı kendilerine din edinmiş, yol edinmiş ve kendileri saptıkları gibi Allah kullarını da saptırmak için çırpınmış, binlercesini Allaha kulluktan çıkarmış, tâğutlar, sapıklar ve saptırıcılar olarak dünyadan göçüp gitmiş olan insanlardır.
Birinci sırada yer alan putların, cansız varlıkların ne kendi varlıklarından ne kendilerine dua edip yalvaranların dualarından haberleri yoktur. Bunlar zaten duymayan, duygulanmayan cansız varlıklardır.
İkincilere yâni Allahın kutlu peygamberlerine gelince ve de daha önce yaşamış vefat etmiş Allahın sevgili, sâlih kullarına gelince, aslında bunlar yaşadıkları dönemde Allaha Allahın istediği biçimde kulluk etmiş ve insanları sadece kendi yollarına, kendi kulluklarına, Allaha kulluğa çağırmış kimselerdir. Tüm hayatlarında bunun mücâdelesini vermiş insanlardır. Allahın bu sâlih kulları da vefatlarından sonra kendilerine yapılan duaları duymazlar, duyamazlar. Duymazlar çünkü vefat etmiştir onlar. Duymazlar çünkü duyurmaz Allah onlara bunu. Bu zalimlerin, bu akılsızların bu densizlerin densizliklerini duyurarak Allah üzüntüye sevk etmez bu sâlih kullarını. Bu zalimler tarafından kendilerinin putlaştırıldıklarını ve hayatları boyunca savundukları dâvânın tamamen aksine kendilerine ibadet edildiğini duyurarak bu kutlu kullarını üzmez Rabbimiz.
Çünkü bunlar hayatları boyunca sadece Allaha kulluk yap-mışlar, hayatları boyunca sadece Allaha dua etmişler, isteyeceklerini sadece Allahtan istemişler, hayatları boyunca tevhide inanmışlar, tevhidi yaşamışlar ve çevrelerindeki insanları sadece buna çağırmışlardır. Bir ömür boyu çırpındıkları ve uğrunda şehit düştükleri dâvâlarının kendilerinden sonra gelen zalimler ve cahiller tarafından ne hale getirildiğini göstererek onları asla üzmez Rabbimiz.
Üçüncü gruptakilere gelince yâni geçmişte kendileri sapmış ve insanları saptırmış insanlara gelince bunlar zaten yaşadıkları pis hayatın cezası olarak, suçlu kimseler olarak Allah katında beklemektedir. Ve geberip gittikleri andan itibaren dünyadan hiç bir haber ulaş-maz onlara. Hem dünyadaki haberleri ulaştırarak sâlih kullarını üzmediği gibi bu zalimlerin de orada sevinmelerini sağlamaz Allah. Yâni bazen bu alçakların yaşadıkları dönemde savundukları sapıklıklar kendilerinden sonra gelen insanlar arasında yaygınlaşmış ve zâhiren zafere ulaşmış olabilir. Allah kendilerinin saptırdıkları haleflerinin yay-gınlaştırdıkları bu sapıklıkları onlara haber vererek onların dâvâlarının galibiyetini göstererek onları asla sevindirmez.
Evet kâfirlerin duaları boşunadır. Sağanak bir yağmurda ellerini tamamıyla açmış bir kimsenin suya ulaşmasına benzer bu adamların durumu. Sicim gibi yağmur yağmaktadır ama adam iki avucunu da tamamen açtığı için suya ulaşma imkânı bulamamaktadır. Kâfirlerin müşriklerin durumları da aynen buna benzemektedir. Çünkü onlar Allaha dua edip yalvarmamaktadırlar. Problemlerini Allaha arz etmemektedirler. Problemlerini Allahın kitabına ve Resûlünün sünnetine havale etmemektedirler. Tüm hayat programlarında Allahın çözüm önerilerine müracaat etmiyorlar. Dilekçeyi yetkiliye vermiyorlar.
Yerde ve göklerdeki kimseler de, gölgeleri de, sabah akşam, ister istemez Allah'a secde ederler.
Göklerde ve yerde canlı-cansız ne varsa hepsi Allahın yasalarına boyun büküp itaat ederler. Tüm varlıklar tavan ve kerhen, isteyerek ve zoraki Rablerinin önünde eğilmektedirler. Rablerinin yasaları, Rablerinin buyrukları önünde diz çökmektedirler. Herkes ve her şey Allah yasalarına teslim olmaktadırlar.
Rabbimiz tüm varlıkları yaratmış ve onların varlık sebeplerini, varlık fonksiyonlarını, misyonlarını, rollerini, ne yapacaklarını, nasıl bir hayat yaşayacaklarını, problemlerinin neler olacağını, nasıl mutlu olacaklarını, ne yaptıkları zaman huzurlarının kaçacağını belirlemiş ve onlar da Rablerinin kendileri için belirlediği hayat tarzını, kendilerine yüklediği rollerini zerre kadar aksatmadan yerine getirerek Rablerine secde etmekte, Rablerini dinlemekte ve Rablerinin önünde eğilmektedirler tavan ev kerhen. Yâni ister isteyerek, isterse istemeyerek her hal ü kârda Rablerine itaat etmektedirler.
Demek ki; gökler, yer, göktekiler ve yerdekiler, melekler ve di-ğer tüm varlıklar Allahın kuludurlar ve Allahın bu yüce kulları ne kadar da yüce olurlarsa olsunlar, ne kadar da günâhsız olurlarsa olsunlar onların Allah karşısındaki konumları kulluktan başka bir şey değildir. Allahın yarattığı mahluklar ne kadar da cesim olurlarla olsunlar, ne kadar da yüce varlıklar olurlarsa olsunlar yine de kuldurlar. Kul ne kadar da yüce olursa olsun yine de yaratıcısına muhtaçtır. Abd her yerde her zaman ve mekânda yine abddır, Mâbud da Mâbud dur. Yaratılmış olan herkesin ve her şeyin yaratıcı karşısında konumu kulluktur.
Çünkü göktekiler ve yerdekiler konusunda söz sahibi Odur. Gökler ve yer onun koyduğu İlâhî yasalara uymaktadır. Her ikisinde olanlar da Allahın emrine boyun bükmektedirler. Öyleyse nasıl ki canlı ve cansız tüm varlıklar yaratıcılarına boyun bükmüşler, sadece Onu dinliyorlarsa o zaman elbette ki yaratılış yönünden onlardan farklı olmayan, onlar gibi kul olan insan da sadece Allaha secde etmeli, sadece Allahı dinlemeli, sadece Allahın kanunlarına boyun bükmeli, sadece Allahın yasalarına itaat etmelidir.
Fıtraten zaten insan Allahın yasalarına boyun bükmektedir. Kâfirler de şu anda Allah yasalarına boyun bükmektedir. Allahın yarattığı bu insan yaratılış yönünden üşümekte, acıkmakta, uyumakta, yorulmakta, hasta olmakta, erkek ve kadın olmaktadır. Mümin kâfir hiç kimse bu Allah yasalarının dışına çıkamamaktadır. Müminler de doğmakta, ölmektedir, kâfirler de.
Yâni insan fıtraten Allahın koyduğu yaratılış yasalarının dışı-na çıkamamaktadır. Ama fıtrî hayatında kerhen Allah yasalarına boyun büken kâfir ihtiyarî, ya da günlük hayatında Allaha itaat etmemektedir. İşte insan fıtrî hayatında böylece Allahın yasalarına boyun büktüğü gibi günlük hayatında da Allahın yasalarına boyun bükmek zorundadır. Değilse fıtrî hayatında Allahın yasalarına boyun büken bu insan günlük hayatında başkalarının yasalarına boyun bükerse, hayatının birinde Rabbinin İlâhî yasalarına ötekisinde de beşer yasalarına teslim olursa, yâni iki Rabbi, iki İlâhı olursa onun, yâni onun fıtrî hayatıyla günlük hayatı çatışma içine girerse o zaman bu ikisi arasında insan ezilip gidecektir. Çatışan bu iki hayat arasında insan mahvolup gidecektir.
Bu âyetleriyle Rabbimiz; Allahı bırakıp, yaratıcıyı diskalifiye edip, kendilerini putlaştırarak, onlara güç kuvvet izafe ederek secde ettikleri yaratılmışların tamamının kendisine secde ettiğini haber vererek tüm kâfir ve müşriklere şu mesajı veriyor: Ey kâfirler! Ey müşrikler! Şu sizlerin tanrılaştırıp huzurunda secde ettiğiniz tüm varlıklar bana secde ederken, benim yasalarıma boyun büküp, sadece beni dinlerlerken size ne oluyor ki benim yaratıklarıma secde etmeye kalkışıyorsunuz? Nasıl oluyor da benim yaratıklarımı bana denk tutmaya çalışıyorsunuz? Ne hakkınız var bana yetki sınırlaması getirmeye? Ne hakkınız var benim yetkilerimi benim kullarıma vermeye? Size ne oluyor ki benim buyruklarım önünde eğilmiyorsunuz? Niye hayat programınızı benden değil de benim kullarımdan almaya çalışıyorsunuz? Niye benim yarattığım varlıklarımı bana denk tutmaya çalışıyorsunuz? Neden benim sıfatlarımı ve yetkilerimi hakkınız olmadığı halde o benim kullarıma vermeye kalkışıyorsunuz? Nereden, kimden aldınız bu yetkiyi?
Bundan sonra Rabbimiz; sor bakalım onlara peygamberim bu-yurarak bir sorgulama yapacak, inşallah kitabımızla birlikteliğimizi sür-dürmek ve sûrenin bundan sonraki âyetlerini tanımak için 9. ciltte bu-luşmak üzere Allaha emanet olun. Vel hamdü lillâhi Rabil âlemîn.
De ki: Göklerin ve yerin Rabbi kimdir? Allah'tır de. O'nu bırakıp, kendilerine bir fayda ve zararı olmayan dostlar mı edindiniz? de. Kör ile gören bir olur mu? Veya karanlıkla aydınlık bir midir? de. Yoksa Allah'a Allah gibi yaratması olan ortaklar buldular da, yaratmaları birbirine mi benzettiler? De ki: Her şeyi yaratan Allah'tır. O, her şeye üstün gelen tek İlahtır.
Sor bakalım bu kâfirlere, bu müşriklere. Göklerin ve yerin Rabbi kimdir? Göklerin ve yerin egemenliği kime aittir. Göklerde ve yerde söz sahibi kimdir? Göklerin ve yerin, göklerdekilerin ve yer-dekilerin boyun büküp itaat ettiği varlık kimdir? Göktekiler ve yerdekiler kimin yasalarına teslimdir? Sor onlara, ama onların bu konudaki cevaplarını beklemeden cevabı kendin ver peygamberim. Rabbimiz cevabı peygamberin vermesini istiyor. Peygamberin sen bu cahillerin cevabını beklemeden de ki Allahtır. Onlar nasıl düşünürlerse düşünsünler, ne derlerse desinler, ne yaparlarsa yapsınlar, sen hiç çekinmeden, hiç korkmadan de ki Allah.
Tabi bu soruyu önce kendimize soracağız, sonra da karşımızdakilere soracağız. Soracağız ama beklemeyeceğiz karşımızdakinin cevabını. Çünkü karşımızdaki yanılabilir, yanlış anlayabilir. Onun cevabını beklemeden biz kendimiz diyeceğiz ki Allah. Göklerin ve yerin tek Rabbi, tek yasa belirleyicisi vardır, O da Allahtır. Çünkü her şey Allahındır. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allahındır. Eh madem bütün kâinat Allahınsa o zaman siz kiminsiniz? Bütün kâinat Onun mülküyse siz kimin mülküsünüz?
Ya da tüm kâinat Onun emrine boyun bükmüşken, tüm varlıklar Ona teslim olmuşken siz kime teslim oluyorsunuz? Bütün varlıklar Allaha kulluk ederken siz kime kulluk ediyorsunuz? Tüm varlıkların yasalarını, hayat programlarını belirleyen Allahken sizin yasalarınızı kim belirliyor? Yegâne Rab olarak, Hakîm olarak, kanun koyucu olarak Allahı mı tanıyorsunuz? Yoksa göklerde Allahın hâkimiyetini kabul edip de yerde kabul etmeyen müşriklerden misiniz?
Mekke müşrikleri böyleydi. Onlar göklerin hâkimiyetini Allaha veriyorlardı ama onu yeryüzüne karıştırmamaya çalışıyorlardı. Onlar yerde Allahın yardımcıları olduğuna inanıyorlardı. Onlar yeryüzünde Allahın izni olmadıkça hiç kimsenin tasarruf hakkının olmadığını bir türlü kabule yanaşmıyorlardı. Hayatlarının bazı bölümlerine Allahı karıştırmayıp, bazı bölümlerinde Onu Hakîm kabul ediyorlardı. Onun için bunlara müşrik denmiştir. Peki ya günümüzde her türlü hâkimiyet haklarını Allahtan alıp kendi ellerinde toplamaya çalışanlara ne demek lazım?
Hal böyleyken, göklerde ve yerde Rab ve İlâh sadece Allah iken O'nu bırakıp da, kendilerine bir hiçbir fayda ve zararı olmayan velîler, dostlar mı edindiniz? Allahtan başka kendilerine bile fayda ve zarar sağlama gücüne sahip olmayan velîler mi buldunuz kendinize? Velâyetinizi, hayatınızı düzenleme yetkisini Allahtan başka âcizlere mi verdiniz? Üstelik bu tanrı bildikleriniz bırakın size bir fayda ve zarar sağlasınlar, kendilerine bile yardımda bulunamazlar.
Allah diyor ki, ey insanlar bana şirk koşmaya, ortak bilmeye çalıştığınız bu tanrı taslakları bırakın size bir kısım yardımda bulunmayı onlar kendilerine bile yardım edemezler. Allahtan, Rablerinden kendilerine gelebilecek bir belâyı, bir azabı def etmeye bile gücü yetmeyen bu varlıklar nerde kaldı size yardım edecekler? Kendilerine gelen açlık gibi, yorgunluk gibi, hastalık gibi, ölüm gibi bir sıkıntıyı bile defedemeyen bu âciz varlıklar nerde kaldı sizin sıkıntılarınızı giderebilecekler? Bu adamlar nasıl sizin arzularınıza, isteklerinize cevap verebilecekler? Sizi hem dünyada hem de Ukbada nasıl mutlu edebilecekler? Ne yapabilecekler bunlar sizin için? Ölümü engelleyebilecekler mi? Ölüm döşeğine yattığınız zaman iki saatliğine olsun onu geciktirebilecekler mi? Zamana iki dakikalığına söz geçirebilecekler mi? Gökten sizin için iki damla yağmur indirebilecekler, yerden bir tek bitki bitirebilecekler mi? Kendilerine bile sahip olmayan bu tâğutlar nerde kaldı arkalarından giden enayilere bir şey sağlayabilsinler?
Yâni sizler bu putların, bu heykellerin, bu tâğutların, timsallerin sizin yardımınıza koşabileceklerini, sizin işlerinize, problemlerinize el atabileceklerini, sizin problemlerinizi çözüme kavuşturup, sizi sahil-i selâmete çıkarabileceklerini mi umuyorsunuz? Yâni bunların sarılıp tutacak, işe el atacak elleri mi var zannediyorsunuz? Veya onların gördükleri, görecekleri gözleri, basiretleri mi var zannediyorsunuz? Yâni onların ileriyi görebildikleri basiretleri, basarları mı var zannediyorsunuz? Yâni onların ileriyi sezinleyebilecekleri, yarına ait sizin problemlerinizi, yarınlara ait sizi bekleyen bir kısım felâketleri sezinledikleri, veya sizin için ilerideki bir kısım menfaatleri görüp, sezinleyip celp edebilecekleri basiretleri mi var onların?
Hayır hayır bu da yoktur onlarda. Bu özellikten de mahrumdur onlar. Bunlar kendi önlerini bile görmeyen varlıklar olarak sizin için neyi görebilecekler de? Bu putların, bu heykellerin, bu tâğutların ne elleriyle bir iş becermeleri, ne bir fayda sağlamaları, ne de bir zararı defetmeleri mümkün değildir. Bu tanrıların insanların problemlerini halletmeleri şöyle dursun işte görüyoruz onların elleriyle ortaya koy-dukları yığınlarla problemler var. Hani ne duruyorlar? El atıp toplumun, kullarının problemlerini çözseler ya? Hiç bir problemi çöze-miyorlar. Hiç bir sıkıntıyı halledemiyorlar. İşte şu anda kendilerine bel bağlamış bir sürü insanın hayatında yığınlarla çözüm bekleyen problemleri var ama o maskotları yapılmış, heykelleri dikilmiş tanrılar bunların hiç birisini çözemiyorlar. Öyleyse de ki onlara peygamberim:
Kör ile gören bir olur mu? Alîm sıfatına, Basîr sıfatına sahip olan, her şeyi bilen ve gören Allahla bu sıfatların tümünden mahrum olanlar bir olur mu? Karanlıkla aydınlık bir olur mu? Aydınlık vahiydir, nûr Kurandır. Hakkın dışındaki, hak bilgisinin dışındaki, vahiy bilgi-sinin dışındaki her şey karanlıktır. Vahyi tanımayan, vahiyden habersiz olan tüm gözler, tüm yüzler karanlıktır. Allaha dayalı, vahye dayalı yaşanan hayatlar nûrdur, aydınlıktır.
Öyleyse ey kâfirler, ey müşrikler sizler Rabbinizin varlığını ve Ondan başka Rab ve İlâh olmadığını ispat eden göklerde ve yerde bu kadar âyete karşı kör ve sağır davranıyorsunuz diye onları gören peygamber ve onun yolunun yolcuları ne diye kör gibi davransınlar? Siz böylesiniz diye müminler ne diye sizin gibi düşe kalka yol alsınlar? Ne diye sizin gibi adım başına bir direğe toslayıp hayatlarını mahvetsinler müminler? Allahın kitabına, Allahın nûruna sahip olan mümin-ler ne diye onu söndürüp karanlıkta el yordamıyla yol bulmaya kalkışsınlar? Sizler müminlerin yoluna girip cennete gitmeniz gerekirken ne diye müminleri kendi cehenneminize çekmeye çalışıyorsunuz?
Evet Allah gören ve bilendir. Allah bilgisi tam olandır. Allah hükmederken bu bilgilerle hükmeder, hâkimiyetini tam olan bilgisiyle gündeme getirir. Yâni Allah sizin mabutlarınız gibi kör ve sağır değildir. Allah her şeyi bildiği için kullarından birini yargılarken ona onun hallerinden bazı ayrıntıların gizli kalması söz konusu değildir. Gizlide, tenhada işlediği amellerin ona gizli kalması gibi, ya da o amelleri işlerken içinden geçirdiği niyetinin Allaha gizli kalması gibi bir şey söz konusu değildir. Çünkü Allah her şeyi bilendir. Ama sizin şu anda mâ-bud kabul ettikleriniz, İlâhlar kabul ettikleriniz, velî bilip eteğine yapış-tıklarınız, kapılarında yasa dilendikleriniz bu gizlilikleri asla bilemezler.
Meselâ bir insanı yargılarlarken işlediği bir amelin sadece dış görünüşüne bakarak yargılarlar. Kişinin o anda kalbinden geçen niyetini kesinlikle bilemezler. İşte görüyoruz Allahtan başka hükmedenlerin hükümleri ortada. Allahtan başka kanun koyanların kanunları ortada. Bilgileri tam olmadığından suçsuzu suçlu, suçluyu suçsuz yapabiliyorlar. Kanunları bir kaç yıl bile dayanmıyor. Hal böyleyken:
Yoksa Allah'a Allah gibi yaratması olan ortaklar buldular da, yaratmaları birbirine mi benzettiler? De ki: Her şeyi yaratan Allah'tır. O, her şeye üstün gelen tek İlâhtır. Yoksa Allah gibi yaratıcılar buldular da bunları Allahla mı karıştırıyorlar? Ne yaratmışlar bu İlâh bildikleri? Yoksa bu Allah berisinde İlâh bildikleri varlıklar da tıpkı Allah gibi bir şeyler yaratmışlar da, bunlar da yaratıcı olan Allahın sıfatlarına sahipler de onun için Allahla mı karıştırıyorlar bunları? Ne özellikleri var bu putların, bu heykellerin, bu tâğutların? Ne benzerlikleri var Allahla bu âciz varlıkların? Bir sinek bile yaratabilmişler mi? Bırakın bir sinek yaratmayı, bir sineğin üzerlerine konup kendilerinden kopardıkları bir parçayı geri alabilecek bir güçleri var mı? Hangi mâzeretlerle karıştırıyorlar bunları Allahla?
Halbuki Allah her şeyi yaratan ve herkese egemen olan tek Kahhârdır. Kulları üzerinde mutlak galip olan, her şeye güç yetiren mutlak otorite sahibi olandır. Bakın Onun egemenliğine, Onun mutlak güç ve kudretine birkaç delil:
Allah gökten su indirir, dereler onunla dolar taşar. Sel, üste çıkan köpüğü alır götürür. Süslenmek veya faydalanmak için ateşte erittiklerinizin üzerinde de buna benzer bir köpük vardır. Allah, hak ve bâtıl için şöyle ml verir: Köpük uçup gider, insanlara fayda veren ise yerde kalır. Allah bunun daha gibi nice mller verir.
Allah gökten su indirdi, dereler o sularla dolup taştı. Derelerden seller aktı. Sel suları üzerinde köpük oluştu. Seller üzerinde oluşan bu köpüğü alıp götürür. Süslenmek veya faydalanmak için ateşte erittiklerinizin üzerinde de aynen buna benzer bir köpük oluşur. Allah işte böyle hak ve bâtıl için ml verir. Sel suları veya ateşte eritilen maddeler üzerinde oluşan ârızî köpük, cüruf uçup gider. İnsanlara faydalı olanlar ise yerinde kalır. Allah bunun gibi size daha nice mller verir.
Hak ve bâtıl için iki ml anlatılıyor. Olayları biraz daha net anlayalım diye Rabbimiz bize yakın çevremizden, tabiattan, bildiğimiz, tanıdığımız, her an müşahede ettiğimiz sosyal hayatımızdan örnek veriyor. Vadilerden akan sel suları üzerinde köpükler oluşuyor. Bir süre sonra oluşan bu köpükler yok olup gidiyor da sonunda insanlar için faydalı olan su kalıyor. Yine kap kacak edinmek için ateşe tuttuğunuz madenlerde de köpük oluşuyor, cüruf oluşuyor. Zamanla bu köpükler, bu cüruflar yok olup giderken insanlara faydalı olan kısım kalıyor. İşte hak ve bâtıl da aynen buna benzer. Hak insanlara faydalı olan suyun ve madenin kendisine benzetilirken bâtıl da suyun ve madenlerin üzerinde olan ârızî köpüğe ve cürufa benzetiliyor.
Yâni zaman zaman geçici olarak bâtılın açığa çıktığını, bâtılın hakkın üzerine çıktığı görülebilir. Bâtılın Hakka egemenmiş gibi bir konuma geldiği görülebilir. Ey müminler sakın ha sakın bu duruma bakıp da aldanmayın. Böyle bir durum sakın sizi aldatmasın. Sizler Allahın istediği kullar olursanız, sizler Allahın istediği bir hayatın sahibi olursanız Allah, bâtılı giderir de hakkı hakim kılar.
Hakkı bâtılın üzerine vurur, çarpar da bâtılın beynini dağıtıp parçalayıverir Allah. Hakkı bâtılın başına çalar da Rabbimiz onun beynini, sistemini Allak bullak ediverir. Bâtılın tüm düşünce yapısını tepe takla getiriverir. Ama tabi Rabbimiz bunu bizim elimizle, bizim çabamızla gerçekleştirecektir. Bunu biz yapacağız. Bâtılı hakla biz devireceğiz. Allah sünnetullah gereği bunu bizden istiyor. Biz bize düşeni yapacağız, Allah da sünneti gereği kendisine düşeni yapacak, bâtılın yıkılışı ve hakkın egemenliği için bizi destekleyecektir. İşte yasa budur. Lâkin bizim elimizin uzanmadığı, gücümüzün yetmediği yerlerde de yine Rabbimiz bizim imdadımıza yetişecektir. İşte bu Rab-bimizin bize çağrısıdır.
Rablerinin çağrısına gelenlere en güzel karşılık vardır. O'nun çağrısına uymayanlar ise, yeryüzünde olan her şey ve daha bir katı onların olsa, kurtulmak için fidye verirlerdi. İşte hesapları kötü olanlar bunlardır. Varacakları yer cehennemdir; ne kötü konaktır!
Rablerinin çağrısına uyanlar için, Rablerinin dâvetine icabet edenler için Hüsnâ vardır. Vahye icabet edenlere Hüsnâ vardır. Allahın çağrısına, Allahın dâvetine, Allahın vahyine icabet demek vahyi tanımak, okumak, öğrenmek ve gereğini yerine getirmek demektir. Vahyi tanıyıp ona sarılmak ve hayatı onunla düzenlemek demektir. Allahın dâvetini, Allahın çağrısını anlayıp Onun istediği bir hayatı yaşamak demektir. Öyleyse unutmayalım ki dâvete icabet dâveti işitmeyi, dâvete kulak vermeyi, indirileni bilmeyi, tanımayı gerektirir. Bilmek ve tanımak da okumayı ve ondan haberdar olmayı gerektirir.
Şimdi söyleyin bakalım: Kitaplarını tanımayan, kitaplarından habersiz bir hayat yaşayan müslümanlar nasıl diyecekler bunu? Ya Rabbi! Biz kitabını işittik ve onunla amel ettik. Ya Rabbi biz senin dâvetini duyduk, anladık ve gereğini yerine getirdik. Bizden istediğin kulluğu kavradık ve o yola girdik. Biz bize düşeni yaptık onun için sen de ya Rabbi bize mağfiret et! Bizim elimizde olmayarak işlediklerimiz konusunda bize mağfiret buyur! Onları görmeyiver ya Rabbi! O kusurlarımızı hesaba katmayıver ya Rabbi! Siliver Allahım! Yok farz ediver, kaale almayıver, hesaba katmayıver Allahım! Nasıl diyeceğiz bunu? Bunu demeye hakkımız olacak mı yâni?
Öyleyse önce bir işiteceğiz kitabı, önce bir kulak vereceğiz Allahın dâvetine, önce bir okuyacağız, tanıyacağız Allahın kitabını ve sonra itaat edeceğiz onlara, samimiyetle onları uygulamaya çalı-şacağız, bunu yaparken de ufak tefek kusurlarımız olmuşsa o zaman da aman ya Rabbi sen bilirsin diyeceğiz. İşte böyle yaptığımız zaman Allah diyor ki Hüsnâ vardır. En güzel mükâfat vardır, Allahın fazl u keremi ve cennet vardır.
Ama Allahın dâvetine icabet etmeyenler, Allahın dâvetine kulak vermeyenler, kitaptan habersiz bir hayat yaşayanlar, sanki Allahtan kendilerine hiçbir dâvet, hiçbir mesaj gelmemiş gibi davrananlar, sanki Allahtan bir kitap, bir hayat programı gelmemiş gibi kitaptan yüz çevirenlere, sırt çevirenlere, kitaba karşı ilgisiz kalanlara gelince, onların yeryüzünde olan her şey onların olsa, tüm yeryüzü altınıyla-gümüşüyle, Markıyla-Dolarıyla, malıyla-mülküyle kendilerinin olsa ve hattâ bunun bir katı daha onların olsa, cehennemden kurtulmak için mutlaka hepsini fidye olarak verirlerdi.
Kuranın başka yerlerinde de kâfir ve zalimlerin kendilerini ateşten kurtarabilmek için her şeylerini fidye olarak verecekleri, ama onların bu fidyelerinin kendilerinden asla kabul edilmeyeceği anlatılır.
Meselâ bakın Âl-i İmrân sûresinde bu husus anlatılırken şöyle buyurulur:
Doğrusu inkâr edip, inkârcı olarak ölenlerin hiç birinden, yeryüzünü dolduracak kadar altını fidye vermiş olsa bile, bu kabul edilmeyecektir. İşte elem verici azap onlaradır, onların hiç yardımcıları da yoktur.
(Âl-i İmrân 91)
Yine Zümerde de Rabbimiz şöyle buyurur:
Yeryüzünde onların hepsi ve bir misli daha zalimlerin olsa, kıyâmet günündeki kötü azab için fidye verseler kabul edilemez. Allah katından olanlara, hiç hesaplamadıkları şeyler beliriverir.
(Zümer 47 )
Evet insanlardan kâfir ve zalimler, Allahın dâvetine icabet et-meyenler, kitaptan habersiz bir hayat yaşayanlar tüm mallarını ve mülklerini, tüm ekonomik güçlerini fedâya hazır olacaklar. Ya da tüm sosyal çevrelerini, eşlerini, dostlarını, karılarını, kızlarını, kardeşlerini fidye olarak verecekler ve diyecekler ki aman ya Rabbi! dünya dolusu altınım da olsa fedâ olsun! Fidye olarak sana vereyim de bu ce-hennemden beni kurtar! diyecekler de kendilerine hayır! denilecek. Dünya ve bir misli daha kendilerinin olsa onu da verecekler ama bu fidyeleri kendilerinden kabul edilmeyecek. Zaten öbür tarafta mal mülk kimin de? Neye sahip olabilecekler de insanlar?
İşte hesapları kötü olanlar bunlardır. Bunlar için çok kötü bir hesap vardır ve bunların varacakları yer de cehennemdir. O cehennem ne kötü bir konak yeridir. Alçaklar, dünyadayken rahmete icabet etmediler, Allahın kendileri için açtığı rahmet kapılarından istifade etmeyi reddettiler, kitabı ellerinin tersiyle ittiler, elbette şimdi âhirette de bu rahmetten mahrum kalacaklar ve hesapların en kötüsüyle hesaba çekilip cehennemin berzahını boylayacaklar.
Ey Muhammed! Sana Rabbinden indirilenin gerçek olduğunu bilen kimse, onu bilmeyen köre benzer mi? Ancak akıl sahipleri ibret alırlar.
Evet ey peygamberim, sana Rabbinden indirilen kitabı hak bilen, kitabın hak olduğuna inanan ve bu hak kitapla hayatını düzen-lemeye çalışan, bu Hakka göre bir hayat yaşamaya çalışan, tüm amellerinde, tüm düşüncelerinde, tüm hareketlerinde bu hakkı istinat noktası kabul eden, hakla düşünen, hakla bakan, hakla gören, hakla yol bulan bir kimse hiç Hakkı görmeyen, Hakka karşı kör ve sağır davranan, Haktan habersiz bir hayat yaşadığı için tüm dünyasında karanlıklar içinde, bir ışık huzmesinden bile mahrum olan kimse gibi olur mu?
Hayatını vahiyle düzenleyen kişi elbette vahyi bir kenara bırakıp kendi hevâ ve hevesleriyle yaşayan kimse gibi olmaz. İlim sahibiyle, basiret sahibiyle cahil ve kör asla bir olmaz. İlmi olup da bu ilimle amel eden kişiyle, ilmi olup da bu ilmiyle amele koşmayan kişi de bir olmaz. Rabbi karşısında kendi haddini, kendi konumunu bilenle bunu bilmeyen cahil asla bir olmaz.
Vahye tabi olan kişi görendir, vahiyle irtibatı kesik olan da kör-dür. Vahyi tanımayan vahye tabi olmayan kâfirler de kör değillerdir aslında görmektedirler ama gerekeni görmemektedirler. Kişi eğer vahiyle, Kuran ile beraber değilse, Kurandan, peygamberden ve onun ashabından örnek alacak kadar onlara yakın değilse, Rasûlullahın ve ashabının tatbikatından haberdar değilse kördür.
Böyle karanlıkta el yordamıyla düşe kalka yürüyen bir adamla Allahın kendisine bir nûr verdiği ve onunla yürüyen insan bir olur mu? İşte iki insan tipi duruyor karşımızda. Biri nûr sahibi, basîret sahibi, yâni Kuran sahibi, hadiseler karşısında ne yapacağını, nasıl hareket edeceğini bilen bir insan, öbürü de zulmette kalmış bir kişi.
Ama tabi bunu da ancak akıl sahipleri, akıllarını kullanan in-sanlar anlayabilecektir. Aklı olmayan, ya da aklını kullanamayan kimselerin bu gerçeği anlamaları asla mümkün olmayacaktır. Akıllı insan, aklını kullanabilen insan elbette vahyi tanıdıkça hayatı değişecektir. Vahyi tanıyan, Allahın âyetleriyle tanışan insan elbette vahiyden habersiz olandan farklı olacaktır. Vahyi tanıyanla tanımayanın hayatı farklı olmayacaksa vahyi tanıdım demenin hiç bir anlamı olmayacaktır.
Eğer şu anda bizler vahyi tanıdığımızı, vahiyle birlikte oldu-ğumuzu, vahiy eğitimine tabi olduğumuzu iddia ediyorsak, ama okuduğumuz Kuran bizim hayatımızı, bizim düşüncemizi, bizim itikadımızı, bizim dünyamızı, değiştirmiyorsa, evimiz, ticaretimiz, mala ba-kışımız, çocuklarımızın eğitimi, hanımlarımızın yaşantısı değişmiyor-sa, yâni okumayan insanlarla hiçbir farkımız yoksa bu okumanın hiç bir değeri ve anlamı olmayacaktır.
Öyleyse unutmayalım ki Kuran ile beraberlik bizi ülülelbab olmaya, basiret sahibi olmaya götürmelidir. Veya Kuran ile beraberlik bizi Rabbimizin bundan sonraki âyetlerinde zikrettiği sıfatların sahibi olmaya götürecektir. Neymiş o sıfatlar?
Onlar, Allah'ın ahdini yerine getirirler, anlaş-mayı bozmazlar.
Evet işte Kuran ile beraber olanlarda bulunması gereken birinci özellik. Onlar Allaha verdikleri ahitlerine riâyet ederler, sözlerine sadık davranırlar. Mîsaklarını bozup nakzetmezler. Peki hangi mîsak-tır bu Rabbimize verdiğimiz mîsak? Araf sûresinde bu mîsak anlatılır. Bir dönem Rabbimiz bizi bize, bizi kendi nefislerimize şahit tutarak:
Ben sizin Rabbiniz değil miyim
Buyurmuştu. Sizi yaratan, sizi yoktan var eden, sizi doyurup besleyen, size sizin sahip olduğunuz her şeyi veren, sizi koruyup gözeten, sizin üzerinize yegâne hâkimiyet, egemenlik sahibi olan, sizin hayat programınızı belirleyen, sizin nerede nasıl hareket edeceğinizi? Nasıl bir hayat yaşayacağınızı? Hayatınızda nasıl bir hukuk, nasıl bir ekonomi uygulayacağınızı? Nasıl giyineceğinizi, neyi nasıl düzenle-yeceğinizi belirleyen ben değil miyim? Buna ehil olan, buna yetkili olan ben değil miyim? Sizin boyunlarınızdaki kulluk iplerinin ucu elinde olan, sizin adınıza kulluk maddesi alan ben değil miyim? Yalnız kendisine itaat edeceğiniz, yalnız kendisini dinleyeceğiniz, kendisine kulluk edip sadece kendi yasalarını uygulayacağınız Rabbiniz ben değil miyim? buyurmuştu da bizler de kendi kendimizin şahitleri olarak:
Belâ ya Rabbi! Sen bizim Rabbimizsin, biz buna şahit olduk
Demiştik. Tamam ya Rabbi! Evet ya Rabbi! Bizim Rabbimiz sensin! Bizim hayat programımızı, bizim yaşam biçimimizi belirleyecek, bizim hayatımıza kulluk maddesi alacak, hayatımız boyunca boyunlarımızdaki kulluk iplerinin ucu elinde olacak, kendisine kulluk edip teslim olacağımız, emirlerine boyun bükeceğimiz, seçimini seçim kabul edeceğimiz, çektiği yere gideceğimiz, yasalarını uygulayacağımız Rabbimiz sensin ya Rabbi. Söz ya Rabbi, bizler senden başkalarını Rab tanımayacağız. Senden başkalarına kulluk etmeyeceğiz. Senden başkalarını dinlemeyeceğiz. Senden başkalarının hayat programlarını uygulayıp onlara kulluk etmeyeceğiz. Senden başkalarının hatırına hareket etmeyeceğiz diyerek ona bu konuda söz vermiştik. İşte gerçek müminler, Kuran ile beraberliklerini en güzel biçimde sürdüren, vahiyle hareket eden müslümanların en belirgin özellikleri budur diyor Rabbimiz.
Zaten Kuran ile, vahiyle beraber olmayan bir kimsenin bu ahde sadık kalıp kalmadığını bilmesi mümkün olmayacaktır. Çünkü ezelde kendisine bu şekilde ahit vermiş olan kullarını bu ahitlerinde sadıklar mı? Yoksa bu ahitlerini bozmuşlar mı? Bunu denemek için Rabbimiz her bir dönem insanlığına kitaplar ve peygamberler gön-dererek bu ahitlerini hatırlatmıştır. Evet bir yandan gönderdiği kitaplar ve peygamberlerle bize bu ahitlerimizi hatırlatan Rabbimiz, bir yandan da çevremizdeki görsel âyetleriyle bizi bu ahitlerimize uygun müslümanca bir hayat yaşamaya dâvet etmektedir.
Öyleyse hiç bir zaman hatırımızdan çıkarmamalıyız ki bizler tüm hayatımızda Rabbimize verdiğimiz bu ahit üzere yaşarsak o zaman bizler bu ahitlerimize sadık kalmışız demektir. Hayatımızın tümünde yalnız Onu Rab kabul edip, yalnız Ona kulluk edip, sadece Onun yasalarını uygulayıp, sadece Ona kulluk edip sadece Onun istediği biçimde yaşarsak sözümüze sadık kalmış olacağız demektir. Aksi takdirde bunun dışında bir hayat yaşarsak, Allahtan başkalarını Rab bilir, Allahtan başkalarının yasalarını uygular, Allahtan başka-larının çektiği yere gider, ya da Onun gönderdiği kitabı bir kenara bırakıp kendi hevâ ve heveslerimizin istediği bir hayatı yaşamaya kalkışırsak o zaman da bu ahitlerimizi bozmuş ve yoldan çıkmış oluruz.
Tabi bu Allaha verdiğimiz ahit, ahitlerin en başta gelenidir. Elbette Allaha verdiğimiz bu ahit gereği kullara verdiğimiz ahitlerimizi de yerine getirmek zorundayız. Müminler kâfirlere karşı bile verdikleri ahitlerini onlar bozmadıkça bozmazlar, bozamazlar. Ama tabii birinci olmadan ikincinin olması mümkün değildir. Allaha karşı verdikleri sözlerini bozan kimselerin insanlara karşı sözlerini yerine getirmeleri düşünülemez. Eğer bir kimse Allaha verdiği bu söze riâyet etmiyor-sa, bu adamın insanlara verdiği sözlerine riâyeti de düşünülemez. Rabbi ile ahdine sadık davranmayan bir kimseden insanlara karşı sadâkat beklenebilir mi? Şair Sadi Şirazi öyle der: Namaz kılmayan birisine sakın borç para vermeyin. Çünkü namazı terk ederek Rabbine karşı borcunu düşünmeyen bir adamın sizin borcunuza sadâkatini düşünmeniz aptallıktır. Evet demek ki Kuran okuyan, vahiyle beraber olduğunu iddia eden kimsede bulunması gereken ilk özellik budur. Başka ne gibi sıfatları varmış o müminlerin?
Onlar, Allah'ın birleştirmesini emrettiği şeyi birleştirirler, Rabbinden korkarlar; kötü hesaptan ürkerler.
Evet o müminler, o kitapla beraber olanlar Allahın birleştiril-mesini emrettiği şeyleri de birleştirirler. Allah neyle neyin arasını birleştirin diyorsa, neyle neyi birlikte düşünün, birlikte yapın buyuruyorsa mutlaka onu birleştirirler. Meselâ ailenin birleştirilmesini istiyorsa Rab-bimiz onu parçalamaz müminler. Aileyi bir bütün olarak anlarlar. Kadın, koca, baba, ana, büyük baba, büyük anne ve çocuklar, torunlar birlikte olsunlar, aralarındaki bağlar koparılmasın diyorsa Allah mü-minler kendi aralarındaki sorumluluk ve görevlerini bilirler ve ona aynen Allahın istediği biçimde riâyet ederler. Aile içinde birlikteliğe azami ölçüde riâyet ederler. Veya komşular arası ilişkilerin güçlendirilmesini istiyorsa Rabbimiz, müminler Allahın bu emrine riâyet edip komşular arası ilişkilerin koparılmamasına azami dikkat gösterirler.
Evet Allahla ilişkilerine azami dikkat eden bu müminler Allahın birleştirilmesini istediği her konuya riâyet ederler. Meselâ kendilerini hiçbir zaman kitaptan ayrı düşünemezler, peygamberden ayrı düşünemezler. Kitap ve peygamberle bir an diyaloglarının kesilmesini varlıklarının ve müslümanlıklarının bitme sebebi bilirler.
Yine onlar Rablerinden korkarlar ve kötü hesaptan da ürker-ler. Yâni o kitapla beraber olan, hayatlarını kitap kaynaklı yaşamaya çalışan müminler, vahyi kendilerine hareket noktası yapmış müslümanlar okudukları ve anladıkları kitapta kendilerinden istenilen kul-lukları en güzel bir biçimde yerine getirdikleri yine de kendilerini gü-vende hissetmezler. Allaha Allahın istediği kulluğu icra etmeye gayret ettikleri halde yine de kendilerini garantiye alıp durumlarından mutmain olmazlar. Ne kadar da Allahı razı etmeye çalışarak güzel amellere koşmuş olurlarsa olsunlar hiçbir zaman kendilerini kesin cennetlik görmezler. Ne yaparlarsa yapsınlar, Allahın daha güzeline lâyık olduğunu ve cennete girebilmek için kesinlikle Allahın rahmetine muhtaç olduklarını hiç bir zaman hatırlarından çıkarmazlar.
Acaba yapamadık mı? Acaba beceremedik mi? Acaba Rabbi-mizin hatırını kazanamadık mı? Acaba yaptıklarımız bizi ateşe mi götürüyor? Diye tir tir titrerler. Âhireti, hesabı kitabı daima iki kaşlarının arasında hissederler. Rablerinden haşyet duyarlar. Acaba rızasına ulaşamadık mı? Acaba memnun edemedik mi? diye sürekli içlerinde bir endişe taşırlar. Hesabın kötüsünden, kötü hesaptan gamlanırlar. Rablerinden, Rablerinin rahmetinden ve cennetinden kesinlikle ümitlerini kesmemekle beraber acaba mı ki? diye yine de korku içinde bir hayat yaşayarak her an daha iyiye, daha güzel bir müslümanlığa çabalarlar. Başka?
22, Onlar, Rablerinin rızasını dileyerek sabrederler, namazı kılarlar, kendilerine verdiğimiz rızıktan, gizlice ve açıkça sarf ederler; iyilik yaparak kötülüğü ortadan kaldırırlar; işte onlara bu dünyanın iyi sonucu, girecekleri Adn cennetleri vardır; babalarının, eşlerinin, çocuklarının iyi olanları da oraya girerler. Melekler her kapıdan yanlarına girip: Sabretmenize karşılık size selâm olsun; burası dünyanın ne güzel bir sonucudur! derler.
Onlar Rablerinin hatırına sabrederler. Rablerinin hatırı için her şeye göğüs gerip direnirler. Rablerinin rızası için dayanırlar, direnirler. Yaptıklarını ve yapmayıp terk ettiklerini sadece Rablerinin hatırı için yaparlar. Bıkmazlar, usanmazlar. Ama bunu da Rableri için yaparlar. Sabretmelerinin sebebi de sadece Rablerinin veçhidir. Yâni sabırlı ol-maları, dayanıp direnmeleri çaresizliklerinden dolayı değil, güçsüzlüklerinden dolayı değil, insanlar hoş görsünler diye değil, insanların alkışına ulaşmak için değil, Rableri öyle istediği için yaparlar bunu. Sabırlarının dayanağı sadece Allahtır. Allaha dayanırlar ve yürürler.
En uygunsuz, en namüsait şartlar altında bile Rablerinin istediğine yönelip geri adım atmazlar onlar. Allah var başkasına gerek yok derler. Eh efendim âlim yok, fazıl yok, para yok, pul yok, ekono-mik gücümüz yok, dergi yok, cemaat yok, cemiyet yok! bu durumda biz ne yapabiliriz? demezler asla onlar. Ah şunlar, şunlar bir olsa de-mezler. Allah var ya; tamam müslüman olmalıyız. Allah var ya; ne ya-pacaksak yapalım derler. Öyle değil mi Allah aşkına? Rabbimiz var mı? var. Öyleyse Rabbimiz ne dedi? Rabbimiz ne istedi? Rabbimiz nasıl istedi? Rabbimiz nasıl hükmetti? biz başkasına değil sadece Ona bakacağız. Sadece Onu dinleyecek ve başkasına bakmayaca-ğız. Rabbimizin isteklerine sabredecek, direnecek, dayanacak ve her şart altında yolumuza devam edeceğiz, kulluğumuza devam edeceğiz.
Belâlara sabır, musîbetlere sabır, küfrün amansızlığına, küfrün enginliğine derdin çokluğuna, çevredekilerin ilgisizliğine, veya yakınların ihanetine, mü'minlerin cehaletine, veya toplumsal cinâyetlere rağmen mü'min sabretmek durumundadır. Her şeye rağmen mümin Allaha kulluk yolunda tökezlemeden yoluna devam etmeyi becerebilmelidir. Tüm insanlık karşımıza geçip alkışlasa, ya da tüm dünya bize düşman kesilip yuhâlâsa da Allahın istediği biçimde yapacağımızı yine yapmaya, yolumuza yine devam etmeye bakalım. Allah ne dediyse yapmaya, ne demeydiyse de yapmamaya çalışalım. Şımarmayalım, ya da korkup vazgeçmeyelim. Allah için sabredelim.
Yine onlar namazı da ikâme ederler. Namazı ayağa kaldırırlar. Yâni o müminler kitapla beraberliklerinin, kitaba sarılmalarının, kitaptan mesaj almalarının pratikteki ilk eylemi olarak namazı ikâme ederler. Salât aslında yöneliş demektir. Öyleyse insanın bütün varlığıyla, içiyle dışıyla Rabbine yönelişinin, Rabbine ait oluşunun adıdır namaz. İşte o müminler namazlarını ayağa kaldırarak bunu gerçekleştirirler. Tüm hayatlarıyla, geceleriyle-gündüzleriyle, mallarıyla-ticaret-leriyle, oturmalarıyla-kalkmalarıyla, yemeleriyle-içmeleriyle Allaha yönelirler, Allaha teslim olurlar. İkâme de doğrultmak, ayağa kaldırmak demektir. Namazın ikâmesi de hayatın namazla doğrultulması demektir. Kişinin imanıyla doğrulması, imanını ayağa kaldırması, inancıyla ayağa kalkması ve hayatını iman kaynaklı yaşamaya karar vermesi demektir. İşte onlar bunu beceren insanlardır.
Yine namaz Allahla buluşmak demektir. Namaz Allahla ko-nuşmak, Allahla sözleşmek demektir. Onun kelâmıyla, bizzat onunla sözleşmek demektir. O sözlere göre bir hayat yaşayacağına söz ver-mek demektir. Namazla özdeş bir hayat yaşamaya, namaza endeksli bir hayat yaşamaya, hayatı düzenleyecek bir namaz kılmaya sözleşmek demektir. Hukuka etkili, eğitime etkili, ekonomiye etkili, kazanmaya harcamaya ve tüm hayat birimlerine etkili bir namaz kılmaya ve bunun gereği olarak da namazda alınan mesajla hayatı düzenlemeye sözleşmek demektir.
Elbette böyle bir namaz kılabilmek için de kitaba sımsıkı sarıl-mak gerekmektedir. Kitabı bir an bile elimizden düşürmememiz, onunla oturup onunla kalkmamız, onu hayata tatbik etmemiz gerekmektedir. İşte o müminler böyle bir namaz kılarak tüm bedenlerinde, tüm hayatlarında Allahı söz sahibi kabul ettiklerini, Onun istediği bir hayatı yaşamaya doğrulduklarını ortaya korlar.
Sonra onlar gizli ve açık, sırri ve aleni olarak kendilerine verdiklerimizden infak ederler. Allah kendilerine ne vermişse onu Allah kullarıyla paylaşma kavgası verirler. Kuran-ı Kerîmde Rabbimiz nerede namazdan söz etmişse infakla birlikte anlatmaktadır. Çünkü infak malî bir kulluktur, namaz ise bedenî bir kulluktur. İnfak, zekât toplumsal bir kulluk, namaz ise bireysel bir kulluktur. Veya namaz Allahla diyalogdur, infak da namazla aldığımız bu mesajın topluma indirgenmesidir.
İşte o müminler namazla bireysel kulluklarını, infakla da toplumsal kulluklarını Allahın istediği şekilde icra ederler. Yâni namazla Allahın bedenlerine karıştığını ortaya koyarlarken, infakla da mallarında Allahın söz sahibi olduğunu ortaya koyarlar. Namazla Allahtan mesaj alırlar, infakla da bu mesajı Allah kullarına duyurarak müslü-manlıklarını kardeşleriyle paylaşmanın, imanlarını, teslimiyetlerini Allah kullarına ulaştırmanın kavgasını verirler.
Ve yine onlar kötülüğü iyilikle defederler. Kötülüğü iyilikle savarlar. Kötülüğe kötülükle karşılık vermezler. Kötülük en hafif, en iyi nasıl defedilecekse, nasıl bertaraf edilecekse öylece bertaraf ederler. Bu konuda bu âyetleri en güzel bir şekilde anlayan ve bu âyetler istikâmetinde bir hayat yaşayarak kendisine kötülük yapmaya çalışanlara bile iyilik yapmaya, kötülerin kötülüklerini iyilikle savuşturmaya çalışan örneğimiz ve onun pırlanta ashabının örnek hayatlarını iyi bilirsek Rabbimizin bu isteğini çok güzel bir şekilde uygulama imkânı bulabiliriz. Yeryüzünde müminler olarak kendi varlığına şahitler olmamızı isteyen Rabbimiz bu âyetleriyle bizden iyilik taraftarı olmamızı, iyiliğe sahip çıkmamızı, kötülüğü iyilikle defetmemizi, kötülük yapanlara iyilik yapmamızı emrediyor.
Öyleyse bizler yeryüzünde Allahın varlığının şahitleri olarak, iyiliğin temsilcileri olarak hep iyilikten yana olacağız. Bizler bize kötülük yapmadan yana olanlara iyilikten yana tavır belirleyeceğiz. Hep aftan yana olacağız. Bize kötülük yapan kimselere karşı kötülük yap-ma imkânına sahip olduğumuz halde kötülük yapmayacağız. Kötülük yapana kötülükle mukabelede bulunmamak ihsandır. Hattâ kötülük yapanlara karşı kötülükle mukabelede bulunmadığımız gibi bir de üstelik onlara iyilikte bulunmamız mesajımızın gönüllere nüfuzunu sağlayacaktır. Bizim bu ihsanımız karşısında en zalim insanlar, en katı kalpliler bile eriyecek ve sonunda bize düşmanlık besleyen insanların bize ve dâvâmıza sıcak bir dost olduğunu göreceğiz.
Çünkü Allahın Resûlü öyle buyuruyor. Dün sizi yok etmek isteyen zalimlerin yarın sizin dâvânıza gönül verdiğini göreceksiniz. Meselâ böyle gözü dönmüş, gemi azıya almış size kötülük yapmak isteyen birine karşı o anda söylenecek güzel bir söz, tatlı bir tebessüm, sakin bir konuşmanın o anda birden bire ortamı değiştiriverdiği, kötülük yapmak isteyenin bile utanarak bu kötülükten vazgeçtiği çok görülüştür. Öyleyse daha büyük kötülüklere fırsat vermemek, daha büyük felâketleri tevlid etmemek için kötülük karşısında kötülüğü değil kötülük karşısında iyiliği tercih etmeliyiz. Tüm kötülükleri iyilikle savuşturmak zorundayız.
İşte böyle olanlara, böyle yaşayanlara, vahiyle böyle birliktelik kurarak yaşayanlara bu dünyanın en iyi sonucu ve öbür tarafta da girecekleri Adn cennetleri vardır. Babalarının, eşlerinin, çocuklarının iyi olanları, sâlih olanları da oraya gireceklerdir. Melekler her kapıdan onları karşılayıp, her bir kapıdan onların yanlarına girip şöyle diyecekler: Sabretmenize karşılık size selâm olsun; burası dünyanın ne güzel bir sonucudur!
Evet o müminler kendileri cennetlere girdirildikleri halde akrabaları da cennete girdirilecek. Yâni meselâ adam kendisi cennette olduğu halde, halde babası, anası, karısı, kızı başka cennetlerde, başka yerlerde, başka makamlarda olabilir. Bu durumda sevdiklerinden ayrılık mümini sıkabilir. Halbuki Rabbimiz cennette müminleri üzebilecek her şeyi kaldırmıştır. Cennette kulları sıkıntıya sokabilecek, orada huzuru kaçırabilecek hiçbir şey yoktur. Orada sadece huzur vardır, sükun vardır, mutluluk vardır. İşte babalardan, analardan, kocalardan, kadınlardan, çocuklardan hangisi cennetin en üst makamın-daysa, hangisi en üstün cennete gitmişse Allah öteki akrabalarını da oraya gönderecek ve onları sevdikleriyle birleştiriverecek, Rabbimiz onlara böyle bir ikramda bulunacak anlıyoruz.
Ve melekler de her bir kapıdan onları karşılayacak, istikbal edecekler onları ve diyecekler ki sabrınıza karşılık selâm olsun sizlere. Dünyada sabredip kulluklarınıza devamınıza karşılık esenlik, selâm, selâmet yurdu olan cennet sizin olsun. O ne güzel bir yurttur derler.
Meleklerin tahiyyeleri, birbirleriyle cennette karşılaştıkları zaman müminlerintahiyyeleri böyledir. Orada tahıyye selâmdır. cennette müminler birbirleriyle karşılaştıkları ortamlarda da birbirlerine sözleri mukabeleleri, sadece selâm olacaktır. Birbirlerine selâm, selâmet ve esenlik dileyecekler. Çünkü Selâm Rabbimizin isimlerinden birisidir ve böylece melekler müminlere Rablerini hatırlatacaklar, bu nimetleri kendilerine veren Rablerine hamdi ve Rablerinin nimetlerinin güzelliklerini hatırlatacaklardır. Dünyada iken tüm bu nimetleri Rablerinden bilip Ona teşekkür adına kulluklar yapmışlardı. Rablerinin istediği kulluğa sabretmişler, direnmişler ve dayanmışlardı. İşte şimdi de bu sabırlarına mukabil cennette kendilerine gözlerinin görmediği, kulaklarının duymadığı, akıl ve hayallerinden bile geçiremedikleri envai çeşit nimet ve lütuflarda bulunan Rablerine karşı hamd ve kullukları devam etmektedir.
Elbette dünyada selâm, selâmet İslâm ve teslimiyet içinde bir hayat yaşayan müminlerin yurdu selâmet yurdu olan cennet olacaktır. Dünyada kişi nasıl bir hayat yaşamışsa sonunda bulacağı hayat da onun aynısı olacaktır. Dünyada cennnemî bir hayat yaşayan, cehennem isteyerek bir hayat yaşayan, yâni biletini cehenneme kesen bir kişi cehenneme giderken, cennet isteyerek bir hayat yaşayan kim-de de cennete gidecektir. Bunun tespit ve tayini insanın bizzat kendisine, kendi tercihine bırakılmıştır.
İnsan şu anda nasıl bir hayat yaşıyorsa sonunda kavuşacağı hayat da onun aynısı olacaktır. Selâm, selâmet, emniyet, teslimiyet ve müslümanlık içinde bir hayat yaşayan kişi sonunda selâmet yurdunda selâmet ve emniyet içinde bir hayata kavuşacaktır. Zaten şu anda müminler dünyada böyle bir hayat yaşıyorlar. Yâni şu anda müminler dünyada cennet hayatı yaşamaktadır, kâfirler de cehennemi yaşamaktadırlar. Bakın bundan sonraki âyetlerinde de Rabbi-miz kâfirlerin âkıbetlerini, onların durumlarını şöylece anlatacak:
Sağlam söz verdikten sonra Allah'ın ahdini bozanlar ve Allah'ın birleştirilmesini emrettiğini ayıranlar ve yeryüzünde bozgunculuk yapanlar, işte lânet onlara ve kötü yurt, cehennem, onlaradır.
Allah kendilerinden ahit aldıktan sonra, Allaha ahitte bulunduktan sonra bu ahitlerini bozarlar. Bunlar da tıpkı müminler gibi ezelde Allaha söz vermişlerdi. Bunlarda sadece Rab olarak Allahı kabul etmişler, Allaha teslim olduklarını, Allaha kul olduklarını kabullenmişlerdi. Ya Rabbi tek Rabbimiz sensin, sadece seni dinleyecek ve hayatımız boyunca sadece sana itaat edeceğiz demişlerdi. Allah-la yaptıkları anlaşmayı bozdular. Ama anlaşma metinlerini imzaladıktan sonra bozdular. Bu konuda Allaha kesin söz verdikten sonra bozdular.
Yâni önce Allahla anlaşma yaptılar, Allaha söz verdiler: Ya Rabbi ben senin kulunum, sen benim Rabbimsin, sadece senin dediğini yapacağım! Senden başkasının dediklerine gitmeyeceğim! Sen ne istersen tamam! Benim hayatıma sadece sen program çizeceksin! Ben de bu anlaşmaya sadık kalacağıma ve karşılığında cennet bulacağıma inanarak söz veriyorum ya Rabbi! Değilse cehennem konusunun farkındayım! diyerek Allaha söz verdiler, ondan sonra da nakzedip bozdular bu anlaşmayı. Anlaşma konusuna aykırı hareket ettiler. Rab olarak, yasa belirleyici olarak kabul ettikleri Allahtan gelen yasaların aksine hareket etmeye, vahyin ötesinde bir hayat yaşamaya başladılar. Rab olarak kabul ettikleri Allahın emirlerine itaat, nehiy-lerinden kaçınma hususunda Allahın kitaplarında açıkladığı konularda ait ahitlerini bozdular. Sonra da:
Daha önceki âyetlerde Rabbimizin anlattığı müminlerin özelliklerinin tamamen aksine bunlar Allahın bağlayın buyurduğu tüm bağları kopardılar. Allahla bağlarını kopardılar, vahiyle bağlarını kopardılar, peygamberle bağlarını kopardılar, kulluk bağlarını kopar-dılar, aile bağlarını kopardılar, komşuluk bağlarını, kardeşlik bağla-rını kopardılar. Kendi bağlarını kopardıkları gibi, kendi hevâ ve he-veslerinden kaynaklanan demokrasi vahiylerini göndererek öteki Allah kullarının da Allahla bağlarını kopardılar. İnsanları İslâmdan uzaklaştırdılar. Aileleri Rablerinden kopardılar, aileleri İslâmdan kopardılar, aileleri birbirlerinden kopardılar. Kadını kocadan, evlâdı aileden kopardılar. Uyguladıkları materyalist eğitimlerle nesli tarihinden, ecdadından, imanından kopardılar.
Evlâtları ailelerinden koparıp İslâm düşmanı yaptılar. Toplumu kitabından ve peygamberinden kopardılar. Kadınları iffetlerinden kopardılar. İnsanları birbirlerinden koparıp herkesin kendi hayatını yaşadığı materyalist bir insan haline getirdiler. Ümmet bütünlüğünü parçalayıp müminlerisuni sınırlarla birbirlerinden kopardılar. İçerdeki müslümanların kardeşliklerini dağıttıkları gibi dışarıdaki dünya müslümanlarının kardeşlik bağlarını kopardılar.
Allah neyle neyin arasını birleştirin! Onların arasını ayırmayın! demişse, meselâ sılayı rahîm. Akraba ziyaretleri, akrabayla ilişkilerin kesilmemesi. Allah birleştirin diyor ama onlar kesiyor, sılayı rahîm yapmıyorlar. Veya Allahın birleştirilmesini istediği başka neler var? Meselâ malla, zekâtı birleştirin! diyor Allah. Mal söz konusu oldu mu arkasından hemen zekât da söz konusu olmalıdır diyor. Ama bu kâfirler malla, zekâtın arasını ayırdılar. Başka? İnsanlarla sevgiyi, insanlarla emr-i bilmarufu, münkerlenehyi, marufla emri, başla örtüyü, vakitle namazı, selâm vermeyle almayı, dâvetle icabeti, imanla ameli, emirle itaati, sakalla suratı, başla örtüyü
Yâni Allah neyi neyle birleştirmemizi, neyle neyi beraber kılmamızı, aralarını açmamamızı istiyorsa onu ayırmamamız gerekiyor. Meselâ müslümanla nasihati, selâmla selâm almayı, hastayla ziyareti, ziyafetle icabeti birleştirin! demişse Allah, yâni Allahın emir ve ne-hiylerinin aksine hareket etmeyin! demişse buna riâyet etmek zorundayız. Aksi takdirde kâfirlerden ve fâsıklardan oluruz.
Lânet bunlara ait olacak. Bunlara rahmet olmayacak ve en kötü Dara gidecekler bunlar. Cehennemi boylayacaklar. Dünyada şu anda bu kâfirlerin geçici olarak galipmiş gibi görünmeleri, feruh fahur dolaşmaları sakın sizleri üzmesin. Allah kendilerine verdikleriyle tedrici olarak kendilerini azapların en kötüsüne sürüklemektedir. Yurtların en kötüsüne gidecekler onlar.
Peki şimdi madem ki bu kâfirler Allahın düşmanlarıdır, o halde acaba niye bu adamlara bolca nimetler verilmiş? Rablerine karşı verdikleri ahitlerini bozan bu alçaklar neden şu anda mal-mülk içindeler? diye aklınıza sorular geliyorsa, unutmayın ki:
GT<: š@L< wW7 +I7!nKA< yÅV7!
Allah dilediği kimsenin rızkını genişletir ve bir ölçüye göre verir. Dünya hayatıyla övünenler bilsinler ki dünyadaki hayat âhiret yanında sadece bir geçimlikten ibarettir.
Evet demek ki Allah verdiklerini verdikleriyle imtihan etmektedir. Ne verişi imtihanı kazanma sebebidir, ne de vermeyip kısması imtihanı kaybetme sebebidir. Ne çok verilenler iyi insan, ne de az verilenler kötüdür. Yâni kendilerine dünyalık bir şeyler verilenler Allah katında şerefli de verilmeyenler şerefsiz değildir. Vermesi de vermeyip kısması da birer imtihan konusudur ve kimin kazandığı, kimin kaybettiği yarın belli olacak. Ve bu dünyada imtihan soruları da Allaha aittir. Dilediğini dilediğiyle imtihan eder Allah. Kimsenin bu konuda Ona hesap sorma hakkı yoktur. Kul olarak bize düşen, ya Rabbi beni şu-nunla, beni bununla imtihan etseydin diyerek Ona akıl vermek değil, Onun takdir buyurduğu sorulara en kısa zamanda, en kısa yoldan cevap vermektir. Çünkü biliyoruz ki imtihanın süresi belli değildir.
Evet mümin-kâfir Allah dilediklerine bol verir, dilediklerine de az verip kısıverir. Onun için kâfirlere verilenlerden ötürü onlara imrenmeye de, kıskanmaya da gerek yoktur. Çünkü zaten kâfirlerin oldum olası, gördüm göresi bir dünya hayatları var, yaşasınlar bakalım. Zaten şu anda cehennemi yaşıyorlar ve geberdikleri andan itibaren de cehenneme gidecekler. Yâni bütün dünyayı bir tek kâfire verse, hattâ her kâfire ayrı ayrı bir dünya verilse yine de azdır. Bize de hiç bir şey verilmese, yarım ekmek bile bulamasak yine de onlarınkinden çoktur. Bunu böyle biliyor ve böyle inanıyoruz.
Ne verilirse verilsin, ne kadar verilirse verilsin, değil mi ki hayat bir gün bitecektir. Biten bir dünyanın nimetlerine meyletmektense yarım ekmek de olsa bitmeyecek bir hayatın nimetlerine ulaşmayı he-defleyelim, onun peşinde olalım. Cennet var mı? Devlet var mı? Mükâfat var mı? Hasene var mı? Benim de hiç bir şeyim olmasın, yarım ekmekle huzur var mı? Elhamdülillah. İşte mülk, işte saltanat. Beni cennete götürecek bir hayat yaşıyorsam elhamdülillah
Çünkü bu kâfirler neye sahip olurlarsa olsunlar yarın bu mülkleri onları cehennem ateşinden kurtaramayacaktır. Daha önceki âyetlerde anlattı Rabbimiz, yarın bu kâfirler dünya kendilerinin olsa, hattâ dünyanın bir misli daha ellerinde olsa, bunu fidye olarak verecekler ateşten kurtulabilmek için ama bu fidyeleri kabul edilmeyecektir. Demek ki bugün onlara verilen tüm saltanatlar, tüm güçler, tüm mallar, tüm ekonomik, askeri ve siyasal güçler yarın hiçbir işe yaramayacaktır. Öyleyse onların şu anda sahip oldukları kesinlikle sizi üzmesin, sizi imrendirmesin. Siz hesabınızı bu anlayışa bina etmişseniz, bilesiniz ki üstün sizsiniz, kazanan sizsiniz. Bunu hiçbir zaman hatırınızdan çıkarmayın.
Alçaklar imtihan gereği kendilerine verilenlerle şımardılar. Kendilerine verilenlerin Azîzliklerinden dolayı verildiği zehabına ka-ıldılar. Biz şerefli insanlar olduğumuz, bizim yolumuz doğru oldu için, Allah tarafından sevildiğimiz için bunlar bize verildi dediler. Bundan dolayı kendi pis hayatlarına delil de buldular. Halbuki işte âyet-i kerîmesinde Allah son derece açık bir şekilde buyuruyor ki şu dünya hayat, şu alçak, şu deni hayat âhiret yurdu yanında hiç itibara bile alınmayacak kadar az bir metadır. Az bir geçimlik ve istifadedir. Bundan dolayıdır ki ey kendilerine Rablerine kulluğu unutturabilecek dünya nimetlerinden az verilen müslümanlar, sakın ha sakın bu kâfirlere bir şeylerin verilmesi sizi aldatmasın. Sakın ha sakın bu kâfirlerin hak yolda oldukları zehabına götürmesin sizi.
Eğer Allah katında dünyanın sineğin kanadı kadar bir değeri olsaydı Allah ondan kâfire bir yudum su bile ver-mezdi
Hadisini unutmayın.
İnkar edenler: Rabbinden Muhammed'e bir mûcize indirilmeli değil miydi? derler. De ki: Doğrusu Allah dileyeni saptırır ve Kendisine yöneleni doğru yola eriştirir.
Evet kâfirler diyorlar ki Rabbinden peygambere bir âyet, bir mûcize gelseydi ya. Alçaklar yeni bir âyet bekliyorlar. Halbuki şu elinizdeki Allahın kitabının âyetleri yetmiyor mu? Şu kâinatta Allahın serpiştirdiği meşhut âyetler yetmiyor mu? Allahtan âyet istiyorlar, halbuki Allahın âyetlerinden habersizler. Allahın kendileriyle konuş-masını istiyorlar, halbuki şu âyetleriyle Allahın kendileriyle konuştuğunun farkında değiller. Anlıyorlar aslında da yamukluk yapıyorlar. Allah bu peygambere farklı bir mûcize, farklı bir âyet gönderseydi de biz de ona iman etseydik diyorlar. Halbuki dertleri iman değil bu adamların. Yâni farklı âyetler gelse inanacaklar mı? Bunların kâfirliklerinin sebebi bu konuda âyetlerin azlığı değil bilâkis inatlarıdır. Bakın Allah diyor ki peygamberim sen deki onlara:
Allah dilediğini saptırır, yönünü kendisine döneni de hidâyet eder. Yâni kendi hür iradesini sapmadan yana, sapıklıktan yana kullananları, yönünü sapmaya dönenlere, dalâleti tercih edenlere ne kadar da âyet gönderilirse gönderilsin bu âyetler onu asla hidâyete ulaştırmayacaktır. Ama yönünü Rabbine doğru döndüren, Rabbine icabette bulunan, nerede ve hangi konumda olursa olsun tüm benliğiyle Rabbine yönelen, Rabbine muhtaç olduğunu anlayan, hayat pusulasını Rabbine doğru çeviren, Rabbine başvuran kişileri de Allah hidâyete ulaştıracaktır. İşte bu Rabbine yönelen kimselerin özellikleri şunlardır:
Onlar inanmışlar, Kalpleri Allah'ı anmakla huzura kavuşmuştur. Dikkat edin, kalpler ancak Allah'ı anmakla huzura kavuşur.
Allaha iman, Allahtan gelenlerin tümüne iman demektir. Al-laha iman, Allahın hayata karışacağına iman demektir. Allaha iman, Onun Rab, Melik, ve İlâh oluşuna iman demektir. Allaha iman, Allahın emir ve yasakları çerçevesinde bir hayat yaşamaya iman demektir. Allaha iman, Allahın hayata karışacağına imandır. Allaha iman, Allahın hayatı düzenlemek üzere hayat programı gönderdiğine imandır. Allaha iman, Allahın belirlediği hayat programına iman demektir. Allaha iman, kişinin boynundaki kulluk ipini yalnız Allahın eline vermeye imandır. İşte o müminler böylece Allaha iman ederler ve:
Kalpleri inandıkları Allahın zikriyle mutmain olmuştur onların. Kalpleri zikrullah ile itminana kavuşmuştur. Kalpleri Allahın zikri olan kitabıyla, kitabın âyetleriyle doyuma ulaşmıştır. Buradaki zikirden kasıt Kurandır, vahiydir. Öyleyse anlıyoruz ki kalpler ancak Kuran ile mutmain olur. Ancak Kuran ile itminan bulur, ancak onunla yatışır ve sükûnete kavuşur. Çünkü kalp Allahın âyetlerini duydukça, tanıdıkça, Allah bilgisine ulaştıkça cehaletten, bilgisizlikten, şüphe ve tereddütlerden kurtulup doyuma ve itminana ulaşacaktır.
"Mü'minler ancak o kimselerdir ki Allah anıldığı zaman kalpleri ürperir. Karşılarında Allahın âyetleri okunduğu zaman da imanlarını artırır ve yalnız Rablerine tevekkül ederler."
(Enfâl: 2)
Allahın âyetleri okundukça, müminler âyetlerle karşı karşıya geldikçe kalpleri coşar, taşar, sanki kabına sığmaz hale gelir. Kalbin sükûnete ve doyuma ulaşmasının birinci yolu Allahın kitabıyla birlikte olmak, Allahın âyetlerini tanımaktır. Yine Bakara sûresinin âyetinin anlattığına göre kalplerin mutmain oluşunun ikinci yolu da Allahın meşhûd âyetlerdir.
Hani İbrahîm (a.s): Ya Rabbi ölüleri ölümünden sonra nasıl dirilttiğini görmek istiyorum! demişti de Allah: İnanmıyor musun ey İbrahîm? buyurunca: İnanıyorum ya Rabbi! Ancak kalbim itminana kavuşsun için istiyorum demişti ya. İşte anlıyoruz ki kalplerin tüm tereddütlerden, şüphelerden kurtulup, tüm cehaletlerden sıyrılıp doyuma, sükuna ulaşmasının yolu bu iki yoldur. Birisi şu elimizdeki Allahın kitabının âyetlerini tanımak, ötekisi de Allahın kâinatta serpiştirdiği görsel âyetlerine muttali olmak, o âyetlerin bilincine ermektir.
İşte o Rablerine inabe edenler, Rablerinin dâvetine icabet edenler, Rablerine yönelenler, nerede ve hangi durumda olurlarsa olsunlar kıblelerini, pusulalarını Rablerine doğru çevirip Rablerinin hayat programını kabullenenler Allahın zikriyle, Allahın âyetleriyle mutmain olurlar. Sürekli Allahın kitabıyla beraber olurlar. Allahın kitabıyla yol bulurlar. Tüm hayatlarını kitap kaynaklı yaşarlar. Kitaptan asla uzak kalmazlar. Allahın kitabıyla mutmain olup başka şeylere ihtiyaç duymazlar, başka yollara gitmezler. Allahtan başkalarına yönelip müracaat etmezler. Tüm problemlerini Allaha havale ederler. Allah nasıl istemişse öylece yaparlar ve rahat ederler. Çünkü Allahın istediği, kitabın emrettiği şeylerin tamamı insan fıtratına uygun şeylerdir. Fıtratı yaratan, fıtratı en iyi bilen Rablerinden gelen bu kitapla o müminlerin kalpleri itminana kavuşuyor.
Evet unutmayalım ki kalplerdeki şüphe, tereddüt, küfür, şirk, nifak ve tüm diğer hastalıklara şifa olsun diye gelmiştir bu kitap. Ve yine kesinlikle bilelim ki bu kitapla tanışmadan, bu kitaptan haberdar olmadan, bu kitabın âyetleriyle birlikte olmadan kalplerin sıhhate ulaşması, doyuma ulaşması asla mümkün olmayacaktır. Tüm kalbi hastalıklara şifadır bu kitap. Bedeni, kalbî, aklî, ruhî, ailevî, toplumsal ne tür hastalık olursa olsun onların tümüne şifadır, çaredir, çözümdür bu kitap. Kalplerinizin huzursuzluğundan mı şikâyet ediyorsunuz? Cinlerden, perilerden, şeytanlardan mı korkuyorsunuz? Gamların, ke-derlerin kalbinizi istilasından mı dem vuruyorsunuz? Bir onulmaz karasevdaya mı tutuldunuz? Veya toplum olarak ekonominizin bozukluğundan mı şikâyet ediyorsunuz? Hukukunuzun felç olduğunu mu söylüyorsunuz? Toplumunuzun ahlâken sükut ettiğini mi düşünüyorsunuz? Ailevi bir huzursuzluk, bir geçimsizliğinizden mi dem vuruyorsunuz? Başınızın ağrısı, gözünüzün sancısı mı var? Oğlunuzdan, kızınızdan bir şikâyetiniz mi var? Ne tür bir hastalığınız, ne tür bir sıkıntınız olursa olsun bilesiniz ki bu Kuran tüm hastalıklarınıza şifadır. Yönelin Kurana, okuyun kitabı, uygulayın kitabın âyetlerini, mutlak sûrette şifa bulacaksınız. Bundan zerre kadar bir şüpheniz olmasın.
Kalp Allah için niyet taşıyorsa, dil Allah namına konuşur, göz Allahın istediklerini görür, kulaklar Allah adına duyar, ayaklar Allahın istediği yere gider. Kalp müminse tüm azalar da mümindir, kalp kâfirse, kalp bozuksa tüm azalar bozuk demektir. Manevi yönden bu böyle olduğu gibi organik yönden de böyledir. İnsanın kalbi sıhhat-teyse tüm vücudu sıhhattedir, kalp hastaysa tüm vücut hastadır.
Bugünkü tıbb-ı nebeviye alternatif olarak çıkmış ve nerdeyse müslümanlara bile Rasûlullahın tıbbını unutturacak kadar hüsnü kabul görmüş şu materyalist tıpla İslâm tıbbının ayrıldığı nokta işte buradadır. İslâm insanı ruh ve bedenin bileşkesi görürken bugünkü mo-dern tıp Veya Hipokrat tıbbı insanı sadece organizmadan ibaret kabul etmektedir. Rasûlullah efendimiz bu hadisleriyle son derece açık ve net bir biçimde beden hastalıklarının kaynağını ruhta görürken bu-günkü materyalist tıp maddeci olduğundan, ruhu, manayı reddettiğinden hastalığın kaynağı olarak organizmayı kabul etmektedir.
Halbuki Rasûlullah efendimizin bu hadisine göre hastalığın kaynağı ruhtur, kalptir. İnsandaki ruhsal bir dengesizliğin, ruhsal bir depresyonun bedenin en zayıf yerinde patlak vermesinin adına hastalık diyoruz. Ya da kalbin uyumsuzluğunun bedende tezahürüdür hastalık. Çünkü kalp sıhhatteyse tüm beden sıhhatlidir, kalp hastaysa tüm beden hastadır. Kalpte bir uyumsuzluk, bir dengesizlik varsa bu bedenin an zayıf yerinde patlak verir. Kalpteki bir uyumsuzluk kimisinin midesi zayıftır orada patlak verirken, kimisinin dişi zayıftır orada patlak verir. Ruhun uyumsuzluğu ve dengesizliği de onun gıdası olan vahiyden mahrum oluşu ve günahlardır.
Evet ruhun hastalığı imansızlık ve günahlara bağlıdır. Onun içindir ki meselâ bundan yüz sene önce tıp bu kadar gelişmediği halde hastalıklar da o derece azdı. Bugün müşrik tıbbın zirveye ulaştığı söyleniyor ama hastalıklar da ona nispetle beş misli artmıştır. Acaba bunu neyle izah edeceğiz?
|
|
çamaşır makinesi ses çıkarması topuz modelleri kapalı huawei hoparlör cızırtı hususi otomobil fiat doblo kurbağalıdere parkı ecele sitem melih gokcek jelibon 9 sınıf 2 dönem 2 yazılı almanca 150 rakı fiyatı 2020 parkour 2d en iyi uçlu kalem markası hangisi doğduğun gün ayın görüntüsü hey ram vasundhara das istanbul anadolu 20 icra dairesi iletişim silifke anamur otobüs grinin 50 tonu türkçe altyazılı bir peri masalı 6. bölüm izle sarayönü imsakiye hamile birinin ruyada bebek emzirdigini gormek eşkiya dünyaya hükümdar olmaz 29 bölüm atv emirgan sahili bordo bereli vs sat akbulut inşaat pendik satılık daire atlas park avm mağazalar bursa erenler hava durumu galleria avm kuaför bandırma edirne arası kaç km prof dr ali akyüz kimdir venom zehirli öfke türkçe dublaj izle 2018 indir a101 cafex kahve beyazlatıcı rize 3 asliye hukuk mahkemesi münazara hakkında bilgi 120 milyon doz diyanet mahrem açıklaması honda cr v modifiye aksesuarları ören örtur evleri iyi akşamlar elle abiye ayakkabı ekmek paparası nasıl yapılır tekirdağ çerkezköy 3 zırhlı tugay dört elle sarılmak anlamı sarayhan çiftehan otel bolu ocakbaşı iletişim kumaş ne ile yapışır başak kar maydonoz destesiyem mp3 indir eklips 3 in 1 fırça seti prof cüneyt özek istanbul kütahya yol güzergahı aski memnu soundtrack selçuk psikoloji taban puanları senfonilerle ilahiler adana mut otobüs gülben ergen hürrem rüyada sakız görmek diyanet pupui petek dinçöz mat ruj tenvin harfleri istanbul kocaeli haritası kolay starbucks kurabiyesi 10 sınıf polinom test pdf arçelik tezgah üstü su arıtma cihazı fiyatları şafi mezhebi cuma namazı nasıl kılınır ruhsal bozukluk için dua pvc iç kapı fiyatları işcep kartsız para çekme vga scart çevirici duyarsızlık sözleri samsung whatsapp konuşarak yazma palio şanzıman arızası